ŞÛRA SÛRESİ TEFSİRİ(42.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1511 Okunma
22 VE 23.AYETLER

 

***

ŞÛRÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 8

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فِي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِ لَهُمْ مَا يَشَاءُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الكَبِيرُ(22) ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ(23)

 

وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فِي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِ

لَهُمْ مَا يَشَاءُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الكَبِيرُ(22)

“İman etmiş ve salihatı amel etmiş kimseler cennetin ravzalarındadır.

Onlar için Rab'larının indinde meşiet ettikleri her şey vardır.

Kebir olan fazl budur.”

İslâm barış demektir. Hakem kararlarını kabul eden herkes barış içindedir.

İman edenler” yeryüzüne bu barışı tesis eden gönüllü askerlerdir.

Eskiden bu görev İsrail oğullarına verilmişti.

Kur’an’dan sonra ise gönüllülere verilmiştir.

Bedenen askerlik yapan mü’mindir. Askerlik devlet içinde yapılır. Yeryüzündeki yüze yakın devletlerin orduları mü’minlerden oluşur. Bir şartla, bu devletler müslim devlet olmalıdırlar, yani hakem kararlarına razı olmalıdırlar.

Bunlar sadece iman etmezler, yani güvenlik sağlamazlar;

Bunlar aynı zamanda ameli salihat yaparlar.

Amel-i Salihat” demek, birbirine uygun ve tamamlayan işler demektir.

Ordular bu zamanda, bu çağda kamu görevleri yanında genel hizmetleri de yaparlar.

Mesela yolların bakımı ordulara aittir.

Telefon merkezlerini ordular işletir.

Bunların hepsi halka bedavadır.

Komünistler bütün işlerin halk tarafından nöbetleşe yapılması gerektiğini söylüyorlar. Sosyalizm Lenin tarafından dejenere edilmiştir. Marx’a göre sosyalizmde devlet vardır; diğer din, ilim ve ekonomi müesseseleri yoktur. Halk bunları ücret karşılığı yapmaz, nöbetleşe yaparlar. Yani günün belli saatlerinde herkes bedava çalışır, ücret almaz. Akşam üstü ise -çalışsın çalışmasın- herkesin ihtiyaçları giderilir.

Diğer taraftan kapitalistlerde ise böyle nöbetle çalışarak üretilen hiçbir şey yoktur. Herkes çalışır ve karşılığını alır, sonra gider ve istediği malı satın alır.

İşte İslâmiyet bunların yani bu ikisinin arasındadır. Bazı işler vardır ki orada ücretle iş yapılmaz. Mesela savaş böyledir. Buralarda Marx’ın sosyalizmi uygulanır. Diğerlerinde ise Adam Smith’in kapitalizmi uygulanır. Birinde diğerine izin verilmez.

İşte, askerlerin nöbetle yaptıkları bu hizmetlere amel-i salihat denmektedir. Elektriği bunlar üretip halka bedava dağıtabilir. Suyu bunlar üretip halka bedava dağıtabilir. Yakıt da böyledir. Bunların mülkiyeti men edilmiştir.

Fazlı kebir” nedir? Cennet ravzaları içinde olmak fazlı kabirdir. İnsanlar Allah’ın emirlerini dünyada yerine getirmelerinin karşılığını dünyada alırlar zaten. Âhirette ise fazlalık olarak onlara verilmiş olur.

Burada küçük bir çelişki görülebilir.

Bu çelişki nedir?

Mü’minlerin hepsi amel ettikleri salihatın dünyada karşılığını görmeyecek, kimileri belki hiç görmeden öleceklerdir. Bunlara amel-i salihatınn karşılığı âhirette verilir. Oysa burada âhirette verilenlerin hepsinin fazl olduğu beyan edilmiştir. Dikkat edilirse burada salihat-ı amelden kişilere ayrı ayrı fazlalık verilecek demiyor. Topluluk amel-i salihatın karşılığını bu dünyada görür. Bunda eksiltme olmaz. Âhirette de fazlasını alır. Kişi bazan bunu kendisi alamaz, vârisleri alır. Yani ben “Adil Düzen”e yetişemeyebilirim ama çocuklarım ve torunlarım “Adil Düzen”e ulaşır. Topluluk olarak mutlaka nimetlenirler.

ذَلِكَ  (ZavLiKa)  “Bu”

Yani cennetin ravfaklarında olmak.

Kur’an’da cennetin brevdesinden v arvadelrşnden birer defa geçmektedir.

أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ (15)

İman etmiş ve salihatı amel etmiş olanlar ravzada ihbar olunurlar deniyor.

Bu iki âyetten öğreniyoruz ki mü’minlerin cenneti ravzadır. Ama bu mü’min ve müslimlerin cenneti içindedir.

Demek ki cennette özel yerler olacak, oraya müslimler giremeyecek, mü’minler girecektir. Mü’minler orada üstün bir şekilde ağırlanacaklardır.

Kimlerdir bunlar?

İman etmiş ve amel-i salihat işlemiş olanlardır. Asker olup aynı zamanda savaş dışında iken halka karşılıksız hizmet verenlerdir. Nöbeti zamanında yaparlar.

İslâm ordusunu tam olarak anlayabilmek için yeniden tasvir edelim.

  1. 15 yaşına gelen erkekler iki yoldan birini seçmekle yükümlüdürler. Yoksa bizim bucakta kalamazlar. Ya iman edip askerliğe katılacaklardır.
  2. Ya da her yıl belirlenen cizyeyi vereceklerdir. İşte askerliği kabul eden herkes mü’mindir. Senede belli günlerde askerlik yaparlar. Mesela 15 gün silahlı eğitim kampı yaparlar.
  1. Ümmiler er olurlar.
  2. Temel eğitimi alanlar erbaş olurlar.
  3. İlk eğitimi alanlar astsubay olurlar.
  4. Orta öğrenim yapanlar subay olurlar.
  5. Yüksek öğrenim yapanlar üstsubay olurlar.
  6. Akademik kariyer yapmış olanlar general olurlar.

Bunlar erler gibi yıllık nöbetlerini tutarlar. Yahut maaşlarını alan komutanlar tüm zamanlarını orduda geçirirler. Bu ihtiyaca göre düzenlenir.

الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ  

(elLaÜIy YuBaşŞıRu elLAvHu) 

“Allah’ın tebşir ettiğidir.”

Yani cennetin ravzaları da olacaktır. Kişiler ayrı ayrı bu dünyada almadıklarının fazlasını alacaklardır. Ayrıca askeri birlik eğer komutanlara itaat etmiş bir vücut olarak hareket etmişlerse ve insanlığın birlikte güvenini sağlamışlarsa, âhirette de birlikte cennetin ravzalarına gideceklerdir. Askerlikte sorumluluk ve mükâfat ortak olduğu gibi, âhirette de aynı şekilde birlikte cennete gidilecektir. Âhiretteki birlik, ancak komutanlarına kayıtsız şartsız itaat edenlerdir. Kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. O fadlı kabirdir. Dünyada savaşta yek vücut olanlar âhirette de yek vücuttur, fazlı kebirle mükafatlandırılacaklardır.

Bu hükümler sivil yönetimde geçerli değildir.

Tebşir etme” sevdirme demektir.

عِبَادَهُ(GıBAvDaHUv)  “İbadını”

Yani askerlik yapıp komutanlara bağlanan kimselerdir. Yani müslimler ibad değildir.

Osmanlılarda kamu görevlilerine “kul” denirdi. İşte kamu görevlileri O’nun ibadı olmaktadırlar. Sivil yönetimde bürokrasi yoktur, kulluk yoktur. Yerinden yönetim olduğu için başkanlarını kendileri seçerler. Ancak silahlı birliklerde kamu görevleri bulunmaktadır. Yani İslâmiyet’te bürokrasi yoktur. Bürokrasinin yerini sivilde Genel Hizmet Sorumluları alır. Askerlikte ise nöbetleşe askerlik hizmetinde yapılır.

Adil Düzen geldiğinde bugünkü orduda yapılacak değişiklikler şunlardır:

  1. Türkiye on iki bölgeye ayrılacak ve orduların sayısı 12’ye çıkarılacak. Her bölgenin merkez illeri ordunun yönetimine verilecek. Ordu komutanı aynı zamanda bölge merkez ilinin valisi olacaktır. Buradaki vali seçimle gelmeyecek. Buranın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka meclisleri olmayacaktır. Ordu ve komutanlar bölge merkez illerine kesin hakimdirler ama taşra illere ora yönetiminin izni olmadan giremezler.
  2. Her ordunun er ve subayları o bölgeden olmayan vatandaşlardan oluşacaktır. Halk ordusunu yani komutanlarını kendileri seçeceklerdir. Her ordu bağımsız olup devlet başkanına bağlanacaktır. Kara ve hava genelkurmay başkanlıkları bulunacaktır. Her ordunun anayasal bütçesi olacak ve bütçesini istediği gibi kendisi harcayacaktır. Devlet başkanından başka kimse onu denetleme yetkisinde olamayacaktır.

“Adil Düzen”deki ordu ile bugünkü ordu arasında büyük fark olmayacaktır.

İşte, askerler Allah’ın kulları olup âhirette de imtiyazlı olacaklardır. Kimse ‘bu haksızlıktır’ diyemez. Çünkü herkes isterse nöbetli olup asker olur, isterse bedelli olup askerlik yapmaz. Ama bunların cennetteki yerleri ikinci derecededir.

Önemli olan diğer husus; mü’minlerin kadınları askerlik yapmadıkları halde, cennetin ravzaları içinde eşleri ile beraber olacaklardır. Velilerini de kendileri seçeceklerdir. Veliyi ister mü’min, ister müslim seçerler.

الَّذِينَ آمَنُوا(ellaÜIyNa EaMaNUv) 

“İman etmiş olanlar.”

Kur’an’da “ellezîne âmenû” Kur’an ehlini adlandırmaktadır. Yeryüzüne adaleti getirmekle görevlendirilen İsrail oğulları Tevrat’la Kur’an gelinceye kadar hükmetmişlerdir. Kur’an’dan sonra gerek içtihat ve icma, gerek insanlığın güveni İsrail oğullarından alınarak gönüllü mü’minlere verildi. Tabii ki isteyen İsrail oğulları da katılabilirler.

İşte bunların katıldığı ordu birliklerinin adı “ellezîne âmenû”dur. Bucaklardan başlayarak insanlığa kadar askeri birlikler oluşur. Sonunda bunlar hakemlerin kararlarını yerine getirmek için hareket ederler. Ama askerî hareket hakemlerin denetiminde değildir.

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ(Va GaMıLUv elÖAvLıXATı) 

“Ve salihatı amel edenler.”

Eskiden devlet sadece güvenlik sağlardı. Halbuki İslâmiyet’te askerlerin görevi sadece güvenlik sağlamak değildir. Aynı zamanda askerler tarafından halkın bedava yararlanması için müesseseler oluşturulur. Bunların başında ulaşım gelir.

  1. Kara yolları, deniz yolları, demir yolları ve hava yolları. Ne var ki bu yollar öyle ayarlanmalıdır ki araçların yakıtları savaşta ve zelzelede de bulunmalıdır. Dolayısıyla satın alınmış petrole dayanan bir yolculuk sistemi İslâmî değildir. Bunun için neler yapılır? Güneş enerjisinden, o yerde varsa kömür rezervlerinden, rüzgâr enerjisinden, hidrolik santrallerden enerji tesis edilir. Ayrıca elektrik yardımı ile likit yakıt üretilir. Yani her merkez kendi yakıtını civarından kendisi temin eder.
  2. İşte bu teminin savaş zamanında kolaylıkla yapılması için barış zamanında da devamlı üretilip tüketilmektedir. Peki, ne yapılmaktadır? Elde edilen elektrik, benzin, gaz araçlara bedava verilmektedir. Onların bakımı da bedava yapılmaktadır. Parçalar bedava verilmektedir. Bu sayede savaşta imiş gibi ikmal hizmetleri çalışmaktadır.
  3. Peki, bu devlete yük olmakta mıdır? Hayır. Çünkü maliyet ne kadar ucuz, hattâ bedava olursa, mal mübadelesi de o kadar fazla olur ve emeksiz kazanç elde edilir. Böylece millî hâsıla o kadar artar ki, ondan gelen vergi masrafları kat kat karşılar.
  4. İşte amel-i salihat budur. Kamu görevleri ve genel hizmetler karşılıksız yapılır. Birbirinden ayrı ve birbirinden uzak kişiler birbirini bütünleyen işler yaparlar. Böylece son derece verimli çalışma olur.

Örnek verelim. Erzurum’da ilkbaharın kar kalkar kalkmaz insan boyunda ot yetişir ve hayvanlar için bol besin olur. İzmir ve civarındaki bağlarda çok üzüm yetişir. İzmir’de yağmur yağmadığı için ot olmaz. Erzurum’da zeytin hiç olmaz. Bu durumda Erzurum’daki vatandaşın İzmir kalitesinde üzüm yetiştirmesi için sera yapması gerekir. İzmir’dekinin de Erzurum’daki o otu elde etmesi için araziyi sulaması gerekmektedir. Bu durumda maliyetler üç dört misli olur. Oysa Erzurumlular ve İzmirliler ürettikleri ürünleri karşılıklı olarak mübadele ederlerse, o zaman memleket bunların emeklerinden dört misli, hattâ daha fazla verim elde eder. Bu organizasyon emeksiz zenginliktir. Yani piyasadaki ucuzluk zenginliği ifade eder. Devlet de bunun beşte birini aldığı için o da dört misli daha çok gelir sahibi olmuş olur. Oysa, şayet bu benzin parasını karşılıksız olarak devlet vermezse Erzurum’daki ot İzmir’e ulaşamaz. Çünkü nakliye zaten onun değerinden fazla olduğundan kendisini yolda bitirir. Bu sefer de İzmir’deki üzüm Erzurum’a ulaşamaz. Çünkü Erzurum’dakilerin üzümü alabilmesi için bir şeyleri satmaları gerekir. Oysa Erzurumluların ottan başka satacakları şey yoktur.

Demek ki böyle bir asker ve ordu ne yapıyor?

Nakliyeyi bedavaya düşürünce ülkenin her tarafındaki üretim ve tüketim hızla artar. Devletin geliri çoğalır ve devlet de onunla ordusunu besler.

O halde olması gereken nedir? Ordunun işi sadece güvenlik sağlama değildir. Her türlü ulaşımı sağlama da ordunun işidir. Güvenlik içinde bulaşıcı hastalıkları önleme de vardır, yangınları önleme de vardır. Amel-i salihat içine eğitim de dahildir. Geçmişte Türkiye’nin sanayileşmesinde en büyük eğitim hizmetini ordu yapmıştır. Biz ellilerde tüm teknik elemanları ordudan tevarüs ediyorduk. O yıllarda piyasada bir tek şoförlük kursu bile yoktu. Ehliyete askerlikle başlanıyordu. Üniversiteler ve sanat okulları teknolojiyi en erken 25 sene sonrasında takip ederler. Genellikle Avrupa’da yaygınlaşan bir meslek Türkiye’ye yüz sene sonra girer, o zamana kadar da onun ömrü tüketilmiş olur. Onun için Türkiye daima geri kalmıştır. Her taklitçi geriden gitmek zorundadır. Allah amel-i salihatı yapanları âhirette fazlı kebirle tebşir etmektedir. Bu aynı  zamanda “Adil Düzen”in de tebşiridir. O da fazlı kebirdir.

 قُلْ  (QuL)  “Söyle” 

Burada “kul” diye söylenen muhatap kimdir?

Muhatap olan sûrenin başındaki muhataptır. “Sana ve senden öncekilere vahyolundu” diyor. Kur’an son kitaptır. Yeni bir kitap nâzil olmayacaktır, yeni bir peygamber de gelmeyecektir. Kitap olarak Kur’an devam edecektir. Peygamberlerin yerini de âlimler alacaktır. Bu husus kitap, sünnet, icma ve akıl ile sabittir.

Şimdi şu soru aklımıza gelecektir. Kim “sen âlimsin diyecek” ve o nebilerin vârisi olacaktır? Kur’an bu sorunun cevabını da vermektedir.

a) “Ben âlimim” diyen herkes kendisine nebidir. Dolayısıyla herkes içtihadını yapar ve nebinin vârisi olarak Kur’an’ı kendisi için yorumlar.

b) İkinci aşamada ise; bu şekilde kendilerinin Kur’an’ı anladıklarını iddia edenler bir araya gelip bir cemaat oluştururlar. Birbirlerinin âlimliklerini tasdik ederler. İşte böylece mezhepler oluşur, ekoller oluşur.

c) Bunları bulma çalışmasını tasdik eden cemaat oluşur. Böylece mezhepler ve tarikatlar doğar. Onlar kendi cemaatlerini yetiştirirler.

d) Sonra bu cemaatlerin çalışması ile ortaya çıkan asrın fıkhını benimseyen bir resul ortaya çıkar. O siyasi güç oluşturur, ekonomik güç oluşturur ve uygular. Bu resulün Cebrail’i bu ilim adamlarıdır. Bu ilmî şuradır. Bu ilmî şuranın emrine giren siyasi liderdir.

Birinci “Adil Düzen” uygulamasının eksiklikleri nelerdir?

  1. İzmir Akevler Kooperatifi bu ilmî çalışmalara başladığı zaman diğer bütün İslâmî gruplarla çok sıkı yakınlık kurmuştur. Bilhassa Risale-i Nur grubu, Süleyman Efendi grubu, İlâhiyatçılar grubu ile çok yakın temasa girmiştir. Maksat olarak bu “Adil Düzen Çalışması” tüm cemaatlerin çalışması ile elde edilsin istemiştir. İzmir’deki tarikat grupları ve Remzi Güres cemaati ile ortaklaşa çalışmalar başlamıştır. Necmettin Erbakan ve Fethullah Gülen’le birlikte çalışmalar yapılmıştır. Ne yazık ki bunların hepsi, en sonunda Erbakan olmak üzere, hepsi Kur’an fıkhı yerine sünnet diye masallarla ölüm günleri, yetmedi haftaları ve ayları icat ederek, Hıristiyanların düştüğü batağa düşmüşlerdir. Allah yerine peygambere tapanlarla bir olmayı tercih etmişlerdir.
  2. Resul olarak Erbakan çıktı ve büyük işler başlardı; “Adil Düzen”i dünyaya duyurdu. Ne var ki Cebrail’in yerini alan Akevler ilim heyetiyle ilişkiyi keserek siyasilerle işini yürütmek istemiştir. 11 ay sonra şarjı bittiği için iktidardan inmiştir.
  3. Böylece “Adil Düzen” birinci uygulamasının örneği Millî Görüş uygulamasıdır. İlmi İzmir Akevler’de hazırlanmıştır. Bu çalışmalara Erbakan bizzat kendisi başkanlık etmiştir.
  4. Bugün AK Parti gömleğini çıkarmış olarak bize zaman kazandırıyor. İkinci “Adil Düzen” uygulaması gelecektir. Biz hazırlıklı olduğumuz zaman bir siyasi bizim heyetin çalışmalarını devreye sokacak ve uygulamaya geçecektir.

İşte burada hitap edilen kimse, o gelecek olan ikinci “Adil Düzen” resulüdür.

لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا 

(LAv EaSEaLuKuM ALeYHi EaCRan) 

“Ben sizden ücret istemiyorum.”

İlk gelen başkan partiyi kuracak. O partiye mâli desteği Adil Düzen İşletmeleri verecektir. O sadece parti aracılığı ile tebliğ yapacaktır. En önemlisi iktidar olmayacaktır; yani hiçbir iktidara “sen in ben çıkayım” demeyecektir. Meclise girecek ama orada partileri uzlaştırarak anayasayı getirecek, insanlığa “Adil Düzen Anayasası”nı anlatacaktır.

Erbakan “Adil Düzen”i anlattı.

Şimdi yeni resul bekliyoruz. Yeni resul insanlığa “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı anlatacaktır. O resul hiç kimseden bir ücret istemeyecektir, insanlıktan haraç istemeyecektir. Sömürü sermayesi adına faaliyet göstermeyecektir. Tam tersine sömürü ile mücadele edecektir. İktidar da bir ücret olduğu için iktidarı da istemeyecektir. Belki de Humeyni gibi anayasa tebliğini yaptıktan ve insanlığı “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na kavuşturduktan sonra Allah alıp götürecek veya ona başka görev verecektir.

 إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى (EilLav elMaVadDaTa Fıy eLQuRBAy) 

“Kurbâda meveddet istiyorum diyecektir.”

“Merhamet” annenin çocuğuna duyduğu duygulardır. “Meveddet” ise babanın çocuklarına duyduğu duygulardır. Biz Hakkı üstün tutan peygamberlerin yolundan gidenler. Bunlar Hazreti Adem’den beri sıratı müstakimdedirler. Allah’ın insanlara görev verdiği uygarlığı oluşturmak için on binlerce yıldır faaliyetteyiz.

Bizim yolumuz nedir? Hazreti Adem’in, İdris’in, Nuh’un, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in, Buda’nın Brahman’ın yolu nedir? Bunlar yol gösterirken insanlardan ne istiyorlar? Daha doğrusu Allah onlardan insanlara ne söylemesini istiyor? Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular insanlıktan ne istiyorlar?

Kurbâda meveddet istiyorlar.

Şimdi önce “kurbâ” nedir, onun üzerinde duralım.

Kurbâ” burada marife gelmiştir. O halde “kurbâ” bilinen belli kurbâdır. Bu kurbâda olanlar sonunda iki grupta toplanırlar.

  1. Mekânda kurbâ yani komşuluk. Kırba, su matarasıdır. İnsanlar her zaman yanlarında bulundurmaktadırlar. İnsanların komşu yakınlarına karib yakını denir. Önce bir aile içinde yaşayanlar birbirinin karibidirler. Bunlar neseb veya sıhriyet yoluyla akraba olmasalar da, madem ki aynı sofradan yemek yiyorlar bunlar akrabadır. Sonra aynı semtte oturanlar birbirine akrabadır. Çünkü aynı topraktan yararlanıp yaşıyorlar. Sonra bir beldede oturanlar birbirine komşudur, akrabadır. Sonra bir medinede oturanlar birbirine akrabadır. Sonra aynı kıtada oturanlar birbirine komşudurlar. Allah’ın insanlıktan istediği şey komşu haklarına riayettir. Madem ki aynı yeryüzünde yaşıyor ve toprakları paylaşıyorsunuz, birbirinizin komşuluk haklarına riayet ediniz. Savaşarak ve boğuşarak değil, anlaşarak ve uzlaşarak geçinmemizi istiyor.
  2. İkinci akrabalık ise nesep akrabalığıdır. Hepiniz Hazreti Adem’in çocuklarısınız ama sizin anneniz ve babanız size daha yakındır. Yakın aileler birleşip bir aşiret oluştursunlar, birbirlerine dayanışarak yaşasınlar. Semtler birleşip kabileleri oluştursunlar. Beldeler birleşip şa’bleri oluştursunlar. Medineler birleşip kavimleri oluştursunlar. Mısrlar birleşip insanlığı oluştursunlar. Tüm insanlar Adem oğullarıdır. Her insanın daha yakını, daha yakını vardır ama hepsi akrabadır. İşte sizler kavga etmeyin, boğuşmayın, uzlaşın, barış ve huzur içinde yaşayın. İnsanlıktan Allah’ın istediği budur. İster mekandaki, isterse genlerdeki akrabalıklara riayet etmemizi istiyor. Gerek komşulukta gerekse doğumda yakın olanlar birbirine daha yakın olsunlar. Birleşsinler ve insanlık böylece örgütlensin. Allah insanlardan bunu istiyor. Buradaki “el-kurbâ”dan maksat nesebde ve komşulukta yakın olan örgütlenmedir. Onun için marife gelmiştir.

İkinci açıklayacağımız şey ise “meveddet”tir. Bu da babalık görevidir.

Babalık görevi nedir?

İnsanlık aile üzerinde kurulmuştur. Aile demek çocuk yetiştirme ortaklığı demektir. Anne çocuk doğurur ve büyütür. Baba ise çocuğun nafakasını temin eder ve korur, savunur. İşte bu görev meveddettir. Anneninki ise merhamettir.

Merhametin eğitimini dinler yapar. Müslümanlar İslâm dinine göre, Hıristiyanlar Hıristiyanlık dinine göre, Budistler Budizme göre, Hindular Brahmanizme göre kendileri yaparlar. Hattâ her mezhep ve her tarikat kendi meşreplerine ve isteklerine göre yaparlar. Kur’an insanlığı Kur’an’ın dinine davet etmiyor. Kur’an insanları ve tüm dinleri İslâm düzenine, barış düzenine dâvet ediyor. Yani meveddete dâvet ediyor.

Ne yapacağız?

Allah’ın şeriatına göre aşiretler, kabileler, şa’bler, kavimler kuracağız, birbirimize dayanarak ve yardımlaşarak insanlığı refaha ve saadete götüreceğiz. İşte bu iş babanın işi olduğu için meveddettir. Allah bizden yani tüm insanlardan meveddet istiyor.

Allah din olarak kadın ve erkeği ayırmadan hepsine kendi kitaplarında hitap eder. O dinlerin icaplarını yapanlar cennete giderler, kadın olsun erkek olsun yapmayanlar cehenneme giderler. Meveddet görevini yalnız erkeklere yüklemiştir. Hanımlar da isterlerse iştirak edebilirler, ama iştirak etmek zorunda değildirler. Askerlik yapmak zorunda değildirler. İlimde, dinde ve ekonomide kadın ve erkek tamamen eşittir. Ama siyasette ise kadın erkek arasında işbölümü vardır. Onlar çocuk doğuracak ve büyütecek, erkekler ise nafaka temin edecek ve koruyacaktır. Kadınların görevlerini yapmaları için devlete ihtiyaçları yoktur. Oysa erkekler görevlerini ayrı ayrı yapamadıkları için insanlık içinde devletler oluşturacaklardır. İller kuracaklar, bucaklar kuracaklar, nafaka temin edecekler ve savunacaklardır. Kadınlar da bu çalışmalara katılabilirler ama katılmak zorunda değildirler.

Burada “el-mevedde” de “el-kurba” da marifedir. Bilinen bir meveddedir, bilinen bir kurbadır. Bunların neler olduğunu Kur’an’ın genelinden çıkarma ise içtihattır.

İşte bizim Adil Düzen çalışmalarında yaptığımız da budur. Bunların ilk uygulaması “sünnet” olarak yapılmıştır. Kur’an’dan nasıl istidlâl edileceği “usulü fıkıh” olarak tedvin edilmiştir. Örnek uygulama verilmiştir. Ancak Kur’an bunu kendisi tarif etmez, âlimlere bırakır. Dolayısıyla her çağın ihtiyacına göre biz çözeriz. Nitekim biz şimdi “Adil Düzen” olarak çağımızın ihtiyaçlarını çözmekteyiz.

وَمَنْ يَقْتَرِفْ(Va MaN YaQTaRiF)  “Kim iktiraf ederse.”

Karufa” ağacın koparılmış kabuğudur. “Karuba” kelimesine yakındır. Yani kendisine yaklaştırma demektir. Bir işi yapma, bir malı toplama demektir. İnsanın çevresi vardır. Çevrede birçok imkanlar vardır. İnsan onları devşirerek ve toplayarak onlarla yaşar.

Şimdi insanlardan istenen nedir?

Haseneyi devşirmek hasene toplamaktır. Canlılar hep diğerlerinden iktiraf ederler, girdi alırlar. İşletmelerde girdiler vardır, çıktılar vardır. Bu girdiler iki şekilde oluşur; dışarıdakilerin içeriye girmesi ile oluşan girdiler, yahut içerdekilerin davetiyle elde edilen girdiler. Çıktılar da böyledir; ya kendiliğinden dışarıya çıkarlar veya canlı onu kendi yapısından dışarıya çıkarır. Canlılık demek; dışarıdan kendiliğinden girenlerle, dışarıya kendiliğinden çıkanlar değil, canlı kendisinin istediklerini alır ve istediklerini atar. O halde girdilere Kur’an terimi ile “muktaraf” denmelidir.

Şimdi işletmeler ne yapacaklar?

Kendilerine gerekenleri iktiraf edeceklerdir.

Canlılar yanız doğadan iktiraf etmezler, birbirlerinden de iktiraf ederler, yani bilinçli olarak alışveriş ederler. Birileri alırken diğeri verir.

Benzer iktiraf insanlarda da vardır. İnsanlar bir canlı olarak doğadan iktiraf ettikleri gibi, asıl birbirlerinden iktiraf ederek yaşarlar.

Burada “MeN” kelimesi geçmiştir. Yani insanların iktirafı sözkonusudur. İnsanlar birbirlerinden iktiraf ederek varlıklarını sürdürürler.

حَسَنَةً (XaSaNaTan)  “Haseneyi iktiraf ederse.”

Karz-ı hasenden bahsetmişti. Şimdi burada doğrudan isimlenmiş “hasene”den bahsetmektedir. Nekredir. Sayılmayacak kadar hasene vardır. Onlardan herhangi birini iktiraf ederse. İşte burada seyyie karşılığı hasene getirilmiştir. Meveddetin yanında hasenenin iktirafı söz konusudur. Meveddetin fi’l-kurba teşkilatlanmasıdır. Yani gerek toprağı bölüştürme ve aralarında yollarla bağlanma, gerekse insanları örgütleme ve aralarında hukuki bağlar bağlamadır. Bu şeriattır. Yani oluştur. Bunun sadece oluşması yetmez, ayrıca artık o düzende insanların haseneyi iktiraf etmeleri gerekir. Yani arabayı uygun olarak kullanmak gerekir. Onun için “Ve” harfi ile atfetti.

Hasen” demek çıkar paralelliği demektir. Eğer bir işte hem ben hem siz kazanıyorsanız, o hasenedir. Biri zarar ederken diğeri kazanıyorsa, o seyyiedir. Bâtıl iktiraftır.

Allah burada insanlığın davet edildiği “Adil Düzen”i tarif etmiştir. İyi bir şekilde örgütlenme, ondan sonra da o düzen içinde haseneleri iktiraf ederek meveddet içinde olmadır.

Allah gelecekte Erbakan gibi insanlığı “Adil Düzen”e davet eden resulün yapacağı daveti burada beyan etmektedir, yani “Adil Düzen”i anlatmaktadır.

نَزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا

(NaZıD LaHUv FIyHAv XuSNAy) 

“Biz orada onun hüsnâsını artırırız.”

Hüsnâ nasıl artmaktadır?

  1. Biz bir arada iş yaparsak, birlikte yol kullanırsak yolun doluluk oranı artar. Dolayısıyla ayrı ayrı yolların biz belki yüzde birini kullanmayız ama bir araya gelince ondan yararlanma on misli, yüz misli, bin misli artar. İşte biz bir iş yaparken yalnız kendi çıkarımızı değil, başkasının çıkarını da düşünmeliyiz. Biz kullanmadığımız zaman başkaları kullanırsa, başkalarınınkini de onlar kullanmadığı zaman biz kullanırız. Bu durum yol gibi ortak mallarımızda olduğu gibi, parada da böyledir. Kredileşme nedir? Ben kullanmadığım zaman siz kullanıyorsunuz, siz kullanmadığınız zaman ben kullanıyorum. Buna “hasene” denmektedir. Sizin kullanmanızda benim bir zararım yoktur. O halde siz yararlanıyorsunuz diye benim sizden kira isteme hakkım yoktur. Bu hüsnayı kat kat artırmaktadır.
  2. Malların mübadelesidir. Hüsnayı ziyade eder. Birinin iki şişe suyu olsa, diğerinin de iki ekmeği olsa; onları mübadele ederlerse ikisi de yaşar. Ama ne yalnız su ile yaşanır, ne de yalnız ekmekle yaşanır. Eğer bir iktiraf başkasının zararına sebep oluyorsa, onun zararının karşılığını vererek giderme hasenedir. Yolda öyledir, parada öyle değildir. Yolda boştur. Başkasının geçmesi orada zarar vermez. Orada kredileşme sistemi geçerlidir. Halbuki burada birisinden alınan su eksilmektedir. Sen ona karşı ekmek vererek zararı haseneye çevirirsin. Ama burada hem sen kâr edersin hem o kâr eder. O da hasenedir.
  3. Özel mülkiyet de haseneyi artırmaktadır. Yeryüzü hepimizindir Bölüşüp ayrı ayrı kullanmazsak ondan yaralanamayız. Ama ben Fransa’daki topraktan yararlanamam. Fransa’daki de Türkiye’dekinden yararlanamaz. Takas yaparız. Burası benim, orası onun olur. Böylece özel mülkiyet doğar. Özel mülkiyetin başka yararı da, ortak mallara bekçi tutmuş oluruz. Sen bundan yararlan ama bunun bakımını da yap demiş oluruz. Böylece hem ondan yararlanarak hüsnasını ziyade etmiş olur, hem de onu koruyarak topluluk için hüsnasını ziyade etmiş olur.
  4. Nihayet işbölümü de hüsnayı çok çok ziyade eder. Herkes her mesleği öğrenemez. Öğrense bile üretimde son derece düşüklük olur. Ama işbölümü sayesinde hüsnayı artırmış oluruz. İşbölümü olmazsa bugünkü uygarlık oluşur muydu? Hangimiz kalkıp da kendimize telefon imal ederdik?

Allah’ın bizden istediği nedir?

Kredileşme müessesesini kurmak, serbest pazar müessesesini oluşturmak, özel mülkiyeti tesis etmek ve işbölümü içinde iş yapmak. İşte bu müesseseleri kurma meveddettir. Ama burada insanlara şeriata uygun olarak iş yapmaları haseneyi iktiraftır. Allah insanlardan bunu istemektedir.

Biz mü’minler Kur’an’da meveddeti tesis edeceğiz. Tüm insanlar da o meveddet içinde haseneyi iktiraf edeceklerdir. Hasene müennes olduğu halde, ahsen ise müzekker olmuştur. Hasene isimdir. Hasen ise masdardır. Ziyadeleşme kendi cinsindendir. Artırılan yeni hasene değil, mevcut hasenenin verimi artar. Bu sebeple burada masdar olarak getirilmiştir. Siz de meanide tenvinin ne için geldiğini öğrenir, değişik mânâlar verebilirsiniz.

إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ(23)

(EnNa elLAvHa ĞaFUvRun ŞeKuRun) 

“Allah ğafurdur, şekurdur.”

Burada “İnNe” ile getirilmiştir. Atıfsız getirilmiştir. Yukarıda anlatılanların izahı yapılmaktadır. Hüsnanın ziyadeliği nerden gelir?

Birincisi, toplulukta birinin eksik bıraktığını diğeri tamamlar. Böylece kötülükler iyiliklerle giderilmiş olur. Topluluğun parasını hapsedip devrenin dışına çıkarmak seyyiedir. Karz-ı hasenle onu devreye sokman ise başkasının senin seyyiesini gidermesidir.

Hasenenin diğer önemli mânâsı, eksik kalan kısımların tamamlanması, yanlış yapılanların düzeltilmesidir. Düzen gafur olmalıdır. Diyelim ki, birisi katil oldu, bu seyyiedir. Topluluk hemen diyet ile bu yarayı sarmalıdır. Kötülük başkalarına sirayet etmemelidir.

Benzer şekilde iflas da böyledir. Biri iflas ettiği zaman o borcunu ödeyemez. Ondan alacaklılar da ödeyemez. Zincirleme kaza gibi peş peşe iflaslar olur. Bunu önlemek için topluluk onun borçlarını öder. Böylece iflas orada biter.

İşte, topluluğun “gafur” olması demek budur. Onlar müflise imkanlar verir ve ona ödetebilirse ödetir. Babalarını kaybeden çocuklar affederlerse diyet alırlar ve bu sayede maddi imkansızlık içinde perişan olmazlar. Diyeti âkilesi öder.

Gafur olmak yeterli değildir. Bütün bunların içinde insanlar haseneyi iktiraf edince karşılığını da almalıdır. Çıkar paralelliği içinde olmalıdır. Herkese karşılığı verilmelidir.

  1. Karşılıksız kullanmada kredileşme ilkesi geçerli olacaktır.
  2. Mübadelede serbest fiyat anlaşması olacaktır.
  3. Herkes bakımını yapacağı şeylere malik olabilmeli, devredebilmelidir.
  4. Herkesin emeğine kendisi sahip olmalıdır. Kimse emeğini zayi etmemelidir.

İşte, “şekur” olmak da bu demektir.

Demek ki, öyle bir düzen kurmalıyız ki, orada eksik olanlar topluluk tarafından ikmal edilip yola devam edilmelidir. Bir yerde meydana gelen bir arıza çevreye sirayet etmemelidir.

Diğeri de, herkes iktiraf ettiğinin karşılığını mutlaka almalıdır.

İşte “Adil Düzen” budur.

Bu sizin de istediğiniz düzen değil midir?

Siz de bunları istemiyor musunuz?

O halde kavgamız nedir?

Siz sadece istiyor ama gerçekleştiremiyorsunuz. Biz ise Allah’ın bize öğrettikleri ile bunların nasıl gerçekleşeceğini söylüyoruz. Bizi serbest bırakın deneyelim. İyi olursa yararlanın. Olmazsa yine yararlanın. Bizim liselerimizde kızlar başlarını örtsünler, sizinkilerde isterlerse mayo giyinsinler. İzleyeli ve bakalım; hangi lise daha iyi öğrenci yetiştiriyorsa ona göre istersek biz de mayo giyeriz. İsterseniz de peçe takabilirsiniz.

Kendi ocaklarımızı kuralım.

Kendi bucaklarımızı kuralım.

Deneyelim. Sonuçları görelim.

Sonra isteyen istediğini seçsin.

Bunun dışındaki çözümler dayatmadır.

Biz diyoruz ki; bizim söylediklerimiz kendi uydurmalarımız değil, Allah’ın kitaplarda ve müspet ilimlerle öğrettikleridir. Bizim size dayatma hakkımız olabilir. Çünkü kendi zannımıza göre biz kâinatı var eden hakkında konuşuyoruz. Ama bakınız, Allah bize böyle bir görev vermediği için biz dayatmıyoruz. Siz ne hakla ve hangi üstünlüğünüzle sizin kendi şahsi uydurmalarınızı bize dayatıyorsunuz? “Atatürk ilkeleri” deyip saçmalıyorsunuz. “Avrupa müktesebatı” diyorsunuz, dayatıyorsunuz. Gerçekten de siz bu yaptıklarınızdan dolayı kör bıçakla kesilecek kimselersiniz. Erbakan’ın hislere kapılarak söylediği, gerçekten sizin anladığınız ancak tabancanın namlusudur. Çünkü siz utanmaz, hayasız kimselersiniz. Mustafa Kemal kimdir ki onun ilkelerine biz kayıtsız şartsız uymalıyız? Evet, biz o ilkeleri tasvip ediyoruz. Ama onun ilkeleri olduğu için değil, Allah’ın insanlara lütfettiği şeyler olduğu için. Avrupalılar kimmiş? Mağlup ettiğimiz zavallılar.

Biz belki de sahtekârlık yapıyoruz. “Allah’ın istediği” deyip kendi istediğimizi takdim ediyoruz. Bu sebepledir ki zorlama yapmıyoruz. Biz sadece onu uyguluyoruz. Siz ise; “Biz lâikiz, Allah’ı dünya işlerimize karıştırmayız, kendi aklımız bize yeter!” diyorsunuz. Buna da bir şey demiyoruz. Ama bu uydurma ve dayatmalarınızla hayvandan da beter olan siz zavallılar; ne diye biz sizin atmasyonlarınıza uyacakmışız. Biz sizi yendik derseniz, onu da yapmış değilsiniz. İstiklâl Savaşı’nı siz mi kazandınız, yoksa biz mi? Sanki Mustafa Kemal Sakarya’da bizim başkomutanımız değildi de sizin başkomutanınızdı. Mustafa Kemal adına şimdi siz bize kendi safsatalarınızı dayatıyorsunuz.

Biz sizden intikam almayacağız, yaptığınızın hesabını sormayacağız. Çünkü Allah izin vermiyor ama Allah sizden bunun hesabını soracaktır. Çok yakında yeryüzüne “Adil Düzen” gelecek, zulmünüz bitecektir.

Şimdi tekrar başa dönerek “meveddet” ile “merhamet” arasını yeniden gözden geçirelim.

Merhamet, insanların kişisel olarak birbirine yaptığı iyilikler olup dinlerin konusudur. Yeryüzünde mevcut olan dört büyük dinler insanlığa merhameti öğretmektedir. Öğretme şekli farklıdır. İbadetler farklıdır. Zikirler ve virdler farklıdır. Kur’an insanları Kur’an dinine davet etmektedir. Kur’an diğer din mensuplarının Kur’an tarikatına girmesini istemektedir. Kur’an insanlığı sadece Allah’ın şeriatına davet etmektedir.

Şeriatın kaynağı nedir?

Şüphesiz şeriatın kaynağı doğa kanunlarıdır. O’nun doğadaki düzenidir. Müsbet ilim yoluyla elde edilen bilgilerden yararlanılarak insanlar arasında meveddetin oluşmasını sağlayan düzeni bulmaktır.

İkinci olarak, Allah’ın insanlığa peygamberler vasıtası ile bildirdiklerini değerlendirip şeriatını bulmaktır. Allah yeryüzüne yalnız iki şeriat kitabı indirdi; Tevrat ve Kur’an. Onun dışında kalanlar şeriat kitapları değildir. Din kitaplarıdır. Kur’an ise hem din kitabı hem şeriat kitabıdır. Kur’an insanlığı Kur’an dinine değil, Kur’an şeriatına çağırmaktadır. Yani ne Hıristiyanların ne Budistlerin ne de Brahmanların ellerinde Tevrat seviyesinde bir şeriat kitapları yoktur. Dolayısıyla onların dinlerinin emrettiği ama kendilerinde olmayan şeriata çağırmaktadır.

Kur’an’ın Tevrat’tan farkı nedir?

  1. Tevrat yalnız İsrail oğullarının o dönemdeki şeriatını içerir. Kur’an ise tüm insanlığın kıyamete kadarki şeriatını içermektedir. Tevrat hidayettir. Ama yeterli değildir. Günümüzün sorunlarını tamamen çözemez. Esasen Tevrat, Kur’an’ın daha nâzil olmadan önceki bir uygulamasıdır. Yani Tevrat’ta olan hükümlerin hepsi Kur’an’da da vardır. Tevrat Kur’an’ın o dönemdeki uygulamasıdır. Farklı değildir. Tevrat’a temessük eden Kur’an’a da temessük etmiş olur.
  2. Kur’an bütün diliyle ve asıl lafızları ile gelmiştir. Tevrat’ın ise sadece tercümeleri vardır. Nuzül döneminin metni bulunsa bile lisanı yoktur. Dolayısıyla Kur’an eksiksiz ilâhi bir kitaptır. Korunmuştur. Tevrat ise Allah tarafından korunmamıştır. İkilik olmasın diye Allah böyle takdir etmiştir.
  3. Tevrat fer’leri içermektedir. Kendi zamanını ve kavminin sorunlarını çözer. Kur’an ise fer’leri değil asıllarını içerir. Yani kanunları içermez, kanunların nasıl yapılacağını içerir. Dolayısıyla Kur’an bir nuzül kitabıdır. Anayasadır. Tevrat ise bir fer’ kitabıdır, kanunlar mecmuasıdır. Tevrat’ın değişik zamanlarda ve değişik yerlerde uygulanması mümkün değildir. Oysa Kur’an usul kitabıdır. Matematik gibidir. Kıyamete kadar değişmez. Onun anlaşılması gelişir ama değişmez.
  4. Nihayet Kur’an son kitaptır. Diğer bütün kitaplar orada vardır. Dolayısıyla da Kuran bütün kitapların Allah tarafından yapılan özetidir. Bütün kitaplara inanmak zorundayız. Onlardan yararlanmak zorundayız. Bu imkanı Kur’an sağlamaktadır.

Kur’an bize; sizden emrettiğimden başka bir şey istemiyorum demek suretiyle insanlığa merhamette kendi dinlerinde kalmalarını, ama şeriatta İslâm şeriatına yani ortak şeriata gelmelerini istemektedir. Şeriat ancak İslâm topluluğunun olduğu bir yerde uygulanabilir. Onun için Allah on binlerce senedir İslâm dinini insanlara öğretti. Artık İslâm şeriatını anlayacak seviyeye gelince Tevrat ile bir ön tatbikat yaptı. Sonra da Kur’an’ı gönderdi. İnsanlığa onların haber verdiği kitabı indirdi.

Şimdi Tevrat’ta Kur’an’dan açıkça zikredilmektedir. Tevrat İsmail Peygamberden bahsetmektedir. Yakup amcasıdır. Yine Tevrat’ta deniyor ki; senin kardeşinin çocuklarından bir peygamber getireceğim. Böylece çok açık ifade ile Tevrat Hazreti İsa’yı haber verdiği gibi Hazreti Muhammed’i de haber vermiştir. Tevrat’ta 100’e yakın yerde son peygamberden müjde vardır.

İncil’de ise zaten benden sonra biri gelecek diyerek Hazreti Muhammed’i çok açık olarak tarif etmektedir. Kendisinin onun için gittiğini söylemektedir.

Vedalarda ve Budistlerin kitaplarında da mutlaka vardır. Ama henüz bunun üzerinde araştırmalar yapılmamıştır. Hindular ve Budistler bize onları öğretmelidirler. “Bin Dil Üniversitesi”ne bunun için ihtiyaç vardır. Bugün belki Irak’ta konuşulan bir Sümerce vardır. Bizim haberimiz yoktur. İşte o üniversite bunları ortaya çıkaracaktır. Yahut Sümerce’ye bu dillerle gidilecektir. Yazılı pek çok eserler böylece anlaşılır hâle gelecektir.

Burada hep ehli kitaptan bahsettik. Ateistlerden bahsetmedik. Çok kısa olarak ona da temas edelim.

Semavi kitapları kabul etmeyenler vardır. Bunların bir kısmı ehli haktır. Bunlar hak ve bâtılı kabul etmektedirler. İyilik ve kötülüğü kabul etmekte, iyi insanların karşılığını göreceklerine inanmakta, kötülerin de cezalanacağına inanmaktadırlar. Yani bunlar iyi insan olmaya çalışmaktadır. Biz bunlarla da ehli kitaptakilerle yaptığımız diyalogu kurarız. Bunlar ilâhi kitaplara inanmıyorlar, ilâhi kanunlara inanıyorlar. Onlara da müspet ilimle hitap ederiz. Varılan sonuçlar aynı olacaktır.

 

 


ŞÛRA SÛRESİ TEFSİRİ(42.SÛRE)
1-1 VE 5.AYETLER
1664 Okunma
2-5 VE 6.AYETLER
1454 Okunma
3-8 VE 12.AYETLER
1511 Okunma
4-13.AYET
1547 Okunma
5-14 VE 15.AYET
1534 Okunma
6-16 VE 19.AYETLER
1435 Okunma
7-20 VE 22.AYETLER
1382 Okunma
8-22 VE 23.AYETLER
1511 Okunma
9-24.AYET
1422 Okunma
10-25 VE 28.AYETLER
1318 Okunma
11-29 VE 35.AYETLER
1629 Okunma
12-36 VE 43.AYETLER
1526 Okunma
13-44 VE 47.AYETLER
1479 Okunma
14-49 VE 50.AYETLER
1968 Okunma
15-51 VE 53.AYETLER
1663 Okunma

© 2024 - Akevler