***
ŞÛRÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 4
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
شَرَعَ لَكُمْ مِنْ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ يُنِيبُ(13)
شَرَعَ لَكُمْ (ŞaRaGa LaKuM) “Sizin için şer’ etti.”
Bundan önce tefsir ettiğimiz Ra’d Sûresi “Adil Düzen”e geçiş şeklini anlatmıştır.
Bu sûre ise, kendimiz “Adil Düzen”e geçtikten sonra diğer insanlarla nasıl ilişkiler kuracağımızı anlatmaktadır.
Önce bundan önceki âyette öğrendik ki; biz “Adil Düzen”e inanmayan insanlara hitap ederken, sadece Kur’an’ı okuyup ardından da mânâsını verip oturmayacağız. Onlarla sulh masasına oturacağız ve uzlaşacağız.
Biz bu konuda neler yaptık?
Daha 1973 yılında Cumhuriyet Halk Partisi ile masaya oturduk. Koalisyon pazarlığını yaptık, uzlaştık ve hükümeti kurduk. O hükümet Türkiye’nin en başarılı hükümeti olmuştur. 1923’ten sonra savaşsız Hatay alınmıştı. Bu dönemde ise savaşla Kıbrıs alındı. Hiçbir anarşi problemi olmadı. Sağlıklı yönetim devam ederken, CHP koalisyonu bozdu!
Sonra Süleyman Demirel’le koalisyonlar kurduk.
Sonra Tansu Çiller’le Refahyol Hükümetini kurduk.
Hiçbirisinde bizim geçimsizliğimizden koalisyon bozulmadı. Hiçbir hükümet başarısızlıktan dolayı bozulmadı. Aksine, gerçekleşen başarı ortağımızı/ortaklarımızı şımarttı ve bu işin bizsiz yapılabileceğini zannettiler. Sonra her ikisinin başlarına gelenler hep bilinmektedir.
İşte, biz masaya oturduğumuz zaman onlara kendi görüşlerimizi dayatmayız. Aksine, onların görüşlerine saygı gösteririz ve doğrunun uygulanmasında onlara öncelik veririz. Bizim gayemiz doğrunun ortaya çıkmasını sağlamaktır.
Şimdi bu âyetin önemi nerededir?
Bugün beş bin senelik tarım uygarlığı ömrünü doldurmuştur, sanayi uygarlığına doğru gidilmektedir. Önce şu bilinmelidir ki, Hazreti Nuh’tan önce yeryüzünde uygarlık yoktur. İnsanlığa yazıyı ve uygarlığı Sümerler öğretmiştir, ilk uygarlığı onlar kurmuştur. Hazreti Nuh onların atasıdır.
İnsanlar önce toplayıcılıkla geçiniyorlardı. Havaların soğuması ve nüfusun artması sebebiyle meyvecilikle geçinme yeterli olmadı. İnsanlar avcılık dönemine geçtiler. Av hayvanları bitti. Yeniden sıcak iklim geldi. Nüfus arttı, insanlar çobanlıkla karınlarını doyurmaya başladılar. Kuzeyde Asya steplerinde sürü sahibi olan çobanlar sürülerine yeterli derecede ot bulamayınca, sulama ile otlarını çoğalttılar. Küçük küçük bentler yaparak çayırlıkları suladılar. Fırat ve Dicle civarındaki halk ise küçük nehir sulamaları ile tarım bitkileri ve meyve ağaçları yetiştirdiler.
İşte, Milattan Önce 3500 yıllarında kuzeyden gelen Sümerler (Karabaşlılar) Fırat ve Dicle kenarına baraj sulaması teknolojisini getirdiler. Topraklardan yüz misli daha fazla ürün almaya başladılar. Çevre halkı Fırat ve Dicle kenarındaki barajların çevresinde toplandı ve kentler oluşmaya başladı.
Daha birbirini tanıyan ve kandaş olan toplulukların yaşadığı bir düzen varken, insanlar başkanlar tarafından aile yönetir gibi yönetilirken; kentlerde başkanlar artan nüfusa hakim olamadılar. Başkanlar artan kalabalıkları tanıyamadıkları ve bilemedikleri için yönetim güç oldu. Eski kişisel yönetim yerine kurallarla yönetim ortaya çıktı. Yazılı kurallar ortaya çıktı.
İşte ilk olarak yazılı kuralları ile topluluğa yönetimi öğreten kişi Hazreti Nuh peygamberdir.
Fırat ve Dicle kenarlarında belirlenen bu uygarlık, ondan sonra gelen Hazreti Hud ve Hazreti Salih peygamberler tarafından teyid edildi. Sümer uygarlığı diye ilk büyük uygarlık doğdu. Sümer dili ve yazısı Fırat ve Dicle havzalarına üç bin sene hükümran oldu. Tabletler üzerinde yazılan bu yazılar bugün kütüphaneler şeklinde mevcut bulunmaktadır.
Bu ilk uygarlıktan beş yüz sene sonra, Milattan Önce 2500’de Mısır’da kuvvet uygarlığı doğdu. MÖ 2000 yıllarında Anadolu’da Hitit, İran’da Elam, Hindistan’da Hint medeniyeti doğdu. Bu tarihlerde Girit’te de Miken medeniyeti görülmektedir.
MÖ 1500’lerde de Çin’de medeniyet görülür. Milattan Önce 1000 yıllarında Doğu ve Orta Asya’da İskitlerle başlayan göçebe uygarlıklar vardır. Sonra Hunlar ve Göktürkler ortaya çıkacaklardır.
Nuh Uygarlığı Sümer uygarlığıdır ve yeryüzünde ilk oluşan uygarlıktır. Ondan sonraki uygarlıkların tamamı, o uygarlığın yeryüzüne yayılmasıyla doğmuştur.
Amerika kıtasına ise İnsanlar MÖ 2000 yıllarında geçmişlerdir. Ayrıca Afrika’nın batısına gemilerle ulaşmışlardır. Amerika kıtası uygarlıkları MS 1000 yıllarında başlayabilmiştir.
Bugün tarihî belgelerle ve arkeolojik çalışmalarla elde ettiğimiz bilgiyi Kur’an bu âyette çok açık ifade ile bize öğretmektedir.
مِنْ الدِّينِ (MiNa elDIyNı) “Dinden”
Diller canlıdır. Nasıl bir canlı zamanla değişmekte ve başka şekiller almakta ise; kelimeler ve topluluklar da zamanla başka şekiller almaktadır. Kur’an’ın dili de bugün çok farklı mânâlarda kullanılmaktadır. Bazı kelimeler tamamen ayrı mânâlar kazanmıştır.
Bunlardan biri “İslâm” ve “din”dir.
“İslâm dini” tabirinde her iki kelime de Kur’an’daki mânâlarını kaybetmiştir.
“İslâm” demek barış demektir. İsim olarak da Hazreti Adem’den kıyamete kadar bütün Hakkı üstün tutan dinlerin ortak adıdır. Bu ad Hazreti İbrahim peygamber tarafından verilmiştir. Oysa bugün bütün dünya “İslâm” deyince Kur’an ehlini anlamaktadır. “Allah’ın indinde din yalnız islâmdır.” dendiğinde, bu şekilde anlarsak, o zaman diğer dinleri inkâr etmiş olmaktayız.
Yine bugün “din” deyince sadece iman ve ahlâkla ilgili, sadece ibadetle ve muamelatla ilgili bir kuruluş anlaşılmaktadır. Oysa insanlar için ilim vardır, ekonomi vardır, siyaset vardır; bir de takva vardır, yani ahlâk vardır. “Din” dediğimiz zaman, işte bütün bunları içeren düzen demektir. Türkçede kullandığımız “din” kelimesi ise dinin sadece dörtte birlik bir cüzüdür. Bu anlayışı değiştirmek de çok zor görünmektedir. Onun için Kur’an’daki “din” kelimesini Türkçeye “din” olarak çevirmemek gerekir. “Allah’ın indinde din islâmdır” demek, Allah’ın indinde düzen barıştır demektir. Dinin Türkçe karşılığı din değil düzendir. Takvanın Türkçe karşılığı dindir. Bin dört yüz sene sonra içtihat yaparken, bunun için tekrar o dönemin Arapçasına dönüp kelime ve kavramları yeniden tanımlayıp içtihatlarımızı öyle yapmak zorundayız. Bugünkü Arapça ile Kur’an’ı anlamaya çalışırsak tamamen hatalı sonuçlara varırız.
“Din” kelimesi deyn yani borçtan ileri gelmektedir. Tabiatta atomlar elektron taşırlar. Elektronları birbirine vererek cisimleri oluştururlar. Yani çevremizdeki tüm canlı ve cansız varlıkların oluşması borçlanmayla ilgilidir. Mesela hidrojende yarı elektronluk yer vardır. Elektron ise yarım olmaz. Ya hidrojende olur veya olmaz. Oksijende ise iki yarım yer var. İki hidrojen oksijenle beraber olduklarında devamlı elektronları alıp verirler. Elektron hidrojene geldiği zaman fazla olur, atar. Oksijene gittiği zaman da az olur, bu sefer alır. İki atom arasındaki bağ böylece doğar.
İşte insanlar arasında böyle borç ve alacaklar doğar. Bu sayede kişiler birbirine bağlanır ve topluluk oluşur. İşte bu topluluğun sahip olduğu borç ve alacak sistemine “din” denir. Din aynı zamanda muhasebe demektir. Topluluk demek, borç ve alacak bağları ile birbirine bağlı, böylece oluşan işbölümü sayesinde bir varlık hâline gelen şey demektir. Topluluğu oluşturan şeye “din” denir; yani “düzen” denir.
Düzeni oluşturan şeriattır, yani borç ve alacakla ilgili hükümlerdir. Sen topluluğa bir şeyler veriyorsun, alacaklı oluyorsun. Sonra ihtiyaçlarını topluluktan aldığın şeylerle gideriyorsun. Böylece borçlu oluyorsun. Tüm hayatın borç ve alacaklar içinde geçiyor.
İlkel insanlar kendi ürettiklerini kendileri tüketiyorlardı. O zaman şeriata gerek yoktu. Bugün ise kimse kendi ürettiğini kendisi tüketmiyor. Ürettiğini topluluğa veriyor. Karşılığında belge alıyor, sonra da o belge topluluktan ihtiyacı olan şeyleri alıyor.
İşte bu borç ve alacakları düzenleyen kurallara şeriat denmektedir.
Kişi topluluğa ne verirse ne kadar alacaklı olur, ne alırsa ne kadar borçlu olur?
İşte bunu tesbit eden sisteme şeriat denmektedir.
Bu kurallar Milattan Önce 3000 yıllarında başladı ve Milattan Sonra 2000 yıllarında tamamlandı. Kur’an nâzil olduğu zaman insanlık henüz uygarlaşmış değildir. Çünkü insanlar hâlâ kendi ürettiklerini tüketiyordu. Mübadelenin tam oluştuğu dönem yirminci yüzyılın sonudur. Biz köyde tarım döneminde doğduk ve büyüdük ama bizim çocuklarımız ve torunlarımız artık kendi ürettiklerini tüketmiyorlar. Kur’an’daki kredileşme ifadesinin şartları ancak yirminci yüzyılın sonlarında oluşmuştur. Bunun fiilen gerçekleşmesi ise bilgisayar muhasebesi ve kaydî paranın doğuşu ile mümkün olmaktadır. Yani Kur’an’ın hükümleri ancak III. bin yıl içinde uygulanabilecektir.
Kur’an’ın en büyük mucizesi ise budur, getirdiği hükümlerin bugünkü ihtiyaçlara cevap verecek şekilde olmasıdır.
Kur’an’ı okuduğumuz zaman adeta Kur’an sadece bizim çağımızda uygulanmak üzere indirilmiştir havasına kapılırız. Bu durum doğrudan bizim için böyledir. Ama bin sene sonra insanlar deniz kentleri ile ilgili hukuku arayacak ve yine Kur’an’da bulacaklardır.
Buradaki “MiN” teb’iz için olabilir. O takdirde şeriat dinin bir parçası olur. Şerea dinin masdarı olur. Şeriat ile din aynı mânâya gelir. Şeriat yalnız ahkâmı ifade eder. Din ise ahkâmla beraber ahkâmın icrasını da içine alır. Yani din yasama, yürütme ve yargıyı da içerir. Şeriat ise yanız icma ve içtihatları yani yasamayı içermiş olur. Eğer “MiN” cins anlamında ise, o zaman din ilmi, ameli, kesbi ve emri içermektedir. Her iki mânâsı da doğrudur.
مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا (MAv VaöÖAy BiHi NUvXan)
“Nuh’a vasiyet ettiği”
Yeryüzündeki yazılı hukuk ilk olarak Mezopotamya’dadır, Hazreti Nuh’a bildirilen şeriattır. Sonra oluşmuş fıkhı hükümdarlar kanunlaştırdılar. Bugün bu konuda kütüphaneler vardır. Bu hukukun özelliği, kanunları hükümdarların veya peygamberlerin yapmasıdır. Allah peygamberlere bildirmiş, peygamberler de kendi dilleri ile kanunlar vazetmişlerdir. Roma hukuku da böyle gelişmiştir. Kanunların lafzı vahyî değildir. Hükümdarların fermanları ile şeriat oluştu. İşte bu sebepledir ki, “Mâ Vessâ Bihi Nuhan” denmektedir. “Ellezî” değil de “Mâ” getirilmiştir. Çünkü tek belli metin yok. Metin hiç yok, İlâhi vasiyetler var. Hükümdarların veya peygamberlerin dilleri ile ifade edilmiş olan şekilleri vardır.
Şeriattan önce kişisel yönetim vardı. Klanın başkanı fertlerini ayrı ayrı tanır ve adaletle onların borç ve alacaklarını değerlendirir, herkese hakkını vermeğe çalışırdı. Bu kişisel yönetimdi. Bu yönetim şekli kalktı, şeriat yönetimi geldi. Toplulukları artık kurallar yönetiyordu. Ne var ki, kuralları koyanlar yine topluluğu yöneten kimselerdi. Yöneticiler kuralları kendileri değiştirdikleri için bu yönetim adil yönetim olmamakta idi.
Bununla beraber bu sistem hâlâ devam etmektedir ve devam edecektir. Topluluklarda henüz yazılı mevzuat oluşmamışsa, başkanların fermanları o topluluğu yönetecektir. Biz buna istişarî kararlar diyoruz. Başkan istişare eder. Sonra o mecliste başkalarına danışmadan o anda karar verir ve bu karar yazılır. Buna karşı hakemlere gidilebilir ve karar iptal ettirilebilir. Ama topluluğun her gün ortaya çıkan yeni olaylarını kurallara bağlamak ancak bu sistemle mümkündür. Başkanın aynı zamanda böyle yasama yetkisi olduğundan dolayıdır ki kendisi asla uygulamaya karışmaz.
وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ
(Va elLaÜIy EaVXaYNAv EileYKa)
“Ve şimdi sana vahyolunan bu Kur’an’ın hükümleri de size şeriat kılınmıştır.”
Size şeriat yapılmıştır. Ama sana vahyolunan yapılmıştır.
Bu nasıl olacaktır?
Kur’an hepimize vahyedecektir. “Ellezî” ile gelmiştir. Kastedilen Kur’an’dır. “Unzile” denmiyor da “Uhiye” diyor. Çünkü şeriat olan sözleri değil manalarıdır. Herkesin kendi içtihadı ile amel etmesi, herkese ayrı ayrı yapılan vahiydir. Sonra bu ayrı ayrı mânâlar bir araya gelir, içtihatlar icma hâline dönüşür, o zaman hepimizin şeriatı olur.
Bununla beraber burada vazedilen çok önemli hüküm kişinin içtihatlarının topuluğun şeriatı olmasıdır. Kişi kendisi için kendisi içtihat yapar ama yaptığı içtihat tüm topluluğu ilgilendirir. O kişi ile ilişki kuranlar onun içtihatlarıyla oluşmuş o şeriatıyla ilişki kuracaklardır. Dolayısıyla kişi içtihat yaparken hükümleri kendisi koymaktadır. Ancak bu topluluğa yaptığı tekliftir. Kişi kabul ederse artık sözleşmeye dönüşür ve aralarında o hukuk uygulanır. Bir otobüs şirketi bir bilet çıkarır ve nasıl hareket edeceğinin şartları orada yazılıdır. Bu şirket sahibinin içtihatlarıdır. Ama biri bilet aldığı zaman onun içtihatlarına müşteri olarak katıldığı için artık sözleşme olmuştur. Dolayısıyla oluşan sözleşme topluluğun hükümleri olmaktadır.
Demek ki herkes Kur’an’a dayanarak içtihat yapacak, onun içtihadına evet diyenler için sözleşmeye dönüşmüş olacaktır. İşte hukuk kuralları bu sözleşmelerden oluşacaktır.
Demek ki bu durum hükümdarların kurallar koyması yerine, halkın kendi kurallarını kendisinin koymasıdır. Şeriatın adı budur. İnsanlar kanunlarla değil de, kendi içtihatlarına ve bu sitede oluşmuş icmalara göre yönetileceklerdir. “Ve” ile atfedildiği için şeriatta hem Nuh’un istişarî kararları hem de kişilerin içtihat ve sözleşmeleri şeriatı oluşturacaktır.
وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى
(Va MAv VaöÖAyNa BiHi İBRaHIyMa Va MUvSAv Va İySAv)
“Ve İbrahim, Musa ve İsa’ya vasiyet ettiklerimiz”
Burada da “vasiyet” kelimesi kullanılmıştır, “vahiy” kullanılmamıştır. Çünkü o zaman henüz içtihat dönemine geçilmemişti.
Hazreti İbrahim, Hazreti Nuh peygamberden sonra kurulmuş ikinci uygarlığın kurucusudur. Hazreti Nuh peygamber sadece Mezopotamya halkı için hükümler getirmiş ve örnek bir yönetim oluşmuştur. İnsanlar bunlardan yararlanmış ve uygarlıklar kurmuşlardır. Ancak her topluluk kendi içinde düzen kurmuştu. Aynı dili konuşanlar için şeriat oluşmuştu. O zaman henüz bugün olduğu gibi basın, yayın, ulaşım ve haberleşme yoktu. Üniversiteler oluşmamıştı. Başka türlü sorun çözülmüyordu. Her topluluğa kendi dilleri ile peygamberler geliyor ve kendi şeriatlarını kendilerine öğretiyordu. Hazreti İbrahim peygamber ise tüm dünyaya tek düzen getirmekle görevlendirildi ve insanlık dinini oluşturdu.
Bunların ardından azimet sahibi iki peygamber geldi; Hazreti Musa ve Hazreti İsa.
Allah bunlara şeriatı vahyetti. Yani zaman zaman gelen peygamberler İbrani uygarlığını kurdular. Bu uygarlığın özelliği, artık peygamber veya hükümdarlar kurallar koymuyor. Kuralları uyguluyorlardır. Kuvvetler ayrılığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla uygulayıcıların kendi çıkarları doğrultusunda kurallar koymasına izin verilmemektedir. Ne var ki bu Allah’ın veya meclislerin kural koyma düzenidir. Bugüne kadar sürmüştür. Bizim için şeriattır. Demek ki düzenimizi oluşturan şeriatta üç yol vardır. Birincisi başkanların istişarî kararları, ikincisi halkın kendi içtihatları ve sözleşmeleri, bir de ilmî şuranın ittifakları. Yani bugünkü meclisler. Kişiler, hükmet, meclisler.
İşte biz masada oturduğumuz zaman bu karar şekillerimizi öneririz.
أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ (EaN EaQIyMuv elDIyNa)
“Dini/düzeni ikame ediniz diye size şeriat koyduk.”
Allah bize düzenin oluşturulmasını emretmektedir. Yani dinimizi/düzenimizi kurmamızı emretmektedir.
Peki, dini/düzeni kimler nerelerde kuracaklardır?
Aşirette düzeni kurunuz. Beş vakit namazı kıldıran imamınız size bu düzeni kurmada rehber olsun. Kabilede düzeninizi kurunuz. Cuma namazını kıldıran imamınız bunda rehber olsun. Şa’b/il içinde, kavm içinde ve nâs içinde düzeni kurunuz.
Aslında merkez bucaklar da bucak olduğu için bucaklarda düzeni kurunuz anlamı çıkar. Her bucak kendi hukuk düzenini kendisi kuracaktır. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. Bunun gibi her ocak ve bucak da kendi icmaları ile yaşayacaktır. Yerinden yönetim ilkesi getirilmiştir.
Bunu nerden biliyoruz?
Beş vakit namazlarla cuma namazlarının bir imam arkasında kıldırılması ile biliyoruz. Kur’an topluluklara hitap ederken cemaatle namaz kıldıkları topluluğa hitap eder. “Biz sana ibadet ederiz” derken, oradaki “biz” imamların arkasındaki cemaattir.
Buradaki “EN” en-i tefsiriyedir. Yani Nuh’a vasiyet edilen, sana vahyolunan ve İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet edilen şey nedir? Size şeriat kılınan nedir?
Dinin ikamesidir, yani düzenin ikamesidir. Düzenin oluşturulup yaşatılmasıdır. Bugün bizim kullandığımız devletin kurulup yaşatılmasıdır.
Hazreti Nuh’tan önce insanlar kabileler hâlinde yaşarlardı. Şeriata dayalı bir düzenleri yoktu. Oysa Hazreti Nuh kişi yönetimi yerine şeriata dayalı bir düzen yönetimini getirdi.
Batılılar kişiye dayalı yönetime polis rejimi, şeriata dayalı düzene de hukuk devleti demektedir. Kişiye dayalı yönetim şekline dini yönetim, askeri yönetime de harb yönetimi denmektedir. O yönetimde şeriat yoktur. Emir sahiplerinin emir ve komutaları yönetime hakimdir. İki yönetim arasındaki farkı iyi anlamak gerekmektedir.
Askerlikte ast ve üst sıralaması vardır. Başkan ne derse herkes onu yapar. Üst asta mutlak surette hakimdir. Sorumluluk üste karşıdır ve ortaktır. Kişiler davranışlardan değil, verilen görevi her ne suretle olursa olsun yerine getirenler başarılıdırlar. Bu din değildir. Bu kuvvettir, kuvvetin hakimiyetidir.
İslâmiyet’te de askeri düzen vardır. Devlet askeri düzenle kurulur ve korunur. Barış düzeni içinde devleti kurdurmamaktadır. Devlet hukuk düzeninde yaşar ve gelişir. Savaş barış içindir. Kazanç için savaş yapılamaz. Ama barışı ihlal edenlerle yapılan savaşın sonunda elde edilen ganimet de savaşanlara aittir. Ganimetin beşte biri devlete vergi olur. Kalan beşte dördü ise savaşanlar arasında bölüşülür.
Hukuk düzeninde ise yani dinde ise kişilerin hepsi eşittir. Hepsi şeriata karşı sorumludurlar. Ast-üst yoktur. Sorumluluk şahsidir ve davranışlardandır. Kimse kimsenin yaptıklarından sorumlu değildir. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. Kişiler astlara karşı değil, hakemlere karşı sorumludurlar. Davranışların da cezası yine şeriatta bellidir. Ondan sorumlu olurlar. Demek ki şeriat düzenin bir parçasıdır. Ama biz şeriatla düzenimizi yaşatacağız. Bu sebepledir ki askeri düzenin kurulması hukuk düzeninde olur. Herkes biat ettiği komutanın emrine girer. Kimse istemediği komutanın emrinde çalıştırılmaya icbar edilemez. Hattâ savaşmak istemeyen ve bunun yerine bedel veren kimse de askerliğe zorlanamaz. Savaşçı olup olmamaya karar verme kişilere ait olduğu gibi, komutanını seçme de kişiye aittir. Hattâ barış zamanlarında kişi her zaman komutanını değiştirebilir.
Resul bütün bunların uygulamalarını yapmıştır. Biz de şimdi Kur’an’da bunları usule uygun olarak istidlâl ediyoruz. Hazreti Peygamberin uygulaması bizim için yeterli değildir. Çünkü siyaset gereği karar almış olabilir. Bizim durumumuzda başka türlü siyaset olabilir ve başka karar alınabilir. Ama Hazreti Peygamberin Kur’an’ı uygulaması şekliyle ortaya çıkan Sünnet ile bizim yorumlarımız arasında paralellik olmalıdır. Fukahanın icmaları da Kur’an’ı anlama hususunda bizi bağlar.
وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ
(Va LAv TaFarRaQUv FIyHi)
“Onda teferruk etmeyin.”
Yani düzende teferruk etmeyin. Bir taraftan dinde, ilimde, ekonomide ve siyasette çoğulculuk önerilirken, dinde ise vahdet emrediliyor. Vahdeti kuvva ilkesi budur. Bir toplulukta iktidar tektir. Tefrika olmayacaktır.
Bu iktidarın üniterliğini sağlamak için ne gibi tedbirler alıyoruz?
İnsanlık içinde kıtaların ayrı yönetim oluşturmaları meşru değildir. Yeryüzü Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika, Avrupa, Hint, Çin, Avustralya, belki Ortadoğu kıtalarına ayrılacaktır. Ancak buraların yönetimi insanlığa ait olacaktır. Kendi yönetimlerini kendileri oluşturmamalıdır. Bu sebepledir bunların kendi başlarına siyasi birlik oluşturmaları İslâmî değildir. Devlet içinde de bölgeler olacak, bunları merkezi yönetimler yönetecektir. İllerde de ilçeler olacak ama merkezi yönetimle yönetilecektir. Bucaklarda da semtler olacak, semtler merkezi yönetimle yönetilecektir.
Demek ki insanlık, ülke, il ve bucaklar bağımsız kişilikleri olan kuruluşlardır. Ama kıtalar, bölgeler, ilçeler ve semtler merkezin bir parçasıdır. Asla bölücülük kabul edilmemektedir.
Tek yönetimin ikinci ayağı ise; bölgelerdeki ordular kendi bölgeleri dışındaki halkın oluşturduğu askerlerden oluşmaktadır. Böylece her bölge tüm ülkenin koruma garantisine alınmış olmaktadır.
Hukuk çokluğu vardır. Herkesin kendi içtihatlarına dayalı olarak yapılan sözleşmeleri ve istişarî kararları vardır. Burada çokluk vardır ama yargı birliği vardır. Her ilçede hakemler vardır, soruşturmacılar vardır, bilirkişiler vardır ve savunanlar vardır. Halk bunlardan birerlerini seçer ve yargılama onların hakemliğinde başlar. Yargı kararlarını tek devlet gücü infaz eder. Karşı gelenlere karşı tek askeri güç kullanılır. Bizzat ihkakı hak yerine, kamu ihkakı hakkı vardır. Bu da dinin içinde birliği sağlamaktadır. Herkes hakem kararlarına istese de istemese de uyacaktır.
Nihayet her bucak kendi birliğini seçtiği başkana itaat ile sağlar. Herkes bulunduğu bucağın başkanına saygısının olması ve onun talimatlarını yerine getirmekle yükümlüdür. Mağduriyetini hakem kararları ile giderebilir. Ama itaatsizlik edemez. Başkan geçici hakemdir. Mutlak itaat şarttır. Ancak bucağı terk edenler itaat etmekle yükümlü olmazlar. Katıldığı bucak başkanına itaat ederler veya kendileri bucak kurarlar. Teferruk etmek bu anlamdadır. Ekseriyet demokrasisi yerine hicret demokrasisi.
“Teferruk etmeyin” dediği zaman, biatler yapın, sonunda her metbu bir başkana tabi olsun; askerlik görevlerinizi başka bölgelerde yapın; yargı kararlarına karşı çıkmayın; gerektiğinde silahlı güç olarak devletinizi savunun demektir.
كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ
(KaBURa GaLay ELMuŞRiKIyNa)
“Müşriklere kebir oldu.”
Kur’an hak tarafı olanlarla bâtıl tarafı olanları ayırmakta, hak tarafında olanlara müslim ve mü’min demektedir. Müslim demek, dinin ikamesine mâlen de olsa katılan kimselerdir. Bunlar bedenen katılmasalar bile, cizye vererek mâlen katılırlar. Bâtıl tarafında olanlar da iki gruba ayrılmaktadır. Dinin ikamesine katılmamaktadır. Cizye vermemektedir. Bedenen de katılmamaktadır. Ama hakemlerin kararlarına uymaktadır. Bunlar kâfirdir. Bunlar dinin ikamesinde görev almıyorlar ama dinin hükümlerine uydukları için biz onlara dokunmuyoruz. Ama onları korumuyoruz da. Kendi topraklarımızda hakem kararlarına uymayı kabul ediyorlar ama cizye vermiyorlar. Bunlar müste’men denir. Bunlar müşrik değil kâfirdirler. Müşrikler ise hakem kararlarını kabul etmeyip güçlerine güvenip istedikleri gibi hareket etmektedirler. Biz onları yenersek zaten yapacakları bir şey yoktur. Ama onlar bizi yenerlerse bize hayat hakkı tanımamaktadır.
İşte müslim ve müminlere, şeriata uyanlara; dini ikame edin, teferruka düşmeyin, hakem kararlarına karşı çıkmayın denmektedir. Buna mukabil müşrikler ise bu davete gelmemektedirler. Onlara zor gelmektedir. Böylece müşrik demek, devlet düzenini kabul etmeyip kendi güçleriyle istediklerini yapmayı kabul eden kimsedir. Bunların devletimizin içinde yaşama hakları yoktur. Topraklarımızdan uzaklaştıkça, bize saldırmadıkça, biz de onlara saldırmayız.
İçtihat yapmak demek, fıkıhta birtakım varsayımlar kabul ederek onlara göre hükümler üretip sistemi kurmak demektir. Sonra Kur’an’ı kabul ettiğin usule göre yorumlamaya başlıyorsun. Eğer senin ürettiğin fıkıh ile Kur’an’dan yine senin kabul ettiğin usule uygunluk doğurursa, sen fıkhı doğru ürettin demektir. İçtihatların senin için o zaman doğrudur. Sen ona göre amel edersin. Buna içtihat diyoruz. İçtihatlar birleşip ortak şeriat oluşturursa, buna da icma diyoruz. O icma da bizim topluluğumuzu ve bizim zamanımızı ilgilendirir. İşte kıyamete kadar Kur’an’ın hükümleri böylece sürüp gidecektir. Bin yılda bir yeniden Kur’an ele alınacak, yorumlanacak ve o yorumlarla o bin yılın sorunları çözülecektir.
Şimdi bize muhalif olmayan ama bize saldıran Siyonizm ve fitne sahiplerine de karşı çıkmayan, onlara karşı sükut ederek ikrar eden iki zıt görüşlü kardeşimiz vardır: M. Şevket Eygi ve Hayrettin Karaman.
M. Şevket Eygi bir bildiri yayınlamış, yirmi altı maddede.
- Kur’an’ı Batı standartlarına uydurma ihanettir.
- Dorudur. Küfürdür ve tahriftir.
- Görevimiz Avrupa’yı İslâmiyet’e çağırmaktır.
- Dorudur. Avrupa’yı Tevrat, İncil ve Kur’an’a yani İslâmiyet’e çağırmalıyız. İslâmiyet’i yalnız Muhammedilik olarak anlamak yanlıştır.
- Kur’an icazetli kimseler tarafından sünnete göre yorumlanmalıdır.
- Eksik ve yanlıştır. Kur’an’ı Usulü Fıkha göre yorumlamaya çalışmak her mü’mine farzdır. Kendisini ehliyetli görmeyenler ehliyetli gördükleri âlime tâbi olmalıdırlar. Âlimi seçerken Kur’an’ı Usulü Fıkıh kuralları içinde yorumlayıp yorumlamadıklarını takdir etmelidirler. İslâmiyet’te icazet yoktur. Ona tâbi olan cemaat oluşursa icazet almış olur. Yani icazet verme ile olmaz, halktan gelir. Herkes kendi müçtehidine tâbi olma durumundadır. M. Şevket Eygi’ye icazetli âlim kimdir dersen, kafasında birtakım ölüleri gösterir. Oysa ölüler bugünün sorunlarını çözemezler.
- Oryantalistler anlayışı tahriftir.
- Doğrudur. Kur’an’a inanmayanların yorumlarına uyulamaz. İcmayı kabul etmeyenler de metbu âlim kabul edilemez.
- Batı değerleri evrensel kıstas değildir.
- Doğrudur. Batı değerleri demek, sömürü sermayesinin insanlığı sömürmek için Tevrat’tan ve Kur’an’dan aşırdığı hükümleri kendisi bulmuş gibi insan hakları diye yutturması ve onun içine bâtıl ilkeleri de katarak çorba yapmasıdır. Batı değerleri yoktur. Sadece peygamberlerin İslâm değerleri vardır.
- İslâm’a ters düşen değerler bozuktur.
- Hak tektir. Haktan başkası sadece bâtıldır. İslâm da Tevrat, Kur’an ve diğer bütün kitapların ortaya koyduğu İslâmî değerlerdir.
- Onların teknik ve ekonomide güçlü olmaları, dinde ve hukukta ileri olmaları demek değildir.
- Doğrudur. Avrupa bizden aldığı müsbet ilmi tekniğe ve ekonomiye uygulayarak kuvvete dayalı bir medeniyet oluşturmuştur, ama zulüm uygarlığıdır, ahlâksızlık uygarlığıdır.
- Müslüman Batı uygarlığının teknik ve ilminden yararlanır ama uygarlığı iktibas etmez.
- Çok doğru. Müslümanlar (bunların içine inanmış Hıristiyanlar da dahildir) İslâm medeniyeti ile Avrupa medeniyetinden, bu arada asrın ilimlerinden de yararlanarak Kur’an’ı doğru anlayıp yeni medeniyet kuracaklardır. İkinci Kur’an medeniyetini kuracaklardır. Avrupa medeniyeti hem zulüm medeniyetidir, hem de çökmekte olan bir medeniyettir.
- Avrupa medeniyeti hakkı üstün tutan medeniyet değildir.
- Doğrudur. Avrupa medeniyeti, birinci Kur’an uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş bir zulüm medeniyetidir. İkinci Kur’an uygarlığının gecesidir, kışıdır.
- Avrupa medeniyeti faiz ve zina medeniyetidir. Arsız medeniyettir.
- Doğrudur. Ateist bir medeniyettir. Tarihin en ahlâksız medeniyetidir.
- İslâm hukuku Avrupa hukukundan üstündür.
- Avrupa hukuku diye bir şey yoktur. Sadece sermayenin hakim kılınması için zulüm kuralları vardır.
- İslâm medeniyetinde Avrupa’da olmayan hususlar vardır.
- Doğrudur. Avrupa medeniyeti İslâm medeniyetinin bozuk, sahte ve uydurmaca bir medeniyetidir. Avrupa’da demokrasi benimseniyor ama demokrasinin kendisi yok, ekseriyetin ve kuvvetin tahakkümü var. İslâm’da şeriat var, herkes kendi içtihadı ile amel eder, gerçek demokrasi vardır. Ekseriyet sistemi aldatmacadır. Lâiklik kandırmacadır. Sosyal güvenlik diyorlar, sadece parası olana güvenlik tanıyorlar. Tarih her halde bu kadar sahtekâr bir uygarlığı bir daha kaydetmeyecektir. Geçmişte de kaydetmemiştir. İslâm’ın güzel kelimelerini Yunan’dan aldık yutturmacaları ile boyayıp zulme devam etmektedirler.
- Bugünkü İslâmiyet’le İslâm özdeşleştirilemez.
- Doğrudur. Eksiktir. Bugünkü Müslümanlar kişisel ahlâkta Batı’daki insandan çok üstündür. Sosyal ahlâkta geridirler. Batılılar ise sosyal ahlâkta üstün, kişisel ahlâkta sefildirler. Bu sebepledir ki soyları kurumaktadır. Birinci Kur’an uygarlığı ömrünü doldurdu, yüz yaşındaki piri fani gibidir. Batı ise 50 yaşlarında olgun insandır. Ama şimdi o uygarlık yaşlanmaktadır. Kur’an uygarlığı ise yeniden canlanmaya başlamıştır. Zaten bugün artık yeryüzünde dinler yeniden ortaya çıkmıştır. Başarıları dinsizlerden daha ileri durumdadır.
- Kadını seks aracı görmek sapıklıktır.
- Doğrudur. Batı kadını teşhir ederek, seks metaı hâline getirerek insanlığı ahlâksızlaştırmakta ve dinsizleştirmektedir. Böylece sömürü düzenini sürdüreceğini sanmaktadır. Sonları gelmektedir. Şehvetle elde ettikleri servet onlara ateş olacaktır.
- Kur’an’ın ve sünnetin kadına dayalı hükümleri doğrudur. Diğeri bâtıldır.
- Doğrudur. Dört delile dayalı (bunların içinde bizden önceki şeriat da vardır) haktır. Diğerlerinin tamamı bâtıldır.
- Kur’an hükümleri feminist ideolojiye göre yorumlanamaz.
- Doğrudur. Feminizm demek, sermayenin kadını sömürmesi ve onu da kendisine işçi yapmasıdır. Aile yapısında kadının görevi hizmettir, erkeğin görevi nafakadır. Kişilikleri ayrı ayrıdır. Karı koca kişilikte eşittir ama işbölümünde ve bundan doğan hak ve görevlerde elbette eşit değildir. Herkes görevi kadar yetkili, yetkisi kadar sorumlu ve sorumlu olduğu kadar da hak sahibidir. Ortakların eşit katkıda bulunmaları şartı yoktur. Bu aile işletmesindeki hüküm tüm işletmeler için geçerlidir.
- İslâm’da cihadı fîsebilillah vardır.
- Doğrudur. Yeryüzünde barışı hakim kılmak için mü’minler ortaya çıkarlar ve hakem kararlarına uymayanları yola getirirler. Buna cihad denir. Her devletin askeri kuvveti vardır, güvenliği sağlamak için savaşır. Bu en büyük ibadettir. İslâmiyet’te savaş vardır, en büyük ibadettir; dinde zorlamayı ortadan kaldırmak için yani laiklik için savaş vardır. Dinde zorlama İslâmiyet’te yoktur. Savaşı kötüleme, sömürü sermayesinin sömürme yolunu açma yaygarasıdır.
- Allah’ın indinde tek din İslâm’dır. Hıristiyanlık ve Yahudilik hak din değildir.
- Külliyen yanlıştır. İslâm kelimesi ne Kur’an’da ne de fıkıhta sadece Kur’an ehli olanların dinidir diye mânâ yoktur. Istılah mânâsı ile Hazreti Adem’den kıyamete kadar gelmiş ve gelecek tüm hak düzenin adı İslâm’dır. Lugat mânâsı da barış demektir. Bu âyette İslâmiyet’i Muhammediliğe indirerek mânâ vermek icmaa aykırıdır. Ehli Sünnetin dışına çıkmadır. Evet, Kur’an’dan önceki dinlerin nesh edildiğini söyleyenler vardır ama bu âyete o mânâyı verenler yoktur.
- Kur’an’da, peygambere itaat eden Allah’a etmiş olur sözü sünnete ittibayı kesin kılar.
- Yanlıştır. ‘Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur’ ifadesindeki ‘resul’ başkandır. Kabile başkanıdır. Cuma namazı kıldıran başkandır. Ölü olan resule ittiba etme olur. Çünkü resul bugün sana emretmiyor. Sen ona tâbi olursun. Dolayısıyla ümmi nebiye tabi olan sünnete ittibai tabi olmuştur. Bu ayette itaat var. Öyle ise verilen emre itaat olur. Kurala değil, o anda emredilene itaattir. Oysa Hazreti Muhammed’in bize emretmesi sözkonusu değildir. Hazreti Muhammed’in Kur’an’ı uygulamadaki tüm ef’al, akval ve takrirlerine uymak farzdır. Hazreti Muhammed’in devlet başkanı olarak yaptıkları ise O’nun devlet başkanlığı dönemine ait olup, bizim onlara uymamız gerekmez. Hangisini devlet başkanı olarak, hangisini Kur’an’ın uygulaması olarak yaptığı yine içtihatla bilinecektir.
- İslâm güzeldir. Hükümleri kıyamete kadar değişmez.
- Kısmen doğrudur. İslâm’ın usulü vardır. Bunlar dört delildir: Kitap, sünnet, icma ve kıyas. Ayrıca ek olarak örf var, istihsan var, istishab var ve maslahat var. Bunlar matematik gibidir. Kıyamete kadar değimez gelişir, yeni kurallar keşfedilebilir ama bunlarda değişmeler olmaz. Bunlar zaman ve mekâna göre değişmezler. Belki hatalı bilgiler tashih edilirler. Bunlarda meydana gelen icmalarda asla değişiklik olmaz. Bu bakımdan doğrudur. Furu’a gelince yani uygulama hükümleri her zaman ve yere göre değişecektir. Yaşadığın hayatın şartlarına göre bu dört delile dayanarak hükümler çıkaracak ve uygulayacaktır. Bundan dolayıdır ki Ebu Hanife’nin usulü usulümüzdür. Ama hükümleri onun usulüne göre biz çıkarırız. Onun hükümlerini biz şimdi uygulayamayız. Örnek verelim: Bakkala ödenen para, fiyatla miktarın çarpımıdır. Bu usuldür, değişmez, ama rakamlar her alışverişte değişir. Kimse eskiden yaptığı alışverişte ödediği parayı bu sefer de ödeyeceğim diyemez. Usul değişmez. Füru’ her an değişir.
- İslâm’ın icma ile sabit hükümleri zamanla mukayyet değildir.
- Doğrudur. İslâm fıkıhçılarının ittifak ettikleri hususlarda hata olmadığında ittifak vardır. Molla Hüsrev Mirkat’ta âyet veya hadisle sabit olup da onun mânâsında icma oluşmuşsa, o kesindir, muhalefet küfürdür, der. Doğrudur. Biz bunu biraz daha kesinleşme kabul ediyoruz. Kur’an’da ifade edilmiş ve mânâsında ittifak hâsıl olmuşsa, onda değişme olamaz. Öğle namazı dört rekattır. Bunda icma vardır. Çünkü marife olan salatın tefsiridir. Bunda zaman aşımı görmek ehli sünneti rettir.
- İslâm dini Allah tarafından korunmuştur.
- Doğrudur. Onu kimse tahrif edemez. Türkçeciler yani mealciler tahrif edemez. Nüzulcüler yani nuzül sırasına göre yorumlamaya kalkışanlar tahrif edemez. İçtihadı yasaklayanlar tahrif edemez. Batıcılar tahrif edemez. Onu M. Şevket Eygi de tahrif edemez, Süleyman Karagülle de tahrif edemez, Hayrettin Karaman da tahrif edemez. O halde, korkmadan herkes kendine göre Kur’an’ı anlamaya başlasın. Yeniden anlamaya başlamaya başlasın. Süleyman Karagülle’nin yazdıklarını okuyun; yanlışları atın, doğruları alın. Sizin samimi çabanız sizi Kur’an düzenine götürecektir. Ben dinde yazılanları okuyorum. Ama benim düzen ile ilgili olarak yazdıklarımı okumuyorlar. Biliyorum, yazdıklarım ağırdır, ama ben halkın anlaması için değil, müçtehitlerin anlaması için yazıyorum. Ben içtihatlarımı halka sunacak kadar kendimden emin değilim. Çünkü geçmişte hep hatalar yaptım ve zamanla anladım. Şimdi de ne gibi hatalar içinde olduğumu bilemiyorum. Ben insanların bana tâbi olmasını istemiyorum. Ben içtihat yapacak kimselerin benim çalışmalarımdan yararlanmalarını istiyorum.
- Cumhur ulema dışındakiler bidattir, gayri muteberdir.
- Bu sözün usulde yeri yoktur. Hiçbir mezhebin görüşünde cumhur ulema anlayışı yoktur. İslâmiyet’te cumhur ulema delil değildir. Hattâ cumhur ulemanın reyini tutmak fıkıhçılar tarafından reddedilir. Herkes cumhur ulemanın görüşlerine aykırı olsa da kendi müçtehidine uyar. Mesela, hangi fıkıhta birçok hükümler vardır ki cumhur ulemaya yakındır. O mezhebe mensup olanlar onun görüşünü bırakıp cumhurun hükümlerine uyamazlar. Seferde namazları cem böyledir.
- Dini kendine veya modaya uydurmak sapıklıktır.
- Tamamen doğrudur. İçtihat yaparak delilleri kendi yaptıklarını haklı çıkarmak üzere yorumlamak sapıklıktır. Sigarayı içenin sigarayı haramlıktan çıkarması sapıklıktır. Kocasının ikinci evliliğini istemeyen kadının İslâmiyet’te çok evliliği birtakım zorlamalarla yorumlaması sapıklıktır. Faizli işlemleri yapan kimselerin faiz-i nesi birleşik faizdir demeleri sapıklıktır. Faiz-i nesi zamanla artan faizdir. Birleşik faiz ed’âfen mudâafedir.
- Mütevatir hadisleri inkâr etmek küfürdür.
- Doğrudur. Mütevatir hadisler Hazreti Peygamber tarafından söylenmiştir. Allah da bu hadisleri bize mütevatiren ulaştırmıştır. Dolayısıyla onu kabul etmemek, sünneti kabul etmemek, peygamberi kabul etmemektir. O da küfürdür. O hadislerin uygulaması âyet gibi içtihada tâbidir.
- Ashabı Kiram en faziletli cemaattir.
- Kur’an nâzil olup Hazreti Peygamberin zamanında yaşayan nesil birinci nesildir. Onların fiilî ve kavlî icmaları âyet gibidir. Yani onlar cemaatçe hata yapmazlar. Ama sahabelerin hepsi cennetliktir, masumdur gibi bir inanış yanlıştır. Cennetle müjdelenenlerin dışındakiler için bir şey söyleyemeyiz. Onların ayrı ayrı amelleri ve kavilleri bize delil olmaz. Ancak onların icmalarını inkâr Kur’an’ı inkâr gibidir. Ondan sonra gelenler ise bir şeyde icma ederlerse bizim uymamız gerekir. Ama onların icmalarının doğru olduğuna inanmamız gerekmez. Şöyle bir kural vardır. Sahabelerin icmaı hem ilmen hem amelendir. İnkârı küfürdür. Tabiinlerin icmalarına uymamız ilmen vacip değildir, amelen vaciptir. Uymazsak kâfir olmayız, günahkâr oluruz. Tebe-i tabiinin icmalarına uymamız caizdir, ama ne ilmen ne de amelen vacip değildir. Ben bundan sonraki dördüncü asır için de şunu ilave ediyorum. Dördüncü asrın icmalarına da uymamız yani müçtehitlerin icmalarına da uymak gerekir. Buna uyanlar Ehli Sünnettendirler.
İşte, biz Kur’an’ı yorumlama usullerinin üzerindeki düşüncelerimizi aktarıyoruz. Tutucu Müslümanlarla olan ayrılıklarımızı da size anlatabilmemiz için M. Şevket Eygi’nin bildirisini değerlendirdim. Kendisiyle farklı görüşte olduğum hususlarda tartışmak isterim.
مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ(Mav TaDGuvHuM EiLaYHi)
“Kendisine davet ettiğin şey onlara ağır gelir, müşriklere ağır gelir.”
Davet edilen şey nedir? Dini ikame etmek yani devlet düzenini tesis etmek, şeriat devletini kurmak onlara ağır gelir.
Şeriat devleti nedir? Çok sade ve basittir.
- Herkes kendi içtihadına göre kendisine bir şir’a oluşturacak ve ona göre amel edecek.
- İsteyenler anlaşarak ortak sözleşmelerle cemaat olacaklardır. Kendi sözleşmeleri ile kendilerini yönetecekler, sözleşmelere uyacaklardır. Kişi topluluktan ayrılabilir ama o toplukta kaldığı müddetçe sözleşmelere uyar.
- Bir ortak vekil seçeceklerdir. İttifak etmedikleri hususlarda ortak vekil kendisine yetki verilen konularda istişare ettikten sonra vekaleten karar alacak. Vekilin kararı müvekkilin kararı olduğu için ittifakla alınmış olacaktır. Karar aleyhine hakemlere gidilebilir.
- Anlamama hallerinde mağdur olanlar hakemlere gidecekler, hakemler kendi seçtikleri hakemlerin aldığı kararlara uyacaklardır. Hakemler aleyhine de hakemlere gidilebilir.
İşte bu hakemlerin kararlarına uymayanları yola getirmek için de dayanışma ortaklığı oluşturulur. Birlikte oluşturulan bu güç hakem kararlarını uygulanır hâle getirir.
Din budur, düzen budur. Bunun ikamesini Allah bize emretmektedir.
اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَنْ يَشَاءُ
(EalLAHu YaCTaBIyHi EiLaYHi Man YaŞAEu)
“Allah meşieti olmasını kendisine ictiba eder.”
“Ceby etmek” demek, meyveyi devşirip kendi sepetine koymak demektir. Allah diyor ki; kim isterse onu devşirip kendi sepetine koyar, kurdun kuzunun kapmasını önler. İşte baştaki yeşau’daki zamir “men”e raci olup Allah’a raci değildir. Bundan sonraki atıfta paralelliğin sağlanması bunu gerektirir. Dinin yani düzenin olmadığı yerde insanı kurt kuzu yer. Din isteyenleri koruma içine alır. O halde din/düzen demek aynı zamanda genel güvenlik demektir. Allah bize genel güvenliği nasıl sağlayacağımızı öğretmektedir.
“İctiba etme” demek, cebe koyma, heybeye koyma demektir. Demek ki din ikame edilecek, devlet ikame edilecek. Bize verilen emir budur. Müşriklerin dışında herkes, kâfirler de, ehli cizye de dinden yani bu düzenden yararlanacak. Din insanların nasıl yaşayacakları hususunda zorlama yapmaz. Aksine insanların kendi isteklerini yaşama şeklini saklar.
Bir bardak içine şeker koyarsanız, o şeker tüm bardak içinde istediği yere moleküllerini dağıtır. Buna mukabil bardak dışına çıkmaz. Çıkanlar buharlaşıp gider.
Din de böyledir. Dine girenler o dinin içinde tamamen serbest olarak istedikleri gibi yaşarlar. İsteyenleri içeri alır ifadesi ile sınırların dışına girmek isterken herkes alınacaktır. İslâm dini barış dinidir. Yeryüzünde kim isterse o müslimdir. Hiç kimseye ‘biz seni dinimize almayız’ deme hakkımız yoktur. Suç işlerse cezası verilir. Ama kimse İslâm’ın dışına yani din/düzen dışına itilemez. Hattâ bunlar kâfir olsa bile, hakem kararlarını kabul ediyorlarsa kapılar açıktır.
وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ يُنِيبُ(13)
(Va YaHDIy İLayHı MaN YUNIyBu)
“İnabe edeni de kendisine hidayet eder.”
Kendisine ictiba etme, bir de kendisine hidayet etme. Birisini meşieti olanı ile, diğerini inabe eden ile ifade etmiştir. Meşiet kavlidir, zihnidir. İnabe ise fiilidir. Allah’ın dininin ikamesinde nöbet almadır. Askerliktir, cihad yapmadır. Onu da kendisine götürür demektir.
Müslim İslâm dininden yararlanır. Münib ise İslâm dininin ikamesinde yer alır.
Burada meşieti olan küffarı da içerir. Yani cizye vermeseler bile kendi topraklarında yaşarlar. İslâm topraklarına da müste’men olarak girerler; birisinin vizesi ile girerler. Bir yıldan fazla kalırlarsa cizye vermek zorundadırlar.
Müşrikler ise hakem kararlarını kabul etmeyenlerdir. Onlar müşriklerdir. Onların bizim topraklarımızda yaşama hakkı, bizim topraklarımıza girip dolaşma hakları yoktur. Kendilerine düşen miktarda topraklarda dolaşıp yaşamalarına karışılmaz. Onlar bize saldırmadıkça biz de onlara saldırmayız.