ŞÛRÂ SÛRESİ TEFSİRİ – 1/ MEKKİ-53AYET
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
حم (1) عسق (2)كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (3)لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ ((4تَكَادُ السَّمَاوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْ فَوْقِهِنَّ وَالْمَلَائِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَنْ فِي الْأَرْضِ أَلَا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (5)
حم (1) عسق (2)
Kur’an’da sûreler Fatiha’dan sonra 2’şer olarak gruplanır, ilk sekiz sûre böylece oluşur. Bu sûreler İslamiyet’i anlatır. Oluşmuş “Adil Düzen”in hükümlerini içerir. Ondan sonra 3’erli gruplar gelir. Bunlar 12 sûredir. Yani dört tane üçlüdür. Bu sûrelerin ilk 6 sûresi الر ELR olarak başlar. 4’üncü sûrede bir M ilave edilerek ELMR olur. Bu sûre Ra’d Sûresi’dir. O sûreyi bundan önce 19 hafta boyunca sizlerle değerlendirmiştik. Konusu İslamiyet’in yani “Adil Düzen”in nasıl geleceği idi.
- Nebilerin vârisleri olan âlimler Kur’an’ı tezekkür ve tedebbür ederek (uygulayarak) Allah’la ahitleşecekler ve böylece çağlarının Kur’an uygulaması projesini hazırlayacaklardır. Akevler bunu yapmıştır. Şimdi ikincisini yapmaktadır.
- Bunları destekleyen ensar grubu gelecektir. Bunlar ortaya konan “Adil Düzen”i çevrelerine ulaştıracaklar, âlimlerin ortaya koyduğu projenin ensarı olacaklardır. Bunlar Millî Görüşçüler ve Risale-i Nur şakirtleri olmuşlardır.
- Bundan sonra bunlara tâbi olan sabırlı kimseler olacak, mü’minler olacaklardır. Yani Adil Düzen projesine ortak olarak katılacaklardır. Bunlar Millî Görüşe katılanlar ve Gülencilerdir.
- Sûre daha sonra insanları küfretmiş olanlar ve iman etmiş olanlar şeklinde ayırmaktadır. Onlardan iman etmiş olanlara muttakiler denmektedir. Böylece III. bin yıl uygarlığı doğmuş olacaktır.
Bu arada kendilerine kitap verilip İslamiyet’i sadece din olarak anlayan; ilmi, ekonomiyi ve siyaseti ise sömürü sermayesine bırakanlardan bahsetmektedir. Onlarla ilişkilerimiz anlatılmaktadır.
3’lü sûreden sonra 7’li sûreler gelir. Yedili sûrelerin bir grubu “Ha Mim” sûreleridir. 7 tanedir. 42 sûredir. [1+2*4+3*4]+[(1+1+1+1)+3]+[(4+3)+(4+3)]=28+14=42
Bu sûre, sûrelerin 7’li olarak gruplanması hâlinde altıncı 7’linin son sûresidir. Ayrıca “Ha Mim”leri ortadan bölmektedir. “ELR”ları da “ELMR” ortadan bölüyordu. Çift olduğu için ikinci grubun başına geliyordu.
Yedili sûreleri temsil etmektedir. 3+7=10 eder. Bundan sonra 1 tane 10’lu grup gelmektedir. Toplam 66 etmektedir. Fatiha ve Tevbe çıkarılırsa 64 sûre etmektedir. Bundan sonra 32 ve ondan sonra 16’lı sûreler gelmektedir.
Ra’d Sûresi’nden sonra bu sûreyi seçtik. Bakalım 7’li gruplarda neler anlatılmaktadır. Ra’d sûresi de bir M harfi ilavesiyle özellik taşımaktadır. Buraya XM ve GSQ harfleri ilave edilmiştir.
ELR’da her şeyin harflerden oluştuğunu, atomlarda iki harfin olduğunu, DNA’larda 4 harf olduğunu anlatmıştık. ELR ile XM birleştirilirse ELRXM etmektedir. Demek ki bu iki sûre Allah’ın rahmetini anlatmaktadır. Ra’d Sûresi ELR kısmını, Şura Sûresi de XM kısmını anlatmaktadır. Mânâsı nedir? Her şey harflerden ibarettir. Atomlar ve DNA’lar harflerden oluşmuştur. Ancak sonra bunlara dayanarak hayat ve âlem oluşmaktadır. Yani Ra’d Sûresi kâinatın anatomisini anlatmakta, bu sûre ise fizyolojisini anlatacaktır. Kâinat nasıl oluşmuştur, kâinat nasıl çalışmaktadır?
Ra’d’da M harfi ilave edilmiştir. M harfi âlemi temsil etmektedir. Yani tüm oluş bilinebilen varlık olmuştur. Yani kâinat ikiye ayrılmaktadır. Bilen ve bilinen âlim ve âlem.
Ra’d’da âlem anlatıldı. Burada âlim anlatılacaktır demektir. İşte bu sebepledir ki bundan sonraki ilave de G harfini getirmiştir. Yani âlim ve âlimin remzi olan ayın harfi eklenmiştir. Sin harfi insanı temsil etmektedir. Âlem ve insan, yani bilen varlık. Böylece demek ki bu sûre Ra’d Sûresi’ni tamamlayacaktır. H hayat, M âlem, G ilim, S insan ile remz edilmektedir. Sûre üzerinde durulduğunda bu harflerin mânâları daha iyi anlaşılabilir. Şimdilik Q harfi ile kavimden yani insan topluluklarından bahsedildiğini söylenebilir. İşte bunlar varsayımdır. Varsayımlarımızın doğru olup olmadığını bilebilmek için buna göre Kur’an’ı anlamaya çalışmamız ve sonuçlara bakmamız gerekir.
X hayatı, M âlemi, G âlimi, S insanı, Q de kavmi ifade etmektedir. O halde sûre işte bu konularda dönecektir. Böylece sûrenin konusu da ortaya çıkmış bulunmaktadır.
كَذَلِكَ (KaÜAvLıKa) “Bunun gibi”
Ra’d Sûresi’nde “Tilke” kelimesi geçmiştir. Yani bunlar denmiştir. ELMR’ya işaret etmiştir. Çoğul olduğu için Tilke gelmiştir. Harflere işaret edilmiştir. Kitabın âyetleri denmiş, kâinatın bir kitaptan başka bir şey olmadığı ifade edilmiştir. Gerçekten atomlar ve DNA’lar sadece harflerden ibarettir. Bunların uygun şekilde birleşmesinden âlem oluşmaktadır. Burada ise bir varlığa değil de oluşa işaret edildiği için başta “Ke” gelmiştir. “ZâLiKe” derseniz bu mânâsını taşır, bir varlığa işaret eder. “KeZaLiKe” oluşu ifade eder. Fiil olduğu için mastara işaret ediyor, bunun için müfrettir. Mastarların çoğulları yoktur. Dolayısıyla işaret ve zamirleri de müzekker olur ve etkili olur. Burada gayba veya uzağa işaret edilmektedir. Varlıklar yakın olur. Ama yaptıkları uzak veya yakın olur. Çünkü olaylar olup kaybolurlar. Bu mânâları nasıl verebiliyoruz? Ra’d Sûresi ile karşılaştırdığımız için bu mânâları veriyoruz.
يُوحِي إِلَيْكَ(YuXIy EiLaYKa) “Sana vahyediyor.”
Ra’d Sûresi’nde ELMR, kitabın âyetlerindendir denmiş, sonra “Ve” ile atfederek sana inzâl olunan haktır denmiştir. Böylece Kur’an’dan başka bir şeyin inzâl olduğu orada bildirilmiştir. “Ellezî” ile geldiğine göre o inzâl olunan bilinen şeyler olmalıdır. Maruf olmalıdır. İcma olmalıdır. Onu geçmiş sigası ve if’âl bâbı ile getirmiştir. Çünkü icma birden akd olur ve geçmiş zamanda akd olunur. Oysa burada hem vahiyden bahsediyor, inzalden bahsetmiyor, hem muzari kullanıyor. Çünkü orada icmalardan bahsetmiştir. Burada ise içtihatlardan bahsetmektedir. İçtihatlar için, icmalar için size gerekenler Ra’d Sûresi’nde sana inzâl olunan denmiştir. Çünkü bir şeyin icma olup olmadığına yine sen karar veriyorsun. Sana göre senden önce icma varsa sen içtihadınla değil icma ile amel edeceksin. İcma yoksa senin içtihadınla amel edeceksin. Bu sebeple diyoruz ki, sahabeler devrinde icma olduğunda icma yoksa o icma bizim için icma değildir.
Bir konunun netliğe kavuşması gerekmektedir.
- Sahabeler zamanında kavlî veya fiilî icma varsa ve bu icma nassa (bize göre Kur’an’a) dayanıyorsa, o icma âyet gibidir. Münkiri kâfir olur.
- Sahabeler zamanında değil ama ondan sonra gelen tabiin zamanında icma varsa o meşhur hadis gibidir. İnkâr eden kâfir olmaz. Amel etmeyen günahkâr olur.
- Ondan sonra gelen üçüncü asırda icma varsa o icma ile amel etmek vacip değildir ama caizdir. Bağlayıcı olmayan delildir.
- Ondan sonra gelen asırların icmaları bize değil kendilerine delildir. Onlar icma ettiler diye bizim başka delillere dayanmadan amel etmemiz caiz değildir.
Osmanlılar zamanında bütün İslâm âlemi Batı’dan kanunların tercüme edilip mucibine göre amel edilmesinde mahzur görmemişlerdir. O halde biz de devam edebiliriz, bir hüküm çıkarabiliriz. Batı’dan ilmin alınacağı hususunda icma vardır. Delillerinin değerlendirilmesi şartı ile caizdir. Ama bir ulusun başka ulusun kanunlarını tercüme etmesi İslamiyet’e göre şiddetle yasaktır. Kuran’da İsrail oğullarının Kur’an’la hüküm istemeleri men edilmiştir. Değil Batı’nın faizli şeytani kanunlarını tercüme etmek, bizim kanunları, Kur’an’ı onlar tercüme etseler amel edemezler.
Bu husus iyi anlaşıldıktan sonra Müslümanlar üçüncü asırdan sonraki ulemanın icmalarına dayanıp amel etmezler. Herkes kendi asrının icmaları ile amel etmekle mükelleftir. Haklı olarak sizin asrın icmaları ne demektir? Her gün yeni nesil geliyor. Neslin icmalarıdır.
Bir aşiret kurulduğu zaman o aşiretin icmaları başlar. O aşiretin icmaları o aşiret yaşadıkça ancak icmalarla değişebilir. İcmalar icmalarla değişebilir. İçtihatla değişmez. O halde bir aşiret böyledir. Bir bucak da böyledir. Kurulduğundan dağılıncaya kadar oluşan icmaları kendi bucaklarını bağlar. İcmalarla değişebilir. İçtihatlarla değişemez.
İl için de böyledir. Ülke için de böyledir. Anayasanın değişmez maddeleri ancak meclisin ittifakı ile değiştirilebilir. Devlet yıkılır yeni devlet kurulursa, değişmez maddeler o zaman değişir. Osmanlılarda hanedan tartışılmıyordu. Bizde de cumhuriyet tartışılmıyor. Her ikisinde de sana tabiri vardır. “Aleyke” denmemiştir. “İleyke” denmiştir. Tef’il bâbı değil de if’al bâbı getirilmiştir. Yani icmanın delil olması içtihadın tatili demek değildir. İcma hüküm değildir, delildir. Hükmü ise yine kişi kendi içtihadı ile verecektir.
İşte burada önemli hususa işaret vardır. İçtihat ilimden farklıdır. İlim, bir kuralın uygulanmadığı yerleri tespit eder. Hükümler ailesidir. Delil tektir. Oysa içtihatta bir yerde uygulanan kuralları gösterir. Deliller ailesidir. Hüküm tektir. Bu sebepledir ki kimseye sen icmaya aykırı hareket ediyorsun denmez. İcmaya aykırı içtihat yapıyorsun denebilir.
Sûreleri karşılaştırırken vahiy kelimesi ile inzâl kelimesini karşılaştırmak gerekir. Vahiy insan beynine gelen bilgi olup başkaları tarafından vahiy olarak devredilemez. Oysa münzelden başkaları da yararlanır. Allah insanlara inzâl etmiştir. Objektif kurallar koymuştur. Bir de her insana vahyetmektedir.
وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ (Va EiLay elLaÜIyNa MiN QaBLiKa)
“Senden önce olan kimselere de vahyolundu.”
“Onlar” marife getirildi. Cemi müzekkeri salim yaptı. Yani bana vahyolunanı onlara vahyolunan gibi yaptı. Bunun anlamı “senin kavmine de vahyolundu”dur. Allah vahyetti diyor. “Sümme aleyna beyaneh” demiştir. Üçüncü asırdan sonra gelen fukaha Kur’an’î ilimleri tedvin etti, ilimleştirdi. Kitaplar telif etti. Kıyamete kadar artık değişmez.
Onlar neleri yaptılar:
Kur’an’ın yazısını icma ile tespit ettiler.
Kur’an’ın kıraatini icma ile tesbit ettiler.
Kur’an’ın lugatlarını yaptılar. O gün yaşayanlardan daha çok o günün Arapçasını biliyoruz. Kur’an’ın sarfını belirlediler, nahvini belirlediler.
Bununla yetinmediler; meani, beyan ve bedi’ ilimlerini tedvin ettiler.
En önemlisi, fıkıh usulünü tedvin ettiler.
Şimdi biz onların bıraktığı ilimler sayesinde Kur’an’ın tamamına eksiksiz ve yanlışsız ulaşabiliyoruz. İşte onlar sahabe neslidir. Bizim üstatlarımızdır.
Ancak burada dikkat edilecek iki husus vardır.
“Vellezine min kablike” denmemiş “ve ilellezine min kablike” denmiştir. “İlâ” tekrar edilmiştir. Demek ki onlara vahyolunanla bize vahyolunan ayrıdır. Ama “yuhî” tekrar edilmemiştir. O halde onlara vahyolunanla bize vahyolunan aynıdır. Yani vahyolunan ayrı değildir ama vahiy şekli ayrıdır. Bunun anlamı şudur. Usulü fıkıh ve dört çift delil aynıdır. Delil ve usul değişmemiştir. Ama hükümler olaylar değiştiği için, şartlar değiştiği için değişmiştir. Bazıları vardır ki o zamanki içtihatları günümüze getirmek istemektedir. İlmihalciler vardır. Bunlar red cevabını vermektedir. Bazıları vardır ki bunlar da usulü değiştirmek istemektedir, bazı delilleri delil olarak almamak taraftarıdırlar. Kimi sünneti, kimi icmayı, kimi de kıyası kabul etmek istememektedir. Bunlar da dalalettedirler. Biz ise hükümlerde yenilik, usullerde, delillerde selefe ittiba ilkesine bağlıyız. İki taraf da şifa aramaktadır. Biz onları biliyoruz. Onlar ise bizi okumuyor, bilmiyor. Bize düşen tebliğdir.
Tekrar edelim.
Sekiz çift delil ve bunların sistemleriyle usul kıyamete kadar değişmeyecektir. Seleflerimize uymak zorundayız. Gelişebiliriz ama değişemeyiz. Hükümlere gelince, onu yeniden almak zorundayız. İşte “yuhî ileyke”nin açık mânâsı budur.
Ra’d’da durum nedir? Orada kitabın âyetlerine işaret edildi. Sonra sana inzâl olunan haktır denmiş. Yani kitapla icma karşılaştırılmıştır. Burada ise vahiy ve usul karşılaştırılmış, yani değişmeyen icma karşılaştırılmıştır.
اللَّهُ(elLAvHu) “Allah”
Allah vahyediyor. Senden öncekilere de vahyediyor. Burada tarihin en önemli hususuyla karşı karşıyayız. Senden öncekilere de vahyediyor diyor. Yani gelen kitap eski kitapları neshetmez. Daha ileri bir versiyonunu getirir. İsteyenler eski içtihatları da kullanırlar. Yani nasıl Hıristiyan ve Yahudiler, Budist ve Hindular Müslüman olmak zorunda değildirler. Kendi dinlerinde de hurafeleri atıp yeniden içtihatlarla müslim olup cennete giderlerse, günümüzde yaşayan ve bin sene önceki içtihatlarla Kur’an’ı yaşamak isteyen cemaatlerin de içtihatları nesh edilmemiştir. İsteyenler onunla amel edebilirler.
Burada çağımızdaki İzmir ile İstanbul arasındaki tartışmaya tekrar dönebiliriz.
İstanbullular İslamiyet’i sadece din (ahlak) olarak ele almaktadırlar. Onlara göre ilmin, ekonominin ve siyasetin İslâmiyet’le alakası yoktur. İzmir ekolü ise İslamiyet hem dindir, hem iktisattır, hem de yönetimdir diye iddia etmiştir. İstanbul ekolü bu kadarla kalsaydı bizim onlara diyeceğimiz olmazdı. Siz mademki Kur’an siyasetini yapmak istemiyorsunuz yapmayın. Kur’an ilmini yapmak istemiyorsanız yapmayın. Kur’an ekonomisini yapmak istemiyorsanız yapmayın. O zaman siz içtihadınızda sabit kalın, biz de içtihadımızda sabit kalalım. Siz siyasete karışmayın, ilme karışmayın, ekonomiye karışmayın. Hayır, onlar bunu Erbakan yapmasın, Demirel yapsın diyorlardı. Peki, hani siz bu işlere karışmayacaktınız, hani siyasetten uzak idiniz? Bu fetva nereden çıktı?
İşte Hayrettin Karaman ile Sabahattin Zaim’in hesap verirken zorlanacakları husus budur. Senelerce yayınlanmayan Adil Düzen’e saldırı raporunu Hayrettin Bey yayınladı. Bu arada Sabahattin beyinkini de yayınladı da bu sayede hesap vermekten ikisi de kurtuldular. Kendilerine dua ediyoruz.
Orada inzalin kaynağı gösterilmiştir, inzal sebebi gösterilmiştir. O da nedir? Evrimdir. Rab sıfatı ile icmaları inzal etmiştir.
Ra’d Sûresi’nde sana Rabbin tarafından inzal olunan denmiştir. Burada Allah vahyetti denmiştir. Yani şeriatların değişmesi şartların değişmesindendir. Yoksa kuralların değişmesi değildir. Mademki evrim vardır, olaylar gelişmektedir. O halde hükümler de gelişecektir. Bunun için sağlam dayanaklı kaynağa gerek vardır. O da icmadır. İcma en kesin delildir. Âyette tevil vardır. Ama icmada tevil yoktur. Allah diyor. Çünkü inzalde zahiri sebepler vardır. Burada Rab sıfatı görülebilir sonuçları verir. İlhamda ise Allah doğrudan insanlara hitap etmektedir. Teker teker, ayrı ayrı hitap etmektedir. Bu nedenle Allah kelimesini kullanmıştır.
Bununla beraber orada Rab sıfatını kullanmıştır. Burada aziz ve hakim sıfatını getirmiştir. İnsana vahyetmesinin sebebi budur. Yani Allah yapmak istediklerini insana vahyeder. Ona onu yaptırır. Ben şimdi bunları yazarken O bana bildirmektedir. Ne var ki bizim İslâm melekemiz noksandır. Allah bizi öyle yaratmış, niçin öyle yarattığı Ra’d’da izah edilmişti. Hata edebiliriz. Peygamberler de bizim gibi insan oldukları için onlar da hata edebilirler. Ne var ki Cebrail gelip onların yanlışlarını düzelttiği için mütevatir veya meşhur olarak gelen sünnette o zamanın uygulaması bakımından bir hata yoktur. Oysa bizim içtihatlarımızı melek gelip düzeltmediği için hata ihtimaliniz vardır.
Bunun açık ifadesi şudur. Kur’an böyle diyor. Yazdıklarında doğru ne varsa o Allah’tandır. O’nun vahyi eseridir. Anlattıklarımda ne hatalar varsa o benim içtihat melekemin zayıflığındandır. Siz sadece beni değil, ben dahil herkesi dinleyecek ve kendi içtihadınıza uyacaksınız. Siz de hata edebilirsiniz. Ama Allah içtihadınıza göre hareket ettiğinizden size sormayacaktır. Ama içtihat yapmaz da benim dediklerime uyarsanız, dediklerim doğru olsa da sorumlusunuz. Çünkü Allah size bana uymayı değil içtihat yapmayı emretmiştir. Buradaki “Ke” harfinin sen olarak müfret olmasının hikmeti budur.
الْعَزِيزُ(eLGaZIyZu) “Aziz”
Yamaçlarda yağmur yağdığı zaman eğer toprak otlu ve dayanıklı değilse su alıp götürür ve erozyon olur. İşte erozyon olmayan, yağan yağmura karşı dayanıklı olan toprağa azeze denir. Böyle topraklar su tutar ve bitki bitirirler. Aziz insan demek, onun bunun etkisinde kalmayan, kendi istediği ne ise onu yapan ama zarar da vermeyen kimse demektir.
İnsanın bir özelliği vardır. İki kişi arkadaş olduğu zaman ikisi önce yarışırlar. Kişilerden biri diğerine tabi olur. İki insan eşit seviyede olamaz. Mutlaka biri diğerine uyar. Birlikte adım attıkları zaman, zamanla uygun adım ortaya çıkar. Biri bilinçaltında diğerinin emrine girmiş olur. Topluluklar böyle oluşur. Sonunda topluluktakiler o kişiye kendi istekleri ile uyarlar. Yani zorlamadan sözünü geçiren kimseye aziz denir. Allah’ın aziz olduğu ifade edilmiştir. Yani insanlar farkında olmadan O’nun dediklerini yapmaya çalışmışlardır.
Aziz olan Allah sana vahyetti demek suretiyle vahyi öyle yaptı ki sen O’nun sözünü dinliyorsun. Bugün bizim aklımıza gelir onu yapmaya kalkarız. Allah bize hem ilham etmekte, hem harekete geçirmektedir. Siz Kur’an üzerinde çalışırken O’nun iradesi ile bu olmaktadır. Vahiy yalnız bilgi vermek demek değildir. Vahiy demek aynı zamanda insanı âhirette cennete götüren ve onu yaptıran bir şeydir. Vahiy yalnız insanın fikir melekesine hitap etmez, aynı zamanda irade melekesini harekete geçirir. İlham ise sadece bilgi verir. Yani nasıl yapacağını öğretir ve insanı yapacaklarında serbest bırakır, yani insanın karar mekanizmasına etki etmez. Bu böyle yapılır şeklinde aklına bilgiler getirir. Vahiy ise seni onu yapmaya sevk eder. Sana onu yaptırır. İşte bu sebepledir ki Allah aziz sıfatı ile vahyetmektedir. Yani seni ona uyacak şekilde etkileme yapmaktadır.
İnsan Allah ve âhirete inandı mı tüm beyni her hareketinde, her davranışında, her sözünde acaba Allah ne istiyor, O’nun dediklerini yapıyor muyum, yoksa O’na isyanda mıyım? Bunu düşünmeye başlar. Biraz da beceriksiz hâle gelir. Kararsız korkak olur. Ama Kur’an okudukça ona cesaret gelir, onda azim doğar, atılgan hâle gelir.
Yüz kişi anlayarak benim yazdıklarımı okuyup anlamaya çalışsalar, Kuran’ı bugünkü sorunları çözer şeklinde incelemeye devam etseler, öyle hareket etmeye başlarlar ki, sanki bunlar Merih’ten gelmiş gibi olurlar. Çünkü Allah onlara vahyetmektedir. İşte sana vahyediyor demek, sana bir şeyler yaptıracak, aynı zamanda onun gücünü veriyor demektir.
Bizim nesil oturup aralarında tartışmadan ve sözleşmeden aynı şeyleri düşündü ve aynı şeyleri yapmaya başladı. İslâmiyet’in tekrar yeryüzünü aydınlatması için herkes kollarını sıvayıp harekete geçti. Size çok acayip gelir ama Osmanlılar döneminde bu başlamıştır. Mehmet Akif’in Safahat’ını okuyun, o günkü insanların neler düşündüğünü görürsünüz. Cumhuriyet döneminde inkılaplar yapılmıştır. İlk bakışta bunları yapanlar İslâmiyet’e karşı hareket etmiş gibidirler. Onlar İslâmiyet’e karşı değil, hurafelere karşı hareket etmiştir. Mustafa Kemal şeriatçıdır. Tarikatları kapatmış ve yasaklamıştır. Oysa camileri kapatmadığı gibi medreseleri de sadece tatil etmiştir.
1960’lardan sonra ise tüm tarikatlar, Risale-i Nur şakirtleri, ilahiyatçılar, Akevler, Holdingler hep Allah’ın aziz sıfatı ile yaptığı vahye dayanarak harekete geçmişlerdir. Bugünkü Türkiye, hattâ dünya ancak bu sayede bugünkü hâle gelmiştir. İleri hamle de beklenmektedir.
الْحَكِيمُ(3)(elXAKIYMu) “Hakim olan”
Allah, hakim, aziz olan Allah vahyetmiştir.
“Hakim olan, hükmeden” demek, direksiyonu kullanan demektir. Hakem, atın ağzına takılan gemdir. Yular ona bağlıdır. Atı ne tarafa götürmek istersen o tarafa çevirir. Bugünkü uygulaması ile hakem direksiyondur. Hükmetmek demek arabayı yönetmek demektir. At kendi kendine gitmektedir. Ama siz onu istediğiniz tarafa yönlendirebilirsiniz.
Allah da hakim sıfatı ile vahyetmektedir. Yani insanlığı bir tarafa götürecekse insanlara vahyedip o sayede o tarafa direksiyonu çevirmektedir.
Allah nurunu tamamlaması için “Adil Düzen”i getirecektir. Bunun gelebilmesi için insanların bir şeyler yapması gerekmektedir. İşte bunu Kuran’la vahyetmektedir. Yani Kuran’ın mânâsını öyle anlatmaktadır.
Sende bir fikir doğar, onu yapmak istersin. O sayede insanlık istenen istikamete gider.
Allah insanları nereye götürüyor.
- Önce barışa götürüyor, yani İslamiyet’e götürüyor. Batılılar buna laiklik demektedirler. Laiklik demek, değişik görüş ve düşüncelerde, değişik iman ve anlayışlarda olan insanların bir arada kavga etmeden yaşamaları demektir. Adil yargılama sisteminin kurulması demektir. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer. Başhakemi hakemler seçer. Hakem kararını herkes kendi isteğiyle uygular.
- Sonra çoklu hukuk sistemine götürüyor. Yani insanların barış içinde yaşayabilmeleri için şeriat olmalıdır, kurallar olmalıdır. Ne var ki insanlar o kuralları kendileri koymalıdırlar. Bunun için içtihatlar, sözleşmeler, ortak vekil kararları ve hakem kararları bu kuralları oluşturur. Batılılar buna demokrasi diyorlar.
- Ekonomide serbest piyasa oluşmalıdır. Yani insanlar kendiişlerini kendileri seçmelidir. Ücretli işçilik köleliktir, asla demokrasi değildir. Bunun için faizsiz çalışma/emek kredisi verilecek, sipariş kredisi verilecek. Herkesin işi ve aşı olacaktır. Açlık ve işsizlik korkusu olmayacaktır. Herkes kendi istediği işi yapacaktır. Batılılar buna liberalizm diyorlar.
- Nihayet yeryüzü insanlığındır. Herkesin kira karşılığı bile olsa yaşama hakkı vardır. Sigorta primi ödemeden herkes sosyal güvenlik sistemine alınmıştır. İşte buna “Adil Düzen” denmektedir. Böyle bir dünyaya insanları götürmek için bize vahyetmekte, bize hareket azmini vermektedir. Bunları hakim sıfatı ile yapmaktadır.
Arabaya binen şoför arabasını istenen yere götürür. Araba oraya gitmeyecekse o arabayı bırakır, başka araba bulur. Allah da insanları bir yere götürmeyi istemiştir. Araba bularak da vahyettiği kimseleri istihdam etmektedir. Başarabilirsek, bizimle insanlığı o vaat ettiği yere götürecektir. Başaramazsak, o zaman bizi çöpe atacak, bunu başaracak başka bir nesil getirecektir. O azizdir. O hakimdir.
Şimdi tekrar Ra’d Sûresi’ne dönelim. Oradaki âyet sana inzal ettiğimiz haktır. Ama insanların çoğu iman etmezler demiştir. Şimdi burada onlara cevap veriyor. Siz inansanız, inanmasanız da size biz hakimiz. Dediğimiz olacaktır. Hak gelmiş, bâtıl zail olmuştur.
Not: Bu âyeti tefsir etmiştim. Sonra silinmiş gördüm, tefsiri de sildim. Burada yok zannettim. Sonra tekrar görünce yeniden tefsir ettim. Aşağıdaki âyetlerin tefsiri bu tefsire dayanmamaktadır. Ona göre dikkatli okunmalıdır.
لَهُ(LaHUv) “O’nundur”
Ra’d Sûresi’nde, Allah semayı direksiz ref etmiştir, denmişti. Orada kâinatın yaratılmasından bahsedilmiştir. Burada ise kâinatın yaratıldıktan sonra, o kâinatın işletilmesi konusu ele alınmaktadır. Önce inşa edilen kâinatın kiraya verilmediği, başkasına devredilmediği, satılmadığı belirtiliyor. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi O’nundur denerek, kâinat mülkünün Allah’a ait olduğu ifade edilmektedir.
Bunun anlamı şudur ki, kâinat insanların cüce mantıkları ile değil, aklın değişmez sünnetleri ile yönetilmektedir. Yeryüzü ve gökyüzü O’nun mülkündedir. Doğa kanunları O’nun olduğu gibi sosyal kanunlar da O’nundur.
Kâinatın oluşmasında O vardır. O’ndan başka kimse yoktur. İsmi de yoktur.
“LaHu” her şey O’nundur. Yaratılışı anlatır. Her şey O’nundur. O’nun dışında kimse hâlik olmadığı gibi mâlik de değildir. Sonra “Billah” oluşur. Sebep sonuç ilişkilerine geçilerek kâinatın kurallarla var edildiği anlatılmaktadır.
“Billahi Errahm” da sebep sonuç ilişkileri ile kâinatın canlılar için var edildiği belirtilmekte, onların yaşamalarının sağlanması istenmektedir.
“Bismillahirrahmanirrahim” deyince, bilinçli varlıklar olan insan, melek, cin ve ruh söz konusu olmaktadır.
Bu âyette kâinatın doğa kanunlarından ve canlılardan bahsedilmektedir. Ondan sonra ise melekler, yani şuurlu varlıklar anlatılmaktadır.
مَا فِي السَّمَوَاتِ (MAv FIy eLSaMAvVAvTı) “Semavatta olanlar”
“Semavat O’nundur” denmiyor da, “Semavatta olanlar O’nundur” deniyor. Yani Allah sadece küllüne değil, onun tüm cüzlerine sahiptir demektir. Her şeye maliktir denmektedir.
“Fî” harfi, kâinatın içinde bulunan yani mekanı kaplayan her şey O’nundur demektir.
Sema, hayvanın sırtıdır. Arz ise hayvanın yere bakan tarafıdır. Başımızı kaldırdığımızda, yukarıya baktığımızda her şey semadır. Eğer doğa kanunları ile tarif edecek olursak, bir yerde çekim varsa, o çekimin yönü arzdır. Aksi de semadır. Bu tarifle alırsak güneş de arzdır. Sema ise çekimin aksi yönüdür. Eğer dört boyutlu uzayı düşünürsek, arz üç boyutlu kısmıdır. Semavat kurallı dişi çoğuldur. Bu sistemi gösterir. Başka yerde tabakadan bahsetmektedir.
Semavattan kasıt:
- Hava tabakasıdır. Hava tabakası 10 km kalınlığındadır. Canlıların kanı olan su bu tabakada deveran eder. Kirlenir, denizlerden buharlaşarak temizlenir. Böylece hayat sürer. Susuz hayat olamayacağına göre bu tabaka olmazsa hayat olmaz. Diğer bütün semalar bu tabaka içindir.
- İkinci tabaka hava tabakasıdır. Bunun görevi yağmur tabakasında bulunan maddelerin uzaya kaçmasını önlemektir. Yoksa denizimiz uçar giderdi. Hava tabakasının başka önemli görevi, uzaydan gelen taşları yutar, eritir ve canlıların yaşamalarına imkan verir. Hava tabakası olmazsa gök taşı yağmurları ile hayat kalmazdı.
- Işıklı tabaka elektrikli tabakadır. Bu tabakanın da iki görevi vardır. Birincisi, uzaydan gelen radyasyonlu ışığı yutmak, yararlı ışığı süzerek göndermektir. İkinci olarak da hava tabaksının uzaya kaçmasını önlemektir. Bu tabakalardan biri olmazsa hayat olmaz. Ozon tabakasının delinmesi işte budur.
- Ay tabakası. Yeryüzünde hayatın olabilmesi için gece-gündüz ve yaz-kış olmalıdır. Bu sayede hava ve su temizlenmektedir. Kan dolaşımı devam etmektedir. Gece gündüz oluşması ancak yerin dönmesi sayesinde olmaktadır. Ay olmazsa yer dönmez. Gece gündüz olmaz. Ayın başka yararı da dalga hareketlerini oluşturmak ve yerin altındaki suları çekip iterek onlara yol açmaktır.
- Güneşi anlatmamıza bile gerek yoktur. Güneş olmazsa hayat diye bir şeyin olmayacağını herkes bilir.
- Bundan sonra yıldız yığınlarına, Samanyolu’na geliyoruz. Milyarlarca yıldızı içeren galaksimiz bizim çekimi oluşturan kâinatı oluşturmaktadır. Samanyolu’nda 300 milyara yakın yıldız vardır. Büyük denge orada kurulmaktadır.
- Gök adalar arası mesafe 2 milyon ışık yılıdır. 13,7 çap olduğuna göre (13.7/2)^3*4/3*31416=1.34 trilyon galaksi var demektir.
İşte bunların içindeki her atom O’nundur.
İnsanlar şunu söyleyebilirler: Kur’an Allah’ın sözü değildir. Tevrat Allah’ın sözü değildir. Kendileri doğa kanunlarını keşfeder ona göre sosyal kanunları ileri sürebilirler.
Ama ben Allah’a inanmış olarak değil, kendi aklımla hareket ederim diyeni insan saymak mümkün değildir.
وَمَا فِي الْأَرْضِ(VaMAv FIy eLEaRWı) “Ve arzda olanlar”
“Arz” güneşin etrafında dönen üçüncü gezegendir. Gezegenlerin uzaklıkları güneşin yere uzaklığına göre oluşmuştur. Yer-güneş uzaklığı on kabul edilirse;
- Güneşin Yarıçapı
- Birinci gezegenin uzaklığı 1+3 = 4
- İkinci gezegenin uzaklığı 4+3 = 7
- Yerin uzaklığı 7+3 = 10
- Yerden bir sonra dördüncü gezegenin uzaklığı 10+2*3 =16
- Yerden 2 sonra 5. gezegenin uzaklığı 16+2*6 =28 (parçalanmış)
- Yerden 3 sonra 6. gezegenin “ 28+2*12 = 52
- Yerden 4 sonra 7. gezegenin “ 52+2*24 = 100
- Yerden 5 sonra 8. gezegenin “ 100+2*48 = 196
- Yerden 6 sonra 9. gezegen “ 3*100 = 300
- Yerden 7 sonra 10. gezegenin “ 196+2*96 = 387
Yıldızların küçük yer değiştirmelerinden bunların da gezegenleri olduğunu biliyoruz. Yerin de tabakaları vardır.
1- Karalar
2- Su tabakası 1
3- Canlı toprak 10
4- Cansız toprak 100
5- Kaya 1000 1111
6- Gaz tabakası 2000 2222
7- Katı tabakası 3000 3333
Toplam 6.666 eder.
40000/2/3.1416/6.666 = 6.367/6.666 = 9.54 bulunur.
Bu insanın işaret parmağının ortalama uzunluğudur.
Arz, çeken yer, aşağı yerdir. Sema ise çekimin karşı tarafıdır. Bu mânâda bütün yıldızlar da arz olur. Işık hızından aşağı alan cisimler arz, ışık hızından daha fazla olanlar ise sema olmaktadır. Bu takdirde bâtın âlemde olanlar da, zâhir âlemde olanlar da O’nundur mânâsı çıkar.
Kur’an’da “Mâ Fi’s-Semâvati Ve’l-Erdi” desek, bizim zâhirî uzayımızda olanlar anlamındadır. Ama iki defa “Mâ” gelerek ki -burada böyle olmuştur,- o zaman bâtın âlemde olanlar ve zâhir âlemde olanlar anlamı çıkar. Âyetler bu varsayıma göre okunmalıdır.
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ (Va HuVa elGaliyYu eLGaJIyMu)
“O âlidir, O alimdir.”
“Âli” yüce, “azîm” ise koca demektir. “Kebir” yaşlı demektir.
Âli, hiyerarşideki üstünlüktür. Azîm, güçlü olandır. Kebir ise değerde üstün olmaktır.
Harfi tarifle geldiği için âli olan yalnız Allah’tır.
Azîm de yalnız O’nun güçlü olmasıdır.
Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Bâtında, zâhirde ne varsa hepsi O’nundur. Yarışmayı o kazanır, o istediğini yapabilir.
Ra’d Sûresi’nde bu âyete karşı gökleri direksiz yükseltti ifadesidir. Burada o kurulu düzenin mâlikinin kim olduğu ifade edilmektedir. Başkasının değildir, kimse kiracı değildir demektir.
تَكَادُ السَّمَاوَاتُ(TaKAvDu eLSaMAVATu)
“Semavat hazırlanıyor.”
“Kâde” “Kâne” fiiline akrabadır. Nun, Dal’a dönüşmüştür. Kevn tümsek, beyn çukur, hevn düzlük demektir. Kâne kelimesi vardır. Mevcuttur mânâsındadır. Türkçede ‘dir’ mânâsındadır. Sonra bu kelimede kalmış, mübteda haber olmuştur.
Kâde ile kâne arasında şu fark vardır. Bir şeyin hazırlığını yaparsın. Her şey tamamdır. Zamanını beklersin. İşte bu bekleme hâline getirmeye “kâde” denmektedir. Fiili muzari olarak ifade edildiğinde buna hazırlanmaktadır. Yani potansiyel olarak oluşacaktır.
Eline kâğıt kalemi alıp yazmaya hazırlanan kimseye “Kâde Zeydun yektubu” Zeyd yazmaya hazırlandı denmektedir. “Yekâdu” dersen, hazırlanıyor demektir. Burada da semavat hazırlanıyor denmiş oldu.
“Semavat” kurallı dişi çoğuldur. Yani çok sema var ama hepsi bir sistemi oluşturmaktadır. Yağmur seması, hava seması, ışık seması, ay seması, güneş seması, yıldızlar seması ve yıldız yığınları seması. Yedi tabaka kastedilmektedir. Arz ise canlı arzı, sulu arzı, toprak arzı, kaya tabakası, üst mağma, alt mağma ve merkez tabakası olmak üzere o da yedidir. Şimdi burada arzın üstündeki semadan bahsetmektedir. Semavatın tefettür etmek için hazırlandığını ifade etmektedir.
يَتَفَطَّرْنَ(YaTAFaoOaRNa) “Tefettür etmeye”
Arapçada cümleler fail mef’ul olduklarında “EN” mastar harfini alırlar. Kâne ve kâde almaz. Kâde yardımcı fiildir. Tefettür etmeye hazırlanmalıdırlar. Kâde’den sonra gelen fiiller muzari olur, mazi olmaz. Kendisi mazi ve muzari olur.
“Fıtrat” yaratılıştır. Şöyle yaratılıştır. Hilkat, mevcut bir hamura şekil vermek, heykel yapmaktır. Fıtrat ise mevcut olan hamuru parçalamaktır. Kâinat yaratılmadan evvel, aralarında boşluk olmayan bir sıvı veya katı parçası idi. Patlamada bu sıvı veya katı hamur parçalandı, parçacıklar oluştu. Bu parçalanmaya “fıtrat” diyoruz. Hilkat ise bu parçaların sonradan birleşerek atomları ve cisimleri meydana getirmesidir. Yani tuğladan duvar yapmaktır. İlk hamuru var etmek zaman ve mekan dışı fiildir, bedidir. Rablik ise halikiyetten sonra onun tedrici olarak oluşturulmasıdır.
Kâinatın tefettürü, galaksilerin birbirinden ayrılmasıdır. İlk patlama olduktan sonra galaksiler oluştu. Birbirini çeken cisimler birbirinin etrafında dönerek dengelerini kurdular. Oysa galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır, yani tefettür etmektedir. Bir gün gelecek onlardan çıkan ışık birbirine ulaşmayacaktır. Bunun olabilmesi için kâinatın büyüme hızının ışık hızından küçük olması ve zamanla büyümesi gerekir. Işık hızına ulaştığında galaksiler birbirine artık ışıklarını sonsuz zamanda ulaştırırlar.
Ulaşma zamanı = 2 * büyüme hızı * ışık hızı / (ışık hızı^2 – büyüme hızı^2)
Işık hızı küçülüyorsa veya kâinatın büyüme hızı artıyorsa, bir gün gelecek galaksiler kopacaklar ve birbirini göremeyeceklerdir. Işık hızını çok hassas bir şekilde ölçebiliyoruz. Değişme olup olmadığını tespit edersek bu kopmanın zamanını hesaplayabiliriz.
مِنْ فَوْقِهِنَّ(Min FaVQıHınNa)
“Fevklerinden tefettür etmektedir.”
Arz ve semavatın fevki neresidir? Kâinat dört boyutlu uzay içinde üç boyutlu küre şeklindedir. Dört boyutlu uzayımız beş boyutlu uzay içinde bir silindir şeklindedir, yahut simit benzeridir. Fevklerinden tefettür edecektir. Bugünkü astronomlar kâinatımızı içinde gaz sıkışan bir topa benzetmektedirler. Kâinat genişlemektedir. Basıncı düşmektedir. Bu genişleme ışık hızının itmesi ile oluşmuştur. Cisimlerin çekme kuvveti ilk hızından fazla ise biraz sonra kâinat küçülmeye başlayacaktır. Eşitse büyüme duracaktır. Büyükse büyüme durmayacaktır demektir. Çapı sonsuza kadar büyüyecektir.
Zaman ve mekân cisimler arası etkileşimle bilinmektedir. Bu etkileşim kalkınca galaksiler kopup ayrı ayrı kendileri dünyalar olacaklardır demektir. Nasıl kestane ağacı büyür, tohumlarını salarsa, kâinat da büyüyecek, birçok dünyalar oluşturup kendisi parçalanmış olacaktır demektir. Şimdi zaman ve mekân bu kâinatta hapsolmuş bulunmaktadır. Sonunda çekirdek patladı, balonu büyütmektedir. Sonunda zaman ve mekân balonu da patlayacaktır.
Demek ki ilk patlama olunca cisimler birbirini çektiği için hemen grupları kurup zamanı ve mekânı oluşturdular. Büyüme devam ediyor. Bir gün gelir ki kâinatın kendi çevresinde oluşturduğu kabuğu da parçalanır.
Bir şeyin dışı onun fevki olarak adlandırılır. Haricinde denemez, fevkinde denir. Kâinat dış taraftan parçalanacaktır demektir. Bir küre yüzeyi düşünelim. İçinden çatlama demek içerinin dolması demektir. Dıştan çatlama demek dışarıya boşalmadır.
Evet, kâinat çatlayıp üç boyutlu uzay kabuğunu atacak ve biz dört boyutlu uzaya geçmiş olacağız. Kendi uzayımızın içine düşmeyeceğiz.
Ra’d Sûresi’nde yaratılıştan bahsetmişti. Burada ise yıkılışından ikinci hayatın başlamasına doğru nasıl gidildiğini anlatmaktadır.
وَالْمَلَائِكَةُ(Va elMaLAEiKaTu) “Ve melekler”
Kâinatın tedviri için her tarafta melekler görevlendirilmiştir. Doğa kanunları çalışırken o kanunlara vücut veren şuurlu varlıklar vardır. Şuurlu varlıklar için yaratılmıştır bu kâinat.
Allah’ın kendisinden başka dört şuurlu varlık yaratılmıştır.
- Melekler ana görevleri yapmak üzere yaratılmışlardır. Görevleri yerine getirirler. Birlikte çalışarak kâinatın genel düzenlemesini yaparlar. Yeryüzünün düzenlenmesi onlar tarafından yapılmıştır ve korunmaktadır. Canlıların DNA’larını da onlar dizmişlerdir. Biz bir canlıyı ortadan kaldırmak için ilaçlar hazırlarken o da kendisini korumaktadır. Bunlar melekler tarafından yapılmaktadır.
- Ruhlar da melekler gibidir. Ancak ruhlarla melekler arasındaki fark, bizimle cinler arasındaki farklardır.
- Cinler bizim gibi varlıklardır. Onlar sıcak alanda yaşarlar. Soğuk alanlara geçebilirler. Biz ise soğuk alanda yaşıyoruz, sıcak alana geçemeyiz.
- İnsanlar yeryüzünün halifesi olmuşlardır. Yeryüzünün baş sorumlusu meleklerdir.
يُسَبِّحُونَ(YüSabBiXUvNa) “Tesbih ederler”
Melekler mübteda, tesbih haberdir. Cümle cümleye atfedilmiştir. İsim cümlesi mensuh isim cümlesine atfolmuş oluyor. Bununla beraber semavata da atfolunur. Ondan sonrası hal olur. Yani melekler tesbih etmektedir. Semavat parçalanmaya hazırlanırken melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar mânâsında olabilir, yahut Rablerini tesbih eden melekler de semavat gibi tefettür etmektedir.
Bu takdirde tefettüre başka mânâ vermeniz gerekmektedir. Semavat kendi kendini yenilemektedir, oluşturmaktadır. Melekler de kendi kendilerini oluşturmaktadır. Yani Allah onları o kadar güçlü var etmiştir ki kendi kendilerine durabilmektedir. Allah bir defa var etmiştir. Eğer Allah bunları yok etmezse kendi kendilerine yok olmazlar. Batılılar bunu bugün; bir şey kendiliğinden ne var olur ne de yok olur diye açıklamışlardır. Genel sebep sonuç ilişkisi kanunu ortaya çıkmaktadır. Bu âyette melekler semavata atfedilirse o zaman bu görüş doğru olmaktadır. Düzen kurulmuştur. Bunu Allah’tan başka kimse bozamaz demek olur.
“Tesbih etmek” sübhanellah demek değildir. Tesbih kalıp değildir, fiildir. Tesbih etmek demek, yüzdürmek demektir, uçurmak demektir. Uçağı veya gemiyi kullanmak demektir. Kaptanlık yapmak demektir. Rablerinin hamdini yüzdürüyorlar anlamı verilir. Yani Rablerinin hamdini yaşatıyorlar demek olur. Buradaki bi mefulün bih gayri sarih için olur.
“Tesbih etmek” demek, verilen görevi yapmak demektir. Devlet görevlisi kamu görevini ifa ederken ne yapar? Kamunun yapacağı görevleri yapar, böylece kamuyu yüzdürür veya uçurur. Yani kamu uçağının uçmasını sağlar.
“Rablerinin hamdi ile tesbih etmek” demek, O’nun adına işler yapmak demektir. Kamu görevlerini yerine getirmek demektir. Topluluk içinde de kamu görevlileri devleti tesbih ederler. Onları görevlerinde ibra ederler.
İnsanlar kolayını bulmuşlar, oturdukları yerde yüz defa “sübhanellah” diyerek görevlerini yapmışlar! Kur’an’daki kelimelere insanlar çok ilkel mânâlar vermişler ve böylece İslâmiyet tarikata dönüşmüştür. Şeytan ne yapıyor? Dinleri hayattan koparıyor, sonra din dualardan ibaret kalıyor. İçten dua değil, ağızda bir takım sözleri ezbere okumak veya okuyanlara amin demekten ibaret kalıyor.
بِحَمْدِ رَبِّهِمْ(Bi XAMDi RabBiHim)
“Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar.”
“Hamd” sarayların cümle kapısıdır. Diğerlerinden farklı olur ki tanınsın. Ayrıca topluluğun oluşması sonucu bir fazl ortaya çıkar. Onu paylaştırmak saraydakilerin görevidir.
Allah muktedir meliktir. Tüm varlıkların ve insanların ihtiyaçlarını kendi fazlı keremiyle gidermektedir. Allah bu fazlı keremini görevlendirdiği melekler vasıtasıyla yapmaktadır. İşte melekler verdiği görevleri yerine getirerek Allah’ın hamde layık olmasında görev almış olurlar.
Burada “Rableri” kelimesi getirilmiştir. Çünkü melekler rutin işler yapmazlar, devamlı evrim ve tekâmül içinde bu işleri yaparlar.
“Rabbin hamdini tesbih etmek” demek, Allah’ın halifesi olarak O’nun verdiği görevleri yapmak demektir. Topluluğun işlerini görmek demektir. Kamuya ait işleri layıkıyla yapıp kamunun görevlerinde eksiklik bırakmamak demektir.
وَيَسْتَغْفِرُونَ(VaYaSTaĞFiRUvNa)
“Ve istiğfar ederler.”
“İstiğfar etmek” demek, bir eksikliğin, yanlışlığın giderilmesi, onarılması demektir.
Miğfer, düşmandan yüz koruyan araçtır. İstiğfar da insanların eksik bıraktığı, yanlış yaptığı şeyleri düzeltmek demektir.
İnsanlar önce serbest bırakılıyor. İyilik yapabildikleri gibi kötülükler de yapıyorlar. Bugünkü dünyamız hep böyledir. Yeryüzü fitne fesatla doludur. Ne var ki sonuç daima iyidir. İnsanlık hep tekâmül etmekte, dünya daha iyi ve daha güzel olmaktadır. Ağrıların ve sancıların sonucu iyi olmaktadır. Bu meleklerin sayesinde olmaktadır.
Melekler bunları nasıl yapmaktadırlar?
- Düzende bir aksama olsa, doğa kanunlarına uymadan bir hareket olsa, onu hemen düzeltirler. Böylece kâinatta fesatlık olmaz.
- Yağmurun yağması gibi ihtimaliyat kanunlarına tâbi olan olaylara müdahale ederek onları istenen şekliyle cereyan etmesini sağlarlar. Olaylar ihtimaliyat kanunları içinde cereyan ettiği için bizim bu müdahaleden haberimiz olmaz.
- İnsanların beyinlerine girerek gerekli ilhamı ve tesiri icra ederek sonunda insan eliyle isteneni yapmış olurlar.
- Yeni projeleri geliştirip evrimi sağlarlar.
لِمَنْ فِي الْأَرْضِ(LiMaN FIy eLEARWı)
“Arzda olanlar için istiğfar ederler.”
Yani arzda olanların eksikliklerini giderirler ve onların yaşamalarını sağlarlar.
Kâinat bir bütündür ve düzen içindedir. Matematik sadece varsayımlarla başlar.
0 ve 1 iki varlık kabul edilir. Sıfır sıfıra eşittir. Bir de bire eşittir. Sıfır bire eşit değildir. Bir de sıfıra eşit değildir. Bunun dışında 0’ın da 1 ile çarpımı sıfır, toplamı da 1’se 1 eder, 0’sa 0 eder. Birin kendisiyle çarpımı kendi eder. Sadece 1 ile 1’in toplamı yeni sayı eder. Sayılar böylece tanımlanır. İşte matematiğin varsayımları bunlardır. Bunlarla bir matematik dünyası oluşur ve yeni sayıların tanımları gerekir. Kesirli sayılar, negatif sayılar ve sanal sayılar. Böylece artık eksik bir şey kalmaz. Kendi içinde her işlem çözümlenebilir. Tam sayı, kesirli sayı, menfi sayı ve sanal sayı olmazsa sayılar sistemi delik deşik olurdu.
İşte kâinat da bu varsayımlar üzerine kurulmuştur. Eksiksiz bir bütündür, kendi kendine yeterlidir. Gerçek sayıların âlemine zâhir, sanal sayıların âlemine bâtın diyoruz.
İnsan ve cin gerçek âlemde, melek ve ruh da bâtın âlemdedir. Bâtın âlemde olanlar gerçek âlemde olanların eksikliklerini tamamlayarak büyük dengeyi korurlar. Allah kâinatı öyle yaratmış ki insan beyni kâinatı anlasın. Yani kâinat matematiğe uygun yaratılmıştır. Örnek verelim. Dik üçgende iki kenarın kareleri toplamı uzun kenarın karesine eşittir. Oysa küre yüzeyinde böyle değildir. Eliptik yüzeyde hiç değildir.
أَلَا(Ea Lav) “Değil mi?”
İnsanları öyle olduğuna uyarmaktadır. Zaten biliyorsunuz ama düşünmüyorsunuz. Onu aklınızın dışında tutuyorsunuz. Neden böyle düşünüyorsunuz, sizin bunun böyle olduğunu bilmeniz yeterli değildir.
إِنَّ اللَّهَ(EinNa elLAHa) “Kesinlikle Allah”
Uyarıdan sonra Allah’ı “inne”nin ismi olarak getirdi. Melekler istiğfar ederler demek, Allah onları o görevi yapmak için görevlendirdi demektir. Onların da emeği olsun da sevap alsınlar, Allah’ın ihsanını kendi melekeleri ile halk etsinler diye o görevi onlara verdi. Yoksa Allah kendisi doğrudan istediğini yapabilirdi. O zaman da O’nun bir işine yaramazdı.
Tüm insanlar kâinatın mahiyetini merak etmişlerdir. Başının ve sonunun ne olduğunu düşünmüşlerdir. Şimdiye kadar tatmin edici sonuçları yalnız peygamberler vermişlerdir.
- Allah vardır. O ezelidir ve ebedidir. Yani başlangıcı ve sonu yoktur. Vacibu’l-vücuttur. Yani O’nun yokluğu bile düşünülemez. O yoksa biz de yokuz. O halde düşünce de yoktur. Dolayısıyla düşünüyorum o halde varım diyen çok esaslı bir ispatı ortaya koymuştur. Düşünüyoruz, varız. Ve düşünüyoruz, o halde var eden vardır. Bunun dışında bir şey üzerinde düşünmemiz mantıksızlıktır. Allah olmasaydı biz de olmazdık. Düşüncemiz de olmazdı. Düşünmeye başladığımız zaman Allah’ın varlığı içinde düşünmek zorundayız. Bizim düşünme önermeleri içinde Allah’ın yokluğu yer almaz. Allah yok diyen ben yokum diyor. Yoksan nasıl yokum diyorsun deriz.
- Kendisine muhatap olacak varlıklar var etmiştir. Var etmektedir. O’nun varlığı o takdirde bir şey ifade eder. Yoksa kendi kendisini var etmeyen, başkasını da var etmeyen bir varlığın varlığı yokluğu aynı olur. Var ama bir iş yapmıyorsa, başka varlıklar da yoksa, varlığı ne işe yarar? O vardır, biz var olalım diye vardır.
- Muhatap olan varlıkların var olması için onların muhtaç oldukları şeylerin karşılanması için gerekenleri var etmesi gerekir. İşte kâinat budur. Melek, ruh, cin ve insanın varlıklarını sürdürmek için yaratılmıştır.
- Böylece Allah kendi var ettiği şuurlu varlıklar ile diyalog içindedir.
هُوَ(HuVa) “O”
Bu zamir fasıl zamiridir. “İnne”den sonra zamir gelmezse “inne” tahkik içindir. Muhatabın tereddütlerini ve inkârlarını gidermek içindir. Tahsis ifade etmez. “Hüve” gelirse tahsis ifade eder. Başkası değil de yalnızca o anlamına gelir.
Burada tahsisi ifade eder. Çünkü mağfiret eden Allah’tır. Mağfiret eden istiğfar eden melekler değildir. Onlar sadece görevlidirler. Ücretlerini devletten alırlar, halka hizmet ederler.
الْغَفُورُ(eLĞaFUvRu) “Gafur olan O’dur.”
Yani insanların eksikliklerini tamamlayıp onu ibra eden kimse O’dur.
Gafûr marifedir. Mesela benim birisine borcum var. Günü geldi, ödeyemedim. Birisi geldi, ödedi, sonra benden aldı. İşte bu beni mağfiret etmiştir. Eksiklikleri, kusurları giderecek mekanizma oluşturuluyorsa, o mağfirettir. Buna sigorta diyoruz.
Mağfiret müessesesi demek aynı zamanda sigorta müessesesi demektir. Allah onun eksikliklerini tamamlar. Bunu kendisinin görevlilerine tamamlatır. Dolayısıyla sistem çökmez. Mağfiret müessesesi demek, dayanışma ortaklığı demektir, sosyal sigorta demektir.
الرَّحِيمُ(5) (elRAXIyMu) “Rahim olan O’dur.”
Karşılık beklemeden iyilik yapma rahmettir. Karşılık beklemeden eksiklikleri ve kusurları kapatma da mağfirettir. Ceza vermemektir. Ama eksiklikleri giderme değildir. Rahmet ise eksikliklerin de giderilmesidir.