Askerliğin bedeli
1172 Okunma, 0 Yorum
Toktamış Ateş - Bugün
Osman Eskicioğlu

Sürekli aynı şeyleri kaleme almamızdan; sanıyorum, sizler de bıktınız, bizler de bıktık.

Fakat öylesine önemli konular dönüyor, dolaşıyor ve yeniden gündemimize geliyor ki bu konudaki, duygu ve düşüncelerimizi, tekrar tekrar yazmaktan geri duramıyoruz. Bunlardan biri de bedelli askerlik.

Şu anda bedelli askerlik yurtdışında belli bir süre çalışan gençlerimize ve yurtdışındaki vatandaşlarımızın, erkek çocuklarına tanınan bir hak; belki de ayrıcalık. Bu işin mantığında yurtdışında çalışmakta olan gençlerimizin askerlik nedeniyle işlerini yitirmeme endişeleri yatıyordu. Zira yabancı işveren, askerlik-maskerlik tanımaz. İşinden bir buçuk yıl ayrılan bir çalışanını yeniden işe alma konusunda çok tereddüt eder. Buna neden olmamak için yurtdışında çalışan gençlerimize, böyle bir olanak tanındı. Fakat biraz aşağıda değineceğim üzere müthiş istismar edildi ve istismar edilmeye devam ediyor.

Bu arada yurtdışında çalışan ailelerin erkek çocuklarına böyle bir hak tanınmasının, bir başka nedeni daha var. Ülke dışında doğan ve eğitim gören ve kimi zaman, Türkçe bilgileri bile kıt olan bu gençlerimizi manevi olarak yitirmemek için böyle kısa da olsa bir eğitimin çok yararlı olacağı açıktır. "Peygamber Ocağı"nda, geçirilecek beş altı hafta, hiç kuşku yok ki; o çocuklarımızda manevi bir güç oluşturacaktır ve oluşturmaktadır.

 Fakat bu düzenleme; maalesef ciddi bir biçimde istismar da edilmektedir. Hayatında ülke dışında, altı ay çalışmamış birtakım zengin ve ayrıcalıklı aile çocukları; yurtdışında çalışmış gösterilecek, bedelli askerlik kapsamına, girmektedir. İlginç olan husus, bunlardan bazıları; "vatan-millet", denildiği zaman, mangalda kül bırakmamaktadır. Atalarımız ne demiş, "Eller şehit, biz gazi..."

Beni, bu konuda çok rahatsız eden bir olay birkaç yıl önce yaşandı. Askerlik çağını geçirmiş olan bir futbolcu askere gitmemek için Yunanistan'da bir takıma transfer oldu. Normal koşullarda, bu türden gençlerimiz yaş haddi nedeniyle pasaport alamaz. Pasaportu olsa bile hudutta yakalarına yapışılır. Fakat bu gencimiz; başkanı, çok "işbilir" bir kulübe transfer olarak, bir yıl orada oynadı. Ve bir yıl sonra "ver elini, Yunanistan..."

Düşünün ki (sanıyorum), o dönemin Genelkurmay Başkanı o kulübün fanatik taraftarıydı ve o işbilir kulüp başkanıyla birlikte, maç seyretmekten pek hoşlanıyordu... Ve o arada dağlarda çocuklarımız, şehit olmaya devam ediyordu.

İnsan utanır...

1999 İzmit Depremi sonrasında ortaya çıkan maddi yıkıntıyı, biraz olsun hafifletmek amacıyla; birkaç dönem için bedelli askerlik yeniden kondu. Bu vesile ile askere gitmek istemelerine rağmen gidemeyen gençlerimizden oluşan birikim bir nebze azaldı. Fakat bunu uzun sürdürmek mümkün değildi.

Geçmişte özellikle yedek subaylık hakkını elde etmiş gençlerimizin, çok birikmesi nedeniyle "kısa dönem yedek subaylık", ihdas edildi. Ve bir birikim de öyle inceltildi. Zaten günümüzde, yedek subaylık hakkı olan gençlerimiz; eğer ihtiyaç yoksa ve bu haklarından vazgeçerlerse; askerliklerini daha kısa bir süre yapma hakkına sahipler. Yakın çevremde bunu yapan var. Hiçbiri de pişman değil. Kaldı ki artık Silahlı Kuvvetlerimizde, "nitelikli" erlere de şiddetle gereksinim var. Ve bu yöntemle bu gereksinim, bir ölçüde gideriliyor.

Yakın ve uzak geçmişte yaşanan bu deneyimleri sıraladıktan sonra şimdi şunu söyleyeyim ki bedelli askerliğe şiddetle karşıyım. Zira burada ciddi bir haksızlık var.

Bugün Türkiye'de, bir terör tehdit ve tehlikesi var ve askerdeki çocuklarımızın bir bölümü bunun etkisi altında. Özellikle duyarlı bölgelerde, askerlik hizmetini yapan çocuklarımızın aileleri ciddi endişeler duyuyor. Arkadaşlarım arasında çocukları Güneydoğu ve Doğu'da askerlik yapanlar var. Aileleri pek renk vermek istemiyor ama gözleri ve kulakları haberlerde. "Bir şehit haberi geldi", anonsunu duyduklarında renkleri bembeyaz oluyor.

Eğer, toplumumuzun böyle bir sıkıntısı, böyle bir deri varsa bunu tüm vatandaşlar, eşit olarak paylaşmalı. Tüm Anayasalarımızda yer alan "Sevinçte ve tasada birlik", başka türlü yaşama geçebilir mi? Zaten, gene atalarımızın dile getirdiği üzere "Dertler, paylaşıldıkça azalır..."

Evet, bedelli askerliğe karşıyım ama bu konuda, bir de çözüm önermemiz gerekir. Zira ortada bir başka sorun var. Türkiye'nin nüfusu 25 milyonken askerlik çağına giren gençler, askere gidiyor ve (tahminen) yarım milyonluk bir ordu, silâhaltında oluyordu. Şimdi nüfusumuz, 70 milyonu geçti ve (her ne kadar, yetkili kumandanlar, bunun aksini dile getiriyorlarsa da), ihtiyaç fazlası var. Bunu da çözmek gerek. Zira askere gitmeyene; pek iş de vermiyorlar aş da vermiyorlar...

İlk akla gelen, "süreyi kısaltmak." Fakat bu de gerçekçi bir yaklaşım değil. Zira bir eri, "yetiştirmek" için harcanan, zamana ve kaynağa baktığımız zaman bu erden belirli bir süre yararlanılması gerek.

İkinci olarak akla "profesyonel ordu" geliyor. Ancak bu durumda da askerlik hizmetinin gençlerimize verebileceği manevi değerlerden vazgeçmek gerekir. Özellikle ülkenin farklı yerlerini tanımak yeni insanları tanımak ve kaynaşmak sorumluluk taşımak vb. gibi konular ihmal edilemez.

Bence, bu işin çözümü "kura çekilmesinde." Ancak kura sonrasında "becayiş" yani "hak devri" olmamalı...

 Yorum:

KAMUYU BİLMEYEN BEDELLİ ASKERLİĞİ BİLİR Mİ?

Birey ile toplumu, fert ile devleti anlayamayan, tanıyamayan ve bilemeyen bir medeniyet ve kültür ile karşı karşıyayız. Toktamış Ateş Bey sürekli aynı şeyleri yazmaktan bıkmış; biz de bu birey ile toplumu dile getirmekten bıkıp usandık, diyebiliriz. Evet, tekrar ediyorum; bugün yaşadığımız bu medeniyet ve bu kültür birey ile toplum ya da fert ile devlet cahilidir. Bir zamanlar kamusal alan, kamusal alan nakaratı yapanlara şu kamusal alanı bir tarif edin de bakalım ne diyeceksisiniz, deseniz tarif edemezler. Çünkü bu Rönesans medeniyeti insan cahilidir. İnsanı, bireyi ve toplumu, beşeri olayları biricik bilgi vasıtaları olan laboratuara sokup mercek altına alamadı bu medeniyet denilen cehalet. Çünkü beşeri olaylar laboratuara girmezler, giremezler. Rahmetli Seyyid Kutup bir zamanlar Yirminci Asrın Cehaleti diye bir kitap yazmıştı. Kutup, doğru bir isim vermiş kitabına. Zira bu yirminci asır ve bugün bu medeni dünya, tam bir cahiliye devrini yaşamaktadır.  Evet, yine söylüyorum bu çağ cahildir; insan cahilidir; birey ve toplum, fert ile devlet ve aile cahilidir. Çünkü bu medeniyeti kuranlar karıncalara baktılar toplum yaptılar, arılara baktılar devlet kurdular. Bunların kılavuzu hayvanlardır, kargalardır; insanı arayanlar, beşeri olayları araştıranlar, hayvan davranışlarını örnek aldılar. Her şey deney, gözlem ve laboratuardır dediler. Felsefe bataklığına saplanan Batı dünyası ve beyinlerinde insan üreten bu Batı zihniyeti, rasyonalizm diyerek empirizm diyerek bölücülük yaptı. Eşya benim gördüğüm gibi olmak zorunda, benim aklım ne derse o olur, her şey benim düşündüğüm gibidir, dedi. Veya her şey, deney gözlem ve laboratuardır, onun için deneyden ve tecrübeden çıkıp gelmeyen bir fikir, fikir değildir dedi.

İşte bu ifrat ve tefritler arasında bir oraya, bir buraya koşan ve şaşırıp kalan insanlar, bireysel görev ile toplumsal görevi birbirine karıştırdılar. Askerler işte bunun için siyasete karışıyor, siyaset de insana, onun giyim kuşamına karışıyor, yamasa yürütmeye, yürütme de yasamaya karışıyor. Saksağanın yürüyüşte keklik olmaya kalktığı gibi, yargı da doğalı bırakıp keyfiliğe ve yapaycılığa kaçıyor, kendisini yasamanın yerine koymaya kalkıyor. Çünkü bu işbölümü doğal olmadığı gibi, bu görevler de doğal yollarla dağılmamıştır. İşte insanın adresini kaybedenler, böyle tam bir kargaşa ortamına düştüler. Bu tartışmalar, vuruşmalar ve çarpışmalar ondandır. Hâlbuki insan ruh ve bedendir; yani din ve bilimdir. Dine düşman olanlar, onun yerine hayvan davranışlarını ikame etmek istediler ve böylece bir hilkat garibesi toplum ortaya çıktı. Hâlbuki insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlıktır. İşte bu kendi doğal düzlemlerini terk eden birey ve toplumlar, fert ve devletler hayat adına, yaşayama adına saksağanın yürüyüşte yaptığı gibi, sekmeler ve sıçramalar yapıyorlar. 

Bir görev, ya bireye aittir veya topluma aittir. Bireye ait olan göreve bizim kültürümüzde farzı ayn denir. Topluma ait olan göreve de farzı kifaye denir. Ahmet’in yemesiyle Mehmet’in karnı doymaz. Doyması için Mehmet bizzat kendisi yiyecektir ve görevi bizzat kendisi yapacaktır.  Buna zorunlu bireysel alan adı verilir. Bir de topluma ait olan ortak işler ve ortak görevler vardır. Bunlarda önemli olan görevin yerine getirilmesidir. Yoksa onu kimin yaptığı mühim değildir. Böyle görevleri de Ali olmazsa veli yapar, Hasan olmazsa Hüseyin yerine getirir. İşte bunu bilmeyenler yani farzı kifayenin toplum açısından ne ifade ettiğini bilmeyenler herkesi askere götürürler. Hatta asker millet safsatasını uydururlar. Hâlbuki toplumda askerlik değil sivillik esastır. Asıl olan sağlıktır, hastalık değil, asıl olan barıştır, savaş değil. Savaşı toplumda asıl hale getirenler, hayat mücadeleden ibarettir dediler, “asker millet” dediler. 

Askerlik peygamber ocağı da ilim yuvası peygamber ocağı değil mi? Devleti ve toplumu temsil etme demek olan siyaset görevi, peygamber ocağı değil mi? Hz. Peygamber toplumunu bizzat kendisi yönetmedi mi? Yine Hz. Peygamber aynı zamanda bir hakem değil miydi? Buna göre yargı kurumu da neden bir peygamber ocağı değil de sadece asker peygamber ocağı olsun. Hayır, hayır bu anlayışlar yanlıştır. Toplumu meydana getiren tüm kurumlar peygamber ocağıdır ve peygamber kurumlarıdırlar. Fakat Hz. Muhammed’in “Âlimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiş olur.”[1], buyurmasıyla asıl ilim yuvalarının peygamber ocağı olduğu görülmektedir. 

Bir toplumda bir ömür boyu hasta olan kimseler vardır ve olabilir. Ama bir toplum kendisi ömür boyu hasta olamaz. Yanlışlar ve hatalar yapamaz; arızalar ve ikame kanunları, asalet yerine vekâletle yürütülen işler ebedi gitmez, gidemez; çünkü zararlar doğar, ilaçların bedende yaptığı gibi, toplumda yan tesirler meydana gelir.

  Savaş asıl değildir, geçici bir şeydir; öyleyse askerlik merkeze alınarak, amaç ve devamlı kabul edilerek, herkes metazori askerlik görevini bizzat kendisi yapacak denemez. Bu eşyanın tabiatına ters düşer. Zira ülke savunası bir kısım kimselerle yerine getiriliyorsa diğer kişilerin askere gitme görevleri üzerlerinden düşer. Onun için herkes askere gidecek hükmü bir fazlalıktan ibarettir ve israftır.

İşin esasına gelecek olursak bir toplumda iş bölümü vardır. Bir evde anne ve baba arasında bir işbölümü olduğu gibi, toplumda da kadın erkek arasında bir işbölümü vardır. İnsan vücudunda organlar arasında vazife taksimi olduğu gibi toplumda da bir takım görev taksimi olur. Kadın çocuğunu doğurup süt verirken erkek de aile ekonomisini ve ülke savunmasını üzerine almıştır. Şu halde askerlik erkeklerin görevi olup akıl baliğ olan her erkek, memleketi savunma konusunda üzerine düşen vazifeyi yerine getirecektir. Ancak bu ülke savunması, yemek yemek gibi herkesin bizzat kendisinin katılması ve yapması gereken bir görev türünden olmadığı için, isteyen bedel verir, dileyen de askere gider. Yani isteyen askere gider, isteyen bedelini verir. Yalnız askere gitmeyen bir kimse bedel vermek zorundadır. Buna göre eğer bu görev ülkeyi savunma görevi, sadece bu askere katılanların iştirakleri ile yerine getirilemiyorsa o zaman farzı kifaye farzı ayn haline dönüşür ve herkesin askere bizzat katılması ve görevini bizzat kendisinin yapması gerekir.   

Netice olarak hayat doğaldır-ilahidir. Hayattaki işbölümü, toplumdaki görev taksimi kadın erkek, birey ve toplum arasında doğal yollarla yapılır. Hayatta normal ve anormal durumlar vardır; inişler ve çıkışlar vardır. Fakat olumlu ve müspet olanlar devamlı, menfi ve olumsuz olanlar ise geçicidir. Onun için toplumda her şey ve her olaya kendi konumu ve durumuna göre değer verilir ve kendine uygun bir muamele yapılır. O yüzden toplumu ve onun doğal halini ve doğal olması lazım gelen kurumlarını yapaylığa sürükleyemezsiniz ve yapay yapamazsınız. Yapaycılığa başladığınız andan itibaren hastalıktan, stresten bela ve musibetten, bugün olduğu gibi toplumsal olaylardan ve problemlerden kurtulamazsınız.

 

Osman Eskicioğlu






Sayı: 47 | Tarih: 2.05.2010
Mahir Kaynak
Kararı kim verir?
3247 Okunma
26 Yorum
Süleyman Karagülle
Mümtazer Türköne
Askerin itibarını kimler yere serdi?
1546 Okunma
Arif Ersoy
Ahmet Hakan
Danıştay saldırısına dair kişisel tutanak
1532 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Şevket Eygi
Ahlak İledir Nizamı Âlem
1398 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ali Bulaç
Pozitif ayrımcılık
1391 Okunma
Ahmet Yasir Erol
Mehmet Altan
Lafı bırak,27 Nisanda ne yaptın
1381 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Hayrettin Karaman
Zuhr-i ahir
1376 Okunma
Hilmi Altın
Zülfü Livaneli
Ahlaki çöküş
1356 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mehmet Niyazi
Metafizik ve gülümseme
1342 Okunma
Abdurrahman Erol
Nazlı Ilıcak
Askerle buluşan üyeler kim?
1314 Okunma
Fatma Karuç
Reşat Nuri Erol
Sömürünün sebepleri
1308 Okunma
2 Yorum
Ilker Ardic
Dücane Cündioğlu
Müslüman Ateistle Diyalog
1276 Okunma
Abdülkadir Altınhan
Ruşen Çakır
Medyadan yayılan nefret
1262 Okunma
Tayibet Erzen
Ebubekir Sifil
Başka İşimiz Yok mu?
1241 Okunma
Zafer Kafkas
Fehmi Koru
Daha ahlâklı bir toplum arzusu
1228 Okunma
Ahmet Kirtekin
Oktay Ekşi
Barzani Geliyormuş
1199 Okunma
2 Yorum
Vahap Alma
Can Ataklı
Dün bir kırılma noktasıydı
1198 Okunma
Mesut Karaaytu
Toktamış Ateş
Askerliğin bedeli
1172 Okunma
Osman Eskicioğlu


© 2024 - Akevler