— "Söylentiye göre, ağ, büyüklüğüne, genişliğine, biçimine, sağlamlığına, tuzaklara göre kendisi için gerekli örümceği örermiş."
Villa Amalia'da böyle söyler Pascal Quignard.
Hani şu, "Dünyanın Tüm Sabahları" adlı muhteşem filmin kendisinden uyarlandığı romanın sessiz yazarı.
Ne kadar da doğru!
Hakikaten de ağı ören her ne kadar örümcekse de örümceğe karakterini kazandıran da bir o kadar ağın kendisi değil midir?
Öyledir.
* * *
İmdi, Georges-Louis Leclerc'in üslûb hakkındaki o ünlü vecizesini hatırlamanın tam da sırası.
Buffon Kontu, Fransız Akademisi'ne seçilmesi vesilesiyle îrad ettiği "Discours sur le style" (25 ağustos 1753) başlıklı nutkunda aynen şöyle der:
— "Le style c'est l'homme même!"
Bu vecizenin Osmanlıcasının, hakikate tanıklık etmek bakımından aslından hiç ama hiç farkı yoktur:
— Üslûb-ı beyan aynıyla insan!
Yani hiçbir kepçe, kazanda olmayanı dışarı çıkaramaz.
VE nefis en çok dil sürçmelerinde tecellî eder; kişinin kendini kontrol edemediği anlarda... neyse o olduğunda... doğal olduğunda... kendi olduğunda...
İnsan en çok ne zaman doğal olur ve/veya en çok ne zaman kendi olur?
Elbette, kızıp öfkelendiğinde ve/veya şiddetle arzuladığında...
Niçin?
Çünkü insan ancak kendini (akıl yoluyla) kontrol edemeyecek denli duygularının tesirinde olduğu zamanlar tüm çıplaklığıyla bâtınını gözler önüne serer. En doğal ânı, hakikatte en duygusal ânıdır.
En kontrolsüz olduğu an!
Bu nedenledir ki ne kadar baskılamaya çalışırsa çalışsın, üslûbu, muhakkak kişinin mizac ve karakterini ele verir.
Zuhurun şiddeti, zuhur edecek olanın (zahir'in) varlığa gelmek iştiyakının şiddetincedir. Varolmak iştiyakı şiddetten yoksun olduğunda, ortada ne cilveden, ne tecelliden eser kalır.
Yaratılan aynı zamanda yaratandır, kaçınılmaz olarak.
* * *
"Duygular, yaşam üslûbuyla aslâ çelişmez!" derken Alfred Adler'in de söylemeye çalıştığı budur aslında.
Balzac yaşadığı gibi yazdı, Hugo da öyle. (Balzac, Hugo'nun tam da aksine güçlü olanı önceden teşhis edip yanında almayı ömrü boyunca beceremedi. Hep geç kaldı.)
Tevfik Fikret'le Mehmed Akif'in şiirleri arasındaki farkı ortaya çıkaranın kişilikleri olduğunu söylediğimizde, acaba o kişilikleri ortaya çıkaranın ne'liğini merak etmekten vaz mı geçeceğiz?
Şairler şiirlerini şekillendirdikleri kadar şiirleri de onları şekillendirir. Her daim yaşama biçimlerinin içinde saklıdır şiiriyetleri.
Bunda kuşku yok!
David'in veya Ingres'in üslûbuyla Delacroix'nın veya Turner'ın üslûbu, sadece sanatlarıyla değil, yaşamlarıyla da belirlenmiştir.
Van Gogh'la Paul Gauguin'i, Henri de Touluse-Lautrec'le Edgar Degas'yı bütünüyle birbirinden ayıran üslûb farklarını acaba nerede arayıp bulacağız? Tablolarında mı, yaşamlarında mı?
* * *
Soru ne yapıp edip kendisini gözönünde tutmaya devam ediyor.
Bu kaçınılmaz. Çünkü eser ile müessir arasında olduğu gibi, örümcek ile ağ arasında da diyalektik bir ilişki var. Eser sahibi eserinin mahiyetini nasıl etkiliyorsa, eser de aynı şekilde sahibini etkiliyor ve hatta belirliyor.
Ne var ki akıl burada kendi yasasını dayatabilir: "Bir şeyin nedeni olan şeye, neden olduğu o şeyin kendisi neden olamaz!" (Başka bir ifadeyle: "İllet olan şey kendi malûlü için malûl olmaz.")
Füsus'ul-Hikem şarihi Ahmed Avni Konuk'un bu yasa hakkında yaptığı yorumun nazar-ı dikkatten kaçmasına izin vermeyelim:
Kendisi, Tecellî İlmi'nin aklın bu hükmünü feshettiğini söyler; ve zikredeceği misâlin, Batılıların skolastik tabir ettikleri kıyl u kal cinsinden olmayıp bir hakikat-ı zahire olduğunu bilhassa belirtir:
Zikrettikleri misâli, kendi ifadeleriyle aynen aktarıyorum:
— "Bir hattatın yazdığı levhanın illeti o hattatın vücududur. Zira hattatın vücudu olmasa o levha mevcud olmaz idi. Binaenaleyh hattatın vücudu illet ve levhanın vücudu da o illetin malûlüdür. Fakat o kimsenin nisebinden bir nisbet olan hattatiyet [hattatlık] sıfatı olmayıp da bu sıfat ondan bir levha yazıp izhar etmesini lisan-ı isti'dad ile taleb etmese, o şahıstan bu levha zuhûra gelmezdi. Şu hâlde levhanın icadına sebep olan şey kendi mucidinden vücudunu taleb etmesidir. Bu surette levha malûl iken, emr-i ızharın (tecellînin) illeti olur; ve bu vechile illet olan hattatın vücudu, emr-i ızharda kendinin illeti olan levha-i malûlün illeti olmuş olur. (Yani hattatın vücudu emr-i ızharda malûl ve hem de levhanın icadına illet olduğu gibi, levhanın vücudu dahi hem illet ve hem de malûl olur.)"
Keşke daha anlaşılır bir Türkçe kullansaydı diye düşünüyorsan ey talib, dikkat et, çünkü sözün özü şu:
Bir şeyin nedeni olan şeye, neden olduğu o şeyin kendisi pekâlâ neden olur.
Dilersen, aynı hakikati, seni etkileyeceğini bildiğim bir Alman düşünürden de aktarabilirim; Martin Heidegger'den...
— "Der Künstler ist der Ursprung des Werkes. Das Werk ist der Ursprung des Künstlers. Keines ist ohne das andere." (Sanatçı eserin sebebidir. Eser de sanatçının sebebidir. Biri olmaksızın diğeri olmaz!)
* * *
Demek oluyor ki cilve ve tecellinin bilgisini her şeye rağmen akıldan değil, aksine şehvet ve öfkenin özünden temin edeceğiz.
Masumiyeti bize günahlarımız öğretecek. Güya sultanı olduğumuz şu ağ! Gerçekte varlık sebebimiz.
Yorum:
Âyinesi İştir Kişinin Lafa Bakılmaz
Bir siyasi ve sanatçının sözüdür bu başlık. Ziya Paşa’nın muhteşem vecîzelerinden biridir. Halkın atasözü niteliğinde gördüğü; Ziya Paşa sözlerinden bir incidir, bu kelam. Mehmet Akif’in tahkîr ettiği bir adamın sözüdür. Kişileri konuşmak şu an bize bir fayda vermez o yüzden bu sözün bugün ne uyandırdığını ve bu ülke de ne anlama geldiğine bakmalıyız.
Maalesef ki yaşadığımız şu toplumda insanımız her zaman kimin ne yaptığına değil onun hakkında söylenilenlerin nasıl olduğuna bakmakta ve bu söylentiler neticesinde o şahıs, kurum ve sistemi yargılamaktadır. Bundan nasibini alanlar da genelde islami parti, kurum ve kuruluşlar olmuştur. Ve şu an hükümet bu yaranın ağır sancılarını çekmekte ve onu bir zamanlar destekleyenler daha çok ona köstek olmaktalar ve ilk anda onun yanında saf almayıp ona reddiyelerde bulunanlar, şu vakitte daha çok hücuma kalkışmaktalar kaynak aynı olmasına rağmen.
Hükümeti her daim eleştirmek ona sahici muhalafet olmak politikasını değil onu yıpratma politikasını esas almaktan öte bir şey değildir artık.
7 senede yapılanlar unutulmuş ya da hiç görülmemiştir. Peki neden, niçin? Sebeb belli hükümet artık palazlanınca Türkiye Cumhuriyeti son ekonomi-politik olaylarla dışarıda palazlanınca ve gücünü gösterince bu coni ağabeylerin hoşuna gitmemiş ve içerideki laicous taifenin 80 yıllık iktidarını da sarsmış ki kartel basınla onu hiçe sayma siyaseti oynanmıştır. Bu olanlar neyse bu düşmanlarımızın temel doktrinidir zaten peki bizim kardeşlerimiz saygıdeğer Milli Görüşçü arkadaşlarımız niye farksız niye hala görmüyorlar. Katsayı zulmünün büyük bir oranla çözüldüğünü, niye hala görmek istemiyorlar hocamızı deviren taifenin üzerine gidip hesap sorulduğunu, neden yüz çeviriyorlar ve inanmıyorlar IMF’ye rest çekildiğine, ne çabuk unuttular 200 senedir ezilmiş bir Türkiye politikasının Davos fethiyle daha geçen sene son bulduğunu.
Neden Ak partiyi bu işlerle yorumlamıyorlar ey kâri?