16 Mart 2010, Salı
Tarihimizin felaketleri ve rezaletlerini, yol açtığı acı sonuçlarına göre sıralamaya kalksak, ilk başa Balkan Savaşları'nı yerleştirmemiz gerekir. Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu'nun asıl ağırlık merkezi olarak kabul ettiği Balkanları kaybetmesi ile sonuçlandı.
Kaybedilen topraklarda nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Müslümanlar, büyük bir katliama uğradı. Sayı, birkaç milyon olarak hesaplanıyor. Kaçıp kurtulan Balkan muhacirleri mübadele ile gelenlerle birlikte bugünkü nüfusumuzun önemli bir kısmını meydana getiriyor.
Yaşanan rezaleti anlatmak için şu olay yeterli. Savaş, Balkan çeteleri ile Türk ordusu arasında. Denge açık ara bizim lehimizde. Avrupa devletleri savaş patlayınca, Osmanlı Devleti'nin toprak kazanacağını hesapladığı için, savaş öncesi sınırların korunacağı taahhüdünde bulunuyor. Türk tarafının Edirne dahil bütün Balkanları kaybetmesi ve Midye-Enez hattını kabul etmesi, herkesi şaşırtıyor.
Bu büyük rezaletin bir tek sebebi var: Ordu'daki subayların boğazlarına kadar politikanın içine batması. Dışarıdan bakıldığında görülmeyen çürüme, siyasetin ordunun bütün hiyerarşisini ve disiplinini yok etmiş olması. Sadece bir örnek. Selanik'te Tahsin Paşa'nın komuta ettiği redif kolordusu, tek mermi atmadan gerilla harbi yürüten çetelere teslim olurken, subay kadrosunun siyaseti çok iyi bildiğinden kimsenin kuşkusu yoktu.
Üzerinden neredeyse tam bir asır geçmiş olan Balkan Savaşları rezaleti, siyasete bulaşan subayın bu ülkeye vereceği zararın tarihî hafızadaki büyük kirli gölgesidir. Eğer subayınız siyasetle uğraşıyor, üzerindeki üniforma ile hükümetler yıkıp hükümetler kuruyorsa, o ülkenin sahip olduğu her şey tehlike içindedir.
Deniz Baykal'ın Balkan Savaşları uyarısı bu yüzden yerinde bir uyarı. Siyaset kışlaya girmemeli. Girerse ne olur? Felaketle karşılaşırız. Ama bu uyarı çok geç kalmış bir uyarı. Türkiye'de Ordu, 27 Mayıs'tan bu yana tam 50 yıldır siyasetin içinde. Bırakın siyasetin içinde olmayı, doğrudan Kışla'nın içinde üretilen siyasetle ülke yönetildi. Ve artık oturup adam gibi bu yarım asrın muhasebesini yapmalıyız. Çok ağır bedeller ödedik. Çok büyük rezaletler ve felaketler yaşadık.
Son elli yılı, askerin topuyla, tüfeğiyle, kurduğu yasal düzenlerle velhasıl her şeyiyle, tıpkı Balkan Savaşları'nda olduğu gibi gırtlağına kadar siyasetin içinde olduğu bir dönem olarak hatırlayacağız. Balkan Savaşları'nda olduğu gibi toprak kaybına uğramamış olmamızın sebebi, ulus devlet düzenlerinin artık oturmuş olması ve Soğuk Savaş'ta NATO şemsiyesinden ibaret. Ama bu elli yıl içinde yaşadığımız felaketlerle, Balkan Savaşları arasında kurulacak epeyce benzerlik var.
Türkiye, 1950'li yıllarda yakaladığı ve kullanmaya başladığı fırsatları 27 Mayıs'ın kör kuyusunda tüketti. 1960'lı ve 70'li yıllarda ağır bedeller ödediğimiz toplumsal şiddet, bu şiddetten iktidar planları çıkartan darbeciler olmasaydı bu kadar yıkıcı olmayacaktı. Bugün önümüze dökülen Balyoz, Kafes gibi planlara bakın. Bu planlardaki eylemlerin toplumu sürükleyeceği kaosu, hangi dış düşman yaratabilir? Ve son olarak bu geçen elli yılın tam yarısını kapsayan terör sorunu, siyasete ve devlet yönetmeye hevesli askerin içinden çıkılmaz hale getirdiği Kürt sorununun sonucu değil miydi? 1983 yılında 12 Eylül Cuntası'nın giderayak çıkarttığı ve özel hayatta bile Kürtçe konuşma yasağı getiren yasayı hatırlamak yeterli.
Silahlı vesayet düzeni, demokrasi aşkımızdan önce bu düzenin yol açtığı bedeller katlanamaz hale geldiği için tasfiye ediliyor. Son üç yılın tartışmalarına ve katlanmak zorunda kaldığımız rezaletlere dönüp bakalım. Türkiye bütün enerjisini, askerini siyasetin dışına çekebilmek için harcıyor. Askerin Türkiye'yi sürüklediği paranoyalarla malûl atmosfer kara bir delik gibi gücümüzü tüketmiyor mu?
Baykal'ın Balkan Savaşları uyarısı çok yerinde. Onun da hatırlaması lâzım. Balkan Savaşları'nda hükümet burnunu kışlaya sokmamıştı; tersine askerler ellerindeki silahı siyaset için kullanırken ülkeyi savunacak halleri kalmamıştı. Ve bu yüzden Atatürk, Cumhuriyet'i kurar kurmaz askerleri siyasetin dışına çıkarmıştı.
Yorum:
Hukuk düzeninde kuruluş amaçlarına göre kurumların görev ve yetkileri net ve açık bir şekilde belirtilmiştir.
Keyfi ve diktadörlüklerde kurumların görev ve yetkileri net belirlenmemiştir. Siyasi, iktisadi ve askeri güçleri denetimleri altında bulunurlar her alana müdahale eder, kurumların kuruluş amaçlarının dışına çıkmaları engellenemez. Çünkü önceden belli olan net ve açık hukuk kuralları yoktur.
Hukun üstün kılınmadığı toplumlarda kişilerin keyfi istek ve iradeleri kural haline gelir. Kurumlar asli işlevlerini yerine getirmez. Diktatörlük keyfi bir düzen olduğu ve kurallar insan hak ve özgürlüklerini kuruyan hukuki normlar olmadığı için rejimlerin en kötüsüdür. Bu düzende diktatörlerin sahıslarının iyi ve vatanperver olmaları bir şey değiştirmez. Rejim kötü olduğu için iyi insanlar da kötü işler yapmaktan kendilerini alı koyamazlar.
Hemen her hukuk düzeninde askeriyenin görev alanı net ve açık bir şekilde belirlenmiştir. Askeler ülkeyi dış saldırılara karşı korumakla yükümlüdürler. İç güven ve huzuru sivil iktidarın emrinde olan ve sivil hukuka göre görev ve yetkileri belli olan kolluk kuvvetleri sağlar. Askerler değil. Olaganüstü hallerde yasalarla belli olan görevler için siyasi iktidar süre ve alanı belli olan durumlarda askeriyeden yardım ve destek isteyebilir. Aseker ülke için dış tehlikenin bulunduğu yerlerde konuçlandırılır. Askeri eğitim ülkeyi dış saldırlara karşı koruyacak esas ve ilkeleri içerir. Asker buna göre eğtilir ve silahlandırılır.
Askerin iç güvenlikle görevlendirilmesi, askerlik kurumunun varlık nedenine aykırıdır. Ülke içi güvenliğin askere varilmesi hem askeriyeyi dejenere eder, hem de sivil rejimin zamanla diktalaşmasına yol açar. Böyel rejimlerde askeriyeyi siyasetin dışında tutmak güçleşir.
Ülke içinde iktidara gelme yarışında olan kesimler, normal yollarla iktidar olma ümitleri zayıflar ise, askerle iş birliği yapma yollarını ararlar. İktidarda olanlar iktidarı kaybetme korkusuna kapılırlar ise iktidarda kalmak için askeriyeyi kullanma yollarına baş vurablirler. İç güvenlik işlerine kısmen de olsa askeriyenin müdahil olduğu rejimlerde askeriyeyi siyasetten uzak tutmak mümkün değildir. Asker iyi organize olduğu ve elinde silah bulunduğundan denetim alanını genişletmek ister.
Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu dönemde İstanbul’a bulunan saker saysı sınırlı düzeyde tutulmuştur. İstanbul’da sker saysının artırılması dış savunmayı zayıflattığı gibi askeriyenin siyasete karışmasına yol açmıştır. Saraydaki entirikacılar sürekli askeriye içinde taraftar bulmaya uğraşmışlar; iç siyan ve kalkışmalar çışkırtılmıştır. Siyasette ağırlığını hissettirmek için yapay tehlikeler ve düşmanlar üretme yollarına gidilmiştir.
Dış mihraklarla sürekli işbirliği içinde bulunan İttihatçıların gizli kanadı dış mihraklarla irtibat kurmuşlardır. İttihatçıların gizli kanadı (ergenekoncuları) o döenmin emperyalist güçlerile işbirliği yapmış; millete ve hükümdara karşı çeşitli kopmlulara karışmıştur. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran yanlış politikların izlenmesine ortam hazırlanmıştır.
Türkiye bu bölgenin güçlü devleti olması için her alanda hukukun üstünlüğünü sağlayacak başta anayasa olmak üzere temel hukuki düzenlemeleri gecikmeden yapmalı. Askerirye sadece ve sadece ülkenin dış savunması ile görevlendirilmeli.
Yetki ve sorumlumlulukları kuruluş amacına göre hukuki kurallar ile net ve açık olarak belirlenmeyen kurumlar ilgi alanlarının dışına çıkar ve hukuki olmayan müdahaleler yaparlarsa sosyal düzen ve enge bozulur. Kuruluş gayelerinin dışına çıkan kurumların varlık nedeni tartışıl hale gelir. Böyle kurumlar hem kendi varlıklarını, hem de mensubu bulundukları devletin varlığını tehdit eder hale gelebilirler.
Devlet dış saldırlara karşı askeri güç ile korunur. Devlet hukukun üstün kılınması ve adlaetin tesis edilmesiyle güçlendirilir ve yaşatılır. Keyfi idareciler, devletlerin ömrünü kısaltırlar. Devleti güçsüzleştirirler. Çöküş sürecini hızlandırırlar.