Washington'da Kongre Dış İlişkiler Komisyonu'nda yapılan oylamanın '23-22' bitmesinin Türkiye-Ermenistan ilişkilerini çok aşan bir boyutu var: orada sınanan, aslında, ABD'nin dış politika öncelikleridir.
Türkiye-ABD ilişkileri son birkaç yıl içerisinde önceki hiçbir dönemle karşılaştırılamayacak bir yakınlığa kavuştu. Turgut Özal dış politikada etkili olduğu dönemde hep böyle bir yakınlık rüyası görmüştü; ancak şimdi tanık olduğumuza benzer bir sıcak ilişki tarzını gerçekleştirebildiği söylenemez. Ak Parti'nin sıkıntılı başlayan ve 1 Mart tezkeresi yüzünden krize giren ABD ile ilişkisi şimdilerde en zirve noktasında...
O yıl New York'ta yapılan 2002 Davos toplantısı çağrılısı olarak ABD'ye giden Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün de aralarında bulunduğu Ak Parti heyeti, Washington'da soğuk karşılanmıştı. Dışişleri Bakanlığı'nda üçüncü derece memurlara muhatap edilmişler, düşünce kuruluşlarından yalnızca CSIS ile MEI kendilerine kapılarını açmıştı.
ABD Ankara Büyükelçiliğinin 3 Kasım 2002 seçimi öncesinde Washington'a gönderdiği raporlarda, Ak Parti sandıktan birinci olarak çıksa bile, ülkenin bir süre 'CHP-MHP koalisyonu' ile yönetileceği öngörüsünde bulunduğu anlaşılıyor.
Bugünden geriye bakıldığında şu değerlendirme yapılabilir: Kimine göre 'stratejik ortaklık', kimine göre ise 'model ortaklık' olarak sunulan iki ülke arasındaki ilişkiler, Ak Parti hükümetinin dış politika önceliklerinin bir sonucu olarak oluşmuştur ve ABD'ye vaktiyle 'Çağdaş Roma İmparatorluğu' konumu biçmiş politik çevreler bu yeni gerçekliği hazımda zorlanmaktadır.
'Çağdaş Roma' haline dönüşemediyse ABD, o çevreler, bunu, Türkiye'nin 1 Mart tezkeresi'ne bağlamaktalar...
İsrail'e Davos'ta çekilen "One Minute" ince ayarı fiske gibi kalıyor surata şamar gibi inen 1 Mart tezkeresi yanında...
George W. Bush'un Afganistan ve Irak'a dönük politikaları planlandığı üzre gidebilseydi, ortaya çıkacak Amerika heyülası, İsrail'i Çağdaş Roma'nın uzak karakolu haline dönüştürecekti. Oysa ne oldu? 1 Mart tezkeresi sonrası cereyan eden olaylar İsrail'i denklemden dışarıya itti ve yerine Türkiye'yi geçirdi. Hem de kendiliğinden...
Özellikle ABD'nin 'süpergüç' olma özelliğini bir 'emperyal güce' dönüştürüp yeni dünya düzenini kuvvet bile kullanmak gerekmeden sonuç alınan yeni bir zemine oturtacaklarını planlayanlar açısından hazmı hiç de kolay olmayan bir durum bu...
Plancıların 'İsrail' için biçtikleri rolün doğal sahibi bugün Türkiye'dir ve bu öngörülememiş gelişme en fazla yeni düzen planlayıcılarının uykusunu kaçırıyor. İsrail'i bağrına basan bir Türkiye olsaydı neyse de, İsrail'i sistem-dışılığa iten bir Türkiye? Böyle bir Türkiye'nin Başkan Barack Obama'nın deyimiyle 'ABD ile model ortak' konumuna gelmesi Amerikan iç politika dengelerine tam uyumlu değil. Henüz değil...
Komisyon'un Musevi başkanının koridordan üye toplayarak Ermeni tasarısını kurtarma derdine düşmesi, Komisyon'un Musevi üyelerinin blok halinde 'Evet' oyu vermeleri, etkileri altındaki diğer üyeleri oylamaya katılmaya ve 'Evet' oyu vermeye zorlamaları bunu gösteriyor.
23-22 biçiminde sonuçlanan oylama, bir yıllık Barack Obama yönetiminin dış politika dengelerinin iç politika dengelerini etkilediğine, ancak belirleyici sonuç almada henüz zorlandığına işaret ediyor. Türkiye bütün gücüyle bastırsaydı şimdiye kadar hiç görülmemiş bir gelişme yaşanacak ve büyük ihtimalle Komisyon'da da püskürtülebilecekti tasarı...
Türkiye'nin o güce başka konularda ihtiyacı olacak. Ankara, durumu düzeltmeyi, iki ülke arasındaki ilişkiye 'model ortaklık' adını koyan Başkan Obama'dan beklemekle yetinmeli.
Fehmi Koru
f.koru@yenisafak.com.tr
07 Mart 2010 Pazar
Yorum:
Bütün bu kavga Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı etrafında koptuğuna göre öncelikle tarih ve siyasetin bir birinden ayrılması gerektiğini kabul edelim. Ve hatırda tutalım bu ikisinin bir birinden uzak duramayacağını. Siyaset tarih’e yaslanmak isteyecek tarih de her zaman siyasette söz sahibi olmak isteyecektir. Birbirlerine zarar veriyorlar fakat ayrı da duramıyorlar. Bu ayrımı kendileri de yapmayacaksa zihniyet dünyamızda sağlıklı bilgilerler bu ayrışmayı sağlamak zorundayız.
ABD’nin belirleyici güç olmasına gelince; evet, ABD bugüne kadar hiçbir devletin sahip olamadığı kadar büyük bir güce sahip kabul ediliyor. Fakat ulaşım ve iletişim teknolojilerini ve zamanı hesaba katmazsak, yani belirli şartlar altında. Hadi diyelim ki gelmiş geçmiş en güçlü organizasyondur, bu, başlı başına bir devletin gücünü muhafaza etmesini ve varlığını ebediyen sürdürmesini sağlayabilir mi? Hayır.
Değişen uluslar arası pozisyonları dikkate aldığımızda Türkiye’nin iyi bir performans sergilediği söylenebilir. Asıl mesele bunu konjöktürel olmaktan çıkarıp kalıcı hale getirmektir. Derin bir algı ve incelikli bir gelecek projeksiyonu ile inşa edilmiş bir medeniyet tasavvurunu yaslanmaksızın kalıcılık da mümkün değildir. Bir rüzgarın içinde savrulmak kolaydır, kendi rüzgarını oluşturmak ise çok zor, ve çoğu zaman da imkansız. Tarih, siyaset, toplum, din, ilim, sanat gibi bir çok derinlikli konu başlığını bu çerçevede ele alacak bir söylem ve hareket bu yolda atılmış sağlam bir adım olacaktır. Ancak bu adım atıldığında kimin ne dediği veya ne yaptığı tali bir önem derecesi taşır. Aksi halde ya kişileri, ya da işleri ve sözleri tartışır dururuz.