Çığırından çıkanlar
Toktamış Ateş
İşler iyiden iyiye çığırından çıktı.
İnsan; gördüklerine, okuduklarına inanamıyor. Sayın Onur Öymen'in TBMM'de yaptığı talihsiz konuşma sonrasında; önce CHP için başlatılan linç girişimi; daha sonra "cumhuriyete" ve "Mustafa Kemal"e yöneldi. Mustafa Kemal için bu türden yıpratma çabalarının; Anıtkabir'in sütunlarını kemirmeye çabalayan hamam böceklerinden daha fazla bir etkisinin olmadığını yıllardır yazar dururum. Fakat ne eleştiriler sona erer ne de benim bu eleştirilere yanıtlarım.
Onur Öymen gibi bir diplomat ve siyasetçinin; günümüz Kürt sorununu 1930'ların yöntemleriyle bastırmak isteyeceğini düşünmek için çılgın olmak gerekir. Zaten konuşmasını dikkatle okursak böyle bir şey kastetmediğini de görürüz. Fakat yaptığı münasebetsiz bir benzetme sonrasında öylesine "kıyamet kopartıldı" ki; bence de istifası zorunlu oldu. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun "istifa etmeli" biçiminde basına yansıyan görüşlerine tümüyle katılıyorum. Zira CHP Grup Başkanvekili postunda oturdukça; hem kendinin hem de partisinin yıpratılacağına eminim. Üstelik bu "yıpratma" eylemi Mustafa Kemal'e yönelik bir yıpratma kampanyasına dönüştüğü gibi; kısa sürede bu kampanya tam bir "çamur atma" ve "linç" kampanyasına dönüştü.
Dersim ayaklanmasını bastırma yöntemlerinin günümüz dünyasında savunulması elbette mümkün değil. Fakat abartmalar da iyiden iyiye çığırından çıktı. Nüfusu bile 90 bin olmayan Dersim'de; "90 bin kişinin öldürüldüğünden" söz eden kimi "uzmanlarımız" ortaya çıktı. Zaten bu türden abartmalara bayılırız. (!) Çanakkale savaşlarındaki şehit sayımız; Genelkurmay açıklamasına göre 60 bin civarında. Ama en ciddi geçinenler arasında bile 250 binden söz edenler var.
Dersim'de öldürülen 10 küsur bin insanımız düşünüldüğü zaman; "bu rakam küçük bir rakam" demek için iyice kalpsiz ve "utanmasız" olmak gerekir. Fakat abartmanın da bir sınırı olmalı..
Ve kadrolu (!) Atatürk düşmanlarının; kalemlerine doladıkları bir başka söylem daha var. "İnsanlar mağaralara doldurulup fare gibi zehirlenerek öldürülmüş..."
Bunu söyleyen de; o zamanlar bölgede sivil görevli olarak hizmet gören bir politikacı İhsan Sabri Çağlayangil.
Kimi süper zekâlı arkadaşlarımız; Çağlayangil'in "anılarını" tarihe ışık tutan belgeler olarak isimlendiriyor ve değerlendiriyor. Coşku içinde "işte belge" diyorlar...
Yaşlı bir siyasetçinin anıları ne zamandan beri "belge" olarak değerlendiriliyor acaba? Kalemine hakim olamayan bir siyasetçi eskisinin hatıraları neredeyse tarihi yeniden yazacak...
Zaman zaman çok eleştirdiğim; zaman zaman da sevimli bulduğum bir köşe yazarı da "uçmuş gitmiş..."
O zamanlar; Atatürk'ün başbakanı olan eski Cumhurbaşkanlarımızdan Celal Bayar'ın anılarından bir bölümü almış: "...Dersim'in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... (Atatürk ve Fevzi Çakmak)
O sırada biz konuşurken Dersimliler'in Jandarma karakollarından üç dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk'le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak' dedi. Anlıyorum orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. 'Anlıyorum efendim bana hitap edişinizin manasını' dedim. Atatürk 'Sorumluluğu üzerime alıyorum vuracağız Dersim'i dedi ve vurduk..."
Aynı yazı şöyle devam ediyor: "Haritayı da unutmalıyım: Harekâtta yapılanları Atatürk'ün kendi eliyle işaretleyerek gösterdiği harita. Trabzon'daki müzede durmakta... 'Buradan girdik buradan vurduk' diye anlatmış."
Bu köşe yazarı askerliğini nerede ve nasıl yapmış bilemiyorum. Zira bunların çoğu; ya askerliğini "idare etmiştir" ya da "kısa dönem askerlik" adıyla birkaç ay "izcilik!" yapmıştır.
Askerlikte "vurmak"; bu muhteremlerin (!) anladığından ya da tahmin ettiğinden çok farklı anlamlara gelir.
1930 Tunceli ayaklanmasının bastırılması yöntemini asla tasvip etmiyorum ama; işi "fare zehiri" gibi abuk sabuk ifadelerle anlatmaya; "vurmak" fiilini bir tür "işkence öncüsü" gibi yorumlamaya kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum.
1950'li yıllarda "Atatürk'ü Koruma Kanunu" "İktidar ve Zafer sarhoşluğu" içindeki kimi ticari grupların; Atatürk'e ölçüsüz biçimlerde saldırıya geçmeleri üzerine çıkarılmıştı. Doğrusu; günümüz sarhoşluğu ve sevinci içindeki "Atatürk düşmanlarının" tepkileri çok daha sert ve acımasız. Ama ben gene de bu yasanın kaldırılmasını savunanlardanım. Atatürk'ü bir istismar aracı yapanların tüm yıpratmalarına rağmen; ülkemizdeki Atatürkçüler'in böyle bir yasa olmaksızın Atatürk'ü ve eserini koruyacaklarına inanırım.
Bu köşe yazarı arkadaş bu yasanın kaldırılmasını isteyenlerden.
Ayrıca "şimdiye kadar okullarda okutulan cumhuriyet tarihi koca bir yalandır. Her şey çarpıtılmış ve sansürlenmiştir" demektedir.
İlk ve ortaöğretimin amacını şimdiye kadar defalarca yazdım ve buradaki "ulus bilinci" ve "ülke sevgisi" kazanılmasına katkı çabasını defalarca vurguladım. Ama (korkarım) bu duygulardan yeterince nasibini almayanlar bunu anlayamıyorlar.
Cumhuriyet tarihimizin diğer ülkelerin yakın tarihlerine benzer bir biçimde; eleştirilecek çok yönü vardır. Fakat bunları "o zamanlar gerekliydi" diye açıklamak "insanlık suçuna sahip çıkmak" değildir.
Bu konu bitmedi
Yorum:
ÇIĞIRINDAN ÇIKANLARI ÇIKARANLAR!
Osman Eskicioğlu
Önce çığ ve çığır üzerinde durmak isterim. Dağın yüksek bir yerinden kopan bir kar kütlesinin yuvarlandıkça büyüyerek meydana getirdiği kar yığınına “çığ” adı verilir. Çığır ise işte bu kar kütlesinin yani çığın kar üzerinde açıp meydana getirdiği ize ve yola çığır, derler. Buna göre çığırından çıkanlar demek, doğru yoldan ayrılanlar ve gidilmesi gereken yoldan sapanlar demek olur. Buradan anlaşılıyor ki, bir yol var, asıl takip edilmesi gereken bir yol vardır. Ama kimleri kimilerine göre bu gidilmesi gereken yolu ve tutulması gereken üslup, usul ve tarzı benimsemiyor.
Burada bence dikkat edilmesi gereken başka bir şey daha vardır. İnsanoğlu için, hem birey ve hem de toplum için “çığır” diye bir yol vardır. Bize göre bu çığır denilen yol, normal olandır. Yani normalin dışına çıkarsanız anormallik yapmış olursunuz. Onun için hayat denilen olay, hastalık sağlık, azimet ve ruhsat gibi iki kanatlı bir kapıdan ibarettir. İnsanlar ve toplumlar fotokopi olmadığına göre onların hastalık ve sağlıkları da aynı olmaz. Şu halde kimse, kimseye tam anlamıyla yüzde yüz uymaz. Dün bugüne, bugün de düne uymadığı gibi, geçmişle gelecek arasında da tam bir irtibat sağlanamaz. Netice olarak bugünün penceresinden bakarak tarih yargılanamaz. Bunlar ancak hep birer yaklaşımlardır. Daha dün dediğimiz bir zamanda içinde yaşadığımız 12 Eylül ve 28 Şubat askeri olayları için gazetelere, yazılı ve görsel basına baktığımız zaman 12 Eylül ve 28 Şubat bu mu, deyip şaşırıp kalıyoruz. Çünkü kafamızdaki olaylarla sonradan okuduklarımız ve gördüklerimiz arasında çok farklar var.
Bugünkü fikir, düşünce ve görüş ayrılıklarının çoğunun doğru ve normal olanı bilmemekten kaynaklandığına inanıyorum. Eskilerin talim ve terbiye dediği eğitim öğretim olayı, insanın hayatında en önemli bir olaydır, desem her halde aşırı gitmiş olmam. Fiziksel olaylar, fiziksel kanun ve kurallarla meydan gelir. Metafiziksel olaylar da yine metafiziksel kanun ve kurallarla meydana gelir. Buna göre hem fiziki ve hem de fizik ötesi tarafı bulunan insan, önce fikir sahibi olur ve fikrini fikir dışı bir alanda uygulamaz. Onun için adam tutup bir adamın arkasından gitmez. İnsanda çevre ile paylaşma ve uyum sağlama diyebileceğimiz ünsiyet özelliği var; yani ben varım ve çevrem de var diyebileceği yerde parti tutmak, ırk tutmak, mezhep ve meşrep tutmak asla olamaz. Çünkü partinin, mezhep ve meşrebin kişiye göre doğruları ve yanlışları olabilir ve vardır. Buna göre eğer kişi ve birey, partici olursa, mezhepçi ve meşrepçi olursa mensup olduğu bu grubun yanlışlarına doğru demek ve onları savunmak durumunda kalmaz mı? Bu ise bir insan için kelimenin tam anlamıyla ayıp olmaz mı? Hem bir insan nasıl olur da Türkçü veya Kürtçü olabilir. Kişilerin anne ve babalarında ya da doğum zaman ve mekânlarında bir tercihleri var mı, bu konuda zerre kadar iradeleri geçerli mi? Öyleyse insan denilen varlık, irade denilen bu karar verme kudretini neden irade dışı yerlerde harcayıp israf eder ki? Neden ırkçı, Türkçü veya Kürtçü olur ki?
Şunu kesinlikle biliniz ki, eğer bir vatandaş bugün şaşı bakıyor, yanlış görüyorsa, yoldan sapmış ve çığırından çıkmışsa bunun sebebi asla sadece onun kendisi değildir. Bunda yaşanan kültürün, verilen eğitim ve öğretimin var olan rejim ve sistemin katkısı vardır. Bize sorarsanız kişilerin kendilerinden daha ziyade bu konuda toplum sorumludur. Yani şikâyet edilen yamuklukların, yanlış ve çarpıklıkların asıl sebebi yapısaldır. Normali anormal, anormali ise normal diye öğretirseniz olacağı budur. Türkçülük ne kadar yanlışsa, Kürtçülük de o kadar yanlıştır. Irkçılık yapmak, bölgecilik yapmak ve bencillik yapmak eşyanın tabiatına terstir ve zararlıdır.
Devlete itaatin bir vecibe ve dini bir görev diye inanan bir kültürden geliyoruz. Dersim bir isyan mı, yoksa değil mi onu ben bilemem; çünkü tarihçi değilim. Ama ben bir soru soruyorum: Bu olayın sebebi nedir? Neden ülkenin bir kesimi başkaldırıyor? Bu millete gerçekler, ülke ve dünya gerçekleri neden anlatılamadı ve şimdi bile hala anlatılmıyor? Güçlü olmayan toplum ve devletlerin kendilerine özgü bir nizam ve düzenleri olamayacağı gerçeği insanlara niçin anlatılmadı. Güçlü olmayan bir toplumun düzenleri güçlüler tarafından baskı ile değiştirilir. Bunda ise sadece yöneticiler de sorumlu değildirler. Hasta bir insan sağlıklı kişi gibi davranmaya kalkarsa kendi zararına olur. İnsanımız bu ve bu gibi bilgilerden neden mahrum edildi.
Eğer yıkıcı değil, yapıcı isek, eğer çığırından çıkmak değil, çığırında olmak istiyorsak, her türlü düşmanlığı kaldırıp hak ve hukukun, güzel ve faydalının yanında olmak zorundayız. Savaş ve kavgadan yana değil, barış ve anlaşmadan yana olmak her zaman yarar getirir. Zararın neresinden dönülürse kardır. Onun için “Atatürk düşmanları”ndan ve hem de “kadrolu (!) Atatürk düşmanları”ndan bahsetmek eğer bu söz doğru ise bu iş kötüdür, eğer doğru değilse daha da kötüdür, demek istiyorum.
Netice olarak tarihteki Dersim ve Kubilay olayları gibi biraz karanlık ve tamamıyla da siyasi olan ve kendi zamanlarının rengini boyanmış bu olayları bugüne taşımak politik istismardan başka bir şey değildir. İnsanları ve toplumları kendi amaç ve emelleri uğruna kullanmak yanlıştır. Devlet de olsa vatandaşını şu veya uğurda kullanamaz. Kamuoyu oluşturmak için medyayı vasıta yapanlar, eşyanın tabiatı ile çelişenlerdir. Taktiklerle devlet ve toplum yönetilmez. Onun için biz hukuk devleti ve refah toplumu diyoruz. Siyasetle ekonomiyi düzeltip hukuk devleti ve refah toplumu olduğumuz gün bu dedi-kodulardan ve her türlü politik ve sosyal sıkıntılardan kurtulmuş olacağız. Bu hususta ise hepimize önemli görevler düşmektedir. Öyleyse herkes ona göre davranmalıdır.