25 Eylül 2009 Cuma
Bilgi Toplumu'nu; değerlerlerden boşanmış, toplumsal sermayesini kaybetmiş olduğu için, “Büyük Çöküş” olarak kavramlaştırıyor Fukuyama.
Bayram boyunca Münevver Karabulut cinayetinin ekranda yer aldığı her anda Fukuyama'nın “Büyük Çöküş” ü geldi aklıma. Değerlerden boşanmış, toplumsal sermayesini kaybetmiş toplum bilgi toplumu. Bu tarifin/tasvirin üzerinde ısrarla duralım.
Değerlerimizden nasıl boşanmış olduğumuzun izini, olağanüstü bir zamanlama ile “teslim edilen”,”katil zanlısı” haberleri üzerinden sürelim.
Tam küçükler büyüklerin elini öperken, şekerler verilirken tatlı yiyip tatlı konuşulacakken, ekran herkesi ele geçirdi. Bayramı ele geçirdi. İtina ile “katil zanlısı” diye başlayan cümleler kurulup itina ile “katil zanlısı”nın hayatına yaklaştırıldık.
Zaping aletinin bir önemi yok. Çünkü “katil zanlısı” haber değeri olarak bütün kanalları işgal etti. O bütün kanalları ele geçirirken, ondan daha meşhur olmayı düşünen psikopatların teferruatlar üzerine akıl fikir yürütebileceği ihtimalini hiç aklına bile getirmedi haber müdürleri,yayın yönetmenleri.
Umursadığımız tek “kişi” var:”Katil zanlısı”
Hayatına dakika dakika dahil ediliyoruz. Sanki karşımızda bir cani değil de, büyük fetihlerden dönmüş bir kahraman var. Teslim olduktan sonra sucuklu tost istemişmiş.Zayıflamışmış.Bitkin ama bakımlıymışmış.Sabaha kadar ağlamışmış.
Öyle bir haber dili kullanılıyor ki!!! Öldürülenin değil “katil zanlısı”nın ne kadar da insan olduğu bilgisine erişiyoruz medyanın “itinalı” empatik dili üzerinden.
“Katil zanlısının” duygularına zumlandığımız, yetmiyor babasının mektubu düşüyor ekrana.”Arabayı duvara çarptık!” Sanki herhangi birinin malına kaza ile verilmiş bir zarardan bahsediliyor.
Özne: Biz.
Maktul nesne. Araba yani.
Ekran başındakilerin bu haberi hangi duygularla seyrettiğinin, sabah kuşak programı, akşam tartışma programı derken muhakeme gücünü kaybetmiş milyonların, bu haber dilinden ne kadar etkilendiğini sahiden bu ülkede hiç kimse dert etmiyor mu?
Değerlerimiz.!!! Biz ne zamandan beri “katil zanlıları” na bunca yakın olduk. Bunca içerden. Aman zinhar kimseler kendini suçlu hissetmesin diye “kamuoyu” olarak ağzımıza bir parmak bal, bağrımıza tenekeden madalya takılıyor. “Kamuoyu” bu cinayetin peşini bırakmadı diye yakalandı. Kamuoyu inanıyor. Peşine daha bir aşk ile düşüyor vahşetin. Satır araları tekrar tekrar okunuyor.”Kamuoyunu”nun her bir ferdi külyutmaz dedektifliğe soyunuyor.”Ben dediydim zaten” ciler birbirini kovalıyor.
Çocuklar var odada. Küçücük çocuklar. Biraz önce şeker ikram ettiğimiz. Bayram parası verdiğimiz çocuklar. Şekeri, parayı verdik vazifemiz bitti. Dönebiliriz “asrın haberi”ne. Spikerin teatral acımtırak ama bir o kadar da heyecanlı neşeli sesine.
Salonumuzdaki masum çocuklar kimsenin umuru değil. Zaten masumlar ve mazlumlar kimsenin derdi değil.Onlar kimsesiz.Kimsesiz olmak enerjisiz olmak demektir. Oysa modernliğin kodları sadece enerji ile ilgilenir.”Katil zanlısı”nın nasıl sorgulanacağına dair pedagoglar vazife icra eder.Onların vazifesini biz kamuoyu olarak biliriz.Ama öldürülmüş olan, kara toprağın kara bağrında olanın da bir kardeşi vardır.O da çocuktur.Bu acıyla nasıl başa çıkabileceğini “öğretmesi” için devletimiz ona bir pedagog, bir psikolog göndermiş midir?
Medya sadece katilleri ve hırsızları seviyor. Yan kesicileri, dolandırıcıları.Ama küçücük çocuklar bir tepsi baklava çaldı diye hapse atılınca kimin gıkı çıkmıştı hatırlayın bakalım.Sen ben bir de bizim keloğlan.Hepsi o işte.
Medyanın haber dili sadece kötülük ve şiddetin diline ayarlı. Çünkü ancak kötülüğün tekrar tekrar sunulabilme özelliği var. Eskiler aman kötülüğü ortaya getirmeyin muhakkak alıcısı çıkar diye nasihat ederdi. Oysa modern toplum kendi yüceliğini ve iyiliğini “itiraf” üzerinden temellendiriyor. Eylemin kendisinin kötü olup olmamasının bir önemi yok.
Cinayetin teferruatları üzerinden hepimiz suça ortak edilmeye çalışılıyoruz. Ne ki hiçbirimiz farkında değiliz.
Olan çocuklara, gençlere oluyor.
Kadından ve aileden sorumlu Devlet Bakanlığını göreve çağırıyorum. Pedagogları, psikologları göreve çağırıyorum. Daha ne kadar bekleyeceksiniz. Ekran başındaki milyonlarca çocuğa ve gence pedagojik, psikolojik destek veremeyeceğinize göre, medyanın ürettiği şiddet diline karşı görevinizi yapmaya çağırıyorum sizi.
Not:2008'de tatil yapmadım.Hasta olduğumda seyahatte olduğumda bile daima yazdım yazılarımı.Onun için ne kırk gün hasta yattığımdan haberiniz oldu ne gittiğim yerden dönemediğimden. Lakin bu defa sizlerden on beş günlüğüne izin istiyorum.Yakında çıkacak olan “Cumhuriyetin Dindar Kadınları”nın matbuaya teslim sürecini kesintisiz bir zaman içinde yaşamak istiyorum.Kitap çıkınca çok tartışılacağı için (ön okumayı yapanlar böyle söylüyor),bütün bu tartışmalar için biraz enerji biriktirmem gerekiyor.
Duanıza muhtacım velhasıl.
08 Eylül 2009 Salı
“Alın verin ekonomiye can verin”
Radyo ve televizyonlarda bir reklam “dönüyor”. Her biri sahasında isim sahibi kişilerin rol aldığı bir reklam. Ekonomi profesörü Deniz Gökçe bakkal amca; gazeteci-ekonomi köşe yazarı Meliha Okur çiçekçi; Merkez Bankası'nın eski Başkanı Yaman Törüner oyuncakçı; eski bankacı WWF-Doğal Hayatı Koruma Derneği Başkanı Akın Öngör de simitçi rolünde. Her biri seyirciyi küçücük bir şey alarak, bir sakız, bir simit, bir oyuncak, bir gül, ekonomiyi hareketlendirmeye çağırıyor.
Reklamın ikna gücü hemen hemen hiç yok. Hele bir gül alın önerisi fakirler için ayranı yok içmeye diye devam eden ve elbette devamını buraya yazamayacağım atasözünü çağrıştırıyor.
Reklamın ikna gücü hiç yok çünkü içinde bulunduğumuz Ramazan ayının uhrevi damarından istifade etmeyi, insanları “önce sen” çağrısına dahil etmeyi hiç düşünmemişler. Dolayısıyla reklamın fazlasıyla seküler dili yardımlaşma ruhuna dahil edemiyor “seyreden”leri.
Ekonomiyi canlandırmaya soyunanlar bir kola reklamı kadar “içten” olmayı göze alamıyor. Biliyorsunuz ülkemizde “Ramazan ruhunu”, yaptığı kampanyalarla kendi hanesine dahil etmeye çalışan ilk ürün kola, onu takiben şeker-çikolata sanayi oldu. Şimdilerde aşk ve şevk ile csm operatörleri sürdürüyor bu “geleneği”.
Ramazan ayı boyunca “alın verin ekonomiye can verin” diyen didaktik cümleler kurmak yerine; İslam'ın infak anlayışını ortaya çıkaracak, Ramazan'da hediyeleşmenin önemini hatırlatacak metinler ortaya konabilseydi, insanlar arasında muhabbet artar, artan muhabbet ekonomiye katkı sağlardı. Bu katkı bir gül, bir sakız almanın katkısıyla mukayese edilmeyecek boyutlarda olurdu üstelik.
Kapitalizmle asla barışmayacağımız yer tam da burasıdır işte.
Kapitalizm önce ekonomi önce ekonomi diye inler/ünler, İslam önce insan önce insan diye.
İslamiyet'te ticaret helaldir. Özendirilmiştir. Neden? Çünkü alış-veriş esnasında muhabbet artar, alan el de veren el de bir ihtiyacı karşılamış olmanın huzurunu tadar. Oysa kapitalizmde önemli olan bir ihtiyacın karşılanması değildir. Önemli olan piyasaya sürülmüş ürünün ihtiyacı olsun olmasın birileri tarafından tüketilmesidir. Biri hiç alamazken öteki yüz tane almış kapitalist sistem bunu hiç dert etmez. Çünkü ürün insanlar için değildir. İnsan ürünler içindir.
II-
“Alın verin ekonomiye can verin” diyenler insanı atlayarak ekonomiyi merkeze alıyor. Oysa önemli olan insanın merkezde olmasıdır. Sorumluluk sahibi bir suje olarak merkezde olması. Sorumluluk sahibi suje, geleneksel adıyla mükellef.
Her birimizin sorumluluğunu yerine getirmesine ihtiyacı var dünyanın. Kuru kuruya almalara vermelere, nefsini şımartmaya değil.
Her birimizde yaptığını en iyi yapan olma şuuru olmadıkça kilitli kaldığımız bu yerden çıkamayacağız.
En iyi öğrenci, en iyi evlat, en iyi komşu, en iyi ev sahibi, en iyi öğretmen, en iyi doktor, en iyi tezgahtar ve elbette en iyi işveren. Çalıştırdığı işçinin alnının teri kurumadan hakkını veren işveren.
Önce liyakat testi.
Diyeceksiniz iyi nedir?
İyilik önce sen demekle başlar. Arkasından yapabileceğinin en iyisini yapmakla devam eder.
Bireyci olmadan birey olabildiğimizde kapılar açılacak.
Başkalarının alanını daraltmadığımızda; farklılığa evet, “ötekiliğe” hayır dediğimizde kim tutar bizi!!!
Öteki diye bir şey yok. Öteki benim azgın nefsimdir ancak dediğimizde sırtımızda kanatlarımız olacak inanın.
“Dünya yanıyor ben şunu eksik yaptığım için” diyecek kadar kendimizi gidişattan mesul tuttuğumuzda “buradan” çıkacağız.
İnanın çıkacağız.
Bir yılın muhasebesini yapalım. Yaptığımız en iyi ve en kötü şeyleri düşünelim.
En uzaktaki için ağlarken en yakındakini ağlatmamayı başarmak zorundayız.
Defterimizi kontrol edelim. Şurada “Hesap günü”ne kaldı.
21 Ağustos 2009 Cuma
"Bana müsaade gidiyorum, hicret ediyorum"
I- Yıl 2008 aylardan Şaban-ı Şerif'ti. Adam bir bekleyişin içinde. Geçmeyen dakikalar adamın içinde.
Üzerindeki bütün yüklerden tek tek arındı adam.
Hadi gidiyoruz sesine ayarladı bedeninin bütün ritimlerini.
Bir gece yarısı duydu sesi: "Hadi".
Duyduğu gibi fırladı yerinden.
Gidiyorum dedi. Hicret ediyorum.
İşte size bir yıllık masrafınızı karşılayacak para. Farzedin ki ben bu dünyadan ayrıldım.
Etme eyleme dediler. Dur hele. Hicret nereye?
Bir Afrika ülkesine yolculuğa çıktığını sakladı adam.
Dur diyenlerin durdurmalarından korkarak. Geçilecek eşiği geçitsiz kılmak için kale kadar yükselteceklerinden endişeli.
Bir sır gibi sakladı nereye gittiğini.
Yalnız refikasına söyledi. (Öyle. Hanımı ya da karısı, ya da eşi değil. Refikası.) Böyleyken böyle dedi. Bir şey yapmak istiyorum. Bir şey. Efendimiz'in muhabbetini kazanacak bir şey.
Refikası şu kadar çocuğa burs veriyorsun ya diyemedi.
Şu kadar daireni öğrenci evi olarak bağışladın ya diyemedi.
Dese ne olacaktı ki zaten.
Ne diyorsun, nasıl böyle konuşuyorsun diye celallenirdi.
Mülk Allah'ın. Allah bize verdi biz de ihtiyacı olanlara ulaştırdık. Hani sağ elin verdiğini sol el bilmeyecekti. Bir kere söyledin bu sözü. İkincisi olmayacak.
Beni de al diyecek oldu gözünün yaşını gönlüne akıtan kadın. Ben de seninle geleyim.
Adam, yol bana yalnız göründü dedi.
Bu yolculuk ya beni pişirecek ya da taş misali bir bünyeye sahip olduğumu anlayıp derdime ağlayacağım.
Kadın neden bir Afrika ülkesi diye soramadı. Neden şimdi gidiyorsun diyemedi. Seni hep merak edeceğiz demek istedi de, menkıbesinin peşi sıra giden efendisi için, her sorunun bir yük olduğunu fark edip sustu.
Adam gitti. Uzunca bir süre haber alınamadı.
Hicret eden, gurbetini bir müddet. Yokluğun ve yoksulluğun, sıkıntının ve derdin memleketinde. Kendisini içine alacak, kendisini hizmet ehli yapacak hikaye elbet gelecekti. Beklediği hikaye tez zamanda düşsün diye kalbine, hicretin şehrinde sabah akşam dolandı adam.
Sonra bir ses geldi. Kimsesizler yurdunda günde ancak bir öğün yemek yiyebilenlerin sesi. O bir öğünü de ancak gün aşırı tadabilenlerin sesi. Gün aşırı ve tadımlık. Ölmeyecek kadar. Çocukların nasibine düşen ölmeyecek kadar lokmaydı. Bir gün kızlara bir gün erkeklere gidiyordu açlıktan ölmek ile tok kalmak arasında kısacık bir mesafe oluşturan lokmalar.
Menkıbesini yaşamaya giden adam, konforun ülkesinden yokluğun ülkesine gelen adam, tamam işte dedi. Buradaki çocukların hepsi benim. Benim vazifem bu çocuklara günde üç öğün yemek çıkartmak.
O çocuklar işte o zamandan itibaren çocuk oldu.
II-
Gökyüzü neden başımızın üstünde!
Yer niye çökmez bunca rüşvete ve harama karşı.
Biz birbirimizin kuyusunu kazarken güçlü iş makineleri ile, Allah yine de neden vazgeçmez kulluğumuzdan.
Çünkü aramızda hicret ehli olanlar var. Bütün iyilikleri sadece kendi hanesi için toplamayan. Kalbini fakirlerin gözyaşına ayarlamış.
Bu hikaye binlerin içinden sadece biri. Medya bozarken her türlü değerimizi. İşte aramızda böyleleri var.
Zamanı, "medya zamanı" olarak yaşamayan.
Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun. Rabbim bedenimize sıhhat, gönlümüze muhabbet kalbimize imanı gark etsin. Ramazan-ı Şerif-i layıkıyla yaşayanlardan olalım inşallah.
Yorum:
Selamünaleyküm…
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun…
“Adil Düzen Dergisi” hayırlı olsun; hayırlı hizmetlere vesile olsun, inşaallah…
Yazarımı seçip yorumcu olarak aranıza katılmakta geciktim, mazeretlerim vardı; ama yine de bu gecikmeden dolayı özür dilerim…
Yazar Fatma K. Barbarosoğlu, hemen hemen her yazısında önemli bir toplumsal sorunumuza değiniyor. Bu toplumun sade bir vatandaşı ve bir anne olarak, bu sorunları ben de önemsiyorum.
Gecikmeyi de telafi etmeyi düşünerek, Yazarın üç yazısını alıntıladım.
I. yazı
Ramazan günlerinden kalma ve çok etkileyici gerçek bir hicret hikâyesi, ibret alınası bir hicret hikâyesi…
II. yazı
Kapitalizmin kriz günleri, kriz ayları, kriz yıllarındayız ya; hani kriz olsa da kriz olmasa da, açlığı bir türlü bitmeyen kapitalizmin krizi!!!
Yazar, malum ve giderek meşhur olmaya başlayan, adeta israfa davet eden reklamdan yola çıkarak, kapitalizmle ve kapitalizmin insana bakışı ile ilgili önemli tesbitlerde bulunuyor. Yazarın yazısındaki en vurucu cümle,” Kapitalizm önce ekonomi önce ekonomi diye inler/ünler, İslâm önce insan önce insan diye…” cümlesi. Kapitalizm ile İslâmiyet ve İslâm ekonomisi arasındaki en önemli fark da burada olsa gerek.
III. yazı
Yazarın üçüncü yazısı, bir olaydan yola çıkarak medyamızın perişan halini anlatmakla sonlanıyor. Yazının sonunda bir de not var: Yazarımız, baskıya girmekte olan bir kitabı için iki haftalık izin istiyor…
Yazarın yeni yazılar ve yorumlarda buluşmak üzere…
Allah’ın selamı (barışı), rahmeti ve bereketi üzerinize olsun…