Son yıllarda tarihimize, bilhassa Osmanlı'ya dair araştırmaların, romanların yayımlanması elbette takdir edilecek bir faaliyettir.
Avrupa, tarihini keşfetmekle büyüklüğe yöneldi; çünkü tarih birikimdir; her medeniyet de birikimin eseridir. Fakat tarihi yanlış bilmenin veya tarihten yanlış sonuçlar çıkarmanın, onu bilmemekten daha zararlı olduğunu da unutmamalıyız. Kanaatimce de tarihe mal olmuş bir insanın hayatını bir romancı, tiyatro yazarı, sanatı adına değiştirememelidir; o günün havasını aksettirmek istiyorsa, dolgu malzemesi olarak, tarihe mal olmayacak sıradan insanlar kullanabilir.
Osmanlı Devleti, bütün devletler gibi tüzel kişiliği olan sosyal bir eserdir. Her eseri gün ışığına çıkaran bir insan tipi vardır ve o eser kendisini inşa eden tipin özelliklerini taşır. Biz o insanı analiz etmeden, hangi kaynaklardan beslendiğini, telakkilerini bilmeden eserini anlatmaya kalkarsak, konuyu daha baştan katlederiz. Ve sonra bir medeniyetin insan telakkisini bilmeliyiz ki; o medeniyetin devletinin dilini çözebilelim; çünkü devlet anlayışı, insan telakkisine göre şekillenir. Mesela Hıristiyanlık insanın kötü bir mayadan yaratıldığını, Adem ile Havva'dan ilk günahı miras aldığını, asla değişmeyeceğini kabul eder. Bunun için koyu bir Hıristiyan olan Thomas Hobbes, "İncil'de Adı Geçen Amansız Canavar" adlı eserinde insanı kıskıvrak bağlayacak ölçüde mutlakiyetçiliği savunur. Ona göre toplumda savaş hali tabiidir; güçlünün güçsüzü ezmesi insan fıtratının icabıdır. Devlet otoriter olmazsa, korkunç karışıklıklar doğar; ilahi yönden de iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu tespit etmek hükümdara aittir. Güçlü devletine de "Leviathan" adını verir.
Osmanlı Devleti'ni de anlayabilmek için önce onun insan anlayışına eğilmemiz gerekir. İslam'ın temel kaynağında insan şöyle tarif edilmektedir: "İnsanı en güzel şekilde yarattık." (95/4-5) Fakat ayet şöyle tamamlanmaktadır: "Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik, bundan ancak iman eden ve salih ameller işleyenler müstesnadır." Demek ki insan iyi de kötü de olabilir; hayatında eğitim çok önemlidir. Bir de İslamiyet yönetimde liyakate çok büyük değer verir; hatta buna riayet etmeyenin ihanet ettiğini belirtir. Bu iki esası bilmezsek, Osmanlı tarihini kesinlikle anlayamayız. Tarihimizde ünlü olan Has Murat Paşa ile Mesih Paşa kardeştirler. Son Bizans imparatoru IX. Konstantinos'un yeğenleridir. Konstantinos'un çocuğu yoktu; yani bu iki yeğen Bizans tahtının vârisleriydi. Eğitimde Osmanlı bunları yetiştirdi; onlar da devlete büyük hizmetler yaptılar, vezir, vezir-i azam oldular; İstanbul'daki Vatan ve Millet caddelerinin kesiştiği yerdeki cami ve külliyeyi yaptıran Has Murad Paşa, Otlukbeli Savaşı'nda şehit düştü.
Tabii aynı zamanda tahtın vârisi, Bizans imparatorunun yeğenlerini eğitip, padişahlık hariç, devletin bütün mevkilerini açmak kendine güvenin sonucudur. Medeniyetlerin temelinde kendine güven yatmıyor mu? Gölgesinden korkanlar insanlığın hayatında ne gibi bir icraatta bulunabilirler?
İnsanı, idrakle beraber vicdan yönlendirir; gerek idrakin, gerekse vicdanın oluşmasında din en önemli faktördür. Sosyal konularda analizler yapabilmek, İslam dönemindeki tarihimizde tatminkâr sonuçlar elde etmek istiyorsak, önce İslam'ın temel kaynaklarına dönmeliyiz.
Bu nesli kaybetmemeliyiz (ve İLİM)
Batı'ya üstünlüğü kaptırmamızın ana sebeplerinden biri ilimde geri kalmamızdır.
İstanbul'daki Fatih Medresesi'yle Latin dünyasının beyni Sorbonne Üniversitesi'ni ve Cermenlerin ünlü bilim yuvası Frankfurt Üniversitesi'nin 1500 yılındaki durumlarını mukayese edersek, karşımıza şaşırtıcı bir tablo çıkar. Mesela Fatih Medresesi'nde tıpla ilgili 926, Sorbonne'da 11, Frankfurt'ta 12 eser var. Sorbonne ve Frankfurt'taki eserlerin 7'si bizden, İbn-i Sina ve Biruni'den tercümedir. 1800 yılını ele alınca, bizim tepe üstü yere çakıldığımızı, Batı'nın füze gibi yükseldiğini görürüz.
Askeri yenilgilerimiz başlayınca, Batı'nın eğitimini almayı tek çare gördük. Tanzimat'tan sonra bu okullar pıtrak gibi çoğaldı; Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla da biricik sistemimiz haline geldi. Fakat eğitim ve öğretim yuvalarımız, bilhassa üniversitelerimiz, ilimle meşgul olmaktan ziyade, kendilerini rejimin bekçileri saydılar. Buralar ideolojik birimler haline geldi. İlmî çalışmalara referans olacak makale sayısına bakınca durumumuzdaki felaketi görüyoruz. 1989 yılında Amerika Birleşik Devletleri pasaportu taşıyanların yazdıkları makale sayısı 202.681, Almanların 72.000, bizimkiler ise sadece 684'tür. Bırakalım Almanya'yı, Fransa'yı, ilim bakımından Mısır ve Nijerya'dan geri olduğumuzu bilirsek fecaatimizi idrak ederiz.
Tahsil için gönderdiklerimiz, daha ayak basmadan, Batı'nın göz kamaştırıcı şehirlerine hayran oldular, dolayısıyla analiz gücünü yitirdiler; ilimle değil, zihniyetle döndüler. Hayatını vermeyen, ilimden zırnık alamaz. Zihniyet ise kolaydır; muhatabından yalnızca teslimiyet bekler.
Yolladıkları dövizle ekonomimiz nefes alsın diye gönderdiğimiz işçilerin bir kısmı kayboldu. Ama dinî ve millî hassasiyetleri olanların pek çoğu kendini koruyabildi. Onların ikinci ve üçüncü kuşaklarının okullarda Almanca anadilleri oldu; evlerinde de Türkçe konuşuyorlar. Orada doğup büyüdükleri için gördüklerine şaşırıp kalmadılar; analiz güçlerini yitirmediler. Bunlardan günümüzde kırk bin kadar çocuğumuz Alman üniversitelerinde okuyor veya doktora yapıyor. Şu anda elimde Dr. Hamide Özden Özkaya-Ferendeci'nin 'Kesin Hükmün Objektif Sınırları' adındaki kitabı var. Köln'de doğan Hamide Özden, Bonn Üniversitesi'nde hukuk fakültesini bitirdi. İlmin dili sadece lisanda gizli değildir; bilhassa sosyal bilimlerde kelimelere yüklenen manalar mantalitelerle çok yakından ilgilidir. Onlar derinliğine kavranamazsa biz ancak ilim değil, bilgi alabiliriz. İlimle bilgi arasında çok büyük farklar vardır. Şu kadarını söyleyelim ki; ilim insanı üretim yapar, bilgili insan ancak dağarcığındakini nakleder; yaptığı papağanlıktan öteye gidemez. Özkaya'nın araştırması sadece bir ilmî seviye değil, kesin hükmün ne olduğunu, bunda objektifliğin önemini, aksi takdirde iç barışın, millî huzurun temin edilemeyeceğini de bize anlatmakta, adeta sıkıntılarımızın nabzını işaret etmektedir. Bu kitabı mutlaka yüksek mahkemelerimizin üyeleri, başsavcılar, bilhassa millete yol göstermek sevdasıyla ekranlarda yumruk sallayıp nutuk atan hukukçularımız okumalıdır.
Fatin Rüştü Zorlu, Birleşmiş Milletler'de yapacağı konuşmasını hazırlarken Shakespeare'den günümüze kadar Kıbrıs'ın bizim için önemini belirten dokümanları toplar. Eline bir doktora tezi geçer; onda önemli bilgiler bulur. Her bilgi teze yansımadığı için yazarıyla konuşmak ister; ne üniversitelerde ne de Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmaktadır. Milli istihbarata sorar, Konya Et Kombinası'nda kapıcı olarak çalıştığı ortaya çıkar. Kendilerini ilme veren insanlar hayattan koparlar. Bunun için Almanlar dâhilere 'weltfremd', yani 'dünya yabancısı' derler. Zaten deha, zihnin çeşitli fonksiyonlarının bir noktada yoğunlaşmasıdır. O noktanın dışında kalanlar bakışından silinirler. Hayırlı bir yakını yoksa, telef olup giderler. İnanıyorum ki o üniversitelerde Hamide Özden gibi pek çok yetenekli evladımız okumaktadır. Onlara yardımcı olmak, yol yordam göstermek için kurulacak bir vakıf, milletçe üç yüz yıldan beri geriliğinin acısını çektiğimiz ilim açığımızı gidermekte tarihî bir görev ifa edecektir. m.niyazi@zaman.com.tr
05 Ekim 2009, Pazartesi
Yorum:
Yazar, Prof. Dr. Mehmed Niyazi, haftada bir gün yazıyor ama her yazısında derin ve önemli meselelere temas ediyor…
İktibas ettiğim iki yazısındaki her iki konu da önemli…
Ben bu hafta yorum yapmaktansa; yazarın iki yazısını birden iktibas ediyor ve sadece yazıların başlıklarına parantez içinde ilaveler yapmak, yazılarına da siyah vurgular yapmakla yetiniyorum…
İstifade edilmesi dua ve dileklerimle…