|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
KASIM 2007 |
|
|
|
Bir zulüm hikâyesi
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.11.2007
Dün sizlere kısa “bir zulüm hikâyesi” anlatmak üzere yola çıktım, bilgisayarımın tuşlarına vurmaya başladım, söz uzadı, asıl yazacaklarım bugüne kaldı…
Elimde olmadan yazdıklarım beni bir zamanlar bizzat yaşadığım “zulüm hikâyelerine” alıp götürdü…
Kısa da olsa, bu vesileyle bazı hatırlatmalarda bulundum…
Yazdıklarımın, anlattıklarımın, hatırlattıklarımın elbette sebebi ve hikmeti var.
Yaşananlardan ve o yaşanan hayat hikâyelerine dayanılarak yazılanlardan ibret almalıyız. Sonrasında sadece ibret almakla iktifa etmemeli; elimizden geldiğince bu “zalim dünya düzeni”ne alternatif olabilecek “adil bir dünya düzeni” için elimizden, dilimizden, kalemimizden ve kalbimizden geleni yapmalıyız... Bunlardan herhangi birini yapmıyor veya yapamıyorsak; o zaman bizim sadece dünyamız değil, âhiretimiz de bitmiş demektir!..
Arkadaş; ben bunun böyle olduğunu bilir, böyle inanır ve böyle yazarım.
Buna delil ve gerekçe istiyorsanız, işte size sadece bir delil ve sadece bir gerekçe:
“Ama sen yine de hatırlat. Çünkü hatırlatma mü’minlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55)
*
“Bu eziyet, bu zulüm kimin için?”
Ne diyor, ne yazıyordum? Anlatacaklarımı anlatmaya dünden başladım ve başka konulara daldım; asıl anlatacağım hikâye bugüne kaldı.
Bana gelen hikâyenin başlığı aynen şöyle;
“Bu eziyet, bu zulüm kimin için?”
Devamını bizzat hikâye sahibinin yazdıklarından okuyalım:
“Ben Kafkasya’dan Orta Asya’ya gitme Kırgız vatandaşıyım…
Evlilik dolayısı ile hâlen Türkiye’deyim...
Bizim taraflardaki değişik ülkelerden gelen pek çok insanlarla Rusça görüşmeler yapıyorum. Her birinin ayrı bir hayat hikâyesi var. Komünizm yıllarında yaşadığımız zulümler yetmiyormuşçasına, şimdi de başka zulümler yaşıyoruz. Onların durumları beni üzüyor. Bu yazımı yazarak biraz olsun içimi ferahlatmak istiyorum...
Yazdıklarımı gazetelere göndereceğim. Gazetelerin, gazete yöneticilerinin, yazarların ve okuyucuların üzüntümü paylaşacaklarını umuyorum…
Dünyada oluşmuş bir “işçi mafyası” var. Bunlar -misal olarak- bir Kırgız vatandaşına giderler veya gazetelerde “Türkiye’de iş var” diye ilân ederler. Onlar masraflar için birkaç bin dolar alırlar. Onlara Türkiye de bol paralı iş bulduklarını vaat ederler: Kalacak yerler hazırdır, yemeleri ve içmeleri iş yerinden sağlanacak derler...
Böylece oluşturdukları “kaçak işçi kafilesi”ni Türkiye’ye getirirler...
Sonra umutlarını sömürdükleri o insanları Türkiye’de “kaçak işçi” olarak çalıştırmaya başlarlar...
Bu kaçak işçilerin aylıkları 400 YTL’den azdır. Bunları hapishane gibi koğuşlara doldururlar. Dışarıya çıkmak yasaktır...
Pasaportları işverene teslim edilmiştir...
İşveren istemedikçe bunlar işi bırakamazlar...
İşverenin insafına göre ücretlerini alırlar...
Burada işverenleri suçlamıyorum.
Türk işçisini çalıştırsalar, vergisi ve sigortası ile o işçiye ödeyecekleri 1000 YTL’yi geçer.
Bu takdirde iş yapamazlar, ürettikleri malları satamazlar, iş yerleri kapanır.
Bu hem Türkiye için hem yabancı işçiler için çok daha kötü olur.
Türkiye’ye yabancı işçinin girişini serbest bıraksa, “işçi mafyası” ortadan kalkar.
İşverenler kaçakçılık yapmaz ve Türkiye bunlar sayesinde zengin ülke olur.
Gelen işçi 1500 YTL’lik iş yapar, bunun en çok 500 YTL’sini götürür; 1000 YTL’yi Türkiye kazanmış olur.
Soruyorum:
“Herkes için kârlı olan, Türkiye için çok çok kârlı olan bu serbestliyi Türkiye neden yapmaz?
Bu eziyet, bu zulüm kimin için?!.”
Sabina Mustafayeva
***
‘FAİZ’ ve İlhan Selçuk, Fehmi Koru, Ahmet Hakan
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
05.11.2007
İlhan Selçuk ve faiz?!. Cumhuriyet Gazetesi ve faiz?!. Demek ki bu günleri de görecekmişiz…
Geçen hafta, Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı İlhan Selçuk dahil, faiz üzerine yazı yazmayan kalmadı. Fehmi Koru ve Ahmet Hakan başta olmak üzere, kimi yazarlar da İlhan Selçuk’un faiz yazısı üzerine yazılar yazdılar... Başkanlar, bakanlar, yazarlar ve diğerleri; ‘FAİZ’i, konuştular, tartıştılar, yazdılar…
İlhan Selçuk, kendince Kur’an’daki faizle ilgili âyetlerin dökümünü şöyle yapmış: “Bakara Sûresi, âyet 275: Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar... / Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı... / Kim faizciliğe dönerse cehennemliktir... / Onlar orada (cehennemde) temelli kalacaklardır... / Ey müminler!.. Allah’tan sakının, inanıyorsanız faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin... / Böyle yapmazsanız, bunun, Allah’a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin... Âli İmrân Sûresi, âyet 130-132: Ey müminler... / Yemeyin faizi!.. / Kat kat faiz alarak Allah’a karşı gelmekten korkup sakının!.. / Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının!.. Ve Allah’a, Peygamber’e boyun eğin!..”
*
Fehmi Koru, “İlhan Selçuk ve faiz yasağı” yazısının bir bölümünde ilginç şeyler yazmış…
“(İlhan Selçuk’un) Bu zahmete katlanmasının sebebi, ülkemiz Müslümanlarının (o ‘dinciler’ diyor) sahtekârlığını sergilemek... “Türban da türban” diyorlarmış, ama ‘dinci iktidar’ Türkiye’yi ‘faiz cenneti’ yapmış, kimse sesini çıkarmıyormuş... “Hiçbir dinci gazetede, hiçbir köşede, hiçbir dinci televizyonda şu yazdıklarımı yalanlayamazlar, ağızlarını açamazlar; hacı hoca geçinen yalancı Müslümanlar ağızlarının fermuarını kapatmak zorundadırlar...” diyor İlhan Bey. Doğru söylüyor olabilir mi? Türkiye’nin en yüksek faizle paranın el değiştirdiği ülkelerden biri olduğu doğru elbette. Son 20 yıldır uygulanan finans politikaları yüzünden Türkiye ‘sıcak para tiryakisi’ oldu; parayı çekebilmek için de ona yüksek getirisi (yani faiz) sağlamaktan başka çare yok. Hükümetler de sırf ‘Con Ahmet’in devr-i daim makinası’ durmasın diye yüksek faizden vazgeçemiyorlar. İyi de bunun ülkemiz Müslümanları ile ilgisi ne? Ak Parti hükümeti Kur’an-ı Kerim’de varolan faiz yasağıyla ilgili âyetleri devlet hayatına taşıyacak olsa “Lâiklik elden gidiyor” diye ilk bağıracaklardan biri olmayacağına dair söz verebilir mi İlhan Selçuk? Dinî hükümlerin kamu uygulamalarında yol gösterici olmasını mı istiyor yoksa? İyi de bu lâikliğe aykırı değil mi?”
Fehmi Koru’nun, Müslüman çevreleri yakından ilgilendirecek ilginç bir tesbiti daha var; aynen aktarıyorum: “Görüşünü aldığım bu konulara vâkıf kişiye göre, Türkiye’deki Müslüman çevreler faiz yasağına kişisel ve ticarî hayatlarında sıkı sıkıya uyuyorlar. Bankayla çalışması mutlaka gerekiyorsa, paralarını faiz getirmeyen cari hesaplarda tutuyor inançlı insanlar. Ticari hayatını İslâmî esaslara göre düzenleyen sanayiciler, tüccarlar da banka kredisi kullanmıyorlar. Görüştüğüm kişi, “Son yıllarda büyüyen Anadolu sermayesi bu başarısını bankalarla faizli iş yapmamasına borçlu; kredi alanlar battı, onlar dimdik ayakta” dedi bana.”
*
Ahmet Hakan, “Faiz konusunda İlhan Selçuk haklı” başlığı sonrasında, yazısına şöyle başlamış: “Cumhuriyet Gazetesi’nin kaptanı İlhan Selçuk, çok titiz bir çalışma yapmış ve Kuran’da yer alan faiz karşıtı ayetleri tek tek sıralamıştı... Ardından da şu dört sonuca varmıştı: BİR: İslâm’da faiz kesin bir dille haram kılınmıştır... İKİ: Türkiye son yıllarda AKP iktidarı sayesinde faiz cenneti olmuştur. ÜÇ: Buna karşılık hiçbir dinci gazetede, köşede, televizyonda ağızlar açılmamaktadır... DÖRT: Türban türban diye ortalığı inletenlerin ağızlarının fermuarı kapanmıştır.”
Ahmet Hakan devam ediyor: “İlhan Selçuk’un bu saptamalarına ilk itiraz Fehmi Koru’dan geldi... AKP hükümeti, faizle ilgili herhangi bir adım atsa... En şiddetli itiraz İlhan Selçuk’tan gelecektir... Selçuk, “Neden AKP hükümeti faizi ortadan kaldırmıyor?” diye sormuyor ki. Onun esas sorusu şu: “Faiz almış yürümüş, neden susuyorsunuz?” Suskun kalmakla suçladıkları ise... Başta Fehmi Koru olmakla üzere, dini hassasiyeti olan yazarlar ve yorumcular... Düşünün: Türkiye faiz cennetine dönüşmüş ve iş başında AKP dışında bir parti var... Dini hassasiyeti yüksek yorumcularımız, yine böyle suskun kalırlar mıydı? Bence kalmazlardı... Ve İlhan Selçuk, bu konuda yerden göğe kadar haklıdır. İlhan Selçuk, altını çizdiği “ikiyüzlülük” konusunda da sonuna kadar haklıdır... Dini hassasiyet gereği, “Türban / Türban” diye tutturulacak... İş faize gelindiğinde zinhar tek bir sözcük bile edilmeyecek. Bu hakikaten yaman bir çelişkidir. Çelişkiye dikkat çekildiğinde ise savunma hazırdır: “Faiz konusunda adım atsa ‘Lâiklik elden gidiyor’ tepkisiyle karşılaşır. Ne yapsın zavallı AKP?” Bu savunmayı yapanlara söylenecek söz şudur: Sen boş ver, AKP hükümetinin faiz konusunda adım atmaya kalktığı anda alacağı olası eleştirileri... Sen sözünü söyle! Onca âyeti görmezden gelme... En azından kayıtlara geçsin diye küçücük bir uyarıda bulun... Gerisi Allah kerimdir...”
A. Hakan, ‘Sen sözünü söyle! En azından kayıtlara geçsin diye uyarıda bulun.’ demiş ya; doğru yazmış.
Millî Gazete arşivine şöyle bir baktım; -‘FAİZ’ üzerine kırk yıldır söylediklerimiz ve yazdıklarımız bir yana- ‘FAİZ’ ile ilgili bu köşede pek çok yazı yazmışım; elhamdülillah…
Gerisi mi?
İlhan Selçuk bile Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘FAİZ’ yazısı yazmaya başladıysa;
Allah kerimdir…
***
Müslüman - lâik Türkiye’de
‘lisede mescit açıldı’ haberi!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
06.11.2007
‘Sinek küçüktür ama mide bulandırır’ sözünü bilmeyeniniz yoktur. Bazı küçük haberler de aynen bu sözdeki gibi en hafif ifadesiyle ‘mide bulandırıcı haber’ mesabesinde. Haberin başlığından öğrendiğimize göre; neymiş: ‘Lisede mescit açıldı’ iddiası! Nerede: Müslüman ve lâik Türkiye’de!
Haberde, bodrum katında olduğu yazılan küçücük bir oda. Resimde, iki öğrenci namaz kılıyor. Resimden anlaşıldığı kadarıyla, en fazla 5-6 kişi namaz kılabilir. Haberin bir bölümünde yazıldığına göre; işte bu ‘koca mescitte’ ya da haberde yazıldığı şekliyle ‘mescit haline getirilen odada Cuma günleri de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Haydar Keleş’in öğrencilere imamlık yaptığı ileri sürüldü.’ Haberdeki diğer detaylar şöyle: Adana Tepebağ Lisesi’nin bodrum katındaki bir odanın mescit haline getirildiği ve bazı öğrencilerin teneffüste burada namaz kıldığı ileri sürüldü... Aynı lisede öğretmenlik yapan Eğitim-Sen Adana Şube Başkanı, okulda mescit açılmasını “skandal” olarak değerlendirdi...
Malum, Milliyet ve benzeri gazeteler böyle haberler yayımlıyorlar. Sözkonusu haberi üç gün önce (29.10.2007) malum gazetede gördüm. Sonra aynı gazetenin internetteki ‘Arşiv Ara’ penceresine ‘mescit’ yazıp diğer haberlerin sadece başlıklarına baktım; aynen şöyle: Gizlenen mescit/ Prefabrik mescit atağı/ Kadınlara mahsus mescit yanlıştır/ Ata’nın ormanına ‘çadır mescit’/ Okuldaki mescit/ Lisede ‘trafo mescit’ iddiası/ Okulda ‘gizli mescit’/ Şimdi de seyyar mescit… Haberlerin hepsinin olumsuz olduğu sadece başlıklarından bile anlaşılıyor. Bu haberler nerede yapılıyor? Müslüman ve lâik Türkiye’de!
Sonra aynı gazetenin ‘Arşiv Ara’ penceresine ayrı ayrı ‘kilise’ ve ‘havra’ yazıp pek çok küçük haberle karşılaştım; ama hayret edilecek şekilde hiçbirinde olumsuz bir şey göremedim. ‘Mescit-kilise-havra’, hepsi de ibadet yeri; ama sözkonusu ‘mescit’ veya ‘cami’ olunca, bu ‘özel düşmanlık’ neden?!.
*
Mide bulandırıcı bu gibi küçük haberlerden rahatsız olmamın pek çok genel ve özel sebebi var. Genel rahatsızlığım elbette her normal Müslümanın iman genlerinde taşıdığı rahatsızlıktır. Bir Bosnalı ve Kosovalı olarak benim ayrıca özel sebeplerim de var: Malum, henüz birkaç yıl önceki Bosna ve Kosova savaşlarında Sırplar özellikle cami ve mescitlerimizi yakıp yıkmak için özel bir özen gösterdiler. Mescit ve cami düşmanlığı ile ilgili irili ufaklı her haber, biz Balkanlıların her şeyden önce yüreğindeki o malum acıyı depreştirir. Bir diğer özel sebep ise çok küçük yaştaki çocukluk yıllarıma dayanmaktadır. Anlatayım:
Ben, o zamanlar komünist bir ülke olan eski Yugoslavya’daki Kosova’da doğdum ve 7-8 yaşıma kadar orada ve Bosna/Sancak’ta yaşadım. Küçüklüğümde çok haylaz olduğumdan, annem bazı günler benden kurtulmak için babamla birlikte işyerine gönderirdi. Bizim ‘Endüstri Meslek Lisesi’ dediğimiz ‘Teknik Lise’de babamla geçirdiğim en çarpıcı hatıram; bildim bileli beş vakit namazını hiçbir zaman kaçırmayan babamın o komünist ülke okulunun çatı arasında veya bodrumdaki kömürlüğünde kıldığı namazlardı…
Mide bulandırıcı medyanın ‘mescit’ ve ‘cami’ düşmanlığı kokan bu küçük haberlerini her gördüğümde; her Müslümanın duyduğu genel rahatsızlığın yanında, benim işte böylesi nice hatıralara dayanan özel sebeplerim de vardır. Hele bu mescit bodrumdaki izbe bir oda olur da buna rağmen haberde geçtiği üzere “skandal” gibi kelimelerle nitelendirilirse; inanın, tek kelimeyle ‘iğreniyorum’…
Mahsus Teşekkür: Bugün anlattığım konuyu yazdığım gün (01.11.2007), -ele aldığı her meseleyi en kibar ifadelerle ama en etkili şekilde yazan- gazetemiz yazarı muhterem Mehmed Şevket Eygi’nin de yazdığını gördüm ve sevindim. Başlığı şöyle: “Lisede Mescit Açılsa Kıyamet mi Kopar?” Okumadıysanız, yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Biz Bosnalılar/Boşnaklar, birine selâm göndereceğimiz zaman ‘mahsus (hususi) selâm’ deriz. Üstad M. Şevket Eygi’ye, hissiyatımıza çok yönlü olarak tercüman olmasından dolayı ‘mahsus/hususi’ selâm, hürmet, muhabbet ve teşekkürler…
*
“2008’de özelleştirmeden 11,8 milyar dolar gelecek!”
Küçük haberin başlığı böyle. Bugün asıl yazacağım konu ‘özelleştirme’ ile ilgili yine küçük ama mide bulandırıcı bir haber üzerine olacaktı, ama mini ‘mescit’ haberi ile başlamış oldum.
Malum, pek çok varlığımız ‘özelleştirme’ adı altında peşkeş çekildi; hâlen de çekilmeye devam ediyor… Hükümet -haberde yazıldığına göre- yeni dönemde özelleştirmeye hız verecek/miş. Maliye Bakanlığı gelecek yıl satışa çıkarılacak kamu kuruluşlarından 11,8 milyar dolar gelir hedefliyor/muş...
Elektrik dağıtım şirketleri, otoyollar, köprüler ve onlar üzerinde yer alan tesisler özelleştirilecekmiş… Limanlar ile şeker fabrikaları başta olmak üzere son kalan fabrikalar 2008’de öncelikle özelleştirilecekmiş… Türk Telekom özelleştikten sonra neler oldu, neler yaşandı ve bugünlerde grev sebebiyle neler oluyor; bizzat yaşayarak biliyorsunuz… Ben ‘özerkleştirme’ ve ‘halka açılma’ şartıyla özelleştirmeye karşı olmadığımı defalarca yazdım ve çözüm önerilerimi sundum. Bu konudaki bugünkü sorum ise şudur:
Eldeki bu son varlıklar da ‘özelleştirme’ adı altında bittikten sonra ne yapacaksınız, neyi satacaksınız, bütçe açıklarınızı nasıl kapatacaksınız; hiç düşündünüz mü, ya da düşünüyor musunuz?!.
Lütfen düşünün…
***
Ermeni meselesi
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.11.2007
Savaşın kuralları vardır. İki ordu savaşır, taraflardan biri yenilir ve savaş biter. Savaş bittikten sonra kaybeden taraf galip devletin dayatmalarını kabul edip anlaşma imzalanır. Barış oldu mu yeni bir dönem başlar, yeni bir dünya kurulur, eski düşmanlıklar biter, barışın gereklerini herkes yapmaya başlar. Mağlup devlet güçlenerek yeni savaş yapabilir; galip gelirse o eski anlaşmayı ortadan kaldırıp yeni anlaşma yapar, yahut yenilerek eskisinden daha ağır bir anlaşma yapar.
Biz Ermenilerle yaşadıklarımızdan sonra yaptığımız anlaşmalarla barışa ulaşmış bulunuyoruz. Kars ve Lozan anlaşmaları ile aramızda barış tesis edilmiştir. Batılıların oyunları ve kışkırtmaları ile Osmanlı imparatorluğu yıkılmıştır. Ermeniler ve Rumlar bin yıllık tarihî gerçekleri kabul etmemiş, kendilerini güçlü görerek bizimle savaşmış; sonunda mağlup olmuş ve Anadolu’yu tehcir veya mübadele ile terk etme durumunda kalmışlardı. Sonunda barış olmuş ve barış devam etmektedir...
Şimdi Ermeniler yine Batılıların kışkırtmasına kapılarak barışı bozuyorlar. Anlaşmaları tanımıyorlar. Doğaldır; yenilen pehlivan güreşe doymazmış! Çok istiyorlarsa yeniden savaşırız; yenilirsek Anadolu onların olur, ama yenersek Erivan ve Ermenistan da bizim olur. Onları Amerika’ya göndeririz; orada nasıl olsa onları barındıracak -onları bize karşı kışkırtan- dostları(!) var. Biz kimseyle savaşmıyoruz ama savaşsız da Anadolu’yu kimseye teslim edeceğimiz zannedilmesin.
*
Evet; tarihî bir olay parlamentolarda değil üniversitelerde araştırılır ve ilim adamı olan erbabınca tesbit olunur. Oysa Ermeni meselesinde hiç ilgisi olmayan şeyler yapılıyor. Parlamento tarafından tarihî bir olay elbette tesbit edilemez. Peki, parlamentolar bu kararları neden alıyor?
Ermenilere diyorlar ki; Türkiye’ye saldırın, biz sizin arkanızdayız!
Bize de diyorlar ki; biz size düşmanız, Ermenilerle bir olup Sevr’i yeniden gerçekleştireceğiz!
Bu kararların anlamı budur. Türklerde bir söz vardır; pilavdan dönenin/kaçanın kaşığı kırılsın.
Biz saldırmayız ama; bize saldırırlarsa Ermenistan diye bir devlet kalmaz, orası bir Kafkas devleti olur. Bölgesel sorunlarla boğuşan Gürcistan ve Azerbaycan’ı birleştirir, güçlü bir Kafkas devletinin kurulmasına önderlik ederiz ve o devlet de bizim dostumuz olur. Ermenileri de onları yönlendiren dostlarının ülkesi Amerika’ya yollarız. Gemileri var, hazır tutsunlar; çünkü bizim onları Amerika’ya götürecek veya bu işe tahsis edilecek gemimiz yoktur.
*
Bu vesileyle birkaç hususu belirtmemizde yarar vardır.
BİR
Bu gibi kararları sömürü sermayesi finanse etmektedir. 1897 yapılan plan ve alınman karar gereği 1997’de Anadolu İsrail’in olacaktı; olmadı. Şimdi Ermenilerle Türkleri çatıştıracak, böylece tüm dünyayı Türkiye’ye saldırtacak, sonra emellerin ulaşacak...
Türkiye bu kararlardan dolayı Ermenilerle olan dostluğu bozmamalıdır. Sabırlı, soğukkanlı ve itidalli olmalıyız.
İKİ
Malum ülke parlamentoları bu kararları inanarak almamakta, sömürü sermayesinin parasının hatırına almaktadır. Dolayısıyla, aslında bunlar Ermeni saldırısını desteklemez, Ermeniler de Türkiye’ye saldıramaz. ABD saldırmaya cesaret edemiyor da Ermeniler mi saldıracak?!.
Bizde bir söz var; ‘it ürür kervan yürür’. Dolayısıyla biz işimize bakmalı, Ermeni ve Yananlılarla dostluk yolunda ‘yurtta sulh cihanda sulh’ politikamıza aynen devam etmeliyiz...
ÜÇ
Sömürü sermayesi sorun olmayan meseleleri sorun yapıyor. Ecdadımız yapmasalar bile; ‘Osmanlılar soykırım yapmış olabilir, bize ne!’ deyip geçmeliyiz. Biz ‘soykırım olmamıştır’ diye faaliyetler gösterince sömürü sermayesi kıs kıs gülmektedir. ‘Olmuşsa olmuş, bize ne’ diyeceğiz.
Aslında bizim onların bu saçmalıklarıyla hiç ilgilenmememiz gerekir. O zaman sermayenin bu yolda harcadığı dolarları havaya gider veya Ermeni komşularımız yararlanmış olurlar.
DÖRT
En önemlisi, olaylardan ve fırsatlardan yararlanmalıyız. Türkiye’nin ABD ile olan en büyük sorunu İncirlik Üssü’dür. Sovyetlere karşı kurulmuş bulunan bu üs hâlâ devam etmektedir. ABD oradan komşularımıza saldırmakta, kanlar akıtmakta, canlar almaktadır. Irak’ı işgal etmeden önce buraya ihtiyacı vardı. İran’a nereden saldıracaktı? Ama şimdi Irak onun işgalinde; Türkiye’ye ihtiyacı yoktur. Burayı istediği yere taşıyabilir. ABD İncirlik Üssü’nü boşaltmalıdır. Çekiç Güç sorununu Erbakan çözmüştü. İncirlik çözümü de AKP’ye nasip olsun. İncirlik Üssü meselesini dostane bir şekilde kapatmalıyız. ABD’nin hâlâ Türkiye’de kalmaya devam etmesi onun kötü emelleri olduğunu kanıtlıyor. Evi olmayan komşuyu misafir edersiniz. Ama apartman satın aldıktan sonra hâlâ evinizde misafir kalmakta ısrar etmesi iyi niyetle yorumlanamaz.
Biz ABD’de böyle bir kararın alınmasını istemeli, teşvik etmeli, kışkırtmalı; Koçaryan’ı da tebrik etmeliyiz ki İncirlik Üssü’müzü işgalden kurtaralım.
Vesselâm…
***
‘FAİZ’ ve Merkez Bankası
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
09.11.2007
“Ekonomik terörün sebebi ‘FAİZ’dir” başlıklı yazım bu köşede yayımlandığı gün (30.10.2007 Salı), gazetelerde “Merkez Bankası Durmuş Yılmaz’ın:
Biz ekonomik terörist değiliz” haberi yayımlandı.
Malum, ‘faiz indiriminde’ bekleneni vermeyen Merkez Bankası’nın Başkanı Durmuş Yılmaz, son günlerde ihracatçı ve sanayicinin hedefi hâline geldi.
Tepkiler tam sayfa olarak bütün gazete ilânlarına bile yansıdı.
Başkan Yılmaz, gazete ilânlarına kızmadığının altını çiziyor.
Ancak, aldıkları kararların ekonomik teröre yol açtığı eleştirilerine katılmıyor ve diyor ki: “Biz terörist değiliz. Akşam eve gidip yorganı üstümüze çektiğimizde, ‘Aldığımız kararlardan sonra işini kaybeden oldu mu?’ diye kendimize soruyoruz. Tepkileri okuyoruz, inceliyoruz. Ama doğru yaptığımıza inanıyoruz.”
Merkez Bankası ile ihracatçılar arasındaki ‘düşük kur-yüksek faiz’ polemiğinde, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı’dan şöyle bir cevap geldi:
“Kim rahat uyumak ve vicdanını rahatlatmak istiyorsa, Türkiye’ye yüksek faizi ödetmez.”
Enflasyon düştükçe faizi indireceklerinin altını çizen TCMB Başkanı doğru söylüyor, ‘onlar terörist değil’ ama; teşbihte hata olmaz esasına dayanarak tekrar hatırlatıyor ve diyoruz ki; adeta ekonomik terör mesabesinde zararlı etkilerin baş müsebbibi ‘FAİZ’dir…
Ayrıca, ‘ENFLASYON’un baş müsebbibi de ‘FAİZ’dir.
Çünkü bilinen malum bilimsel gerçek şöyledir; ne kadar ‘FAİZ’ o kadar ‘ENFLASYON’!
Başkan’ın bu gerçeği bildiğini zannediyorum ve soruyorum:
Faizler düşmedikçe enflasyon nasıl düşecek?!.
*
Merkez Bankası’nın faiz ve kur politikasının kabine içindeki muhaliflerinden Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen de, geçen hafta ihracatçıya destek çıktı; düşük kur-yüksek faizin sanayici ve ihracatçıyı müşkül durumda bıraktığını belirtti:
“Dış ticaret içerisinde kur ve faiz, artık bir makas değil tam bir testere hâline geldi. Bu, makası falan geçti, bunun adı ‘kur-faiz testeresi’dir. İttiğiniz zaman da kesiyor, çektiğiniz zaman da. Bakın bu iki ağızlı bir testere, aşırı değerli Türk lirası testerenin birinci vuruşudur. Ara malı ithalatını artırıyor, birinci kesmeyi yapıyor. Geriye doğru çekerken de faiz ikinci kesmeyi yapıyor.”
Bir bakan bile bunları söylüyorsa; hani ‘sözün bittiği yer vardır’ ya, işte tam da öyle bir durum sözkonusu.
Artık bıçak kemiğe dayanmış durumda.
Konuşmak ve yazmaktan ziyade yapılması gerekenleri yapmak gerekiyor, yapmak…
*
Bakınız, Güngör Uras da “MB hedefi bugüne dek tutturamadı ki bundan sonra tuttursun” başlıklı yazısında (31.10.2007), bizim her vesileyle hatırlatıp vurguladığımız gerçeği dile getirmiş: “Aslına bakılırsa, olan bitende bir çarpıklık yok... Merkez Bankası enflasyon hedefini bugüne kadar tutturabildi mi ki, bundan sonra tuttursun…
Faturayı halk ödüyor
Yüksek faiz, dövizi ucuzlatıyor. Ucuz döviz, ithalatı artırıyor. Ucuz ithalat tarımda ve sanayide yatırımı ve üretimi köstekliyor. İhracat artışını önlüyor.
Yüksek faiz bir yanda bütçedeki faiz yükünü büyüterek bütçe açığına, öte yanda ithalatı ucuzlatarak döviz açığına neden oluyor.
Merkez Bankası bu yüksek faiz politikasına ek olarak “tüketimin sınırlandırılmasını”, Maliye politikasının sıkılaştırılarak, “hükümet harcamalarının” kısılmasını istiyor. Unutmayınız, tüketim harcamalarının kısılması; kalkınmanın yavaşlaması, yatırımlarda üretimde frene basılmasıdır. İşsizliktir. Mâli disiplin demek hükümetin faiz ve personel harcaması dışında bir şey yapamaması demektir.
Merkez’in yüksek faiz politikası bugüne kadar hükümet, medya tarafından büyük ölçüde desteklendi. Ama yüksek faiz uygulaması “yılan hikâyesi”ne dönünce ve de ödenen büyük faturaya rağmen hedef bir türlü tutturulamayınca, Merkez Bankası eleştirilmeye başlandı.
Şimdilerde üst yönetimin telaşının, iki günde bir rapor yayımlanmasının, toplantı ve konuşma yapılmasının ardında bunun telaşı var. Merkez Bankası üst yönetimi bugüne kadar arkasına aldığı desteğin “Aslansınız, kaplansınız” sıvazlamalarının kaybolmasından korkuyor.”
Merkez Bankası hariç, artık herkes ‘FAİZ’ aleyhinde yazıyor, konuşuyor...
Geçen hafta İlhan Selçuk bile Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘FAİZ’ yazısı yazmaya başladıysa, tekrar ediyorum;
Allah kerimdir…
***
Gerçek hayat hikâyeleri
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
10.11.2007
Kimi insanlar ‘sanal bir dünya’da, adeta ‘hayal âlemi’ diyebileceğimiz ‘suni bir hayat’ yaşıyorlar. Oysa ‘hayatın gerçekleri’ veya ‘gerçek hayat hikâyeleri’ televizyon dizilerindeki gibi değil, bambaşka yerlerde ve epey zor şartlarda yaşanıyor. Bunları bilmek, duymak, ilgilenmek ve olabildiğince çare-çözümler üretmek gerekiyor.
Hani pek de eski olmayan bir zamanda, daha birkaç on yıl öncesinde ‘mutlu azınlık’ diye andığımız kesim, ya da şimdilerde burada anmak istemediğim ‘bilmem ne’ diye tanımladığımız kimseler var ya; işte onlara bu farklı hayatları ve onların ‘gerçek hayat hikâyelerini’ de zaman zaman hatırlatmamız gerekiyor.
Hatırlamak ve hatırlatmak...
Önce kendimiz hatırlayalım, sonra elimizden geldiğince başkalarına da hatırlatalım; bu arada elimizden geleni yapalım…
Ondan ötesini her şeyin Sahibi olan Kadir-i Mutlak’a havale edelim…
Gerçek hayat hikâyeleri öyle bildiğiniz hikâyelere hiç benzemiyor.
Hayatın gerçekleri bambaşka...
Bu ‘gerçek hayat hikâyeleri’nin birinden başlıyorsunuz; ardından iç içe ve birbiri ardı sıra başka hikâyeler sükun edip geliyor...
Nasıl mı?
Bizzat yaşayan ve bana anlatanın dilinden özetleyerek aktarayım.
*
“Ben, bazı özel sebeplerden dolayısı hâlen Türkiye’deyim… Beş aydır burada bulunuyorum… Ancak, pek çok sıkıntı ve problemler görüyorum, yaşıyorum... Bu arada iki-üç ay kadar bir tekstil işyerinde çalıştım ve oralardaki şartları bizzat kendim yaşadım...
İnsanlar nasıl bir iş hayatı yaşıyorlar, onlardan biri olarak bizzat yaşayarak gördüm: 12-13 yaşında çocuklar okulu bırakmış, çalışıyor; aynı yerde ve aynı şartlarda yetişkinlerle beraber 14 saat çalışıyorlar...
Orada 20 yaşında bir kız gördüm; okumayı ve yazmayı bilmiyor!..
Elbette onlar da bizim gibi insan, elbette onların da hayalleri var; elbette onlar da okulu gitmek ve okudukları okulları bitirmek istiyor…
Daha sonra üniversiteyi okumak ve bir meslek sahibi olmak istiyor...
Ama olmuyor, şartlar elvermiyor, hayaller gerçekleşmiyor; mecburen çok zor ve çok olumsuz şartlarda çalışıyorlar…
Neden mecburen çalışıyorlar?
Kısaca anlatayım.
Mecburen çalışıyorlar; çünkü evde sadece baba çalışıyor, anne çalışmıyor. Baba çalışıyor ama aylık maaş sadece 500 YTL; ev kirası 400 YTL! Kalan 100 YTL ile yaşanacak!..
Bakkal parası ve diğer yiyecek-giyecek masrafları buradan karşılanacak! Elektrik, su, gaz faturalarını da ödemek gerekiyor…
Nasıl ödenecekse, nasıl yetecekse?!.
Elbette yetmiyor...
Evde daha başka küçük çocuklar da var, sırasıyla 6-8-10 yaşlarında. 12 yaşındaki en büyük çocuk mecburen okulu bırakmak ve aile bütçesine katkıda bulunmak üzere çalışmak zorunda. Evdeki diğer çocuklar da birkaç yıl sonra okula değil, o zor şartlarda çalışmaya gidecek!..”
*
“Gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de yüzde 50 kadar insan, nüfusun yarısı sıkıntıda yaşıyor. Eğer şimdi bu böyleyse, birkaç yıl sonrasında ne/ler olacak?..
Görüyoruz, küçücük çocuklar caddelerde mendil veya başka birşeyler satmaya çalışıyorlar. Biraz daha büyük çocuklar kapkaççılık, hırsızlık ve yapabildikleri başka şeyleri yapıyorlar.
Bu gibi insanlar bir müddet sonra mecburen sokaklarda yaşayacak. Nitekim Hindistan gibi bazı ülkelerde öyle yapıyorlar, sokaklarda yaşıyorlar. Ama Hindistan’da 12 ay sıcak hava var. Türkiye öyle değil, yaz var, kış var. Bu insanlar ne olacak?..
Televizyon kanallarında yöneticileri izliyorum, siyasileri seyrediyorum ve söylediklerini dinliyorum... Ben ve bu halk onlara inanmak istiyor ve onlardan çözümler bekliyor. Öyle ümit ediyorum ki, bu sıkıntılar azalacak, bir gün bu problemler çözülecek. Bu çözümler bütün dünyaya örnek olacak. Evet, buna inanmak istiyorum ve bunu onlardan bekliyorum…”
(İsmi Mahfuz)
***
Para.. para.. para…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
12.11.2007
Para, döviz, faiz, borç, bütçe, ihracat, ithalat, enflasyon ve de ekonomi…
Bir gazetedeki bu ekonomi sayfasında ve bu sayfanın bir köşesinde yazı yazıyorsanız, her hafta bu kelimelerin geçtiği en az bir veya birkaç yazı yazma konumundasınız demektir. Çağımız ‘ekonomi savaşları’ çağı ve bu savaşların en önemli aracı da ‘para’ dediğimiz kâğıt parçası!
Dünyada ilk para çıkaranlar Lidyalılar yani Yahudilerdir. Altını sikke hâline getirdiler. Üzerine kaç gram olduğunu yazdılar. Çıkış o çıkış; altın değer olarak kullanılmaya devam ediyor…
İlk kâğıt parayı çıkaranlar da Sasanilerdir. Devlet halktan vergileri topluyordu. Bu vergi para değil mal idi. Sonra bu malları satın alsınlar diye ‘çek’ diye bir belge veriyorlardı. Bu Arapçaya ‘cek’ veya ‘şek’ olarak geçti, çünkü Araplarda ‘ç’ harfi yoktur. Araplardan da ‘çek’ olarak Batı’ya geçti. Bankalar bugün hâlâ bu kelimeyi kullanıyorlar... Merkez bankaları da kâğıt parayı basıyorlar…
*
Para dört fonksiyon ifa eder.
1. Para değer ölçüsüdür.
Üzerinde yazılan malın karşılığı demektir. Hâlbuki tedavülde olan bugünkü paralarda böyle bir şey yoktur. Onun için günümüzdeki para kandırma aracı olmuştur.
2. Para mübadele aracıdır.
Siz bir şeyi para ile satarsınız, başka bir şeyi onunla alırsınız. Paranın üzerinde karşılık yazılmamışsa o zaman para boştadır demektir.
3. Para aynı zamanda kredileşme aracıdır.
Başkasına verir ve ona kullandırırsınız, sonra da siz alır kullanırsınız.
4. Para dördüncü olarak biriktirme yani tasarruf aracıdır.
Karşılıksız kâğıt para, çağımız dünyasını en büyük ve en önemli problemidir. Dolar ve döviz dendiğinde, ülkemiz ekonomisi açısından aklınıza ne kadar çok olumsuz şeyler geliyor, değil mi?
Öyleyse, Napolyon’un ‘Para, para, para’ dediği bu önemli konuyu biraz açalım.
*
Para günümüzde en büyük sömürü aracı hâline getirilmiştir.
Karşılıksız para en büyük sömürü aracıdır.
Dolar bu karşılıksız para sömürüsünün başta gelen sembolüdür. Kâğıt para basan matbaa makinesini çalıştıranlar halkın bütün hayatına girmiş bulunuyorlar. Tüm insanlık bugün bu karşılıksız kâğıt para mekanizmasının ve sahtekârlığının esiridir. İnsanlar en hafifinden ‘ahmakça’ denilebilecek şekilde ABD merkezli para hortumuna bağlanmışlar ve canla başla sömürgeci para babalarına yani Amerika’daki iki yüz Yahudi aileye hizmet ediyorlar...
Bugünkü insanların tanrısı para olmuştur.
Herkes paranın peşinde koşuyor. Herkes para ile her türlü sorunlarını çözeceğini sanıyor. Akıl tutulması derekesinde faizli dış borçlanma peşinde koşanlar, adeta Allah’tan ve O’nun yeryüzündeki halifesi olan halktan/topluluktan başka tanrı edinen zavallılar gibidirler...
Parayı borç verenler ne yapıyor?
Borç verenler doları önce sana borç olarak veriyor, sonra onunla senin her şeyini alıyor. Hâlbuki sen devlet olarak “Ben ülkemde kendi paramdan başkasını kabul etmem” diyeceksin. Sen Merkez Bankası’nda doları bile alıp satmayacaksın. Bir ülkede altın ve ülke parasından başka para geçerli olmamalıdır. Ancak altın karşılığı para geçerli olabilir.
Sahte parayı devlet nasıl olur da güvece altına alır? Kalpazanlarla bu paraları güvence altına alanlar arasında fark var mıdır? Bunlar da karşılıksız para çıkarıyor, onlar da!
*
Paranın dört önemli fonksiyonu vardır dedik:
1. Para değer ölçüsüdür.
2. Para mübadele aracıdır.
3. Para aynı zamanda kredileşme aracıdır.
4. Para dördüncü olarak biriktirme yani tasarruf aracıdır.
Ancak, bugünkü ‘zalim ve sömürücü dünya düzeni’ paranın bu fonksiyonları sağlıklı bir şekilde yerine getirmesine engel oluyor.
İnsanlığın hava gibi her nefeste muhtaç olduğu ‘karşılığı olan kaydî para’nın önemini zaman zaman bu köşede anlatıyor ve hatırlatıyorum. İnsanları bu sömürü çarkından kurtarmak ‘adil ekonomik dünya düzeni’ ile mümkün olacaktır. Bir gün bu gerçekleşir mi?
Elbette, neden gerçekleşmesin?
Yeter ki bunu düşünen ve isteyen irade oluşsun.
***
Yeni Anayasa ve çözüm bekleyen sorunlar
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.11.2007
Yeni Anayasa çalışmaları çok hayırlı hazırlıklara vesile olabilir; olmalı…
Yeni Anayasa çalışmaları sürdürülürken, halledilmesi gereken, çözüm bekleyen temel sorunlarımızı hatırlayalım. Ülkemizin öncelikle ele alınması gereken dört ana sorunu vardır, bunları tekrar hatırlayalım. Yeni Anayasa çalışmaları aynı zamanda yeniden yapılanma için de bir fırsat oluşturmaktadır. Bu çalışmaları bir de bu açıdan değerlendirmeyi düşünmemiz gerekmektedir.
Ülkemizin temel sorunlarını sırasıyla;
1) yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılıp örgütlendirilmesi,
2) adeta çökmüş durumda olan adalet mekanizmasının yenilenmesi,
3) her an kriz sinyali veren ekonomimizin düzlüğe çıkarılması ve
4) her şeyden önce millî olma vasfını kaybetmiş olan medyamızın millîleştirilmesi sorunları olarak sayabiliriz.
Kısaca bu sorunlar üzerinde duralım ve yapılması gerekenleri sıralayalım.
1.
Birinci sorun yerel yönetimlerin yeniden örgütlenmesi sorunudur.
Daha önce değişik vesilelerle yazdığım üzere; devletimiz bunu ‘onlu sistem’ içinde ‘atlamalı yerinden ve merkezî sistemlerle’ sağlamalı, bu şekildeki bir mekanizmayla yerel yönetimlere varıncaya kadar yeniden yapılanmalıdır. Devlet savunma, iller iç güvenliği, bucuklar hukuk düzenini tesis etmeli; ocaklar ise sosyal güvenliğin uygulayıcısı olarak görev görmelidir.
2.
İkinci sorun ise adalet ve yargı sorunudur; yansız, bağımsız, etkin ve saygın bir yargı sistemi oluşturmalıdır.
Bu sorunun çözümü hakemler, savunma, soruşturma ve bilirkişilik yüksek kurullarının kurulması ve yüce divanın yargıların da üstünde yetkili kılması suretiyle gerçekleştirilecektir. ‘Adalet mülkün temelidir’ yani ‘adalet yönetimin/devletin/düzenin temelidir’ temel prensibi unutulmamalı ve özellikle ülkemiz açısından bu alanda yapılması gereken reformlar ya da yeniden yapılanma bir an önce gerçekleştirilmelidir. Artık, geciken adalet belasından bir an önce kurtulmalıyız.
3.
Üçüncü sorun ekonomik sorundur.
Bu temel sorunun çözümü;
a) ‘İmar parası’nı çıkararak inşaat işçilerine faizsiz olarak kredi vermek,
b) Siparişi veren halka ön ödeme için ‘selem kredisi’ni vermek,
c) İnşaat malzemesini alıp satanlara ‘malzeme kredisi’ni vermek ve
d) Altın alıp satmak için kuyumculara ‘döviz’, ayrıca diğer paraları alıp satmak için döviz bürolarına ‘altın parası’nı kredi olarak vermek;
e) Ama -hep hatırlattığımız üzere- faizi sıfırlamak veya tamamen kaldırmak suretiyle gerçekleştirilecektir.
4.
Dördüncü sorun basın ve yayın yani medya sorunudur.
Medya sorunu ‘millî medya’ oluşturacak mekanizmaların kurulmasını sağlayacak şekilde çözüme kavuşturulmadığı sürece, sorun olarak giderek daha da büyümekte, bu büyümeye paralel olarak da ülkemize ve insanımıza verdiği zarar da artmaktadır. Yeni Anayasa çalışmaları vesilesiyle 4. kuvvet olduğu iddia edilen bu sorundan kurtulmanın mekanizmalarını kurmalıyız.
Medya meselesinin çözümü yolunda neler yapılabilir?
- Basın-yayın yani medya işletmelerinden ve çalışanlarından her türlü vergi ve sigorta yükümlülüğü kalkacaktır. Bunlar aynı zamanda başka işler de yapacakları için oralarda sigortalanacaklardır. Bunlara faizsiz çalışma ve işveren kredileri verilecektir.
- Her türlü dağıtım ve ulaşım giderlerini karşılıksız olarak devlet yapacak, bu hizmetlere karşılık bunlardan bir şey almayacaktır.
- Bütün basın ve yayın teşkilatlarından yayınlarının beşte birini kamuya tahsis etmeleri istenecektir. Bu yayın ve dağıtım masraflarını karşılamış olacaktır.
- Ayrıca, basılan eserlerin beşte biri kamuya vergi karşılığı verilecek, devlet bunları halka bedava verecektir. Şöyle ki, herkesin basın pay kuponu olacak, bu kupon üzerinde basın payı yazılacaktır. Eserlerde basın payı cinsinden etiket yapıştırılacak, bununla alınıp satılacaktır. Kitapçı ve ilgili diğer yerlerden temin edilebilecektir. Bu paylar borsalarda alınıp satılacak, böylece isteyen okuma hakkını başkasına devredebilecektir.
Yeni Anayasa çalışmalarından bir de çözüm bekleyen sorunlarımızın halledilmesi yolunda da yararlanmayı düşünmeli ve yapılması gerekenleri gecikmeden gerçekleştirmeliyiz.
Vesselâm…
***
Batı mı, Doğu mu?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
14.11.2007
Batı’da (kuvvete dayalı uygarlıklarda) önce devlet kurulur, sonra devlet anayasayı yapar.
Doğu’da (hakka dayalı uygarlıklarda) ise önce anayasa yapılır, sonra devleti anayasa kurar.
Batı’da dört veya beş yılda bir gizli çoğunluk oylaması ile seçim yapılır;
Doğu’da her yıl yenilenebilen açık vekâlet sistemi ile seçim yapılır.
Batı’da kararlar ekseriyet sistemi ile alınır;
Doğu’da ise ortak vekil sistemi ile alınır.
Batı’da bir toplanma nisabı vardır, bu ekseriya üyelerin yarısının katılması ile olur. Seçimlerde böyle bir şart mevcut değildir. Bir de karar nisabı vardır. Karar nisabı da çoğu kez katılanların yarısıdır. Bu hesapla karar dörtte bir nisbetine göre alınmaktadır. Bazı konularda karar nisabı üçte bir gibi daha da ağırlaştırılmaktadır. Katılma da üyelerin yarısı olarak alınmaktadır. Her ne olursa olsun, karar üyelerin ekseriyeti ile alınmaktadır. Denetimler sağlıklı ve adil olamamaktadır. Bütçe gibi sayısal değerler dışarıda hazırlanmakta, ‘kabul’ veya ‘red’ ile kararlaştırılmaktadır. Hükümeti düşürmek için üyelerin yarısından çoğunun oyu aranmaktadır. Güvenoyu ise katılanların yarısı ile yapılmaktadır.
Batı mantığı güç/kuvvet sistemine dayanır. Madem o görüşü benimseyenler çoğunluktadır, o halde onlar güçlüdür, onların dediği olacaktır. Bu yanlış olmaz mı? Olabilir ama onu değiştirecek olan yine o güçlüdür! Çünkü diğerinin elinden ne gelir?!. Batı mantığında güçlü/kuvvetli olan haklıdır.
Bu sistemin adil olması, insanların eşit sayılması, sözde çoğunluğun azınlığa -gerçekte azınlığın çoğunluğa tahakkümü- anlamını taşıması bir yana; bu sistem kararsız bir sistemdir, kuralsız bir sistemdir. Yeni katılan bir kimsenin dediğini yaptırabilen bir sistemdir. En zayıf görüşlü veya en kararsız ve karaktersiz bir kimsenin diğerlerini yönetmesidir. Her gün kararların değişmesidir. Yani sadece zulüm değildir, aynı zamanda istikrarsızlıktır.
Oysa adalet/barış/hak düzeninde ‘ortak vekil sistemi’ vardır. Önce görüşürüz, konuşuruz, ortak karar alabilirsek ortak karar alırız. Ortak karar alamıyorsak herkesi kendi içtihadında serbest bırakırız. İsteyen uçakla, isteyen trenle gitsin deriz, birlik aramayız. İttifak veya serbestlik.
Bazı hallerde bu mümkün olmaz, birlikte hareket etmek zorunda oluruz. Ya sağdan gideceğiz ya soldan. O zaman yapacağımız iş ‘ortak vekil’ seçmektir. Ortak vekilin seçilme sistemini geliştiririz. En kolay ve en basit ortak vekil seçme şekli sıralama usulüdür. Herkes başkalarını kendisine vekil seçer, sıralama yapar. ‘Ben seçmiyorum’ diyorsa o ortaklıktan ayrılacak demektir. Bir adayın aldığı sıraların tersleri toplanır, en yüksek sayıyı alan ortak vekil olmuş olur. Bununla beraber üyelerin hakemlere gidip ortak vekâleti iptal ettirme yetkileri vardır. Hakemlerin makul bulacağı nedenle onun ortak vekâleti iptal edilir, ondan sonra gelen ortak vekil olur. Böylece sonradan katılan, dönek olan, zayıf görüşlü olan veya kavgalı olan kişinin ortak vekil olması önlenmiş olur.
Ortak vekil bir mecliste müvekkiller ile aleni şekilde istişarede bulunur. Onların görüşlerini alır. Onların vekili olduğu bilinci ile o mecliste kararını alır. Dışarı çıkıp da başkalarına danışmaz, danışamaz. Müvekkilleri dışındaki kimselerin görüşünü meclis içinde almaz veya kararı erteleyemez. Böylece dış baskılardan uzak kalınması sağlanır.
Ortak vekil karar aldıktan sonra karar kesin olup kararı değiştiremez. Yeniden ortak vekâleti alması veya devam ediyorsa yeniden istişare etmesi gerekir. Bu da keyfi kararları önler.
Önemli bir başka husus; üyeler ortak vekilin kararına karşı hakemlere gidebilir ve kararı iptal ettirebilirler. Bu da kararın müsbet ilme ve vekâlet sınırlarına uygunluğunu sağlar. Bununla beraber karar alan tek kişi olduğu ve mecliste karar almak durumunda olduğu için kararlar çabuk alınır.
Batı’daki ekseriyet sisteminin tek dayanağı güçlü/kuvvetli olma ilkesidir.
Hâlbuki çok olan daha kuvvetlidir varsayımı yanlıştır. Nice az olan vardır ki, örgütüyle, bilgisiyle, cesaretiyle, çalışkanlığıyla daha kuvvetlidir.
Doğu’daki hakka dayalı düzen ortak vekâlet sistemine dayanır, vekilin tevkili sistemine dayanır. Vekâleten alınan kararların geçerliliği hususunda ihtilaf yoktur. Bütün hukuk bunu kabul etmiştir. Yoksa görevli kavramı ortadan kalkar. Vekâlet sistemi olmadan topluluk olmaz. Nitekim Batı’da milletvekilleri vekil değildirler. Çünkü ekseriyet oyu ile gelmişlerdir, vekâletle değil. Getirenler azledemiyorlar da. Ama halkın gözünü boyamak için adına ‘milletvekili’ deniyor.
Ne dersiniz?
Hakka/adalete değil de güce/kuvvete dayanan bir sistemden, bir düzenden, bir yapıdan sağlıklı ve adil bir sonuç çıkabilir mi?..
O halde çare ve çözüm bellidir…
Vesselâm…
***
“Adil Düzen”e geçiş…
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
15.11.2007
Batı’da (kuvvete dayalı uygarlıklarda) önce devlet oluşur, sonra devlet anayasayı yapar.
Doğu’da (hakka dayalı uygarlıklarda) önce anayasa yapılır, sonra o anayasa devleti kurar.
“Adil Düzen”e geçişte ise anayasayı halk oluşturur, ortaya koyar, sonra devlet onu mevcut yasama kuralları içinde kabul eder, böylece “Adil Düzen”e geçilmiş olur.
Batı’da seçimler ekseriyet oyu ile gizli yapılır. Doğu’da ise açık vekâlet sistemi ile oluşturulur. “Adil Düzen”e geçişte ise adaylar açık vekâlet sitemi ile belirlenir, oylama ise gizli yapılır. Seçime liste olarak diğerleri gibi girer. Tüm liste gizli oyla da çıkarsa Adil Düzene geçilmiş olur.
Batı’da kararlar ekseriyet sistemi ile alınır. Doğu’da istişareli ortak vekâlet sistemi ile alınır. Adil Düzene geçişte ise teklifler ortak vekâlet sistemi ile oluşturulur. Sonra o da teklifler arasına girer. Ekseriyeti alırsa o uygulanır.
Bu nasıl olacaktır?
Kararların hazırlanması sistemi bugün olduğu gibi devam eder, teklifler nasıl hazırlanıyorsa o teklifler gelir. Ama bunun dışında Adil Düzene göre hazırlanan teklifler de heyete gelir. Heyetin ekseriyeti hangisini kabul ederse o yürürlüğe girer.
Bir örnek verelim: Ceza kanunu hazırlandı ve komisyonda görüşülerek kanunlaştı. Bir de halka ceza kanununu hazırlatalım. Bunu şöyle yaparız. Her partiye aldığı oy oranında bir yasa hazırlama sorumlusunu atatırız. Onlardan her birerlerine birer milyon YTL veririz. Sorumlu yarışma açar ve katılma yeterlilik belgesini istediklerine verir. Yarışmaya katılan herkes kendine göre ceza yasasını hazırlar. Sorumlu bunları çoğaltarak katılanlara ulaştırır. İnternete girer. Katılanlar bunları sıralarlar. Bir tasarının aldığı sıraların tersleri toplanır, telif derecesi bulunur. Buna göre ortak sıra ortaya çıkar. Herkesin ortak sırası ile kendi sırası arasındaki farkların kareleri alınır, toplanır, katılanların sayısının karesine bölünür, karekök alınır, sapma bulunur. Buna göre takdir sırası bulunur. Takdirde birinci olanla telifte birinci olan ortak baş telifçi seçerler, bunlar ortak metin hazırlarlar. Yarışmaya katılanlar derecelerine göre ödülü bölüşürler. Böylece yirmiye yakın ceza metnini her sorumlu hazırlatmış olur. Sonra bunlar arasında sıralama kendilerine yaptırılır ve sonunda benzer şekilde ortak metin çıkar. Hükümet de kendi metnini meclise gönderir. Bu iki metin genelkurmaya gönderilir, onlar da kendi metinlerini yapar ve gönderirler. Komisyon da kendisi bunlara dayanarak bir metin hazırlar. Mecliste bu dört metin oylanır. Ekseriyeti alan metin kanunlaşmış olur. Komisyon metin hazırlarken, ordu metin hazırlarken ortak vekâlet sistemini kullanır.
Bakanlar kurulunda da kararlar ortak vekâlet sistemi ile alınır. Yani başbakan bakanlarla istişare eder. Ona göre bir metin ortaya çıkar. Sonra onu bütün bakanlar imzalarsa bakanlar kurulu kararı hâline dönüşmüş olur.
Bütçeyi günümüzde hükümet yani memurlar hazırlıyor. Bütçeyi bir de meclisin atadığı bütçe komisyonu hazırlar, bunu “Adil Düzen”in kolektif karar alma şekliyle hazırlar. Meclise getirildiği zaman iki bütçe oylanır. Ekseriyeti alan bütçe olur. Böylece “Adil Düzen” ile Batı düzeni yarışa girer, ekseriyet usulü içinde yarışa girer. Ne zaman ekseriyeti kazanırsa o zaman “Adil Düzen”e geçilmiş olur.
Bu usul her sahada uygulanmalıdır. “Adil Düzen”e göre bankalar kurulmalıdır. Bankalar faiz yerine cirodan pay almalıdır. Cebrî icra yerine cezalı bey’ sistemi geçerli olmalıdır. Mevcut faizli bankalar da devam etmelidir. Böylece bir gün eğer faizsiz kredileşme bankaları galip gelirse tüm bankalar kendiliğinden “Adil Düzen” bankaları sistemine geçmiş olur. Her mesleğin dayanışma ortaklıkları kurulmalı, onlar da meslek odalarını oluşturmalı, kişi istediği odaya kaydolmalıdır. Eğer cari sistemdeki üyeler yeterlilik sayısını kaybederlerse Adil Düzene geçilmiş olur. Okullar ve üniversiteler devam etmelidir. Ancak devlet ayrıca “Yüksek İmtihan Kurulu”nu kurmalıdır. Burada imtihan verenlere “teminatlı ehliyet” verilmeli, bunlara dayanışma ortaklıkları kurdurulmalı, mevcut sigorta sistemine zorlanmalıdır. İsteyen primli sigortaya, isteyen taksitli sigortaya girebilmelidir.
Yani;
“Adil Düzen” ile “mevcut düzen” yarıştırılmalı, kazanan kazanmalıdır.
Hattâ her iki düzenin devamlı kalması da “Adil Düzen” gereğidir.
Yani biri ortadan kalksa bile tekrar kurulabilmelidir.
Bu kural her iki taraf için de geçerli olacaktır.
Buyursunlar gelsinler, eşit şartlarda adilane yarışalım…
Ama gelmezler, gelemezler;
Çünkü yenileceklerini çok iyi bilmektedirler.
***
Batı ve Doğu’da yönetim
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
19.11.2007
Batı (yani kuvvete dayalı) devlet modelinde merkezî bir güç vardır. Bu güç devleti oluşturmuştur. Devlet ülkeyi eyaletlere veya illere ayırır. İlleri ilçelere ve bucaklara ayırır. Bucakları muhtarlıklara veya semtlere ayırır. Halkın aile kurmasına izin verir. Böylece devlet mutlak güçtür. Bu mutlak güç sadece bir şeyi yapamaz; kadını erkek, erkeği kadın yapamaz. Bunun dışında her türlü güce sahiptir. Bu merkezî devlet önce site devletleri olarak oluşur. Sonra site devletleri aralarındaki savaşlar sonucu şehir devleti olur. Sonunda ulus devleti oluşur. Ulus devletleri de birbirleriyle yaptıkları savaşta diğer devletleri hakimiyetleri altına alır ve imparatorluklar oluşur. Batı feodal düzenden sonra önce krallıkları oluşturdu. Sonra bu krallıkları yıktı, demokratik ulus devletleri oluşturdu. Şimdi de Avrupa Birliği benzeri büyük devletler oluşturuyor.
Merkezî gücün nasıl oluşacağı hususunda geliştirilmiş teoriler vardır. İbni Haldun’a göre merkezî güç asabeye yani soya dayanmaktadır. Bir anne babadan doğup çoğalan kabile önce kendi içinde sıkı bir disiplinli yönetim oluşturur. Güç olur. Sonra o güç diğer kabileleri hakimiyeti altına alınca devlet oluşur. Büyür, yaşlanır ve sonunda parçalanıp yok olur. Adam Smith ise bunun ekonomiyle oluşması gerektiğini ileri sürmüş, devletin ekonomiye müdahalesine şiddetle karşı çıkmıştır Kapitalistlerin mantığı budur. Serbest bırakalım, zenginler yarışsınlar, sonunda tekel oluşsun, o tekel kuvvet olsun ve merkezî bir yönetim kursun. Karl Marx ise bunun işçilerin birleşmesiyle oluşmasını istemiş, isyan ve ihtilalle yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Yirminci yüzyılda diktatörlerin tanrılaştırılması ile de bu işlerin başarılacağı iddia edilmiştir. Hâsılı, Batı devlet modelinde önce devlet oluşmakta ve her türlü güç onun elinde bulunmaktadır. Devlet alt örgütlenmeyi yapmakta ve onlara istediği hakları vermekte, istediği görevleri yüklemektedir.
Oysa Doğu (yani hakka dayalı) devlet düzeninde sistem tam tersine işlemektedir. Her şeyden önce hak sahibi olanlar “insanlar”dır. Aile doğal bir müessesedir, kendiliğinden zorunlu olarak oluşmaktadır. Aileler birleşerek aşiretlerini yani ocaklarını kurmaktadır. On civarında aileden oluşan bu aşiretler birlikte yaşama kurallarını kendileri koyar ve birlikte yaşarlar. Çalışmak zorunda oldukları ve aşiret içinde üretmek mümkün olmadığı için kabile içinde birleşerek bucaklarını kurmaktadırlar. Burada site devletlerini oluşturuyorlar. Tüm yasaları -ceza yasaları dâhil bütün yasaları- bunlar koyuyorlar. Kendi aralarında yargılayıp mahkûm ediyorlar. Bucaklarda hakem kararlarına uymayanlar oluyor. Bunlar eşkıyalıkla saldırılar yapmaktadır. Bucaklar birleşip merkezî bucaklar oluşturuyor ve bu merkezî bucaklara verilen vergiler karşılığı o ilin güvenliği sağlanmaktadır. Ne var ki dış saldırılara karşı il çapında örgütlenme yeterli olmamaktadır. Bunlar da birleşerek devleti oluştururlar. Böylece en büyük güç oluşur. Aynı dili konuşmayanların ortak savaş yapmaları mümkün olmadığı için silahlı en büyük güç devlettir. Bununla beraber ortak sorunları çözmek için de devletler birliği oluşmaktadır ama bu birliğin silahlı gücü bulunmamaktadır.
Şimdi burada açıkça iki düzen arasındaki fark ortaya çıkıyor. Birinde yani Batı devlet modelinde mutlak güç merkezdedir, devlettedir. Devlet yerel yönetimlere istediği kadar haklar vermekte, istediği kadar görevler vermektedir. Kişilerin de hakları ve davaları devletin atıfeti sebebiyle doğmuştur. Ne isterlerse kişilere o haklar tanınmakta, onlara istedikleri vecibeler yüklenmektedir. Mesela zorla askere götürebilmektedirler. Oysa Doğu devlet düzeninde asıl hak sahibi olanlar kişilerdir. Kişiler ortaklıklar kurmakta, hangi konularda anlaşmışlarsa ocaklarına, bucaklarına, illerine ve devletlerine o görevleri vermektedir. Kişi ona göre yetkilerle donatılmakta, sorumlu tutulmakta ve bu amaçla vergisini vermektedir. Merkeze temsilcileri göndermekte ve ortak işleri onlara yaptırmaktadır.
Batı’da devletin doğal hakları vardır, hepsi onun elindedir, istediği gibi dağıtmaktadır. Doğu’da ise kişi doğal haklara sahiptir. O haklarından bir kısmından vazgeçerek birliğe vermekte, onları kullandırarak işlerini görmektedir. Batı’da kişiler devletin kuludur. Doğu’da ise merkez halkın hâdimidir, ‘hâkim devlet’ yerine ‘hâdim devlet’ vardır.
Batı’da, Doğu’nun etkisiyle oluşan fikirlerle devletin yanında kişilere de bazı doğal hakları tanımayı savunmuşlar ve buna ‘insan hakları’ demişlerdir. Yani devletin yanında kişilerin de hakları olsun demişler ve insan haklarını icat etmişlerdir. Doğu’dan bazı maddeleri bozarak kopya etmişlerdir. Oysa Doğu’da hak sahibi olan devlet değil, insanlardır. İnsanlar istedikleri kadarını merkeze devrederek ortak işlerini gördürmektedir. Bu sebepledir ki ‘insan hakları’ diye bir kavram yoktur, çünkü bütün haklar zaten insan haklarıdır. Usulde yegane hak sahibi ve mükellef kabul ettiği kimse Âdemoğludur, yani insandır. Âdemiyet hak sahibi kabul edilmektedir. Tüzel kişilerin hakları ile başkanın hakları birleştirilmiştir.
Vesselâm…
***
Savaş tamtamları kimler için çalıyor? (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.11.2007
Başbakan Erdoğan Amerika’ya gitti ve Irak’ı bombalama iznini kopardı; ancak küçük bir şart var, atılacak bombaları veya işgal edilecek yerleri ABD ayarlayacaktır!
Şimdi de koro halinde AKP’yi saldırı yapmaya ve savaşmaya zorluyorlar. Çünkü ABD ve CIA, daha doğrusu onları da yöneten malum güç öyle istiyor.
Türklerde bu gibi durumlar için söylenen bir söz vardır; aklına mukayyet ol!
Ben de bu çılgın koro karşısında aklıma mukayyet olmaya çalışıyorum. Başta Mehmed Şevket Eygi olmak üzere, benzeri şekilde aklıselim ile yazı yazanların yazılarını okuyunca ‘oh’ dedim, demek ki aklımı kaybetmemişim.
Kıbrıs çıkarmasında CIA istihbaratı bizim gemimizi bize bombalatmış ve denize gömdürmüştü. Yedek subaylığımı Kıbrıs’ta yaptığımdan özel başka şeyler de biliyorum ama…
Meşhur Mart Tezkeresi’nden önce ABD neredeyse Türkiye’yi işgal ediyordu. Limanlarımız ve hava alanlarımız hâlâ tehlikede; hangi cipleri yerleştirdiler ve bunlar savaş hâlinde bombaları nasıl çekecek, bilmiyoruz!
Bizim istihbaratımız yokmuşçasına ‘bize istihbaratınızdan yararlandırın’ demiyoruz ama; onlar ısrar ediyor ve diyor ki ‘biz size istihbarat bilgileri vereceğiz’!?!
Çekiş Güç’ten neler çektik...
Şimdi de yeni bir sözde işbirliği belasına bulaşmamızı istiyorlar.
*
PKK’yı beslemek için konuşlandırılan güç şimdi de ‘istihbarat gücü’ olarak mı onları himaye edecektir? Amerika’ya sorun bakalım:
-Çekiç Güç etkisiz hâle getirilince neden geri çektin?..
-Irak’tan kaç bin kişiyi alıp da bilmem ne adalarına bilmem ne amaçların için eğitmeye götürdün ve şimdi de Irak’a getirdin?..
-Çuval hikâyesini ne kadar da çabuk unuttun?..
Sen unutsan bile bu millet hafızası unutmaz, unutmayacak...
Milletimizi bu kadar hakir görüp alenen eğlenen bir devlete, vatandaşlarımın kahir ekseriyeti gibi artık ben de sevgi besleyemiyorum ve güvenmiyorum...
*
İstiklâl Savaşı’nı birlikte yaptığımız Kürtler sonra Batı’nın kışkırtmasıyla Kürt isyanı çıkardılar. Aklıselim ile bir düşünelim bakalım, acaba Kürtler neden isyan ettiler?
Artık bazı gerçekleri çekinmeden açık açık konuşalım.
Elbette ülkemizin her tarafında olduğu gibi bu bölgede de ‘ekonomik ve sosyal sorunlar’ var ama daha derinlerde başka bir sorun daha var. Kürtler samimi Müslüman bir topluluktur. Allah’a inanmakta, onun ötesinde Kur’an’a inanmaktadırlar. Âlimleri vardı, hep birlikte medreselerde dersler görüyorlardı...
Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı yetiştiren işte o medreselerdir. Bugün çıkıp da Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın seviyesinde kapsamlı ve derinlemesine “Marifetname” kitabını yazan bir yazarı biz değil, dünya bile yetiştirememiştir. Biz, çağımızdaki ilimlerle benzer bir kitabı yazmayı çok düşündük ama şu ana kadar başaramadık. Çünkü bugüne kadar bizim ardımızda bizi destekleyen Kürt medreseleri, Doğu medreseleri yoktu...
Cumhuriyet hükümetleri Batılıların baskısı ile kökleri ve mazileri binlerce yıla dayanan işte o ilim yuvası medreseleri kapattı. Batı bir taraftan medreseleri kapattırdı, öbür taraftan da ‘dininiz elden gidiyor’ diye onları kışkırttı. İşte Kürt isyanı böyle başladı. Bugün de devam eden sorunun ana sebebi budur; cehalettir, ilimsizliktir, medresesizliktir...
Savaş tamtamları çalarken bir taraftan bu gerçekleri de düşünelim…
Doğuda isyanların ve terörün durmasını mı istiyoruz?
O halde yarın görüşelim, inşaallah…
***
Savaş tamtamları kimler için çalıyor? (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
21.11.2007
Dünden devam etmek üzere ne diyorduk: Doğuda isyanların durmasını mı istiyoruz?
Medreseler açılsın; kökleri ve mazileri binlerce yıla dayanan ilim yuvası medreseler yeniden açılsın.
Devletimiz de -köstek olmak bir yana- o medreseleri mazide olduğu gibi desteklesin.
Halkımız tarafından gerekli vakıflar serbestçe kurulsun, kurulabilsin.
Ashabı Suffe gibi okuyanlar oralarda barınsın, okusun ve ilim öğrensinler...
Doğudaki gençlerimiz dağlarda cehalet ve terör peşinde koşacaklarına, düz ovalarda ilim yapsınlar…
Biz devlet olarak imtihan/lar açalım. İmtihanı kazananlara sertifika verelim, diploma verelim. Bakınız o teşkilat ne yapar, yeni İbrahim Hakkı’ları yetiştirir. Artık Kürt Sait’ler değil Saidi Nursiler ortaya çıkar, Kürt sorunu da çözülür, biter, sona erer.
İsterseniz ‘Türkçe tedrisat yapın’ deyin, onlar buna aldırmazlar.
Neden ısrarla anlamak veya kabullenmek istemiyorsunuz?
Onların derdi Kürtçe değil, Kur’an’dır, Kur’an...
*
Türkiye, dünyanın dört bir tarafından çalmakta olan savaş tamtamlarını dinler de Irak’a girerse neler olur neler?
-Yanlış istihbarat, daha doğrusu talimat nedeniyle Türkiye düşmanları korunur, Türkiye dostları hedef hâline getirilir, Irak’ta Türkiye dostu kalmaz hâle gelinir.
-Şimdi dostane ilişkilerimiz olan Irak Kürtleri ile çatışmaya başlar ve cephemizi daha da büyütmüş, düşmanlarımızı daha da çoğaltmış oluruz.
-Irak devleti bizimle savaşmak zorunda kalır ve Iraklılar Amerikalılara yaptıklarını bize yapmaya başlar, Irak batağına biz de girmiş oluruz.
-Çatışmalar kızışınca Türkiye Kürtleri de onlar tarafı yer almak zorunda kalabilir. Sonuçta Türkiye kendisini savaş ateşinin içinde bulur.
Bütün bunların dışında ve daha da ötesinde; ABD’nin zorlaması ile Suriye ile İran da boş durmayacak ve onlar da bu çatışma alanına çekilecektir.
Rusya ve Çin bir taraftan, Avrupa ve Amerika diğer taraftan silah ve diğer lojistik destekleri vererek (sekiz yıllık İran-Irak Savaşı benzeri) yıllarca sürecek bir savaş başlayacaktır.
Mağaralardaki üç-beş teröristin üstesinden gelemeyen Türkiye böyle bir dünya terörünü nasıl durduracaktır? Savaş çılgınları, ecelinize susamadınızsa şeriatın/hukukun emirlerini dinleyin de başkalarının topraklarına müdahale etmeyin.
ABD’nin hakimiyeti önümüzdeki birkaç yıl, belki de bir-iki yıl içinde bitecektir. Amerikalılar artık dünyada Siyonizmin maşası olamayacak veya olmayacaktır. Çok yakında dolar tepetaklak gidecek ve artık otel odalarında dünyaya menfi yönde yön veren sömürü sermayesi sona erecektir. Tevbe Sûresi bunu bildiriyor. O zamana kadar ağır bedeller ödesek de sabretmeliyiz. Sömürü sermayesinin kışkırtmalarına ve dolduruşlarına gelmemeliyiz.
*
Biz halk olarak devletimizin devam etmesi, cumhuriyetimizin yaşaması için bağırıp çağırıyor, elimizden geldiğince çaba sarf ediyor, eli kalem tutanlarımız durmamacasına yazıyor ve uyarıyoruz...
Uyarılarımızı dikkate almayanlara daha da derin bir hakikati hatırlatalım:
Çok uzak değil, yakın bir gelecekte yalnız Türkiye’de değil, bütün bölgede çok önemli şeyler olacaktır. Bu sebeple olabilecek büyük bir çöküşten sonra Türkiye’de, İran’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de ve Arabistan’da, hattâ Filistin ve İsrail’de ADİL DÜZEN devletleri kurulacak, yine bu devletlerin öncülüğünde “Ortadoğu Birliği” doğacaktır; ama bu birlik Siyonizmin değil İslâmiyet’in Ortadoğu Birliği olacaktır.
Onların oyunları/planları varsa, elbette Allah’ın da bir planı vardır.
Allah her zaman plan yapanların en hayırlısı ve en üstünüdür...
Vesselâm…
***
Futbol, çalışmak ve ‘CİDDİYET’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
23.11.2007
Hani, ‘futbol sadece futbol değildir’ diye yorum ve değerlendirmeler yapılır ya; işte Mehmet Yılmaz’ın Türkiye-Bosna maçı ile ilgili olarak yaptığı haber-yorum da aynen öyle bir şeyleri anlatıyor. “Avrupa’ya açılan kapımız; Bosna…” başlıklı yorumun başlangıç paragrafı bile pek çok yönüyle bunu ifade ediyor:
“Türkiye; Osmanlı ve hatta onun da öncesinden tevarüs eden büyük bir coğrafyanın merkez noktası aslında. Türk dünyasındaki diğer Türkler dışında ve belki de onlardan bile fazla iç içe olduğumuz bir millet var; Boşnaklar. Diğer bir ifade ile Bosna-Hersek’te yaşayan Müslümanlar. Özellikle 90’lı yılların başındaki Yugoslavya iç savaşı sırasında uğradıkları zulüm nedeniyle tarifsiz acılar yaşamış ve ‘Bilge Kral’ları İzzetbegoviç’in liderliğinde zafere giden bir milletten söz ediyoruz; futbol sahalarının mezarlık olarak kullanılmak zorunda kaldığı bir ülkeden... Öyle ki, Sırplar tarafından katledilirken onlara söylenen öncelikli cümle, “Siz Türk’sünüz, onun için öleceksiniz!” olmuş. Onlar da, “Biz Türk değiliz.” dememişler. Hatta savaş sonrası Sırpların millî kahramanımız diye diktikleri II. Dünya Savaşı yıllarının Müslüman katili Mihajloviç’in heykeline karşılık kendi millî kahramanları olarak Sultan I. Murad’ın heykelini dikmek isteyip, sonunda Sırplara geri adım attıracak kadar bizdenler.”
Sonuç kabilinden son paragraf şöyle: “Osmanlı’nın batı yakası; bir zamanlar atalarımızın da Avrupa seferlerinde geçiş merkezi olarak kullandıkları Bosna’dan, Avrupa’ya gidiş için vize istiyoruz. İnşallah da alacağız!..”
Maçı oynadık (ya da iyi oynayamadık ve hani “1-0 olsun ama bizim olsun” deriz ya, aynen öyle oldu) ve 1-0 aldık. Bundan sonrası için bu yeterli mi? Bence hayır! Neden? Nedenini Atilla Gökçe maç sonrası yazısındaki bazı cümlelerde yazmış: ‘Uzun ve çileli Avrupa yolculuğunun son durağında sıkıntılı, durağan bir maça tanık olduk… Fatih Terim kenarda, kulübede... Futbolcularımız da yeşil çimenin üzerinde heyecanlarının, kaygılarının, endişelerinin tutsağı olmuştu adeta... Sıkıntılı ve stresli oyunda golü bulana kadar göbeğimiz çatladı… 2008’de bu futbolun yetmeyeceğini, Türkiye’nin kendisini yeniden hazırlaması (yani daha ciddi olması) gerektiğini ve çok ders çalışmaya ihtiyacı olduğunu söyleyelim.’
***
2008 elemelerine iyi başlamıştık ve ilk maçlarımızı kazandık. Sonra sırasıyla Bosna’da, Malta’da, Moldova’da ve daha önce deplasmanda yendiğimiz Yunanistan’a İstanbul’da yani kendi sahamızda hiç hesapta olmayan şekilde puanlar verdik. Sebebini sorarsanız; biraz ‘tembellik’ ama daha çok da ‘ciddiyetsizlik’ diyebilirim. Biraz ciddileşip biraz da çalışınca, dört maçta kaybettiklerimizi Norveç’teki maçta bulduk!
Ahmet Çakır, “Ders çalışmadan sınıf geçilmiyor” yazısının bir bölümünde, yapılması gerekenler açısından meselenin püf noktasına işaret etmiş: ‘Ancak bunun için gerekli ciddiyeti pek ortalıkta göremiyoruz. Üstelik o ciddiyet, bize bundan sonrası için de en çok gerekli olan özellik... Zaten yıllardır yapamadığımız da bu: Ciddi ve planlı bir çalışma ile geleceğe doğru yürümeyi millet olarak beceremiyoruz. Yoksa koskoca Türkiye, sorunlar içinde bocalayan bu şaşkın dev durumunda mı olurdu!’
Sonuç olarak da şöyle bir ifade kullanmış:
‘İşin gerçeği şu: Biz güle oynaya çıkmamız gereken bir gruptan yeterince ciddi davranmadığımız ve dersimize çalışmadığımız için çıkamayacak duruma geldik.’
***
Seksenli yılları yurt dışında geçirdim...
Hiç unutmuyorum, bir defasında tatile geldiğimde, değerli bir dostum aniden şöyle bir soru sormaz mı:
“Abi, sen bizi dışarıdan bakınca nasıl görüyor ve nasıl değerlendiriyorsun?”
Bu ani soru karşısında pat diye verdiğim tek kelimelik cevap “CİDDİYET” olmuştu;
“BİZ YETERİ KADAR CİDDİ DEĞİLİZ!”
Bazen, denizi geçtikten sonra derede boğulmakta üstümüze yok.
“CİDDİYET” dedim de aklıma geldi.
Henüz yirmili yaşlarımda Almanya’da hem üniversitede okuma hem de iş yerlerinde çalışma (bu arada bir takımda futbol da oynama) çabası içindeyken, edindiğim tecrübeyi oradayken şöyle değerlendirirdim:
“Biz Türkler Almanya’daki ciddiyet ve çalışkanlıkla kendi ülkemizde çalışsak, iddia ediyorum, daha çok para kazanıp biriktirebiliriz; bu arada gurbetin kahrını da çekmek zorunda kalmayız.” Bu değerlendirmeme oradakilerden itiraz eden olmazdı.
Toparlarsak; evet futbol sadece futbol değildir, ondan öte bir şeydir. Futbol sadece futbol, sadece bir oyun değilse; her şey gibi onu da ciddiye almak ve çalışmak gerekiyor. Çocukluk dönemimizdeki her türlü oyun bizi nasıl hayata hazırlıyor idiyse; büyüdüğümüzde de futbol dâhil her türlü oyunu aynı ciddiyetle oynamaya devam etmeliyiz.
Evet, bu oyun futbol maçı veya herhangi bir iş olabilir.
Oyun veya iş her ne olursa olsun; önce ciddiyet, ciddiyet, CİDDİYET...
Sonra çalışmak, çalışmak, çalışmak…
***
Hâkim mi, hakem mi?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
25.11.2007
Batı devlet modelinde herhangi bir yoldan; sermaye veya silah zoruyla veya kabilecilikle, ya da dinle oluşan güç anayasa yapar ve hukuk düzenini oluşturur. Kuvvetin ortaya koyduğu kurallara halkın uyup uymadığını kontrol eden bir mekanizma kurulur. Eskiden bu mekanizma yöneticilerdi. Merkezden gönderilen müfettişler kanalıyla yöneticilerin kanunlara uyup uymadığı kontrol edilirdi. Halkın kanunlara uyup uymadığını kontrol etme işi ise valilere yani atanan yöneticilere ait idi. Ancak bu sistemin çalışmasında zorluk ortaya çıkmıştır. Halife Hazreti Ömer gönderdiği valilerin yanına bir de kadılar atamıştır. Böylece valilerin, halkın ve görevlilerin kanunlara uyup uymadığını kontrol etme görevi kadılara verilmiştir. Kadı ile vali birbirinden tefrik edilmiştir. Kadılar medreseden yetişen kimseler arasından atanıyordu. Böylece şeriat/hukuk uygulanır durumda olmuştur. Bu atamanın başka bir sebebi de valilerin özel hukuka karışmamaları, halkın çoklu hukuk sistemi ile yaşaması idi.
Batı bu sistemi Doğu’dan almış ama her işi dejenere ettiği gibi bunu da doğru dürüst uygulamamıştır. Önce idari yargı ile hukuk ve ceza yargılarını birbirinden ayırmıştır. İdari yargıda ve ceza hukukunda memurların dokunulmazlıkları getirilmiştir. Böylece merkezî idarenin yürümesi için ne gerekiyorsa o yapılmıştır.
Batı demokrasiyi benimseyince yargı bağımsızlığını ortaya koymuş, yöneticileri halk seçtiği gibi hâkimleri de halk seçerek denge kurmak istemiştir. Ne var ki kara Avrupa’sında hâkimler de merkezden atanmakta, merkezi denetim devam etmektedir. Yüksek mahkemenin denetimi bulunmamakta yahut adalet bakanlığına bırakılmaktadır. Hâsılı, yargı bağımlılığı sistemi işlemektedir.
Doğu’da ise “hâkimlik” yerine “hakemlik” sistemi getirilmiştir. Bu sistemde her şeyden önce hakemlik yapacak kimseler ehliyetli olmalıdır. Emanet ehline tevdi edilecektir. Dolayısıyla hakemlik yapacak kimseler imtihan edilecek ve teminatlı ehliyet verilecektir; dayanışma ortaklıkları (odaları) onlara teminatlı ehliyet verecektir. İmtihanlar ortak yapılır ve ilmi ehliyet birlikte tevcih edilir. Ondan sonra ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları hakemlik yapabileceğine teminat verirler. Hakem şayet bilgisizlikten dolayı yanlış karar verirse ilmî, beceriksizlikten dolayı yanlış karar verirse meslekî, ihmalden dolayı yanlış karar verirse dinî, kasden yanlış karar verirse siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin eder.
Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; başhakemi hakemler seçerler. Bunların verdiği kararlar kesindir; ne kendileri ne de başkaları bozmaz. Merkezi denetim yoktur; yargıtay, danıştay, anayasa mahkemeleri yoktur. Hakemler haksız kararlar verirse yine hakemlere gidilir ve hakemler davacıyı haklı bulurlarsa ilk kararı veren hakemlerin dayanışma ortaklığı onu tazmin eder. Dayanışma ortaklığı yanlış karar veren hakemi isterse dayanışmasından çıkarır. Hakem sonra başka dayanışma ortaklığı (odası) bulamazsa artık hakemlik yapamaz.
Hakemler karar verirken mevzuata uymak durumundadırlar. Mevzuat ise kişinin kendisi için oluşturduğu içtihatlarıdır, serbest sözleşmelerdir, ortak vekillerin aldığı istişarî kararlardır, daha önce hakemlerin aldığı kararlardır. Kararlara herkes uymak zorundadır. Karardan mağdur olan sonra hakkını başka hakemlerde arar.
Hakemler kararlarını gerekçesiz verirler. Gerekçeleri kendilerini muhakeme edecek hakemlere verirler. Hakemler fiilin işlendiği yere giderler ve yerinde karar alırlar. Bir konuda karar almadan başka konuda hakemliği yüklenmezler. Hakemler danışman hakemlerden yararlanırlar.
Hakemleri davalı ve davacı seçmekte, ancak hakemlerin ücretleri kamu tarafından ödenmektedir. Doğu devlet anlayışında devlet demek adaleti dağıtan kurum demektir:
“El-adlü esasü’l-mülk/ devletin esası adalettir.”
‘Mülk’ Arapçada ‘devlet’ demektir. Türkçede ‘mülk’ denince basit özel sahiplik anlaşılıyor, maalesef bu kelimenin de mânâsı dejenere oluyor.
Hakemler sistemini getirdiğinizde yargı en üst güçtür.
Cumhurbaşkanının da üstündedir. Hakemlerden oluşan yargı muhakeme eder ve karar verir. Amerika’da Başkan Clinton böyle muhakeme edildi. Yargı hakemlerden oluşunca parlamentonun da üstündedir, her türlü kararları iptal edebilir. Çünkü hakemler parlamentodan seçilmektedir. Milletin vekillerinin bizzat kendilerinin kendi aralarından seçtiği hakemlerdir. Hakemlerin üstünde de hakemler vardır. Her karar uygulama bakımından kesindir ama her karar hakemlerin denetimindedir.
İşte böyle; bundan sonra “hâkim sistemi” mi,
yoksa “hakem sistemi” mi,
karar sizsindir!
Vesselâm…
***
Geleceğin ekonomi dünyası
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.11.2007
Kur’an’da uzun, çok uzun, tam bir sayfa uzunluğunda bir âyet var.
Bu âyet “YAZINIZ” diyor:
“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız.
Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın.
Hiçbir kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın.
Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın.
Rabbi’nden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın.
Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın…
Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin…
Allah size gerekli olanı öğretiyor…” (Bakara, 2/282)
Gelecek uygarlık ve geleceğin ekonomi dünyası işte bu “yazınız” emri üzerine doğacak, kurulacak, gelişecek ve devam edecektir... Bugünkü para, özellikle hiçbir karşılığı olmayan kâğıt para olmayacak; her şeyin sadece bir hesabı olacak, bir de elektronik kartı olacaktır. İnsanın başkası ile kurduğu her ilişki kartla muhasebeye geçirilmiş olacak yani yazılmış olacaktır. Nasıl bugün paranız yoksa bir iş yapamazsanız, nefes alıp vermek kadar para gerekliyse; yarın, daha doğrusu geleceğin ekonomi dünyasında paranın yerine muhasebe kayıtları yani yazılanlar geçecek, her şeyin resmî değeri olacaktır.
İnsanların ehliyetlerine, tahsillerine, tecrübelerine, yaşlarına göre dereceleri olacaktır.
Malların arz ve talebe göre piyasa değerleri ve resmî fiyatları olacaktır.
Binaların ve her türlü gayrimenkullerin resmî kiraları olacaktır.
Bunlar bilinecektir.
Bir de her senedin resmî kredi değeri olacaktır.
Bunlarla geleceğin ekonomik hayatı sürüp gidecektir.
***
İki bucak düşünün.
Bir bucağın halkı bugün olduğu gibi muhasebesini tutmuyor, hiçbir şeyi yazmıyor. Kimin kimden ne aldığı ve ne verdiği belli değil. Birinin bir malı çalınıyor, çalındığı bilinmiyor veya çalındığı bilinse bile kimin çaldığı bilinmiyor. Çalınıyor, bulunamıyor. Bu bucak böylesine sıkıntılar içinde yaşıyor ya da yaşadığını zannediyor.
Bir de “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN BUCAĞI” kurulmuş, her şey muhasebeye geçiyor, her şey yazılıyor.
Muhasebe kayıtları gizli, kimseye gösterilmek zorunda değildir; ama kişi kendi çıkarı için isterse gösterebiliyor. Mesela, evindeki dolapları satmak istiyor. Her dolabın kendisi muhasebede kayıtlı... Müşteri bakıyor ve beğeniyor. Satın alıyor. Kaydına geçiriyor. Bir malın ona ait olduğu belli oluyor. Çünkü o mal yevmiye numarası ile kayıtlı. Masaları üretenler kontrolöre gidiyor. Kontrolör damgaladıktan sonra muhasebeye giriyor, yazılıyor. Fatura yerine “kayıt sistemi” geçerli. Ondan sonrasında artık muhasebeden ancak helak olunca, harap olunca, kullanılamaz hâle gelince düşürülüyor.
Bu bucakta saadet doğuyor; esenlik var, refah var, huzur var...
Öbür bucak ise gittikçe geriliyor, geriliyor ve bir gün çöküyor...
***
İşte, “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” böyle gelecek…
Kur’an’ın emirlerini dinleyip az olsun çok olsun yazanlar yeni bir dünya, geleceğin ekonomi dünyasını kuracak, yazmayanlar yok olup gideceklerdir.
Kimi insanlar direnecek ve kabul etmeyecek, “soysal tufan” olacak, “ekonomik tufan” olacak ve tüm insanlık helâk olacaktır.
Allah’ın bu “yazınız” emrini dinleyen ve gereğince yerine getiren -kim bilir belki de sadece bir avuç- insan “Yazınız Nuhun Gemisi”ne binecek ve onlar geleceğin yeni dünyasını kuracaklardır.
Sonuç olarak, geleceğin ekonomi dünyası işte böyle bir şey olacaktır.
Âyetin sonu ne diyordu?
“Allah size gerekli olanı öğretiyor…”
Not: Bu âyetin tamamının A4 büyüklüğündeki 30 sayfalık tefsirini merak ediyorsanız; 435, 436 ve 437 sayılı “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” notları yayımlandıklarında, “www.akevler.org”da okuyabilirsiniz.
***
Vatansever olmak
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
29.11.2007
Bir doktor, genç bir doktor, yaşamakta olduğumuz günlerin ve olayların etkisiyle bence önemli şeyler yazmış, duygularını dile getirmiş... Bana da ‘güzel bir yazı’ diye gönderilmiş. Okudum, yazıda hatırlatılanlardan etkilendim ve kimi zaman ‘zalim düzen’ zembereğinde çektiklerimizi hatırladım; hatırladıkça düşündüm, düşündükçe utandım...
Biz cephelerde hiç kaybetmedik…
Sokaklarda ise hiç kazanamadık...
Bunu çok iyi bildikleri için cephede vur-kaç taktiği yapanlar, gençlerimizi ve halkımızı sokağa döküyor. Ülkemize yapılan haince saldırılara elbette tepki verilmeli. Ancak duygusal anda tepki vermek “vatanseverliğin” sadece bir parçasıdır. “En büyük vatansever” sadece şehit cenazeleri olunca tepki veren kişi değildir!
“Bizi de askere alın... Bu vatan için ölmeye hazırız... Biz de devletin emrindeyiz…” gibi cümleleri bugün herkes söylüyor; slogan olarak söylemesine söylüyor ama…
*
“Devlete hizmet edip şehit olmaya hazırız” diyen bir esnaf, böyle dedikten sonra müşterilerine kazık atıyorsa, yalan-dolanla iş yapmaya çalışıyorsa “vatanseverliği” sadece sözde ve sloganda kalmış olmaz mı?
Her ay devletten vergi kaçıran birinin, “Vatan, sana canım feda! Vatan, senin için ölmeye hazırım!” sloganları atıyor olması bir çelişkiyi göstermez mi? Böyle birinin gerçek bit vatansever olduğu söylenebilir mi?
“Ben de vatan için ölmeye hazırım!” diyen bir doktor, hastanesine gelen hastalarla gerektiği gibi ilgilenmeyip hastalarını muayenehanesine yönlendiriyor ve özel olarak muayene olanlarla daha çok ilgileniyorsa, buna “vatanseverlik” diyebilir misiniz?
Tapu müdürlüğünde memur veya müdür olan birisi “Ben de ölmeye hazırım!” dedikten sonra “rüşvetsiz” imza atmıyorsa, ülkesine olan sevgisi sorgulanmaz mı?
Devletin herhangi bir kademesinde çalışan devlet memuru “Beni de askere alın!” dediği halde, yanına gelen vatandaşla ilgilenmiyor ya da işlerini aksatıyorsa “Vatan, sana canım feda!” cümlesini haykırması çelişki değil midir?
“Biz bir ölür, bin diriliriz!” sloganı atan bir öğretmen, sınıfındaki öğrencilerle yeterince ilgilenmiyorsa, fidanların kurumasına göz yuman bir bahçıvan kadar suçlu olmaz mı? Öğretmenler lokalinde her akşam okey oynayan bir öğretmenin, öğrencilerine sınıfta “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı yapması sadece slogandan ibaret kalmaz mı? Bir meslektaşım bana gönderdiği mailde diyor ki: “Sabah 1. dersin ortasında sınıftan çıkıp öğretmenler odasında TV karşısına geçen ve magazin programları izleyen bir öğretmen “Her şey vatan için!” sloganı atıyor! Bu olayı bizzat kendi gözümle gördüm.”
*
“Hepimiz Mehmetçiğiz!” sloganını ben de çok seviyorum. Ne de olsa “asker millet” diye anılan ceddimizin ahfadıyız, onların evlatlarıyız. Peygamberinin ismini ordusuna veren bir kültürün, bir medeniyetin çocuklarıyız.
Toplum olarak “Hepimiz Mehmetçiğiz!” sloganı attıktan sonra; gerçekten vatansever olup olmadığımızı ispat etmek istiyorsak, hepimiz -istisnasız hepimiz- her şeyden önce işimizi doğru, dürüst, hilesiz, elimizden geldiğince tam yapmak zorundayız.
Bunu yapmıyor, sadece slogan üretiyor ve o sloganları haykırıyor, bu arada asıl yapılması gerekenleri yapmıyorsak; artık her türlü musibet, âfet, felaket veya sosyal tufanı beklemek durumundayız demektir. Şöyle de diyebiliriz: O dediğin musibetler zaten her yanımızı sarmış değil mi? Durumumuz gerçekten öyleyse; vay hâlimize!..
Durum böyleyse, o zaman yarın “En büyük vatansever kimdir ve nasıl olmalıdır?” sorusu üzerinde duralım.
***