Milli Gazete 2007 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2007 1.Baskı
1092 Okunma
2007 Mayıs

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

MAYIS 2007

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkiye ekonomisi nasıl yönetiliyor?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.05.2007

Malum, Türkiye’nin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile ilişkilerine yönelik tartışmalar sürüyor. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Mayıs 2008'de bitecek olan mevcut stand-by anlaşmasının yenilenmesini istedi! Bu arada Yılmaz, “Yeni düzenleme ile mâli disiplinin sürdürülmesini amaçlamalı." dedi. Enflasyon Raporu’nun tanıtımı sebebiyle basın toplantısı düzenleyen Yılmaz, faizlerin yılın son çeyreğinden itibaren indirilmesi hâlinde enflasyondaki düşüş eğiliminin belirginleşeceğini vurguladı ve enflasyonun yıl sonunda yüzde 4,5 ile 7,1 arasında gerçekleşeceğini anlattı; ayrıca, genel seçimlerin ekonomiyi olumsuz etkilemesi durumunda -sanki faizler çok düşükmüş gibi- 'faizleri artırabilecekleri' sinyalini verdi!

Merkez Bankası Başkanı Yılmaz, piyasalar ve ekonomi için IMF ile Avrupa Birliği'nin çok önemli bir çapa görevi gördüğünü vurgularken, “IMF ile mevcut anlaşma gelecek yıl sona erecek. IMF ile farklı anlaşmalar yapılabilir. Ancak yapılacak düzenleme mâli disiplinin sürdürülmesine yönelik olmalı.” değerlendirmesini yaptı. Faiz ve kur politikası ile siyasi gelişmeleri yönlendiremeyeceklerini vurgulayan Yılmaz, “Erken ya da geç, seçimler nasıl yapılırsa yapılsın, gelişmeler orta vadeli enflasyon hedeflerimizde kalıcı sapmaya neden olursa tepki verir ve gerekli önlemleri alırız.” diye konuştu!

Sıcak para olarak adlandırılan kısa vadeli yabancı sermaye girişinin temelinde güven ve istikrar olduğunu ifade eden Yılmaz, “Türkiye’ye giren kısa vadeli sermayenin tehlike teşkil ettiğine inanmıyorum; ama bunu yakından takip etmek zorundayız. Risk iştahı değişebilir, giren para çıkabilir de.” dedi. Önümüzdeki üç yılda merkezî yönetimin dış borç ödemesinin 45 milyar dolar olduğuna işaret eden Merkez Bankası Başkanı, bu ihtiyaç çerçevesinde döviz kurunun seviyesini etkilemeden, arz şartlarına göre döviz rezervlerini takviye edeceklerini ve bu kapsamda artırma veya azaltma yapabileceklerini dile getirdi.

Para politikalarımızın başındaki otorite şahsiyet böyle diyor ve böyle yapıyor!

Hükümettekiler ve ülkeyi yönettiklerini zannedenler de olanları sadece seyrediyor!

***

Geçtiğimiz aybaşında Türkiye’de incelemeler yapan IMF uzmanları 'concluding statement' adını taşıyan mektuplarını yani konsültasyonlarını bırakıp gittiler. Bu konsültasyonların sonunda görüşmeleri yapan IMF uzmanları üç belge hazırlarlar. İlki ilk değerlendirmelerini yansıtan 'concluding statement' adlı mektuptur. Bu mektup bir kaç sayfalık bir özet değerlendirmedir. Bunu ülkeden ayrılmadan önce yetkililere verirler. İkinci belge ABD’ye dönüşlerinde hazırladıkları çok daha ayrıntılı 'Article 4 Consultation Report'dur. Üçüncü belge bu raporun ekini oluşturan ve 'Recent Economic Development' adını taşıyan istatistiklerden oluşan bir ektir.

IMF uzmanlarına göre, 2007’den itibaren koşulların kötüleşeceği bir ortama girilmiş bulunuluyor. Geçtiğimiz dönemde yüzde 7.5 ortalamayla büyüyen ekonominin önümüzdeki dönemde yüzde 5 ortalamayla büyümesi bekleniyor. Bu düşüş IMF uzmanlarına göre iki nedenden kaynaklanıyor:

1) Geçen yıl yaşanan dış dalgalanmanın etkisi,

2) Artan cari açık.

Piyasalarda güveni sarsarak risk primini artırmış olan bu iki etken, enflasyonda ortaya çıkan artış eğilimiyle birleşince, faizin artırılmasına, o da kredi artış hızının düşmesine ve iç talebin yavaşlamasına yol açmış bulunuyor.

Bu tesbitlerin ardından IMF uzmanları, mektupta, önümüzdeki dönemde uygulanması gereken ekonomi politikasının 2007’de ortaya çıkan gelişmeler üzerine kurulması gerektiğini öne sürüyor ve şu önerileri ortaya koyuyorlar:

1) Maliye ve para politikalarında disiplinin sürdürülmesi, bu yolla enflasyonun denetim altında tutulması, bu politikaların hâlen yüksek düzeyde bulunan ve kırılganlık yaratan kamu borcunun düşürülmesi için kullanılması….

2) Verimliliği destekleyecek ve istihdamı artıracak biçimde arz yönlü yapısal reformların sürdürülmesi…

IMF uzmanlarına göre bu politikaların uygulanması hem büyüme potansiyelini ileride yeniden yüzde 5'in üzerine çıkaracak, hem de cari açığın doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla finanse edilmesini sağlayarak ekonominin dış şoklara karşı kırılganlığını azaltacak.

Mektubun sonraki bölümlerinde bu politikaların nasıl uygulanacağı kapalı bir dille açıklanıyor.

***

SONUÇ olarak; bu tesbitlerden sonra, son sözü de Mahfi Eğilmez’in öngörülerine bırakıyorum.

“Ben anladıklarımı açık olarak ifade etmeye çalışayım:

1) Yüksek faiz uygulaması devam edecek…

Enflasyon kısa sürede inmeyeceği için Merkez Bankası'nın faiz indirmesini boşuna beklemeyin.

2) YTL, kriz olmadığı sürece değerli kalacak.

YTL’nin değer kaybını beklemeyin.

3) Faiz dışı fazlada yüzde 6.5’lik hedef devam ediyor.

Bütçede bir gevşeme ummayın.

4) Seçimden hemen sonra sosyal güvenlik reformu çıkacak.

Şimdilik askıya alındığı için vazgeçildiğini sanmayın.

5) İstihdamda işveren lehine düzeltmeler yapılacak.

Emek lehine fazla bir gelişme olacağını düşünmeyin.”

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye nasıl kurtulur? (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.05.2007

Bugünlerde, cumhurbaşkanı seçimi vesilesi veya bahanesiyle, sorunlu ve sıkıntılı günler yaşıyoruz. Sistem pek çok yönüyle eksik ve yetersiz olduğundan dolayı sorunlar çözülemiyor.

Nitekim cumhurbaşkanlığı seçimi gibi temel bir konuda bile meseleyi sorunsuz bir şekilde çözemiyoruz. Bundan dolayı, sorumlu makamlarda olanlar her zamankinden daha da dikkatli olmak, geniş düşünmek ve artık çözüm önerilerimizi dikkate almak durumundadırlar.

Bu vesileyle bir kere daha içinde bulunduğumuz bu durumun genel sebepleri üzerinde duralım.

XX. yüzyıl içinde insanlık varolan sorunlarına çözümü “sermaye tekeli” veya “devlet tekeli”nde aramış, yani çözümü “sermaye” veya “devlet” getirecektir sanılmıştır.

Oysa, artık ayan beyan bilinmektedir ki, çağımızın sorunlarını ne “devlet tekeli” ne de “sermaye tekeli” çözebilmiştir; bu gidişle de çözemeyecektir…

Ülkemizde de, bu yöndeki yüz yıllık çaba sonuç vermemiş, “muasır medeniyetin fevkine çıkacağız” sloganı bir etki yapmamış; maalesef bu önemli ve büyük idealin gereği de yapılamamıştır.

Artık, aklımızı başımıza alma, alternatif çözüm önerilerine kulak verme ve asıl yapılması gerekenleri ana gündemimize alıp bir yerden başlangıç yapma zamanıdır.

***

‘Sorunlar ADİL EKONOMİK DÜZEN ile çözülebilecektir’

Bıkmadan, usanmadan, kimi zaman üstüne basa basa vurgu yaparak ve de ısrarla;

‘Sadece ülkemizin değil, bütün insanlığın, bütün dünyanın sorunları ancak ve ancak, genel olarak “ADİL DÜZEN”le, ekonomik sorunları da özel olarak “ADİL EKONOMİK DÜZEN”le çözülebilecektir’ diyoruz.

Bugüne kadar denenen sistemlerle sonuç alınamadığına, bu arada ‘alternatif sistem önerileri’ de gündeme getirildiğine göre; artık bu alternatif çözümlerin düşünülmesi, incelenmesi, gündeme alınması, plan ve projelerinin yapılması, bir an önce de uygulanması merhalesine geçilmelidir.

Gerekeni yapması gerekip de yapmayan veya yapamayanların, bizim baktığımız pencereden göründüğü kadarıyla, artık pek bir bahanesi, mazereti ve reddetme gerekçesi kalmamıştır. Öyle zannediyor ve görüyorum ki, genel ve özel meselelerin, sorunların, problemlerin çözümüne bir yerden başlamamız gerekiyor. Çünkü, bir yerden başlamayınca, hiç başlanmamış oluyor.

Sorunları erteleme ve sözde çözümlerle oyalanma; bir taraftan sorunların çözümsüz kalmasına sebebiyet verirken, diğer taraftan adeta kangrenleşmesine sebebiyet vermektedir. Allah korusun, kangren bazen bütün bünyeyi hasta edip yok eder. Tehlikenin bir de böyle bir boyutu var.

Bu durum da iyi biline ve artık hiç hatırdan çıkarılmaya…

***

Çözüm için neler yapılmalıdır?

- Faizli sömürü düzeni hiçbir sorunu çözmez, çözemez.

Başarı gibi görünen ama sadece sözde kalan ve özde gerçekleşmeyen uygulamalar, aslında daha büyük bir yıkılışın kaynağı olmaktadır. Faizsiz “Adil Düzen”e geçmek için gayret sarf edilmelidir. Yapılacak iş çok basittir. Ödenen vergi karşılığı faizsiz kredi verilecektir. Geri ödeme yapamayanın üstüne gidilmeyecektir. Halka faizsiz selem kredileri ile çalışma kredileri verilecektir.

- Bir ülkenin sorunları maaşlı bürokratlarla hiçbir zaman çözülemez.

Zaman zaman bu köşede gündeme getirdiğimiz ve çözüm için gerekli olan “yüksek kurullar” kurulmalı, ‘serbest meslek sistemi’ içinde sorunlar çözülmelidir. Detayları bizde mevcut.

- Vergiler elektrik bedelleri üzerinden tahsil edilmelidir.

Bu uygulamanın nasıl yapılacağının kısmî detaylarını da daha önce yazdık. Bu düzenleme yapıldıktan sonra defter tutma, fatura kesme mükellefiyeti devam etse bile, artık vergiler onlara göre tahsil edilmeyecektir.

- Bürokratların hükmetme metodu kaldırılacak, hakemler önünde herkes eşit olacaktır.

Davacı vatandaş değil, devlet görevlisi olacak, yani işler vatandaşın beyanına göre yürüyecek, devlet aksini ispat etmekle mükellef tutulacaktır. Çökmüş bulunan adalet mekanizması yeniden yapılanmalıdır.

Bugünlük bu kadar; yarın, kaldığımız yerden devam edeceğiz, inşaallah…

Allah milletimizin ve devletimizin yâr ve yardımcısı olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye nasıl kurtulur? (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.05.2007

Türkiye’nin en büyük sorunu dış borçlarıdır.

Ekonomiyi bu borçlar çökerttiği gibi, maalesef ülke bağımsızlığını da tehdit etmektedir.

Hattâ, hep hatırlattığımız üzere, Osmanlılar da işte bu borçlar sebebiyle yıkılmıştır.

Aynı tehdit daha şiddetli olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne ve milletimize yapılmaktadır.

Bundan dolayı bu sorunu mutlaka ve acilen çözme zorunluluğu vardır.

Bu sorunun çözümü için “Dış Borçlar Yüksek Kurulu” derhal kurulmalıdır.

- Son seçimlerde aldıkları oy nisbetlerine göre siyasi partiler bu kurula üye vermelidirler. AKP 7, CHP 4, DYP 2, MHP 2, ANAP 2, GP 2 ve SP 1 üye vermeli, 20 kişi daha fazla gecikmeden göreve başlamalıdır.

- Türkiye’nin özel mülkiyete geçmemiş arazileri ile tüm KİT’ler bu kurulun emrine verilmeli, ayrıca ormanlar da tahsis edilmelidir. Kurul bunları dolarla Türklere satmalı veya kiralamalı ve bu dolarlarla devletimizin dış borçlarını ödemelidir.

*

Devletin elindeki imkânlar nelerdir ve ne yapılmalıdır?

- Kamu arazilerinin mülkiyeti -yabancılara değil- halka satılacak veya kiralanacaktır.

- Orman ve SİT alanlarından yararlandırma yetkisi dolar değeri ile kiraya verilecek, gerektiğinde veya günü geldiğinde bedel iade edilip toprak geri alınabilecektir.

- Tüm KİT’ler kamu tesisleri pay senetleriyle -yabancılara değil- halka satılacaktır.

- Halkla dolar kredileşmesi yapılacaktır. Yabancılardan değil, halkımızdan dolar vereceklere biz YTL vereceğiz, yani halkımız dolar getirip YTL alabilecektir.

Halkın elinde bulunan imkânlar bu yollarla devlete intikal edince, devlet borçlarını ödeyerek bağımsız ve borçsuz devlet hâline gelecektir. Malum olduğu üzere, halkımızın elinde bu imkân vardır.

Bu uygulamaya bir an önce ve hiç gecikmeden geçilmelidir.

Aksi halde, borç giderek büyümekte ve adeta bir batağa dönüşmektedir.

Batak büyüdükçe, -dün de hatırlattığım üzere- koca Osmanlı Devleti bile bu batakta boğulduysa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de böyle bir batakta yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır.

*

Dış borçları tasfiye etmek için başka yollar da takip edilebilir.

Daha önce bunlar anlatılmıştır; kısaca tekrar edelim:

- Dış borçlar iç borca çevrilebilir.

- Faizli borç kredileşme borcuna çevrilebilir.

- Nakit borç mal borcuna çevrilebilir.

- Borç iştirake çevrilebilir.

Böylece dış borçlar iki sene bile sürmeden tasfiye edilebilir.

Bu çözüm şeklinin detaylarını her zaman ilgililerle paylaşmaya hazırız.

*

Faizsiz ekonomide bankalar nasıl çalışacaktır?

- Devlet bankalara faizsiz kredi verecek; bankalar da işletmelere faizsiz kredi verecektir.

- İşletmeler bununla şirketlerini işletecek ve üretim yapacaklar, buna karşılık devlete vergi vereceklerdir. Bu vergiden bankalara da pay düşecektir.

- İşletmeler vergilerini üretim miktarı ile orantılı ve mal olarak verecektir.

- Kredi miktarı geçmiş yıllarda işletmelerin getirdikleri vergi nisbetinde ayarlanacaktır.

Böylece bankalar faiz almayacak ama işletmelerin cirosundan bir pay alacaklardır.

Bu sayede ve bu vesileyle ‘faizsiz ekonomi düzen’ de kurulmuş olur.

*

İşte, bir taraftan ülkeyi yönetenlerin başarılı olması, ama bundan da önemlisi, milletimizin ve devletimizin ayakta kalabilmesi, yani Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için diğer sorunlarla birlikte dış borç sorununun da acilen çözülmesi gerekir.

Biz, Türkiye’yi kurtaracak çözümleri gündeme getiriyoruz.

Biliyoruz, sömürü sermayesi bu çözümlerden hoşlanmıyor…

Ama Allah da sömürüden ve halkın sömürülmesinden hoşlanmıyor...

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomik ve siyasi sorunlar

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.05.2007

Halkımız için zor günler geride kaldı diyemiyoruz. Çünkü, sürekli olarak görünen köyün kılavuz istemediğini, çözümsüz olarak orta yerde durdukça, ekonomik ve siyasi sorunların günü geldiğinde ‘kriz’ veya sosyal tufan boyutunda patlak vereceğini hep hatırlattık, hâlen de hatırlatıyoruz; hatırlatıyoruz ama…

Evet, son yıllarda içinde yaşadığımız, son günlerde ise bir anda daha derin şekilde duçar olduğumuz ‘sosyal tufanlar’ için, genel olarak Millî Gazete’mizin sayfalarında ve özel olarak bu köşede, tesbit-teşhis-tedavi reçetelerini içeren yüzlerce makale yazdık, hâlen de yazıyoruz; yazıyoruz ama…

-Hükümet edenler ısrarla görmemeye ve dinlememeye devam ettiler; ediyorlar…

-Halkımız ise bu çözümsüz sorunlarla baş başa hayat mücadelesini sürdürüyor…

***

Nihayet, hükümet politikalarını destekleyen ve hâlen ülkemizin en yüksek tirajlı Zaman Gazetesi’nin bizzat Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı bile, 4 Mayıs Cuma günü, -bizim öteden beri söyleyip yazdığımız- gerçekleri görüp itiraf etmek zorunda kaldı. ‘Kritik sorular ve acil çözüm’ başlığı altında, gazetenin birinci sayfasından başlayan uzunca bir haber-yorum yaptı.

“Bir ay öncesine kadar hararetle tartıştığımız konulara bakın; bir de bugün konuştuklarımıza. Nasıl da hemen içe kapandı bu ülke. Nasıl da polemik yarışına girildi ve Türkiye’nin hayatî konuları unutuluverdi…” diyerek başladığı değerlendirmesini, sona doğru şu tesbitlerle bağlamış:

“Ekonomi hassas bir çizgide seyrediyor.

-5,5 milyon insanın 70 milyar YTL şahsî borcu var.

-Araba, ev ve diğer maksatlar için kullanılan krediler yüzünden yaklaşık 20 milyon insanın yüreği ağzında.

-İstikrarsızlık geçmişte devleti ve özel şirketleri vurdu; bu sefer oluşabilecek bir küçük kaos halkı bizzat çarpacak.

-Özel sektörün omuzlarında 121 milyar dolar borç bulunuyor.

-İhracat patlamasının 100 milyar doları işaretlemesine rağmen cari açık 30 milyar dolar.

Hal böyleyken yeni maceralar aramanın makul bir izahı yapılabilir mi?

Siyaset ve hukuk, kaos üretmek için kurulmuş mekanizmalar değil. Bu iki önemli unsur hem kendilerine zarar veriyor hem de bu ülkeye…” (Kritik sorular ve acil çözüm, Ekrem Dumanlı, Zaman, 04.05.2007 Cuma)

***

Hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarını öteden beri “üçkâğıt ekonomisi” olarak nitelendiren, Marmara Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı Prof. Dr. Osman Altuğ, özellikle Millî Gazete’mizde yayımlanan değerlendirmelerinde, ekonomik göstergelerle ilgili olarak açıklanan rakamların sanal olduğunu, hükümetin dilediği gibi bu rakamlarla oynadığını ve bunu bir başarıymış gibi lanse ettiğini hep söylüyor.

“Açıklanan enflasyon rakamları sanal rakamlardır. Çünkü Türkiye’de ekonomi kayıt dışıdır. Borç, arz, gelir ve gider belli değildir. Dolayısıyla böylesi belirsiz bir ortamda anketlere bağlı olarak açıklanan enflasyon rakamları gerçeği yansıtmaz. Açıklanan enflasyon rakamları 768 malın fiyatının alt alta yazılmasıyla oluşan toplamın bir önceki ay ya da yıl ile kıyaslanması ile oluşuyor. Bu 768 mal içerisinde kadınların kaş aldırma ücreti de vardır. Böylesi bir hesaplamanın gerçeği yansıtmayacağı açıktır. Burada satılan malın miktarı yoktur. Miktarın olmadığı bir hesap da gerçeği yansıtmaz. Dolayısıyla bu sanal rakamlara dayanılarak yapılan bütün yorumlar da tamamen safsatadır. Yani hükümetler diledikleri gibi enflasyon rakamları ile oynayıp kendilerini başarılı gösterebilirler.

Hükümetin uyguladığı ekonomi politikasından dolayı, ülkemizde rantçı çevreler ciddi vurgunlar yapıyor. Ekonomide düşük kur, yüksek faiz politikası devam ettikçe, dolandırıcılık ve üç kağıt ekonomisi de devam edecek. Bu ekonomik politikadan da ancak rantçılar, dolandırıcılar kazanır. Türkiye’ye giren ithal mallar artar, ihracat azalır, ikisi arasındaki fark giderek büyür, ticaret açığı dediğimiz zarar ortaya çıkar ve borsada da spekülatörler kazanırlar. Halka da bunu gayet büyük bir başarıymış gibi sunarlar. Borsa kudurmuş, faiz kudurmuş diyorlar; sanki halkın borsada ya da faizde parası var! Zaten bir ülkede üretim artmıyorsa o ülkede bir kesim giderek zenginleşirken, diğer kesim de giderek yoksullaşacaktır. Ülkemizde olan da budur.” (Prof. Dr. Osman Altuğ, Millî Gazete, 05.05.2007 Cumartesi)

Yukarıda, Cuma günü Zaman Gazetesi’nde Ekrem Dumanlı öyle diyor...

Hemen ertesi gün olan Cumartesi, Millî Gazete’de Prof. Dr. Osman Altuğ böyle diyor...

Görenlere… Duyanlara… Anlayanlara…

Bugünlerde genel olarak ‘ekonomik göstergeler’, özel olarak da ‘borsa.. borsa.. borsa…’ deniyor ve üzerinde çok duruluyor; durulmaya da devam edilecektir...

Yarın biz de ‘borsa’ ve ‘borçlar’ konularını ele alalım.

 

 

***

 

 

 

 

 

ADİL DÜZEN’de borsa ve borçlar (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.05.2007

Bugünlerde ‘borsa, borç, faiz, döviz’ gibi kelimelerin çokça geçtiği ekonomik ve siyasi yorumlar yapılıyor. Nitekim dün de bu kelimeler etrafında şekillenen yazım yayımlandı. Dün meselelerin daha çok ‘tesbit/teşhis’ yönüne yönelmiştim. Bugün de ağırlıklı olarak ‘borsa ve borçlar’ meselelerinin ‘tedavi/çözüm’ konusu üzerinde duracağım.

Anlatacaklarımın daha kolay anlaşılması için bir örnekten yararlanalım.

Bir işletmenin kârına-zararına bakmadan, o işletmedeki ciro esas alınarak işletmenin kira payı’ tesbit edilir. Mesela, bir döküm fabrikasını örnek olarak ele alalım. Fabrika günde 10 ton döküm yapıyor ve günlük cirosu da 20 bin liradır, kira payımızı da yüzde 4 olarak kabul edelim. Demek ki, fabrikamız günde 800 YTL kira getirmektedir. Fabrikanın sermayesi olarak dört bin hisse senedi varsa, bir senedin günlük kazancı 20 kuruştur demektir. İşletme her gün o günkü cirosuna göre bu 800 lirayı bankaya yatırır. Eğer işletme yapan firmanın fabrikada hissesi varsa, o zaman onu kendisi çeker. Kalan kısmı ise hisse senedini elinde bulundurana kira olarak gelmiş olur.

Fabrikanın YTL olarak günlük cirosunu hesaplamak kolay değildir. Parayı her gün tahsil etmiyor. Bazen beklenmedik masraflar oluyor. Dolayısıyla, ‘ben bugün bu kadar iş yaptım, elime bu kadar para geçti, cirom bu kadardır’ diyemezsiniz.

Aksi de doğrudur, bir makine devre dışı olur, ekstra masraflar çıkmış olur. Böyle bir şey olduğunda da ‘ben bugün zarar ettim’ diyemezsiniz. Bu eksikliği gidermek için kâr ve zararları yaymak gerekir.

Örnek olarak diyebiliriz ki, beklenen ciro olmuşsa yani on ton olmuşsa, o gelir veya o miktardaki zarar o güne yüklenir. Ama eğer bu gelir 20 ton olmuş veya 5 tona düşmüşse, artan kısım yediye bölünerek haftalık kazanca yayılır. Bu miktar 80 tona çıkmışsa aya bölünür, daha fazla olmuşsa yıla, daha fazla olmuşsa beş yıla bölünür. Yani gelir de gider de gelecek tarihlere dağıtılır. Bugünün kârı ve zararı yalnız bugüne ait olmayıp, geçmiş tarihlerde bugüne şarj edilen gelir veya zararların toplamına denktir.

Şimdi, ister kamu ister özel fabrikalar olsun, böylece her işletme cirosuna göre bir ‘kira geliri’ne sahip olur. İşte fabrikanın değeri bu gelirin diyelim ki beş senelik toplamına eşittir. Bunları yayınlatan ve bu paraları bankaya yatıran firma borsa’ya girmiş olur. Bankaya yatırılan ‘kira miktarı’ o fabrikanın ‘hisse senedi değeri’ni verir. Bu gerçek değerdir. Bu paylar vergiden muaf tutulur.

İşte böyle yapılırsa, o zaman gerçek bir borsa kurulmuş olur.

***

Burada şu kritik soru sorulur:

-Senetlerin rayiç değerleri nedir, borsa değerleri nedir?

Elimde 40 senedim var. Nominal değeri 30 günde 7.5 x 40 = 300 lira getirmektedir. Benim 3000 liraya ihtiyacım var. Bu senetlerin kârını birisine devrederim, mesela bir senelik gelirimi veririm, 3000 lirayı alırım. O da karşılığında 12 ay içinde 3600 lira kazanacaktır. Bu faiz değildir. Çünkü bu gelir tahmini gelirdir. Asıl gelir fabrikanın çalışmasına ve cirosuna bağlıdır. İşte, ‘cari değer’ bu kâr tahmini ile belirlenmiş olacaktır.

İstanbul borsasına o gün gelmiş olan kira payları borsanın o günkü değerini gösterecektir.

Böylece ‘reel üretim’ ile ‘hisse senetleri’ arasında sağlam ve sağlıklı bir paralellik kurulmuş olur.

‘Adil Ekonomik Düzen Piyasa Borsası’ cirodan gelen kira payları ile belirlenmektedir.

Kişiler ellerindeki tasarrufları bir işletmenin senedine yatırabildikleri gibi ‘işletmeler birliği’ de oluşabilir, yani ‘ortak hisse senedi’ de çıkarılabilir. İşletme birliği pay senedini de alabilir. Böylece birinden zarar edilirse diğerinden kâr edilebilir. Yani piyasaya hem kendi işletmelerinin senedini sürebilir, hem de birlikteki ortak hisse senedini de alabilirler. Hattâ tüm İstanbul borsasında da oynayabilirler.

***

Böylece oluşan borsa yoluyla dış borçların tasfiyesi de kolayca yapılabilir.

Devlet, ülkedeki fabrikaların hisse senetlerini YTL ile satın alır ve alacaklı yabancı finans merkezlerine bu hisse senetlerini satabilir. Böylece ülkenin dışarıya olan ‘dolar borcu’nu ‘hisse senetleri’yle ödemiş olur.

Demek ki, ‘ADİL DÜZEN’in, ‘ADİL EKONOMİK DÜZEN’in iktidar olması hâlinde, dış borçları ülkenin taşınmazlarına yabancıları ortak etmek suretiyle ödeyeceğiz.

Buna karşı şu itirazı ileri sürebiliriz: 200 milyar dolar dış borcumuz vardır; bu borcu ödeyeceğiz demek, buna tekabül eden 300 milyar lirayı piyasaya süreceğiz demektir. Bu enflasyon yapmaz mı?

Bunun enflasyon yapmaması için devletin halka satacak değerler arz etmesi gerekir.

Piyasaya sürülen para kadar satın alınacak mal artırılırsa, o zaman enflasyon olmaz. Fiyat, paranın mala bölümü ile oluşur. Para arttığı kadar malı da artıracak olursanız, enflasyon olmaz.

Yarın, ‘devlet halka neler satabilir, bu sayede devletimizin borçları nasıl ödenir?’ sorusunun cevabı üzerinde duralım.

 

 

***

 

 

 

 

 

ADİL DÜZEN’de borsa ve borçlar (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.05.2007

Dün, yazımın bir bölümünde sağlam ve sağlıklı bir ‘borsa’nın nasıl olması gerektiği üzerinde durduktan sonra, bu borsaya dayanarak ülkemizin ‘dış borçlarının-dolar borcunun’ nasıl ödenebileceğini anlatıp hatırlattım. Bugün, önce bu meselenin çözümü için devletin halka neler satabileceği ve bunun sonucunda neler olabileceği üzerinde duracağım.

Devlet halka neler satabilir?

a) Devlet, elinde bulunan Kamu İktisadi Teşekkülleri’ne (KİT’lere) ait hisse senetleri çıkarır ve halka devreder. Böylece piyasaya sürülen para geri çekilmiş olur. Bu sayede ‘özelleştirme’ adı altında seksen kusur yılda oluşmuş bu değerler sömürü sermayesine peşkeş çekilmekten kurtulur.

b) Kamuya ait araziler parsellenir, altyapısı getirilir, imarı verilir ve pay senedi ile satışa çıkarılır. Böylece, bir taraftan muattal bulunan devlet toprakları halkımıza intikal ettirilmek suretiyle aynı zamanda ülke de imar edilmiş olur, diğer taraftan halkımızın konut ve arsa ihtiyacı karşılanır.

c) Devlet ormanları ve SİT alanları kredileşme olarak vatandaşların zilyetine verilir. Halka, altın karşılığı belli bir para vermesiyle ormanları ve SİT alanlarını tahrip etmeden kullanma hakkı verilmiş olacaktır. İstendiği zaman da iade edilebilecektir. İşte bu yolla da piyasadan para çekilmiş olur.

d) Faizsiz kredileşme ilkesi getirilir. Bankaya para yatıran yüzde 20 eksiği ile ileride kredi alma imkânını bulacaktır. Halk devlete faizsiz olarak borç veriyor demektir. Halkın buradaki çıkarı, mevduatı kadar faizsiz kredi almadır. Faizsiz krediyi yaygınlaştırdığımız zaman piyasadan paramızı çekmiş oluruz.

Biz bu önerileri AKP ilk iktidar olduğu zaman yaptık ama; dinlemediler...

Görmediler, duymadılar, dinlemediler ve bugünlere gelindi...

İyi bilinsin ki; bu çare ve çözümler bizim önerilerimiz değil, hepimizi Yaradan’ın kitabı olan Kur’an’ın ve müsbet ilimlerin önerilerinden bizim anladıklarımızdır. Hatalarımız varsa hatalar bizim, doğrular O’nun ve müsbet ilimlerindir.

***

Türkiye’de neler oluyor?

Bu arada, cumhurbaşkanlığı seçimi, genel seçimler, cumhuriyet mitingleri ve daha nice konular da gündemde. Bugün biraz da bu konular üzerinde kısaca durarak ibret alınası sonuçlar çıkarmaya çalışalım.

AK Parti, 4.5 yıllık iktidarı süresince “ADİL DÜZEN”in/ “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in ülkeye gelmesi için uğraşacağına; Demokrat Parti gibi mevcut “zulüm düzeni”nde başkalarının elinden zulmü alıp kendisinin zulüm yapması ile meşgul olmuştur. Demokrat Parti hükümet ettiği yıllarda ‘tek parti dönemi anayasası’ ile iktidarını sürdürebileceğini sanmıştı. AK Parti de, elinde ‘anayasa çoğunluğu’ olmasına rağmen, CHP ile anlaşarak ‘sadece iki partili sistem ve mevcut anayasa ile’ iktidarını sürdürebileceğini sanmıştır. Zamanında hiç sorun olmadan değiştirebileceği anayasayı değiştirmemiş, şimdi güya bazı anayasa maddelerini değiştirmeye kalkışmaktadır.

Adama sorarlar:

Beyler, dört-beş yıl öncesinden itibaren nerelerdeydiniz?!.

Kanaatimizce;

o zaman görevinizi yapmadığınız için şimdi tam da oralardan darbe yiyorsunuz.

***

Sonuç itibariyle; olaylar birden bire hızlanıverdi ve nerdeyse her gün yeni bir gelişme oluyor. Yeni durumu genel olarak kısaca değerlendirecek olursak, ne gibi ibretler ve sonuçlar çıkarabiliriz?

-Bütün gelişmeler iktidarı, muhalefeti ve herkesi gafletten uyandırmak içindir. Başta iktidar partisi olmak üzere bütün partiler bu uyarılardan sonra akıllarını başlarına toplayıp gerçek demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenini, yani adil bir düzeni tesis etmeye ve yeni bir anayasa düzenlemeye yönelmelidirler.

-Ordu, -Ukrayna’da, Gürcistan’da, Kırgızistan’da olduğu gibi- sokak hareketlerine kalkışanlara ihtarda bulundu; ben devleti sokak çapulcularına bırakmam; Meclis’e ve iktidara karşı yürürseniz, gereğini yaparım, siz bilirsiniz, demiştir. Böylece Türkiye’ye karşı yönelen sokak serserilerine ‘dur’ ihtarı çekmiştir.

-Sömürü sermayesi, sokak hareketlerini organize edip siyasileri devre dışı bıraktıktan sonra, istediği kişileri başa getirip Türkiye’yi yıkmak için onlara istediğini yaptıracağını ümit ediyor, bunu arıyor ve bu fitneyi değişik şekillerde organize ediyor. Kullandığı derin güçler aracılığıyla ülkeyi ateşe atmak istiyor. Bu arada ordu, dünya ile derin güçlere cevap verdi; boşu boşuna uğraşma, ben varım, bu şekilde dış müdahalelere izin vermem. Böylece Türkiye’yi çökertmek isteyen sömürü sermayesinin fitnesine karşı açıkça cephe aldığını bildirdi. Sermaye eskiden askerleri kullanarak ülkeleri emrine almaya çalışıyordu. Askerlere dinletemeyince, şimdi askersiz sokak müdahaleleri planlamaktadır. Asker de; işte bu istediğin veya planladığın da olmaz demiştir.

-Sonuç olarak -bu vesileyle bir defa daha diyebiliriz ki;- bu durumda ya ‘ADİL BİR DÜZEN’ getirir ve gerçek demokrasiyi tesis edersiniz; ekseriyet sistemini bırakıp nisbî sisteme geçersiniz, hakim sistemi yerine hakem sistemine geçersiniz, seçim barajını yüzde 5’e düşürüp tüm vatandaşların yani partilerin mecliste ve hükümette temsil edilmesini sağlarsınız; ya da ‘ZALİM DÜzen’ içinde debelenip durursunuz.

 

 

***

 

 

 

 

 

Son siyasi gelişmeler sonrası “yeni durum”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.05.2007

Araba kullanmayı öğrenirsiniz, sonra ehliyet alırsınız. Sonra arabayı sürersiniz ama sağa-sola yalpalarsınız. Zamanla, şayet arabayı uzun süre kullanıp tecrübe kazanırsanız, direksiyona öyle alışırsınız ki, siz farkında olmadan tehlikeleri reflekslerle önlersiniz.

İşte bu “tecrübeler” ve “refleksler” zamanla kazanılır.

İnsan ömrü de böyledir.

Zaman geçtikçe insan birçok olayları “yaşar” ve kendisinde bir “sezi melekesi” doğar. Bunu elde etmek için “zekâ” yetmez, “tahsil” yetmez; bunu ancak “yaş ve tecrübe” kazandırır.

Yaşayanın bu deneyimleri elde etmesi için;

-Önce o “konu üzerinde durmuş olması” ve “ilgilenmesi” gerekir.

-Sonra, olayları “ilmî tahlillere tâbi tutması” ve “inceleme yapması” gerekir.

-Bilahare, her olayı “nedenleri ile ele alması” ve “çözümlemesi” gerekir.

-Bu hususta “ilmî eserler okuması” ve “araştırmalar yapması” gerekir.

-Bu arada; bütün bunlarla beraber “yaşlanması” ve “tecrübe” kazanması gerekir.

Malum olduğu üzere; işte bu gibi özelliklerden dolayı Türklerde bilhassa “büyüklere saygı” son derece önemlidir. Aile içi disiplinde “yaş” adeta “askeri kıdem” gibidir.

Eskiden büyükler ile küçükler aynı sofrada oturup yemek bile yiyemezlerdi.

Türkler “büyük imparatorlukları” ve “cihan devletlerini” böyle kurdular.

***

İslâmiyet insanlardan böyle bir şey istemez ama; “İslâmiyet” insanları gruplara ayırmıştır.

15 yaşına gelinceye kadar herkes velilerinin veya vasilerinin emrindedir.

Sonra “gençlik yaşları” başlar; “bedenî faaliyetleri” bunlar yüklenir.

Bu gençler aynı zamanda 40 yaşını geçenlere asistanlık yaparlar.

Asıl kararları 40 yaşını geçmiş kişiler alırlar.

Bu gençler “iş eğitimini” almışlardır ama henüz “hayat tecrübesi” direksiyonları pişmemiştir.

40 yaşına gelince, artık “karar alma” çağındadırlar.

-Olgun yaşta olanlar kararlar alırlar, gençler uygularlar.

-Kararda olgunlar söz sahibidir, uygulamada ise gençler yardımcıdır.

Uygulamada ve eylemde esas yükü gençler çekerler.

63 yaşını geçenler artık “aksakal”, “bilge” ve “büyük”türler. Kendileri karar alanlara “müşavirlik” yaparlar. 40 yaşına gelenler beden eğitimlerini almışlardır ama zihnî eğitimde henüz tam “tecrübeli” olmamışlardır. Bunlar 63 yaşını geçenlere “danışarak” karar alırlar.

Kararı kendileri alırlar ama “yaşlılara” ve “tecrübelilere” danışmak zorundadırlar.

Allah Kur’an’da “danışmayı emretmiş” ama “kararı kendin al” demiştir.

***

Beş yıl önce “Anayasa ekseriyeti” ile “iktidar” olanlar, 1969 yılında başlatılan “Bağımsızlar Hareketi/ Millî Görüş Hareketi” sonrasında büyüyüp bugün 40-63 yaşlarında olanlardır.

Karar almak ve uygulamak elbette onların işidir, onların hakkıdır; ancak o işin, o siyaset işinin, ülke yönetiminin, hayatın bir de 63 yaşını geçenleri de vardır.

Onlara danışmak ve onlardan aldıkları bilgileri değerlendirmek durumundadırlar.

Ama onlar ne yaptılar?

Anayasa ekseriyeti ile iktidarda olan o “sözde olgun” arkadaşlar, maalesef “bilgeleri dinleme” ve onların “tecrübelerinden yararlanma” ihtiyacını hissetmedir. Sokak çocukları misali; AB ve ABD sokaklarında, faizi ve zinayı meşrulaştırma bataklıklarında sürünmeye başladılar!..

***

Onlar büyüklere danışmak, büyükleri dinlemek ve kararları ondan sonra almak durumundadırlar. Bu benim koyduğum bir kural değildir, aksine Kur’an’ın emirleri içindedir.

Onlar “istişare etmediler” ama; biz onların gözlerinin içine sokacak, kulaklarını patlatacak bir şekilde uyardık. Onlar bize ve herkese tepeden baktılar ve ‘sen kimsin ki bize akıl veriyorsun’ dediler!

“Ben ve benim büyüklerim, sadece sizden erken doğmuş bilge kimselerdir. Siz, bizim oluşturduğumuz imkânlarla şimdi orada oturuyorsunuz. Biz ağacı diktik, suladık, baktık, yetiştirdik; siz ise meyveleri heder ettiniz. ‘Dalları kırmayın, ağaçları kurutmayın…’ diyoruz.”

Diyoruz ama…

 

 

***

 

 

 

 

 

Soruyoruz; ne yapacaksınız?!.

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.05.2007

Değerli Okuyucularım; ne dersiniz, bugüne kadar temel meselelerde ‘görmeme, duymama, konuşmama ve -en önemlisi- gereğini yapmama’ misyonunu yüklenmişçesine hareket edenlere, bazı tavsiyelerde bulunsak; acaba bir faydası olur mu?

Âyet; “Ama sen yine de hatırlat, hatırlatma mü’minlere fayda verir.” buyuruyor. Âyet buyurmasına buyuruyor ama; mü’minlere, mü’minlere, mü’minlere fayda verir’ diyor!..

Anlayana...

Biliyorsunuz; yazdıklarım benim kafamdan attığım veya uydurduğum tavsiyeler değildir.

Biz, bu konulardaki çalışmalarımıza daha lise yıllarında başladık ve devam ettik...

Kırk yıldır yazıp durduğumuz alanlardaki denemelerimizin yanında; ömür boyu İslâmî ilimlerle meşgul olduk; bu yetmedi, Batı’nın müsbet ilimlerini de sistemli şekilde ele aldık...

Özellikle, son 10-15 yıldır bu çalışmalarımızı gücümüz ve imkanlarımız nisbetinde daha da artırmış ve geliştirmiş bulunuyoruz...

Nitekim, haftalık Kur’an ve İlim Seminerlerinin 400’üncülerine -elhamdülillah- ulaştık bile. Biraz daha geriye gidersek; yazdıklarımız, yetmiş yıllık çalışma ve deneyimlerin mahsulüdür...

***

Bu girizgâhtan sonra, hiç kıvırtmadan apaçık soruyoruz:

-Hâlâ, nelerle karşı karşıya olduğunuzun farkında değil misiniz?!.

-Hâlâ, ülkeyi nasıl adım adım uçuruma sürüklediğinizi görmüyor musunuz?!.

-Hâlâ, iki cihanda da yaptıklarınızın hesabını veremeyeceğinizi anlamıyor musunuz?!.

-Halâ, temel meselelerde ‘görmeme, duymama, konuşmama ve -en önemlisi- gereğini yapmama’ misyonunu yüklenmişçesine; ‘özde’ değil de, sadece ‘sözde’ siyaset ve hükümet ettiğinizi bilmiyor musunuz; ya da ‘biliyor’ da, bütün bunları ‘bile bile’ mi yapıyorsunuz?!.

Öyleyse yapıyorsanız; aman Allah’ım?!:

***

Farz ediniz ki; sizi ‘mazlum ve mağdur’ gösterme üzerine oynanan son oyunlar başarılı oldu, seçime girdiniz ve uydurma anketlerde gösterildiği üzere- seçimde yüzde 40’ın üstünde oy aldınız;

-Ne yapacaksınız?

-Geçmiş beş yılda yaptıklarınızı mı yapacaksınız?!.

-Size cumhurbaşkanını seçtirecekler mi?!.

Şöyle düşünün;

-A. Necdet Sezer aday olsaydı; Anayasa Mahkemesi böyle karar verir miydi?

M. Nedim Hazar da yazdı (12.05.2007) ve dedi ki; ‘Örneğin matematik: Bilirsiniz sayılar vardır, misal rasyonel sayılar küçükten büyüğe doğru sıralarız, 4 işlem yaparız mesela. Ülke demokrasisinde kullanılan 4 işlem ile bilimin dört işlemi asla aynı sonuçları vermez. Sözgelimi 361 rakamı matematikte 330’dan büyüktür; ancak Meclis aritmetiğinde bu böyle değildir. Bu nedenle A.Necdet Sezer 330 oyla cumhurbaşkanı olur; ama Abdullah Gül 361 oy ile olamaz. Bu tuhaflığın sağlamasını da yaparız üstelik. Anayasa Mahkemesi, bu garip işlemi onaylar ve tarihe geçirir, adına da hukuk deriz misalen.’

Siirt’te şiir okuyan R. Tayyip Erdoğan olmayıp Deniz Baykal olsaydı; mahkûm olur muydu?

***

O halde; ülkemizde henüz “hukuk devleti” yoktur, “güç devleti” vardır.

Gücü, milletin gücünü, gerçek gücü, halkın gücünü kim yanına alırsa o hâkim olur.

O derin güçlere karşı; “Millî Görüş Gömleği” ve “Adil Düzen” birer güç değil miydi?

İşte şimdi tam sırası; o gömlekleri hangi akla hizmet ederek çıkardınız?!.

Bunları giymedikçe; 550 milletvekiliniz olsa ne işe yarar?!.

***

Farz ediniz ki, seçimde bu sefer “anayasa ekseriyeti” temin edemediniz.

O zaman cumhurbaşkanını seçemeyeceksiniz; seçemeyince ne yapacaksınız?

ABD’nin gösterdiği adayı seçmek zorunda kalacaksınız! O da Türkiye’yi peşkeş çekecek ve perişan edecektir. Buna siz değil, kimse dayanamayacaktır.

O halde; siz’ çıkmazdasınız, ‘devlet’ çıkmazdadır, ama en önemlisi ‘düzen’ çıkmazdadır.

Ne dersiniz; ‘erken seçim saati’ mi, yoksa ‘saatli bomba’ mı çalışıyor?!.  

Soruyoruz, tekrar soruyoruz, ısrarla soruyoruz; ne yapacaksınız?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomide muafiyet

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.05.2007

Ekonomimiz her şeye rağmen direnebiliyor, müdahalelere veya krizlere karşı muafiyet yani bağışıklık mı kazanıyor, nedir?

Bugün anlatacaklarımın başlığını “ekonomide muafiyet” şeklinde değil de, “ekonomide bağışıklık” olarak da atabilirdik.

Her neyse; “muafiyet” veya “bağışıklık” fark etmez; biz üzerinde duracağımız konu üzerinde yazmaya, düşünmeye ve yorumlar yapmaya başlayalım…

Canlıların önemli bir özelliği vardır. Değişik şartlara girdikleri zaman önce büyük sıkıntı çekerler. Mesela, Sibirya soğuklarında yaşamaya alışan kişi Ekvator’a göç etse, oralardaki sıcaklara zor dayanır. Aksi de öyledir; sıcak bölgeden soğuk bölgeye geçtiğinden, bu sefer de soğuklara çok zor alışır. Ama her şeye rağmen zamanla oraya uyum sağlar ve oranın şartlarına uyar. Vücutta bir mikrop ürerse insan hasta olur ama mücadele eder ve sonunda iyileşir.

Tabii iyileşemeyenler de vardır.

İyileşemeyenlerin sonu malum!

***

Ekonomide de durum budur.

Tekel global sermayenin asırlardır uyguladığı “öldürücü muameleler” sonunda bugüne kadar olanlar olmuş, III. bin yılın yani milenyumun başında artık etkisini kaybetmeye başlamıştır.

Hatırlayalım;

Sömürü sermayesi neler uygulamış, hangi virüs veya mikropları getirmiştir?

-Önce faizi insanlığa bela etmiş ve asırlarca insanlığı inim inim inletmiştir.

-Ondan sonra gümrük ve vizeleri ihdas etmiş, insanlığa çektirmediği kalmamıştır.

-Daha sonra enflasyonu insanlığa musallat etmiş, bu yüzden devletler yıkılmış, insanlık zaman zaman açlıkla boğuşmak zorunda kalmıştır.

-Bunlar yetmiyormuşçasına, üstüne üstlük gelir vergisi ve sigorta mevzuatıyla orta ve küçük işletmeleri çökertmiştir.

***

Osmanlıların başına musallat edilen bu mikroplar Osmanlı Devleti’ni yıkmıştır.

Bu belaların en etkili olanlarını Cumhuriyet Türkiye’si de yaşamıştır.

Maalesef, hâlen de yaşamaya devam etmektedir…

***

Cumhuriyet döneminde bu mikroplara karşı mücadeleler başlatılmıştır.

-Yabancı tekel sermaye kovulmuş ve devlet tekeli ikame edilmiş, KİT’ler doğmuştur.

-Cumhuriyet’in ilk yıllarda dış borçlar tasfiye edilerek millî ekonomi oluşturulmuştur.

-1950’lerde Türkiye “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmiştir.

-1960’larda Türkiye’de altyapı faaliyetleri hızlanmıştır.

-Sonraları özel sektör açılmış ve zamanla gelişmiştir.

-Daha sonraları küçük ve orta işletmeler desteklenmiştir.

-Türk ekonomisi dışarıya açılmış, bu arada Anadolu holdingleri doğmuştur.

-Daha önemli bir gelişme olarak, Erbakan’ın başlattığı hamle sayesinde sanayi İstanbul’dan Anadolu’ya taşınmıştır.

***

Türkiye’nin bu başarılarının yanında, ülkemiz en büyük kazanımını “halk ekonomisi” sayesinde ürettiği anti virüs ile sağlamıştır.

Bundan önce “müdahaleler” olur olmaz hemen “ekonomik krizler” gerçekleşirdi.

Bir Anayasa kitapçığı atma olayı bile Türkiye’yi ne badirelere sürüklemişti.

Kriz ile birlikte faizler derhal yüzde yüzlere fırlar, döviz pahalanır, borsa dibe vurur, işletmeler kapanarak çalışamaz hal alırdı.

Yabancı sermayenin uzantısı ‘derin güçler’ Türkiye’ye müdahale ederek ülkeyi ekonomik ve siyasi çöküntülere götürürdü.

‘Bugünlerde genel olarak siyasette neler oldu, özel olarak ekonomide neler oldu?’ sorularının ‘sözde’ değil özde’ yorum ve değerlendirmelerini merak ediyorsanız; yarın görüşelim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomide müjde?!.

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.05.2007

Türkiye’de son iki yıldır, bir anda beklenmedik gelişmeler ve olaylar olmaktadır.

Şemdinli olaylarından başlayarak, yeni Genelkurmay Başkanı’nın atanması bile olay olmuştur.

Cumhurbaşkanı seçilememiş ve sonunda Meclis mecburen erken seçime gitmiştir...

Danıştay saldırısı, suikast olayları, Ankara ve İstanbul mitingleri ve en önemlisi askeri bildiri...

Bütün bunlardan sonra Türkiye’de ekonomik çöküntünün olması beklenirdi.

Ama beklenen olmadı.

Türkiye ekonomik değerlerini korudu.

Normal dalgalanmalar dışında bir anormallik olmadı.

***

-Türkiye ekonomisi bu gücü nereden aldı?

-Türkiye, nasıl oldu da bu durumunu korudu?

-Bu durum geçici midir yoksa artık kalıcı mıdır?

***

Bence, bu olay halk ekonomisinin ve III. bin yıl uygarlığının müjdeleyici olayıdır.

Şöyle ki;

1.

Tekel sermaye geliştirdiği karşılıksız parayı artık silah olarak kullanamamaktadır.

Neden kullanamamaktadır?

Kullanamamaktadır, çünkü biraz daha zorlarsa dolar sıfırlanabilir, ABD yıkılabilir.

Dolayısıyla, artık dolarla pek fazla oynayıp insanlığı sömürememektedir. Çünkü piyasaya o kadar fazla dolar sürmüştür ki, bardak dolmuştur. Biraz daha ilave ederseniz, bardak taşacak duruma gelmiştir.

2.

Tekel sermaye karşılıksız parada ipin ucunu kaçırmakla kalmamış, onun yanında küçük ve orta boy işletmeler de artık direnecek hâle gelmişlerdir.

Türkiye’ye gelen sermaye artık reel sermaye değildir, dünyanın orta sermayesidir.

Sermaye artık emir komuta ile değil, çıkarları sebebiyle geliyor.

Türkiye bin yıllık mazisi olan devlettir. Değilse bile, yenisi kurulmaktadır. Dolayısıyla artık sermaye Türkiye’ye gelmekten korkmamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, dünyada artık orta boy işletmeler bağımsızlaştılar. İstedikleri işleri yapabilmektedirler. Tekel sermaye dünyaya hakim değildir.

3.

Diğer taraftan Türk sanayicisi da bağımsızlığını kazandı, Anadolu sermayesi, Anadolu holdingleri oluştu ve faizsiz düzende kendi kendilerini korumaktadır.

İstanbul patronlarının, İstanbul sermayesinin Anadolu’daki etkileri azalmıştır. Onların şikayeti budur. Onun için müdahaleler yaptırmaktadırlar. Ama boş yere çaba göstermektedirler, çünkü Türkiye’de artık “halk ekonomisi” kökleşmiştir.

4.

Bir başka sonuç da; halk artık paniğe kapılmamakta, askeri müdahale ve yönetimlerden korkmamaktadır.

Neden korkmamaktadır?

Korkmamaktadır; çünkü asker siyasilerden daha çok kötülük yapmamaktadır. Halk, asker gelirse gelsin diyor. Bu arada askerler de artık CIA’nın oyuncağı olmamaktadır.

***

Sonuç olarak diyebiliriz ki;

Türkiye artık dış oyunların ve müdahalelerin paniğine kapılmamaktadır.

Bu gelişmeler göstermektedir ki, artık tekel sermayenin hakimiyeti bitmektedir.

Dünya adım adım “ADİL DÜZEN”e ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e doğru gitmektedir..

Olaylar halkın lehine oluşmakta ve gelişmektedir.

Genelkurmay Başkanlığı’nın bildiriyi yayınlanma şekli de gösteriyor ki, artık asker de gereksiz seviyede müdahale yapmamaktadır.

Hele bir “MİLLÎ GÖRÜŞ” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” yeniden gelsin, o zaman her şey daha da iyi olacaktır; müjdeler olsun!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye’nin zenginlikleri (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.05.2007

Allah yeryüzünü değişik imkânlarla birlikte farklı bölgelere ayırmış, her yere ayrı “zenginlik/ler” vermiştir.

Sibirya gibi görünüşte soğuktan başka hiçbir şeyin olmadığı yere zengin gaz ve petrol yatakları koymuştur.

Ortadoğu çöllerinde de, dünyanın başka yörelerinde olduğu gibi aynı petrol ve gaz zenginliklerini var etmiştir.

Allah, işte bu zenginlikler vesilesiyle bölgeleri ve insanları birbirlerine muhtaç etmiştir.

Çağımızda ise ulaşım ve haberleşmenin kolaylığı sayesinde, yeryüzünü bütün insanlar için adeta bir köy hâline getirmiştir.

İşte, ulaşım ve haberleşmenin bu kadar ileri gittiği günümüz dünyasının, göründüğü kadarıyla bugünkü ekonomik anlayışı değişecektir; değişmek zorundadır.

Dünyayı, dünyanın düzenini, insanlığın ekonomik sistemini kim değiştirecektir?

Bu “zalim düzeni” kimse değiştirmiyor ve yerine “adil bir düzen” getirmiyorsa, o zaman iş başa kaldı demektir; biz değiştirmeliyiz...

***

Dünyayı içinde bulunduğu bataklıktan kurtarıp sahili selâmete ve saadete kavuşturmak için korunması gereken temel değerler ve yapılması gereken temel işler vardır.

Bunlar nelerdir?

  1. Yeryüzünde ayrı ayrı devletler olacaktır. Her ülke kendi ordusu ile güvenliğini sağlayacaktır. Ulusa dayanan devlet şekli ortadan kalkmayacaktır.
  2. Gümrükler ve vizeler kalkacaktır. Uluslar arası sınırlar iller arası sınırlar gibi olacaktır. Gelip geçenler sadece elektronik kart okutacaktır.
  3. Üretim ham maddelerin bulunduğu yerde olacak; emek, sermaye ve teknoloji ham maddelerin olduğu yere varacaktır. Devletler vergi paylarını aldıktan sonra, mal dolaşımı tamamen serbest olacaktır.
  4. Savaşlar geçici olacak, hakem kararları ile başlayacak ve kısa zamanda bitecektir. Artık yıllarca veya aylarca süren savaşlar olmayacaktır. Ulusların üstünde silahlı bloklaşmalar gerçekleşmeyecek, artık cihan savaşları da olmayacaktır.

***

İşte, böylesine “yeni bir dünya” kurulurken ve insanlık “yeni bir medeniyete” doğru giderken, şöyle bir düşünelim bakalım; Allah Türkiye’ye ne gibi zenginlikler ve imkanlar vermiştir?

  1. Türkiye dünyanın merkezindedir. Önce Türkiye’nin doğusundaki karaların toplam büyüklüğü batıdakilere eşittir. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Avrupa batısındadır. Asya ve Avustralya doğusundadır. Bunları birleştiren kara ve deniz yolları İstanbul’dan geçmektedir. Ayrıca Akdeniz, Karadeniz, Hazar Denizi, Aral Gölü gibi iç denizlerle çevrilidir. Avrupa’nın akarsuları Karadeniz’e dökülmektedir. İstanbul Boğazı iç denizleri birbirine bağlamaktadır. Bütün bunların her biri en büyük zenginliktir. Merkezde olmak demek, zengin olmak demektir.
  2. Türkiye yalnız coğrafyası ile merkezi yerde değildir, tarihi ile de merkezdedir. Türkiye’de bütün insanlığın hatırası mevcuttur. Yani beşerî bakımdan da Türkiye merkez bir yerdedir. Müslüman olduğu için Sami ırkı ile yakın ilişkileri vardır; Türk olduğu için de Çinlilerle akrabalığı vardır; Tarihî komşuluğu ve ihtilatı sebebiyle de Avrupalılarla yakın ilişkileri vardır. Türkiye bu tarihî geçmişi ile denge unsurudur. Bütün insanlık halkları tarafından saygı görmektedir.
  3. Türkiye iklim bakımından da merkezî bir dinlenme yeridir. Değişik iklim şartları, dağları ve denizleri ile Türkiye eşsiz bir dinlenme yeridir. Her mevsimde her türlü turist çekme imkânına sahiptir. Ayrıca sanayileşmediği için temiz iklimi vardır.
  4. Türkiye’de petrol yoktur ama bor madenleri vardır, krom madenleri vardır, değişik genetiği bozulmamış bitki türleri vardır... Doğal besin yetiştirmeye en elverişli ülkeler arasındadır.

***

Görülüyor ki; Allah’ın Türkiye’ye verdiği zenginlikler ve nimetler, başka ülkelere verdiklerinden çok fazladır.

O halde; Türkiye’yi böyle geri bırakan, borçlandıran, halkı işsiz ve aç bırakan nedir, nelerdir; kimdir, kimlerdir?!.

Yarın, bu soruların cevapları üzerinde duralım…

Selâm, sevgi, hürmet, muhabbet ve duâ ile…

 

 

***

 

 

Türkiye’nin zenginlikleri (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.05.2007

Dün, son olarak ne diyorduk?

“Görülüyor ki; Allah’ın Türkiye’ye verdiği zenginlikler ve nimetler, başka ülkelere verdiklerinden çok fazladır.

O halde; Türkiye’yi böyle geri bırakan, borçlandıran, halkı işsiz ve aç bırakan nedir, nelerdir;
 kimdir, kimlerdir?!.”

***

Türk halkı artık bu gidişata dur demek için oturup bunu düşünmelidir;

-Neyimiz eksik?!:

-Toprağımız mı yok, topraklarımız çöl mü?..

-Madenlerimiz mi yok, projelerimiz mi yok, nüfusumuz mu yok, çalışacak emekten mi yoksunuz?..

-Sanayimiz mi yok, tarımımız mı yok, üretimimiz mi yok, pazarımız mı yok?..

-Neyimiz yok?!. Neyimiz eksik?!.

İşte, bütün bunları düşünmek ve çözümler üretmek zorundayız.

***

Bugün neyimizin olmadığını yazayım.

  1. Biz asker bir milletiz. Tarihteki gücümüzü silahtan ve asker millet olmamızdan almışız, bunu “adaletin tesisi” için kullanmışız ve başarmışız. Oysa artık çağımız “silah uygarlığı” değil; “ilim uygarlığı”, “ekonomi uygarlığı”dır. Biz ise bu gerçeği görüp de gerekenleri yapmıyor veya yapamıyor; kendimizi hâlâ silahla ve güçle yaşatıyoruz.
  2. Her uygarlık yaşlanır, çöker ve insanlık tarihindeki yerini almak üzere çekip gider. Bizim bir önceki uygarlığımız da yaşlandı ve çöküp gitti. Şimdi o uygarlığımızın yerine “yeni uygarlık” kuruyoruz. En zayıf geçiş dönemindeyiz. Bu durumda olmamız doğaldır. Bu gidişat elbette değişecek ve biz -geçmişte olduğu gibi- yeniden uygarlıkta dünyanın fevkine çıkacağız.
  3. Biz Doğu’yu unutmadık, Batı’yı da öğrendik; ama henüz ikisini “sentez” edemedik. Sentez önemli, hem de çok önemlidir; çünkü “iki medeniyetin sentezinden yeni medeniyet” doğar. Bu sentezi yapamadık, çünkü lâikler ve İslâmcılar arasında hâlâ “dostluk ve diyalog” kuramadık. Fasit bir daire içinde durmadan “çatışıyoruz” ama, asıl yapılması gerekeni yapmıyor, yani karşılıklı “görüşüp tartışmıyoruz”. Bu durum da asker millet olmamızdan ileri gelmektedir. İlme ve fikre önem vermiyoruz, her şeyi gücümüzle ve çatışarak halledeceğimizi sanıyoruz.
  4. Aşağılık duygularını ve kompleksini atamamışız; hâlâ başkalarının bizden daha ileride olduğunu sanıyoruz. Anayasa ekseriyeti kazanılıyor veee; AB yani Avrupa Birliği’ne katılmak bizim melceimiz oluyor, ABD bizim melceimiz oluyor, Batı bizim sığınağımız oluyor!!!

***

Son olarak AB dedik, ABD dedik, Batı dedik!

Hangi Batı?!. Dünyayı batırmakta olan Batı mı?!.

İşte, meftunu ve müptelası olup melce gibi gördüğümüz bu Batı yüzünden, bugün insanlık çok büyük tehlikededir. Bu tehlikenin başta geleni, uygar Batı topluluklarında evlilik kurumu çökmüştür, çocuk yapma azalmıştır, giderek daha da azalmaktadır. Bu gelişmeye paralel olarak Hıristiyan âleminde nüfus azalmaktadır. Bu korkunç bir çöküşün işaretidir. Bugünkü Avrupa ancak aldığı göçlerle nüfusundaki süratli düşüşü önlemektedir. Yoksa bir iki nesil sonra Avrupa harabelerinde dolaşılacaktır.

Batı Hıristiyan âlemini sadece “aile yapısı” bakımından bile bu hâle getiren sebepler nelerdir?

1) Evlenme ve boşanmaların zor olması. 2) Aile ve evlilik müessesesinin çökmesi. 3) Zina serbestliği ve buna bağlı olarak her türlü ahlâksızlığın yaygınlaşması. 4) Doğum kontrolünün meşruiyeti ve kürtaj serbestliği, Avrupa ve topyekün Batı dünyasını bu hallere düşürmüştür.

İşte Batı’yı çökerten virüsler ve mikroplar bunlardır. Maalesef, bizden birileri ve bir kısım insanlık da buna doğru süratle gitmektedir. Bu gidişat insanlığın intiharı demektir. Âhirete vardığımızda hesap vereceğimiz ilk sorular da buralardan gelecektir. Ne yapalım; demek ki bu gibiler intihar edecek, ortadan kalkacak; onların yerine imanlı nesiler varlıklarını sürdürecektir. Kâinatı Allah yarattı. Allah müfsitlerin ifsadına ve nesillerin topyekün yok olmasına elbette izin vermeyecek, bunların iki eli de kuruyacaktır.

Bu durumda çare ve çözüm, tek cümleyle elbette“Millî Görüş ve ADİL DÜZEN”dir.

40 yıl öncesinde başlayıp -iç ve dış darbelere ve ihanetlere aldırmadan her şeye rağmen- hâlen devam eden “Millî Görüş Hareketi”ni milletimiz kahir ekseriyetle benimsemeli, bizimle çatışmamalı, aksine bizimle tartışmalı ve böylece muasır medeniyetin fevkinde olan uygarlık yolunda ilerlemeliyiz...

Selâm, sevgi, hürmet, muhabbet ve duâ ile…

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarih, Batı, seçim ve sonrası

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.05.2007

Tarih bir ırmak gibidir, yağış olmasa da birden kurumaz, tarihin tabiî akışını durduramazsınız.

Türkler ve Müslümanlar tarihleri boyunca hep batıya doğru akmışlardır...

Viyana’da başlayan durdurma harekâtı, Sakarya’ya kadar gerilemişti. İstiklâl Savaşı sonrasında seksen kusur senedir bu cephe aşılamamıştır. Batı bir ara işgal ettiği Anadolu’dan çekilmek zorunda kalmış; bu yetmemiş gibi Müslüman Türkler işçi olarak Avrupa’nın içlerine kadar girmişlerdir.

Batı’nın merkezi Amerika’ya kaymış ve sömürü sermayesi orasını hakimiyeti altına almıştır.

Tarihi biz yazmayız ama biz yaşarız; nitekim günümüzde de yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz…

***

Batı gücünü kaybetmiştir ve çökmektedir. Batı neden çökmektedir?

  1. Sermaye Batı’yı zengin ve güçlü yapınca Batı dinsizleşmiştir. Batı dünyasında ‘hukuk’ adaletin değil, sermaye sömürüsünün aracı hâline gelmiştir. Aynen bir şirket gibi çalışmakta olan ‘paralı mahkemeler’ ve ‘avukatlı davalar’ sadece zenginleri hakim kılma araçları olarak vardırlar. Faiz ekonomi bakımından bu yapıyı destekler. Karşılıksız kâğıt para onların en büyük silahıdır. Ekseriyet sistemi ile adalet tamamen ortadan kalkmış durumdadır.
  2. Sermayenin sömürüsünü sürdürebilmesi için halk dinsizleşerek ahlâksız hâle gelmiştir. Kilise’ye yapılan şiddetli saldırılar sonunda Avrupa’nın kişisel ahlâkı tamamen bozulmuş; evlilik dışı ilişkiler ile birlikte içki, kumar ve her türlü ahlâk dışı eğlenceler Batı’nın yıkılışını başlatmıştır. Nüfusu azalmakta olan Batı, ancak dışarıdan göç alarak yaşayabilmektedir. Yabancılar üremekte, onlar ise kısırlaşmaktadır. Geleceğin kimlere ait olacağı buradan bellidir.
  3. Sermaye elde ettiği silahı kullanarak insanları sömürme ve soylarını kurutma çabasına girmiştir. Gerek askeri güçler, gerek CIA teşkilatı, gerekse silahlı mafyalar yeryüzünü ateşe vermektedir. Bu durum tüm insanlığı savunmaya geçirmekte, doğurganlığı sebebiyle halk gücünü korumaktadır. Gelecekte insanlığın Batı’dan ve bu yapılanmadan alacak intikamı olacaktır.
  4. Batı sahip olduğu büyük teknoloji sayesinde hâlâ dünya üzerindeki hükümranlığını sürdürmektedir. Ne var ki, bu arada halk da o teknolojiyi öğrenmiş bulunmaktadır. Merkezî yönetim yerine halk savunması tarihte her zaman galip gelmiş, her türlü saltanatlar sonunda daima çöküp gitmiş, halk hâkimiyeti her zaman muzaffer olmuştur. Batı kendi bedenini kendisi yiyecektir.

***

Batı’nın ilk hedefi Türkiye’dir. Gerek ulusu ile, gerek uygarlığı ile, gerek coğrafi mekânı ile, gerekse tarihteki savaşçılığı ile Türkiye, Batı’nın ilk çözmek zorunda olduğu sorundur.

Türkiye’deki tüm müdahaleleri zorunlu kılan şartları Batı tezgâhlamıştır ve -bugünlerde olduğu gibi- hâlen tezgâhlamaktadır. Olayları bu gözle görmeyenler gafil ve kördürler.

Bilenler bunun böyle olduğunu çok iyi bilmektedirler; tarihle bilmektedirler, istihbaratla bilmektedirler, sosyal ilimlerle bilmektedirler, sezileriyle bilmektedirler.

***

Bütün bu tesbitlerden sonra, şimdi şöyle bir düşünelim bakalım; önümüzdeki seçimden sonra ne olacaktır? İki yol vardır.

1. yol: Bazı derin güçlerin görünmesi ile halk sinecek ve istediği partiyi iktidar etmeyecektir. Bir parti birinci parti olsa bile; diğer üç parti, hattâ dört parti daha meclise girecektir. Hükümeti diğer partiler koalisyon yaparak kuracak, birinci olan parti ise mahkemelik edilerek tasfiye edilecektir. Önümüzdeki dört veya beş seneyi acılar ve açlıklar içinde geçireceğiz. Borçlarımız iki misli artacak ve biz kendiliğimizden düşmanlarımızın emellerine teslim olacağız. Bu birinci varsayımdır.

2. yol: Diğer bir varsayıma göre ise; kimi derin güçlerin halkı uyarmasına rağmen, halk bu sefer ya tüm meclisi bir partiye teslim edecek, yahut MHP’yi muhalif olarak sokacak, darbeci diğer iki partiyi tasfiye edecek, yani CHP ve DP (DYP/ANAP) meclise giremeyecektir. Sözkonusu güçler -bir zamanlar Evren’in yaptığı gibi- iktidar partisini destekleyecek, bu sefer eski ANAP iktidarına benzer bir iktidar sürüp gidecektir.

Unutmayalım; geçmişteki AKP iktidarı acıtmadan ölümü, ondan önceki koalisyon/lar ise acıtarak ölümü çağrıştırmaktadır.

Önümüzdeki seçimden sonra tekrar bu gibi ‘ölümlerden ölüm beğen’ konumuna düşmemek için çok şuurlu ve dikkatli oy kullanmak durumundayız.

Aman dikkat!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Ne olacak bu ülkenin hâli?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.05.2007

Yazarlığa özenen okuyucularım veya dinleyicilerim; yazılması ve dolayısıyla sizinle paylaşılması kaydıyla, pek çok şeyi yazıyorlar veya söylüyorlar; ben de çoğu zaman o yazışma ve görüşmelerden derlediğim notları sizlerle paylaşmaya özen gösteriyorum.

Kimileriyle yazışıyor, kimileriyle karşılıklı konuşuyor, kimileriyle karşılaştığımız konferans veya toplantılarda çözümleri de içerecek şekilde tartışıyor, özellikle de esnaf ve işadamı kardeşlerimizle çoğu zaman derinlere dalarak dertleşiyoruz...

Klasik çalışmalar, koyulaşan sohbetler, görüşmeler, tartışmalar, dertleşmeler vardır ya; bilirsiniz, bugünlerdeki gibi siyasi ve sosyal havalarda hep şu mukadder sorularla başlar:

-Ne olacak bu ülkenin hâli?

-Ne olacak bu yönetimin hâli?

-Ne olacak bu ekonomimizin hâli?

-Ne olacak önümüzdeki seçim sonuçları?

Diyebiliriz ki; işte bu sorularla başlayan ve giderek derinleşen farklı şartlardaki görüşmeler veya ilmî çalışmalar, kimi zaman çare ve çözüm arayışlarına da dönüşüyor. Dönüşmek zorunda.

Bildiğiniz insan bu psikolojisi, sıkıntıya düşmedikçe çare ve çözüm aramıyor. ‘Kul sıkışmadıkça Hızır gelmezmiş’ deyip, iyice sıkılıp sıkışmadıkça kurtarıcı Hızır’ın yetişmesini beklemiyor ya ad aramıyor.

Özellikle son zamanlarda benimle doğrudan dertleşenler, dertlerini paylaşanlar, eskiye nazaran daha da arttı. Bunun sebepleri pek çok. Gerçekten yaşanan ve azalacağı yerde giderek artan sıkıntılar, sıkışmışlık psikolojisi, seçim atmosferi, herkesin şahsına münhasır dertleri ya da diğerleri…

***

Bu dostlardan bir tanesi, ‘yazmadan edemeyeceğim’ diye başlıyor ve devam ediyor: Türkiye’ye doğrudan giren yabancı sermaye 19 milyar dolar civarında; bu da bankacılık sektörü ve kâr eden kuruluşlarımızın özelleştirilmesinden yani direk veya dolaylı olarak yabancılara satışından elde edilen sözde gelir.

Telekom, Tüpraş, Petkim, Ereğli ve diğerleri satıldı ya!

Bunlar ilk akla gelenler; daha neler satıldı neler?

Bundan sonra acaba geriye satılacak ne kaldı?!.

Bu arada yeni yatırım yok, yeni istihdam yok, yatırım artışı yok!

Bugünün Türkiye’sinde bankalar sokakta kredi kartı satıyorlar ama; “kredi kartı faiz oranları” aylık % 5 (yıllık bileşik faizi %70-80) civarında. Bu faizlerle sonunda nereye varacağımızı düşünen yok.

Aslında, bu faiz rakamlarına yani oranlarına dikkatli bakarsanız, “dış borç” deyip duruyoruz ama, asıl büyük tehlike halkımızın “iç borç” artışlarında.

Bankalar dışardan getirdikleri paraları otomobil, ev, tüketici kredisi olarak “yüksek faizlerle” veriyorlar. Bu borçlar henüz ödenmedi. Otomobil kredilerinin dönüşünde şu an çöküş yaşanıyor. Bankalar hacizli otoları stoklamak için yüzlerce dönüm arazi kiralıyorlar.

Milletin, halkın bunlardan haberi yok tabi.

***

Diğer bir işadamı dostum, ‘Ben Almanya’ya sık seyahat eden birisiyim’ diye başlayıp devam ediyor: Bana Almanya’nın ihracat rakamlarını, üretim rakamlarını söyleyebilir misiniz? Almanya hem varlıklarını satıp hem de borçlanıyor mu? Türkiye’nin borçlanma şekli ile ABD’nin veya Almanya’nın borçlanma şekli bir mi? Almanya ve ABD borçlanmada “reel faiz oranları” kaç? Bana IMF reçetesi ile ekonomisini kurtarmış bir ülke yazar mısın?

Türkiye’ye gelen yabancı sermaye sıcak para şeklindedir. Sana bir örnek: 2002 yılında USD kuru 1.610 YTL idi, şimdi kur 1.350 YTL diyelim. 1.000 USD getiren bir yabancı her yıl ortalama % 22 faiz elde ediyor. Bunu enflasyondan arındır, net % 12 eder. Dolar bazında her yıl net ve vergisiz % 12 hangi ülke veriyor? Bir de düşük kurdan parasını dolara çevirerek götürüyor. Kur farkından da % 15 kazanıyor. Bize kör diyorlar; kör kimmiş?!.

Sen Hans’a köle olma diye yazdım bu rakamları. Ben Almanya’da yaşayanların durumunu belki senin kadar olmasa da biliyorum, o ülkeyle iş yapıyorum. Biz tüm dünyadaki sömürünün son bulması için çalışıyoruz. Bizim derdimiz sadece AKP değil, aynı zamanda diğerleri de. Siyonizm tabii ki ABD halkını da sömürüyor, bunu biliyorum. Tek kurtuluş yolu “Yeniden Büyük Türkiye” ve “Yeni Bir Dünya Düzeni”nde yatıyor.

Çaresi de “MİLLÎ GÖRÜŞ ve ADİL EKONOMİK DÜZEN”dir.

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP iktidarının “EN”leri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.05.2007

Dostlarımla, dolayısıyla siz değerli okuyucularımla dertleşmeye devam ediyoruz.

-‘Dün ne idi, bugün ne oldu?’

-‘Dört buçuk yılda neler oldu güzel ülkemizde?’

Sorular böyle başlıyor. Sonra dertler sıralanıyor. Sohbet koyulaşıyor. Giderek derinleşiyor.

Dün ekonominin başında Kemal Derviş politikaları ve IMF reçeteleri vardı. Sıkı para yani “faizcinin faizini garantili şekilde ödeme” ekonomi politikaları vardı. Şimdi, aynı ekonomi politikaları daha usturuplu şekilde devam ediyor. Hattâ AKP faizden yani yabancılardan vergi de almıyor! Mazot ve benzin fiyatları Ecevit hükümetlerinden beri kaç kat arttı, bileniniz var mı? Dünya borsaları diyeceksiniz ama, Türkiye’de yakıt fiyatlarındaki vergi oranı % 70 civarında; yani dünyada petrol fiyatları arttıkça ülkemizdeki vergilerimiz de o oranda arttı. Borcumuza her yıl ortalama 50 milyar dolar daha eklendi.

“Özelleştirme” yaftası altında satılan varlıklarımızı ve özel sektörün borçlarını saymıyorum. Dışarıda kaybolan itibarımız ise bir başka âlem; bunun parasal değerini hesaplayamayız. Dış politikada Peşmergeler bile başımıza adam kesilip konuşmaya başladı, AKP iktidarında. Kaç ülkede Ermeni soykırımı kabul edildi? AB için Kızılay’da gündüz havai fişek attıranlar şu anda AB’de hangi noktada? AB görüşmeleri durdurup dondurmuş durumda. Kıbrıs konusunda ‘kazan-kazan politikası’ ile ne kazandık acaba? Kaç bin haneye hırsız girdi, kaç bin kişi kapkaça uğradı, kaç kişinin ırzına geçildi? Son dört buçuk yılda bu suçların artış oranına bir bakın. Kaç üniversitede başörtülü öğrenciler kıyafetleriyle okula girebiliyor? Kur’an kurslarına hangi yaşta öğrenci kabul ediliyor? Gerçek büyüme oranlarında işçi, emekli, memur, köylü, çiftçi 4,5 yılda ne kadar büyüdü? Buna karşın faizci holdingler kaç kat büyüdü?

Meselenin vahametini anlamamız adına bunları daha da çoğaltmak mümkün.

Bütün bunlar olurken halkımız öyle bir uyutuluyor, öyle bir aldatılıyor ki, esnaf-işçi-memur-köylü protesto bile yapamıyor! Ecevit hükümetlerinde bunların farkına varıp bari protesto yapabiliyordu.

Efendim, neymiş; dört buçuk yıllık “istikrar”mış! Neyin karşılığında istikrar?

Türkiye’nin seksen yıllık birikimlerini “özelleştirme” kılıfı altında satması ve çok değil kısa bir müddet sonra borçlarını artık ödeyemeyeceği bir durumlara düşürülmesi adına istikrar!

ABD’nin Afganlıları, Iraklıları ve dünyanın diğer yerlerindeki kendisine karşı çıkan insanları öldürmesi karşılığında istikrar! (Sadece Irak’ta ölenlerin sayısı bir milyona ulaştı.)

Yeni sömürü düzenini tüm dünyaya “küreselleşme” yutturmacasıyla kabul ettirme pahasına istikrar!

Uyanın artık; sürü olmaktan insan olmaya, özgür düşünmeye ve Allah’ın verdiği aklımızı kullanmaya bakalım. Ölümden sonra dirilmeye ve öteki hayata inanıyorsak; bu dünyada yaptığımız her işin hesabını vereceğiz o gerçek dünyada. Elbette her zaman vereceğimiz oylar da bu hesaba dahildir.

***

Bir gün değerli bir dostum söze rakamlarla zenginleştirilmiş bilgilerle başladı ve dedi ki;

Dört buçuk yıllık AKP iktidarının “EN”lerine bir bakalım da öyle konuşalım:

En Yüksek İç Borç: 180 Milyar dolar.

En Yüksek Dış Borç: 302 Milyar dolar.

En Yüksek Toplam Borç: 481 milyar dolar.

En Yüksek Kişi Başına Borç: 6.600 dolar.

[Bu miktar 2002’de 3.845 dolardı.]

En Yüksek Hane Halkı Borç Tutarı: 55 katrilyon.

[Bu rakam 2002 yılında 3.4 katrilyondu.]

En Yüksek Faiz Ödemesi: 148 Miyar dolar.

En Yüksek Dolar Bazında Hazine Borçlanma Faizi: % 27,6

En Yüksek İthalat: 137 Milyar dolar.

En Yüksek İthalata Bağlı İhracat: % 68

En Yüksek Dış Ticaret Açığı: 52 milyar dolar.

En Yüksek Cari Açık: 35 milyar dolar.

En Fazla Sıcak Para: 80 milyar dolar.

En yüksek Kaynak Transferi: 35 milyar dolar.

En Yüksek Kredi Kartı Borçları: 20 katrilyon.

En Yüksek Tüketici Kredileri: 44 katrilyon.

Evet, dört buçuk yıllık AKP iktidarının “EN”leri işte bunlar.

Bu durumda AKP’nin bir dört yıl daha başka “EN”lerini bekleyelim mi?

Bunun kararı arefesindeyiz.

Bu rakamları devlet kuruluşlarının internet sitelerinden de alabilirsiniz.

Vesselâm…

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2007 Yazıları
1-2007 Ocak
1134 Okunma
2-2007 Şubat
1225 Okunma
3-2007 Mart
1199 Okunma
4-2007 Nisan
1097 Okunma
5-2007 Mayıs
1092 Okunma
6-2007 Haziran
1146 Okunma
7-2007 Temmuz
1233 Okunma
8-2007 Ağustos
1232 Okunma
9-2007 Eylül
1106 Okunma
10-2007 Ekim
1232 Okunma
11-2007 Kasım
1332 Okunma
12-2007 Aralık
1116 Okunma

© 2024 - Akevler