|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
HAZİRAN 2007 |
|
|
|
Sömürü aracı “dolar” ve seçim uyarıları
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
05.06.2007
Çağımız dünyasında “kâğıt para” basıyorsunuz, “halk” onu kabul ediyor, “altın” imiş gibi iş görüyor. Bu Allah’ın insanlığa bahşettiği en büyük nimettir.
Bundan yüz sene öncesine kadar bir devletin para bulması için “altın” veya “gümüş” tedarik etmesi gerekirdi, çünkü ancak altın veya gümüş para olabilirdi. Yirminci yüzyılda “kâğıt para” keşfedildi. Devlet parayı basıyor, piyasaya sürüyor, bildiğiniz kâğıt paraya dönüşüyor ve para oluyor. Devlet için para denizdeki su kadar kolay bir şey oluyor. Devlet isen paran var demektir.
Çağımız dünyası “Devlet = Kâğıt Para” hâline gelmiştir.
***
Ancak, burada dikkat edilecek tek bir şey vardır; “karşılıksız para” çıkarmayacaksınız.
Karşılıksız paranın piyasada olmaması için çok basit yollar vardır.
1. Halka ön ödemeli sipariş yapması için kredi olmak üzere para çıkarırsınız, halk o imkânlarla devre başında mağazalara, mağazalar tüccarlara, tüccarlar da işyerlerine sipariş verirler; böylece karşılıksız para çıkmamış olur.
2. İnşaat malzemesini satın alan tüccarlara kredi verirsiniz, onlar da onunla malzeme alırlar. Piyasaya malzeme kadar para çıkmış olduğu için de karşılıksız para çıkmamış olur.
3. İnşaatta çalışan işçilere ücret ödersiniz, karşılığında yapılar oluşur, bu sayede de piyasaya karşılıksız para çıkmamış olur.
4. Kuyumcularda halkın satın almış olduğu altınlar karşılığında kredi verirsiniz, bu sayede de karşılıksız para çıkmamış olur.
-Bu krediler neyi sağlar?
Ülkede var olan tüm emek gücünü harekete geçirir, tam istihdam olur, işsiz insan kalmaz, bol ürün elde edilir, refah olur.
Parayı bundan az çıkarırsanız “işsizlik” olur, parayı bundan çok çıkarırsanız “enflasyon” olur. Bunları bilmek için okumuş olmak gerekmez. Anlatırsanız, on yaşındaki çocuk bile anlayabilir.
***
-IMF ne yapıyor?
IMF önce “millî paralar” çıkartmıyor, ülkede “para darlığı” ve dolayısıyla “işsizlik” oluyor.
-IMF daha sonra ne yapıyor?
Kendisi bastığı “dolarları” para olarak hem de “faizle” veriyor! Böylece sizi çalıştırıyor ve sömürüyor. IMF’nin naliye bakanlığı yok, tahsildarı yok, ambarı yok, hattâ kasası bile yok; kâğıt üzerindeki kayıtlarla dünyanın tamamını çalıştırıp sömürüyor.
Ülkeye yabancı para girdi diye seviniyoruz, ‘başarılı ekonomi’ diyoruz!
Buna müsade eden AKP de böyle bir şeyi becerdim diye öğünüyor!
Oysa, ülkeye ne kadar para girmişse, en az yüzde on faiz ödüyoruz demektir. O faiz kadar emeğimizi bedava olarak onlara veriyoruz demektir, yani biz durup dururken sömürü sermayesine haraç ödüyoruz demektir.
Demek ki, dışarıdan gelen dolar bizim emeğimize konan haciz demektir.
***
Eğer bizim altyapımız olmasa, fabrikalarımız olmasa, iş yerlerimiz olmasa, dışarıdan makine veya ham madde getirip içeride tüketmek zorunda kalsak; o zaman böyle bir “dolar”a geçici olarak ihtiyacımız olabilir.
1950’lerde durumumuz böyle idi. Oysa bugün zaten dışarıdan fazlasıyla makineler gelmiştir. Beşte bir âtıl kapasite ile çalışıyoruz. Önce makinelerimizin yarısı boş durumda, En dolu kapasitede bile yüzde elli kapasiteyle çalışmıyor. Ayrıca, var olan işletmeler genel olarak tek vardiye çalışıyor; o zaman altıda bir eder. Vardiyeli çalışanları da hesaba katarsak beşte bir kapasite ile çalışıyoruz demektir.
-AKP bu ekonomi politikayı bile bile neden yapmakta, ülkenin en az yarı emeğini bedavadan neden sömürü sermayesine peşkeş çekmektedir?
AKP bunu yapmaktadır; çünkü böyle yapmasaydı 4,5 sene iktidarda kalamazdı.
Bu yazdıklarımı iyice düşünün ve değerlendirin. Sonra hükümet edenlere veya onlara oy verenlere muhtıra verin, duyuru yapın, kulak çekin, gerekirse sandıkta kullanacağınız oylarınızla onları indirin ama; birileri gibi bunu ‘lâiklik’ denen gülünç bahanelerle ve de ‘alternatif/ler üretmeden’ yapmayın.
Düşünün: Hükümet edenler Türkiye bütçesi kadar miktarı borçlanarak faiz ödüyor; bu ülke nereye gidiyor, nereye doğru götürülüyor?!.
Bu durumdan kim suçludur? a) Halk mı? b) Siyasiler mi? c) Askerler mi? d) Ya da hepsi mi?..
Düşünün, kararınızı verin ve önümüzdeki seçimde ona göre oyunuzu kullanın.
Seçmene yapacağınız son bir uyarı daha: “Millî Görüş ve Adil Ekonomik Düzen denen gerçeklerden haberiniz var mı?” diyerek uyarın, uyarın, uyarın...
***
Parti birleşmeleri ve seçim
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
06.06.2007
Tanzimat’tan beri dört siyasi temayül vardır. Birincisi Osmanlıcılıktır; sadece devlet yaşasın, başka bir düşüncesi veya gayesi yoktur. Bugün bu görüşü CHP temsil etmektedir; lâik cumhuriyet yaşasın da, başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. İslâmcılık, milliyetçilik ve batıcılık reddedilmektedir. ‘Osmanlı Hanedanı’ gibi ‘CHP iktidarı’ dışında her şey boştur, böyle düşünürler. İslâmcılara göre ise her şey din içindir. İslâm dini Türkiye’ye gelsin ve bütün Müslümanlar bileşsin de başka hiçbir şeye gerek yoktur. Devlet bu amaçla olmalıdır. Eğer bunu gerçekleştiremiyorsa o devlete gerek yoktur. Türkçülere göre ise her şey Türk ulusu içidir. Devlete ve dine ihtiyaç vardır ama bunların hepsi Türklük içindir. Dünyadaki Türkler birleşmeli, güçlü devlet olarak tekrar süper güç olmalıyız. Bu görüşü günümüzde MHP’liler temsil ediyor. Batıcılara göre ise bütün bunlar boş kuruntulardır; biz AB/Avrupa Birliği’ne girmeliyiz, Batı uygarlığına katılmalıyız; devletimizi, dinimizi, ulusumuzu onların içinde eritmeliyiz. DYP ve ANAP ya da yeni adıyla DP’liler bunu savunuyorlar. AKP de başından beri aynı şeyleri söylüyor!
İşte, Türk siyasetindeki son birleşmeler bu anlayışların sonucudur. Suni bölünmeler sona ermektedir. AKP aslında barajı geçememeli ve eriyip gitmelidir, çünkü bir görüşü ve gömleği temsil etmiyor.
- CHP, DSP ile birleşti. Solun dışarıda başka oyu yoktu ki bu birleşme işe yarasın. Boş bir birleşmedir.
- ‘DYP-ANAP birleşti, DP oldu ama bu birleşmeden bir şey çıkmaz.’ diye yazmıştım; nitekim olmadı.
- MHP ile GP birleşmeliydi. Birleşmedi. Neden birleşmedi, anlamakta zorlanıyorum.
Bu birleşmeler şahıslarda değil, programlarda olmalıdır.
Halk kendi görüşünü bu partilerde bulmalıdır ki onlara oy vesin.
Çünkü bu dört görüşü Türk milleti en az 200 seneden beri yaşatmaktadır.
Ancak, bunlardan pek çoğu halka kendi görüşlerini aksettirmediği için birleşmeler boştur.
Bu durumda şu mukadder soru sorulur; bu birleşmeleri kim destekliyor ve kimler engelliyor?
Bunlardan biri sömürü sermayesidir; parçalayacak, zayıf iktidarlar çıkaracak, sonra onları istediği gibi kullanacaktır. Yahut başka bir güçtür; bütün halkın temsil edildiği istikrarlı bir hükümet oluşturmak için aynı temayülde olan partileri birleştiriyor.
Bu birleşmeleri kimin yaptığı tahmin edilmekle beraber, sadece iki partinin birleştirilmesi, birleşmenin fikirlerde değil de kişilerde yapılması, alelacele göstermelik bir şekilde birleşmenin sağlanması, transferler…
Bu durumda bu işte sömürü sermayesinin parmağı var gibi görülüyor.
***
Bu siyasi birleşmeler karşısında olması beklenen nedir?
- Birleşen partileri millet eleyecektir. Halk bunların suni birleşmeler olduğu sinyalini alacak ve birleşen partiler devre dışı, belki de meclis dışında kalacaktır. Mecliste sadece iki parti kalabilir.
- AKP parçalanır, meclise girebilir ama ekseriyet partisi olmaz, olamaz. AKP’yi devre dışı bırakan iki-üç partiden oluşan koalisyonlu hükümet kurulur. Sermaye bugünlerde en çok bunu ister.
Bunun dışında tablolar çıkabilir mi?
Mesela, Saadet Partisi barajı geçebilir mi?
Seçmen RP dönemindeki gibi şuurlandırılıp heyecanlandırılıyor ve alternatif çözümler sunuluyorsa; kadın ve gençlik kolları da dâhil olmak üzere bütün teşkilatlar çalışıp görevlerini yapıyorsa; neden olmasın, neden geçmesin, Saadet Partisi tekrar neden birinci parti olmasın?
***
Seçim nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, bütün partiler devletin çıkarlarını korumakta samimi ve ciddi olmalıdırlar. Hiçbir parti iktidarı AKP iktidarından daha kötü olamaz. Dolayısıyla halk gönül rahatlığı ile istediği partiye oy verebilir. Ancak asıl tehlike nerededir?
Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da olduğu gibi seçimlerde bazı saboteler olur, doğru seçim muallel (yani eksik veya noksan) gösterilir. Medya harekete geçer, yargıya tesir eder, seçimi iptal ettirir, sonra da hileli seçim yapılır, bir müstemleke valisi getirilip tahta oturtulur ve Türkiye devlet olmaktan çıkar.
İşte, bu hususta da çok dikkatli olmalıyız.
- Başta halkımız dikkatli olmalıdır. Böyle sabote hareketlerinin yapılmasına sandıklarda müsade etmemelidir. Sonra, saboteler olsa bile bunlar seçime etki etmediği için sabır gösterilmelidir.
- Yüksek Seçim Kurulu dikkatli olmalıdır. Bu tür sandık oyunlarını fazla büyütmemelidir. Onlar devede kulak kalır, onun için hiçbir seçimi iptal etmemelidir.
- Basın uyanık, dikkatli ve millî olmalıdır. Hükümet kiralık kalemleri susturabilmelidir. Patronlara baskı yapılır, yazarlara karşı savcı harekete geçiriliri, olmazsa polis el koyar.
- En önemlisi devlet güçleri hazır olmalıdır. Halk hareketi başlayıp da meclise yürüdüğü zaman devlet güçleri derhal duruma el koymalıdır. Meclise dokundurtmamalıdır. Devlet güçleri vazifesini ihmal etmemeli, haddini de aşmamalıdır.
Seçimler her şeye rağmen şimdiden hayırlı olsun.
***
Geleceğin dünya cenneti İstanbul
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.06.2007
Uygarlıklar bin yıllıktır. Miladi her bin yılın başında yeni uygarlık doğar. İncil’de yeni bir peygamberin geleceği ve dünyanın merkezinin fetholunacağı yazılıdır. Bu merkez İstanbul’dur. İstanbul gelecek bin yılın merkezi olarak hazırlanmaktadır. O halde İstanbul için yeni bir planlama yapmalı, İstanbul’u III. Bin Yıl Uygarlığına ona lâyık bir şekilde hazırlamalıyız. “İstanbul Kalkınma Kooperatifi”ni kurmalıyız. İstanbul halkını bu kooperatife katmalıyız; Türkiye halkını bu kooperatife katmalıyıyız; III. Bin Yıl Uygarlığını kuracak olan İslâm âlemini buna katmalıyız; nihayet tüm insanlığı buna katmalıyız. “İstanbul Kalkınma Kooperatifi” ayrıca “İstanbul Kalkınma Vakfı”nı kurmalıdır.
Bu vakıf her şeyden önce İstanbul’un istikbaline yönelik planlar yapmalıdır.
-Bundan 500 sene sonra nasıl bir İstanbul bekliyoruz; onun planı yapılmalıdır.
-Bundan 50 sene sonra nasıl bir İstanbul bekliyoruz; onun planı yapılmalıdır.
-Nihayet 5 sene sonra nasıl bir İstanbul düşünüyoruz; onun planı yapılmalıdır.
Plan ortaya çıktıktan sonra halk, belediye, devlet, hükümet ve şirketler ona uyarlar; kendiliğinden uyarlar, zorlanmadan uyarlar.
Bu planı hazırlamak ilim işidir, teknik işidir; ondan sonrası siyaset ve yönetim işidir. Öyleyse 5 sene, 50 sene, 500 sene sonrasındaki İstanbul’umuzu nasıl görmek istediğimizi hayal etmeye çalışalım.
***
1. İstanbul yeniden düzenlenmiş bir yapıya ulaşmalıdır.
a) İstanbul birbirinden yeter derecede uzak yüksek ellişer yüzer katlı binalardan oluşmuştur. Yaya yollarını, yeşil alanları ve otoparkları içen alan, boşluğu olmayan alan. Onun üstünde ticaret ve depoları içeren tüm İstanbul’u kaplamış çarşılar ve onun üstünde yazıhaneler ve onun üstünde de yeşil bitki örtüsü. Birbirinden uzak elli yüz katlı apartmanların cepheleri ve çatıları da sarmaşık ve yeşilliklerle çevrili yemyeşil bloklar.
b) İstanbul Edirne’den başlayarak Bolu Tüneli’ne kadar ve tüm Marmara’yı içine alan bir planlamaya tâbidir. Çevre kirliliği yapan hiçbir tesise izin verilmiyor. Havayı, suyu, toprağı ve canlıyı kirletmekte olan sanayi tesislerinden daha çok, ambalaj ve ticaret alanlarına tahsis edilmiştir. Gerek boğazlardaki su akıntıları, gerekse hava akıntısını kesmeyecek şekilde düzenlenmiş bir planlama ve yapılaşma sistemi. İstanbul’un genel oksijen yüzdesi ormanların oksijen yüzdesine ulaşmıştır.
c) İstanbul’da işyerleri ile meskenler arasındaki uyumluluk, arabaları taşıyan vagonlara sahip raylı sistemler, bloklar üzerindeki helikopter alanları ve helikopter ağı, vergisiz araçlar ama yolcuları arabalarına konuk eden bir zihniyet ile trafik sorunu çözülmüş bir İstanbul.
d) İstanbul’da muhtarlık başvuru sistemi ile tüm bürokratik formaliteler ortadan kalmıştır. Herkesin bulunduğu mahalden tüm sorunlarını çözmüş bir İstanbul.
***
2. İstanbul yeryüzünün cennetidir.
a) Londra’dan kalkıp Tokyo’da sonuçlanan bir “İpek Yolu” tesis edilmelidir. Bu yol İstanbul’dan geçmektedir ve merkezi İstanbul’dadır. Bu yol kara ve demir yollarının içermektedir. Bu yol uçakların inip kalkacağı havaalanı pistlerini içermektedir. Bu yol otobüs ve kamyonların konakladığı garaj ve yolları içermektedir. Bu yolun bütün masrafları vakıflarca karşılanmaktadır. Burada seyreden hiç kimseden ücret alınmamakta; hattâ araçların yakıt ikmali ve bakımları da karşılıksız yapılmaktadır. (Osmanlı kervansarayları gibi.)
b) Aral Gölü, Karadeniz, Doğu Avrupa nehirleri ve Tuna’dan kalkan büyük-küçük gemiler İstanbul Boğazı’ndan gelip geçmekte ve Akdeniz’e açılmaktadırlar. Cebelitarık ve Süveyş kanallarından gelip geçen gemiler Marmara’ya girmekte ve İzmit Körfezi, Sapanca Gölü ve Sakarya Nehri’nden geçerek Karadeniz’e girmektedirler. Bunların konaklama ve ikmal yerleri tamamen hazırlanmıştır ve kendilerine rehberlik edilmektedir. Yakıt ikmali yapılmakta, bakım yapılmakta ama onlardan asla para alınmamaktadır.
c) İstanbul’da kurulan internet ve cep telefon merkezleri, televizyon ve radyo merkezleri tüm insanlığa bedava hizmet vermektedir. Cep telefonları ve onlarla bağlanan iletişim bedelsiz vakıf olarak yapılmaktadır.
d) İstanbul’dan gelip geçen elektrik, su, petrol ve gaz boruları dünyadaki enerji ve sıvı akışını karşılıksız yapmaktadır. Vakıf olarak çalışan bir kalp durumundadır İstanbul.
e) İstanbul’da konaklama yerleri vardır, yani oteller vardır. Buralarda aşhaneler vardır. Bunların hepsi ücretsizdir, masraflar vakıflarca karşılanmaktadır. (Tekrar hatırlatıyorum; aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi.)
Hâsılı, İstanbul yeryüzünün cennetidir.
***
500 sene sonrasının dünya cenneti İstanbul’u için bazı düşündüklerimiz işte bunlardır.
Olur mu, olmaz mı? Önce bir düşünmeye başlayalım, olup olmadığı orada görülür. Bu olmaz diye beynimizi devre dışı bırakmayalım. Düşünülebiliyorsa, dünyada yapılamayacak şey yoktur. Ecdadımız yapabildiyse, biz neden yapamayalım?
Olur inşaallah…
***
Seçim ve AKP
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
12.06.2007
Seçime doğur gidiyoruz…
Türkiye’de seçim var, seçime gidiyoruz, gidiyoruz ama bu seçim planlanmış bir seçimdir. Planlar yapılmış ve kimilerince gerekli tedbirler alınmıştır. Düşünelim bakalım; ne gibi planlar yapılmış ve kime karşı tedbirler alınmıştır? Bugünlerde ana gündemimiz bu olduğuna göre, konu üzerinde durmaya ve kafa yormaya çalışalım. Evet, planlar yapılmış ve birilerine karşı gerekli tedbirler alınmıştır.
AKP’nin iktidar olmaması için gerekli tedbirler alınmıştır.
****
İlk tedbir bilindiği gibi ‘askeri duyuru’ veya ‘e-muhtıra’ olmuştur. Soruyoruz; Türk milleti ordusu ile arası açık olan bir partiye oy verir mi? Bu hususta asker tam da askerce tavır almadı ama AKP’ye de cumhurbaşkanı seçiminde ısrar etmemesini açıkça bildirdi. Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtiremeyen parti özgüvenini kaybetti. AKP kimi fanatik yandaşlarınca belki takdir edilmektedir ama, başarısız olduğu hususunda herhangi bir tereddüt yoktur.
İkinci olarak iktidar partisi;
1) Başörtüsü sorununu halledememiştir.
2) IMF’den çıkma teşebbüsünde bile bulunamamış, ülkenin KİT’lerini ‘özelleştirme’ adı altında bitirmiştir,
3) Cumhurbaşkanını eldeki çoğunluğuna rağmen seçememiştir.
4) Anayasayı değiştirememiştir. Sonuç olarak AKP iktidarının beceriksizlikleri her hâliyle ortadadır.
Üçüncü olarak, AK Parti karşısında partiler birleştirilmiştir. Çok daha kötüsü, birçok yerde ve bölgede bağımsız adaylar konmuştur. Bunların bir kısmı birkaç milletvekilinin oyunu alacaktır. Böylece, kimi yerlerde AKP’nin %10 barajını aşması bile tehlikede olabilir. [Unutulmasın ki, DSP bir önceki seçimde %22’lerde iken, sonraki seçimde %1’lerin altına inmiştir.]
Dördüncüsü ve daha da kötüsü, AK Parti’yi bitiren adaylar listesidir. AKP bundan önceki seçimde eski ANAP’lıları almıştı. Yalnız aldığı ANAP’lılar zihniyet itibariyle AKP’ye yakın kimselerdi. Seçim sonrasında hükümetin yarısını da onlardan oluşturdu. Oysa, bugünlerde listelere gelenlerin AKP zihniyeti ile hiçbir ilgileri yoktur. AKP’nin hedefi ile soldakilerin hedefi arasında hiçbir ilişki yoktur. AKP bu solcuları alırken bunlar şöyle gelebilirlerdi: Bir ilde sekiz milletvekili var; bunun üçünü AK Parti almış ise, yeni gelen solcu dördüncü sıraya konabilirdi. O zaman solcu seçmen ‘bizim adayımız meclise girsin’ diye belki AKP yönünde oy kullanabilirdi. Oysa, şimdi soldakiler bunlara neden gittiler diye kızgındırlar. Ayrıca, listede zaten garanti yerlerde oldukları için solcular onlara oy vermeyecektir.
***
AKP’yi belki de barajın altına indirecek başka bir durum vardır. Sadece milletvekili olmak, hattâ AKP’yi değiştirmek veya yıkmak için gelenleri listelere almakla kalmadı; AKP’yi samimi olarak destekleyenler liste dışında bırakıldı. Örnek olarak İstanbul Milletvekili Gürsoy Erol, mecliste çok samimi olarak çalışan bir milletvekiliydi. Tayyip Erdoğan’ın baştan beri yakın arkadaşıydı. Geçmişte Refah Partisi Kadıköy İlçe Başkanlığı ve Hamidiye Genel Müdürlüğü yapmıştı. Gürsoy Erol, merhum Ağrı Milletvekili Melik Özmen’i de yanına alarak 3 Mart tezkeresine karşı oy kullandı. Bugünlerde liste dışı kalmayı göze alarak o zaman böyle oy verdi. Böylece tezkere iki oy farkla reddedildi.
O iki oy olmasaydı ne olacaktı?
1) Ordu istemiyor, cumhurbaşkanı istemiyor, halk asla istemiyor... Tezkere geçseydi Türk ordusu savaşa sürüklenecekti. Bu durum ülke içinde siyasi çalkantılar doğuracaktı.
2) Tüm Türkiye Amerikan askerleri tarafından işgal edilecek, havaalanları ve limanlara el konacak, ülkenin tersanelerine girilmiş olacaktı. Irak’a Türkiye’den saldırılacaktı. Bu durumda biz Irak’la savaşa girmiş olacaktık.
3) Irak’taki başarısızlık bize yıkılacak, biz Iraklılarla doğrudan boğuşmak zorunda kalacaktık. Bugün o savaş sebebiyle İngiltere Başbakanı Tony Blair bile gitti, ABD Başkanı Bush gücünü kaybetti. Türkiye Irak savaşına girseydi şimdi Tayyip Erdoğan’ın yerinde yeller esecekti.
4) Türkiye tezkereyi reddedince Almanya ve Fransa yanımızda yer aldı, itibarlı ülke olduk. Rusya ve Çin de Fransa ve Almanya’yı destekledi, biz böylece dünyada siyasetin galip merkezinde yerleştik. Aksi halde ABD’ye karşı dünyanın ittifakı sağlanamamış olacak ve sadece Türkiye değil, dünya perişan halde olacaktı.
İşte, İstanbul milletvekili bu Gürsoy Erol, Tayyip Erdoğan ve AK Parti’yi bu badirelerden kurtardı. Tayyip Erdoğan ise onu listenin başına alması gerekirken, sadece çıkarları için AKP’ye gelen solcuları listenin başlarına koymuştur! Böylece gaflet ve dalalet içinde kendisini de partisini de uçuruma götürmektedir.
Yeni mecliste neler olabilir? Oylar dağılır, barajı bir veya iki parti geçer ama oyların ancak üçte biri mecliste temsil olunur. Gücünü milletten almayan böyle bir meclis ya hiçbir şey yapamaz hâl alır, ya da bağımsızların da çok olduğu birkaç parti meclise girmiş olur ve böylece bir curcuna dönemi başlar...
Asıl büyük tehlike, seçimin hileli olduğunu iddia eden medya ve hırçın partiler, sokak hareketleriyle meclise saldırabilirler. Sonra hileli bir seçimle Türkiye’nin başına bir genel vali oturabilir. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan benzeri gelişmeler olabilir...
***
Saadet Partisi diyor ki;
Bu böyle gitmez! (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.06.2007
Millî Gazete 8 Haziran 2007 Cuma günü, “Ülkede yoksula, işçiye, çiftçiye, memura, esnafa sahip çıkacak bir tek zihniyet var” üst başlığının altında, “Hepsi aynı, Saadet farklı” manşeti ile çıktı. Bu manşet, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan ile yapılan röportajın manşetiydi.
Recai Kutan, aradaki 1996-1997 yıllarında 54. Erbakan Hükümeti hariç tutulursa, 1990’dan beri ülkemizdeki ekonomi politikalarının mevcut partiler tarafından yürütüldüğünü hatırlatıyor ve diyordu ki:
“Demek ki ortalıkta olan siyasi partilerin hepsini millet denedi.
Ortaya koydukları ekonomik uygulama nedir?
Gittiler, bütünüyle IMF’ye teslim oldular. Bunların ekonomilerinin ana mantığı şu; üretime dayalı değil, borçlanmaya dayalı ekonomi politikası. Tam soygun anlayışıyla yürüyen bir ekonomi düzeni...
IMF ne diyor?
‘Enflasyonu düşürmek için talebi düşürmek lazım. Bunu sağlamak için vatandaşınızın satın alma gücünü düşüreceksiniz. Onun için memura hakkını vermeyeceksiniz, işçiye vermeyeceksin, emekliye vermeyeceksiniz, çiftçiye ürününün gerçek değerini vermeyeceksiniz.’
Ve hiç istisnasız bunların hepsini uyguluyorlar. IMF ne diyorsa yapıyorlar.”
*
“Şu anda Türkiye’de 80 milyar dolar sıcak para var.
Ve bu durum öylesine cazip ki dışardan para getirenler için.
Enflasyon yüzde 9, dışardan getirilen dövize ödenen faiz bir ara yüzde 23’tü, şimdi yüzde 21.
Enflasyon yüzde 9 iken, nasıl yüzde 23 faiz verirsin?
‘Efendim, bunu vermeliyiz ki dışardan bol bol döviz gelsin!’
Döviz arzı fazla olunca fiyatı düşüyor. Dövizin fiyatı düşünce ithalat fevkalade cazip hale geliyor. Vakti zamanında Avrupa ve Amerika’daki otomotiv sanayinin bazı ara mallarını, yedek parçalarını Türkiye üretip ihraç ediyordu. Şimdi Türkiye’deki otomotiv sanayi yedek parçaları dışardan ithal ediyor. Onun için burada üretim yapanlar adım adım batıyor.”
*
Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, “Peki, nasıl bir ekonomi modeli uygulanmalı?” sorusuna, çözüm mahiyetinde olmak üzere şöyle cevap veriyor:
“Bir ekonominin ayağa kalkabilmesi için ‘reel ekonomi’ dediğimiz, yani ‘üretime dayalı bir ekonomi’ uygulanmalı. Yatırım yapacaksın, üretim yapacaksın ve ondan sonra ihraç edeceksin ve bütün bunlarla çok ciddi istihdam imkânı yapacaksın, işsizlik düşecek.
Türkiye’de yatırım yok, çünkü yatırıma para yok. Eğer sen her sene bütçe içinden 52 milyar doları götürüp faizcilere verirsen, ne yatırıma, ne sağlığa, ne eğitime yeteri kadar para ayırman mümkün değil.
Onun için şu anda IMF talimatları sebebiyle hakları verilmediği için memur, emekli işçi, çiftçi gerçek anlamda perişan durumda. Bunların cebinde para olmadığı için esnafa giden yok, esnaf iyice perişan durumda. Esnaf malını satamadığı için mal hazırlayan üretici firmalar da üretim yapamıyor. Ekonomi çarkı durdu. Onun için millet perişan durumda.
Vergileri sadece mali gücü olandan almak lazım. Adaletin gereği budur. Batı ülkelerinde doğrudan verginin oranı yüzde 70, dolaylı verginin oranı yüzde 30. Türkiye’de doğrudan yüzde 30, dolaylı yüzde 70. Dolaylı vergi ile herkesten vergi alıyorsunuz. Toplumda hiç geliri olmayan, sadaka ve zekâtla geçinen düşkün ailelerden bile, KDV diye vergi alıyorsunuz.”
*
Millî Gazete’de günlerdir Saadet Partisi’nin 2007 seçimleri ile ilgili ilanları çıkıyor.
Günlerdir bu güzel ve önemli hatırlatmaları hep beraber görüp okuyoruz.
Saadet Partisi seçmene çok önemli hatırlatmalar yapıyor.
*
Millî Görüş yaptı, AKP sattı!
Bu hükümet; yılların emeği fabrikaları, dev tesisleri yok pahasına sattı. Özelleştirme adıyla, hiçbir millî müessese bırakmamayı marifet saydı.
Sonuç; ekonomik işgale uğramış, kuşatılmış bir Türkiye!
Bu böyle gitmez!
*
Borç dayanılmaz boyutlara ulaştı!
Bu hükümet; vatan topraklarını, özelleştirme adıyla millî kuruluşlarımızı sattı. Buna rağmen; 217 milyar dolarlık iç ve dış borç toplamını 410 milyar dolara çıkardı.
Sonuç; yeni alınan borçlarla daha da batağa saplanmış bir Türkiye!
Bu böyle gitmez!
Evet, ‘bu böyle gitmez’ ve
bunun böyle olduğunu yarın da anlatmaya devam edeceğiz, inşaallah…
***
Saadet Partisi diyor ki;
Bu böyle gitmez! (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
14.06.2007
Millî Gazete’de günlerdir Saadet Partisi’nin 2007 seçimleri ile ilgili ilanları çıkıyor.
Günlerdir bu önemli hatırlatmaları görüp okuyoruz.
Saadet Partisi seçmene neleri hatırlatıyor?
*
Yoksulların sayısı her geçen gün artıyor!..
Bu hükümet; IMF öyle istiyor diye, çiftçinin, memurun, işçinin gelirini açlık sınırına çekti. Zengin semirdikçe semirdi, fakir sürekli ezildi.
Sonuç; 21. yüzyılda, sadaka niyetine dağıtılan gıda yardımlarına mahkum ve mecbur bırakılan yoksullarla dolu bir Türkiye!
Bu böyle gitmez!
*
İşsizlik çığ gibi büyüyor!
Bu hükümet; yatırımlardan vazgeçerek, istihdamı öldürerek, nice ocakları söndürdü. Elinde zanaatı, cebinde diploması olan bile aç kaldı, açıkta kaldı.
Sonuç; %6’dan, %12’ye çıkmış işsizlik oranıyla umutlarını yitirmiş bir Türkiye!
Bu böyle gitmez!
*
Sokaklar çetelerin!
Bu hükümet; uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalarla, hırsızlık ve kapkaçta her yıl %57’yi aşkın artış yaşanmasına sebep oldu.
Sonuç; insanların can ve mal güvenliğinin olmadığı, sokakların çetelere teslim edildiği bir Türkiye!
Bu böyle gitmez!
*
Denenmişleri bir daha deneme
Seçim sürecinde seçmene anlatılacaklar ve verilecek mesajlar da önemli.
Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, dün sözünü ettiğim röportajda, “Seçim sürecinde siz halka hangi mesajlarla gideceksiniz, neler söyleyeceksiniz?” sorusuna cevap veriyor ve diyor ki:
“Vatandaşa şunu diyeceğiz; önünüze çeşitli partileri çıkardılar. AKP, CHP, DP, ANAP dediler, dediler de dediler... Bunlar arasında herhangi bir fark var mı? Özellikle şu adaylar meselesinde, sağcı diyorsunuz Halk Partisi’ne gidiyor, Halk Partili diyorsunuz öbür tarafa gidiyor! Bunlardan hangisi iktidara gelirse gelsin, ister AKP, ister CHP, şu ekonomik düzen aynen devam edecek. İkisi de IMF’ci, ikisi de AB’ci.
Millete anlatmamız lazım ki, şu denenmişleri bir daha deneme.
Onların döneminde zaten mahvoldunuz, yoksullaştınız, şimdi nereye gitsek bizi kucaklıyorlar, ah şu 96-97 dönemi yok mu. Memuru, işçisi, emeklisi, çiftçisi, esnafı, o dönemde ne kadar iyiydik diye. Yani öylesine imkânlar sağlandı o zaman.
Bunları millete anlatmak durumundayız.
Hangisi gelirse gelsin, sadece zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapacak ekonomi uygulamalarına devam edeceklerdir.
Şu ülkede yoksula, dar gelirliye sahip çıkacak bir tek zihniyet var, o da Millî Görüş zihniyetidir.
Biz bunları anlatacağız ve sonunda da diyeceğiz ki vatandaşlara, bakın biz size gerçekleri anlattık, bundan sonra götürüp istediğiniz yere oyunuzu verin.
Ancak diyoruz ki, oy verdikten sonra bizim karşımıza geçip, ‘keşke elim kırılaydı’ demeyesiniz. Şimdi hep öyle diyorlar. ‘Elim kırılaydı. Öldürdüler, bitirdiler’ diye şikayet ediyorlar. Şimdi inşallah millet tekrar ‘elim kırılaydı’ demez. Biz görevimizi Allah’ın izniyle en iyi şekilde yapma gayretinde olacağız.
Bu seçimden çok büyük ümitler taşıyorum. Çünkü meşhur bir sözümüz vardır, ‘bir musibet bin nasihatten evladır’ diye. Milletin başına o kadar çok musibet getirdiler ki, elbette yeteri kadar nasihat almıştır vatandaşlarımız.”
*
Bugünlerde yine çok şehit verir olduk. Allah şehitlerimizin âhiretteki mekânlarını cennet eylesin.
Bakınız, Saadet Partisi ne diyor?
Şehitlerimizin can verdiği toprakları yabancılara sattılar!..
Bu hükümet; İstanbul’daki en değerli arsaları, Ege, Akdeniz ve Güney bölgelerindeki toprakları, imarı yasak orman arazilerini, rantiyeye, köşe dönmeciye, yeni dünya sömürgecilerine sattı.
Sonuç; vatan toprakları parça parça elden giden bir Türkiye!
Bu böyle gitmez!
Bu böyle gitmez!
***
‘Adil Bir Düzenin Kurulması Şart’ (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
19.06.2007
Prof. Dr Arif Ersoy, geçen hafta Cuma günü bu köşede/sayfada “Yeni Adil Bir Dünya: D-8 Teşkilatı” başlığı altında yazdığı yazısına şöyle devam ediyor: “D-8 Teşkilatı, coğrafyamızda, İslâm âleminde ve bütün dünyada barış ve adaleti tesis etmek amacıyla Türkiye’nin 54. Cumhuriyet Hükümeti Başbakanı ve Millî Görüş Hareketi’nin lideri muhterem Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın girişimi ve önderliğinde 15 Haziran 1997 tarihinde nüfusu 50 milyondan fazla sekiz Müslüman ülkenin katılımı ile İstanbul’da kurulmuştur…
D-8 Teşkilatının dayandığı ilkeler: –Savaş değil, barış! / –Çatışma değil, diyalog! / –Çifte standart değil, adalet! / –Üstünlük taslamak değil, eşitlik! / –Sömürü değil; yardımlaşma ve dayanışma! / –Baskı ve tahakküm değil, insan hakları hürriyet ve adil paylaşımı esas alan demokrasidir.
Dünya barışı ancak bu ilkelerin hayata geçirilmesiyle sağlanabilir.
Bugün ABD’nin önderliğinde kurulmaya çalışılan dünya düzeni yeni bir düzen değildir. Eski sömürgeci düzenlerin devamıdır. Küreselleşme boyutu kazandırılan bu dünya düzeni “Post Modern Sömürgeci Düzen” diye adlandırılmaktadır. Bu sömürgeci düzen, içeriği itibariyle ta firavunların kurdukları baskı ve sömürgeci düzenlerin devamıdır… Özü itibariyle ırkçı, tekelci ve sömürgecidir... Bu düzen, ABD’de ve AB’de siyasi ve iktisadi politikaları belirleyen ve denetleyen ırkçı-tekelci mihrakların kurmak istediği düzendir. A. B. Devletleri, Yeni Konların yönetimi ele geçirmelerinden sonra adeta Amerikan Merkezli Tekelci Firmaların yönetimi haline getirilmiştir. Post Modern Sömürgeci Düzeni sadece ırkçı-tekelci mihrakların emrindedir ve onlara hizmet etmektedir.
Bu düzen şu ilkelere dayanmaktadır: –Barış değil, sürekli çatışma ve savaş, / –Diyalog değil, baskı ve tahakküm, / –Adalet değil, Çifte Standart ve haksızlık, –Eşitlik değil, Irkçılık ve Üstünlük, / –Dayanışma ve yardımlaşma değil, Sömürü, / –Gerçek anlamda insan hakları, hürriyet ve demokrasi değil, çifte standartlı korku ve tehdide dayanan göstermelik demokrasidir. Bu ilkeler, nerede ve ne zaman uygulanırsa çatışma meydana gelir, savaşlar çıkar. Bu çatışmaların cereyan ettiği ülkede yolsuzluklar olur. Sömürü ve dayatma olduğu için insanlar yoksullaşır. Kaynaklar yerli işbirlikçileri ile sömürgeciler arasında paylaşılır. Bugün coğrafyamızda karşılaştığımız terör, işgal, yoksulluk, işsizlik, sefalet “Post Modern Sömürgeciliğin” ürünüdür. Eğer 22 Temmuzda sağ-sol göstermelik çatışmasını çıkartarak kitleleri aldatan işbirlikçi mihrakların eylemlerini oylarımızla onaylarsak, coğrafyamızda cereyan eden terör ve çatışmalara süreklilik kazandırmış oluruz.
Şayet emperyalizme karşı dünyanın ilk İstiklâl (bağımsızlık) savaşını kazanan ecdadımızı örnek alır; işbirlikçilere karşı hak ve adalet merkezli milletimizin ortak dünya görüşü olan Milli Görüşü desteklersek, hak ve adalet merkezli Yeni Bir Adil Düzeni tercih etmiş oluruz. Seçim bir bakıma geleceğimizi kendi kararlarımızla belirleme eylemidir. Oyumuzla kendimizin ve çocuklarımızın geleceğini belirleyeceğiz.”
*
‘G-8 yine sahtekâr…’
Bu üst başlık benim değil, Patrick Watt’ın, geçenlerde Almanya’da toplanan G-8’lerin toplantısı ile ilgili (8 Haziran tarihli) yazısının başlığı ve ilk paragrafı da aynen şöyle başlıyor: “36 saat süren fotoğraf çekimleri, dünya liderleri arasında dinlenme anları ve tamamıyla garip paralel olayların alışıldık akışının ardından Almanya’nın Heiligendamm kentindeki G-8 zirvesi sona erdi ve liderler Afrika liderleriyle bir sabah toplantısının ardından evlerine döndü. Sonuç olarak bir şey değişti mi?
Arka plan bomboş / Vaatlerin, arkasında büyük para olmayan büyük sayılara dönüşmesi durumu ilk kez yaşanmıyor… G-8 bildirisinde 60 milyar doların ‘gelecek yıllarda’ AIDS , tüberküloz, sıtma ve sağlık sistemleri için harcanacağı söyleniyor. Uygun bir girişim olmaması nedeniyle, kesin bir takvimin belirlenmediği söyleniyor. Bütün G-8 ülkeleri, zaten gelecek 10 yılda bütçelerinden farklı miktarlarda yardım ayırmak konusunda da anlaşmıştı. Bu, onları mükemmel birşey yapmış gibi gösteriyor ancak arka planda hiçbir şey yok. Dünya genelinde her yıl sağlık ve HIV için yaklaşık 14 milyar dolar yardıma harcanıyor. Yani G-8 görünüşe göre,bu yeni cesur vaadi zaten olan şeyi sürdürerek gerçekleştirebilir. Başka bir ifadeyle, dünyanın en yoksul ülkelerindeki karşılanmayan muazzam sağlık ihtiyaçları karşısında başlarını devekuşu misali kuma gömüyorlar. Bu utanmaz bir sahtekarlıkla açıklanan bildiriler insanı çileden çıkarıyor. Sözlerin tutulduğu izlenimini yaratmaya çalışıyorlar ve yardım bütçelerinin varlığını tekrar tekrar duyurmaları kamuoyunun hükümetlerinin sanıldığından çok daha cömert olduğunu düşünmesine yol açıyor. Sonuç olarak, bugünkü G-8 bildirisi, dünyanın en zengin ülkelerinin liderlerinin Gleneagles’ta vaat edilenleri gerçekleştirmemeleri nedeniyle bu insanların üçte ikisinin önlenebilir erken ölümlere kurban gidebileceği anlamına geliyor. Gerçek, 60 milyar dolarlık yardımın sahteliği değil, mesele Afrika olduğunda ‘Heiligendamm Zirvesi’nin utanç verici yüzüdür.”
*
Yazımın asıl başlığı, geçen haftaki Perşembe ve Cumartesi günleri Ankara ve İstanbul’da yapılan iki önemli toplantıda, Türkiye’nin 54. Cumhuriyet Hükümeti Başbakanı ve Milli Görüş Hareketi’nin lideri muhterem Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yaptığı konuşmalardan birinde dile getirdiği bir cümleden oluşmaktadır.
Erbakan Hocamız’ın ‘Adil Bir Düzenin Kurulması Şart’ cümlesinden oluşan o önemli hatırlatmalarını yarın hayırlısıyla tekrar hatırlayalım, inşaallah…
***
‘Adil Bir Düzenin Kurulması Şart’ (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.06.2007
Yazımın dünkü bölümünde D-8 ve G-8’den söz etim; özellikle de ay başında Almanya’da gerçekleşip fiyaskoyla sonuçlanan G-8 toplantısı ile ilgili olarak Patrick Watt’ın ‘G-8 yine sahtekar…’ başlıklı yorumundan bölümler aktardım.
D-8’in kuruluşunun 10’uncu yıl dönümü dolayısıyla, 16 Haziran Cumartesi günü İstanbul Çırağan Sarayı’nda düzenlenen Kutlama Toplantısı ise büyük bir katılımla gerçekleşti.
Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, mezkur toplantıda “D-8’in bayrağında yer alan 6 tane yıldız temel ilkeleri sembolize etmektedir. Bu prensipler sadece D-8’in kendi prensipleri değil, yeni bir dünyanın kurulmasının da temel esaslarıdır. D-8 Batı’nın ateşe attığı dünyanın kurtarılması için kurulmuştur.” diye konuştu. Ayrıca, “Neler yapılmalı?” başlığı altında çok önemli hatırlatmalarda bulundu.
*
Neler yapılmalı?
D-8’lerin önümüzdeki süreçlerde gerçekleştirmesi gereken hedefleri de gösteren Erbakan, şöyle konuştu: “Ulusal Bağımsızlık Kurulu kurulmalıdır. Bunun için D-8’lerin temel prensibi olan diyalog yoluyla D-8’ler çekirdek ülkelerinin siyasi iradelerinin azimli bir şekilde ortaya konması için çalışmaların yapılması gerekmektedir. Diyalog enstitüleri ve bunların koordinasyonu. Bu enstitüler ve yapılacak olan çalışmalar ile “Yeni ve Adil Bir Dünya Düzeni”nin temel esaslarının geliştirilmesi, bu temel esaslara göre “Yeni ve Adil bir Dünya Düzeni”nin kurulması sağlanmalıdır. G-8’lerin başta Müslüman ülkeler olmak üzere, sömürdükleri ülkeler hakkında yaptıkları yanlış propagandaların takibi ve bunların önlenmesi için gereken teşebbüslerin yapılması gerekir. D-8’lerin ana prensiplerinin G-8’lerdeki makul çevrelerle diyaloglar kurulması suretiyle bu ülkelerin yönetimlerine de benimsetilmesi çalışmaları yürütülmelidir. Ekonomik sömürü ve ezilmişlikten kurtulmak için işbirliklerinin arttırılması, müşterek projelerin süratle ve azimle yürürlüğe konulması lazım.
Bunun için yapılması lazım gelenlerin planlanması, alt yapının hazırlanması için;
1. D-8’lerin Müşterek Para Birimi,
2. D-8’lerin Yeni Dünya Bankası,
3. D-8’lerin Yeni IMF’si,
4. D-8’lerin Yeni Dünya Ticaret Örgütü kurulmalıdır.
Halkların korunması ve savunulması ancak teknolojik gelişme ile mümkündür. Teknoloji bir rahmettir. Bunun için yapılacak çalışmaların bu meyanda savunma sanayinde yapılacak çalışmaların iş bölümü yapılmak suretiyle gerçekleştirilmesi bir aciliyettir.
Bu toplantının ve bu toplantıda ileri sürülen görüş ve fikirlerin dünyanın geleceği için hayırlara vesile olmasını ve D-8’lerin bütün insanlığın saadetine, barış ve adalete dayalı bir dünyanın kuruluşuna öncülük yapmasını diliyorum.”
*
‘Millî Kurtuluş Harekâtı’nı başlatıyoruz
Millî Görüş Lideri ve 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, Saadet Partisi’nin bütün Türkiye milletvekili adaylarına hitaben yaptığı tarihî konuşmanın ara başlıklarını bir kere daha hatırlayalım: Önce, 22 Temmuz seçimleri nedir? / ‘Millî Kurtuluş Harekâtı’nı başlatıyoruz / 54. Hükümet neler yaptı? / İşbirlikçiler neler yaptı? / Yok olmaya götürülüyoruz! / Ne yapacağız? / Milletimize iki gerçeği anlatacağız / Horoz dövüşü / Millî Görüş oyunları hep bozdu / Bu sefer dövecek dizin de kalmaz / Neden Saadet Partisi’ne oy vereceğiz? / ‘Önce Ahlâk ve Maneviyat’ diyen tek parti Saadet / Yeni Bir Dünya Kurulacak ve ‘Adil Bir Düzen’in Kurulması Şart
Diğer yandan bugünkü zulümlerden kurtulmak için mutlaka ‘Adil Bir Düzen’in kurulması gerekir. Bugünkü bu ‘sömürücü ve faizci düzen’le saadet olmaz.
Bak görüyorsun şu AKP; şu 5 sene içerisinde 30 tane dolar milyarderi ortaya çıkardı. Bunların servetleri, 75 milyonun servetinden daha fazla. Bu nasıl adalet?
Öbür taraftan köylü aç, memur aç, esnaf aç, bütün insanlar aç. 75 milyon inim inim inliyor. Biz Saadet Partisi Hanımlar Komisyonu’nun, Ankara varoşlarındaki ziyaretlerinden döndükten sonra, anlattıkları manzaraları gözyaşları ile dinliyoruz. Bu zulmü gören insanlar, köyünü terk etmiş, yaşama mücadelesi veriyor. Hallerine baktığımız zaman, yüreğimiz sızlıyor. Bunlar, bizim kardeşlerimiz. Sadece Türkiye’de değil, bu faizci emperyalistler Afrika’da her sene 100 milyon çocuğu öldürüyor ilaçsızlıktan. Bu zulme tahammül edemeyiz. Biz Müslümanız. Bütün insanlığın saadetini istemek, bizim insanlık görevimizdir. Bu sebepten dolayıdır ki, bu zulümlere müsaade edemeyiz, bu zulüm düzenine müsaade edemeyiz. Bu faizci, sömürücü düzeni değiştireceğiz. ‘ADİL BİR DÜZEN’ kuracağız. Türkiye’ye ve tüm insanlığa da saadet getireceğiz.
Ey aziz milletimizin kıymetli evladı;
Sana diyorum ki, ‘ahlâk ve maneviyat bayrağı’ neredeyse, onun altına koş.
Sana diyorum ki, ‘adil düzen bayrağı’ neredeyse, onun altına koş.
***
‘Evlerinizi “Kur’an Okulu”na çevirin’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
21.06.2007
Millî Gazete günlerce, birinci sayfadan yayımladığı “BU YAZ EVLERİNİZİ “KUR’AN OKULU”NA ÇEVİRİN” anonsu ile çıktı ve geçtiğimiz Cuma günü (15 Haziran) “KUR’AN-I KERİM ÖĞRENİYORUM” kitabı gazetemiz tarafından tüm okuyucularımıza ücretsiz olarak hediye edildi. Gazetemizi hediyesinden dolayı tebrik eder, değerli okuyucularımıza hayırlı Kur’an okumaları ve çalışmaları dilerim…
“Kur’an ve İlim Seminerleri”ni son on yıldır her hafta düzenleyen, bu seminerler için her hafta Kur’an’ın yarım sayfasının tefsirinin yedi-sekiz sayfa olarak hazırlanmasında katılıp katkıda bulunan, ama daha da önemlisi; bu seminer notlarının kadın-erkek, yaşlı-genç bütün aile fertlerimizin iştiraki ile okunup değerlendirilmesi ve “www.akevler.org” sitemizden bütün dünyada okunmasının sağlanmasını sağlayan biri olarak, gazetemizin hediyesinden çok memnun oldum. Tebrikler ve teşekkürler Millî Gazete...
Bu yazıyı yazmaya karar verdiğim gün, bir gazetenin aynı sayfasında önce bir makale, sonra bir haber okudum. Konuyla ilgisi sebebiyle bu makale ve haberin özetlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
***
Önce, Ahmet Kurucan’ın “İmam nikâhı ve sosyal gerçekçilik” makalesinden bir bölüm: ‘Geleneksel Müslüman toplumların hayat sürdüğü dönemlerde sosyal hayatta var olan her şey din (yani düzen) ile bir şekilde irtibatlandırılıyordu. İslâm dininin (/düzeninin) hayatın bütününü kuşatan emir, yasak, tavsiye tarzı değerlerinin var oluşu, sözünü ettiğimiz irtibatın gerekçesini oluşturur. Daha açık bir ifadeyle, İslâm dininin evlenme ve boşanmadan, çocuğa süt emzirmeye, loğusalığa, oradan mirasa kadar aile hayatı içinde kendine yer bulan her hususla alakalı, müntesiplerinden inanmasını ve uygulamasını istediği değerleri, emir ve yasakları vardır. Aile hayatında gördüğümüz bu kapsayıcılık ticaret, siyaset dahil hayatın sair alanları için de geçerlidir.
Fertlerin dinî değerleri kabuldeki inançlarının seviyesi, cennet veya cehennemle son bulacak âhiret hayatını dünya hayatına nisbetle daha çok önemsemeleri, bir kelime ile ifade edecek olursak ‘dindar’lıkları bu sürecin toplum içinde kökleşmesine ve nesilden nesile akıp intikaline sebep olmuştur. Tarih içinde dindarlık ve diyanet özelinde aynı kaygıyı taşıyanlar, aynı ideali benimseyenlerin aynı tip davranış sergilemesinin altında yatan da işte bu düşüncedir. Bugün sayıları 65’e varan ulus devletleri ile İslâm dünyasında görülen pratik hayattaki bazı benzerlikleri bu kaynak ve kaygı beraberliğine bağlayabiliriz. Ama bu demek değildir ki hiç kırılmalar yoktur ya da örf ve âdetten kaynaklanan yorum farklılıkları söz konusu değildir! Hayır, böyle bir şeyi ne ima ne de iddia ediyoruz. Hattâ tam aksini söylüyoruz ki 15 asırlık İslam tarihi de bunu çok açık biçimde gösteriyor. Nitekim 15 asırlık bu süreçte İslâmî değerlerin pratik hayata intikalinde ciddi sayılabilecek kırılmalar ve kesintiler yaşanmıştır. Bunların en şiddetlilerinden birisi bizim ülkemizde olmuştur. 2007 itibarıyla hâlâ bu kırılmanın izlerini ferdî ve toplumsal planda üzerimizde taşımaktayız.
Sanayileşme, Batılılaşma, sekülerleşme, modernleşme ve küreselleşme tartışmaları ve bunların idari hayata yansımaları altında geçirdiğimiz son iki asırda, yukarıda sözünü ettiğimiz şekliyle dinî (yani ‘düzen’ ile ilgili) değerler, sosyal, siyasi, ticari, kültürel ve ahlâki alanda yavaş yavaş yerini başka değerlere terk etmeye başlamıştır. Bu kırılmada Batı dünyası ve o dünyada yaşanan hadiselerin rolü inkâr edilemez. Çok defa tekrar edildiği gibi, Batı’da devlet-din (düzen) arasında yaşanan gerginlik bizim ülkemize de ayniyle taşınmıştır. Hem de İslâm dini ile Hıristiyanlık arasındaki farklar hiç nazara alınmadan!’
***
Şimdi de, “Çocuklarını, sohbet notlarıyla yetiştirdi” haberi: ‘Aile içi sıcak muhabbetlere kapı aralayan eğitici ve öğretici sohbetler, özellikle günümüz şartlarında ailelerin önemle ihtiyaç duyduğu unsurlar arasında yer alıyor. Bu konu ailelerin daha sağlıklı ilişkiler üzerine bina edilmesi için uzmanlar tarafından sürekli tavsiye edilmesine rağmen, birçok aile bu tür etkinlikleri istedikleri halde gerçekleştiremediklerinden ya da sıkça yapamadıklarından yakınıyor. Bazı aileler, televizyona yenik düştüklerinden şikâyetçi olurken, bazıları da ölçülü davranarak sıcak, huzurlu bir yuvanın tesisi adına önemli adımlar atmaya gayret gösteriyor. İşte bu şanslı ailelerden biri de Sakarya’da yaşayan Turan ailesi.
‘Çocuklarımı sıkmadan nasıl sohbet yapabilirim’ endişesiyle yola çıkan eğitimci-yazar Mustafa Turan, dersleri günün özlü sözü, günün fıkrası, âyeti, hadisi, şiiri gibi küçük küçük bölümlere ayırarak, eğlenerek öğrenme ve öğretmeyi başarmış, sohbetleri sıkıcılıktan kurtararak zevkli hâle getirmiş. Yılların birikimi notlar, evi okul hâline getirip büyük beğeni toplayınca ‘Evinizdeki Okul’ adıyla kitaba dönüşmüş. Baba Turan, aile içi eğitimin önemini bilen bir tarih öğretmeni ve yazar. Kişisel gelişim ve hafıza teknikleri uzmanı olarak başarıda motivasyon hakkında seminerler, Ermeni meselesi ve Çanakkale zaferi konularında konferanslar veriyor.
Baba Mustafa Turan önce kendi ailesinde çocuklarına uyguladığı hem eğlendirici ve hem de eğitici ders notları, zamanla komşularının ve yakın çevresinin dikkatini çeker. İçinde her türlü sosyal, kültürel bilgiler bulunan dosyalar dolusu bu notları emanet alan dostları da çok memnun kalınca bu notların kitap hâline getirilmesi, başkalarının da istifadesine sunulması tavsiyesinde bulunurlar. Anne Yasemin Hanım da hem ikramlarıyla hem de sohbete bizzat katılarak derslere ayrı bir renk katar. Yasemin Hanım, bu dersler vesilesiyle kendisinin de çocuklarıyla beraber çok şey öğrendiğini söylüyor.’
Hâsılı, “Kur’an ve İlim Dersleri”ne önem verin, evlerinizi “Sürekli Kur’an Okulu”na çevirin.
***
Türkiye ‘tamamiyle yolundu…’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
26.06.2007
Ben değil, Sabah yazarı Yılmaz Özdil yazıyor ve diyor ki: “Oyakbank’ın renkleri ne? / Kırmızı beyaz. / Satın alan arkadaşların? / Turuncu. / E, bir nevi turuncu devrimdir bu.”
Özdil daha sonra köşesinde Türkiye ile ilgili ekonomik bir raporun kapak resmini koyuyor ve devam ediyor: “Parayı bastırıp Oyakbank’ı satın alan Hollanda bankası, Türkiye ile ilgili “iktisadi yön” raporu yayınlamıştı... Raporun kapak fotoğrafını yukarıda görüyorsunuz.
Bir kadın. / Mutfakta. / Belli ki çok mutlu. / Gülümsüyor tatlı tatlı. / Üzerinde önlük. / Elinde bir hindi. / Yolunmuş... / Cillop. / İngilizce’de hindi, malum: / Turkey... / Bacaklarını ikiye ayırmış. / Gösteriyor... / İnsanın iştah duygusunu kabartan ve lezzetli bir yemek tarifini andıran bu raporun başlığı, şu:
“Tamamiyle yolundu... Var mı başka tencereye konacak?” / Çizilen iktisadi yön, işte bu. / Tamamiyle yolunup... / Dooooğru tencereye…”
Ne diyelim? Kelimelerin de kifayetsiz kaldığı ve sözün bittiği bir yer vardır; işte tam da burası.
“Babalar gibi satarım!” diyen bakana ve onun başbakanına ithaf olunur!
*
Var mı başka yolunacak Turkey?
-Ne diyorduk?
‘Özelleştirme’ operasyonları ve sömürü sermayesi adına tamamiyle yolunan Türkiye!..
-Var mı başka tamamiyle yolunup tencereye konacak banka yada başka Turkey?!.
İşte bankacılıkta, “AKP dönemi” dahil, son 7 yılın seyri: 2001: Demirbank, 350 milyon dolara HSBC’ye satıldı. (Çok ucuza gitmiş!) 2002: Koç Finansal’ın yüzde 50’si Uni Credito’ya 240 milyon dolara satıldı. (Kelepir!) 2003: Sitebank’ı TMSF’den alan Nova Bank, bankanın adını Bank Europa olarak değiştirdi. 10 Şubat 2005: Fransız BNP Paribas, Türk Ekonomi Bankası’nın (TEB) yüzde 84,25 hissesini 216,8 milyon dolara aldı. Temmuz 2005: Dışbank’ın yüzde 89,3’lük hissesi, 880 milyon Euro’ya Hollanda-Belçika sermayeli Fortisbank’a satıldı. 24 Ağustos 2005: Garanti Bankası’nın yüzde 25,5’lik hissesi General Electric’e 1,556 milyar dolara satıldı. 28 Eylül 2005: İtalyan Unicredit ile Koç Holding’in yarı yarıya ortaklığı olan Koçbank, Yapı Kredi Bankası’nın yüzde 57,42’sini 1,182 milyar Euro’ya aldı. 13 Aralık 2005: İsrailli Bank Hapoalim, Cıngıllıoğlu’na ait C Bank’ın yüzde 57,55'ini 113 milyon dolara satın aldı. 3 Nisan 2006: Finansbank’ın yüzde 46’sı, 2,3 milyar Euro’ya Yunan National Bank’ın oldu. 8 Mayıs 2006: Tekfenbank’ın yüzde 70’i, bankanın tamamı için 260 milyon dolarlık bir değer üzerinden, Yunan EFG Eurobank’a satıldı. 31 Mayıs 2006: Fransa-Belçika ortaklı Dexia, Denizbank’ın Zorlu Holding’in elindeki yüzde 75 hissesini 2,44 milyar dolara aldı. 22 Haziran 2006: Şekerbank’ın yüzde 33,98’i 424,7 milyon YTL bedelle Kazakistan merkezli Bank TuranAlem’e satıldı. 3 Temmuz 2006: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), tarafından Uzan Grubu’ndan haczedilen Adabank’ın yüzde 99,99 hissesi Kuveyt merkezli The International Investor şirketine 45,1 milyon YTL’ye satıldı. 4 Eylül 2006: MNG Bank’ın yüzde 91 hissesinin Lübnanlı Hariri ailesinin iki bankacılık iştirakine 160 milyon dolara satılması için BDDK'ya başvuru yapıldı. 17 Ekim 2006: Amerikalı finans devi Citigroup, Akbank’ın yüzde 20’sini 3,1 milyar dolara satın almak üzere anlaştı. 24 Kasım 2006: Yunanistan merkezli Alpha Bank, Alternatifbank (Abank) için 204,7 milyon dolara anlaştı.
-Geriye ne kaldı? Geriye iki özel banka (İş Bankası ile Akbank’ın bir kısmı) ve iki devlet bankası (Ziraat Bankası ile Halkbank) kaldı! Ha, az daha unutuyordum; bir de “Merkez Bankası” kaldı, satılmadık!?.
-Ne dersiniz? “Babalar gibi satarım!” diyen bakan ve onun başbakanı tekrar iktidar olurlarsa, kalanları da satarlar mı?!.
*
Mehmetçiği Oyakbank’ı satın alan”ING’nin mayınları vuruyor
Minik bir ayrıntı: Son olarak ve ‘sonuç’ kabilinden minik bir bilgi verelim.
Terör örgütü PKK’nın son bir ay içinde Siirt, Hakkari ve Şırnak’ta uzaktan kumanda ile patlatması sonucu çok sayıda Mehmetçiği şehit ettiği mayınların; ordunun bankası olarak bilinen Oyakbank’ın yeni sahibi ING’nin üretiminde ortak olduğu mayınlar olduğu belirlendi.
Oyakbank’ın yeni sahibi ING’nin üretiminde ortak olduğu uzaktan kumandalı VS-50 ve VS-69 tipi mayınlar en son 7 Haziran’da Siirt’te 3 askerin şehit, 5’inin yaralanmasına; 13 Haziran’da Hakkari Yüksekova’da 1 binbaşının şehit, 2 erin yaralanmasına, 16 Haziran’da Şırnak’ta bir erin şehit olmasına neden oldu...
Anlayanlara…
***
Uzlaşma kültürü, cumhurbaşkanı seçimi ve AKP-CHP
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
27.06.2007
Cumhurbaşkanı seçimine gelininceye kadar Türkiye büyük ümitler içine girmiştir.
-Türkiye’de artık askeri müdahaleler olmayacaktır, artık demokrasi gelmiştir!..
-Türkiye’de artık para ve ekonomi istikrarını bulmuştur!..
-Türkiye artık Avrupa Birliği’ne girmektedir!..
Biz bunların hepsinin hayal olduğunu biliyorduk; nitekim hep yazdık, bize güldüler!
Şimdi biz onların hâline gülmüyoruz, ama yapılanlara baktıkça sadece acıyoruz…
Bunun gerçek sorumluları AK Partililerdir; çünkü başından beri siyasetlerini Millî Görüş ve Adil Düzen düşmanlığı üzerine kurdular. Kurdular da ne oldu? İşte, perişan hallerini hep beraber görüyoruz.
Ama bugünkü durumun zahiri sebebi ise iki kişinin yani iki liderin uzlaşmaz tutumudur.
Baykal ve Erdoğan uzlaşmaz tavırları ile ülke yönetimini perişan etmişlerdir.
Erdoğan, Gül üzerinde ısrarda ne kadar suçlu ise; Meclis’in çalışmasını engelleyen Baykal da en az onun kadar suçludur. Bunların uzlaşmamasının Türkiye’yi nerelere götüreceğini bilemez hâldedirler.
Her iki taraf da uzlaşmaktan bahsediyor, ama; uzlaşmayı karşı tarafın kendilerine tâbi olması şeklinde anlıyor. Erdoğan kapıları kapattı, öbürü yani Baykal gelmiyor diyor! Erbakan Hoca’nın teşbihiyle söylersek, tam bir ‘horoz dövüşü’ komedisi!
Acaba bir gün bunlardan biri çıkıp da ‘Uzlaşmanın yolları nelerdir?’ diye düşündüler mi, uzlaşma usulünü ve hukukunu ortaya koydular mı? Hayır! Herkes kendi nefsî heveslerine karşı tarafın uymasını istedi.
*
Biz her zamanki gibi görevimizi yapalım bu yazımızda uzlaşmanın nasıl olacağını çözüm olarak anlatalım; beğenmediğiniz, hattâ düşmanı olduğunuz adil düzene göre uzlaşmanın yollarını yazalım. Kabul etmezseniz ne olur? Millî Görüş ve Adil Düzene bir şey olmaz, ama siz bugünkü halden de beter olursunuz.
1. Uzlaşmanın birinci kuralı görüşmedir.
Görüşmeyi reddeden yahut şartlara bağlayan herkes suçludur. Uzlaşmadan yana değildir. Erdoğan görüşmeyi istemiş de Baykal reddetmişse Baykal suçludur; Baykal görüşmeyi istemiş de Erdoğan reddetmişse Erdoğan suçludur. İkisi de beklemiş, ‘ben neden gidecekmişim, o gelsin’ demişse, o zaman ikisi de suçludur. Şimdi buna göre okuyucu karar versin, kim suçludur? Genel duruma bakılırsa her ikisi de suçludur.
2. Görüşmede kurallar vardır.
Uzlaşmak için taraflar isteklerini ihtiva eden maddeler hazırlarlar ve karşı tarafa sunarlar. Burada altın kural vardır. Siz öyle önerilerle gideceksiniz ki, siz onların yerinde olsanız onları kabul edesiniz. Uzlaşmak isteyen böyle makul tekliflerle gelir. Karşı taraf alır, bunlardan kabul edilenleri ‘kabul’ diye işaretler.
Kabulün de altın kuralı vardır. Bir sebebi varsa reddedersiniz, yoksa kabul edersiniz. Yani kabul asıldır. Reddetme ispatı gerektirir. Sebepsiz reddedenlerde bir uzlaşma kültürü yoktur demektir. Görüşmede uzlaşılan maddeler üzerinde tartışılır. Sonuca varılanlara göre karar verilir. Kalanlar uzlaşma dışında bırakılır, uzlaşmış olduklarında birlikte hareket edilir.
3. Uzlaşmaya varılamayan hususlarda taraflar işin olabilirlik seyrine bakılmalıdır.
Mesela, cumhurbaşkanı seçimlerinde Baykal ile Erdoğan aday göstermeyeceklerinde uzlaşabilirlerdi. Anayasanın emrettiği gibi hareket ederlerdi. Erdoğan, Gül, Arınç ve Baykal aday gösterilmeyecektir diyebilirlerdi. Ondan sonra milletvekilleri adaylıklarını koyacaklar ve milletvekilleri kime fazla oy verirlerse o seçilecekti. Anayasamız zaten bunu emretmektedir. Anayasada partiler aday göstermiyor, seçim gizli oluyor. Bu uzlaşamama ama sorunlardan uzak durma uzlaşmasıdır.
4. Olabilir ki, geri durma üzerinde de anlaşma olmayabilir.
O zaman güçlü kim ise o başkan olmalıdır. Dolayısıyla böyle bir uzlaşmaya taraflar yanaşmayabilirdi.
O zaman yapılacak şey nedir? Yapılacak şey hakemlere gitmedir. Taraflar adaylarını çıkarırlar, hangimizin adayı başkanlığa daha lâyık ise hakemler ona karar verirler. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer. Bu hakemler de başhakemi seçer. Hakemler tarafların gösterdikleri adaylar üzerinde tercih haklarını kullanırlar. Liyakat kriterine bakarlar. Ona oy verirler. Böylece uzlaşma olmuş olur.
*
Demek ki, uzlaşmada görüşme, reddetme ve kabul işlemleri vardır; uzlaşmayanlarda serbestlik, dayatmadan vazgeçme ve sonunda hakemlere gitme vardır. Hakemlere razı olmayan uzlaşmaya razı değildir demektir. İşte, aklın, mantığın, ilmin ve adil düzenin emrettiği budur.
Şimdi ya yeniden meclise geleceksiniz, ya da ikiniz de meclis dışında kalabilirsiniz ve aslında sizin cezanız bu olmalıdır. Ama yine de meclise girdiğinizi farz ediniz. Yine cumhurbaşkanı seçimi ile karşı karşıya olacaksınız. Yine benzer uzlaşmaz tavırları takınırsanız, o zaman meclis yeniden seçime gidecektir ki; bu durum Türkiye’deki rejimin sonuna yaklaşması demektir. Bunun vebalini sehpalar bile temizleyemez.
Ben sizlerin yerinde olsam, ya uzlaşır ya da istifa eder ve en azından siyasetten bir dönem uzak dururum.
***
İstanbul’u planlamak
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.06.2007
İki hafta önce, sizlere 500 (beşyüz) yıl sonra nasıl bir İstanbul’u görmek istediğimizi şimdiden düşünüp planlamamız, ayrıca bu planları her 50 (elli) yılda bir güncelleştirmemiz gerektiğini yazmıştım.
O 500 yıllık hedefe gidebilmemiz için 50 yıllık orta hedefli planlama yapmalıyız.
Evet, 50 yıl sonra nasıl bir İstanbul’u görmemiz gerektiğini şimdiden planlamamız gerekir.
Bunu gerçekleştirmek için de aynen devlet yönetimi gibi 5 (beş) yıllık plan hedefimiz belirlenmelidir.
*
Elli yıllık İstanbul’u planlarken, elli yıl sonra nüfusumuz ne olsun diye bir plan yaparız. Bu hatalı bir planlamadır. Çünkü sosyal yapıya müdahale etmiş oluruz.
O halde biz neyi planlamalıyız?
Önce, İstanbul 15 milyonluk bir şehirdir. Türkiye nüfusunun beşte biri İstanbul’dadır. Bu oranı koruyacak mıyız? Yoksa İstanbul nüfusunu sabit tutarak Türkiye’nin nüfusunu artırmayı mı hedefleyeceğiz? Ya da her şeyi kendi hâlinde bırakıp nasıl gelişirse gelişsin mi diyeceğiz?
Dünya nüfusu 7,5 milyar ise, Türkiye nüfusu dünya nüfusunun yüzde biridir. Bu oran ideal yüzdedir. Çünkü insanlık yüze yakın devlete ayrılacaktır. Biz vasatın üzerindeyiz demektir. Türkiye’nin nüfus politikasını da buna göre tahmin edip ona göre planlama yapmaya mecburuz; yani İstanbul’u düşünürken dünya nüfusunu düşünmeliyiz. Dünya nüfusunun yüzde biri Türkiye’dedir. İstanbul da Türkiye nüfusunun beşte biri kadardır. O halde İstanbul dünya nüfusunun beşyüzde birini barındırıyor demektir.
Bu dengeyi bozmayacak şekilde bir planlama yapabiliriz.
Planlamamızı daha ileri götürebilmemiz için dünya nüfusunun nereye çıkacağı konusu tartışılmalıdır. Batılıların tahminine göre nüfus on milyara çıkacak ve duracaktır. Bu tahmin elli yıl için doğru buluyoruz. Dünya nüfusu on miyara çıkacaktır. Beşyüzde bir 20 milyon eder.
Demek ki, elli yıllık bir planlama yaparken 20 milyonluk bir İstanbul’u düşüneceğiz. On milyonu Anadolu yakasında, on milyonu da Avrupa yakasındadır. Elli yıllık planlama yapılırken bir kriterimiz nüfustur.
*
İkinci merhalede İstanbul’un iki yakasını ayrı ayrı üniter olarak planlayacağız.
1. İstanbul’un birinci olarak çözeceği sorun yerleşme planını hazırlamaktır. Anadolu’nun her beş köyüne İstanbul’da bir köyün/semtin tekabül ettiğini düşündüğümüzde, her on köye iki semt düşmektedir. İlk yapılacak iş, on semti Anadolu’da bir bucak farz etmeliyiz. Anadolu’daki her bucağın İstanbul’da biri Anadolu yakasında, diğeri İstanbul yakasında iki semti olacaktır. Anadolu’daki her bucak İstanbul’da iki semt ile temsil edilecektir. Elli sene sonra Anadolu’dan İstanbul’a gelen kendi bucağının semtine gidecek ve İstanbul’daki işlerini oradan halledecektir. Otel aramayacak, belki de pansiyon sistemi gelişmiş olacaktır. Misafir odası olanlar misafir kabul edecektir. Misafirin masrafını bucak yönetimi sağlayacaktır. Elli sene içinde İstanbul halkı kendi bucaklarına ait semtlere taşınmış olacaktır. İstanbul Anadolu’ya paralel organize olacak; Anadolu’daki on ilçeye İstanbul’da iki bucak tekabül edecek, Anadolu’daki on ile İstanbul’da iki il tekabül edecektir. İstanbul’da yirmi il olacak, bunların onu Anadolu yakasında, onu da Rumeli yakasında olacaktır.
2. İstanbul’da bölge sanayi merkezi olacaktır. Bu merkez bir tane olacak ve çevreyi kirletmeyen sanayiler buraya yerleşecektir. Dünyadaki işinin uzmanı insanlar gelip burada çalışabilecek, kendilerinden vize istenmeyecektir. Bunun yanında tüm dünyada bin yerde şubesi bulunan bir marketler zincirinin merkezi de burada olacaktır. Dünyadan gelen mallar burada satılacak, mala-mal market sistemi ile bu sağlanacaktır. Ayrıca illerin merkezinde sanayi siteleri olacak, oradaki halk o iş yerlerinde çalışabilecektir. O ilde bulunan halk o ilin istediği ilçesinde çalışabilecek, başka illerde çalışmayacaktır. Ayrıca her semtte süper marketin temsilciliği olacak, halk oradan alışveriş yapacaktır.
3. Halk oturduğu yere yakın işyerlerinde iş bulacaktır. Bu da İstanbul trafiğindeki sıkışıklığı onda bire indirecektir. Ayrıca, halk işlerini irtibat merkezleri ile yapacak, kişi her işini bulunduğu semtten takip edebilecektir. Bir iş yapmak için oradan oraya koşturmak gerekmeyecektir. Bu uygulama da trafik sorununun çözümüne katkı yapacaktır. Otobüs metroları faaliyete geçmiş olacak, iller arası trafik helikopterlerle yani hava ulaşımı ile sağlanacaktır.
4. İstanbul tamamen uluslararası açık şehir hâline gelecektir. Dışarıdan gelen kişiden, hangi bucağa konuk olacaksa, oradan bir kişi tarafından konuk olarak kabul edilmesi istenmiştir. Konuklar pansiyonlarda yerleşmiş olacaklardır. Vergilendirme aşağıdaki şekilde olacaktır.
İstanbul’un giriş yerinde giren malların onda biri, çıkan malların da onda biri vergi olarak alınacak; bunun beşte biri devletin olacak, kalan kısım İstanbul’da harcanacaktır. Diğer tüm vergi ve sigorta masrafları kalkacak, defter tutma mükellefiyeti de kalmayacaktır.
İşte, elli sene sonra İstanbul’u böyle görmek üzere planlarımızı şimdiden yapmalıyız.
Daha nice İstanbul’u planlama yazılarında buluşmak duâ ve dileklerimizle…
***