|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
EYLÜL 2007 |
|
|
|
İnsanlık, nerden nereye?..
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.09.2007
İnsanlık için tarih, tarım dönemi ve medeniyet Mezopotamya’da başlar...
Şimdi o topraklar üzerinde büyük bir karanlık, karışıklık, çatışma ve hercümerç var…
Soruyorum:
-Ne dersiniz, olanlar yeni bir doğumun, yeni bir dünyanın, yeni bir medeniyetin doğum sancıları ve habercisi mi?..
İnsanlık, Sümerler tarafından kuruluşu gerçekleştirilen Mezopotamya Medeniyeti’nden önce “kişi yönetimi”yle yönetiliyordu. Aşiretler ve kabileler, aynen bir babanın ailedeki yönetimine benzeyen bir yönetim şekliyle yönetilmekteydi. Eb/baba veya ced/ata, aşireti ve kabilesi içindeki bütün kişileri tanımakta, bu sayede de onları yönetmekteydi. İnsanlar bu insan topluluklarda ortak üretim ve tüketimi birlikte yapmak suretiyle yaşamaktaydılar. İnsanlar yaşamakta olduğumuz çağımıza gelinceye kadar meyve toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarım dönemlerini böylece geçirdiler.
Elimizde o çağlara ait yazılı belgeler olmadığı için o dönemlerdeki insanların yaşayış biçimlerini değişik şekillerde öğreniyoruz:
- Bugün hâlen var olup o çağı yaşayan toplulukları inceliyoruz.
- Hâlâ tarım döneminde yaşayan insanların yaşayış şekillerini inceleyip onlarda gördüklerimizi analiz etmek suretiyle, geçmişte tarım dönemi insanlarının yaşama tarzlarını tahmin ediyoruz.
- O dönemlerden arta kalan kalıntıları ve değişik kullanım araçlarını inceleyerek hayatları hakkında tahminlerde bulunuyoruz.
- O dönemde kullanılıp hâlen yaşamakta olan ve olmayan diller üzerinde araştırma yaparak, dildeki evrim ile uygarlık evrimleri arasında paralellik kurmak suretiyle tahminlerde bulunuyoruz.
*
Sümerler takriben M.Ö. 4000 yıllarında kuzeyden Mezopotamya’ya geldiler ve yeryüzündeki ilk medeniyeti kurdular. Bilmemiz gereken önemli bir ayrıntıyı hatırlatayım; Sümerler bizim konuştuğumuz Türkçeye yakın bir dil konuşuyorlardı.
Sümerler Mezopotamya’da neler yaptılar?
- Kuzeyden gelen bu savaşçı topluluklar o zaman çobanlık dönemini yaşıyorlardı. Yerleşik olan yerliler de sulama tarımını iyi biliyorlardı. Bu iki grup insanın güçleri bir araya gelince “büyük sulama baraj tarımı”na geçtiler. Tarımda adeta devrim olan büyük sulama başlayınca, ziraattaki üretim verimini öncekine göre yüzlerce defa daha fazla artırmayı başardılar.
- Büyük sulama barajlarının kenarlarında büyük insan toplulukları toplanmaya başladı ve ilk “kentler” kuruldu, böylece insanlık tarihindeki ilk kentleşme başladı. Mezopotamya cazibe merkezi hâline gelip göçler hızlanınca kentleşme hareketi daha da gelişti.
- Yönetim artık eskisi gibi yeterli olamayıp çözüm aranınca, insanlar yazıyı icat ettiler. Yönetim biçimi olarak “kişi yönetimi”nin yerini “kurallar yönetimi” almaya başladı. Kent veya site başkanları, kralları, peygamberleri kurallar koyuyor, bunu kilden yapılmış tabletlere yazıyor, halk bu kurallara göre yönetiliyordu. Tevrat ve Kur’an’a göre bu kurallı yönetimi ilk vazeden Hazreti Nuh Peygamber olmuştur.
- Tarım dönemindeki sulama tarımını yapabilmek için mevsimleri takip etmek gerekirdi. Bunu bilebilmek için astronomi ilmi doğdu. Astronomi, matematik ve cebir ilimlerinin icat edilip geliştirilmesi zorunlu bir ihtiyaçtı. Bu vesileyle de Mezopotamya’da “müsbet ilimler” ortaya çıktı. Müsbet ilimler sayesinde de insanlık tarihinin bilinen ilk medeniyeti doğdu.
*
Mezopotamya medeniyeti doğduktan sonra insanlık tarihinde neler oldu?
Hazreti Nuh Peygamber M.Ö. 3300 yıllarında bin yıl kadar yaşadı. İlk yazılı medeniyet Milattan Önce 3000 yıllarında oluştu. Bu kültür ve medeniyet daha sonra bilinen meşhur Babil Medeniyeti’ne dönüştü ve iki bin yıl yaşadı, M.Ö. 1000 yıllarında sona erdi. Babil Medeniyeti’nden 500 sene sonra Mısır Medeniyeti doğdu, iki dönem yaşadı ve M.Ö. 500 yıllarında sona erdi.
M.Ö. 2000 yıllarında Hindistan’da yeni bir medeniyet doğdu ve M.Ö. 1000 yıllarında sona erdi. M.Ö. 1500 yıllarında Çin Medeniyeti doğdu ve o da M.Ö. 500 yıllarında son buldu.
İbrani Medeniyeti M.Ö. Mezopotamya Medeniyeti’nin devamı olarak doğdu ve o da Milatla son buldu. Bunlardan sonra M.Ö. 500 yıllarında Akdeniz’in kuzeyinde Greko-Romen Medeniyeti doğdu ve M.S. 500 tarihlerinde sona erdi. M.S. 500 yıllarında Bizans İmparatorluğu ortaya çıktı ve M.S. 1500’de sona erdi. Batıda aynı dönemlerde papalık ortaya çıktı ve M.S. 1500 tarihlerinde bugünkü Avrupa Medeniyeti’ne dönüştü.
İnsanlığın medeniyet merhaleleri ve “yeni medeniyet” üzerinde durmaya devam edeceğiz…
***
Yeni medeniyet doğuyor…
REŞAT NURİ EROL
02.09.2007
Medeniyetler “hukuk ve yönetim” ile “teknik ve ekonomi” ile gelişir.
Doğu medeniyetlerinde hukuk ve yönetim gelişir…
Batı medeniyetlerinde teknik ve ekonomi gelişir…
Dünyanın bir tarafında hukuk ve yönetim, diğer tarafında teknik ve ekonominin geliştirilmesi sayesinde, insanlık medeniyet açısından bugünkü bulunduğumuz seviyeye ulaşmıştır.
Doğu medeniyetleri her zaman hukuk ve yönetimde üstündürler, Batı medeniyetlerini bu alanlarda etkilemişlerdir.
Batı medeniyetleri de her zaman teknik ve ekonomide üstündür. Bu üstünlükleriyle Doğu medeniyetlerini etkilemişlerdir.
Çağımız dünyasında Batı yani Avrupa, hâlâ Doğu’ya nisbetle teknik ve ekonomide çok üstün durumdadır ama; hukuk ve yönetimde aynı başarıyı gösterememiştir, gösteremez.
Batı dünyası, sadece teknik ve ekonomi alanındaki üstünlüğü ile bütün dünyayı hakimiyeti altına alacağını ve insanlığa hakim olacağını sanmakta, ancak bu konuda aldanmaktadır. Neden aldanmaktadır? Aldanmaktadır, çünkü Batı hukukta ve yönetimde yeteri derecede birikime sahip değildir. Bu birikime sahip olmadığı için başaramamaktadır; başaramayacaktır...
*
Şimdi, bizim hep söyleyip tekrar edegeldiğimiz ve yazdığımız üzere, yeni bir dünya; daha doğrusu sistem ve düzen olarak da önerdiğimiz “Yeni Bir Dünya” oluşmaktadır.
Batı medeniyeti çökmeye başlamıştır...
Buna karşılık yeni bir medeniyet doğmaktadır...
Sovyetler yıkılmıştır ama Rusya yeniden güçlenmektedir. Sosyalizm ehlileşerek yeniden sahne almaya çalışmaktadır.
Çin, bir taraftan sosyalizm içinde kalarak, diğer taraftan kapitalizmden yararlanarak medeniyet mücadelesindeki yerini almaktadır.
Hindistan’da kıpırdanmalar vardır. Henüz varlığı görülmese de, bazı hareketlerin izleri yavaş yavaş belirmektedir.
Afrika derin uykusundan uyanmak için kendi iç dünyasında için için kaynamakta ve hareketlenmektedir.
İslâm âlemi ve Türkiye ise Batı medeniyetinin adeta tek ve biricik alternatifi olarak çok yönlü bir hareketlilik içindedir.
*
Yeni medeniyetler, iki medeniyetin sentezinden doğar. Bu sentez bilinen insanlık tarihi boyunca daima Ortadoğu ve Akdeniz havzasında olmaktadır.
Doğmakta olan yeni medeniyet, hâlen varolan Batı Medeniyeti ile İslâm Medeniyeti’nin sentezi ile doğacaktır. Diğer bir deyişle, “III. Bin Yıl Medeniyeti” bu medeniyetleri bilen ve sentez edebilenler tarafından kurulacaktır.
Ne dersiniz?
-Durumdan vazife çıkarıp bu “yeni medeniyet” kuruluşunda biz de görev alabilir miyiz?..
Ben sizi bilmem ama kendi adıma söyleyeyim;
-Neden olmasın?..
Sizin cevabınız da benim gibi olumluysa; o zaman zahmet edip bundan sonra yazacaklarımı da okumalısınız. Okudukça anlayacak ve kim bilir, belki de anlayıp kavradıkça ve bu arada aramızda anlaştıkça, bu alanda elbirlik yeni medeniyet projesinde birlikte olabiliriz...
-Neden olmasın?
*
“III. Bin Yıl Medeniyeti”ni sentezleyebilmemiz için İslâm Medeniyeti ile Avrupa Medeniyeti’ni iyi bilmemiz, iyi anlamamız ve iyi kavramamız gerekmektedir.
İşte, bu köşede zaman zaman ele alıp anlatmaya çalıştığım bu gibi konuların asıl ve ana amacı da budur. Bir taraftan kendim anlamaya ve öğrenmeye gayret ediyor, diğer taraftan bildiklerimi sizlerle paylaşmaya çalışıyorum...
Her şeyden önce ve öncelikle, İslâm Medeniyeti bütün yönleriyle çok iyi bilinmelidir. Sonra, bugünkü Avrupa Medeniyeti nasıl doğdu, nasıl gelişti, bugünkü seviyelere nasıl ulaştı ve bütün bunlar olurken nerelerden etkilendi, bugünkü eksikleri nelerdir? Bu soruların cevapları iyi öğrenilmelidir.
Bütün bu bilgiler bize yeni medeniyetin nasıl doğacağı konusunda ışık tutacaktır.
***
‘Önce ekonomi, aptal’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
04.09.2007
Geçen gün (01.09.2007) Mehmet Altan’ın yazısında kullandığı başlık dikkatimi çekti; ‘Önce ekonomi, aptal’.
Meğer bu başlığı koymasının bambaşka bir sebebi varmış. Onu da hemen yazısının başlangıcında şöyle anlatıyor:
‘Ekonomideki başarı ile siyasetteki başarı arasındaki bağı en iyi anlatan klasik örnek, ABD’nin iki kez üst üste başkanlığını yapan ve skandallara rağmen ara seçimde de rakibine üstün gelerek tarihsel bir zafer kazanan demokrat Bill Clinton’dur.
Çalışma ofisinin duvarına, danışmanlarını ikaz anlamına ‘Önce ekonomi, aptal’ ibaresini koydurtmuştu.
İnsanların günlük yaşamında hissedilir bir iyileşme yaratmayan siyasetin ‘saray siyaseti’ olduğunu bilmekteydi Clinton.’
*
Elbette, bu başlığı ve konmasının sebebini anladıktan sonra, -sizin için özetleyeceğim- Mehmet Altan’ın yazısının tamamını da okumayı ihmal etmedim.
‘Ekonomide AK Parti’nin yeni dönemdeki öncelikleri nedir?
Business Week-Türkiye geçen hafta Mehmet Şimşek ile geniş bir röportaj yayınladı... Mehmet Şimşek, Hazine’den sorumlu bakan olarak atanıp, Ali Babacan’ın koltuğuna geçince bu röportajı yeniden okudum.
İki parçalı bir ekonomik resim söz konusu...
1- Acil konular...
2- Stratejik dönüşüm.
Acil konular ne?
Sosyal Güvenlik Reformu ve mali disiplinin sağlanması.’
‘Türkiye’nin temel sorunu nedir?
Üretilen mal ve hizmetlerin katma değer açısından düşük olması, dolayısıyla da uluslararası rekabet gücünün düşüklüğü... Kısacası yeterince zenginlik üretememesi... Nitelikli bir üst aşamaya zıplayamaması... Teknoloji ve sermaye yoğun mallara geçiş yapamaması... Bu engeller, ülkenin rekabet edebilirliğini dümdüz etmekte.
Mehmet Şimşek, (aynen katıldığım) dünyayla rekabet etmenin önündeki engelleri de şöyle sıralıyor:
1- İstihdam üzerindeki ağır yükler.
2- Enerji maliyetinin yüksekliği.
3- Kayıt dışı ekonomi.
4- Alt yapı yetersizliği.
Sıralananlara bakınca, topyekün Türkiye’nin radikal bir şekilde dönüşümünden söz edildiğini görüyorsunuz.’
*
Hep söylüyor ve yazıyoruz; ‘adalet’ değil de ‘zulüm’ üzerine bina edilen bir düzen ile yönetilmekte olan ülkemiz, her bakımdan ve özellikle ekonomik açıdan çökmüş durumdadır. Ülkenin kurtuluş ümidi kalmamış gibidir ama yine de çıkmayan canda ümit vardır; çıkmayan candan ümit kesilmez!
Bize göre Türkiye aşağıda sıralayacağım sorunları çözerse kurtulacaktır?
1- Türkiye başta dış borca batmıştır. Her yıl borç azalacağı yerde daha da artmaktadır. Bugün borçlarımızın faizini ödemek için emeğimizin üçte ikisini harcıyoruz. Bu nisbet de gittikçe artmaktadır.
2- Türkiye terör belasıyla boğuşmaktadır. Evet, borçlar yetmiyormuş gibi yirmi yıldır bir de terör belası ile çalkalanıp duruyoruz. Teröristlerin başı Öcalan yakalandı ama bir şey değişmedi.
3- Türkiye işsizlik sorununu çözmüş değildir. Devlet, şirketler ve fertler olarak sürekli borçlanarak yaşıyoruz. İşsiz gençlik kitlesi adeta anarşi ve terör ortamı için hazırlanmaktadır.
4- Türkiye ümitsiz insanlar ülkesi hâline getirilmiştir. Kimileri aksini söyleyip yazıyor veya itiraf etmekten çekiniyor ama ben çekinmeden işte buraya bir kere daha yazıyor ve hatırlatıyorum: Ülkemizi yaşatmak konusunda insanlar ümitlerini kesmiş, milliyetçilikten ve diğer bazı değerlerden soğumuş, din artık inanç aracı olmaktan çıkıp istismar aracı hâline getirilmiştir.
Bürokrasi ile ulusun arası gittikçe açılmaktadır. Sadece bir başörtüsü meselesi bile, milletin ümitsiz olması için yeterli sebep haline gelmiş...
Üniversiteler ile YÖK ve her türlü medya ülke için hiçbir şey yapmıyor…
Yargı etkisini ve saygınlığını kaybetmiş...
Bu şartlar altında Türkiye’nin nasıl kurtulacağını düşünüyoruz…
Geçmişte nasıl ilimde ve sanayide inkılâp olmuşsa, “ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN”le hukukta, yönetimde ve ekonomide devrim olacak; faiz kalkacak, zina serbestliği kalkacak, insanlar saadete erecektir…
Allah ülkemizin ve milletimizin yâr ve yardımcısı olsun…
***
Yeni bir dönem
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
05.09.2007
Cumhurbaşkanı seçildi; hayırlı olsun, Allah kolaylık versin…
Hükümet kuruldu; o da hayırlı olsun, Allah millete hizmet aşkı ve şevki versin…
(Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak bu köşede 14-15 ve 24 Nisan 2007 tarihlerinde yani dört-dörtbuçuk ay önce üç yazı yazmışım. Şimdilik o kadarı yeterlidir. Meraklıları Millî Gazete arşivinden okuyabilir. O yazılarımdaki bazı detaylarla birlikte en önemli vurgum, ‘devlet başkanı bilgili/ güçlü/ adil/ devlete-vatana sadık olmalıdır’ olmuş. Tekrar aynı kelimeleri ihtiva eden başlıkları hatırlatır, Sayın Cumhurbaşkanımıza Allah’tan başarılar niyaz ederim…)
Cumhurbaşkanı seçildiğine ve yeni hükümet kurulduğuna göre, ekonomi başta olmak üzere, temel sorunlarımızın çözümü ile ilgili kimi mazeretleri ileri sürmek artık mümkün değil. Mümkün olmadığına göre de; hadi bakalım kolay gelsin, Allah kolaylıklar versin…
Biz bulunduğumuz köşeden yapıcı tesbit ve tenkitlerimizi -elbete derin tahlil ve tahkiklere dayandırmak suretiyle- kimi zaman çare ve çözüm önerilerimizle birlikte yazmaya devam edeceğiz; bize de kolay gelsin…
*
Bugünkü yazıma bir okuyucumun mesajı, daha doğrusu “Minik Bir İşsizlik Hikâyesi” ile başlamak istiyorum. Hikâye ayniyle vaki ve şöyle:
Seçimlerden 1 hafta önce Bayrampaşa Devlet Hastanesi’nin önünde “Abi jandarma karakolu nerede?” diye sordu. “Ne yapıcan?” dedim. “Abi, köye gidicem, param yok!” dedi.
Tokatlıymış. Muhtarın oğlu bunları ‘size iş buldum’ diyerek kandırmış, hepsinden 500’er lira para almış, İstanbul’a getirmiş… “Siz burada bekleyin, biraz sonra geleceğim” demiş; gidiş o gidiş…
Üç gün İstanbul’da oradan oraya dolaşmış ve sonunda benle karşılaştı. Her yere müracaat etmiş, kimse ilgilenmemiş…
Bayrampaşa Otogarı’na götürdüm, önce yemek yedirdim, daha sonra yazıhaneci arkadaşım var; onun yanına götürdüm, o da Tokat otobüsüne bindirdi, köyüne yolladık.
Benimle karşılaşmasa kim bilir kaç gün daha İstanbul’da dolaşacaktı?!.
İsmini vermek istemediğim bir kuruluş var. Belediye’nin oraya götürdük, kimse ilgilenmedi; ‘bizim yapacağımız bir şey yok’ dediler. Sonuç itibariyle toplum olarak gittikçe duyarsızlaşıyoruz...
*
Geçen gün eski bir iş ortağım bazı müşterek dostlarımızla ziyaretime geldi. Hâl hatır sorma faslından sonra, derin memleket meselelerine daldık. Kendisi gıda sektöründe esnaf...
Her gün elemanlarıyla birlikte İstanbul piyasasını karış karış geziyorlar. Genel durumu sordum; hiç de iç açıcı şeyler anlatmadı, anlatamadı. Anlatılanlar, aynen yukarıdaki bir işsizlik hikâyesine benzer esnafımızın işlerinin kesat gittiğine dair hikâyeler...
Burada o hikâyelerden birkaçını anlatmama gerek yok; çünkü iyi biliyorum ki sizler de benim gibi her gün nicelerini dinliyor veya bizzat yaşıyorsunuz. Sonuç olarak öyle görünüyor ki, istihdam yetersizliğinden dolayı işsizlerimiz nasıl sıkıntılıysa, esnafımız da aynı şekilde sıkıntılı.
Yeni cumhurbaşkanı ve yeni hükümet belki yeni bir şeyler yapar gibi minik bir beklenti ve umut var ama… Konuştuğum insanlar her nedense ‘geçmiş beş yılda yapılanlar -ya da yapılamayanlar- gelecek beş yılda yapılacakların garantisidir’ gibi ifadelerle değerlendirmeler yapmayı da ihmal etmiyorlar. Bu umutsuzluğu kırmak ve gidermek gerekiyor. Bu arada halkımıza umut aşılamak için yapılması gerekenler belli olmasına belli ama...
*
Yazımın başında da belirttiğim üzere; bu köşeden alınması gereken radikal kararları, yapılması gereken reformları ve uygulanması gereken ekonomi politikalarını ısrarla ve de sabırla yazdık… Bundan sonra da inşaallah yazmaya devam edeceğiz...
Ekonomik sorunlarımızın başta gelen sadece on tanesini birer kelime ile sıralamak gerekirse;
1. İşsizlik,
2. Faizler,
3. Vergiler,
4. Borçlar,
5. Enflasyon,
6. Enerji,
7. Bütçe,
8. Özelleştirme,
9. Tarım,
10. Enerji diyerek sıralarım.
Bakınız; kayıt dışı ekonomi sebebiyle adeta karanlıklar ve belirsizlikler âleminde oluşumuz, ithalat ile ihracat arasındaki dengesizlik, giderek artan cari açıklar, kuraklık ve su sıkıntıları gibi daha nice hatırlanıp zikredilesi ve halledilesi geniş konular da var.
Yargı reformu ve yeni bir anayasa ihtiyacı, millî medya meselesi ve verdiği zararlar da, çözüme kavuşturulmadığı sürece adeta kangrenleşme eğilimi arz eden sorunlar olarak orta yerde duruyor.
Yani; yeni cumhurbaşkanı ve yeni hükümet ile başlayan yeni dönemde acil-kısa-orta ve uzun vadede çözüme kavuşturulması gereken ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar bizi, hepimizi, sorumlu ve sorumsuz herkesi bekliyor... Yapılması gerekenler ne kadarıyla yapılacak, bekleyip göreceğiz... Görüp yaşadıkça da değerlendirmelerimizi yapmaya devam edeceğiz...
Allah hepimizin yâr ve yardımcımız olsun…
***
Halkımızın vay hâline!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
06.09.2007
Cumhurbaşkanımız Gül’ün günlük konukları ile ilgili bir haberi okuyorum:
‘Gül’ün dünkü ilk konuğu Meclis Başkanı Köksal Toptan oldu. Çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı, ardından sırasıyla Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir, Muhtarlar Federasyonu Başkanı ve Türkiye Muhtarlar Derneği Genel Başkanı Ramazan Özünal ile Tüm İşçi Emeklileri Derneği Genel Başkanı Satılmış Çalışkan ve beraberlerindeki heyetleri ayrı ayrı kabul etti.’
Ne diyelim; darısı esnaf, çiftçi, işçi, memurlarımız başta olmak üzere, halkımızın her türlü temsilcilerinin başına.
Cumhurbaşkanımız, halkımızın her kesimden temsilcileriyle sadece görüşmekle kalmaz, onların her türlü sorunlarına çare ve çözümler de üretilmesine katılıp katkıda bulunur, inşaallah…
Aksi hâlde, yani bunlar sadece görüşme safhasında kalır, gereği yapılmaz, icraata geçmez, icra makamı olan hükümet tarafından uygulanmazsa;
Halkımızın vay hâline!
*
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir araya geldiği işadamlarına, “Önümüzdeki dönemde farklı bir Türkiye olacağına inanıyorum. Çok hızlı gelişmeler yaşanacak. Geçmişte elde edilen kazanımlar artarak devam edecek. Yurtdışında bir sıkıntınız olduğunda beni arayın.” demiş.
Bence; yurtdışı ile ilgili en büyük sıkıntımız “devletimizin ve özel sektörümüzün dış borçları”dır. Mevcut “faizli sistem”de kartopu misali giderek büyümekte olan dış borçlarımız ödenmemeye, tasfiye edilmemeye devam ederse; korkarım, birkaç yıl sonra cumhurbaşkanlığı makamı başta olmak üzere, o makamlarda oturanlar oturacak koltuk bulamayacaklar.
İyi bilinsin ki; böyle giderse birkaç yıl sonra bütün ülke gelirleri dış borçlarımızın ana paralarını değil, sadece faizlerini bile ödemeye yetmeyecektir. Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan borçlar, böyle giderse Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de yıkacaktır. Osmanlıyı çökerten ve “Duyun-u Umumiye” adı altında o dönemdeki bütün gelirlerimizin başına çöreklenen borç alacaklıları yılanının başını ezmekte geç kalıyoruz, geç… Bu vesileyle bir kere daha hatırlatıyoruz;
Bu borçlarla, bu faizli borçlarla bu ülke ve bu devlet böyle gitmez, batar gider!
Edinilen bilgilere göre Gül, heyetteki üyelerin, Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde işadamları ile birlikte yurtdışına gittiğini ve birçok iş görüşmesine katkı sağladıklarını hatırlatması üzerine şu güvenceyi verdi:
“Ben icra makamı değilim. Benim görevim sizlere moral desteği vermek. Yurtdışında hangi konuda sıkıntıya düşerseniz desteğim yanınızda olacak.”
Sayın Cumhurbaşkanımız; daha dün icra makamında yani 58. Hükümet’te başbakan ve 59. Hükümet’te dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısıydınız. Lütfen mazeret/ler üretmeyin. Artık Sezer serzenişleri gibi bir engeliniz de yok. 60. Hükümet ile uyumlu bir şekilde yapılması gerekenleri bir an önce ve kimi bazı konularda geç kalmadan icra etmeye başlayın.
Daha başta ve başlangıçta böylesine mazeretler üretilirse;
Halkımızın vay hâline!
*
Cumhurbaşkanımız Gül, Tüm İşçi Emeklileri Derneği Genel Başkanı Satılmış Çalışkan’ın ziyaretinde ise emekliler için elinden geleni yapacağını söylemiş. Babası Ahmet Hamdi Gül’ün de emekli olduğunu hatırlatan Cumhurbaşkanı, “Durumunuzu biliyorum. Elimden geleni yapacağım. Gerekli girişimlerde bulunup emeklinin durumunun iyileşmesi için çalışacağım.” diye konuşmuş.
Cumhurbaşkanımız konuşmasına güzel konuşmuş ama; icra makamlarında oldukları geçmiş beş yıl boyunca, başta emeklilerimiz olmak üzere esnafımız, çiftçimiz, işçimiz ve -yine geçmişte olduğu gibi son olarak bugünlerde yapılan görüşmelerde- memurlarımız için ne yapıldı ki, bu sözlerdeki vaatlere güvenip inanalım. Geçmiş beş yılda yapılanlar gelecekte yapılacakların garantisi olacaksa;
Halkımızın vay hâline!
Bu vesileyle bir hatırlatma daha yapalım. Kendilerinin de içinde oldukları Refah-Yol Hükümeti zamanında halkımızın çalışan emek sahibi her kesimine yapılan zamları ve bu zamların bugünlere kadar uzanan bereketini Cumhurbaşkanımıza Gül’e -bu arada elbette hükümetteki ilgili bütün bakanlara- bir kere daha hatırlatıversek, acaba bir faydası olur mu?
Bizim görevimiz hatırlatmak...
İcra makamlarında oturanların görevi yapmak...
Bu hatırlatmalara rağmen yapılması gerekenler yapılmazsa;
Halkımızın vay hâline!
***
İKİ CUMHURBAŞKANI; SEZER VE GÜL (1)
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
10.09.2007
Bu konuyu yazmaya karar verdiğim gün (06.09.2007), yazarımız Mehmet Bozgeyik “Ara dayağını sade vatandaş yiyor!” başlıklı makalesinin daha başlangıcında önemli hatırlatmalar yapmış: ‘Bu halk yaklaşık dört buçuk yıl ustaca oyalandı. “Size neler neler yapacağız ama görüyorsunuz Çankaya izin vermiyor! Hep bize köstek oluyor!” denildi. Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasındaki malum “kriz” de iktidardaki partinin işine yaradı. Yeniden yapılan seçimde halk zımnî bir öfke ile, “Al sana, al sana, gözün doysun!” dercesine ve Aziz Nesinvâri târizleri bile göze alırcasına mevcut iktidarı âdeta reye boğdu. “Yap bakalım yapacağını!” dedi.’
Yine aynı gün (06.09.2007) bir diğer yazarımız Yusuf Genç “Cumhurbaşkanı, emek ve sermayenin neresinde duruyor?” başlıklı yazısını şöyle bitirmiş: ‘Cumhurbaşkanının babasının sakallı olması, sanırım benim gibi sizi de ilgilendirmiyor. Öyleyse sorular şunlar: Cumhurbaşkanı, emek ve sermayenin neresinde duruyor? Çokuluslu şirketleri, gücü, parayı ve yoksulluğu nereye koyuyor? Medyadaki dikey ve yatay tekelleşmenin sahibi Doğan Holding ve türleri hakkında ne düşünüyor? Milyonlarca yoksul hakkında, ekmek bulamayan binlerce insan hakkında, ırkından dolayı kovulan, dışlanan yüz binlerce işsiz hakkında ne yapmayı planlıyor? Medeniyetlerle ilgili yeni düşüncesi nedir? Savaşlarla ilgili, işgalle ilgili, Siyonizm ile ilgili ne düşünüyor? Henüz üniversite öğrencisiyken hayranlıkla takip ettiği Nurettin Topçu’yu hâlâ tanıyor mu?’
Bu soruları ve daha fazlasını aynen ben de soruyorum.
*
Bu konu hassas ve önemli. Önemine binaen üzerinde biraz daha duralım. Öncelikle önceki cumhurbaşkanımızı bir kere daha, seçiliş şekli ve yaptıklarıyla kısaca hatırlayalım.
Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçilirken, bazı çalışma arkadaşlarımızla Ankara’ya gittik ve yapılması gereken tavsiyeleri yaptık. Tavsiyelerimize rağmen, birilerinin istediği kimse devlet başkanı oldu. Ahmet Necdet Sezer’i destekleyenler sonra hep nadim oldular. Önce Ecevit ‘nankör’ diye hitap etti. Başörtüsü ve kamu alanı hikâyeleri ile vatandaşlarımızı yedi yıl ağlattı. İş bununla kalmadı; sonunda askerler de ona karşı tavır koymak zorunda kaldılar...
Ahmet Necdet Sezer’in iyi tarafları da olmuştur.
-Ahmet Necdet Sezer, kendisini seçenlerin değil, kendi ideolojisinin uygulayıcısı olmuştur. Kukla bir devlet başkanı olmamıştır.
-Ahmet Necdet Sezer her ne kadar kendisi kan kusturmuşsa da, askeri müdahalelere sebebiyet vermemiştir. Kazasız belasız AK Parti’ye ikinci/üçüncü defa iktidarı teslim etmiştir.
-Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanı olarak yeni başkana koltuğunu devretmiştir. İsteseydi yerinde kalabilirdi. [Mesela, Demirel’in yaptığını yapar, bir başkasına başbakanlık görevi verebilirdi. Meclis seçime gitmemek için onun istediği hükümeti kurar, o hükümet de Gül’ü değil, başkasını cumhurbaşkanı yapabilirdi. Bu gibi oyunlara girmemiştir.]
-Ahmet Necdet Sezer’in Türk milletine yaptığı en büyük iyilik, 1 Mart Tezkeresi’nin çıkmasını önlemek olmuştur. Bu o kadar büyük bir olaydır ki, onu en başarılı başkanlarından bir yapabilirdi.
*
Ahmet Necdet Sezer başarılı bir başkan olamadı, çünkü çok büyük hatalar yapmıştır.
-Her şeyden önce, baskı ile Meclis’i korkutarak seçilmiş; hem de hukuk dışı kurallarla seçilmiştir.
Seçilme yeterliliği olmadığı halde başkan olmuş ve itiraz edilmeden orada yedi yıldan fazla kalmıştır. Bunu hem de bir hukukçunun yapmasını kesinlikle makul göremeyiz.
-“Başörtüsü” ve “kamu alanı” gibi ne anlamı ne de tanımı olan ifadelerle hukukun kurallarını payimal etmiştir.
Bir defa “kamu alanı” kavramı Türk mevzuatında yoktur. Hiçbir kanunda böyle bir tâbir geçmez. “Kamu görevi” vardır, “kamu malları” vardır ama “kamu alanı” olsa olsa meralar ve yollar olabilir. Bu yetmemiş gibi; Sezer anayasayı yasa koyucu yapmakla yetinmedi, hukukun temel kaidesini de çiğner beyanda bulundu; “Başörtüsü meselesini Anayasa çözmüştür!” dedi! Yargı geçmişte cereyan eden bir olay hakkında sadece o olayla ilgili karar alır; bu karar da sadece davacı ve davalıyı bağlar. Aldığı karar bozulamaz. Siz bunu genişletir de mahkemenin aldığı kararlar değiştirilmez şekline sokarsanız, ilkelden de geri olan düşüncelere dalarsınız. Devlet başkanı iken bu beyanlar -yanlış olmanın ötesinde- son derece sakıncalı olmuştur.
-Ahmet Necdet Sezer, Meclis toplantı sayısının üzerine çıkmaz gibi beyanlarda bulundu, Meclis’i çalışmaz hâle getirdi.
Bu idamlık suçtur. Bu yetmedi; bu eksikliği düzeltecek anayasayı da halk oylamasına götürdü, yani Meclis’i tatil edecek tavırlar takındı. Halkımız bu yapılanlara karşı tavır alarak tehlikeyi atlattı, yoksa Cumhuriyet yıkılmaya doğru gidiyordu.
-Ahmet Necdet Sezer görevinin sonunda da yine kanunsuz iş yaptı; yedi yılını doldurduğu halde, geçmiştekilerin yaptığını yapmadı, görevi Meclis Başkanı’na devretmeden orada oturdu!
Yani, bir konuda açıklık yoksa teamül esastır. Burada teamülü çiğneyerek birkaç ay daha orada oturdu.
İşte, Ahmet Necdet Sezer’i başarısız kılan sebepler bunlardır.
***
İKİ CUMHURBAŞKANI; SEZER VE GÜL (2)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
11.09.2007
Fehmi Koru arkadaşınız olsa ve “Abdullah Gül’ün arkadaşı Koru” başlıklı bir röportaj görseniz, elbette siz de benim gibi daha dikkatli okursunuz. Ben de öyle yaptım, dikkatle okudum.
Yeni Asya’dan Hasan Hüseyin Kemal, yaptığı röportajı şöyle takdim ediyor: ‘Bu haftaki röportajımızın konuğu Abdullah Gül’ün arkadaşı, dostu Fehmi Koru. Biz de Koru’dan devletin tepesindeki isim olan Gül hakkında bilgiler almaya çalıştık. Koru Gül’ün bilgili, kararlı bir insan olduğunu, kararlarını verirken değişik görüşlere itibar ettiğini söylüyor. Bunun yanında Gül’ün güçlü bir kişiliği olduğunu vurgulayan Koru, “Gül’ün sağduyulu olduğunu biliyorum. Herkesi dinliyor, herkesin görüşüne itibar ediyor, saygı gösteriyor” diyor.’ [Bu ifadeler bana adeta Gül’ün çok yakın dostlarım olan dayılarının karakterini hatırlatıyor. RNE]
Birinci soru: Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildikten sonra “Bizim evden cumhurbaşkanı çıktı” diyorsunuz. Bunun anlamı nedir? Cevap: “1960’lı yıllarda öğrenci örgütlerinin içinde çalıştık, Millî Türk Talebe Birliği döneminde beraberdik. Hiçbir zaman irtibatımızı koparmadık... Gül’ün İngiltere’de olduğu dönemlerde ben de İngiltere’ye gitmiştim, havaalanında beni karşılayan Gül olmuştu. O dönemde ev tutup beraber oturduk. “Bizim evden çıktı” demek, kardeş kadar yakın olduğumuz anlamına gelir.”
Bir başka soru: Bekir Coşkun olayında Ertuğrul Özkök’ün Başbakan’a muhafazakâr medyadan tepki gelmedi diye eleştirisi oldu... Cevap: “AKP’yi, hükümeti eleştiren yüzlerce yazımız ve yazım var. Geçmişe baktığımızda başbakanı eleştiren belki yüze yakın yazım vardır. Biz belli bir çizgiyi savunuyoruz, hükümet, başbakan ve bakanlar bu çizgide hareket ettiğinde onları destekliyoruz, her sapmada da itiraz ediyoruz...”
Soru: İtirazlarınız neler? Cevap: “Şu an geçmişe dönük hatırlayamayabilirim, ama geleceğe yönelik olarak önceliklerin farklı olması gerektiğini söylüyorum. Geçen dönemde ekonomik öncelik, istikrarı bozabilecek güçlü kesimleri ürkütmemekti. Geçen dönemde zenginler daha zengin oldu, fakirlerse istenilen seviyeye taşınamadı. Bu sefer önceliğin daha az gelirli olanların, memurların, işçilerin refahını yükseltmek için kullanılması. Zenginler zaten zengin oldular, bununla yetinmeyi bilsinler diyorum. Kurulacak hükümet bu önceliği göstermezse eleştireceğim.”
Bakalım; geçen dörtbuçuk yıllık dönemin aksine, bu yeni dönemde halka ve fakirlere ekonomik öncelik verilecek mi? Halka ve özellikle fakirlere verilmesi gereken öncelik verilmezse, eleştirmesi gerekenler en yakın arkadaşlarını eleştirecek mi?..
Hep beraber izleyip göreceğiz…
*
Yukarıdaki girizgâhtan sonra, meselenin daha açık bir şekilde vuzuha kavuşması için özellikle derin idraklerinize farklı bir pencere açmaya çalışacağım.
Yahudiler Tevrat sayesinde dünya hakimiyetlerini hâlâ sürdürmektedirler. Onların ellerinde Tevrat var iken hiçbir şeyden korkuları yoktur. Onların tek korktukları Kur’an’dır.
Kur’an’ın hakimiyeti ortaya çıkarsa, Tevrat bu dünyaya dört bin yıl geriden bakar.
Yahudilerin, Kur’an’ın bu zaferini bertaraf etmek için başvurdukları yollar nelerdir?
-Müslümanlar Kur’an’a göre değil de, bin yıl önceki içtihatlara göre İslâmiyet’i yaşıyor; onlar da bugünün sorunlarını çözmüyor. Böylece yaygınlaştırılıp iyice yerleştirilmek istenen anlayışa göre; Müslümanlar ibadetlerini yapıp Kur’an’ı da mânâsını anlamadan sadece okurlarsa okusunlar... Müslümanlar arasında bu fikri ellerinden geldiğince yaymaktadırlar.
-Kur’an Arapçası unutulsun istiyorlar. Araplar dahi Kur’an Arapçasını değil ammiceyi konuşsun, Kur’an’ı anlamasın ve üzerinde düşünmesin. Arap olmayanlar arasında mealleri Kur’an yerine geçirmek, Araplar arasında da Kur’an’ı bugünkü değişmiş Arapçaya çevirerek Kur’an’ı aslından koparmak.
-İslâmî ilimlerin tedrisini yasaklatmak ve onun yerine uydurma İslâmiyet’i tedris ettirerek tahrife imkan vermek. Medreselerin kapatılması, Kur’an kurslarının kapatılırcasına engellenmesi, İmam-Hatip Liselerinin önünün kesilmesi ve İlâhiyat fakültelerinin öğrencisiz bırakılmasının ana hedefi budur.
-Şeriatı yani hukuk çalışmalarını yasaklatarak kimsenin fıkıh üzerinden sorunlarını çözme ve onu anlama gayreti içinde kalmamasını sağlamak, yapılan diğer bir tahribattır.
İşte, sömürü sermayesi yani Yahudiler bu planlarını asırlardır uygulamaktadırlar.
Kur’an’ı anlayan ve uygulamaya çalışan kimseleri bertaraf etmek için yapılan bir diğer uygulama da; dindar olan ama Kur’an çalışmaları ile ilgisi olmayan kimseleri iktidara getirmektir…
Dinsiz lâikleri de ‘onlar gericidir-mürtecidir’ diye organize edip saldırtmak...
Böylece iktidarda ve icra makamlarında olanlara her dediklerini yaptırmak...
Ne dersiniz; bunlar size bir şeyleri hatırlatıyor mu?
İşte, oynanan oyun budur.
(Devamı var)
***
İKİ CUMHURBAŞKANI; SEZER VE GÜL (3)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
12.09.2007
Abdullah Gül yakından tanıdığımız kadarıyla iyi Müslümandır. Son derece samimi ve hak taraftarı bir kimsedir. Bir zamanlar Millî Görüş camiasında bulunduğu ve Refah Partisi’nde görev aldığı hâlde, Adil Düzen projesinin savunucusu olmamış ve ilgilenmemiştir, bu projeyi bilmemektedir; kişi bilmediğinin düşmanı olur.
Bunun böyle olduğunu keşfedenler, Abdullah Gül’ün -son olarak cumhurbaşkanlığı dâhil- bulunduğu makamlarda olmasını yıllar yılıdır desteklemektedirler. Temenni ederiz ki; bu destekleme Firavun’un Hazreti Musa’yı desteklemesi gibi olsun. Bunda Gül’ün iyi insan olmadığı gibi bir kusuru elbette yoktur.
Dün Fehmi Koru’dan özellikle bahsettim. Sebebi var. Fehmi Koru ile birlikte 1976’da hazırlayıp yayımladığımız Süleyman Karagülle’nin “İslâmiyet ve Günümüzün Meseleleri” başlıklı kitabı, 1969 seçimlerinde Aydın ilinden Bağımsız Aday iken yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır. Abdullah Gül bu seçim çalışmalarına kısmen katılmıştır ve bu kitabı da bilmektedir. Lâikliği ve diğer meseleleri buradan öğrenmiştir. Abdullah Gül gerçekten lâik ve demokratik bir yapıya sahiptir. Bazı değerlerden uzak kalmasının sebebi budur. Sömürü sermayesi bunu çok iyi biliyor ama buna rağmen Gül’e karşı tüm devlet bürokrasisine tavır aldırtıyor.
Askerler yemin törenine katılmamıştır... Halk Partisi seçime katılmamıştır... YÖK Başkanı törene gelmemiştir... Yargı ve bazı odalar karşı tavır takınmıştır... Kimileri hiç kutlamamıştır... Gül, Hareket Partisi sayesinde başkan olmuştur, çünkü o eski bir Hareket Partilidir. Bu olanlar ne demektir? Bu işler sömürü sermayesinin tam tezgâhıdır. Sermaye Gül’e ne diyor?
-Bak, ben seni buralara kadar getirdim. Benim her dediğimi yaparsan orada oturursun. Ama eğer benim dediğimi yapmazsan, medyaya bir işaret çakarım; orduyu, yargıyı, üniversiteleri, sendikaları ve daha başka yerleri harekete geçirir ve sana yapacağımı yaparım!..
Biz bu oyunları bildiğimizden; çok yakın dostlarımızın evladı ve yakını olarak ona başkan olmamasını tavsiye ettik. Ben inanıyorum ki, en yakınları da bizim dediklerimizi ona tavsiye etmişlerdir...
*
Ama; Abdullah Gül artık başkan seçilmiştir; cumhurbaşkanımızdır.
Şimdi yapacağımız iş, herkesin yapacağı iş, onu kayıtsız şartsız desteklemektir.
Abdullah Gül’ü sevsek de sevmesek de desteklemek zorundayız. Çünkü biz desteklemezsek o başkanlık yapamaz, bu da devletimizi yıkar ve yok eder. Zamanında ihtilâl yapan askerleri bile milletimiz destekledi. Neden destekledi? Onları sevdikleri için değil, devletimiz zarar görmesin diye destekledi. Her seferinde ve her operasyonun sonunda da halkımız hep muzaffer çıktı.
Askerler çok yanlış yapmıştır; hâlen de bu yanlışı sürdürmektedirler. Askerler Abdullah Gül’ün arkasında olmalıdır. Artık, millete rağmen sürdürülen başörtüsünü meselesi de kıyafet sorunu olmaktan çıkarılmalıdır. Gül’ü desteklemesinden dolayı sermaye bin pişman olmalıdır.
Abdullah Gül’ün orada başkan olarak yapabileceği pek bir şey yoktur. Ya parlamentoyu dinleyecek, ya da Amerikan sömürü sermayesini dinleyecek. Buna karar verecek olan da odur. Ona itaat etmesi gerekenler alenen verdiği kararlara itaat ederlerse; o zaman Gül millî iradeye itaat eder ve millî hakimiyet devam eder.
Yok; kimileri farklı hareket edip Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan benzeri davranırlarsa, o zaman Abdullah Gül’e iki şeyden birini yapmak düşer; ya sömürü sermayesine itaat etmek ve ABD’nin oyuncağı olmak, ya da oradan kaçabilmektir. Ancak bunların hiçbirisi çözüm değildir.
Askerler dâhil herkes Abdullah Gül’e itaat etmelidir. İktidar yani hükümet de, artık YÖK gibi muhalifleri derhal bertaraf etmelidir. Atayan görevden alabilir kaidesini onlar koydular. Cumhurbaşkanı bunları derhal görevden almalıdır. YÖK başkanı derhal görevden alınmalı, anayasa dışı zulme derhal son verilmelidir.
Çünkü;
-Başörtüsü yasağı anayasaya aykırıdır.
-Başörtüsü yasağı insan haklarına aykırıdır.
-Başörtüsü yasağı millî hâkimiyetin yok edildiği bir uygulamadır.
-Nihayet, başörtüsü yasağı devletimizi yıkacak kadar vahim bir dinamittir.
YÖK Başkanı Teziç’in azledilmesi ile sorun kendiliğinden kökünden çözülmüş olacaktır. Başka türlü bu işlerin sonu gelmez.
Aksine, Allah korusun ama devletimizin sonunu getirir.
*
Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ü, Fehmi Koru röportajı ile anlatmaya başladım, yine o röportajdan bir soru-cevap ile bitiriyorum.
Soru: Nasıldır Abdullah Gül’ün karakteri?
Fehmi Koru’nun cevabı: “Kanaate ulaşma sürecini biliyorum, sağduyulu olduğunu biliyorum. Herkesi dinliyor, herkesin görüşüne itibar ediyor, saygı gösteriyor, ama değişik görüşler arasında birini seçti mi, kanaati oluştu mu, gerçekleşmesi için sonuna kadar çalışır. Gül kafası karışık “Bunu şöyle mi yapsam, böyle mi yapsam?” diyen bir insan değildir. Ayrıca güçlü bir kişiliği vardır, sağdan soldan gelecek tarizlere fazla aldırmaz. O selâm vermiş, o vermemiş bunları fazla önemsemez, eğer doğru olduğuna inanıyorsa fikrini sonuna kadar savunur. Türkiye’nin tarihî dönemecinde cumhurbaşkanlığında Gül gibi birinin oturması şanstır...”
Allah milletimizin ve milletimizin hizmetinde olanların yâr ve yardımcısı olsun…
***
Sanayi göçü önlensin!
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.09.2007
Abdülkadir Özkan’ın Cuma günü (07.09.2007) “Türkiye’nin pazar oluşu nasıl bir şey?” başlıklı yazısı, adeta tahrik edercesine beni dikkatle okumaya dâvet etti; özenle okudum… Sonra yazının yazılmasına vesile olan haberi bulup biraz da o haber üzerinde mütalaa yapıp düşündüm…
Millî Gazete’nin ekonomi sayfasında aynı gün yayımlanan ana haber, başlığından itibaren benim için daha dikkat çekici ve yaralayıcıydı: “Genç nüfus ve ucuz iş gücüne rağmen yatırımcılar yurtdışına kaçıyor/ Sanayi göçü önlensin!”
Sonrasında zihnimde konu ile ilgili oluşan düşünceleri yazmaya başladım…
Abdülkadir Özkan’ın dikkatini çeken haberin başlığı “Hiçbir yabancı firma Türkiye’den gitmez” şeklinde. Bu haber, bir Alman teknoloji marketinin Türkiye pazarından çekilme kararının ardından; yola devam mesajı veren İngiliz teknoloji marketi üst yöneticisinin söyledikleri üzerine yazılmış. Sektörde bazı firma yöneticilerinin “Geldikleri gibi giderler” şeklinde açıklamaları bulunduğunu kaydeden şirketin Türkiye Mağazaları üst yöneticisi (CEO), “Hiç kimse bu ülkeden gitmez. Türkiye büyük pazar. Herkese ekmek var. Biz 1-2 yıllığına Türkiye’ye gelmiyoruz. Büyük şirketler mutlaka yollarına devam edecektir.” demiş.
Evet, büyük şirketler ve markalar; işte bu hassas noktaya daha çok dikkat etmek gerekiyor…
*
Bir yanda yıldan yıla artmasıyla öğünmekte olduğumuz genç insanlar, genç nüfus ülkesi; diğer yanda giderek daha da artan genç nüfusa iş ve istihdam oluşturmada zorlanan bir Türkiye…
Bir yanda yabancı sermaye yatırımlarını çekmek gayreti içinde olan bir ülke; diğer yanda ülkeden göçen veya göç etmek zorunda bırakılan yerli sermaye ve sanayiciler ülkesi Türkiye…
Bir yanda ülkenin yatırım ortamını düzenleme, iyileştirme ve teşvik sistem mekanizmalarını her seçim öncesinde vadeden partilerin olduğu bir ülke; diğer yanda yüksek istihdam maliyetlerinden ve üretim üzerindeki yüksek enerji maliyetlerinden, yüksek vergilerden ve yanlış teşvik sisteminden dolayı Türkiye’den özellikle Kuzey Afrika, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine tekstil, hazır giyim, konfeksiyon, halı gibi sektörlerde sermaye ve sanayici göçünü önleyemeyen Türkiye…
Bir yanda hâlâ kalkınmakta olduğundan konjonktürel ve yapısal olarak her türlü sermaye ve teknolojiye muhtaç bir ülke; diğer yanda yurt dışına göç edip giden sermaye ile birlikte uzun yılların oluşturduğu bilgi birikimi ve deneyimlerini kaybeden Türkiye…
Bir yanda yıllık ihracatının 98,9 milyar dolar olduğu ve 100 milyar dolara ramak kaldığı ile öğünen bir ülke; diğer yanda ithalat ile ihracat arasındaki makasın olumsuz yönde açılmasıyla ekonomisi giderek kötüye giden bir ülkeye dönüşen Türkiye…
Bir yanda rakamlarda yapılan suiistimaller sayesinde son yıllarda yakaladığı yüksek büyüme oranları ile öne çıkan bir ülke; diğer yanda başta cari açık olmak üzere, dış ticaret açığı, yüksek faiz tahribatı, ihracatçılarımızın düşük döviz kuru belası ve en önemlisi istihdamın geliştirilememesi sebebiyle işsizlik musibetine bir türlü çözüm üretemeyen Türkiye…
*
“Genç nüfus ve ucuz iş gücüne rağmen yatırımcılar yurtdışına kaçıyor/ Sanayi göçü önlensin!” haberinin yazılmasına, Gaziantep Genç İşadamları Derneği (GAGİAD) yönetim kurulu başkanı Yaşar Erturhan vesile olmuş.
Ülkenin yatırım ortamını düzenleme, iyileştirme ve teşvik sistem mekanizmalarının yeniden sorgulamasının zorunlu olduğunu ifade eden Erturhan, kendisine aynen katıldığım sözkonusu haberin son bölümünde şöyle diyor: “Kalkınmakta olan ülkemiz henüz sermaye ihraç eder yeterlilikte değildir. Giden sermaye ile birlikte bilgi birikimi ve deneyim de ihraç olmaktadır ki, bir süre sonra bu ülkelere ihracatta da tıkanma ve kesilmeler yaşanacaktır. Bu yüzden 60. hükümetin yerli sermayenin ve sanayi göçünün önünü alabilmek için yatırım ortamını iyileştirmek ve mevcut sanayimizi kaybetmemek için yatırım ve teşvik sistemini yeniden ve acil olarak düzenlemeleri gerektiği görüşünü taşıyoruz.”
Abdülkadir Özkan “Türkiye’nin pazar oluşu nasıl bir şey?” diye başladığı uyarıcı yazısının sonunda çözüme yönelik önemli hatırlatmalarda bulunmuş; bir kere daha hatırlamamızda yarar var: “Ülkemizin verimli bir pazar olması da yabancılar için iyi olabilir ama bizler için sefalet anlamına gelir. Ülkemizi üreten ve satan bir ülke konumuna getirmek durumundayız. Sadece başkalarının ürettiklerini tüketen bir ülke olmak günümüz dünyasında borçlu bir ülke olmak, ekonomik bağımsızlığını yitirmek, ekonomik bağımsızlığını yitiren bir ülkenin siyasi bağımsızlığının da tehlikeye girmesi demektir. Pazar olmaktan kurtulduğumuz ölçüde güçlü, güçlü olduğumuz ölçüde de lider ülke olabiliriz. Uydu değil lider ülke olmak istiyor ve bu ideali paylaşıyorsak pazar olmakla övünemeyiz.”
Sanayi ve üretim göçünü önleyemezseniz, bir müddet sonra diğer sanayi ülkelerinin pazarı olursunuz.
Hamiş: Ramazan-ı Şerifiniz Mübarek Olsun.
***
‘Buna can dayanmaz!..’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
17.09.2007
Son yıllarda Türkiye hızla büyüyordu… Geçtiğimiz hafta büyüme rakamları açıklandı ve büyümenin hız kestiği anlaşıldı. Son yıllarda Türkiye’nin cari açıkları, bütçe açıkları, ithalat ile ihracat arasındaki makas aralıkları da giderek artıyordu… Maliye Bakanlığı son iki ayın bütçe sonuçlarını ancak açıklayabildi. Hazine de iyi gitmiyor; nakit açığı önceki ay çok yüksek çıkmış, bu bütçe açığının büyük olduğuna işarettir. Ağustos ayı sonuçlarına göre ilk sekiz ayda 135.8 milyar YTL harcama yapılmış, 127.4 milyar YTL gelir toplanmış, 8.4 milyar YTL bütçe açığı oluşmuş.
Mahfi Eğilmez dünkü (16.09.2007) yazısında açıkladı: ‘Bütçe açısından ocak-ağustos sonuçlarının en çarpıcı yönü bütçenin sürekli gelir kalemini oluşturan vergi gelirlerinin, bütçenin sürekli giderlerini oluşturan faiz dışı harcamalarla aynı düzeye gelmiş olması. Herkesin üzerine yoğunlaştığı faiz dışı fazla, bütçe gelirlerinden faiz dışı harcamaların çıkarılmasıyla bulunuyor. Bana sorarsanız asıl önemli gösterge vergi gelirleriyle faiz dışı harcamalar arasındaki fark. Bunun sonucunun vergi gelirleri lehine artı olması gerekiyor. Krizin hemen ertesinde, 2002 yılında, sonuç eksi idi. O tarihten bu yana sonuç hep artı olmuş, yani vergi gelirleri faiz dışı harcamaların üzerinde gitmiş bulunuyor. Eğer faiz dışı harcamalar vergi gelirlerini aşarsa o zaman vergi çabasını artırmak ya da harcamaları kısmak gibi sevimsiz adımlar gündeme gelebilir. Ocak-Ağustos bütçe sonuçları bize bu anlamda tam sınırda olduğumuzu gösteriyor.’
Temmuz ayı ödemeler dengesi sayıları da açıklandı ve Ocak-Temmuz aralığında cari işlemler açığı 21.8 milyar dolar olarak ortaya çıktı. Temmuz ayı itibarıyla geriye dönük olarak 12 aylık bazda ele aldığımızda cari açık 33.2 milyar dolar olarak çıkıyor karşımıza. Yani, cari açık maalesef dolu dizgin dört nala bir yerlere doğru gidiyor!.. Aylardır, yıllardır durmadan yazıyorum ama olmayınca olmuyor, yapmayınca yapmıyor, Merkez Bankası her ne hikmetse faizleri indirmiyordu. Hâlbuki Merkez Bankası faizleri sık aralıklarla in-dir-me-li-dir… Nihayet aylardır beklenen minnacık bir iyi haber geçen hafta geldi ve Merkez Bankası da faizleri 0.25 puan/cık indirdiğini açıkladı!..
*
Faize vurgu yapmam boşuna değil. Yıllar öncesinde, mevcut iktidar ilk zaferini kazanıp her şeyin güllük gülistanlık görüldüğü, tozpembe hükümet etme ve hükmetme hayallerinin kurulduğu günlerdi. Görüşüne değer verdiğim veya cevabını merak ettiğim herkesin değerlendirmelerini almaya özen gösteriyordum. Genellikle içinde ‘gıpta’ kelimesinin ağırlığını içeren cevaplar alıyordum… Aradan yıllar geçmesine rağmen, hayatım boyunca hep ‘bir bilen’ olarak bellediğim ve bu özelliğinden dolayı görüşlerine çok değer verdiğim bir büyüğümün cevabını hiç unutmadım, hâlâ da unutamıyorum. O günlerde herkese sorduğum değerlendirme sorusunu ona da sordum ve sadece beynimi değil, her hatırladığımda gönlümü de hâlâ titreten cevabı aldım:
“-Reşatçığım, bunlar faizci!.. (Biraz düşündükten sonra devam etti ve dedi ki;)
-Allah ile harb edenlerin başarılı olması hiç mümkün olur mu?!.”
Minik bir ayrıntı:
Bu cevabı veren, şu anda devletimizin en önemli makam koltuğunda oturan muhterem zatın en yakınlarından biri olursa; söylenenleri her hatırladığınızda sizin de benim gibi hem beyniniz hem de gönlünüz titremez mi?..
Önceki gece ilmî bir toplantının dönüş yolunda akıllı ve muhterem bir dostumla bu hatıramı paylaştığımda; her nedense ‘faiz serbestliği’ yanında ve sadece o bile yetmiyormuşçasına ona ilave edilen -tarihteki nice kavimlerin yok olmasına sebebiyet veren- ‘zina serbestliğini’ hatırlayıverdik ve hayıflandıkça hayıflandık...
*
Faiz belasına dikkat çektim, yine faiz ile devam edelim...
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan önceki hafta doğrusu hiç de beklemediğim ve de hayret ettiğim bir beyanat verdi: “Devlet bütün yatırımlara 15 milyar YTL, faize ise 52 milyar YTL harcıyor. BUNA CAN DAYANMAZ!..”
El-hâk doğru; buna can da dayanmaz, maliye de dayanmaz, hazine de dayanmaz, bütçe de dayanmaz, hükümet de dayanmaz, devlet de dayanmaz…
Maliye Bakanı Bakan Unakıtan ve beraberindeki Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Eskişehir’e gelerek vali bey ve diğer bürokratlarla incelemelerde bulunurken konuşmuş ve aşağıda biraz daha ayrıntısını vereceğim sözünü ettiğim bu beyanatı vermiş:
“… Bütçe açığı fazla olduğu zaman o ülkede enflasyon olur. Hiçbir şey olmazsa bütçe açığı enflasyonu getirir. Ondan sonra bütçe açığı borçlanmayı getirir ve bir de faiz ödemeye başlarsınız. Vergi stoklamıyorsunuz, faiz ödemeye başlıyorsunuz. O faizler öyle bir hâle geliyor ki... Bu yıl biz 52 milyar YTL faiz ödüyoruz. Hiç bir ülkede bu kadar yok. 200 milyarın üzerinde devletin borcu var. Biz bu faizi ödemeseydik, bu paralarla ne ormanlar, barajlar ve yollar yapılırdı. Devletin bütün yatırıma harcadığı para 15 milyar YTL. Faize ise 52 milyar YTL harcanıyor. BUNA CAN DAYANMAZ!..”
Evet; buna can da, bakanlık da, bütçe de, hükümet de, devlet de dayanmaz; dayanamaz…
***
Anayasa çalışmalarında neler oluyor?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
18.09.2007
Bir kurum bir milyon YTL’lik bir yarışma açıyor. Soru çok basittir; 3 kere 3 kaç eder? Bunun cevabını doğru olarak bulana bir milyon YTL verilecektir. Ancak kurumun küçük bir şartı vardır; 9 çözümünü kabul etmiyor! Başka çözüm bulunacaktır. Herkes çözüm olarak 9 sayısını buluyor ama kurum bu çözümü kabul etmiyor, çünkü baştan onu kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Tabii kimse doğrusunu bulamıyor ve sorun çözülmemiş olarak kalıyor. Başka bir kurum da çok basit bir yarış düzenliyor: İstanbul’un dışına çıkmayacaksın. Köprülerden geçmeyeceksin, karadan Üsküdar’dan Eminönü’ne geçeceksin. Bunun için bir milyon YTL ödül koyuyor. Tabii ki kimse geçemiyor ve o ödülü alamıyor. Buna benzer çok yarışmalar düzenleyebilirsiniz: Ağzını açmadan konuşacaksın! Gözlerin kapalı iken göreceksin! Bunlara benzer istediğin kadar örnekler üretebilirsiniz.
Nitekim bunun bir örneğini Sn. sabık Adalet Bakanı Cemil Çiçek vermiştir. Televizyona çıkıp: ‘Biz böyle çözüyoruz. Kimin başka çözümü varsa getirsin. Dinlemeye hazırız.’ demiştir.
Biz de randevu istedik ve çözüm önerimizi götürdük. Sağ olsunlar, bizleri kabul etme nezaketini gösterdiler. Allah ondan randevu verme ve dinleme konusunda razı olmuştur.
Öneri olarak dört tane yüksek kurul kurulsun dedik:
1. Soruşturma Yüksek Kurulu,
2. Savunma Yüksek Kurulu,
3. Bilirkişiler Yüksek Kurulu,
4. Hakemler Yüksek Kurulu.
Bu kurullar siyasi partilerin atadıkları ilim adamlarından oluşsun ve bunlar Türk yargısını bağımsız, yansız, etkin ve saygın hâle getirsin.
Bu önerimiz 3 çarpı 3 kadar açık ve net değil midir?
Buna karşı Sn. sabık Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in bize verdiği cevap şu olmuştur:
‘Çözümlerin içinde ADİL DÜZEN olmaz! Bu sizin öneriniz ADİL DÜZENdir! Bu partide bu olmaz!’
Nerde olmaz/mış?
Adında ‘adalet’ kelimesi olan partide olmaz/mış!
Oysa ilân ederken bu şartı koşmamışlardı.
İşte, AK Parti doğruları arıyor ama; yanlışlar içinde doğrular icat edilecektir, doğru olan reddedilecektir. Öncelikle en akıllılarından biri olan Sn. Cemil Çiçek’e ve tüm AK Partililere şunu hatırlatmak isteriz ki, doğru olan tektir. Üç kere üçün doğru çözümü tektir. Kimse başka çözüm getiremez. Siz doğruya ambargo koyuyorsunuz demek; doğruyu aramıyor, yanlışlar içinden birisini doğru yapmak istiyorsunuz demektir. Bu mümkün değildir. Kimse Allah’ın koyduğu kuralları yani sosyal ve tabiî kanunları değiştiremez.
Bu olayı neden anlattık?
Anlattık, çünkü AK Parti yine kendisini seçen ulusuna doğruları söylemiyor. ‘Kimin nesi varsa getirsin’ diyor; demesine diyor ama minik bir şartı var, önerilen “ADİL DÜZEN” olmayacak!
Ya ne olacak?
Batı dünyasının bâtıl düzenlerinden biri olacak; ya kapitalist olacak, ya da solcu sosyalist olacak! Ya meclis ekseriyetle seçecek, ya da halk ekseriyetle seçecek! İçkiyi bardakla mı içsek, tasla mı içsek; ne fark eder?!.
İçki değil de süt içeceksin süt, ey insan. Ekseriyetle seçtikten sonra ne ile seçersen seç, hep dengesiz sonuç çıkmayacak mı?
Ya nasıl seçeceksin? Uzlaşarak seçeceksin. Uzlaşarak seçmenin değişik yolları vardır:
1. İsteyen adayını gösterir. Seçiciler sıralama yaparlar. Birinin aldığı sıraların tersleri toplanır ve en yüksek derece alan seçilmiş olur.
2. Gruplar birer temsilci gönderir. Bunlar bir odaya kapanır. Uzlaşıncaya kadar orada kalırlar. Dışarı çıkan temsilciliği kaybeder. Gönderen de başka temsilci gönderemez. Sonunda uzlaşanlar kalır ve o uzlaştıkları kimse başkan olur.
3. Temsilciler ortak vekil seçerler. Ortak vekil istişare ettikten sonra birisini atar. Bu da bir seçimdir.
4. Başkan adayları kendi aralarında uzlaşarak başkanı belirlerler.
Görülüyor ki çözüm tektir, o da uzlaşmadır. Uzlaşmanın yolları ise değişik olabilir. Siz bizden daha adil uzlaşma yolu getirebilirsiniz. Ama; hayır, ‘Biz ekseriyet sistemini istiyoruz, dayatma sistemini istiyoruz!’ derseniz; siz üç kere üçün dokuz ettiğini reddediyorsunuz demektir.
Biz çalışma arkadaşlarımızla “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” diye bir taslak hazırladık. Bu taslak kırk senelik çalışmalarımızın mahsulüdür. Milleti dalâlet içinde oyalayıp, onları kandırıp birkaç yıl daha iktidar olma peşinde değilseniz; gelin bizi de muhatap alın. Yani sizin Anayasa çalışmanıza, AKP anayasa çalışmasına bizi de çağırın, size anlatalım. Dinleyin, sonra yapmayacaksanız yine yapmayın!
Ama çağırmazsınız, çağıramazsınız; çünkü mum yanınca karanlıklar ortadan kaybolur, doğru yanlışı her zaman yener. Maalesef yanlışlar, adaletsizlikler, zulümler içinde yaşamamız için karanlıklarda kalma çabası içindesiniz.
***
Türkiye nasıl çökertiliyor?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
19.09.2007
Bundan önce de benzer şeyleri yazdım, bundan sonra da tesirini ve o tesirin eserini görünceye kadar yazmaya ve hatırlatmaya devam edeceğim…
Dünkü yazım borçlanma, faizli borçlanma, faiz belası ve bu belaya bağlı ve bağımlı olarak ülkemizin, devletimizin, hükümetimizin, halkımızın başına gelebilecekler etrafında şekillenmişti. Ben ısrarla ne diyorum, ne gibi hatırlatmalarda bulunuyorum? Özet olarak bir kere daha hatırlayalım:
Sömürü sermayesi Türkiye’yi borçlandırarak faizli inşaat kredisini veriyor...
Bu borçları alan bankalar dolar olarak aldıkları faizli kredileri Türk Lirasına tahvil ederek piyasaya satıyor ve elde ettikleri Türk Lirası ile halkımıza veya şirketlerimize faizli mesken kredilerini veriyor...
Böylece;
-Önce Türkiye borçlanıyor, ülkeye karşılığı olmayan dolarlar giriyor...
-Sonra bu dolarlar ülke parasına yani Yeni Türk Lirasına tahvil ediliyor…
-Daha sonra bankalar tarafından bu paralar faizli mesken kredisine dönüştürülüyor…
-En sonunda bu faizli krediler 20-25 yılda geri ödeniyor; ya da ödenmesi düşünülüyor…
Başta ABD olmak üzere, kimi AB ülkelerinde başarılı olamayan bu sistem, nasıl olacaksa ülkemizde yani Türkiye’de başarılı olacak ve olumlu sonuç alınacak/mış!..
*
Oynanmakta olan oyun gayet basit. Dümen kurulmuş, çark dönüyor, sistem işliyor ve sonunda olan oluyor; halk sömürülüyor, hükümet bütçeleri soyuluyor, devletler çöküyor…
Bu basit oyunla Türkiye çökertiliyor ve sömürü sermayesi bir taşla dört kuş vuruyor.
1.
Önce Türkiye’ye bu sistem aracılığıyla dolar plase ediyor ve doların değerini düşük tutarak ülkemizin ihracat yapması zorlaştırılıyor, ithalat kolaylaştırılıyor.
Türkiye ve Türk halkı bizzat kendisi üretim yapıp tüketeceğine ve ihracat yapacağına, faizli kredilerle borçlandırılıp tüketici ve ithalatçı hâline getiriliyor...
2.
Türkiye’nin evleri, Türkiye’nin konutları, Türkiye’nin binaları, Türkiye’nin inşaat sektörü birden bire yüzde yüz daha pahalı oluyor. Dolayısıyla kiralar da yükseliyor.
Türkiye’deki inşaat sektörü canlanıyor ama; tarım sektörü ve sanayi sektörü çöküyor. Birden bire tarım ve sanayi üretiminden inşaat alanına kayılıyor...
3.
Halkın eline geçen dolar veya YTL ile Çin’den çok ucuz mallar getiriliyor. Böylece dünyanın en yoğun nüfuslu ülkesinde Çinliler karın tokluğuna çalıştırılıyor ve gelen dolarlar sonra Çin fabrikalarının kârı olarak yine ABD’ye yani sömürü sermayesine dönüyor.
Bu döngü ile bizi ilgilendiren önemli bir şey yapılmış oluyor: Türkiye’nin anapara ve faiz borcu durmadan artıyor, Türkiye gittikçe borca batıyor, adeta faizli borç bataklığında boğulacak hâle getiriliyor...
4.
Artık bizim için dördüncü önemli olan husus, musibet veya bela gerçekleşiyor ve iç üretim duruyor; tarlalar ve her türlü tarım arazileri ekilmiyor, fabrikalar ve atölyeler kapanıyor...
Daha da beteri, halkımız ekip biçmeyi yani çiftçiliği unutuyor, işçiliği ve ustalığı unutuyor...
Tarlalar, o güzelim tarım arazileri kıraç topraklar hâline geliyor ve bir zamanlar kendi kendine yeten nadir tarım ülkelerinden biri olan ülke topraklarımız artık işe yaramaz çorak alanlara dönüşüyor...
Binbir emek ve çok kıt imkânlarla son seksenbeş yılda devlet politikaları ve halkımızın desteği ile oluşturulan fabrikalar, binalar, makineler, tezgâhlar da paslanıp yok oluyor...
Meselenin daha da korkunç tarafı, ülkemiz tarımı ve sanayiyi unutmuş ilkel bir topluluğa dönüşmüş oluyor ve; ülke insanımız sadece inşaatı biliyor, sadece inşaat işçiliğini bilir hâle geliyor veya getiriliyor, daha doğrusu öyle yapılmak isteniyor!..
*
İşsizlik almış başını gidiyor…
Borçlar durmadan alabildiğine artıyor…
Adaletimiz etkin ve saygın olma özelliklerini yitirmiş…
Medyamız ise millî olmadığı için bu sorunları dile getirmez olmuş…
Hâsılı; binmişiz zalim bir alâmete, gidiyoruz her türlü sosyal ve ekonomik tufana veya kıyamete…
Yarın, bu gelişmeler sonucunda neler olduğu ve çözümleri üzerinde duralım…
***
Çökertilmekte olan Türkiye nasıl kurtulur?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.09.2007
Türkiye’nin nasıl çökertildiği üzerinde durmaya devam ediyoruz…
Dün ve önceki gün yazdıklarım üzerinden mesele üzerindeki değerlendirmelerimizi sürdürüyoruz… Sonrasında neler oluyor, çökertilen ülkemizde bizi neler bekliyor?..
Konuyu biraz daha irdeledikten sonra çözümler üzerinde duralım.
1.
Türkiye’de yeteri derecede inşaat yapıldıktan sonra artık evler, binalar ve her türlü gayrimenkuller çoğalıyor. Bunların ihtiyaçtan fazla olarak bu kadar çoğalmasına paralel olarak kiralar birden düşüyor. Çünkü inşaat sektörünce üretilen gayrimenkullerin fiyatları sıfırlara doğru seyreden mallara dönüşüyor. Kiracı bulamadığınız evinizi veya değişik amaçlar için inşa ettiğiniz veya ettirdiğiniz binanızı harap olmasın diye bedava vermek isteseniz bile kiraya veremezsiniz. ‘Kiralıktır’ ilanları giderek artıyor…
Mesela, bir çalışma arkadaşım anlatıyor: Benim köyde babamdan kalan yüz senelik ahşap ağırlıklı inşa edilmiş çok değerli bir evim var. Harap olup gidiyor. Biri içinde otursa, değil kira almak, üste para da verebilirim ama arayıp soran yok!..
Bu durum genel ekonomi ve inşaat sektörü bakımından büyük bir yıkımdır.
2.
Türkiye’de Türk halkı tarafından binbir meşakkat ve zorluklarla üretilen gayrimenkuller kiraya verilemediği için faizli kredi taksitleri ödenemiyor. Borç ve faizler kartopu misali giderek büyümeye devam ediyor. Böylece bankalar evlere el koyuyor ve ev sahibi, bina sahibi, gayrimenkul sahibi oldum diyen aileler veya şirketler zamanla tüm varlıklarını kaybediyor.
3.
Türkiye bu şekilde sistematik bir operasyonla satılmaktadır! Şimdi ülkedeki tüm meskenlerin, tüm binaların, tüm gayrimenkullerin sahibi bu faizli kredileri veren sömürü sermayesi oluyor. Sonunda ne oluyor? Sömürü sermayesi bu sefer eski sahiplerini kendi evlerinde kiracı olarak oturtmaktadır!
4.
Türkiye artık ekonomik bağımsızlığını kaybetmiş, Türk halkı esir bir topluluğa dönüşmüştür... Ülkenin fabrikaları kapanmış, sanayisi çökmüş, tarlaları kırlaşmış, tarım sektörü tarumar edilmiş, halk işsizler ordusu olarak adeta kentlere sürgün edilmiş ve bir sürü hâline getirilmiştir...
*
Düşünelim; işte bu gidişata, bu çöküşe karşı ne yapabiliriz?
Buna saldırılara karşı nasıl durabiliriz? Türkiye’yi nasıl kurtarabiliriz?
1.
Halk olarak başta kooperatifleşme şeklinde olmak üzere, değişik şekillerde organize olup esnaf marketleri, konsinye marketleri, mala-mal marketleri ve e-marketler kurmalıyız. Böylece iç piyasamızın şartları içinde dengemizi sağlamalıyız. Üreticiden mal alıp tarımımızı ve sanayi üretimimizi sürdürmeliyiz.
2.
Halk olarak Çinlilerle ve diğer ülkelerle takas/barter/mala-mal ekonomisi kurmalıyız. Yani onlara dolarla -hattâ mümkünse YTL ile- değil, ürettiğimiz mal karşılığı mallarımızı satmalıyız. Ucuz ürettiğimiz mallarla onların mallarını mübadele etmeliyiz, değiştirmeliyiz, takas yani barter yapmalıyız.
3.
Halkımızın inşaat sektörünü kurup halkımıza faizsiz kredi ile evleri ve diğer her türlü gayrimenkulleri üretmesini öğretmeliyiz. İnşaat sektöründe istihdamı sağlamak, ucuzluğu gerçekleştirmek ve dışa bağımlılıktan kurtulmak için halkımızın ürettiği mallar ile inşaat yapmalıyız. İthalat malzemesini inşaatlarımızda kesinlikle kullanmamalıyız. Böylece kendi emeğimizi ve ülke varlıklarımızı değerlendirmiş olacağız. Arsaları parselleyip tarla fiyatı ile inşaata şarj etmeliyiz. İşçilere ücret yerine inşaattan pay vermeliyiz. Yani konutların ve her türlü binaların pahalılaşmasına izin vermemeliyiz.
4.
En önemlisi; halkımız faizli kredi taksitlerini ödeyemediği zaman haraç mezat evinin, binasının, gayrimenkulünün satılmaması için biz yine ‘halk organizasyonu’ olarak satın almalıyız. Taksitleri biz ödeyerek evlere ortak olmalıyız. Bunun için İstanbul’da veya yaşadığımız kentte on kadar ‘halk konut-yapı kooperatifleri’ kurup sömürü sermayesinin bu zalim saldırısına halkımızla birlikte karşı durmalıyız. Zulme karşı adaletle karşı koymalıyız.
Sonuç olarak, şairin dediği gibi diyorum ki;
Allah’a dayan, saye sarık, hikmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
***
Kur’an ve ilmin ışığında;
yağmur, sulama ve ekonomi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
24.09.2007
Özellikle son 10-15 yıldır, günlük hayatın ekonomik, siyasi, sosyal ve diğer faaliyetleri yanında; çalışma arkadaşlarımızla birlikte “Kur’an ve İlim Seminerleri” ağırlıklı ilmî faaliyetlerimizi de hiç aksatmadan sürdürmeye devam ediyoruz… (www.akevler.org’da seminer notlarını bulabilirsiniz.) İlim ve o ilmi ömür boyu talep etmek çok önemli. Hem de bazılarının dayattığı gibi sadece sekiz yıl zorunlu değil; İslâm’ın emrettiği üzere beşikten mezara kadar olmak üzere -yani, mesela o kadar ömür sürenler için- seksen yıl ilim talep etmek farz yani zorunludur. Kimlere zorunludur? Elbette bunun böyle olduğuna inanıp iman eden ve anlayanlara.
İddiamızı delillendirelim: “Talebu’l-ilmi feriydatün alâ külli müslimin./ İlmi talep etmek her müslümanın üzerine farzdır.” (Hadis) Neden farzdır? Bilen ile bilmeyenin farkı ortaya çıksın, mü’min ile kâfirin farkı anlaşılsın diye: “Hel yestevillezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûne?/ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Âyet)
Tevafuk eseri olsa gerek, oruç zamanı olan Ramazan ayını ve mevsimlerden sonbaharı idrak ettiğimiz bu günlerde yapmakta olduğumuz Kur’an merkezli ilmî çalışmalar, başta ekonomik ve sosyal alanlar olmak üzere, hayatımız açısından çok yönlü sonuçlar içermekte. Bu hafta bu çalışmaların bir kısmını siz değerli okuyucularımla paylaşmak, yaşadığımız maddî ve manevî mevsimle çok mütenasip olacak.
Niyet ve çalışmak bizden, bereket ve tevfik Allah’tan...
*
Bakara Sûresi’nin başından başladık, doksan haftadır üzerinde çalışıyoruz, sonlarına yaklaştık, 260’lı âyetlerdeyiz. 265. âyette anlatılanlar için “Ke meseli cennetin/ cennetin meseli gibidir.” deniyor. Âyetin tamamı şöyle: “Allah’ın rızasını kazanmak ve ruhlardaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin meseli/durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir cennete/bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da dört kat fazla ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çise/çisinti düşer (ve yine ürün verir). Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Kur’an, 2/265)
Evet, burada “Ke meseli cennetin/ cennetin meseli gibidir.” deniyor. Oysa daha önce “Ke meseli safvanin/ kayalık meseli gibidir.” demiştir. Bu âyetin tamamı da şöyledir: “Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Öylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez.” (Kur’an, 2/264)
*
“Cennet” bağlık ve meyvelik yer demektir. Öncesinde toprak bulunan kayalık diye bahsedildi, sonrasında cennet misali bahçeden söz edilmektedir. Bilindiği üzere toprak bitkiler tarafından oluşturulmaktadır. Bitkiler kökleri ile kayaları deler ve saplanırlar. Zamanla yapraklar dökülür ve çürür. Bitkiler böylece kayalardan aldıkları madenleri iare ederek toprak oluştururlar. Kökler kayalara saplanıp tutunmuş oldukları için yağan yağmur sağanak olsa da etki etmez, sabit kalır. Tabiattaki bitki örtüsü adeta insandaki deri gibidir, toprağın alınıp götürülmesini önler. Bitki örtüsü olmayan topraklar eğer karada iseler, yağmur suları tarafından alınıp denizlere götürülürler. Böylece bir taraftan deniz dolmaya başlar, diğer taraftan karalar topraksız yani hayatsız kalır. Hafifleşen dağlar yeraltı magmanın kaldırma kuvveti ile yükselmek ister ve bu da zelzeleye sebep olur. Bu sebepledir ki dünyada çok az çıplak kaya vardır, yeryüzü bitki örtüsü ile kaplıdır.
Yüksek yerlerin, tepelerin bir özelliği vardır. Rüzgâr doymuş su buharı içerir. Bu rüzgâr bir tepeye çarptığı zaman yağmur yapmaz, çise yapar. Dağa çarptığı zaman da yağmur yapar. Yüksek yerlerde temiz hava vardır, çünkü pis hava aşağı yerlere çökmektedir. Oksijen yüksek yerlerde daha fazladır. Dolayısıyla hayvanların burada yaşamaları daha kolaydır. İnsanlar da dinlenmek için ya deniz kenarlarına ya da dağlara çekilirler.
Burada “rabvet” kelimesi geçmektedir ki, “terbiye” kelimesi de bu kökten gelmektedir. Tepenin yeşilliklerle terbiye edilmesi gibi insan da bedenen veya ruhen eğitilmektedir. Ağaçlar da böyle büyümektedir. Meseleyi anlatırken “ona vâbil/yağmur isabet etmiştir” denmektedir.
Yağmurlar dört şekildedir.
1) “Tall” çise demektir. Yağmaz ama bitkileri yapraklarından doyurur. Bitkiler köklerinden su aldıkları gibi yapraklarından da alabilirler.
2) İkincisi ve burada geçen “vâbil”dir. Vâbil yağmur taneleri ihtiva eder. Yavaş yavaş toprağa düştüğü zaman toprak onu emer ve içer. İşte istenen ve makbul olan yağmur budur.
3) Üçüncüsü “matar”dır, sağanak hâlindeki yağmur demektir. Yağdığı gibi akıp gider, topraklar ve bitkiler ondan yararlanamazlar.
4) Dördüncüsü “sayyib”dir; bu da yıldırımlı ve şimşekli yağmurdur.
Bu tepeye ve bu tepedeki bahçeye vâbil yani tatlı yağmur, normal yağmur, istenen yağmur yağmıştır. Toprak onu emmiş, toprak su ile dolmuştur. Sonra bitkiler o yağmur sularını kullanacak ve gelişecektir.
Kur’an bize sulama tekniğini de öğretmektedir. Yağmurlama suretiyle yapılan sulama yararlıdır. Yağmurlama sistemi havayı ve yaprakları temizler, toprağı en uygun şekilde sulandırır. Ayrıca bu sayede sular havayla temas edince oksijenlenmiş olur. Çünkü sadece canlıların değil, köklerin de oksijene ihtiyacı vardır.
***
Kur’an ve ilmin ışığında;
yağmur, sulama ve ekonomi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
Burada anlatıldığı şekliyle, üzerine bol yağmur yağmış ve iki kat ürün vermiştir. Demek ki sulanan topraklar iki misli verim verirler. Ne var ki yeraltı suları ile aşırı şekilde sulanan topraklar (Konya ovasında ve Güneydoğu bölgemizdeki gibi) çölleşmekte, tuzlanmakta ve verimi azalmaktadır. Ancak yağmur suları ile sulamamız hâlinde topraklarımız uygun hâle gelir. Bundan dolayı göller ve göletler yağmur suları ile dolmalıdır. Yağan yağmurlar toprakla değil de bitki örtüsü ile temas etmelidir. Yeryüzünde bitki örtüsü olmayan yer kalmamalıdır. Böylece yağan yağmurlar göllere temiz olarak gelirler. Bu sularla sulanan topraklar da temiz olurlar.
Kur’an burada misal olarak bir tepeyi getirmiştir. Çünkü tepelerde yağan yağmurlar tuzları alıp götürürler. Oysa düz yerlerde tuzlar oraya çöker ve kalır. Başlangıçta düz yerler verimlidir, çoraklaşıncaya kadar oralar daha bereketlidir. Ama düz yerler zamanla çoraklaşır. Bundan dolayıdır ki sulama işleri, suni sulama işleri yamaçlarda yapılmalı, sulama suları düz yerlere gitmeden kanallara alınmalı ve denize gönderilmelidir. Ovalar ise doğal yağmurlarla sulanmalıdır.
Su hayattır. Su damarlarda akan kandır. Kanda şeker ve yağ çok olunca sıkıntılar meydan getirmektedir. Suların devrinde de dengesizlik ortaya konmamalıdır. Sanayi artıkları ile sular ve denizler kirletilmemelidir.
Bu âyette geçen “dı’f” kelimesi iki kat demektir ki, “dı’feyn” şekliyle dört kat anlamındadır. Verim dört misli artar demektir. Gökten inen yağmur saf sudur. İçinde zararlı veya fazla tuzlar yoktur. Ekilen şeylerin köklerinden gelen mineralleri de kullanarak bünyedeki verimliliği dört kata çıkarmaktadır.
“Vâbil/yağmur isabet etmezse” ne olur? Örneği verilen bu tepe öyle bir tepedir ki, vâbil/yağmur isabet etmezse çise isabet eder, susuz kalmaz. Çünkü bir yer eğer susuz kalırsa o zaman oradaki bitkiler kurur, yeşillik ortadan kalkar. Sonra birden gelen sağanak yağmur her şeyi alıp götürür.
*
Bu âyetlerin iyi anlaşılması için köylerde büyümüş olmak, bunları yani bu tabiat olaylarını bizzat yaşamış olmak gerekir. Eskiden Araplar çocuklarını sütannelerine verip büyütürlerdi; çöl ve çadır hayatını görsünler diye. Biz de şimdi şehir dışındaki dinlenme evlerini öneriyoruz. Kentte oturan herkesin kent dışındaki kırlarda en az bir dönüm yerinin ve orada bir ahşap evinin olması gerekir. Çocuklar hiç olmazsa tatil günlerinde ve hafta sonlarında oralarda yaşamalı, oraları görmelidir. Çisenin, çiseleyen yağmurun, onu emen toprağın, soğuk ve temiz havasını solumalıdırlar.
Şehirde büyüyüp doğayı göremeyen insanların beyinlerinde boşluk var demektir. Bunun dışında bugün köyler boşalmakta, tarım unutulmaktadır. Şehir çocukları yarın oraları, o arazileri, o tarım topraklarını işleyemez ve işletemez hâle gelmektedir. Yapılacak iş; artık halkımızı köylerde sabit tutmak, oraları canlı hâle getirmektir.
Bu nasıl olacaktır?
Teknoloji köylere götürülmeli, oralara kredi verilmeli, tarım ürünleri sübvanse edilmelidir. Şöyle ki, selem senedi ile sipariş alan köylü, selem senedini kredilendirmeli, faizsiz kredilendirmeli, sanayi kredisi verilmelidir. O zaman sanayinin rantını tarıma aktarmış oluruz.
*
Burada geçen “tall” kelimesi ıslak topraktır. Toprağı ıslatan çiğe de “tall” denir. Çise olarak geçmiş olmaktadır. Yağmur yağmıyor ama esen rüzgâr nem bırakıyor, toprağı kurutmuyor. Yapraklar da nemli hava geldiği için çok su harcamıyor. İki misli verim vermiyor ama normal olarak daima yeşildir ve meyvelidir. İşte, gönül rızası ile malını infak edip menn ve eza yani başa kakma ve incitmeye tâbi tutmayanların durumu budur.
Zekât ne yapıyor?
Ekonomide denge vardır. İşçiler işyerlerinde çalışır ve ücret alırlar. Onunla mağazalara gidip kendi ürettikleri malları alırlar. Mağazalar tüccarlardan, tüccarlar da işyerlerinden malları satın alırlar. İşçiler yeniden çalışırlar. Böylece ekonomik döngü devam eder gider.
Ne var ki bazen bu döngü kesilir. İşçiler işsiz kalır. Ellerine para geçmez. Mağazalardan mal alamazlar. Mağazalar da tüccarlardan mal alamazlar. Tüccarlar da fabrikalardan mal alamazlar. İşçiler de işsiz kalmış olurlar. Böylece tüccarlar da mal alıp satamaz, dolayısıyla ekonomik kriz olur.
İşte, burada zenginlere düşen bir iş, bir görev vardır; kriz zamanında da zekâtlarını vermek. Böylece mallarının kırkta biri eksilecektir ama bu sayede halkın eline geçen paralarla mağazalardan malları alacaklar; onlar da tüccarlardan alacaklar; onlar da fabrikalardan alacaklar ve fabrikalar işçileri çalıştırıp iş vereceklerdir. Böylece ekonomik döngü başlayacak ve zekât veren tüccar o verdiği kırkta biri ikinci döngüde kâr olarak elde edecektir.
İşte ekonomideki çise yani çiseleme de bu zekâttır. Yağmur ücret ise, çise de zekâttır. Çise sayesinde dağdaki yeşillik sürer gider. Yeşillik yağmuru çeker, yağmur sel yapmaz. Zekât vermezseniz tepe çıplak kalır, erozyon olur, toprak denizlere akıp gider.
Burada bir taraftan doğadaki canlılığın oluşması, yağmurun fonksiyonları ve toprak anlatılırken, diğer taraftan da ekonomik sağlıklı döngü ve tıkanmalar anlatılmaktadır.
***
Yeni Anayasa çalışmalarına katkı
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
26.09.2007
Bugünkü yazımda “Yeni Anayasa” etrafında yapılan tartışmalar üzerinde durmaktan ziyade, bu çalışmalara katkı mahiyetinde “Yeni Anayasanın Temel Esasları” olabilecek on madde ile öneriler sunuyorum.
[Hatırlatma: Bu katkı önerileri bu alandaki kırk yıllık çalışmalarımızın özüdür. Tamamı geniştir; ilgilenenlere…]
1- Türk Ulusu tanımlanmalıdır.
Ulussuz devlet olmaz. Türkiye devleti Türk ulusunundur. Bu tartışılamaz. Yapacağımız tek şey Türk ulusunun kimlerden oluştuğunu belirtmektir. Mustafa Kemal bunu dört umdeye bağlamıştır:
a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak.
b) Türkçe konuşmak.
c) Müslüman olmak.
d) “Ben Türküm” demek.
Biz bunu biraz değiştiriyoruz:
a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, başka ülkenin vatandaşı olmamak.
b) Türkçe bilmek; ama başka dilleri de bilebilir, konuşabilir, yerel yönetimlerde başka diller kullanılabilir.
c) Azınlık haklarından yararlanmamak.
d) “Türküm” demek. Bu “Kürdüm” demeye mâni değildir. Irkın değil, ulusun alt kimlikleri olabilir; olacaktır da.
2- Lâiklik tanımlanmalıdır.
Anayasamızın 24’üncü maddesi çok açık olarak lâikliği tarif etmiştir.
a) Kamunun değil, devletin;
b) Düzenin değil, temel düzenin;
c) Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı;
d) İstismar edemez ve kötüye kullanamazda “veya” değil, “ve” olarak ifade edilmiştir.
Oysa bugün tamamen farklı yorumlanmaktadır. Bunun tek çözümü vardır. Yargıyı hakemlerden oluşturup keyfi yorumlamalara son vermek.
3- Hakimlik sisteminden hakemlik sistemine geçilmelidir.
İhtilaflarda ve yargılama sürecinde hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçmelidir. Başhakemi hakemler seçmelidir. Hakemlerin kararları temyiz edilmemeli, hakemler aleyhine dava ikame edilebilmelidir. Yüce Divan milletvekillerinden oluşmuş hakemlerce oluşmalı, o zaman tüm dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır.
4- Ekseriyet sistemi yerine ortak vekillik sistemi getirilmelidir.
Temsilciler oluşmalı, temsilciler konuyu tartışmalıdır. Anlaşamadıkları hususlarda ortak vekil atayıp ortak vekil istişareden sonra karar almalıdır. Bu karar herkesi bağlamalıdır. Çünkü ortak vekil karar vermiştir. Ortak vekil sıralama usulü ile atanabilir.
5- Merkez Bankası’nın parayı nasıl çıkaracağı kanunla belirlenmelidir.
TCMB dış baskılardan veya siyasi baskılardan arındırılmalıdır. Karşılıksız para çıkmamalıdır. Para arz edilen emeğe avans olarak verilmeli yahut kredi stok edilen mala tanınmalıdır. Yapılar kredilendirilmelidir. Altınla değiştirilebilen bir para çıkarılmalıdır. Devlet taşınmazları alıp satarak para arzını dengeleyebilir. Devlet faiz almamalı, faiz de vermemelidir. Cebri icra kalkmalıdır.
6- Tek karar merciinin bürokrasi olduğu yerlerde, vatandaşa hizmet vereni seçtirmek ve hizmetliye ona göre maaş verme sistemi getirilmelidir.
Odalar birliği, tabipler odası, avukatlar odasının ve benzeri odaların yöneticilerini siyasi partiler atamalıdır. Aksi halde çoklu sistem getirilmelidir. Antidemokratik kuruluşlar artık tarih olmalıdır.
7- Seçim baraj % 5’e indirilmeli ve partiler oylarını birbirine kullandırabilmelidir.
Denge nisbî sistemde aranmalıdır. Partilere aldıkları oylar nisbetinde bakanlık verilmelidir.
8- Türkiye dengeli olarak 120’ye yakın ile bölünmelidir.
Bir ilin nüfusu bir milyon kişiden fazla olmamalıdır. Bölge merkezlerine valiler merkezden tayin edilmeli ve meclisleri olmamalıdır. Diğer illerin valilerini halk doğrudan seçmeli, bunların meclisleri de bağımsız çalışmalıdır. Cumhuriyet kanunları ancak merkez illerde ve devlet ana yollarında geçerli olmalıdır. İl içinde il kanunları öncelik taşımalıdır.
9- Her türlü eğitim ve öğretim serbest olmalı, imtihanlar devletçe yapılıp diplomayı devlet vermelidir.
Devlet halkın ne öğreneceğine değil, istediği şeyleri bilip bilmediğine bakılmalıdır. Devlet halka ‘sen bunu öğren’ diyebilir ama devlet halka ‘sen şunu öğrenmeyeceksin’ diyemez.
10- Tarikatlar resmileştirilip dinî cemaatler oluşturulmalı, partiler ve mesleki kuruluşlar gibi onlara da yönetim içinde yer verilmelidir.
*
Sonuç olarak; ya demokrasi ya da dikta rejimi...
İkisinin arası, ikisinin ortası yoktur.
Bir kere daha hatırlatıyor ve uyarıyoruz: Devletimizin yıkılmasını istemiyorsak, ya demokrasiyi -sözde değil özde gerçek demokrasiyi- tam uygulayalım; ya da tek parti rejimine geçelim!..
Aksi halde endişemiz şudur; “1982 Anayasası”nın zulmü bile, “Yeni Anayasa”nın adaletinden daha iyi olabilir. Olmamasına dikkat etmemiz gereken asıl hassas nokta da budur; zulüm mü, adalet mi?!.
***