Milli Gazete 2007 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2007 1.Baskı
1187 Okunma
2007 Ocak

 

 

 

ADİL

EKONOMİK DÜZEN

 

 

 

 

 

GÜNLÜK KÖŞE YAZILARI

2007

DÖRDÜNCÜ KİTAP

 

 

REŞAT NURİ EROL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

T A K D İ M

 

 

İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.

YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.

İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.

YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.

HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.

İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.

Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:

a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.

b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.

c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.

d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.

Bugün âlim olanlar Amerika’daki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece “nakledenler” yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerika’daki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...

Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.

Bu “düzen” insanlığa yetmemektedir, bu “ZALİM DÜZEN” insanlığı sömürmektedir.

Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.

*

1967’de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...

NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, “Adil (Ekonomik) Düzen”i de bırakarak AK Parti’yi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından “Adil Düzen”in teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...

Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazete’deki köşesinde AKEVLER’in geliştirdiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...

Açıkça ifade ediyorum;

Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABD’deki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiye’de veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.

İslâmiyet’i savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyet’e hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.

*

REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiye’deki sözcülüğünü değil, Akevler’deki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiye’de değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.

ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.

Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.

OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.

*

REŞAT NURİ EROL’un yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.

Bu durum sakın sizi yanıltmasın.

YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROL’UN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.

Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.

BEDİÜZZAMAN’IN “RİSALELERİ” YAŞAYACAK...

MEHMET AKİF ERSOY’UN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...

REŞAT NURİ EROL’UN “YAZILARI / KİTAPLARI” YAŞAYACAK…

BU “KİTAPLARI” DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...

KİTAPLARDA “III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞI”NI BULACAKSINIZ...

Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...

 

Süleyman KARAGÜLLE

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MEDHAL / ÖNSÖZ

 

 

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?

Her gün karşılaştığım insanlar soruyorlar, hemen hemen her gün gelen sorularla soruyorlar, gittiğim yerlerde soruyorlar, çeşitli şekillerde soruyorlar:

- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?

Dünkü yazımda ve bundan önce bu köşede yazdığım pek çok yazıda, ayrıca kırk kusur yıldan beri yazdığımız kırk bin sayfada ve kitaplarımızda bu soruya “cevap/lar” verdik…

Dün, bir kere daha “Adil Ekonomik Düzen nedir?” sorusunun cevabını verdik…

Bugün de “ADİL DÜZEN nedir?” sorusunun cevabını -bir kere daha- verelim…

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” -her şeyden önce- ilâhi mesajları bugünkü müspet ilmin ışığında yorumlayarak günümüzün sorunlarını çözme çalışmasıdır...

1967 yılında İzmir’de kurulmuş “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi”nin ve 2000 yılında İstanbul’da kurulmuş olan “Akevler İstanbul Konut-Yapı” ve “Akevler İstanbul Tüketim” kooperatiflerinin ilmî çalışma sonuçlarının Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından benimsenen ve bütün insanlığa duyurulan siyasi bir programdır...

Bu girizgâh ve tanımlamalardan sonra konuyu biraz daha açıp berraklaştıralım…

1) KUR’AN SON KİTAPTIR. Dille ve yorumlama usulü ile bize ulaşmıştır. Kendisinin Allah’ın kitabı olduğunu kendisi ispat eder. Sözleri 14 asır öncesinde Hazreti Muhammed aleyhisselâma gelmiş ve bize mütevatiren ulaşmıştır; manâsı ise Allah tarafından icma ve içtihatlarla kıyamete kadar yeniden inzâl olunmaktadır. Dolayısıyla hiç eskimez, daima yenidir, daima canlıdır, daima sorun çözücüdür. Onda günü geçen hükümler yoktur.

2) AKEVLER’İN “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ÇALIŞMALARI İstanbul’da her gün (her akşam) devam etmektedir:

a) Her hafta yayımlanan “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” yani tefsir çalışmaları (www.akevler.org sitemizin “Seminerler” kısmında) notları…

b) “RÛHU’L-KUR’AN” adı altında Kur’an Arapçasının çok geniş ve detaylı dil, fıkıh, müçtehit yetişme/yetiştirme altyapısı oluşturma vs. çalışmaları…

c) “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” çalışmaları ve Kur’ânî delilleri… (Çalışmalarımızın bir kısmı “YENİ ANAYASAYA GEÇİŞ ÖNERİSİ / Anayasal Sistemde Ortak Görüş Arayışı” ismiyle kitap olarak 2012 yılında yayımlandı.)

d) “ADİL DÜZEN MUHASEBESİ” üzerinde çalışmalar...

e) Ve 1967 yılından beri sürdürülen İLMÎ VE AMELÎ diğer çalışmalarımız…

3) KUR’AN’A GÖRE; İNSANIN İLMÎ, DİNÎ, İKTİSADÎ VE SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI (EVLİYALARI) VARDIR. Yönetimi bunlar oluşturur. İnsanlıkta “DEVLETLER, İLLER, BUCAKLAR VE OCAKLAR” vardır; hakemlerden oluşmuş yargı vardır, yargı kararlarına uymayanlar mü’min değildir.

4) KUR’AN’DAN BU HÜKÜMLERİ ÇIKARABİLMEMİZ İÇİN KELİMELERİN FIKIHÇILAR TARAFINDAN DA KABUL EDİLEN ISTILAHÎ MANÂLARINI KULLANIYORUZ:

Allah= Topluluk, Resûl= Başkan, Salât= Toplantı, Zekât= Vergi, Velî= Dayanışma sorumlusu, Evliyâ= Dayanışma ortakları (Sosyal Sigorta); Nâs= İnsanlar (bugün yaşayanlar), Âdemoğulları= İnsanlık (Hz. Âdem’den kıyamete kadar), Kavm= Devlet; Şa’b= İl, Kabile= Bucak, Aşiret= Ocak (apartman yönetimi), Mısr= Kıta merkezi (Kıtalar Çin, Hint), Medîne= Bölge, Belde= İlçe, Karye= Semt (köy), Beyt= Ev; Hamd= Rant (emeksiz doğan değer), DİN= DÜZEN; Şir’a= Yasama, Minhac= Yargı, Viche= Yönetim, Mensek= Yürütme; Vezir= Bakan, Ülu’l-emr= Yönetici, Zi’l-kurba= Emekliler, Âmilîn= Görevliler, Garimîn= İflas edenler, Müellefe-i kulûb= Sanatkârlar, Âlimler…

Bunlar (bu örnekler) BİZİM kelimelere verdiğimiz manâ ve tanımlardır...

Siz başka manâ ve tanımlar verebilir, Kur’an’ı baştan sonuna kadar öyle yorumlar, siz de aynen bizim gibi bir “sistem/düzen” oluşturursunuz...

Bu “sistem/düzen” tüm “sosyal sorunları” çözer...

Mezheplerin yaptıkları budur...

Her bucak kendi icma ve içtihatlarını uygular...

Sonunda elenirler ve sadece birkaç mezhep veya ekol kalır...

Kur’an konuşma diliyle nâzil olmuş, kelimelerin tanımları yapılmamıştır.

Tanımlar içtihatlara bırakılmış, mezhepler oluşmuş; mahallî icmalara bırakılmış, değişik bucaklar oluşmuştur.

Kur’an böylece her asra ve her şarta uymakta ve insanların sorunlarını çözmektedir.

Kur’an’ı bu şekilde sorunları çözen “KİTAP” olarak kabul ettiğimize göre aramızda fark kalmamıştır. Bundan sonra tartışacağımız sadece onu nasıl anlayacağımızdır.

TEMEL PRENSİP ŞUDUR: Kur’an insanların bütün sorunlarını çözer; bunu kabul edenler Kur’an ehlidir. Bunlar Kur’an’ı anlarken birbirlerine yardım ederler.

Ortak çözümlere “İCMA”, anlaşamadıkları çözümlere “İÇTİHAT” diyoruz.

İcmalarda birlikte hareket edilir, içtihatlarda herkes kendi içtihadına göre hareket eder. İçtihatlar ortalama 5000 nüfuslu bucaklar seviyesinde yapılır. Bucağın icmalarına uymak istemeyen o bucaktan ayrılma (Hicret Demokrasisi) durumundadır...

 

Reşat Nuri EROL

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

OCAK 2007

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MERHABA!(*)

REŞAT NURİ EROL

07.12.2003

- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”

- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”

- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”

- Bütün insanlara da; “MERHABA!”

0-08 yaş dönemimde, memleketlerim “Kosova” ve “Sancak”ta(Bosna), şifahi bilgi ve kültürün ana kaynağı büyüklerimi dinlemeye bayılırdım. Küçük çocuklar “oda” denen salona alınmazdı; ama ben fırsatını bulup bir köşeye ilişir, yaşlı komşu ve akrabalarımızın sohbetlerini zevkle dinlerdim. İlginç olan, gerçekten “komşu” gibi komşu olduğumuz “Hıristiyan komşularımız”ın da olmasıydı. Balkanlar’da savaş hiç bitmez. Büyükler sohbetlerde savaş anılarını da anlatırlardı. Mesela, babam 4-5 yıl boyunca II. Dünya Savaşı’nın Almanya, Fransa ve Balkanlar’daki bütün cephelerinde savaşmıştır. Son Bosna ve Kosova katliamları ise zaten hepimiz için tazeliğini koruyor. İşte bu ve benzeri savaşlarda, “iyi komşular” birbirlerini koruyup kollar; hem de Müslüman-Hıristiyan komşusunu veya Hıristiyan-Müslüman komşusunu kollar. Nasıl mı? Anlatayım. Saldıran taraf Hıristiyan ise Müslüman komşular Hıristiyan evinde gizlenir; aksi durumlarda da Hıristiyan komşular Müslüman komşusunun himayesinde onun evinde gizlenir. Böylece “komşuluk” veya “kapı komşuluğu” böylesine zor zamanda “can yoldaşı” seviyesine çıkar. Ben “komşuluk” kelimesini ilk böyle bildim ve tanıdım.

10’lu yaşlarımda, Türkiye’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyüklükteki “Edirne Kara Sınırı Kapısı Kapıkule”den memlekete müteveccihen çıkarken, “Hoş geldin be komşo!” deyişi ile karşılaştım. Garip, ama gerçekti. Bulgar gümrük memurları bizi “komşu” olarak karşılıyordu. Demek ki, ülkeler de “komşu” oluyormuş. Böylece bir yaşıma daha girdim. Sonra ortaokul ve lise yıllarımda, evde ve okulda, “komşuluk hakkı”nı öğrendim. Hazreti Peygamber bile, “komşunun komşuya nerdeyse mirasçı olacağını” belirtmiş. Ama komşulukla ilgili şu hadis bana hep çok daha çarpıcı gelir: “Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” “Bizden değildir” yani “Müslüman değildir”!..

20’li yaşlarımın hemen başında, yüksek tahsil için gittiğim Almanya’da Hıristiyan dostlarım ve arkadaşlarım, yani “komşularım” oldu. Tahsil, ticaret, siyaset, sosyal faaliyetler sayesinde, zamanla o kadar çok ve çeşitli insan tanımaya başladım ki; Türkiye’nin içinden ve dışından gelenlerle, ne kadar çok komşularımızın olduğunu anladım. Balkan ülkelerinden ve Kafkaslardan gelenler, mübadeleler, iç ve dış göçlerle bir araya toplananlarla karışan ve kaynaşan insanlar, “o yöre, ülke ve bölgelerin komşuluğunu” da beraberlerinde getiriyorlardı. Nitekim “Türkiye’ye komşu” coğrafyalardan gelen arkadaşlarımla o yıllarda kurduğum dostluklar veya komşuluklar hâlâ devam ediyor…

30’lu yaşlarımın yine hemen başında, Arapça tahsili için Arabistan’a gittim ve tam yedi yıl kaldım. Evet; gittim, kaldım, yıllarca bizzat yaşadım ve gördüm ki; dünya, Türkiye ve çevresinden ibaret değilmiş!.. Riyad Üniversitesi’nde, dünyanın kırk ülkesinden arkadaşlarım oldu. Mekke ve Medine’ye hac veya umre için her gidişimde ise yetmiş-yedi milleti bir arada gördüm ve her seferinde adeta küçük mahşeri yaşadım. Meğer dünya ne kadar geniş, “dünyalı komşularımız” ne kadar da çokmuş…

40’lı yaşlar insanın olgunluk ve kemâl yaşları olur ya; bu yaşlarda edindiğim bilgi ve tecrübeleri sentez etmeye başladım. Her konudaki bilgilerimi Kur’an süzgecinden geçirmeyi öğrendim. Kur’an diyor ki:  “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve TANIŞASINIZ diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” [Hucurât(49);13] Kâinat çok büyük ve bu büyüklükteki âlemde dünyamız, deryada adeta bir damla. İşte bu küçücük dünyada altı/yedi milyar insan yaşıyor. Ayrı aile, kabile ve ülkelerde yaşasak da; bu ayrılık sadece “tanışmak” ve “komşu” olmak için veya komşu olup tanışmak için...

Globalleşen, küreselleşen ve artık bir köy kadar küçülen dünyamızda “komşuluk” daha bir önem kazandı. Mezopotamya dönemi, Nuh Tufanı sonrası dönem ve şimdi yaşamakta olduğumuz dönem insanlık için artık “tarih” oluyor. Yeni bir hayat, yeni bir dünya, yeni bir yaşam şekli, yani “şehir hayatı” yaşar olduk. Peki, bu şehir hayatının şekli, şemali, sistemi, düzeni nasıl olacak? Bunu düşünen, bilen, çözen var mı?..

Büyüyen ve değişen, ama bir o kadar da küçülen “yeni bir dünyamız” var. Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. İşte bu yeni dünyada, oturduğumuz apartmandaki “kapı komşularımızı” tanımasak(!) bile; bilgi ve iletişim çağının tv vs iletişim araçları ile evimizin içine kadar soktuğu diğer “dünyalı komşularımızı” her an görüyor, dinliyor ve tanıyoruz!.. Yoksa, tanımıyor muyuz?!.

Her gün haberlerle dünyanın dört bir tarafından evimizin içinde arz-ı endam edip cirit atan işte bu “dünyalı komşularımız” ile artık daha yakından tanışma zamanı gelmedi mi?..

Gelmesine geldi de...

Evet; onları, ülkelerini, bölgelerini ve dünyalarını; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal hayatlarını tanımak, tanışmak, tanış olmak… Dertlerini dinlemek ve derman olmak… Sorunlarına çare ve çözümler üretmek…

Yukarıdaki Kur’an âyeti “Ey İNSANLAR!” hitabı ile başlıyor...

Küçülen, bir köy kadar küçülen dünyamızda, artık “her insan komşumuz” mesabesinde. Hadis; komşusu aç yatarken, onun derdiyle ilgilenmeyenin “Müslüman” olmadığını söylüyor. Dertler de bir değil ki; maddî açlık çekenler var... Maddî sıkıntısı olmadığı halde, manevî açlık çekenler var...

Hz. İsa’nın havarileri ve Hz. Peygamber’in sahabeleri, kendi çağlarındaki şartlarda, dünyanın dört bir tarafında insanların imdadına yetişmişler…

Artık peygamberler de gelmeyecek...

Evet; iş başa kaldı, sorunlarımızı kendimiz çözeceğiz...

Öyleyse kendi sorunlarımızı kendimiz çözmek için daha ne bekliyoruz?!.

***

Yazımın hemen başında “MERHABA!” dedim ya...

Evet; birinci kitabın başında “MERHABA!” dedim ya…

Şimdi de dördüncü kitapla yeniden “MERHABA!” diyorum...

- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”

- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”

- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”

- Bütün insanlara da; “MERHABA!”

-----------------------------------------

(*) “MERHABA!” yazısını bilgisayarıma arşivlerken “İLK YAZI” demişim ama aslında benim/bizim Millî Gazete ile tanışıklığım/ız yukarıda sözünü ettiğim 20’li yaşlarımın hemen başına yani Millî Gazete’nin yayına başladığı ilk güne kadar dayanıyor. O zaman İzmir’de TEK YOL dergisini yayımlıyorduk ve kendiliğinden kendimizi gazetenin ikinci sayfasındaki günlük “TEK YOL” köşesinde buluverdik! Ayrıca gazetemizin İzmir ve Ege Bölgesi Temsilcisi oluverdik!..

1975 yılında MSP, Millî Görüş ve Millî Gazete çalışanları olarak Ege’yi ve Türkiye’yi taradığımız “Ve Zafer Yakındır” hamlesini 15 günlük tam sayfalık bir dizi yazısı yapmıştım...

Yine 1975 yılındaki bir gazete makalemde geçen “İslâm’ın sosyal adalet ve eşitlik esaslarına dayalı yeni bir düzen kurmak zorundayız.” cümlesi sebebiyle, o zamanki meşhur 163. maddeye istinaden İzmir ve İstanbul ağır ceza mahkemelerinde yargılandım!..

Dikkat edilirse, daha başlangıçta ve o yıllardaki yazılarımızda “YENİ BİR DÜZEN” diyor idiysek, demek ki “ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” çalışmalarımızı o zaman başlatmışız demektir; delili ve belgesi de o zamanki Millî Gazete arşivi ve Türkiye Cumhuriyeti İzmir ve İstanbul mahkemeleri!..

Millî Gazete’de yaklaşık iki yıl önce başlayan yeni yayın döneminde köşeme isim vermem istendiğinde hiç tereddütsüz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” deyiverdim!..

İstanbul, 29 Ekim 2012

 

 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeni yılda ekonomi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.01.2007

III. bin yıl başlayalı altı yıl oldu, yedinci yıla da hayırlısıyla girdik.

2001 uzun zaman 11 Eylül ile anılacak.

2002 pek çok yönüyle kaybedilen bir yıl oldu.

2003 yeni suni istikrar döneminin başlangıç yılıydı.

2004 ise ‘geçmiş yıllara nispetle yine de iyi gibiydi’ diyelim.

2005 yılı AB ve IMF müzakereleri ağırlıklı olarak gelip geçti!..

2006 değerlendirmelerine gelince; ‘Erçel’in Gözüyle’ köşesinde Gazi Erçel, yaşanan risklere bakıp 2006’yı (Dünya -27 Aralık 2006- ve Sabah gazetelerinde) on madde hâlinde özetlemiş:

1. Cari işlemler açığı, 2. İşsizlik, 3. Kayıt dışılık, 4. Döviz kuru rejimi, 5. Petrol fiyatları, 6. Faiz dışı fazla oranı, 7. “İkiz çapa” olan AB müzakereleri ve IMF ilişkileri, 8. Enflasyon hedefi, 9. ABD’deki büyümenin yavaşlaması, 10. Dolar likiditesinin azalması.

Bunların tamamına yakınına aynen katılmakla birlikte, özellikle işsizlik, cari açık, faiz ve enflasyon meselelerine vurgu hatırlatması yapmak isterim. Bizim her vesileyle andığımız meşhur ‘Türkiye’nin dört temel sorunu’ düşünüldüğünde (işsizlik, borçlar, adalet ve millî medya sorunları), Gazi Erçel’in bunlardan sadece işsizlik sorununu yazdığını görüyoruz. Mesela, ihracat ile ithalat arasında durmadan aşırı bir şekilde açılan makas, bütçe açıkları, özelleştirmeler ve dış borçlar gibi önemli eksiklere rağmen, doğru tespitler.

Ekonomiye devlet gözüyle bakıp devletin vatandaştan neler toplayıp nerelere harcadığına yani ne gibi hizmetler sunabildiğini göz önüne getirdiğimizde, ‘denk bütçe’ -54. Erbakan Hükümeti’nden beri bir yana,- her yıl giderek artan büyük bir bütçe açığı ya da cari açık ile karşı karşıya olduğumuzu hatırdan çıkarmayalım.

Halk olarak başta sivil toplum ile ekonomik kuruluşlar aracılığıyla harekete geçmeli ve devletten hizmet alamadığımız alanlarda kendi işimizi kendimiz görmeli, kendi hizmetimizi kendimiz üretmeliyiz.

*

Cari açık, faiz, yabancılaşma, sosyal güvenlik…

Başta cari açık olmak üzere, kimi yazarlar önemli meselelere dikkat çekiyorlar. Bunlardan biri de Veysel Seviğ. ‘2006 yılını geride bırakırken…’ (Dünya, 29.12.2006) yazısında, dört önemli meseleye işaret etmiş. Girizgâh bölümü bir yana, tasnif ettiğim şekliyle bu konulara tek tek bakalım:

1. Cari açığın hangi noktadan sonra ülke için risk oluşturabileceği konusunda bugüne kadar herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Cari açık bu nedenle ülkemiz için çok risklidir. Cari açığı dikkate almayan ülkeler zaman içerisinde beklenmedik sorunlarla karşılaşmışlardır.

2. Türkiye’de hâlen ekonomi üç ayrı konuya göre değerlendirilmektedir. Borsa, faiz ve kur ülke ekonomisi açısından çok önemlidir. Ancak bu konularda borsa endeksinin artması, faizlerin belli bir düzeyde seyretmesi, milli paranın giderek değer kazanması, her vakit ekonominin rayında olduğunu göstermemektedir. Kaldı ki Türkiye hâlihazırda dünya ülkeleri içerisinde en yüksek reel faizi ödeyen ülkedir. Yüksek faiz ve belli aralıkta seyreden kurlar ülkemize sıcak para (kaygan para) akımına neden olmaktadır. Bu bağlamda kurlar düştükçe sanal olarak artan milli gelir rakamları ve kişi başına düşen gelir övünç kaynağı olmaktadır. Ancak bu değerlendirme de yanıltıcıdır.

3. Ekonominin yabancılaşması konusunda yeteri kadar tartışma açılmamakta ve daha vahimi bu konuda toplumsal duyarsızlık sürmektedir.

4. Son olarak sosyal güvenlik konusunda topluma reform olarak tanıtılan ve şimdilik kısa bir süre (altı ay) ertelenmiş bulunan mevcut yasal düzenlemenin kendi içerisinde olan tutarsızlıklar ile sistemin yara alması, ekonomik ve sosyal çöküntünün ortadan kaldırılması için yapılan çalışmaların da yetersiz olduğunu söylemekte yarar olacaktır. Dünya ekonomisi de 2007 yılına bazı belirsizliklerle girmektedir. Mevcut olumsuzluklar risk faktörünü artırmaktadır.

*

Yeni yıl, bayram, İstanbul ve tebrik…

Yeni yılın hemen başında bayram vesilesiyle hareketli günler yaşadık, yollara düştük, İstanbul dışına çıktık, değişik şehirlerdeki yakınlarımızı ve dostlarımızı ziyaret ettik. Farklı mekânlarda farklı güzellikler yaşadık. Kur’an’a göre de iki bayram arası yıllık muhasebe ve gelecek yılın planlamasının yapıldığı dönemdir. Bu anlayış ve kavrayış henüz tam olarak uygulanmamakla birlikte, hiç olmazsa düşünce olarak gündemdeki yerini almaktadır. Düşünülmeye başlayan da elbette bir gün uygulanacaktır. Her şeyin bir ilki vardır.

Bayram vesilesiyle İstanbul dışına çıktık, o İstanbul ki; Türkiye’nin en büyük kenti olmasının yanında ülke ekonomisinin kalbi ve merkezi mesabesinde. Bazılarının benzetmesiyle söylersek, bir değil iki Avrupa ülkesi büyüklüğünde bir şehir, adeta sınırları belli belirsiz, komşu illerle iç içe. Her yıl bir milyona yakın göç alıyor, her gün yüzlerce yeni araç trafiğe giriyor. Tek kelimeyle, sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın gözbebeği harika bir kent. Ondan birkaç gün uzaklaşınca değeri daha iyi anlaşılıyor.  

Yeni yıl, yeni ekonomik yıl, kurban bayramı, iki bayram arası, yıllık muhasebe ve gelecek yılın planlaması gibi konularınızın hayırlı olmasını diler, bu vesileyle geçmiş bayramınızı tebrik ederim…

 

 

***

 

 

 

 

 

2006’dan 2007’ye doğru…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.01.2007

Dünkü yazımda genel olarak yeni yıl, yeni ekonomik yıl, kurban bayramı, iki bayram arası, yıllık muhasebe, gelecek yılın planlaması, İstanbul ve Türkiye gibi konular üzerinde durdum.

2006 yılını yaşadığımız iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı- zararlı, doğru-yanlış, başarılı-başarısız yönleriyle geride bıraktık ve hayırlısıyla 2007 yılını yaşamaya başladık…

Madem ki dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal yönleriyle hayatımızın yeni bir yılına ve yeni bir dönemine girdik; o halde dün de işaret ettiğim üzere, geri dönüp 2006’da yaşadıklarımıza kısaca bakmak, mutlaka değerlendirme yapmak, yapılan hatalardan dersler çıkarmak gerekir. Bunu yapalım; yaptıktan sonra da derhal önceki günlerde, haftalarda ve aylarda muhasebe yapıp planladığımız üzere 2007 yılı üzerinde duralım.

Geçmişin muhasebesini yapmak ve geleceği şekillendirmek bir beşer için ne kadar mümkünse, en azından o kadarını yapmak zorundayız. Yapılması gerekenleri yapmadığımızda, ortaya çıkan sonuçları yaşanmış tecrübelerle biliyoruz. O halde hiç olmazsa bundan sonrası için aman dikkat!

Yakın, orta ve uzak vadedeki yarınlarımızın istediğimiz gibi gerçekleşmesi için çok özel ve özenli bir çaba içinde olmalıyız. Çünkü bugün yaşadıklarımız hep geçmişte ektiğimiz olumlu veya olumsuz tohumların sonucudur. Sadece iş hayatımızda değil; ev, aile, apartman, semt, mahalle, bucak, şehir, bölge ve ülke, hattâ çapımıza göre kimilerimiz için dünya ölçeğinde yaşamakta olduğumuz hayatımızın her merhalesini planlı ve programlı şekilde şekillendirip çekidüzen vermek durumundayız. Şayet bir taraftan bir şeylere karşı memnuniyetsizlik ve bunlara bağlı olarak mutsuzluk yaşıyor, diğer taraftan bunların değişmesini istiyorsak, değişime kendimizden başlamamız gerekiyor.

‘Nasıl?’ diye soracak olursanız, kısaca açıklayayım.

Geçmişte zaman zaman yaptığımız ve bundan sonraki hayatımızda hiç aksatmadan yapacağımız üzere, geçmişin iyi bir muhasebesini yaparak, bu muhasebeden ibretler aldıktan sonra, geleceği planlayarak ve bu planlananları hiç aksatmadan sağlam bir irade ile uygulayarak.

İsterseniz konuyu biraz daha açıp detaylandıralım.

*

Her şey aileye hizmet için!

İnsan dünyaya fert/birey olarak aile içinde dünyaya gelir, zamanı gelince de kendisi bir aile kurar.

Aile sonrasında kurulan tüm dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal kuruluşların tamamı “aile”ye hizmet etmek içindir. Öyleyse “aile” pek çok şeyin temel direğidir. Ailelerinde refah, saadet ve huzuru olmayanların hayatın değişik alanlarında tam bir istikrar ve başarı yakalamaları mümkün değildir.

Sonra on kadar “aile” bir araya gelir ve bir aşiret/ocak oluşturur. Ocaklar bir arada toparlanıp bir kabile/bucak kurar. Bucaklar şa’b/vilayet/il, iller de kavm/ülke olur. Ülkeler bir araya gelerek ümmet/birlik (Avrupa Birliği gibi) oluşturur ve son merhalede de beşeriyet/insanlık (BM gibi) teşkilatlanmış olur.

Çağımız dünyasında bu teşkilatlanmalar ne kadar sağlıklı, sağlam, dengeli ve adil bir şekilde olabilmiştir diye düşündüğümüzde; bugüne kadar yaşananlarla birlikte hâlen sadece ülkemizde değil, dünyanın dört bir tarafında cereyan etmekte olan olaylar bunun cevabını vermektedir.

*

Bu yıl neler yapmalıyız?

‘Planlama yapmak ve değişime kendimizden başlamak’ dedik.

-Neler yapabiliriz?

1. Bu yıl ve Allah ömür verirse önümüzdeki yılları planlı bir değişime paralel olarak yaşayalım. Mesela, aile hayatımızda neleri daha iyiye götürmek istediğimizi belirleyelim. İş hayatımızı ve zamanımızı iyi planlayıp yönetelim. Her şey mâli durumumuz ve çevremizle denk ve uyumlu olmalı. Her hafta sonu minik muhasebeler yapalım. Bu arada ihmal etmeden bir sonraki haftayı da planlayalım. Bilahare bunu aylık, üç aylık, altı aylık ve yıllık dilimler hâlinde geliştirelim.

2. Bakara Sûresi’nin o meşhur bir sayfalık ‘Alışveriş yaptığınızda üşenmeyip yazınız!’ âyetinde (Kur’an, 2/282) emredildiği üzere, her şeyi bir deftere, dosyaya, bilgisayara veya değişik ve ilgili kayıtlara yazınız. Daha geniş bilgi edinmek istiyorsanız, Millî Gazete arşivindeki “Muhasebeli Fıkıh zamanıdır” (8.6.2006) başlıklı makaleme bakabilirsiniz. Bu arada bütün zaruri ihtiyaçlarınızın en başına bilgisayar sahibi olmayı alın, çünkü bütün detayları ve versiyonları ile hayatınızdaki her şeyi ancak bilgisayar sayesinde yazabilirsiniz.

3. Üçüncü olarak, ev kadını veya iş adamı olmak üzere her ne iseniz, iş hayatınızı bu genel planlama ve her şeyi yazma prensiplerimize dâhil edelim. Her şeyi kendimizi geliştirmek, çalışma hayatımızda daha başarılı, daha faydalı ve verimli olmak için yapalım. Kendimize hayatımız boyunca -beşikten mezara kadar- hep gerekli olacak birikimleri bir an önce elde etmeye bakalım ve kesinlikle bugünün işini yarına bırakmayalım.

4. Son olarak, sürekli ve hiç ihmal etmeden yaşadığımız toplumun her kademesine katılıp katkıda bulunalım. Kamu ve sivil toplum kuruluşlarımızın kalitesi arttıkça, buna paralel olarak bizim “fert” ve “aile” olarak onlardan alacağımız hizmetlerin kalitesi de artacaktır. Dolayısıyla, ister ‘sosyal sorumluluk’ deyin, ister ‘topluma katkı’ deyin, yaşadığımız toplumun her kesimine mutlaka katılıp katkı yapalım.

 

 

***

 

 

 

 

 

İş ve aile hayatında ilim ve istişare

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.01.2007

İnsanlara sorarsanız, hemen herkes iş ve aile hayatının her merhalesini birilerine danışarak yaşıyor.

Peki ama gerçek öyle mi?

Son iki gündür yazdığım yazıların üstüne üstlük olmak üzere size önemli bir önerim olacak.

Malum, her birimizin yaşadığımız toplumda belli bir konumu ve bu konumla mütenasip üstlendiği rol ve görevler var. Fert olarak, aile çevresinden başladıktan sonra, başta iş hayatı olma üzere yaşamakta bulunduğumuz bu toplumumuzun dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal olmak üzere bütün kademelerinde gelişmesine sürekli olarak katılıp katkıda bulunmalıyız.

Bunu da en iyi şekilde istişare, danışma ve bunlara dayanarak geleceği tasarlayarak yapabiliriz.

İş ve aile hayatımızdaki verimlilik ve kalitenin artması buna bağlı.

Ne dersiniz; yeni bir yılla birlikte bu konuda da daha ciddi bir başlangıç yapalım mı?

Artık adına ister “sosyal sorumluluk” deyin, ister “toplumumuza katkı” deyin, fark etmez; yeter ki bugünden itibaren yaşadığınız çevre ve topluma en verimli şekilde katılıp katkıda bulunmaya odaklanalım.

-Önce tasarlamaya ve planlamaya başlayalım.

-Hemen ardından hiç aksatmadan uygulayalım.

Klasik söylemle söylersek, ilim ile amel at başı birlikte yürüsün, çünkü iş ve aile hayatındaki başarı, istikrar ve süreklilik buna bağlı.

*

Öğrenmenin dört kaynağı nedir?

“İlim ve amel” dedik. İsterseniz, beşikten mezara kadar öğrenmemiz farz yani zorunlu olan “ilim elde etme yolunda” neler yapmamız gerektiğini bir kere daha hatırlayalım.

O’nun emirlerini öğrenmenin dört yolu vardır:

1. Allah’ın gönderdiği Kitab’ı/Kur’an’ı okumak ve ona sorular sorarak sorunları ona göre çözmek.

2. Kur’an’ı onu getiren Hazreti Peygamber’in (s.a.v) anladığı gibi anlamak ve sünnetlerini öğrenmek.

3. Kur’an’ı bize intikal ettiren ulemanın geliştirdiği usûlü fıkıh içinde anlamak ve onların ittifak ettikleri hususlardan ayrılmamak.

4. En kısa ifadesiyle, sorunları çözülmüş sorunlara benzeterek çözmek.

Bunlara ‘dört delil’ denmektedir.

Bundan elli sene evvelinde Kur’an’ı meali ve tefsiri ile okumak sevap sayılmıyordu. Arapça Kur’an ezberleniyor ve okunuyor ama kimse mânâsını öğrenmek istemiyordu.

Bugün bu safha aşılmıştır. Artık günümüzdeki insanlar Kur’an’la meşguldürler. Şimdi yeniden içtihat dönemine girme zamanına gelinmiştir.

*

“Onlarla istişare et.”

İlim”den sonra “amel” ve “istişare/danışma” dedik.

İlk insan Hazreti Âdem’den Kur’an’ın tamamlandığı 632 tarihine kadar insanlık Allah’tan alınan vahiyle idare ediliyordu. Kitaplar peygamberlere gelen sözlü vahiylerle yorumlanıyordu. Kur’an’ın tamamlanmasından sonra artık vahiy son bulmuş, vahyin yerini müsbet ilim ve müsbet ilme dayanan istişare ve icmalar almıştır. Kitaplar artık vahiy ile değil de ilimle yorumlanmış, bunu Kur’an öğretmiştir.

Bununla beraber sadece ilim her zaman yeterli değildir. Birçok durumlarda sezilerle yani ilhamlarla karar veririz. Sezilerimizin sağlıklı olması için “çevreye danışmak ve istişare etmek” gerekmektedir.

İstişare/danışma bir kişi ile değil, bir toplulukla yapılır.

Kişi kendi konusuna göre kişileri seçer ve meclis oluşturur. Mecliste olanlara sıra ile sorar. Kendi görüşünü de soru şeklinde ortaya koyabilir. Sonunda aldığı kararı orada beyan eder.

İnsanlar Allah’a açılmış birer penceredir. Onlardan gelen sözler kişinin kararına etkili olur.

İstişarenin bazı şartları vardır.

1. Karar baştan verilmişse istişare sadece kararı duyurmak için yapılır. Buna ‘istişare’ değil de ‘işaret’ diyebiliriz.

2. İstişare konu ile ilgilenenlerle yapılır. İlgisi olmayanlarla istişare yapılmaz.

3. Karar orada o esnada gelen ilhama göre alınır. Meclis dağıldıktan sonra alınan karar istişare edilmemiş olur.

4. İstişare ile alınan kararlar yine istişare ile değiştirilebilir. İstişare ile alınan karar alanları bağlar. İstişare ile karar değiştirilmedikçe aksi harekette bulunulamaz.

Kur’an istişare/danışma konusunda neler emretmiş?

Bu vesileyle bir kere daha hatırlayalım.

Kur’an, “Onların işleri aralarında meşveretledir.” (42/38) diyerek, ortak işlerin meşveretle yapılması gerektiğini emretmiş; “Onlarla istişare et.” (3/159) emriyle de bütün ilgililerle istişareyi emretmiştir.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Kahrolsun Çin malları!’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.01.2007

Bugünkü yazıma, aylardır arşivimde beklettiğim konu ile ilgili minik ve bence minik olduğu kadar da komik bir haberle başlamak istiyorum. Haber aynen şöyle:

İstanbul Eminönü, Laleli, Beyazıt ve Gedikpaşa’da çanta, ayakkabı ve deri konfeksiyon işiyle uğraşan esnaf, Çin mallarının üzerlerine kara bulut gibi çöktüğünü savunarak protesto gösterisi düzenledi.

Beyazıt tramvay durağı önünde toplanan ve kendilerine “Beyazıt, Gedikpaşa ve Çevresi Esnaf Platformu” adını veren esnaf grubu, KAHROLSUN ÇİN MALLARI” yazılı pankart açtı.

Grup adına yapılan açıklamada, Beyazıt çevresindeki esnafın ucuz Çin malları yüzünden satış yapamaz hâle geldiği vurgulandı. Açıklamanın ardından Çin malı ayakkabı ve çantalar ateşe verildi. Esnaf daha sonra Gedikpaşa’ya doğru alkışlar ve sloganlar eşliğinde yürüdü...’ (Haber tarihi: 17.05.2006, Kaynak: Cihan Haber Ajansı.)

Bu haberden hemen iki hafta sonra (01.06.2006), bu köşede “Asıl gelen kimdir; Çin mi, sermaye mi?” başlıklı yazım çıktı.

Evet, tekrar soruyorum:

-Asıl gelen kimdir?

-Kahrolası Çin malları mı?!.

-Yoksa, küresel sömürü sermayesi mi?..

Bu soruları tekrar hatırlattıktan sonra, o yazımın son bölümünü tekrar hatırlayalım:

*

 

Yeni sömürü dalgası geliyor…

Amerika kıtasında bir hortum veya kasırga ortaya çıkar, ülkelere yönelir, meteoroloji haber verir, insanlar tedbir alır ve yok olmazlar… Doğu Asya’da tsunami dalgaları oluşur, ülkelere sekiz saat sonra ulaşır ama haberleri olmadığı veya kasıtlı olarak haber verilmediği için halk tedbir alamaz ve sular altında kalır…

Haber veriyoruz: Sermayenin bu ‘yeni sömürü dalgası’ gelmektedir. Haber veriyor ve tedbir alın diyoruz. Kulaklarını tıkayanlar, gözlerini kapatanlar; siz ağzınızı açıp da söylediklerimiz hakkında bir şey söylemeyin! “Adil Ekonomik Düzen” gemisine binenler elbette kurtulacak, diğerleri boğulacaktır...

Çin malları şöyle veya böyle” diye şikâyet edeceğinize; gelin toparlanın, ilmî araştırma merkezleri ile üretim yerleri kurun, organize olun ve çalışın... Tedbir olarak neler yapmanız gerekiyorsa “Kur’an ve müsbet ilim”den öğrenerek uygulayın... (RNE, Millî Gazete, 01.06.2006)

Bu yazıdan önce de, yine bu köşede “Çin malları meselesi” başlıklı iki yazı yazdım (7-8.03.2006). İlgileniyorsanız, o yazıları gazetemizin internet arşivinden okuyabilirsiniz.

Dikkatli okuyucularımın malumudur; ben ele aldığım meseleyi sadece tesbit ve teşhis etmekle bırakmaz, tedavi ve çare sadedinde olmak üzere çözüm önerileri de getirmeye çalışırım.

Nitekim sözünü ettiğim iki yazımın birincisinde “ucuz üretimin sırları”nı yazmışım.

Ancak, sadece ucuz üretmek de yetmez. Üretilen mallarla ilgili transfer sorunlarını da çözmek gerekir. İkinci yazımda da “ekonomik transferlerdeki zorluklar ve çözüm önerileri” üzerinde durmuş ve yazımı şu cümleyle sonuçlandırmışım:

Adil Ekonomik Düzen” yani “halk ekonomisi Çin malları tehlikesini işte böyle çözmektedir.

*

 

Hatırlayalım ve ibret alalım

Evet, hatırlayalım… Hatırlayalım ve gerekli ders ile ibreti alalım…

Daha önceleri Asya’da sanayileşen, kalkınan ve büyüyen Japonya vardı...

Sonra “Asya Kaplanları” olarak Singapur, Malezya, Endonezya, Kore, Tayvan ve diğerleri çıktı...

Şimdi de dünyayı ürküten dev adımlarla ilerlemekte olan Çin için aynı şeyler söyleniyor…

Efendim, neymiş?

“Çin, Çinliler, Çin malları geliyor…”

“Çin istilası ülkeyi sarıyor!..”

“Kahrolsun Çin malları!..”

İşte bu gibi söz ve sloganlar halkın dilinde, yazarların kaleminde…

Tekrar hatırlatıyorum.

“Asıl gelen kimdir; Çin mi, sermaye mi?” başlıklı yazımda yazdıklarımı tekrar hatırlatıyorum.

Gelen Çin, Çin veya Çin malları değildir.

Gelen, ülkemizde senelerden beri zaten var olan küresel sömürü sermayesi mallarıdır. O mallar ki, daha önce “Avrupa veya Amerika malları” diye isimlendiriliyordu; şimdi de “Çin Malları” diye isimlendiriliyor. Sermaye Çin’e yerleşiyor, üretim üssü olarak Çin’i yani ucuz Çin emek gücünü kullanıyor…

Bu haftaki yazılarımda bu konuyu işlemeye devam edeceğim, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarih ırmağı, sermayenin yeni oyunu ve

“kahrolası Çin malları!” - (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.01.2007

Tarih, daha doğrusu insanlık tarihi geniş bir ırmak gibidir ve bu ırmak insanoğlu yeryüzünde var olduğundan beri daima kendi yatağında akmaktadır.

Biz o güçlü tarih ırmağının akışını ve yatağını değiştirme gücüne sahip değiliz.

Ancak kayığımızdaki dümenle sağa sola gidebilir, kayalara çarpmadan ilerleyebilir, kıyılara yanaşarak sahili selamete çıkmak için elimizdeki sınırlı imkânlardan yararlanabiliriz.

Her birimizin kayıkları ayrıdır ama, aynı hayat veya tarih ırmağı içinde ve yan yana akıp gidiyoruz. Ayrı kayığımız, ayrı sandalımız olduğu için ayrı ayrı uluslarız ama, aynı ırmakta yan yana gittiğimiz için de insanlık olarak tek bir halkız.

Kur’an hem “sizi ümmetlere ayırdık” buyuruyor, hem de “siz tek ümmetsiniz” diyor.

Yerel yönetimli tek insanlık vardır.

Şimdi, ABD’deki küresel sömürü sermayesi bu güçlü insanlık tarihi ırmağının karşısına dikilmiş, aklı sıra bu dev akıntıya karşı kürek çekiyor ve dünyayı kendi sermaye yönetiminde tek devlete doğru götürüyor!..

Bu, her şeyden önce yanlıştır. Olması mümkün değildir. Abesle iştigaldir.

Bağımsız ve yerel yönetim içinde demokratik, lâik, liberal adi bir hukuk düzeni içinde insanlığın birliğe gitmesi akan tarihî ırmağın kaderidir.

Bu kaderi hiçbir beşerî güç değiştiremez.

Gelecekte ne olacaktır?

- İnsanlık ülkelere ayrılacak, savunmaları uluslar orduları ile yapacaklardır.

- Ülkeler illere ayrılacak, iç güvenliklerini iller kendileri sağlayacaklardır.

- İller bucaklara ayrılacak, her bucak kendi hukuk düzenini kendisi bağımsız olarak kuracaktır.

- Bucaklar ocaklara ayrılacak, aşiretler yani ocaklar birlikte istedikleri gibi yaşayacaklardır.

Gelecekte “ekseriyet demokrasisi” yerine “hicret demokrasisi” gelecektir.

Hakemlerden oluşan yargı üstünlüğünü tüm insanlık her kademede kabul etmiş olacaktır.

Kurallar ve hakemler düzenine “hukuk düzeni” diyoruz.

Tarih ırmağının ne tarafa aktığını bilirsek, kendi kayığımızın dümenini ona göre çeviririz.

*

Küresel sermaye ne yapıyor?

ABD’deki küresel sömürü sermayesi, her gün insanlığı sömürebilmek için yeni saldırılara geçiyor.

Neden saldırıyor?

Bu saldırıların hedefi nedir?

Hedefi, dünyada sermayeye dayanan tek devlet oluşturmaktır.

Bunu sağlamak için çok basit bir çözüm yolu üretti. Her şeyden önce bunu anlayıp kavrayalım.

Küresel sermaye Çin’e gidiyor, orada fabrikalar kuruyor, oranın adeta bedava mesabesindeki ucuz emeğinden yararlanıp ucuz mal üretiyor.

Sonra bu malları satabilmesi için dünya ülkelerine doları borç olarak veriyor. Ülkeleri borçlandırıyor. Ne var ki ülkelerin Çin mallarını almalarını sağlamak için borcu üretime değil de yatırıma veriyor. Yatırımı da üretim yatırımına değil, fabrikalara değil, ev inşaatına veriyor. Uzun vadeli ödemelerle lüks evler inşa ettiriyor. Halk bu inşaatlarda çalışıyor ve mesela Türkiye gibi bir ülkede YTL kazanıyor. Tüccar Çin’den getirdiği malları bunlara satıyor. Böylece halk Çin malları ile geçiniyor.

Bu mekanizma ile neler oluyor?

1. Ülkede inşaat sektörü canlanıyor ve lüks evler üretiliyor. 20-25 senelik borç nasılsa bir gün arızaya uğrar ve o evler satılığa çıkar. İşte o zaman o mülkleri onda bir fiyatla yine küresel sermayenin kendisi satın alır. Böylece halk bedavaya evler yaptırmış olur.

2. Ülke devamlı olarak borçlanır. Piyasada dolar çoğalmaz ama devletlerin dolar borçları artar. Hiçbir devlet borç ödeyemez hâle gelir. Böylece tüm devletler küresel sermayenin esiri olmuş olur.

3. Bir müddet sonra, halk inşaat sektöründe olduğu için tarımda ve sanayide çalışan insan kalmaz. Bundan dolayı o ülkenin ekonomisi çöker. Çinliler üretir, insanlar yer, tüketir ve güya yaşarlar. Dünya üzerindeki tüm meskenler ve mülkler küresel sömürü sermayesinin olur.

4. Son merhalede ve bir gün bir ülkeyi yok etmek isterse bu işi yapmak çok kolay hâle gelir. O ülkedeki inşaat kredisini de keser, inşaatlar durur. Bu arada halk tarımı unutmuş, zaten tarlalar da ekilmediklerinden çalılıklara dönüşmüştür. Teknoloji unutulmuş, fabrikalar harabe hâle gelmiş, çalışamaz durumdadır. Artık Çin’den yiyecek de gelmemektedir. İnsan bir apartmanı bir ekmeğe satar duruma gelir, insanlar

kapkaç yaparak veya birbirlerini katlederek geçinme durumuna düşerler.

İşte ABD sömürü sermayesinin dünyaya oynamak istediği oyun budur.

Bilhassa Türkiye’ye özel olarak bu planı uygulamaktadır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarih ırmağı, sermayenin yeni oyunu ve

“kahrolası Çin malları!” - (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.01.2007

Kahrolası Çin malları!” meselesi üzerinde durmaya karar verdiğim hafta (Dünya, 05.01.2007), “ÖĞÜTÇÜ’nün GÖZÜYLE” sayfasında Mehmet Öğütçü, bir tevafuk eseri olsa gerek, “Çin ile stratejik ortaklık önerisine olumlu yankı” başlıklı bölümü de yazmış oldu.

Bugün Mehmet Öğütçü’nün öğüt, tespit ve önerilerini okuyalım. Yarın da Çin ve Çin malları konusunda yapılması gerekenler konusundaki çözüm önerilerimi yazacağım.

Çin’in gözüyle bakıldığında; Türkiye ruhunu Batı’ya kaptırmış, soğuk savaş dönemi sona erdikten sonra bile bağımsız hareket edemeyen ancak nüfusu, ekonomisi, coğrafyası, askeri ve kültürel varlıkları ile hesaba katılması elzem önemli bir bölgesel güç.

Bir yandan Ortadoğu, Rusya, AB ve Orta Asya ile ilgili jeopolitik ve ekonomik denklemlerde mutlaka terazinin bir kefesine konulacak, öte yandan Çin’in ulusal güvenliği ve istikrarı için yaşamsal önemdeki Sincan-Özerk Yönetim Bölgesi’nde sık sık baş gösteren etnik ve dini ayaklanmalarda perde arkası roller üstlenecek bir ülke.

Biri Asya’nın doğu, öteki batı ucunda beş bin yıllık ortak tarih paylaşan iki önemli medeniyet temsilcisi.

Ortadoğu’ya sıçrama tahtası ve enerji tedarik güvenliğinin önemli oyuncularından birisi olarak gördüğü İran kadar vazgeçilmez değil ama yakın takipte tutulması gereken bir güç.

Dış ticaretin Türkiye aleyhine büyük boyutlarda açık vermesi (2006'nın ilk dokuz ayında 6.4 milyar dolarlık ithalata karşılık sadece 503 milyar dolarlık ihracat yapabilmişiz), yıl sonu itibariyle Çin’in 1 trilyon dolara varan döviz rezervlerinin küçük bir bölümünün bile yatırım alanlarına çekilememesi, daha da önemlisi üzerinde yıllardır konuşula gelen çok boyutlu ilişkiler ağının örülememesi Türk-Çin ortaklığının tadını ciddi ölçülerde bozdu son dönemde. Türk tarafının sürekli bu açığın giderilmesi için Pekin’in önlemler alması yolundaki istekleri biraz bıkkınlık yaratmış Çinli liderler arasında…

Tüm bunlarda suçu sadece karşı tarafta aramak doğru değil. Çinliler aslında ilişkide bekledikleri sonuçları fazlasıyla elde ettiler. Ticaret ve yatırımda da, Uygurlar ile ilgili güvenlik konusunda da.

Bugün yaratıcı, yenilikçi çözümler geliştirerek ilişkilerin tüm boyutlarını dengelemek, ilişkiyi karşılıklı menfaatlere hizmet edecek bir düzleme oturtmak temelde bizim işimiz. Çinlilere havale edemeyeceğimiz ama onlarla ortaklaşa çalışmamız gereken bir iş.

Pekin’deki büyükelçilikte görevli olduğum 1989’dan bu yana gündemde tutmaya çalıştığım, OECD’de çalışırken de olgunlaştırdığım iki ülke arasında “stratejik ortaklık” tesisi yolunda Türk ve Çinli âkil adamlardan oluşacak bir grubun çalışmaya başlaması önerimi son ziyaretimde yine Çin Dışişleri’nin ve Politbüro’ya yakın düşünce kuruluşlarının ağır toplarıyla paylaştım. İçinde iş dünyası, hükümet, araştırmacı, asker ve sanat dünyası temsilcilerinin yer alacağı birer âkil adamlar grubu oluşturularak ortak çalışma sonunda iki ülke hükümet başkanlarına “stratejik işbirliği çerçevesi” temelinde somut öneriler geliştirecek bir süreç üzerinde mutabık kaldık.

Türklerin Çin ürünlerine karşı kotalar ve kısıtlamalar getirmeleri, bu yöndeki uluslararası girişimlere önayak olmaları, sürekli ‘Çin tehdidi’ temasının sıcak tutulması, bizim yönetimde rahatsızlığa yol açıyor. Artık Türkiye dosyasına bakmak bile istemiyor çoğu karar alıcı.” diyor Prof. Yang Guang.

15 yıllık yakın dostum Yang, Politburo ve hükümete politika tavsiyeleri hazırlıyor, başında bulunduğu Sosyal Bilimler Akademisi’ne bağlı Enstitüsü aracılığıyla.

İlk defa 2000 yılında Ankara’ya giderek ikili görüşmeler yapmasını, Türkiye ile ilgili değerlendirmelerini ilk elden bilgi ve izlenimlerle oluşturmasını sağlamıştık. Geçtiğimiz ay yeniden bir Çin heyetinin başında Ankara ve İstanbul’da temaslarda bulundu, nabız tuttu. Dönüşünde konuştuğumuzda Yang, Türk-Çin ilişkilerinin geleceğinden kaygı duyduğunu, kapsamlı ortak çalışmayı başlatma konusunda aynı görüşü paylaştığını söyledi.

Bu çalışmanın Çin ayağının eşgüdüm ve yönetimini o yürütecek. Finansmanını da ayarlayacak. Ben de Türkiye tarafında böyle bir grubun oluşturulmasını, çalışmalar için gerekecek bütçe için gönüllü katkılar toplamayı üstlendim. Buz üzerine yazılı kalmayacak somut önerileri ortaklaşa geliştireceğiz.

Tamamen sivil bir inisiyatif olarak ve Türk-Çin ilişkilerinde ağırlıklı yer almak isteyen kuruluş, şirket ve bireylerin katkılarını yansıtacak bu “Türk-Çin Âkil Adamlar (ve de Kadınlar) Grubu”na katkı sağlamak isteyenlerin görüş ve katkılarını bekliyorum. Özellikle de hem ilişkilerin geleceğini biçimlendirmek hem de yetkili Çinli/Türk karar alıcılarla etkileşim içinde olmak isteyen, kaynak ve vakit ayırabileceklerden...

Evet, ‘somut öneriler’ ve ‘gönüllü katkılar’ kelimelerinin altını bizzat ben çizdim.

Yarın, somut önerilerden oluşan gönüllü katkılarımı sunmuş olacağım.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Kahrolası Çin malları!” meselesine

somut çözüm önerileri - (3)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.01.2007

Çin ile stratejik ortaklık önerisine olumlu yankı” başlıklı yazısında, Mehmet Öğütçü özetle diyordu ki;

Bugün yaratıcı, yenilikçi çözümler geliştirerek ilişkilerin tüm boyutlarını dengelemek, ilişkiyi karşılıklı menfaatlere hizmet edecek bir düzleme oturtmak temelde bizim işimiz. Çinlilere havale edemeyeceğimiz ama onlarla ortaklaşa çalışmamız gereken bir iş.

Tamamen sivil bir insiyatif olarak ve Türk-Çin ilişkilerinde ağırlıklı yer almak isteyen kuruluş, şirket ve bireylerin katkılarını yansıtacak bu “Türk-Çin Âkil Adamlar (ve de Kadınlar) Grubu”na katkı sağlamak isteyenlerin görüş ve katkılarını bekliyorum. Özellikle de hem ilişkilerin geleceğini biçimlendirmek hem de yetkili Çinli/Türk karar alıcılarla etkileşim içinde olmak isteyen, kaynak ve vakit ayırabileceklerden...” (Dünya, 05.01.2007)

Dünden, gündemdeki önemine işaret ettiğim ‘somut öneriler ve gönüllü katkılar’ vurgularını bugün tekrar hatırlattıktan sonra, yapılması gerekenleri ve nasıl yapılacağını aşağıda sunuyorum.

*

Yapılması gerekenler nelerdir?

Ben, dört günden beri yazmakta olduğum bu gerçekleri anlatırken, kesinlikle küresel sömürü sermayesine kin veya husumet beslemiyorum. Sadece bir durum tespiti yapıyorum. Sermaye dünyayı birleştirme çabasıyla hareket ederken, elbette kendi hâkimiyetini de tesis etmeyi ve bunu sürdürebilmeyi hedeflemektedir.

Bu durumda biz bu sermaye oyununa karşı neler yapabiliriz.?

Bazı temel kuralları koyalım.

- Önce ekonomik saldırıya karşı ancak ekonomik savunma ile cevap verilebilir. Devletin bazı yasaklar koyması ile bu duruma karşı bir çözüm üretemeyiz.

- Ekonomik savaş “küresel tekel sermaye” ile “halk sermayesi” arasındadır. Dolayısıyla tekel sermayeye karşı “tekel sermaye” oluşturarak tekele karşı savaşla bu sorunu çözemeyiz. Sorunu “halk sermayesi” ile çözebiliriz.

- Merkez bankalarının ürettiği dolar veya lira ile bu sorunu çözemeyiz. Çünkü bu para tekel olan bir ekonominin parasıdır. Sermayenin emrine verilmiş bir devlet tekelidir. Merkez bankalarının çıkardığı karşılıksız paranın yanında, onunla yarışan ve halka satın alma gücünü sağlayan bir mübadele aracını keşfetmeliyiz. Onu da devlet değil halk çıkarmalıdır.

- Çare ve çözüm olarak, Çin halkı ile Türk halkı arasında, -Sovyet halkları ile olduğu gibi- mesela “bavul ticareti” başta olmak üzere benzeri ticaretler sağlamalıyız. Çinlilerle “takas sistemi”ni geliştirmeliyiz. Yani, onlara “dolar” değil “mal” satmalı, onlardan da bunun karşılığında “mal” almalıyız.

*

İstanbul esnafı neler yapmalıdır?

Temel kuralları sıraladık, yapılması gerekenleri tespit ettik.

Şimdi sıra yapılması gerekenleri kimin nasıl yapacağına geldi.

Bunları “devlet” değil “esnaf”, özellikle de “İstanbul esnafı” yapacaktır.

Esnaflarımız nasıl ve neler yapılacaktır?

1. İstanbul’da Pekin-İstanbul kara ulaşımını sağlayan çağdaş kervan/lar oluşturmalıyız.

İstanbul’dan her gün yeter sayıda TIR KERVANLARI kalkacak ve İstanbul-Samsun-Batum-Tiflis-Bakü-Taşkent-Bişkek-Sincan, Pekin güzergahından gidip gelecektir. Buralardaki şehirlerde oturan şoförler günde sekiz saat çalışacak ve hepsi kendi evinde yatacaktır. Yani, TIR Kervanı aktarmalı şoförlerle gidecektir.

2. Bu TIR Kervanı kafilelerine gerekli olan yakıt vakıf yoluyla sağlanacak ve bu sayede kara taşımacılığı deniz taşımacılığı ile rekabet edebilir hâle gelecektir. Bunun için petrol üreten Asya ülkeleri katkıda bulunmalı; bunu da daha ziyade kendi menfaatleri ve özellikle ekonomik hayatları için yapmalıdırlar.

3. Bu güzergah daha sonra Londra’dan Tokyo’ya kadar uzanmalı, bu III. Milenyum İpek Yolu güzergahındaki bölge merkezlerinde “Mala-Mal Marketleri” kurulmalıdır.

Tüccarlar bu marketlere mal koyup satmalı, karşılığında oradan mal alıp başka yerlerde sattırabilmelidir. Mala-Mal Marketlerinde mal para ile değil de, sadece takasla alınıp satılmalıdır.

4. Bizzat ham maddenin olduğu yerlerde küçük ve orta büyüklükte işyerleri açılmalı ve buralarda ucuz işçiye normal ücret verilerek çalıştırılmalı; yani sömürü sermayesi ucuz işçi bulamamalıdır.

İşte bunun için İstanbul’daki küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri organize etmeliyiz.

Kuracağımız işletmeler, kooperatifler ve vakıflar bunları hedeflemelidir.

İlgilenenlerle bilgi, birikim ve hedeflerimizi paylaşabiliriz…

Selâm, sevgi, saygı ve dualarımızla…

 

 

***

 

 

Anadolu’yu nasıl koruruz? - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.01.2007

Anadolu topraklarında Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden sonra, şimdi Cumhuriyet dönemini yaşıyoruz. Selçuklu ve Osmanlı kolay kurulmadığı gibi; etraftaki çok çeşitli düşmanlara karşı kolay korunamadı da. Bin yıldır bu topraklarda yaşıyorsak, bunu binlerce şehit ve gazi atalarımıza borçluyuz.

- Acaba yaşayan nesiller bunun farkında ve bilincinde mi?

- Farkında ve bilincindeyse, ne kadar farkında ve bilincinde?

- Değilse; bu tarih şuur ve idrakini yeni nesillere nasıl verebiliriz?

İşte, size üzerinde durulası ve gereği adam gibi yapılası yeni bir mesele daha!

İstiklâl Savaşı yıllarımızda, başta Siyonistler olmak üzere, kimi güçler bizi desteklediler.

Acaba neden desteklediler?

Anadolu tabiriyle söylersek, her halde karakaşımız ve kara gözümüz için desteklemediler. Bu desteği yaparken -Hakkın hesabı yanında- elbette onların da bir hesapları vardı.

Acaba onların hesapları neydi?

Onların niyetlerini ve hesaplarını okuyup bilebildiğimiz kadarıyla; Anadolu’da dinsiz bir Türk devleti kurmak, Anadolu’daki Hıristiyanları kovdurmak, böylece 1997’de kurulacak İsrail imparatorluğuna boş alan hazırlamayı istemekte idiler...

Yüz sene kadar önceki hesap ve planları kabaca buydu.

Onlar böyle düşündüler…

Onlar böyle planladılar…

Ama onların plan ve projelerine karşılık, Allah’ın da bir plan ve projesi vardı ve O her zaman plan ve proje yapanların en hayırlısıdır…

*

Okumaya, düşünmeye, üretmeye ve yapmaya devam…

Onların bugünkü planları da Ortadoğu’yu ve Anadolu’yu on milyondan aşağı devletçiklere bölüp parçalamak ve o sözde devletçikleri de silahsızlandırmak; İsrail devletini ise atom dâhil her türlü silahlarla donatmak, sonunda Ortadoğu, hattâ Ortadoğu Birliği olarak bir İsrail imparatorluğu kurmak, onun sayesinde dünyayı tek devlet hâline getirmek, bu sayede bütün insanlığı sömürmek...

Günümüzde bu amaca ulaşmak için ne yapıyorlar?

- Türkiye’ye inşaat kredisini veriyor, Türk halkına inşaatlarda evler yaptırıyorlar...

- Çinlileri çalıştırarak ucuz malları ürettiriyor ve dolarla Türkiye’ye satıyorlar…

- Bu arada Türk halkına geleneksel binlerce yıllık tarımı ve sanayiyi unutturuyorlar…

- Sonuç; şimdilik inşaat sektörü var ama bir müddet sonra tarım ve sanayi yok olacak!..

Böylece, on veya yirmi yıl sonra Türk milleti -bir müddet sonra belki sadece faizlerini bile ödeyemeyeceği- lüks evlerde yaşamaya alışmış ‘gırtlağına kadar borçlu bir ülke halkı’ olarak, bu arada ‘tarımı ve sanayiyi unutmuş zavallı bir yığın’ hâline gelmiş bir durumda, köylerinden göç ettikleri şehirlerde birbirlerini yemekle meşgul bir duruma getirilmek istenmektedir.

‘Yok yahu, o kadar da değil, sen de amma da abartıyorsun!’ diyenlerden iseniz; o zaman bundan sonrasına boş verin, okumayın! Buraya kadar okuduklarınızı da okunmamış kabul edin, unutun gitsin!

Ama sizin de bizim gibi bazı hassasiyetleriniz var, bu konulara sadece ilgi göstermenin yanında, varolan dertlerinize bir de bu dertleri de ilave ediyor, bu arada çare ve çözümler de üretmeyi düşünüyorsanız, o zaman okumaya, düşünmeye, üretmeye ve mümkünse yapmaya devam…

*

Anadolu’ya saldıranlar neler yapıyor?

Bir düşünelim bakalım, siz de yukarıda anlattıklarımı kabul edenlerdenseniz, Anadolu’ya ve Anadolu halkına sinsi planlarla saldıranlar neler yapıyorlar?

- Anadolu’yu elimizden almayı düşünüp planlayanlar sanayi tesislerini en son yıkacaklardır.

- Şimdilik sadece tarım, hayvancılık, ormancılık ve köy hayatımızdaki her türlü geleneksel üretimlere saldırmaktadırlar.

- Anadolu köyleri boşaltılmakta ve tarlalar mera veya orman hâline dönüştürülmektedir.

- Çıkarttıkları kanunlarla ormanlaşan yerlere devlet el koymakta, halkın elinden gasp ederek almaktadır.

- Bir de mera kanunları vardır; yine onlara dayanarak halkın elinden tarlaları mera diye alma imkanları vardır. Böylece şimdi devletleştirilen topraklar sonra ‘özelleştireceğiz’ diye küresel sermayeye peşkeş çekilecektir. Eski Sovyet ülkelerinde böyle yaptılar. Sosyalizmle halktan zorla aldıkları toprak ve tesisleri şimdi ‘özelleştireceğiz’ diyerek sömürü sermayesine aktarmak istemektedirler. Eski Sovyet halkı uyanmış durumda satmamaktadır. Bizdeki ‘özelleştirme furyası’ da aynı hedefleri gütmektedir.

Allah Anadolu’muzu, halkımızı, milletimizi ve devletimizi her türlü düşmanlardan korusun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Anadolu’yu nasıl koruruz? - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.01.2007

Bir düşünelim bakalım, siz de dün yazdıklarımı kabul edenlerdenseniz, bu durum karşısında acaba hep birlikte neler yapabiliriz?

Anadolu’muzu korumamız gerekir.

Sadece kendimiz için değil; bütün bölge ülkeleri, İslâm âlemi ve insanlık için korumamız gerekir.

Bunu da ancak tarlalarımızı, bağlarımızı, bahçelerimizi, otlaklarımızı ve ormanlarımızı kullanmaya devam etmekle sağlayabiliriz. Böylece binlerce yıllık tarımımızı unutmayız. Bu sayede yarın kredileri kesip de bizi aç bıraktıkları zaman tarlalarımız ekilir biçilir durumda olur, biz de onları işleyebilir durumda olabiliriz.

Aksi halde, bir zamanlar her şeyiyle kendi kendine yeten bu Anadolu topraklarında neler olabileceğini düşünmek ve yazmak bile istemiyorum.

*

Anadolu’yu korumak için neler yapabiliriz?

Bu kadar tesbit ve teşhisten sonra, artık tedavi reçetelerine geçebilir ve somut çözüm önerileri getirebiliriz. Bize göre Anadolu’yu korumak için şunlar yapılmalıdır.

- Anadolu halkı “Kırsal Toprakları Koruma ve Kalkındırma Kooperatifleri” kurmalıdır. On civarında köy birleşip “Kırsal Toprakları Koruma ve Kalkındırma Kooperatifleri” kurmalıdır.

- Halk kendi topraklarını bu kooperatiflere mahsule ortak olmak üzere kiralamalıdır. Boş duran topraklardan yüzde on alsa bile, hiç yoktan iyidir ve yeterlidir. Hattâ hiçbir şey almasın, yeter ki topraklar çalılıklara ve ormanlıklara dönüşmesin, ekilemez ve kullanılamaz hal almasın.

- Kırsal Toprakları Koruma ve Kalkındırma Kooperatifleri toprakların önce kadastrosunu ve tapusunu yaptırmalıdır. Herkesin toprağı resmi kayıtlara alınmalı, çaplı tapular halkın eline verilmelidir. Böylece halk güven içinde topraklarını kooperatiflerine kiralayabilir.

- Kırsal Toprakları Koruma ve Kalkındırma Kooperatifleri bundan sonra kullanma bakımından toprakları birleştirip çiftlikler hâline dönüştürmeli, böylece “ilkel tarım”dan “sanayi tarımı”na geçilmeli, artık makinelerle ziraat yapılmalıdır. Bu durum hem buradaki emek gücünü çok azaltır, hem de çalışanların çalışmalarını kolaylaştırır ve gelirlerini de artırır. Bu sayede tarım işçisini bulma imkanı doğar.

- Kırsal Toprakları Koruma ve Kalkındırma Kooperatifleri sayesinde öyle bir tarım yapmalıyız ki, ürettiğimiz tarım ürünlerimizi ülkemize dışarıdan sübvanse edilerek gelen yiyeceklerden daha ucuza mâl etmeliyiz. Ama çalışanlarımızın ücretleri Avrupa işçileri seviyesinde olmalıdır.

- Maliyetlerimizi düşürmek için yabancı işçi çalıştırmalıyız. Eski Sovyetlerde ve Çin’de işçilerin ücretleri yirmi-otuz dolar civarındadır. Normalin üstünde ücret yüz dolar civarındadır. Oradaki işsizlere Türkiye’deki tarım kooperatiflerinde çalışma izni verilir.

- Küresel sömürü sermayesinin güdümündeki Batı dünyasının baskısı ile bu yapılamazsa, o zaman o işçilerin kaçak olarak çalıştırılmalarına göz yumulur. Böylece Anadolu’muz mamur halde tutulur, hattâ bugün ve gelecekte olduğundan daha da mamur hâle getirilir. Anadolu dört yüz milyon insanı besleyecek topraklara sahiptir. Onları çalıştırır ve yine onlara satarız.

*

Şimdiki savaş “ekonomik savaş”tır

Biliyorum; gaflet ve dalâlette olanlar, -hattâ ihanet içindeki satılmışlar- bizim bu düşüncelerimizi hoş karşılamayacaklardır. Ne yapalım, biz kendi görevimizi, onlar da kendi görevlerini yerine getiriyorlar.

Ancak, Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının dediği gibi; içinde bulunduğun ahval ve şeraiti düşünmeden Anadolu aydını, işçisi, iş adamı, ziraatçısı, ormancısı, köylüsü, şehirlisi yani topyekün Anadolu halkı olarak harekete geçilmelidir. Memleket siyasi bakımdan işgalde değildir. Şimdiki savaş “ekonomik savaş”tır.

Bu durumda biz de ekonomiye dayalı kuvvayı milliyeyi kurmak zorundayız.

Bunları gerektiği gibi birleştirip “iktisadi ordular” oluşturmak durumundayız.

Sadece siyasette değil, aynı zamanda ekonomide de “vahdeti kuvva”ya ihtiyacımız vardır.

Meselenin önem ve ciddiyetinin anlaşılması için bir örnek vereyim, Üstadım Süleyman Karagülle anlatıyor: “Ben, benim ata bucağım olan Artvin’in Borçka İlçesi Camili Bucağı’na Tarım Bakanı Prof. Dr Sami Güçlü zamanında, “örnek sanayi tarımı bucağı” oluşturacak geniş bir proje sundum. Batum’dan gelecek işçilerle burayı takviye edecektik. Bilinen malum başkaca şeyler oldu; gaflet ve dalâlet içinde olan, kim bilir belki de ihanet içinde olanlar âlet oldular ve sömürü sermayesi elini oraya kadar uzattı. Bölge halkını tehdit ettiler ve halkım ‘Biz istiyoruz!’ diye raporlara muhtarları ile birlikte imza koydular! Bu satırların yazarlarından biri Borçkalı, diğeri Bosnalı ve Kosovalı; işte görüyorsunuz onların memleketleri ne haldedir? Artvin Borçka’daki baskı ve zalimliği bildiğim için bu projemden vazgeçtim. Ama İstanbul’da yaşayanlar bu cesareti göstermeli, bu kooperatifleri burada kurmalıyız…”

Haydi; yapılması gerekenleri yapmak için daha ne bekliyorsunuz?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

Enerji, gaz ve Kemal Derviş!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.01.2007

Kış aylarında yaşıyoruz. Bu aylarda istisnasız herkes ısınma ve çözümü ile birlikte, ısınma araç ve gereçlerinin yanında ısınmayı sağlayacak enerji kaynaklarının temini ile uğraşmakta veya en azından bunlarla ilgilenmektedir. Zengin veya fakir olmak kişiyi konudan uzak tutmamakta, en azından enerji tüketicisi olarak ilgilenmek zorunda kalmaktadır. Çünkü kış mevsimini hep birlikte yaşıyoruz. Herkes şöyle veya böyle, az veya çok mesele ile ilgilidir. Son yıllarda ısınma ihtiyacımızı giderme konusunda odun ve kömür gibi yerli enerji kaynakları yerine, çok mecburmuşuz ya da çok zenginmişiz gibi başta doğalgaz olmak üzere yabancı enerji kaynaklarına yöneldik. Bu tespitlerden sonra, şimdi kritik soruyu sorabiliriz?

-Enerji politikalarımız ve enerji konusunda yaptıklarımız ne kadar doğrudur? Ne dersiniz, özellikle bu kış günlerinde üzerinde durulması ve incelenmesi gereken önemli bir konu değil mi?

Devlet, yerel yönetimler ve halk olarak, -her konuda olduğu gibi bu konuda da- musibet başa gelmeden önce düşünmeli ve alınması gereken tedbirleri önceden almalıyız.

Aksi halde neler olabileceğini insan düşünmek bile istemiyor ama; düşünmeli ve olabilecek her duruma karşı hazırlıklı olmalıyız. Ben de öyle yaptım ve bu hafta bu mesele üzerinde durmaya karar verdim. Buna karar verince, günlük okuma ve incelemelerimi bu yönde yoğunlaştırdım.

*

“Şiddetli Bir Kış Günü Doğalgaz Kesilirse”

Üstat yazar ve gazeteci Mehmed Şevket Eygi’nin, -konuya en çok yoğunlaştığım gün- gazetemizdeki köşesinde “Şiddetli Bir Kış Günü Doğalgaz Kesilirse” başlığı altında yazdıkları ve hatırlattıkları, bir doğalgaz kesintisinde olabilecekleri düşündürtmesi açısından son derece dikkat çekiciydi. Tekrar hatırlayalım:

Büyük bir buhranda İstanbul’da doğalgazın kesilme ihtimali vardır. Bu kesilme şiddetli soğuk bir kış gününde olursa, nüfusu yirmi milyonu geçtiği söylenen bu şehirde büyük bir felâket yaşanabilir. O kadar beyinsizce hareket edilmiştir ki, sanki doğalgaz ebedî imiş gibi, bazı yeni meskenlere soba bacası bile yapılmamıştır. “Efendim, doğalgaz kesilirse hemen bir elektrik sobası alır ve onu yakarak ısınırız...” diyenlere: “Yahu siz deli misiniz? Yüz binlerce, milyonlarca elektrik sobasına yetecek elektrik olacak mıdır?”

Geleceği düşünen ihtiyatlı vatandaşlara âcizâne teklif ediyorum: İleride herhangi bir doğalgaz kesilmesine karşı evinizi ısıtmak için alternatif çare düşünün. Soba deliği ve bacası varsa bir soba edininiz, bir kenarda birkaç torba kömür, odun, tutuşturmak için tahta bulunsun. Şiddetli bir soğukta yakıtsız ve sıcaksız kalmazsınız. Çoluk çocuğunuz perişan olmaz. Sen neler sayıklıyorsun diyeceklere: Ben sayıklamıyorum, uzağı görüyor ve uyarıyorum...” (Mehmed Şevket Eygi, Millî Gazete, 17.01.2007)

*

Kemal Derviş’in Türkiye’deki son projesi!

Doğalgaz kullanımı ile ilgili mesele üzerinde duruyorken, bakınız ülkemizde neler oluyormuş?

Doğalgaz kullanımı vilayetlerden ilçelere doğru hızla yaygınlaşırken, müşterilerini kaybeden tüpgazcılar, yönünü köylere çevirmiş. Köylerde kulis yapan ekipler, yemek yapmak, çocuklara bakmak, hayvanların ihtiyaçlarını gidermek için günü koşuşturmakla geçiren ev kadınlarını ikna etmeye çabalıyor!..

Beyler, köylü kadınlarımızı bu kadar düşünüyordunuz da, daha önceleri nerelerdeydiniz?!.

Efendim neymiş, bakınız köylü kadınlarımıza neler diyorlarmış?

“Vaktinizi tezek ve odunla uğraşarak (yani yerli kaynaklarla) harcamayın. Tüp (yani yabancı enerji kaynağı) kullanın, evinize, çocuğunuza ve hayvanınıza daha fazla zaman ayırın!”

İşte bu yavelerle köyleri dolaşan tüpgazcıların önündeki en büyük engel ise fiyatı şişiren vergilermiş.

Türkiye Likit Petrol Gazcıları Derneği ile Dünya LPG Birliği’nin (WLPGA) yürüttüğü “LPG’nin Kırsal Alanda Yaygınlaştırılması Projesi” için pilot bölge seçilen Ankara’nın Çamlıdere ilçesine bağlı Çukurören ve Yılanlı köylerinde ekipler çalışmaya başlamış bile. Kömür, tezek, odun ve köylerindeki diğer şeyleri yakarak ısınan köylüleri tüp kullanmaya ikna etmek için hazırlanan projeye, başkanlığını Kemal Derviş’in yaptığı Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı da (UNDP) destek veriyormuş!..

İnsanın ‘Yine mi Kemal Derviş?!.’ diyesi geliyor. Ülkeye kurtarıcı gibi geldi, yaptıkları ortada.

Şimdi de köylü kadınlarımıza yönelmiş!..

Kemal Derviş Dünya Bankası’na gittikten sonra Türkiye için çıka çıka, ülkeyi biraz daha dışa bağımlı yapacak bu proje çıktı! Ona destek mahiyetinde olmak üzere, WLPGA Direktörü James Rockall çevreci ve mobil yakıt özelliğini taşıyan LPG’nin tüm dünyada yaygınlaştırılması amacıyla bu projeye imza attıklarını açıklamış. UNDP Sürdürülebilir Enerji Politikaları Danışmanı Andrew Yager da program başkanı Kemal Derviş’in de projeyi son derece önemsediğini aktarmış ve ayrılan 1,36 milyon dolarlık kaynağın yaklaşık 200 bin dolarının Türkiye’de kullanılacağını ifade etmiş!.. Dünya Bankası, Kemal Derviş, proje ve Türkiye!.. Bunların tamamı bir arada olunca, hiç de iyi ve hayırlı şeyler çağrıştırmıyor. İran geçen yıl ve bu yıl gazı kesti… Rusya ise; Ukrayna ve Belarus’un ardından Türkiye’nin gaz vanalarını da bir ara kısmıştı… Cezayir ve diğer bazı ülkelerden ülkemize gemilerle gaz geliyor ama…

Aman dikkat!

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarih tekerrür etmesin (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.01.2007

Tarih yaşanmakta ve arkasından izler bırakmaktadır...

Tarih ilmi bu izlere dayanarak tarihin akışını belirlemekte, nereden geldiğimizi ortaya koymakta ve geleceğimize yön vermektedir.

Olaylar doğru tahlil edilir ve dersler alınırsa tarihin akışı yönlendirilebilmektedir.

Kur’an’da boşuna değil, işte bunun için kavimlerin kıssaları anlatılmaktadır.

Geçen akşam önce 27 Mayıs İhtilâli ile ilgili bir belgeseli seyrettim.

Sonra derin derin düşündüm; bugüne kadar aradan yarım asra yakın zaman geçmiştir ama Türkiye’de 27 Mayıs olayları ve ihtilâli hâlâ tahlil edilememiştir.

Bugüne kadar hiç kimse o dönemdeki olayların derin tahlillerine girememiş, yine hiç kimse o dönemdeki yöneticilerin hataları üzerinde doğru dürüst durmamıştır.

İlginçtir, hâlâ da durmamaktadır.

- Kimse o olayların tahlili ile Türkiye’nin geleceğini tahmin etmek istememektedir.

- Tarihten ibret alınmadığı için tarih hep tekerrür edip durmaktadır.

- Tarihler boşuna yazılmakta ve okunmaktadır.

- Siyaset ilmi de maalesef askıya alınmıştır.

*

Önce parçalıyor, sonra yönetiyorlar…

İslâm uygarlığı 1500’lerde yaşlanmaya başlamış, Batı uygarlığı da 1500’lerde doğmuştur.

Batı uygarlığı, İslâm-Hıristiyan çatışması sonucunda doğan Avrupa-Bizans uygarlığı sentezidir. Bu sentezi de o dönemdeki sermaye gücü yapmıştır. Bu medeniyeti İslâmiyet’in tesiri ile Batılılar kurmuşlar, ancak bu uygarlığın kaptanlığını sermayedarlar yapmışlardır.

1897’de Basel’de yaptıkları kongre sonrasında Birinci Cihan Savaşı’nı çıkararak Osmanlı, Rusya, Nemçe imparatorluklarını yıkmayı kararlaştırmışlardır.

- Nemçe Avrupa ulusal devletlerine dönüşecektir.

- Rus Çarlığı’nın yerini Sovyetler birliği alacaktır.

- Dünya ikiye bölünecek, “din savaşları”nın yerini “rejimler savaşı” alacak ve dünyadaki denge böyle kurulacaktır.

- Osmanlı İmparatorluğu parçalanacak, topraklarında ateist devletçikler oluşturulacak, sonra buralar İsrail imparatorluğuna verilecek, “Büyük Ortadoğu” kurulacak...

Türkiye devleti korunacak. Aksi halde Avrupalıların yani Hıristiyanların egemenliğinde olursa, sonra günü geldiğinde burası Hıristiyanların elinden zor alınır.

Hazırlanan plan ve proje gereği Türkiye devleti dinsizleştirilecek, sonra zamanı geldiğinde İsrail’in eline verilecek.

- Bunun için önce İkinci Cihan Savaşı çıkartılacak...

- Daha sonra Yahudiler zorla İsrail topraklarında toplanacak...

- Önce İsrail devleti kurulacak, elli sene sonra ise Türkiye yıkılacak...

- Türkiye İkinci Cihan Savaşı’na sokulmayacak, gelecek için bekletilecek…

- Türkiye bağımsızlığını koruyacak ve günü geldiğinde İsrail’in kolay işgali sağlanacak...

*

Tarihi iyi okuyup değerlendirmek…

Demek ki neymiş? Sömürü sermayesinin Türkiye’ye biçtiği rol, bu ülkeyi yüz sene daha yaşattıktan sonra, günü geldiğinde kurban ederek İsrail imparatorluğunun kuruluş düğünü ziyafeti yapmak!

Türkiye’de cereyan eden olaylar hep böyle olmuştur.

Türkiye görünürde dinsizleşmeyi kabul etti ama içten içe de dindarlaştı.

Bu durum o dönemlerdeki yöneticilerimizin bilinçli planlaması ile olmuştur.

1947’de kurulması planlanan İsrail devleti 1948’de bir sene gecikme ile kuruldu.

Türkiye de bu arada borçlarını ödemiş ve yabancı sermayeden arındırılmış bir ülke hâline geldi.

Artık Türkiye’yi kesime hazırlamak gerekmektedir. Bunun için besiye alınmalıdır. Türkiye’ye borç verilecek, semirtilecek, sonra eti için kesilecekti. Bunun için kendilerine her bakımdan yakın olan din düşmanı, okumamış, Hitlervari yapıdaki biri seçilmiştir; Celal Bayar. Celal Bayar da Adnan Menderes’e dayanarak bu taşeronluğa soyunmaya başlamıştır. İsmet İnönü de bu dönemde Batı’nın isteklerine boyun eğmiştir.

Seçim yapılmış ve 1950’de Demokrat Parti iktidar olmuştur. Yapılan en büyük hata, anayasayı değiştirmeden yönetimin teslim edilmiş olması olmuştur.

Daha sonra gelenler bu hatayı yapmadılar.

Ne yaptılar?

Önce anayasaları değiştirdiler, ondan sonra iktidarı yeni anayasa ile seçilmiş yöneticilere teslim ettiler.

Tarih tekerrür etmesin diye, tarihi iyi okuyup değerlendirmek gerekmektedir.

Aksi halde neler olduğunu değerlendirmeye yarın devam edeceğiz, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarih tekerrür etmesin (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

İktidarı sermayenin isteğine boyun eğerek teslim etme geleneğini İsmet İnönü başlatmıştır.

Askerler de müdahale yapıyorlar ama yeni anayasa ile yönetimi yine sivillere devrediyorlardı.

Demokrat Parti iktidara gelince ilk yapacağı iş anayasayı değiştirip seçime gideceğine, Batılıların taşeronluğuna soyunmuş ve Türkiye borçlanarak yatırımlara girişmiştir.

Sermayenin planı şuydu; Türkiye altyapısını tamamlayacak ama “tarım dönemi”nde kalacak, “sanayi dönemi”ne geçirilmeyecek, hazır imar edilmiş topraklara İsrail imparatorluğu gelip yerleşecektir. Borç karşılığı Türkiye’nin topraklarını satın almış olacaktır.

İşte burada iki olay olmuştur.

Birincisi; Batılılar ekonominin bire beş yatırım verimi kanununu bilemediler. Onlar sandılar ki, altyapıya yetecek kadar kredi/borç verirsek Türkiye altyapısını yapar ve tarım döneminde iken bize teslim olur. Oysa yatırım beş misli verimlidir. Bir inşaat beş misli sanayi ve tarım hareketini başlatır. Bu da Türkiye’yi tarım döneminden sanayi dönemine geçirmeye yetti. Böylece tehlikeyi hemen sezen sermaye 1954’de krediyi kesti!

İkinci olaya gelince; işte Adnan Menderes burada zekâsını gösterdi, önce Halk Partisi’nden devraldığı altınları bozdurdu ve gerekli malzemeyi kendi parası ile aldı. 1957’ye gelince o altınlar da bitti. Menderes zekâsını yine gösterdi, karşılıksız para bastı, enflasyona gitti ve on sene içinde yatırımlarını tamamladı.

Türkiye’nin artık Almanya ve Japonya seviyesine ulaşması için fazla değil, sadece on senesi kalmıştı. O meşum müdahale olmasaydı, 27 Mayıs İhtilâli yapılmasaydı, Türkiye şimdi dünyanın en güçlü ekonomisine sahip ilk dört beş ülkesi arasında olacaktı, ama…

*

Türkiye’yi kimler bu hâle getirdi?

Başı Adnan Menderes çekiyordu.

Ama onun finans bakımından destekçisi Hasan Polatkan’dı; dış krediler kesildiği hâlde icat ettiği karşılıksız para sistemi ile sonuçlara götüren maliyeci.

İkincisi ise Fatin Rüştü Zorlu idi. Kıbrıs sermaye için çatışma alanı olmalıydı. Çünkü 2000’li yıllarda onun adası olmalıydı. Oysa Londra Anlaşması ile Kıbrıs Avrupa tarafına bırakıldı. Barış getirildi.

Bu üçlünün dördüncü kişisi ise teknokrat olarak Tevfik İleri idi. Tevfik İleri daha önce öldüğü için Yassıada mahkemelerinde davası düşmüştü.

Bu üç kişinin idamı ise sermaye tarafından kesinleştirilmişti.

- Milli Birlik Komitesi siyasileri tutuklamayacaktı bile. Sermayenin emrinde olan sözde ulema fetva verdi; siz bunları muhakeme etmezseniz siz suçlu olursunuz!

- Sonra, idamlar yapılmayacaktı. Milli Birlik Komitesi’ni parçaladılar, mahkemeye karar verdirdiler, on beş kişinin idam kararının çıkmasını sağladılar.

- Milli Birlik Komitesi idamları yapmayacaktı. Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir Meclis’i sardı ve üçünün idamını baskı ile onaylattı. Çünkü birlik parçalanmıştı.

-Sonra, İsmet İnönü bunlardan üçünü astırarak daha fazla kanın akmasını durdurdu.

*

Adnan Menderes’in hatası neydi?

Adnan Menderes ordu ile birleşerek düşmanla savaşmak yerine, ordu ile savaşmaya başladı. Oysa Menderes’in siyasi zekâsı olsaydı yapacağı ilk iş Celal Bayar’ı cumhurbaşkanlığından uzaklaştırmak, yerine İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı yapmak olmalıydı. Menderes o günlerde bu güce sahipti.

O zaman ne olurdu?

- Türkiye bugün olduğu kadar manevi güce sahip olmazdı ama;

- Türkiye Japonya ve Almanya’nın seviyesinde ekonomik güce;

- Türkiye Fransa ve İngiltere’nin üstünde siyasi güce sahip olurdu.

- Daha da ötesi, Türkiye belki de Sovyetlerin yerine geçen güç olurdu.

Bu idamlardan sonra Ali Fuat Başgil de cumhurbaşkanı olmaya kalkıştı. Askerler önledi.

Oysa, Ali Fuat Başgil cumhurbaşkanı değil, Meclis başkanı olacaktı ve Cemal Gürsel’i o cumhurbaşkanı seçtirecekti. Hatasını anlayan Adalet Partisi İsmet İnönü’yü başbakan yaptı, ondan sonra da Cevdet Sunay’ı cumhurbaşkanı olarak seçti de, Türkiye darbeli de olsa varlığını korumayı başardı.

Bugün de aynı oyunlar devam etmektedir...

Sermaye Türkiye’ye düşmandır.

Çünkü imparatorluk ziyafetine giderken etli kurbana ihtiyacı vardır. Türkiye ancak askerlerle ve muhalefetle uzlaşarak altmışların siyaseti içinde ellilerin akıbetinden kendisini kurtarabilir.

Bu tarihî gerçekleri ve tahlilleri duyurmak için acaba daha ne yapmalıyım, bilemiyorum ki?!.

Bu yazıların ekonomi ve cumhurbaşkanlığı seçimi ile ne ilgisi var diyorsan; boş ver, unut gitsin!

O zaman siz bildiğiniz sözde yazarları okumaya devam edin…

 

 

***

 

 

 

 

 

Hrant Dink’i neden ve kim öldürdü?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Bir zamanlar Sabataist Abdi İpekçi öldürüldü…

Daha sonra Yahudi Üzeyir Garih öldürüldü…

Şimdi de Ermeni Hrant Dink öldürüldü…

Bu arada Nihat Erim de öldürüldü...

- Bunların günahları neydi?

Bunlar barışçı insanlardı.

- Nihat Erim ülke içindeki CHP-DP çatışmasında denge unsuru olmuştu. İleride yapılacak askeri müdahalelere böyle ara yol bulunur, onu başbakan yaparlar ve askeri darbe gerçekleşmez diye öldürdüler.

- Abdi İpekçi Türklerle Sabataycıların arasını bulmak istemişti, onu onun için öldürdüler.

- Üzeyir Garih’i Yahudilerle Türkler arasında barış sağlamaya çalışıyor diye öldürdüler.

- Hrant Dink’i Ermenilerle Türkler arasında barış köprüsü kuruyor diye öldürdüler.

*

Kim öldürdü?

Hrant Dink’i kimler öldürtmüş olabilir?

Bu kişinin hasımları kimlerdi?

- Hrant Dink’in Türkiye devleti aleyhinde faaliyetleri vardır diye varsayılıyordu.

Türk devletindeki derin güç onu öldürtmüş olabilir.

- Hrant Dink’in Ermeni cemaati ile de sorunları vardı.

Ermeni cemaatinin derin gücü de öldürtmüş olabilir.

- Hrant Dink’i Türkiye ile Ermeni halkı arasında çatışma çıkmasını isteyen uluslararası derin güç/ler öldürtmüş olabilir.

- Hrant Dink’in ölümü sayesinde AK Parti iktidarının yıpranması sözkonusudur. Bunun böyle olmasını isteyen muhalifler böyle bir tezgâh kurabilir.

İlk iki ihtimal hemen hemen imkânsızdır. Zira, bu takdirde kimsenin hiçbir çıkarı olmaz.

Olay son iki ihtimalde düğümleniyor.

AK Parti’nin zor duruma sokulması amacıyla bu katlin gerçekleşmiş olması düşünülebilir. Bu partinin parçalanmasını isteyen muhalifler olabilir. Ama bunların bundan alacağı pay çok az olacağı için hiçbir parti böyle bir amaçla bu cinayeti işlemeye yeltenmez. Kaldı ki, AK Parti’nin dağılmasından yararlanacak partiler sağ partilerdir, onların çalışma metotlarında bu tür yargısız infaz sistemi yer almaz.

Bir başka ihtimali düşündüğümüzde, Türkiye’de bundan yararlanacak Marksist düşünceli insan öldürmeyi meşru sayan  bir parti yoktur. Olsa bile adı sanı okunmuyor.

*

Asıl çözeceğimiz sorun nedir?

Sonuç olarak; bu olaydan çıkarı olan merkez neresidir?

Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen bir merkez olmalıdır. Bunun için Türkiye’nin istikrarı bozulmalıdır. O zaman bunun Türkiye’yi yıkmak isteyen dünya derin güçlerinin eseri olduğunda şüphe yoktur.

Ne var ki, bu tür suçlamalarla bunu siz yaptınız denemez. Bunun böyle olduğunu bilenler de, bu işi sırf onlarla aramızın bozulması için de yapmış olabilirler.

Basit tahlil şudur. Geçmişte Ermeni ve Rumları kullanarak Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Rum ve Ermenileri nüfusları Anadolu’da bile Müslümanlarla eşit idi.

Evet, bağımsız bir Yunan devleti kuruldu; nüfusu ne kadar? Bağımsız bir Ermeni devleti güya kuruldu; nüfusu ne kadar? Kıbrıs Rumları hariç, Yunan bu oyunu anladı ve Türkiye ile barış içinde olma siyasetini gütmeye başladı. Ermeniler ise bir türlü akıllanmadı, Ermenileri hâlâ kullanıyorlar...

Son tahlilimiz şudur. Günümüzde Ermeni soykırımı projesini yürütenler, zamanında bunu Türkiye’de işlemek için Ermeni çetelerini finanse ettiler. Şimdi de kendi yaptırdıklarını gündeme taşıyorlar.

Hrant Dink başlangıçta buna hizmet eder oldu. Ama daha sonra Türkiye Ermenilerinden gördüğü baskı üzerine bundan vazgeçti ve Türk-Ermeni dostluğu içinde neşriyata devam etti. Verdikleri imkânlara ihanet ettiği için onu öldürtmüş olabilirler. Mafya finansörlerinin raconu budur. O halde araştırmalar bu gazetenin üzerinde yoğunlaştırılmalıdır.

Bizim asıl çözeceğimiz sorun; Ermeni soykırımını parlamentolara götüren merkez neresidir? Parlamentolara bu kararları aldıran bu derin güç, kullandığı bir gazeteciye bir ayakkabıyı niye almamış?!.

Bu soruları ve sorunları çözmeliyiz.

Karşımızdaki, dünyayı sömüren ve insanlığı kana boyayan sömürü sermayesidir.

Filistin, İsrail, Irak ve genel olarak Ortadoğu’daki kan da bundan dolayı akmaktadır.

Bu fitnenin söndürülmesi, sömürü sermayesinin elinden sömürme gücünü almakla mümkündür.

Bunun çaresi de ancak “Adil Ekonomik Düzen”deki karşılıklı para sistemine geçmemizdir.

 

 

***

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2007 Yazıları
1-2007 Ocak
1187 Okunma
2-2007 Şubat
1277 Okunma
3-2007 Mart
1252 Okunma
4-2007 Nisan
1149 Okunma
5-2007 Mayıs
1145 Okunma
6-2007 Haziran
1200 Okunma
7-2007 Temmuz
1294 Okunma
8-2007 Ağustos
1284 Okunma
9-2007 Eylül
1159 Okunma
10-2007 Ekim
1285 Okunma
11-2007 Kasım
1385 Okunma
12-2007 Aralık
1165 Okunma

© 2024 - Akevler