|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
MART 2007 |
|
|
|
‘Dar gelirli yararlanamaz!’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
01.03.2007
Kira öder gibi faizli kredi karşılığı taksitlerle ödeme şeklinde evsizleri ev sahibi yapmayı amaçlayan “Mortgage Tasarısı” nihayet TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek kanunlaştı. Milletvekilleri güya görevlerini yapmış oldular.
Uzun zamandan beri beklenen “Mortgage Tasarısı” kanunlaşmasına kanunlaştı da; daha önce defalarca yazdığım üzere, bu kanun acaba evsiz dar gelirli vatandaşlarımızın derdine derman olabilecek mi?
Bakınız, bizzat Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener dedi ki:
“Dar gelirli yararlanamaz!”
Başbakan Yardımcısı Şener, görüşmelerin ve kanunun kabul edilmesinin ardından yaptığı açıklamada, kanunun Türk mâli sisteminde yapılan en büyük reformlardan biri olduğunu, “Mortgage sistemi”nin kısa vadede konut sorununu çözmeyeceğine işaret ettikten sonra dedi ki:
“Ödeme gücü olmayanlar kredi alacak ve konut sahibi olacak diye düşünürsek bu, doğru bir şey olmaz. Vatandaş, ödeme planında sorun olmadığı takdirde kararını verip krediyi alacak ve konut sahibi olacaktır. Eğer burada kredileri, ödeme koşullarını dikkate almazsa, elbette konutu aldıktan sonra ödeme güçlüğü çekecektir. Mortgage’in kısa vadede konut sorununu çözeceğini düşünürsek bu doğru bir şey olmaz. Dar gelirli ve asgari ücretli olan vatandaşın, başka bir yerden geliri yoksa bu mekanizmadan yararlanması zor görünüyor.”
Asıl muhtaç olan dar gelirlilerin “mesken meselesi” çözülmüyor, çözülemiyorsa; bu kadar zamandır ilgili ilgisiz taraflarca beklenen bu kanunun Meclis’ten geçmesi neye yarar?
Elbette birilerine yarar ama halka değil.
*
Faizli, ipotekli, rehinli, hacizli…
Evet, daha önce de yazdığım üzere, nihayet ‘mortgage’ yani ‘faize, ipoteğe, rehine, hacize, vs. dayanan krediyle emlak alımı sistemi’ artık kanuni hâle geldi. Adı ‘Uzun Dönemli Konut Edindirme Kanun Tasarısı’ olan yasa tasarısı sonunda Meclis Genel Kurulu’ndan geçip kanunlaştı.
Sistemi kısaca tanımlayalım:
‘Faizli kredi’ ile emlak alacak kişi emlaki seçer. Faizli krediyi veren, karşılığında ipotek kullandığı için risk almak istemez. Çünkü mülkün ipotek değeri ileride piyasa değerinin altında kalabilir ve banka zarar edebilir...
Kullanılan ‘faizli kredi’nin yapısı ise kişinin gelirine, daha doğrusu gelecekteki kazancına göre ayarlanır. Nasıl kira ödeniyorsa, aynı biçimde, borç bitene kadar, ‘faizli, ipotekli -ve gerektiğinde hacizli- kredi’ ödenir. Faizli krediyi alan kişi parayı doğrudan emlak sahibine öder ve bu tarihten sonra emlakini satan devre dışıdır. Borçlu, banka ile karşı karşıyadır, borçlu borcunu ödeyemezse mülk satılır ve …
Düzenlemede neler olduğuna biraz daha bakalım.
Tüketiciye sabit faiz ve değişken faiz olmak üzere iki seçenek sunulacak.
Sabit faizi seçen tüketiciler ilk taksitte ne ödüyorsa, vade sonunda da aynı taksiti ödeyecek.
Değişken faizde ise kredi faiz oranlarının dalgalanması belli aralıkları geçerse, banka da faizini buna göre ayarlayacak. Bu seçenek kredi verenin risk yönetimini kolaylaştıracağı için daha uzun vade ve daha düşük faiz oranı seçenekleri sunulabilecek. Bankalar sözleşmeden önce müşteriye bilgi formu verecek. Formda faiz oranları ve ödeme tabloları ile ilgili bilgiler olacak.
Hiç peşinatı olmayanlar sistemden yararlanamayacak.
İki ay taksitini aksatan müşteriye banka bir ay süre verecek. Üçüncü ay sonunda da taksitin ödenmemesi hâlinde banka, ipotek ettiği evi satma hakkına sahip olacak. Satıştan gelen paradan banka alacağını mahsup edecek ve kalanını müşteriye iade edecek. Vade ve faiz piyasada belirlenecek.
*
Meraklısına Not:
Millî Gazete internet sitesinde hâlen var olan “konut” ile ilgili yazılarımın başlıkları ve tarihleri şöyle:
“Acımayın, yıkın!..” (21.06.2005),
‘Gecekondu Dayanışma Kooperatifi’ (28.06.2005),
Faizli, ipotekli, rehinli, hacizli… (07.12.2005),
Kriz ve Mortgage’ye karşı (18.01.2006),
Ucuz konut üretilecek/miş!.. 31.07.2006,
Konut sorunu ve çözümü (30.07.2006).
***
“ADİL DÜZEN” yönetimin temelidir
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
06.03.2007
Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden önce Bizans’ın Ortodoks halkı, ‘İstanbul’da kardinal şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih edeceklerini’ açıkça ifadeden çekinmiyorlardı…
19’uncu asır Fransız seyyahı Elisee Reclus, Osmanlı Sultanı’nın Hıristiyan tebasının kendi hayatlarını yaşamada herhangi bir Hıristiyan mezhebinin hakim olduğu bir ülkede yaşayan Hıristiyanlardan daha serbest olduğunu kaydeder…
Örnekler çoğaltılabilir. Biz de öyle yapalım ve çoğaltalım.
*
Adalet mülkün/yönetimin temelidir.
Belâzurî anlatıyor: Müslümanlar, (Hz. Ebû Bekir döneminde) Bizans Kralı’nın büyük bir orduyla üzerlerine gelmekte olduğu haberini alınca, Humus ahalisine, ödedikleri vergileri iade etmek istediler ve dediler ki;
“Biz şu anda bir saldırıya maruzuz ve sizi korumak imkânından mahrumuz. Bu vergileri ise sizi koruma karşılığında almıştık, iade ediyoruz.”
Humus şehrinin Hıristiyan ve Yahudi ahalisi cevaben dediler ki,
“Bizans idaresinde zorbalık ve zulme maruzduk. Şimdi sizin âdil idarenize kavuştuk. Herakliyus’un bizi yenmeden şehre giremeyeceğine ant içiyoruz. Biz, başımızda bırakacağınız valimizle birlikte Herakliyus’un ordusunu defederiz.”
Bu karşılığı vererek şehri korumaya giriştiler.
Diğer şehirlerin Hıristiyanları ve Yahudileri de, “Müslümanlar yenilirse biz tekrar zorbalık ve zulme maruz kalırız. Bir tek Müslüman bile var oldukça onlara verdiğimiz sözümüze sadık kalacağız.” diyerek, aynı şekilde hareket ettiler. Allahü Tealâ Müslümanlara zafer bahşedince de, zafer alayları tertip edip şehirlerinin kapılarını Müslümanlara açtılar.” (Fütûhu’l-Büldan, Maarif V. Yay.)
Evet; adalet mülkün/yönetimin temelidir.
*
Yahudiler de Osmanlı adaletinden nasiplerini almış.
Yahudiler bile, İslâm yönetimlerinin adil hakimiyetinde tarihlerinin Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman’dan sonra en mutlu çağlarını yaşadılar. Bizans toprakları içinde, Bizans putperest iken de Hıristiyan iken de zulüm altında idiler. Üstelik, bütün sinagoglar kiliseye çevriliyor ve Hıristiyan olmaya zorlanıyorlardı.
Müslüman Türklerin Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren Yahudiler de nefes almaya başladılar. Binlerce Yahudi, Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına sığındı. Osmanlı Devleti’nin adil yönetiminde ise tarihlerinin en uzun süreli mutlu çağlarına girdiler.
Haham Isaac Tzarfati, Almanya’daki Yahudileri bir mektupla Türkiye’ye göç etmeye çağırıyor ve şöyle yazıyordu: “Kardeşlerim, ben de Almanya’da doğdum ama, ülkemden çıkarıldım ve Allah’ın kutsadığı Türk topraklarına geldim. Burada huzur ve mutluluk buldum. Burada Allah’ın bize verdiği nimetlerin 10’da 1’ini bile bilseniz, ne yapar yapar buraya gelirsiniz. Burada şikâyet edeceğimiz hiçbir şey yok. Büyük servetlerimiz var; ellerimiz altın ve gümüş dolu. Ne ağır vergiler söz konusu, ne de ticaretimize bir engel. Her şey ucuz ve hepimiz huzur ve hürriyet içinde yaşıyoruz. Burada Yahudileri, bir utanç forması olarak sarı şapka giymeye de zorlamıyorlar. Uyanın kardeşlerim, her şeyinizi toplayıp buraya gelin.” (S. J. Shaw, The Jews of the Ottoman Empire and the Turkish Republic’ten The Fountain, S. 8)
Evet, evet; adalet mülkün/yönetimin temelidir.
*
ADALET
İnsansız adalet olmaz,
Adaletsiz insan olur mu?
Olur, olmaz olur mu!
Ama, olmaz olsun.
Özdemir ASAF
***
Türkiye’de neler oluyor?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
07.03.2007
Önce biraz geriye gidelim ve meseleyi baştan ele alalım.
1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yapılan toplantıda alınan kararlardan sonra Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı yıkılıyor, Avusturya İmparatorluğu parçalanıyor ve Avrupa devletleri içine katılıyor. Rusya’da Sovyetler imparatorluğu yani komünizm kuruluyor ve kapitalizme karşı denge oluşturuluyor. Osmanlı İmparatorluğu parçalandıktan sonra dinsiz devletler oluşturuluyor. Türkiye de bu gruptadır, hedef olarak dinsiz bir Türkiye oluşturulacaktır.
Türkiye’ye biçilen rol şudur: İmparatorluk yıkıldıktan sonra Anadolu’da dinsiz bir Türkiye devleti kurulacak, Hıristiyanlar Türkiye’den tehcir edilecek. Böylece ileride kurulduğunda buraların İsrail imparatorluğu tarafından işgali kolaylaşacak, Hıristiyanlar karşı çıkmayacak.
O plana göre Türkiye 1997’de yani 1897’den 100 sene sonra yıkılacak, Sevr uygulanacak, İsrail imparatorluğu kurulacaktı; ama bunu başaramadılar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1900’den beri borçlandırılıyor, ekonomisi batırılıyor, darbelerle geri bırakılıyordu. 54. Erbakan Hükümeti işbaşına gelince bu çöküşe ‘dur’ denmeye başlandı. İşte, ülkemizdeki müdahalelerin asıl sebebi bu gibi başarılı gelişmelerdir.
Onlar bunu hep yapmaktadırlar. Menderes’i Türkiye’yi kalkındırdı diye astılar! Demirel’i kaç defa indirdiler! Özal’ı neden kurşunladılar?
Bu gibi müdahalelerle Türkiye’deki ekonomik gelişmeyi ve kalkınmayı durdurdular. Türkiye ondan sonraki beş sene zarfında ekonomik ve sosyal yönden kan ağlamıştır.
AKP de dört senedir hâlâ o yaraları tedavi edip ülkemizi 54. Erbakan Hükümeti dönemine ulaştıramamış, aksine bazı alanlarda daha da gerilere götürmüştür.
*
Sömürü sermayesi ne yapar? Kendince, önce planladığı şekilde dünyadaki güçleri oluşturur, sonra kontrolü altına alır. Kendi dışında bir ekonomik veya sosyal oluş gerçekleşmişse, önce onu kontrolü altına almaya çalışır; alamazsa yıkar. Mesela, Başbakan Erbakan Türkiye’ye uluslar arası yeni bir hamle yaptırmak üzere D-8’leri kurdu. Amerika D-8’lerin kurulmasını Avrupa Birliği’ne karşı bir güç oluşturulması amacıyla istiyordu.
AB, bilindiği üzere önceleri sadece ekonomik bir güç gibiydi. Ama zamanla siyasi güç de kazanmaya başlayınca, ABD bundan rahatsız olmaya başladı ve alternatif bir güç oluşturmayı düşündü. Bu alternatif gücü kendisi kuramadığı için başlangıçta D-8’lerin kurulmasını olumlu karşıladı ama zamanla D-8’lerin ona yâr olmayacağını anlayınca bu büyük projeye karşı çıktı.
İşte, tam da bu dönemde DYP Genel Başkanı olan Tansu Çiller ‘Adil Düzeni bırakmanız şartıyla sizinle koalisyon yaparım!’ demiş; daha sonra da ‘Adil Düzeni ben engelledim’ diyerek gazetelerde manşet olan beyanatlar vermiştir!..
Türkiye’de o dönemde “ADİL EKONOMİK DÜZEN” oluşturulup ülkenin sorunları çözülecekken, bu gelişmeye engel olunmuş, mevcut faizli sistemde sorunların üstesinden gelinmeye çalışılmış ve aradan geçen bunca zaman sonra bugünlere gelinmiştir.
Soruyoruz; o sözde başarılarıyla övünen Tansu Çiller şimdi nerelerdedir?!.
*
Yukarıda işaret ettiğim bu gibi gerçekler bilindikten sonra, sosyal ve ekonomik kanunlar gereği yapılması gerekenler yapılır ve Türkiye’nin sorunları çözülür.
Eğer bundan sonra gerçekten ekonomik ve sosyal âfetlerle karşılaşmak istemiyorsak, her konuda olduğu gibi bu konularda da yeniden yapılanma sürecine girmeli ve gereken çalışmaları yapmalıyız. Yapılması gerekenler yapılmadıkça Türkiye’de nelerin olduğunu ayan beyan görüyoruz.
Türkiye’de yeniden bir yapılanma gerçekleştirilmedikçe ülkemizin bu sorunlarının bitmeyeceğini en düşük seviyedeki akıl sahipleri bile bilebilmektedir.
Daha önce de yazdığım bir meseleyi bir kere daha kısaca hatırlatıyorum.
- “Karşılıksız faiz parası” ortadan kaldırılmalıdır.
- “Karşılığı olan senet parası” mutlaka çıkarılmalıdır.
- Halkımız artık “işletme senetleri” ile iş yapmalıdır.
- En önemlisi; herkese iş ve herkese aş sorunları mutlaka halledilmeli, yani Türkiye’de var olan ekonomik ve sosyal sorunlara karşılık çözüm olarak mutlaka “ADİL EKONOMİK DÜZEN” getirilmelidir.
***
Önce ekonomimizi güçlendirmeliyiz
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
08.03.2007
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda benimsenmiş bir ilke vardır; yayılmacılık yoktur. Dışarıdakiler bize gelirlerse kucağımız açıktır. Cumhuriyet işte bu ilke ile kuruldu ve günümüze kadar da bu siyaset güdüldü. Bu aynı zamanda İslâmiyet’in de emrettiği bir siyasettir.
Bir ülke eğer yeni bir medeniyet kurabildiyse ve bu medeniyeti dışarıya götürecekse; bu medeniyete karşı direnen olursa, ancak o zaman fetih siyaseti güdülebilir. Bu uygulama uygarlıkların oluşmasında ve yayılmasında temel prensiplerden biridir. İşte bundan dolayı medeniyet sunamayanların saldırma durumları da yoktur. Zaten medeniyeti olmayanların genellikle ekonomik ve askeri gücü olamadığından fetih gücü de yoktur.
Bir gün ülkemizde “Millî Görüş Hareketi”nin ana meyvesi olan “Adil Düzen Medeniyeti” gerçekleşir, bu sayede muasır medeniyetin fevkine/üzerine çıkarsak, o zaman eserimizi sunmak üzere fetih mücadelelerine girişebiliriz. Özgün ve güçlü medeniyetleri olan ülkeler, kendi zamanlarında gerçekleştirdikleri “barış ve adalet düzeni”ni daha geniş kitlelere götürmek için ülkeler fethettiler. Nitekim Avrupa orduları da dünyayı bu iddialarla fethettiler.
Her yeni medeniyet yeni fetihleri gerektirir.
İşte bu açıdan bakıldığında, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i ülkemizde kurup uygulayıncaya ve iyice güçlendirinceye kadar, ülkemizde sadece savunma ordularımız olacak, dışarıda cereyan eden olaylara karışmayacak ve zaman zaman dayatılan tuzaklara düşmeyeceğiz.
Her şeyden önce ülkemizin ekonomisini düzeltmeli ve güçlendirmeliyiz.
*
Bilindiği üzere, bir ülkenin ekonomisi düzgün ve güçlü olmazsa o ülke ordusunu besleyemez. Güçlü ordusu olmayan devlet de ülkesini savunamaz. Güçlü devlet olmanın ana esaslarından biri güçlü ekonomidir. O halde her şeyden önce ülkemizin ekonomisini düzeltip güçlendirmeliyiz.
Ülkemizin ana meselelerinin başında ekonomik problemler gelmektedir. Bunlar geniş, derin ve çeşitli olmakla birlikte, hepsinin başında dış borçlarımız gelmektedir. Bundan dolayı özellikle dış borçlarımızı bir an evvel kapatıp faiz ödemekten kurtulmalıyız. Anapara ile birlikte ‘faiz sarmalı’ öylesine bir baş belasıdır ki, zamanla sadece varolan gelir kaynaklarımızı kemirmekle kalmaz, bir gün ülkemizin tamamen yok olmasına bile sebebiyet verebilir. Nitekim koca Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma sebeplerinin başında dış borçlar gelmektedir.
Ekonomiyi düzeltmek için neler yapmalıyız?
O halde her şeyden önce iç ve dış borçlarımızı kapatacağız. Özellikle dış borçların ödenmesine öncelik vermeliyiz. Ana problemlerimizin çözümsüz bekletilmesine tahammül kalmamıştır. Öncelikle bu borçlar meselesinin halledilmesine daha fazla bekletmeden ve büyütmeden başlamalıyız. Dış borçlarımızı kapatmanın dört yolu vardır.
Türkiye dolar borcunu bu dört yoldan biriyle kapatır.
- Birincisi, dış borcu iç borca çevirmektir.
- İkincisi, nakit borcu mal borcuna çevirmektir.
- Üçüncüsü, ülkenin borcunu iştirake çevirmektir.
- Dördüncüsü, faizli borcu kredileşme borcuna çevirmektir.
*
Bizi güçsüz kılan bir diğer önemli ekonomik problemimiz daha vardır. Türkiye daha fazla gecikmeden “karşılıksız para sistemi”nden vazgeçip “karşılıklı faizsiz para sistemi”ne geçmelidir. Geciktirilmemesi gereken reformlardan biri de budur.
Bu ekonomik reformun gerçekleştirilmesi için dört çeşit para kullanılacaktır.
- Birincisi, imar senetlerini alıp satan ve inşaatı kredilendiren toprak parası;
- İkincisi, ön ödemeli siparişleri kredilendiren ve tarım meselesini çözen buğday parası;
- Üçüncüsü, inşaat malzeme stoklarını faizsiz ve icrasız kredilendiren demir parası ve;
- Dördüncüsü, bu paralarla dövizleri alıp satan ve nakit görevi gören altın parası.
Bol sıfırlı karşılıksız kâğıt para dönemini unutmadık. Önerdiğimiz bu para sistemine geçmek, paralardaki sıfırları atmaktan daha kolaydır.
Velhasıl; ülkemizi güçlü kılmak istiyorsak, bir an önce yapılması gereken ekonomik ve sosyal reformları gerçekleştirmeli, bu arada öncelikle ekonomimizi güçlendirmeliyiz.
***
‘Konut kredisindeki faizlerden
ve risklerden korkuyorum!’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
13.03.2007
“Bir bankacı olarak bugün en çok neden korkuyorsunuz derseniz,
konut kredileriyle ilgili mevzuatta ve
faiz uygulamalarında olabilecek risklerden korkuyorum.”
Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Başkanı Ersin Özince
Merkez Bankası’nın 2006 yılında yaptığı uygulamalarda faizler yüksekti.
Merkez Bankası’nın 2007 yılında şu ana kadar yaptığı uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla faizler yüksek kalmaya devam edecek -geçenlerdeki Çin dalgalanması bir yana,- döviz fiyatları da sabit tutulacaktır. Merkez Bankası’nın bu faiz uygulamalarına göre; hükümetimiz, halkımız, yabancı yatırımcılar ve diğer oyuncular ona göre gereğini yapsınlar!
Kısaca özetlersek, malum olduğu üzere;
- Merkez Bankası 2006 yılı sonuna kadar faizleri indirmedi.
- 2007 yılında da yüksek faiz uygulamalarına devam ediyor...
- Döviz getiren, döviz bozduran, YTL ile yüksek reel faiz alacak demektir.
- Dövizden YTL’ye geçen, son yıllarda olduğu gibi 2007 yılında da kazanacaktır.
Yani; dövizden YTL’ye geçişin sürmesi, döviz bozduranların döviz fiyatındaki yükselme nedeniyle bir zarara uğramaması için Merkez Bankası gerekeni hep yapmaya devam edecek, gerekirse yüksek faizleri daha da fazla yükseltecek…
Elbette, bu ekonomi politikaları uygulanmaya devam ettiği sürece Merkez Bankası yöneticileri de gayet iyi biliyorlar ki; bu uygulamaların sonunda ve “SONUÇ” olarak:
- Yüksek reel faiz nedeniyle bütçeden faizlere ayrılacak kaynak daha da artacaktır.
- Yüksek reel faiz cazibesiyle yurtdışından gelen hızlı döviz girişleri nedeniyle cari açık (yani döviz açığı -geçen ay da artmaya devam etti- ) bugüne kadar olduğu gibi daha da büyüyecektir.
*
Faiz riski en önemli risk
Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Başkanı Ersin Özince, geçenlerde dedi ki: “Bir bankacı olarak bugün en çok neden korkuyorsunuz derseniz, konut kredileriyle ilgili mevzuatta ve faiz uygulamalarında olabilecek risklerden korkuyorum.” Özince, Active Academy tarafından düzenlenen ‘Risk Yönetimi Zirvesi’nin açılışında yaptığı konuşmada, riskin sadece bankalara ait bir olgu olmadığını, risk dendiği zaman Türkiye’de ilk başta siyasi risk, ondan sonra da finansal risklerin akla geldiğini ifade ederek, risk düzenlemelerinin düzenleyici ve denetleyici otoritelerce dengesinin çok iyi ayarlanması gerektiğini söyledi. Bankacılık sektörünün konut kredilerinde faiz riskini bir kere yaşadığını dile getiren Özince: “Bu hoş bir şey değil. Yani faizler yükselirken artırmayan bir sistemin, faizler düştüğünde kredilerin kapanıp da düşük faizle kalması, şu kadar basit bir netice yaratıyor; pekiyi faizi tüketici açısından düşürüyorsunuz, banka nasıl düşürecek? Banka o kaynakları bulduğu taraflarla gidip faiz pazarlığı mı edecek? Böyle bir şey yok. Dolayısıyla konut kredilerinde faiz muhakkak ki bankacılık sektöründe bir risk olacaktır.”
“Bankacılığın önündeki en önemli risk, faiz riski mi?” sorusu üzerine de Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Başkanı Ersin Özince şöyle dedi:
“BDDK Başkanı onu söylediğine göre... Kredi riskinde oldukça ciddi bir toparlanma oldu. Faiz riski ise en önemli risk... Yani mevcut risklerin en önde geleni...”
*
Çare ve çözüm nedir?
Bugünkü yazıyı TBB Başkanı Ersin Özince ile bitirelim. Özince, küçülen dünyada olur olmaz risklerle karşılaşmamanın çarelerinin aranması gerektiğini vurgulayarak şöyle demiş: “Bu konuda karar verecek düzenleyici politika üretecek otoriteler, sadece BDDK ve Merkez Bankası başkanlarını kastetmiyorum, yargıdan TBMM’ye kadar, düzenleme riskleri her gün gazetelerde boy göstermektedir. Bir bankacı olarak, bugün en çok neden korkuyorsunuz derseniz, konut kredileriyle çok uzun mevzuat, çok uzun yıllara dayalı riskleri alacağız, konut kredileriyle ilgili mevzuatta ve FAİZ uygulamalarında olabilecek risklerden korkuyorum derim. Kredi riskinden hiç korkmuyorum, teminatının (yani; rehininin, haczinin, fahiş faizlerinin vs. RNE) olduğunu düşünüyorum. Düzenleme riskinden daha çok korkuyorum.”
“FAİZSİZ ADİL EKONOMİK DÜZEN” gelinceye kadar düzensizlikler ve korkularla yaşamaya devam!..
***
Cumhurbaşkanı seçimi (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
14.03.2007
Bugün anlatacağım meselenin iyi kavranması için bir örnekten yola çıkarak girizgâh yapayım.
Bir arı kovanında milyonlara varan arı yaşar. İçlerinden yalnızca biri “ana arı”dır.
“Ana arı” hiçbir iş yapmaz, sadece kovan içinde dolaşır, ama “ana arı” olmazsa kovan bir-iki gün içinde yok olup gider. Acaba “ana arı” ne yapmaktadır?
“Ana arı” yumurtlar ve yeni arıların oluşmasını sağlar. “Ana arı” kovana bir koku salar, bu koku kovanın dışına kadar çıkar, dışardan gelen arılar o koku sayesinde kovanlarını bulurlar. Aynı anadan doğan arılar aynı kokuyu taşırlar, dolayısıyla birbirlerini o koku ile tanırlar. Bekçi arılar kapıda beklerler, yabancı bir arı geldiği zaman onu içeri almazlar. “Ana arı” olmadığında arılar kovanlarını bulamaz, birbirlerini de tanımaz olur, kovan dağılıp gider ve arıların her biri bir yerlerde ölürler.
Bundan sonra yazacaklarım hep bir kovandaki “ana arı” örneği unutulmadan okunmalıdır.
*
Bugünlerde ağırlıklı gündem konusu cumhurbaşkanı adayı ve seçimi.
Malum, devlet başkansız olmaz. “Devlet başkanları” da aynen “ana arılar” gibi bir iş yapmazlar, köşkte otururlar. Ama köşkte oturan biri olmazsa devlet yaşamaz. Dikkat edilir ve iyi hatırlanırsa, Türkiye’deki askeri müdahaleler genellikle devlet başkanları görevlerini yapamaz hâle geldikleri zaman olmuştur. Devlet başkanının anayasada sayılmış görevleri geçicidir, (bugün o görevler ona verilir, yarın o görevler ondan alınır); ama başkanın doğal görevleri vardır. O doğal görevleri anayasalar vermez, “sosyal kanunlar” o görevleri ona verir.
İşte; devlet başkanı seçilirken onun bu doğal görevleri dikkate alınarak seçilmelidir. Devlet başkanı şayet herhangi bir görevini iyi yapamazsa, o zaman bir kanun yapar ve onun elinden o görevi alırız. Ama kanunla verilmeyen görevleri onun elinden almak mümkün değildir. O yetkileri almak demek, onu devlet başkanlığından azletmek demektir.
O halde “sosyal kanunlar”ın devlet başkanına verdiği görevleri iyi bilmemiz, seçerken ona göre seçim yapmamız gerekir. Bu kanunlar nelerdir? Şimdi bunları dört madde olarak sıralayalım. Allah her şeyi dörtlü yaratmıştır. Dört görev bulamazsanız eksik açıklama yapıyorsunuz demektir. Dört ana görevin olması “sosyal kanunlar” gereğidir. Onların tesbit edilmesi de bizim araştırıp bulmamıza bağlıdır.
1) Devlet başkanı kanunları ve kararnameleri imzalar.
Devlet başkanı ana arı gibi sadece köşkte oturur ve devleti temsil eder. Onun imzalamadığı hiçbir şey devlette yürürlüğe girmez. Onun imzası devlet içinde ana arının kokusu gibidir. Halk ve yabancılar bir tek imza tanırlar, o da devlet başkanının imzasıdır. Diğer yetkililerin imzalarını tanımazlar. Meclis kanun çıkarmıştır. Halk cumhurbaşkanının altına ‘yayınlansın’ demesi ile bunun kanun olduğunu öğrenir. Bunun içindir ki meclis ısrar etse bile, devlet başkanı imzalayıp yayınlamayınca geçersiz olur. Bakanlar kurulu kararları da öyledir. Halk bir tek yetkili tanır, o da devlet başkanıdır. Bundan dolayıdır ki devlet başkanı diktatörlüğe meyilli ise, orduyu da arkasına almışsa, onu kimse durduramaz. Devlet başkanının elinden imzalama yetkisini alırsanız, kokusuz hâle gelen arı kovanı misali biraz sonra devlet helâk olur. İmzadaki teklik hem diğer imzaları tasdik etmekte, hem de devlet içinde birliği sağlamaktadır. Anayasa emrettiği halde bir kanunu ikinci defa yayınlamazsa yapacağımız hiçbir şey yoktur. Vatana ihanet olmadığı için hukuken bir şey yapamayız. Bu kadar hassas yetkilere sahip devlet başkanını seçerken her şeyi iyi hesaplamamız gerekmektedir.
2) Devlet başkanı devlet sırlarını saklayıp başkanlara aktarır.
Devlet başkanının ikinci görevi devlet sırlarını saklamaktır. Nasıl kişilerin sırları varsa, devletin de sırları vardır. Onları düşmanların bilmemesi gerekir. Bu da ancak bir tek beyinde saklanırsa sır olur. O da devlet başkanının beynidir. Tarihte peygamberler bunu yapmıştır. Fatih, ‘beynimdekileri sakalım bilse onları keserim’ demiştir. Devlet başkanlarının kırmızı defterleri vardır, başkandan başkana devreder. Onun tamamını başkandan başka kimse bilmez. Başkan gerekli gördüklerini orada kaydeder. İstediğine istediği kadarını gösterir. Devletin sürekliliğini bu defter sağlar. Başkan kafasındaki sırları saklar. Bunları ne meclis üyelerine, ne de hükümet üyelerine açıklamaz, çünkü o zaman sır olmaktan çıkar. Devlet başkanı izin verirse başkanın da telefonları dinlenebilir, ama başkanın telefonunu dinlemek vatana ihanettir. Biz aslından sadece devlet başkanını seçmiyoruz, devlet sırlarını saklayanı seçiyoruz.
Devam edeceğiz…
***
Cumhurbaşkanı seçimi (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
15.03.2007
Dün, sosyal kanunların devlet başkanına verdiği görevleri iyi bilmemiz ve devlet başkanını seçerken ona göre seçim yapmamız gerektiğini iki maddeyle hatırlattım. Diğer ikisiyle devam ediyoruz….
3) Devlet başkanı zaruret hâlinde alacağı kararlarla vatanı kurtarmalıdır. Devlet başkanının üçüncü büyük vazifesi, gerektiği zaman anayasanın dışına çıkarak devleti kurtarmaktır. Yasalar devlet varsa vardır; devlet yoksa yasalar da yoktur. İşte ülke/vatan için bu yasaları çiğneme yetkisi yalnız devlet başkanına verilmiştir. Bu sebepledir ki cumhurbaşkanı yalnız vatana ihanetten sorumludur, anayasayı çiğnemekten sorumlu değildir. Tarihimizden örnek vermek gerekirse, Osmanlılar belli zamanlarda çok sevdikleri vezirlerini feda etmişlerdir. Bazı cumhurbaşkanları bu yetkilerini kullanmadıkları için kimi zaman müdahaleler olmuş ve daha sonra onlar bu yetkiyi kullanmışlardır.
4) Başkanın önemli bir görevi de kurumlar arası dengeyi sağlamaktır. Mecliste bazen partiler arası gerilim olmaktadır. Meclis bu durumlarda kilitlenir, partiler arasında var olan bu sıkıntıdan dolayı ülkenin sorunları çözülemez hâl alır. Devlet başkanı devreye girer ve partiler arasındaki gerilmeyi yatıştırır veya seçime gidilir. Geçmişte bazı devlet başkanları bunu yapamamış, o sebeple müdahaleler zorunlu olmuştur. Bazen hükümet üyeleri arasında böyle çatışma olur ve çalışmalar durur. Devlet başkanı devreye girer, hükümete başkanlık eder ve varolan sorunları aşar. Zaman zaman yargı ile hükümet arasında, üniversite ile hükümet arasında veya yargı arasında böyle tıkanmalar olur. Meclis ile hükümet arasında da tıkanma olabilir. Devlet başkanı işte bu gibi durumlarda müdahale ederek bunları aşar.
Devlet başkanı ayrıca sivil-ordu dengesini kurar. Bazen siviller ile askerler arasında gerginlik olur ve devlet işleri durabilir. Bu gibi durumlarda da devlet başkanı müdahale eder ve sorun aşılır. Devlet başkanı asker kökenli olmadığı zamanlarda bu çatışma aşılamamış ve askeri bildiriler zorunlu olmuştur. Mesela, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kendi beceriksizliğini başbakana atarak ülkemize 28 Şubat’ı musallat etmiştir. Sonuç olarak ondan sonraki yıllar Türkiye’nin kayıp yıllarıdır. Şimdiki Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer de bazen yetersiz kalmakta, hattâ maalesef bizzat kendisi taraf olmakta, denge kurulmak bir yana iyice bozulmaktadır.
Devlet başkanı merkez ile yerel yönetimler arasında denge kurar. Devlet başkanı bazen yerel yönetimler ile merkez arasında çıkacak ihtilaflarda denge unsuru olur. Bakan ve hükümet seçilmiş kimseleri görevden alamamalıdır, ancak cumhurbaşkanı alabilmelidir. Cumhurbaşkanı dengenin bozulduğu yerde re’sen devreye girer, gerekli dengeyi kurar ve korur.
Devlet başkanı bu kadar önemli olduğuna göre, devlet başkanının ne gibi özellikleri olmalıdır?
1) Devlet başkanı bilgili olmalıdır: Okuduklarını anlayabilmeli, anlatılanları kavrayabilmelidir. Bilgisiz kimseye arabayı teslim ederseniz onu devirir. Bu bilgi resmen profesörlerde, bir de kurmaylarda vardır. Meclis devlet başkanını bunlar arasından seçmelidir.
2) Devlet başkanı güçlü olmalıdır: Devlet başkanı sözünü geçirebilecek kimse olmalı, askerler de onu dinlemelidir. Askerler dinlemezlerse diğerleri de dinlemezler ve sonunda devlet başkansız kalır. Askerler iki şeye dikkat ederler. Önce makama bakarlar. Sonra onun devleti kendilerinden iyi yöneteceklerine kani olmalıdırlar. Turgut Özal ve Süleyman Demirel için böyle kanaat getirmişler ve onlar da bu sayede sorun olmadan devlet başkanlığını yapmışlardır. Yine de sorun olmuş ve Özal zamanında Genel Kurmay Başkanı istifa etmiş, Demirel zamanında da 28 Şubat olmuştur.
3) Devlet başkanı adil olmalıdır: Devlet başkanı adil olmalı, dengeli kararlar almalı, düzeni bozmamalıdır. Bunu test edecek bir mekanizma yoktur. Meclisin takdirine kalmıştır. Bir devlet başkanının ideolojik saplantısı varsa ve bunu uygulamada ortaya koyuyorsa, o kimse devlet başkanı olamaz. İşte burada tarihi çatışma vardır. Lâiklere göre her dindar ideolojik saplantı içindedir, dolayısıyla dindar devlet başkanı olamaz. Dindarlara göre de insan inançsız olamaz. Eğer bir dini yoksa o kimse ideolojik saplantı içindedir, dolayısıyla adil olamaz. Dindar ise dininin emri ile adil olur. Dini ona adaleti emrettiği için adil olur. Kur’an; ‘hükmettiğiniz zaman adil hükmedin’ diyor; ‘yakının da olsa bu seni kıst/ölçü ile hükmetmekten ayırmasın’ diyor. O halde bir dindar zalim olamaz. Oysa inançsız bir kimseyi kontrol eden böyle bir eğitici ve frenleyici unsur yoktur. 20. yüzyılın diktatörleri bunun böyle olduğunu göstermiştir. Demek ki devlet başkanının adil olması için devlet başkanı muttaki dindar olmalı, kendi dinine sadık olmalı; ayrıca bağlı olduğu din mensuplarına adaleti emretmelidir.
4) Devlet başkanı devlete/vatana sadık olmalıdır: Devlet Başkanı Celal Bayar gibi devlete değil de ideolojik saplantılara sadık olursa, elli yıldır çektiklerimizi çekeriz. İnkılâpçı olmak başka şeydir, inkılapperest olmak başka şeydir. Mustafa Kemal orduya lâikliği emanet etmedi; ‘yegâne vazifen Türk cumhuriyetini ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmektir’ dedi. Erbakan ve Özal gibi şahsiyetlerin özel özellikleri varsa, onların diğerlerinden farkları dindar olmalarıdır. Çünkü dindar ya cumhurbaşkanı olmaz, ya da olursa artık ihanet etmez, ülkesi için canını verir. Dinde ikiyüzlülük ve münafıklık yoktur.
***
Sömürü sermayesi neler yapıyor?
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
20.03.2007
Bir düşünelim bakalım, yeryüzünde neler oluyor? Yeryüzünü ifsat etmeye yönelen sömürü sermayesidir. Sömürü sermayesi dünyayı fesada ve fitneye sokmak için çalışmaktadır.
Bunun için neler yapmaktadır?
-Faizi kutsallaştırmaktadır!
-Zinayı meşru hâle getirmektedir!
-Hapishaneleri oteller hâline sokmaktadır!
-İdam cezalarını kaldırarak terörü körüklemektedir.
Yetmedi; yeryüzünü tek devlet hâline getirip sömürebilmesi için devletleri yıkmaktadır.
Bitmedi; özelleştirme furyasıyla millî varlıklar, kamu malları yağma edilmektedir.
Kur’an, bir deveyi öldürenlerin yani kamu malını yağmalayanların nasıl helâk edildiğini beyan etmektedir. Milletimizin fakru zaruret içinde seksen-seksenbeş yıldır veya daha fazla zamanda çalışarak ve borçlanarak elde ettiği KİT’ler yağmalanmaktadır.
*
“Orada fesat için hareket etmektedirler.” (Kur’an, 2/205)
Bir taraftan sanayi artıklarıyla üç kuruşluk sömürü fabrikaları için sularımızı, havamızı, topraklarımızı ve canlılarımızı kirletirken; diğer taraftan burası ormandır, burası doğal sit alanıdır, burası tarihi sit alanıdır, burası meradır, burası bilmem nedir deyip bizim ormanlarımızdan hava almamıza bile mâni olmaktadırlar.
Pis sömürü çarkları ve zalim iktidarları için temiz ve güzel dünyamız fesada uğratılmakta, bütün bu yapılanlara ses çıkarılmamaktadır.
Bıkıp usanmadan yazıyor ve her fırsatta hatırlatıyoruz; yeryüzünde dört x dörtlük tehlike var ama duymazlıktan ve görmezlikten geliniyor, ses çıkarılmıyor.
-Hava, su, toprak, canlı acımasızca ve durmamacasına kirletiliyor...
-Doğum kontrolü, tedavi tababeti ve kitle imha savaşları ile nesiller dejenere oluyor.
-Dünya biyolojik, kimyasal, tahrip edici ve atom silahları ile bertaraf olacak durumda.
-İş, rüşvet, senet ve terör mafyaları ile bütün dünya ve insanlık ıstıraplar içinde...
Genel durum böyleyken, birileri bunları yapanlara destek vermektedirler.
Dünyadaki iktidarlar sömürü sermayesinin dostu olarak bunları yapıyorlar. Ama konuşurken dünyanın refah ve saadeti için çalıştıklarını söylemektedirler. “Adil Düzen”in en büyük düşmanları bunlar olmaktadırlar. Mustafa Kemal’in ifadesiyle hatırlarsak; menfaatlerini memlekete kast edenlerin emelleriyle tevhit etmiş halde görünüyorlar. Bunlar bizimle bu yollarda kırk yıl beraber yürüdüler ama şimdi bizim ve halkımızın feryadına kulak vermeye bile tenezzül etmiyorlar!
*
“Ve harsı/ekinleri/tarımı da helâk ediyorlar.” (Kur’an, 2/205)
Yukarıda saydığımız dört x dörtlük ifsadın yanında bilinçli olarak harsı yani ekinleri yani tarımı yani köyleri ve köylüleri de helâk ediyorlar.
Ne yapıyorlar?
Köylerde halkı işsiz ve sıkıntı içinde bırakarak kentlere göç etmeye zorluyorlar.
Anadolu baştanbaşa boşalmış, yazları da yaşlı emeklilerden başka hiç kimse oralara gitmiyor!
Bugünkü Türkiye ne yapıyor?
Bugünkü Türkiye borçlanarak yaşıyor.
On sene sonra, yirmi sene sonra ne olacak?
Tarlalar çalılıklara dönecek, artık o tarlaları tekrar tarım arazisine getirmek için on yıl uğraşmak gerekecektir. Ancak o zaman da köylerde ziraat yapacak nesil kalmamış, şehirdekiler de tarımı unutmuş olacak, insanlık açlık ve sefalet içinde kıvranmaya başlayacak…
Bunu kim yapıyor?
Bunu sömürü sermayesi yapıyor.
Kendi aklına göre insanları kentlerde toplayacak, sonra sanayi tarımı ile insanları yaşatacak!
Oysa bunu yapmak mümkün değildir. Tarım sanayileşemez. Tarla canlıdır, canlı senin emrine girmez. Sen ona ancak hizmet verirsin. O kendi kendine yaşar. Bu hizmeti onun yanında onunla beraber büyüyen ve onunla yaşayan insan verebilir. O insan da köylüdür, çiftçidir, halktır…
***
Sanayi döneminin sorunları
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
21.03.2007
Çağımız dünyasında insanlık ‘tarım dönemi’nden ‘sanayi dönemi’ne geçmektedir. Artık özellikle üretim ve tüketim açısından yeni bir dönem ve bunun sonucunda yeni bir durum sözkonusudur. Bilindiği üzere, her yeni durum da yeni sorunlar demektir.
Sanayi dönemi demek, halkın kendi ürettiğini kendisinin tüketmemesi demektir.
Halk işbölümü içinde bir malı üretir ve onu satar ve bunun karşılığında ihtiyacı olan malları alır. İşte çağımızdaki uygarlaşma da budur. Ancak bu değişim ve uygarlaşmanın bir bedeli vardır. İnsanlık olarak bu bedeli ödüyoruz.
Sanayi döneminin çok ağır sorunları vardır.
- Sanayi döneminde insanlar iş bulamamaktadır. Kimin ne iş yapacağı belli değildir. İnsanlar devamlı iş bulamama veya varolan işlerini kaybetme tehlikesi içindedirler. İstihdam ve işsizlik kavramları ile tanımlanan sanayi döneminin bu sorunu bugüne kadar çözülememiştir.
- Sanayi döneminde ürünler pazarlanamamaktadır. Bu dönemde iş bulunsa ve bir üretim yapılsa bile; bu sefer başka bir sorun ortaya çıkmakta, üretilen ürünler pazarlanamamakta ve ihtiyaç sahiplerine ulaşamamaktadır. Bir başka önemli sorun olarak da halkın elinde satın alma gücü olmadığı için üretilen ürünleri alamamaktadır. Böylece sadece ürünü tüketecek olanlar değil, ayrıca üretici de aç kalmaktadır.
- Sanayi döneminde dengeli ve planlı üretim yapılamamaktadır. Bazı mallar fazla üretilip çürümekte, bazı mallar ise bulunamamaktadır.
- Sanayi döneminde dengeli ve adil bölüşüm ve paylaşım olmamaktadır. Kimileri paralarını nerede harcayacaklarını bilemeyecek kadar zengindir, bazıları da açlıktan kıvranmaktadır. Nüfus yoğunluğu da tersine gelişmekte, refah topluluklarında nüfus azalmakta, kriz toplumlarında ise nüfus artmaktadır.
*
Tekel sermaye devletleri ve insanlığı sömürmektedir.
Devletler illeri sömürmekte, iller bucakları sömürmektedir.
Bir taraftan sorunlar, diğer taraftan sömürü sürüp gitmektedir…
Ne kapitalizm, ne de sosyalizm bu sorunlara çare bulamamıştır.
Ülkelerin anayasalarında ‘liberal ve sosyal devlet ilkeleri’ getirilmiştir. Bunları yazmak kolaydır ama yapmak zordur. Bunların mekanizmaları bulunamamaktadır.
Sömürü sermayesi mutlak tekelini oluşturup dünyayı tek sermaye devleti hâline getirmektedir. Sanayi dönemine girildiğinden beri yani senelerdir bu yapılmaktadır.
‘Dış sermaye gelsin, dış sermaye gelsin!’ diye bağırıp durmaktayız.
Oysa;
- Dış sermaye demek, istediği zaman kriz çıkaran sermaye demektir.
- Dış sermaye demek, iç sermayenin ölmesi demektir.
- Dış sermaye demek, sömürü ve soygun demektir.
- Dış sermaye demek, halkın sefaleti demektir.
Hülâsa;
- Dış sermaye demek; sonunda Osmanlılarda olduğu gibi devletin yıkılması demektir.
*
Bugüne kadar ilgili ilgisiz herkes dış sermaye istiyordu.
Şimdi oluşan ekonomik durum, kaos ve zaman zaman gerçekleşen dalgalanmalar veya krizler acıtmaya başlamış olmalı ki, Odalar Birliği (TOBB) ‘tehlike çanları çalmaya başlamıştır’ diye bağırmaya ve feryat etmeye başlamış!..
Sabahlar hayrolsun!
Biz altmışlardan beri size işte bunu anlatmaya çalışıyor ve söylüyorduk.
Durun bakalım, daha ne oldu ki?!.
Acımasızca saldırdınız ama faizsiz çalışan Anadolu holdingleri ölmedi. İflas edeni yoktur. Hepsi bütün engellemelere rağmen yaşıyorlar.
Siz faizciler ise bir gecede yok olacakmış gibi görünüyorsunuz.
Bugün sorunlardan bahsettik, yarın çözümler üzerinde duralım, inşaallah…
***
Sanayi döneminin çözümleri
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
22.03.2007
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” dün sözünü ettiğim sanayi dönemi sorunlarına nasıl ve ne gibi çözümler bulmuştur?
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de yani ekonomide, dinde/düzende olduğu gibi zorlama yoktur. Vergi kişilerden alınmaz, işletmelerden alınır. İşletmelere faizsiz kredi açılır, cebrî icrası olmayan kredi açılır. Sıkıştıklarında, kişilerin veya işletmelerin üzerine haciz başta olmak üzere değişik yöntemlerle gidilemez, sadece işletmenin kredisi kesilir. Mallarına ve üretim tezgâhlarına el konmaz.
Buna karşılık sanayi işletmeleri hâsıladan beşte bir, tarım işletmeleri hâsıladan onda bir, inşattan da yapıdan beşte bir vergi alınır. Devlet bu vergilerle sosyal dengeyi sağlar. Bu miktarların içine sosyal güvenlik primleri de dâhildir. Herkes aidatsız sigortalıdır.
İşte devlet, il veya bucak, verdiği faizsiz kredi karşılığı mal olarak vergisini aldıktan sonra hiçbir şeye karışmaz. Mallar hiçbir vergi ve kotaya tâbi olmaksızın dünyaya pazarlanır.
Her bucak bir ekonomi ünitesidir, “buğday parası” ile üretim ve tüketim yapılır.
Her il bir ekonomi çevresidir, “demir parası” ile üretim ve tüketim yapılır.
Her devlet bir ekonomi çevresidir, “toprak parası” ile üretim ve tüketim yapılır.
İnsanlık tek ekonomi çevresidir, “altın parası” ile arz-talep dengesi kurulur.
Yabancı ve yerli sermaye yoktur. Devlet ticarete karışmaz, ihracat ve ithalata karışmaz. Devlet sadece faizsiz kredi verir ve vergisini alır. Ticaret tamamen serbesttir.
Dengeyi serbest fiyat ve ücret mekanizması sağlar.
Küçük işletmeler bucaklarda bucak kredileri ile, orta işletmeler illerde il kredileri ile, büyük işletmeler ülke içinde devlet kredileri ile işletilir. Daha büyük işletmeler ise insanlık tarafından kredilendirilir ve insanlık tarafından vergilendirilir.
Malların hareketi de bu esaslar içinde olur. Dış sermaye diye bir şey yoktur. İnsanlık sermayesi vardır, üst işletmeleri onlar işletir. Ülke sermayesi ülke parası ile büyük işletmeleri işletir. İller orta, bucaklar küçük işletmeleri kredilendirir ve işletir. Faiz yasaktır.
*
Türkiye bu kredilerle neler yapacaktır?
- Türkiye’ye tesisler kurar, işçileri çalıştırır, ürettiğini ülke içinde ve dışında pazarlar. Liberal ekonomide buna bir engel konamaz.
- Türk firmalarına ön ödemeli siparişler verilir, ham madde ihtiyaçları giderilir, üretim yapılır, malları Türkiye içinde veya ülke dışında pazarlanır.
- Türkiye’de çıkan selem senetleri, malzeme senetleri, işletme senetleri, tesis hisse senetleri alınır ve satılır, böylece sistemden yararlanılır.
- Türk malları üreticilerden alınır ve başka yerlerde satılır, başka ülkelerden alınan mallar da Türkiye’deki satıcılara ve tüketicilere satılır.
Görülüyor ki “ADİL DÜZEN EKONOMİSİ” tam liberal ekonomidir. Sadece tekel önlenmiştir.
*
Bunların gerçekleşmesi için şu tedbirler alınmıştır.
- Faiz yasaklanmıştır. Sermaye tekeli önlenmiştir. Türkiye’ye faizli para giremez. Onun yerine vergi karşılığı karzı hasen kredileşme sistemi getirilmiştir.
- Gelir vergisi kaldırılmış, yerine ticarette sermaye vergisi getirilmiştir. Böylece sermayenin tekelleşmesi önlenmiştir.
- Sosyal güvenlik vergi ile sağlanmıştır. İşveren ile işçi arasına devlet girmektedir. Küçük firmaların iflası önlenmiştir.
- Devlet altyapı hizmetlerini bedava yapmaktadır. Elektrik ve su gibi yardımcı maddeleri üretimden pay olarak vermektedir. İşletmelerde sabit giderler sıfırlanmaktadır.
Başta Odalar Birliği (TOBB) olmak üzere, yöneticilere ve ilgililere sesleniyoruz:
Gelin, sadece tehlike çanlarını haber verip oturmayın. Bizimle beraber çözümlerin üretilmesi ve uygulanması için çalışın, ilgililere ve yöneticilere çözüme kavuşturulmuş öneriler götürelim.
Hastanın inlemesi hastayı iyi etmez, doktora gidip ilaç alınması gerekir.
İlaçlar “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de vardır.
***
Çanakkale’den Mersin’e verilen savaşlar… (1)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
27.03.2007
Geçen ay bir hafta sonunu Millî Gazete’den tevdi edilen bir konuşma ve iş görüşmeleri vesilesiyle, Toroslar’ın berisindeki geniş ovada (Konya’da) , yani Konya’daki Millî Görüş davasının erleri ve Millî Gazete gönüllüleri arasında geçirdim... Geçtiğimiz hafta sonunu ise 18 Mart Çanakkale Şehitlerimizi Anma Toplantısı vesilesiyle, Toroslar’ın ötesindeki yine geniş ovada yani Çukurova’da, Mersinli Millî Görüş ve Anadolu Gençlik mensupları arasında geçirdim...
Geçen yıl bahar aylarında Hasan Durmuş ve Selami Çalışkan ile Millî Gazete’nin kampanyası vesilesiyle, Konya ve Mersin dahil bu bölgedeki 14 ilimizi 14 günde tarayıp gezmiş, her yörede değişik ve değerli Millî Görüş mensupları ile hemhâl olmuştuk. O dünya güzeli gönül ve dava erleri ile birlikte olmak, hele o güzelim bahar aylarında, ancak cennet ehli ile birlikte olmak kadar güzel olabilirdi…
Nitekim öyle de oldu...
Kendimi bildim bileli, bir dünyalı olarak her fırsatta hep bir belde, bir ilçe, bir il veya bir ülkedeki dostlarımı ziyaret ederim. Hattâ bazen orada dostlarım yoksa bile, bir şekilde mutlaka yeni dostluklar kurar ve yeni dünya kardeşleri edinirim. Bilvesile hatırıma geldi, geçen hafta içinde ziyaret ettiğim büyük bir hayır kurumumuzun genel başkanı dedi ki; “İlk fırsatta Balkan ülkelerini birlikte ziyaret edelim, çünkü o ülkelerin her birinde senin dostların var, bizi onlarla tanıştır ki, oralarda yapmakta olduğumuz hizmetler daha verimli ve bereketli olsun…” Doğrudur, oralarda dostlarım var ve bu dostluklar hep değişik ziyaretlerle ve hizmetler vesilesiyle kurulup pekiştirildi. Biraz da damarlarımızda dolaşan Evlâdı Fâtihân atalarımızın kanları bizi böylesine hareketli kılıyor olsa gerek. Hicret, hizmet ve hareket olan yerde de Allah’ın lütfüyle çok güzel bereketler de hâsıl oluyor.
Hülâsa; -demek istediğim ve kabul buyurursanız âcizane tavsiyem odur ki- baharla birlikte sizler de hareketlenip eyleme geçin. Mücadele ve mücahedeye bıraktığınız yerden devam edin. Hicret ve hizmet ehli Millî Görüş hizmetkârları olarak değişik yörelerde dostluklar kurmak ve yeni yoldaşlar edinmek üzere beldeniz, ilçeniz, iliniz, hattâ ülkeniz dışına çıkarak yeni ufuklara açılın. “Kur’an ve Seyahat” isimli bir çalışmanın/kitabın müellifi bir kardeşiniz olarak, Kur’an’da “Seyahat ediniz…” emir kipi ile başlayan yani çeşitli amaçlarla yapılacak seyahatleri emreden tam 14 âyetin var olduğunu da bu vesileyle hatırlatırım.
Evet, Allah’ın bir emri olarak, âyetlerde belirtilen çeşitli amaçlarla “seyahat ediniz…”
*
Çanakkale Savaşları’nda keskin nişancı kadınlar
Çanakkale, bir müddet sonra verilen İstiklâl Savaşı’nın başlangıcı konumundaydı. Her iki savaş da çok zor şartlarda verildi. Bir taraftan koca bir imparatorluk çöküyor, diğer taraftan yeni bir cumhuriyet kuruluyor, bu arada kadını ve erkeği ile dünyada eşi olmayan bir mücadele veriliyordu.
Mersin’deki konferans notlarımdan sadece iki anekdot hatırlatmak isterim: Çanakkale Savaşları’ndaki pek çok isimsiz kahraman gibi, savaşın sembol isimlerinden Koca Seyid de vefasızlıklar girdabına sürüklendi. Savaştan sonra köyüne döndü. Hamallıkla geçinmeye çalıştı. Bu sıralarda üşüttü ve vereme yakalandı. Adı tarihe altın harflerle geçen kahraman gazi, fakirlik içinde yakalandığı veremden kurtulamayarak sessiz sedasız dünya misafirhanesine veda etti. Koca Seyid’in kızı Ayşe Hanım anlatıyor: “Gençliğimizde hep aç ve sefil bir hayat yaşadık. Annem de zaten aç ve perişan bir hayattan dolayı hastalıktan öldü. Ondan geriye bir şey kalmadı. Zaten bir şeyi yoktu ki…”
Çanakkale Savaşları’nda keskin nişancı kadınlar da Mehmetçiklerin yanında düşmana karşı mücadele vermiş. Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde bu konu ile ilgili pek çok belge var. Sadece bir tanesini veriyorum: Avustralyalı Piyade Er J.C. Davies’in annesine yazdığı bir mektupta Türk kadın savaşçılarından şöyle bahsediliyor: “Benim de vurulduğum 18 Mayıs 1915 günü keskin nişancı bir Türk kızı pusuda çarpışıyordu. Çok sayıda adamımızı vurdu. Ancak gün batmadan bir Avustralyalı tarafından vurulmasına gene de üzüldüm. Tahminen 19-21 yaşlarında bir genç kızdı. Bedeninde tam 52 kurşun yarası vardı...”
*
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; / Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor! / Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! / Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnı değer. / Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i… / Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi… / Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? / “Gömelim gel seni tarihe!” desem, sığmazsın. M. Âkif ERSOY
*
ÖMER BULUT’a RAHMET! Cuma günü (23.03.2007) iş seyahatinde uçakta geçirdiği beyin kanaması sonucu vefat eden iş ortağım Ömer kardeşime Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum... Hepimizin başı sağ olsun…
***
Çanakkale’den Mersin’e verilen savaşlar… (2)
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
28.03.2007
18 Mart Çanakkale Şehitlerimizi Anma Toplantısı vesilesiyle, AGD Mersin Şube Başkanı Turgay kardeşim ile Mersin’de bir arada olmayı kararlaştığımız gün (7 Mart 2007), günlük gazete okumalarımı gerçekleştiriyordum. Malum, Millî Gazete ekonomi sayfalarında yazdığımdan dolayı, ekonomi sayfalarını biraz daha dikkatli okuyorum.
Bir tevafuk eseri, büyük bir gazetemizin o günkü ekonomi sayfasının tamamı, manşetleri ve başlıklarıyla Mersin, Adana ve İstanbul’daki işsizlik meselesine ayrılmış durumdaydı.
Haberin ana başlığı ve devamı aynen şöyleydi:
- TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu), 2006 verilerini açıkladı/ İşsizlik, Mersin ve Adana’da tavan yaptı./ Geçen yıl Türkiye genelinde işsizlik oranı yüzde 9.9 oldu. (Bu köşede yazdığım işsizlik makalelerimde açıkladığım üzere bu rakamı en az dört ile çarpmak gerekiyor. RNE) En fazla işsizlik yüzde 16.2’yle MERSİN ve ADANA’da. Doğu Anadolu’nun kırsal kesiminde her dört kişiden biri işsiz (ki bu oran da en az iki misli daha fazla ve doğudaki terörün de ana kaynaklarından birini oluşturmaktadır. RNE).
Haberdeki diğer iki ara başlık ise iki önemli meseleye dikkat çekiyordu:
- Tarım, işsizleri gizliyor…
- Umudunu kesenlerin yüzde 42’si kadın
Haberdeki bazı önemli detaylar şöyle: Ekonomi 2001 krizinden sonra hızla büyürken, işsizlik oranı kriz öncesi dönemin üzerinde… Bölgesel bazda dağılıma göre, en yoğun işsizlik yüzde 14 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde. Güneydoğu Anadolu’dan ve Doğu Anadolu’dan göç alan Adana ve Mersin illerindeki işsizlik oranı ise yüzde 16.2 ile Türkiye ortalamasının üzerinde… Uzmanlara göre, Türkiye’de işsizlik oranı istatistiklerin yansıttığından daha yüksek. Tarımdaki aile işletmelerinde çalışanların gizli işsizler olduğu ve ortalamayı aşağıya çektiği belirtiliyor… İş bulmaktan umudunu kesip artık iş aramayan, resmi istatistiklerin de işsiz olarak göstermediği 706 bin kişinin yüzde 41.8’ini kadınlar oluşturuyor…
*
İstanbul sokaklarında yarım milyon işsiz dolaşıyor
Bu başlık, sözkonusu ekonomi sayfasının sağ yan tarafında günlük ekonomi yazılarını yazan Prof. Dr. Güngör URAS’ın yazısının o günkü başlığı. Mersin’e İstanbul’dan gitmiştim ya; her iki ilde de yaşanan ana problem aynı, yani işsizlik. Yazarın yazısının devamında ve detayında yazdıkları önemli:
“Köyde kentte iş bulamayanlar, yaşamdan bunalanlar, yatağı yorganı sırtına alıp İstanbul’a göç ediyor. İstanbul’da iş arıyor, aş arıyor. 15 yaştan yukarı nüfusun yüzde 16.7’si İstanbul’da toplanmış durumda. Türkiye’de toplam istihdamda İstanbul’un payı yüzde 16.5 oranında. İstanbul’da göçler sonucu hem toplam nüfus hem de çalışma çağındaki nüfus artıyor… 2006 yılında 15 yaşın üzerindeki nüfus artışı 842 bin ama, bunların iş arayanlarının sayısı (işgücü sayısı) sadece 211 bindi. 2006 yılı içinde iş arayan sayısı 211 bin artarken, 284 bin kişiye ek iş imkânı sağlandığı için işsiz sayısı az gerilemiş oldu.
Köyler boşalıyor/ Bu rakamlar da tarım kesimindeki olumsuz gelişmenin, tarımda işini kaybedenlere tarım dışı alanlarda (şehirlerde) iş bulmanın ne kadar ciddi bir sorun olduğunu gösteriyor. Doğu şehirlerinin durumuna üzülürüz. Ama rakamlar gösteriyor ki Adana ve Mersin bölgesinde işsizlik sorunu Doğu Anadolu’dan daha ciddi. 2006 yılında işsizlik oranının en yüksek olduğu şehirler yüzde 16.2 ile Adana ve Mersin şehirleri... İşsizlik oranı çok önemlidir ama işsiz sayısı daha da önemlidir. İşsiz sayısı şehrin sokaklarında kaç işsizin dolaştığını gösterir.
Şehirlere hücum var/ Şehirlerdeki işsizlerin dörtte biri İstanbul’da. İstanbul sokaklarında 446 bin (neredeyse yarım milyon ) işsiz dolaşıyor... Bu rakamlar (1) Köylerin boşaldığını (2) Göç alan İstanbul, Adana ve Mersin gibi büyük kentlerde işsizliğin ciddiyet kazandığını gösteriyor.”
*
Çanakkale savaşlarından ekonomik istiklâl savaşlarına…
Okumalarım derinleştikçe, Çanakkale Savaşları ve sonrasındaki İstiklâl Savaşı yıllarındaki yoklukları, bu yokluklara rağmen verilen eşsiz istiklâl mücadelelerini hatırladım…
Bilahare o günlerden günümüze gelerek, hâlen Mersin ve İstanbul başta olmak üzere, günümüzde ülkemizin her tarafında vermekte olduğumuz ekonomik istiklâl savaşlarını düşünmeye başladım…
Ve bu düşüncelerimin sonunda, Mersin’de yapacağım konuşmada ana gündem olarak Çanakkale Savaşları yıllarından meseleye girerek günümüze gelmeyi ve hâlen ülkemizde vermekte olduğumuz ekonomik istiklâl savaşları üzerinde durmaya karar verdim…
Bilahare hazırlıklarımı tamamlayıp Mersin’deki konuşmamı öyle yaptım…
Allah milletimizin yâr ve yardımcısı olsun…
***
‘Vatandaşın derdi işsizlik’
REŞAT NURİ EROL
resaterol@akevler.org
29.03.2007
Bu meseleleri iyi bilen veya iyi bilmesi gereken bir bilen; bazı köşe yazarlarının işsizliği sorun olmaktan çıkarmalarını eleştirerek, “Babil kulelerinde yaşarsan işsizlik sorun değil dersin.” dedi.
Ve daha nice önemli şeyler söylemeye devam etti:
“İnsanlar ne cumhurbaşkanlığı ne genel seçimleri ne de diğer meseleleri merak ediyor, birinci sorun işsizlik…
Ve ilâve etti;
“İşsizliğin çözülmemesi durumunda suç oranları daha da artacak…
“En ağır istihdam yükü Türkiye’de… Asgari ücret üzerindeki vergi yüzde 70 seviyelerinde!..
“Bütçede faiz dışı harcama geçen yıl yüzde 30 oranında arttı, aradaki fark iş dünyasına vergi olarak dönüyor...
“Bankaların yol açtığı 47 milyar dolarlık batığın 14 milyar doları tahsil edilirken 8 milyar dolar daha tahsilât olacak, geri kalan ise milletin cebinden gitti…
“Ekonomide en önemli risk unsurlarının başında cari açık geliyor. 31 milyar dolarlık cari açık, Cumhuriyet tarihinin en büyük rakamı. Şu anda finanse edildiği için krize sebebiyet vermiyor; ama problem yaşanırsa kriz olur...
“Biz para pul istemiyoruz. Tek isteğimiz şu oynayacağımız sahayı yabancı rakiplerle aynı konuma getirin. Bu olursa önümüzdeki dönemde Türkiye’yi lider ülke yaparız…
*
Halkın birinci meselesi işsizlik
Evet, bu sefer köşemdeki meydanın bir kısmını bir bilenin tesbitlerine ayırdım. Bu sözlerin sahibini merak ettiniz, değil mi? Bu teşhis ve tesbitler, iş dünyasının çatı örgütü Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na ait olup, geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen 3. Ekonomi Zirvesi’nde söylendi.
Odalar Birliği Başkanı, ülke ekonomisini enine boyuna ele aldığı konuşmasında, yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere, bardağın dolu tarafı kadar boş kısmına da dikkat çekti. Boş kısımda herkesin de tahmin edeceği gibi cari açık, bütçedeki faiz dışı cari harcamalardaki yüzde 30'luk artış ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘kabul ediyoruz, köklü çözüm getiremedik’ dediği işsizlik öne çıktı. Hisarcıklıoğlu, ‘cari açıkta risk yoktur’ diyenleri de uyardı: “Osmanlı dahil bizde bütün krizler cari açıktan kaynaklanmıştır. Finansman kalitesi yükselmiş olsa da en küçük bir aksama özellikle 111 milyar dolarlık dış borcu olan reel sektörü ve bankacılığı derinden sarsar.”
Başkan işsizliği anlatırken, “Resmi işsiz sayısı 2,5 milyon. Yine TÜİK’in verilerine göre iş aramaktan vazgeçenler eklendiğinde sayı ikiye katlanıyor.” ifadelerini kullandı. Devamında, Meksika’da zenginlerin kendilerini korumak için lüks evlerinin etrafını 6-7 metrelik duvarlarla çevirdiğine işaret ederek, “Suç oranları bizde de artıyor. Bu mutsuz kesim reformların önündeki en büyük engeldir. Ne cumhurbaşkanlığını ne de seçimi merak eden var. Halkın birinci meselesi işsizlik.”
*
Reformlar yapılmalı ama…
Her vesileyle Türkiye’nin dört temel sorunu (işsizlik, borçlar, medya ve adalet) olduğunu, bu sorunlar çözüme kavuşturulmadıkça ülkemizin sahili selâmete çıkamayacağını hatırlatıyoruz.
Elbette, temel prensibimiz gereği sadece teşhis ve tesbitleri yapmakla kalmıyor, aynı zamanda çare ve çözüm olacak tedavi reçetelerini de yazıyoruz.
Akıl için yol birdir. Nitekim TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu da, bizim kısaca ‘adalet’ dediğimiz soruna işaret ettikten sonra, yeni dönemde yapılması gerekenlerin başında ‘hukuk ve yargı reformu’ olduğunu söyledi. Diğer yapılması gereken reformları ise ‘kamu, eğitim, sosyal güvenlik, vergi ve diğerleri’ şeklinde sıraladı.
Başkan bunların yapılması gerektiğini söylüyor da, nasıl yapılacağını ve mekanizmalarını söylemiyor veya söyleyemiyor. Biz ise bıkıp usanmadan çare ve çözümün genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen” olduğunu mekanizmaları ile birlikte söyleyip yazıyoruz. TOBB, İTO (İstanbul Ticaret Odası), TÜSİAD, MÜSİAD, ASKON ve diğer kuruluşların başkanları ve yöneticileri bu gerçeği görüp gerekenleri yapmak için daha ne bekliyorlar?!.
***