Milli Gazete 2007 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2007 1.Baskı
1228 Okunma
2007 Ekim

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

EKİM 2007

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

Anayasa yapalım ama…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.10.2007

Toprak, su, hava ve canlı kirlenmektedir. Canlının genetiği suni olarak üretilen sol moleküllerle kirlenmektedir. Doğum kontrolü, fuhuş serbestliği, ilaç tedavisi, kitle imha savaşları sebebiyle insanlığın nesli dejenere olmaktadır. Kimyasal, biyolojik, tahrip ve atom silahları yeryüzünü barut fıçısına dönüştürmektedir. Bunlar patlarsa yeryüzü havaya uçmuş olur. Rüşvet mafyası, iş mafyası, senet mayası ve terör mafyası insanlığı birbirini boğmaya doğru götürmektedir. Bütün bunlar tüm dünyayı ve insanlığı tehdit eden “sosyal tufanlar”dır.

Türkiye’deki dış borç sorunu, işsizlik sorunu, yargı bağımlılığı sorunu ve sömürü basını sorunu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni adım adım uçurumun kenarına ve yok oluşa doğru götürmektedir.

Bundan dolayı bu sorunlara çare ve çözüm getiren anayasaya ihtiyacımız vardır.

*

Dört kademeli anayasa değişikliği vardır.

Bakım Anayasası. Binanın yapısına dokunmazsınız, yapısı aynen kalır. Kırılan ve dökülen varsa onları değiştirirsiniz, yeni boya ve badana vurursunuz. Çeşme akıyorsa onu tamir edersiniz. Anayasada mesela bazı meselelerde yaşı 20’ye indirirsiniz, gözaltına alma sürelerini bir haftaya indirirsiniz, belediyelerin yetkilerini biraz genişletirsiniz, seçimi beş yıldan dörde alırsınız, toplantı sayısını azaltırsınız. Bunlar bakım benzeri değişikliklerdir. Bu değişmeler sorunları çözmez, sadece biraz ferahlatır.

Tamir Anayasası. Binanız eskimiştir, bazı değişiklikler yapmanız gerekir. Mesela yeni bir kapı açmanız, bir duvarı yıkmanız, bir priz takmanız gerekecektir. Bu tüm binayı ilgilendirir. Biz marketimizde bir kapı daha açmak istedik, ancak yapılacak şey zelzeleye dayanıklılığı sarsar iddiaları ile karşı çıktılar; biz de makul gördük ve vazgeçtik. Gelişen insanlığın yeni ihtiyaçlarını karşılamak için bu tür değişiklikleri yapmak gerekecektir ama bunun tehlikeli bir iş olduğunu bilmemiz gerekir. Bir kapı bir apartmanı yıkabilir. Bir madde bir devleti yok edebilir.

Yıkıp Yeniden Yapma Anayasası. Mevcudu yıkıp eski proje ile yenisini yapma üçüncü kademedir. Anayasanın ifade tarzı muğlâktır, dili eskimiştir. Anayasayı yeniden yazabiliriz. Ancak bu da çözüm getirmez, sadece ömrü uzatır.

Yeni Proje Anayasası. Dördüncü köklü değişme ise yeni varsayımlarla yeni anayasa yazmadır, yani yeni proje ile yeni bina yapmadır. Sorunları ancak böyle bir anayasa çözebilir.

Mevcut anayasaların varsayımları sorunları çözen değil, sorunları üreten anayasalardır.

*

Mevcut anayasaların varsayımlarını ele alalım ve neden bizzat kendilerinin sorun olduklarını görelim.

1. Mevcut anayasalar ekseriyet kararlarına dayanır. Oysa ekseriyet kararları yalnız zulüm değil, aynı zamanda istikrarsızlık kaynağıdır.

2. Mevcut anayasalar ekseriyet seçimine dayanır. Bu da yalnız çoğunluğun azınlığa hâkimiyeti ile sonuçlanmaz, çelişkiler doğurur, lâiklikle demokrasi bir arada olmaz olur.

3. Mevcut anayasalarda hâkim devlet vardır. Ekseriyetin oyu ile gelseler de, iktidarda olanlar halka hükmetmektedirler. Onlar ne kadar hak tanırlarsa insanlar o kadar hürdürler. Beş senede bir yapılan seçimlerle insanlar sadece efendilerini değiştirirler, kölelik devam eder.

4. Mevcut anayasalar merkezî yönetimi esas alır. Bu yalnız taşranın sömürülmesini doğurmaz, bu aynı zamanda işlerin sürüncemede kalmasını sağlar.

5. Mevcut anayasalar merkezden atanmış hâkim sistemiyle yargıyı dağıtmaktadır. Yargı bağımsızlığı aldatmacadır. Savcı hâkimin yanında oturur, maaşları merkez verir, terfileri onlar yapar, bir de Yargıtay’da kararları bozulur! Yargıtay da ya bağımsızdır, ya da yargı devleti oluşmaktadır.

6. Mevcut Anayasa bürokratik anayasadır, dokunulmazlıklar anayasasıdır, sınıflı anayasadır. Bürokrat halkın üstünde hata etmez kabul edilir. Yetkileri polisten alıp hâkime vermekle sanki bir şey yapılmış oluyor. Oysa polis de hâkim kadar adil olabilir.

7. Mevcut Anayasa hakları sayan anayasadır. Yani, insanlar köledir, hakları yoktur, sadece devlet onlara istediği hakları vermektedir. Hakların nerelerden tahsil edileceği de belli değildir. Devlet şunu yapar bunu yapar der de kimin yapacağını söylemez, nasıl yapılacağını söylemez.

8. Mevcut Anayasa faizli sistemi esas almıştır. Faiz enflasyonu, enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı anarşiyi doğurur ve insanlar birbirine girer.

9. Mevcut Anayasa gelir vergisine dayanan anayasadır. Bu da sömürü sermayesini güçlendiren ve tekele götüren, ekonomik ve siyasi krizler üreten bir sistemdir.

10. Mevcut Anayasa fuhuş serbestliğine dayanmaktadır. Cinsi ilişki serbesttir. Bu da aile müessesesini çökertmekte, ülkemizi nüfus azalmasına götürmektedir.

Bu varsayımların bizzat kendileri çözülmesi gereken sorunlardır.

Sorunlar çözülecektir, çözülmelidir. İkinci yazıda çözüm anayasasının varsayımlarını esas alacağız.

 

 

***

 

 

 

 

 

Anayasamızın varsayımları

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.10.2007

İnsanlık uygarlaşmaktadır.

Dünyamız toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarımcılık, kentçilik, ticaret ve işçilik dönemlerini geçirip “sanayi dönemi”ne ulaştı; şimdi “ortaklık dönemi”ne doğru gitmektedir. Doğu uygarlıkları hukukta ve yönetimde evrimleri gerçekleştirdiler. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed aleyhisselâm ile bu adımlar atıldı. Batı bunlara dayanarak Mısır, Yunan, Bizans ve bugünkü Avrupa uygarlıklarını oluşturdu. Doğu’nun hukuk ve yönetim uygarlıklarına karşılık, Batı teknikte ve ekonomide uygarlıklar oluşturur. Doğu uygarlıkları gelişmiş iken Batı uygarlıları yeniden doğarlar; Batı uygarlıkları gelişmişken Doğu uygarlıkları yeniden doğarlar. Ömürleri biner yıldır ve Doğu uygarlıkları Milat’la tarihlenmişlerdir. Şimdi Batı uygarlığı zirvededir, yeni Doğu uygarlığı doğmaktadır. Doğu uygarlıklarını yeni kitap ve yeni peygamberler başlatmışlardır. Ancak Hazreti Muhammed aleyhisselâm son peygamberdir ve Kur’an da son kitaptır. Yeni uygarlık Kur’an’ın müsbet ilimle bugün yeniden yorumlanmasıyla doğacaktır. Bunu da peygamberler/nebiler değil, onların vârisleri olan âlimler yapacaktır.

Millî Görüş ve Adil Düzen Çalışanları bunu yapmaktadırlar.

Bu çalışmalarla III. bin yılın hukukunu ve yönetimini deneyerek bugün uygulanabilecek seviyeye ulaştırdılar.

Uygarlıklar iki uygarlığın sentezi ile doğar.

III. bin yıl uygarlığı Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığının sentezinden doğacaktır.

Uygarlık beşerîdir, ancak onu daima bir ulus başlatır.

Yeni bir bin yıl medeniyeti öncesinde, iki-üç asır önce gelen peygamber bir kavmi -mesela İsrail oğullarını veya Arpaları- hazırlamıştır.

Onlar inkılâplar yaptılar.

Bugün yani çağımızda bu görev Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmiştir, iki üç asırdır Türkiye bu sentezi yapmağa hazırlanmıştır.

O halde bizim hazırlayacağımız anayasa yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın sorunlarını da çözecektir; çözmelidir.

Bu takdiri İlâhi’dir, kimse bunun böyle olmasının önüne geçemez, önleyemez.

 

Bu girizgâhtan sonra, şimdi “ADİL DÜZEN ANAYASASI”nın temel varsayımlarını ele alalım.

1. Ekseriyet kararı değil, ortak vekil kararı.

Adil Düzene göre; bir topluluktaki insanlar önce anlaşarak ittifakla karar alırlar. Anlaşmaları gerektiğinde ittifak ederlerse, o zaman ortak bir vekil seçerler ve ‘senin kararın bizim kararımızdır’ derler. Ortak vekil istişare eder ve kararları verir. Vekilin kararı asilin kararı gibi olduğundan, ittifakla karar alınmış olur. Ancak, kişi hakemlere gidip kararı iptal ettirebilir, yahut alınan kararları tasvip etmiyorsa topluluktan her zaman ayrılabilir.  

2. Ekseriyet seçimi değil, temsili sistem.

Adil Düzene göre; ortak işleri yürütmek için beşten az yirmiden çok olmamak üzere temsilciler seçilir. Kişi temsilcisini her zaman değiştirebilir. Temsilci olabilmek için yeter oy almak gerekir. Temsilciler açık ve şeffaf çalışırlar. Kişi temsilcisini her zaman değiştirebilir. Bunlar ortak vekille karar alırlar.

3. Hâkim devlet değil, hadim devlet.

Adil Düzene göre; Hukuk düzeni bucaklarda doğrudan demokrasi usulü ile kurulur. Tamamen bağımsız ve hürdürler. Merkez bucaklar vardır. İl ve ilçe merkez bucakları, devlet ve bölge merkez bucakları vardır. Ama bunlar taşra bucaklarının temsilcileri tarafından yönetilirler. Vergileri alırlar, onlara hizmet ederler; hükmedemezler. Hakemler önünde eşittirler.

4. Merkezî yönetim değil, yerinden yönetim.

Adil Düzene göre; bucakların kendi meclisleri ve yöneticileri vardır. Tamamen bağımsızdırlar. İlin yasaları sadece il ve ilçe merkez bucaklarında geçerlidir, taşra bucaklarında geçerli değildir. Ülke yasaları sadece merkez ve bölge merkez illerinde geçerli olup taşra illerinde geçerli değildir. Hizmette merkezîlik, yönetimde yerindenlik esas alınmış, ulus ve ülke bütünlüğü sağlanmış ama insanlar da topluluklarda hür kılınmışlardır.

5. Hâkimler sistemi değil, hakemler sistemi.

Adil Düzene göre; davalı ve davacı birer hakem seçer, hakemler de bir başhakem seçerler. Böylece oluşan mahkeme tarafsızdır, bağımsızdır, etkindir ve saygındır. Alınan kararlar kesindir, ne kendileri ne de başkaları bozabilir. Karardan mağdur olan varsa hakemler aleyhine hakemlere gider, mahkûm olurlarsa dayanışmaları öder, eski karar bozulmaz.

6. Bürokrasi değil, serbest meslek.

Adil Düzene göre; kamu görevi ile genel hizmet birleşmiştir. Avukatlar hakemlik yapmaktadır. Maliyeciler serbest muhasiplik yapmaktadır. Haksızlığa uğrayan hemen hakemlere gitmektedir. Sadece başkanlar tektir. Silahlı güçlerde sistem farklıdır. Tapu memuru yoktur. Noter vardır. Belediyelerde imar müdürlüğü yoktur, imar büroları vardır, birbirlerini denetlerler ve hakemler sorunları çözer.

7. Hakları sayma değil, vazifeleri sayma.

Adil Düzene göre; hürriyetler sonsuzdur, saymakla bitmez. Yasalar hakları saymaz, yasalar vazifeleri sayar, kimin ne yapacağını söyler, hak sahipleri vazifelileri öğrenir. Çocuğun süt emme hakkı vardır değil de; annenin süt emzirme görevi vardır. Görev, yetki, sorumluluk ve bunlardan doğan haklar. Ana süt emzirir, görevlidir. Baba nafaka temin eder, görevlidir.  

8. Faiz yerine karzı hasen.

Adil Düzene göre; yaşayan herkesin faizsiz ve icrasız sipariş kredisi alma hakkı vardır. Her çalışanın çalışma kredisini alma hakkı vardır. İşveren nezdinde çalışır, ücretini alır, işveren borçlanır. İşsiz ve aşsız insan yoktur. Çalışmayana yeryüzünün kira payından yaşayacak kadar hakkı verilir.

9. Gelir vergisi yerine sermaye ve hâsıla vergisi.

Adil Düzene göre; orta sermayenin üstünde olanlardan yüzde 2,5’luk sermaye vergisi alınır. Böylece sermayenin büyüyüp tekelleşmesi önlenir. Düşük sermayelilere dağıtılır. Böylece fakir-zengin sınıfı kalkar ama serbest rekabet için fakirlik ve zenginlik devam eder. Sanayide hâsılanın beşte biri, tarımın onda biri yeryüzünün kira payı olmak üzere kamu payı olarak alınır. Bu pay aynî olarak alınır. Para üretmeyen halktan para talep edilmez.

10. Fuhuş değil iffet.

Adil Düzene göre; aile müessesesi evliliğe dayanır, evlilik de serbest cinsi ilişkinin yasaklığına dayanır. Kadın emanet olan rahmini ancak mahremi olmayan bir erkekle, sadece bir erkekle paylaşabilir. İddeti içinde birden fazla erkekle ilişki kuran fahişedir. Fuhuş şiddetle yasaklanmıştır.

Gelin şimdi bu varsayımlarla insanlığın ve Türkiye’nin sorunlarının nasıl çözüleceğini tartışalım...

Sizinkini tartışmamıza bile gerek yoktur, çünkü görünen köye kılavuz istemez, sorunlarımızı çözemediği bütün açıklığı ile ortadadır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Standartlar, krizler ve

ekonomik istiklâl savaşı

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.10.2007

Üniversitede okurken “standartlar” dersi veriyorlardı. Amerikan bezi yahut kaput bezi için standartlar öğretiliyor, bir santimetre karede şu kadar atkı olması gerekir deniyordu.

Sonra o dönemlerin en büyük kumaş fabrikası Sümerbank’a gittik, sayı olması gerekenin çok altında idi. Oranın yöneticisine sorduk; devlet neden yasak işi yapıyor? Yönetici dedi ki; bu bizim sorunumuz değil; iplik, makine ve işçi sorunu.

Evet, sizin istediğiniz kalitede bir üretim yapabilmeniz için kullandığınız tezgâh o kalitede olmalı, kullandığınız iplik o kalitede olmalı. Hattâ elektrik motorunuzun devri düşüp yükselmemeli, aynı güçle vurmalı. Bunlar da yetmez. Makineyi ayarlayan usta o makinenin ustası olmalı. Fransa’dan aldığınız bir makineyi İtalya’dan getirdiğiniz bir ustaya verirseniz verim alamazsınız.

Bu sorun geri kalmış ülkelerin en büyük sorunudur. Kendi teknolojinizi kendiniz geliştirip kendi mallarınızın ölçülerini kendi imkânlarınız içinde koymazsanız, kaliteyi tutturamazsınız.

Burada şunu belirtmemiz gerekir ki kaliteli-kalitesiz mal yoktur. Müşterinin beklediği vasıfları tutturmanız önemlidir. Müşteri size ona göre para vermektedir. Bir arabaya uymayan parça ne kadar iyi olursa olsun araba için habistir, zararlıdır, çünkü ona yaramamaktadır. Vasıfsız da olsa arabaya uyan parça sizin işinize daha iyi ve daha yararlıdır.

Daha dün denebilecek yakın bir zamana kadar insanlar kendi ürettiklerini tüketiyorlardı. Bugün ise parçaları üretiyorlar, farklı insanlar farklı mekânlarda farklı parçaları üretiyorlar. Bir eşya veya mahsul elli yerde yüz el değerek üretilip tüketiciye ulaşıyor. Artık her şeyi standartlara uygun yani ölçülü imal etme zorunluluğu vardır. İşte bu standartları, başarı için kendi standartlarımızı bulup yakalamalıyız.

*

Ekonomik krizler her kötülüğün anasıdır.

Ekonomik krizlerde insanlar aç kalmakta, her türlü kötülükler o sebeple yaygınlaşmaktadır. Ekonomik krizlerde insanlar çalmakta, hırsızlık yapmakta, yolsuzluklar ve hileler oluşmaya başlamaktadır. Ekonomik krizlerde insanlar aç kalmakta, rüşvet ve zulüm bu ortamda doğmaktadır. İnsanlar aç ve işsiz kalınca terör olaylarının vesilesi ve aracı hâline gelmektedir.

Şimdi, şayet Şemdinli dağlarında ve o bölgede iki kardeş birbirini öldürüyorsa, bunun sorumlusu ekonomik krizlerdir ve o krizleri çıkaran Amerika’daki otel odaları yani oralarda çöreklenen sömürü sermayesi lobileridir. O lobilerin oluşturduğu krizler sebebiyle işsiz ve aç kalan gencecik insanlar sömürü sermayesinin tuzağına düşmüş, askerler de onların peşine düşmek zorunda kalmıştır.

Bundan kurtuluşun tek yolu vardır, o da ekonomik krizleri yani şeytanın oyununu ortadan kaldırmaktır. Burada şeytanı sömürü sermayesi olarak görebilirsiniz. Allah’ın onlara verdiği ekonomik imkânları insanların saadetine kullanacaklarına, dünyayı ifsat etmek için kullanıyorlar...

*

ADİL EKONOMİK DÜZEN”in gelmesiyle bu zalim ekonomik düzen yok olacak, fakirlik sebebiyle ortaya çıkan tüm kötülükler ortadan kalkacaktır. Dış borçlar bitecek, işsizlik sona erecek, anarşi kalkacak, rüşvet ve yolsuzluk sona erecektir. Eskiden işlenen kötülükler unutulacak, kardeş kavgaları son bulacaktır. Bu sorunlar ne dağlardaki silahla halledilir, ne de meclisteki sarmaş dolaşla çözülür. Bu sorunlar yalnız ve yalnız “ADİL EKONOMİK DÜZEN”le çözülür.

Şeytan taifesi sömürü sermayesi Türkiye’yi bu yoldan uzak tutmak için Kur’an kurslarını kapatıyor, meslek okullarını söndürüyor, camileri yaptırmıyor, hacca göndermiyor…

Güçsüzlük sebebiyle buna herkes boyun eğiyor. O halde yapılacak iş önce Türkiye’nin ekonomisini düzeltmek ve güçlendirmektir. Bunu da iktidarda olanlar yapamamaktadır. Çünkü onlar iktidara istediklerini getirip oturtmakta, onları dinlemeyenleri ise oradan indirmektedirler.

Biz İstiklâl Savaşı’nı İstanbul’da yani hükümranlık merkezinde değil de, halk olarak Anadolu’da kazandık. Şimdi de ekonomik istiklâl savaşını İstanbul’da ve halkın yoğun olarak olduğu yerlerde kazanacağız, hükümranlık merkezi Ankara’da değil. 1950’lerde İstanbul nüfusunun yüzde 52’si azınlık idi, şimdi yüzde 99’u Müslüman Türklerden oluşmaktadır. Sermaye ise hâlâ sömürü sermayesinin uzantılarının elinde bulunmaktadır. Bir dernek (TÜSİAD) hâlâ birileri adına ahkâm kesmeye devam ediyor. Oysa İstanbul halkının sadece nefesleri bile onları susturmaya yeterlidir.

Evet, insanlar artık işsiz, aşsız, eşsiz olmaktan çıkacaklar, çıkmalıdır. Ama Allah daha fazlasını vaat ediyor; o da muasır medeniyetin fevkine çıkmış olacaklardır. Bu nasıl olacaktır?

Daha önce de yazdık ama yarınki yazıda nasıl olacağını bir kere daha tekrar hatırlayalım.

 

 

***

 

 

 

 

 

Neyimiz eksik?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.10.2007

Evet; dünkü yazımızın sonunda, ‘insanlar artık işsiz, aşsız, eşsiz olmaktan çıkacaklardır, çıkmalıdır; ama Allah daha fazlasını vaat ediyor, o da muasır medeniyetin fevkine çıkmış olacaklardır’ dedik.

Bu nasıl olacak, muasır medeniyetin üstüne nasıl çıkılacaktır?

Türkiye’nin terör sorunu yok, aksine dört önemli sorun var; işsizlik, dış borç, yargının çalışamaması ve sermayenin esiri basın. Bu sorunlarımız çözülmelidir. Bu sorunları çözdüğünüz zaman, mesela son yıllarda en büyük belâmız olan Irak’taki veya dağdaki PKK bizim kardeşimiz olur. Eski yaraların hepsi sarılır. Şehitlerimiz Çanakkale şehitlerinin yanında huzur içinde olurlar.

Bu dört temel sorun nasıl çözülecektir?

1. İşsizlik sorununun çözümü için işçiye faizsiz ve icrasız çalışma kredisi verilerek işveren borçlandırılacaktır. Böylece sermayesizlik yüzünden işletmeler durmayacak, işsiz insan kalmayacaktır. Sermaye sömürüsü de bu sayede sona erecektir. Faizsiz kredi bulan artık faizli krediyi kullanmayacaktır.

2. Dış borç sorununun çözümü için dış borçlar iç borca, faizli borçlar faizsiz kredileşmeye, nakit borçlar mal borcuna ve nihayet borçlar iştirake çevrilerek dış borçlarımız tasfiye edilecektir. Faiz yükünden kurtulan ülke yüzde yüz zenginliğe erecektir.

3. Basın yayın sorununun çözümü için medya kooperatifleri kurulacak ve yazarlara devletten dolgun maaş verilecek, yazarlar istedikleri yayın organında yazacaklardır. Basın serbest olmayacak, para serbest olmayacak, yazarlar serbest olacak, yazarlar sermayenin esiri olmaktan kurtarılacak, böylece millî medya oluşacaktır.

4. Adalet sorununun çözümü için hakemlik ve bilirkişilik sistemi çalıştırılacaktır. Yargı teşkilatı bağımsız olmayacak, yargıçlar bağımsız olacaklardır. Hakemlerin verdiği kararı üst mahkemeler bozamayacak, böylece tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemeler ortaya çıkacaktır.

Bunlar sayesinde eski yaralar sarılacak ve ülkemiz muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır.

*

Biz bugünlerde değil de 1950’lerde “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i getirmek isteseydik getiremezdik. Çünkü yeterli altyapımız yoktu, yeterli makinemiz yoktu, yeterli eğitimli halkımız yoktu. Bugün ise “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in gelmemesi için hiçbir sebep kalmamıştır.

a) Ülke imar edilmiş, altyapısı tamamlanmıştır. Tüm köylere her türlü ulaşım ve haberleşme altyapısı ile elektrik, yol, su vs götürülmüştür. Altyapı tamamdır. b) Bugün her türlü makine sanayii parkları oluşmuş, ancak bunlar bir vardiyenin yarı kapasitesi ile çalışmaktadır. Üç vardiye tam kapasite ile bugünkünün altı misli insan çalıştırabilir bir iş kapasitemiz vardır. Bunların ham maddelerini de rahatlıkla bulabilmekteyiz. c) Eğitilmiş işçi ve işveren kapasitemiz en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Avrupa ekonomisini bile son yıllarda bizim işçilerimiz ve müteşebbislerimiz yürütüyor. d) Güçlü ve bilgili ordumuz var, her zaman ülkemizi savunur durumdadır.

O halde neyimiz eksik?

Tek şeyimiz eksik; sistemimiz eksik, düzenimiz -“ADİL EKONOMİK DÜZEN”imiz- eksiktir.

*

Hani kimi insanlar vardır; namaz kılarlar ama namazın ne işe yaradığını bilmezler, domuz eti yemezler ama niçin yemediklerini bilmezler, faizli işlem yapmazlar ama faizin neden haram olduğunu bilmezler. Bunların hikmeti ancak içtihatla ve ilimde derinleşmekle bilinir.

Siz iktidara bilgi sahibi olmayanları getirirseniz, onlar yapıyoruz diye yıkarlar.

Türkiye KİT’leri (Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni) oluşturdu ve bunlar dört önemli görevi gördü.

a) Batıdan teknoloji transferi yapıldı,

b) Halkı teknik olarak eğitti,

c) Halkımızı kentlere taşıdı,

d) Tekel sermayenin sömürüsünü önledi.

Bu hikmetleri bilmeyen beyinsizler şimdi o KİT’lerimizi düşmanların istekleri üzerine “özelleştirme” adı altında tasfiye edip kapatıyorlar.

Günümüzde KİT’lerin görevi değişmiştir ama bitmemiştir.

a) KİT’ler teknoloji transferi yerine teknoloji üretimi yapacaktır.

b) Halkı tarımdan sanayiye geçiş için eğitecektir.

c) Sanayiyi köylere götürerek oraların boşalmasını önleyecektir.

d) Tekel sermayeye karşı yaygın sermayenin yani halk sermayesinin organize olmasını sağlayacak, bunu gerçekleştirecek olan hizmet kooperatiflerini kuracaktır.

İşte bunları anlamak hikmettir. İlimde derinlik sahibi olmayanlar bunları anlayamazlar. Halkın bunları yani ilimde derinlik sahibi olanları bulup iktidar etmesi gerekir: Hikmet sahibi olmayanların iktidarı helakten başka bir şey getirmez. Çağımızda hikmet, Kur’an’ın Batıdaki müsbet ilimler üzerinden tafsilidir. Kur’an bizden bunu yapmamızı istiyor. Bunu yapanlar kurtulur, yapmayanlar helâk olur.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Anayasada değişiklik ve mevcut Anayasa

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.10.2007

Birinci derecede değişiklik.

Bir eviniz vardır, bir yeri ihtiyacınızı karşılamıyor. Mesela, bir lamba veya priz ilave etmek istiyorsunuz; yahut ahşap kapısını demir kapı yapmak istiyorsunuz. Bu değişiklik yapının diğer taraflarına etki etmiyor, değişiklik sadece yerle iktifa ediyorsa, bu birinci derecede değişikliktir.

Anayasada, güvenoyu için oylamaya katılanların beşte üçü ‘evet’ oyu vermesi gerekir derseniz, bu birinci derecede bir değişikliktir. Cumhurbaşkanı seçmek için salt çoğunluğun iştiraki gerekir derseniz, bu da birinci derecede değişikliktir.

İkinci derecede değişiklik.

Evinizin bir yerine yeni bir kapı açacaksınız, duvar ilave edeceksiniz, bir yere yeni çeşme takacaksınız. Bunlar tüm evin yapısına, hattâ tüm binaya etki edebilir. Yeniden plan üzerinde değişiklik yapıp hesaplamalar yapmak gerekir. Yoksa bina yıkılır.

Anayasada temel maddelerden birini kaldıramazsınız, değiştirmezsiniz. O zaman birçok devlet kurumları rahatsız olur, patlama olur. Mesela, Genel Kurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayamazsınız. Çünkü o zaman siz silahlı kuvvetlerin statüsünü üçüncü, dördüncü dereceye atmış olursunuz. Onun yerini dolduran kurum onun yapacağı güce sahip değildir, ülkeyi koruyamaz.

Üçüncü derecede değişiklik.

Bina eskimiştir, artık tamirle onu yaşatamazsınız. Onu yıkarsınız ve eski projeye göre yenisini yaparsınız. Eski projeye göre yaparsınız, çünkü evinizden son derece memnunsunuz. Mobilyanızda da ona göre değişiklik yaparsanız, onları da yenilemeniz gerekir.

Anayasanın ifadeleri eskimiş, bazı yerleri yanlış anlaşılmış olabilir. Dolayısıyla yeniden yazıp ortaya yeni anayasa koyarsınız. Bu öyle bir değişikliktir ki, kanunların değişmesine gerek olmayan tüm kurum ve müesseseler aynı kalır, sadece anayasanın ifadeleri yenilenmiş olur. Ufak tefek değişiklikler de yapılabilir.

Dördüncü derecede değişiklik.

Bina yalnız yapısı ile eskimemiş, kullanılış bakımından da eskimiştir. Geçmişte o eski inşaat yapıldığı zaman televizyon yoktu, buzdolabı yoktu, çamaşır makinesi yoktu, bulaşık makinesi yoktu, doğalgaz yoktu. O zaman üç kişi idiniz, şimdi altı kişi oldunuz. Artık yeni ihtiyaçları karşılayacak yeni ev projesi yapılacak ve yeni bina öyle inşa edilecektir.

Anayasa da böyledir.

*

Mevcut Anayasa;

- Askeri müdahaleler sonunda hazırlanmış, bir an önce sivil yönetime geçilsin diye acele edilmiştir. Halk o zaman zorunlu olarak onayladı. Şimdi vaktimiz var, enine boyuna düşünerek yenisini yapmalıyız.

- Mevcut Anayasa Batı modeli bir anayasadır, sömüren ülkelerin sömürmesini kolaylaştıran bir anayasadır. Türkiye ise sömürülen borçlu ülkedir. O anayasa bizi bir yere götürmez, götüremez. Bizi sömürüden kurtaracak ve borçsuz ülke hâline getirecek bir anayasa hazırlamamız gerekir. Bunun için de bir hayli düşünmemiz, araştırmamız ve tartışmamız gerekmektedir. Bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaracak bir anayasaya ihtiyacımız vardır.

- Bugün Batı dünyasında ve İslâm âleminde mevcut tüm mevzuat “tarım dönemi”ne ait mevzuattır, on bin senelik ömrünü tamamlamıştır. İnsanlık “sanayi dönemi”ne geçmiştir. Artık o dönemin hukuki yapısı yeterli değildir. Roma’da ve İslâm’da olduğu gibi hukuku sıfırlayıp yeni varsayımlarla hukuku yeniden inşa etmek zorundayız. Bunun için Roma ve İslâm hukuk misyonundan yaralanacağız ama biz “sanayi döneminin yeni hukuku”nu oluşturmak zorundayız.

- Türkiye’de Anayasa değişikliği ihtiyacı, Türkiye’nin karşılaştığı temel sorunların mevcut Anayasa ile çözülememesinden doğmaktadır.

Gelecek yazıda; bu temel sorunlar, AK Parti’nin neler yapmak istediği, nelerin olabileceği ve bir çözüm önerimiz üzerinde duralın, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

Temel sorunlarımız ve Anayasa çalışmaları

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.10.2007

Bir önceki yazımızda Türkiye’nin acilen yeni bir Anayasa veya hiç olmazsa Anayasa değişikliklerine ihtiyacı olduğunu, bu ihtiyacın Türkiye’nin içinde bulunduğu temel sorunların mevcut Anayasa ile çözülememesinden kaynaklandığını hatırlatmıştık. Bugün de Türkiye’nin temel sorunlarını kısaca tekrar analım, AK Parti’nin neler yapmak istediğini özetleyelim; ama bunlardan daha da önemlisi, bu Anayasa tartışmaları atmosferinde nelerin olabileceği üzerinde duralım ve bu vesileyle ilgililerin dikkate almasını ümit edeceğimiz bir çözüm önerimizi sunalım.  

Türkiye’nin temel sorunlar nelerdir?

Kısaca hatırlayalım.  

1. İstihdam eksikliği ve işsizlik,

2. Ülkeyi yıkılışa doğru götüren dış borçlar,

3. Çökmüş bulunan yargı sistemi ve onlarca yıl süren davalar,

4. Dışa bağımlı ve de millî olmayan, olamayan; dolayısıyla ülke meselelerinin çözümleri bir yana, kendilerini bile dile getirmeyen bir medya.

Ayrıca;

5. PKK yani terör sorunu,

6. Köylerin boşalıp halkın kentlere göç etmesi ve tarımın çökmesi,

7. Artık adeta kangrenleşmeye dönüşen ve özellikle bazı kesimlerin en büyük istismar aracı lâiklik sorunu ve;

8. Bir taraftan en büyük övünç vesilemiz olan genç nüfusumuz ama diğer taraftan bu gençlerin eğitim sorunu…

*

AK Parti ne yapıyor veya ne yapmak istiyor?

Anayasa kaçıncı derecede değişecek; AK Parti önce onu beyan etsin, işe ona göre koyulsun. Biz yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiğini 1950’lerden beri savunuyor ve her vesileyle bunu hatırlatıyoruz. Alternatif olabilecek bir anayasa üzerinde kırk yıllık bir birikime dayanan geniş çalışmalarımız vardır. Elbette başkalarının da bu tür çalışmaları vardır. Bütün bu çalışmalar sakin bir ilmî ortamda ele alınıp değerlendirilmelidir. AK Parti’nin böyle acil anayasa hazırlığına girmesinin meşru izahı yoktur.

Neler olabilir veya neler oluyor?

- AK Parti başörtüsü sorununu başka türlü çözemiyor; diğerlerinin arasında başörtüsü sorununu ve YÖK sorununu çözecek.

- Batılılar diğer onlarca kanunları alelacele çıkarttıkları gibi; şimdi de anayasa dayatması yapıyorlar ve bu arada yapılanlar ordu gibi bazı kurumları hırpalama aracı oluyor.

- Önümüzdeki günlerde Anayasa referandumu var; onu geri alabilmek için bu anayasa değişikliğini araç olarak kullanıyorlar.

- Bizim ve diğerlerinin ciddî “Anayasa Çalışmaları” AK Partili kardeşlerimize etki etmektedir; onların gündeme gelmesini önlemek ve onları arka plana atmak için bu tür oyalama hareketleri ve operasyonları yapılmaktadır...

*

Bizim önerimiz şudur:

AK Parti’nin dışındaki partiler birleşip İLİM ADAMLARINDAN müteşekkil bir ANAYASA HEYETİ oluşturmalı ve çok ciddi bir Anayasa teklifi hazırlamalıdır. AK Parti’nin “Oyalama Anayasası”na karşılık, muhalefetin hiç kimsenin kolay kolay itiraz edemeyeceği ve ülkemizin temel sorunlarını kökünden halleden “Çözüm Anayasası”nı ortaya koyması gerekir. Referanduma böyle bir hazırlıkla karşı çıkılmalı ve alternatif sunulmalıdır.

ANAYASA İLİM HEYETİ yirmi kişiden oluşmalı; bu heyete aldıkları oy oranlarına göre CHP 7, MHP 6, DP 2, DTP 2, SP 1, GP 1, DSP 1 bir üye vermelidir. Bu kurul üyeleri heyet hâlinde kendileri anayasa hazırlamayacak, tüm vatandaşların katkısı ile bir anayasanın hazırlanması imkânını ortaya koyacaklardır. Biz, bizi dinleyecek bir merci aramaktayız; çünkü biz bu sorunları çözen bir “ANAYASA”yı hazırladığımız kanaatindeyiz.

İlgililere ve ilgilenenlere duyurulur…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘İnsan yediği şeylere bir baksın.’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.10.2007

Ramazan ayı gelip geçti; oruç tuttuk, aç kaldık, açlığın ve yemenin, yiyebilmenin, yiyeceklerimizin değerini daha bir derinden anlayıp kavrayabildik mi?

Bir kere daha düşünelim bakalım; yediğimiz şeylere bakıyor muyuz, bakabiliyor muyuz ve baktığımızda gerçekten görülmesi gerekenleri görebiliyor muyuz?

Yani; yediğimiz nimetlerin kadrini ve kıymetini bilebiliyor muyuz?

Hepsinden daha da önemlisi; onları bize bahşedeni gerçekten biliyor ve O’na gereğince şükredebiliyor muyuz?

Mesela; bu yediklerimizden küçük bir yumurta üzerinde yemeden önce veya yedikten sonra enine boyuna ve derinliğine hiç düşünüp tefekkür ettik mi?

Bakmak, düşünmek, anlamak ve idrak edip tefekkür etmek…

*

Bir yumurta nasıl paketlenir diye hiç düşündünüz mü?

Bugüne kadar düşünmediyseniz; gelin, bugün birlikte düşünelim…

Bir yumurta hiçbir zaman elimize paketlenip ambalajlanmadan ulaşmaz.

Yumurta denen ve yirmi dört saatlik bir üretim faaliyetinin neticesi olan bu leziz nimet, mutfağımıza kadar güvenle ulaşabilmesi için son derece dikkatle planlanmış bir ambalaj içinde bize sunulur.

Yumurta kabuğu deyip geçmeyin. Kırıp çöp sepetine attığımız bu mükemmel ambalaj, mimarisi ve estetiğiyle akılları hayrete düşüren bir sağlamlık, pratiklik ve geometri şaheseridir.

Yumurtanın sarısı ve akı, tavuk vücudunda ayrı ayrı yerlerde imal edilir. Sonra bu mamul yaklaşık on altı saat süren bir işlemle ambalajlanır.

Yumurtanın şekline bir bakın. Parmaklarınızla iki ucundan ne kadar kuvvetle bastırsanız, kırılmadığını göreceksiniz. Bu sağlamlığın yanında pürüzsüz ve kusursuz bir şekli de vardır. Normalde çok iyi bir kalıba ve tezgaha ihtiyaç duyan böyle bir eser, içinde hiçbir kalıp bulunmayan tavuk vesilesiyle bize sunulmaktadır.

Yumurtayı paketlemekle görevli olan bez, tavuğun vücudundaki bütün kalsiyum ve karbonat iyotlarını çekecek şekilde düzenlenmiştir. Öyle ki, tavuğun besininde kalsiyum eksildiği zaman, kabuğun hammaddesi olarak tavuk, kendi kemiklerini kullanır.

*

Öyle bir fabrika düşünün ki, tavuk kanı gibi pek de iştah açıcı olmayan bir maddeden hem yumurta sarısını hem yumurta akını hem de kabuğunu ayrı ayrı çıkarsın ve beş-on santimlik bir üretim şeridi içinde bütün bu işleri tek tek gerçekleştirdikten sonra kan ve dışkı gibi iki pisliğin içinden yumurta gibi tertemiz ve faydalı bir gıda üretsin. Bir şeyden her şeyi yapan bir ilim ve kudretin sahibinden başka bu fiile mührünü basabilecek kim var?

Modern teknoloji tavuğun besininden veya kanından yumurta yapabilecek bir fabrikayı kuramadı. Olmaz ya, eğer kurmuş olsaydı bugün bir yumurtayı on beş kuruşa değil, yüzlerce liraya yiyemezdik.

İnsan yediği şeylere bir baksın.(Kur’an; Abese Sûresi, 24)

*

Her yumurta kırışınızda, kabuğu atmadan önce ona uzun uzun bakın...

Size bu nimeti böyle mükemmel bir ambalaj içinde göndereni düşünün, O’nun adını anın, afiyetle yiyin ve O’na şükredin...

Allah cümlemizi yediklerinin kadrini takdir edip anlayan ve şükrünü ona göre eda eden kullarından eylesin…

Allah daha nice Oruç Ayı Ramazanlara kavuştursun, orucun hikmetini hakkıyla kavramayı nasip etsin, Ramazan Bayramınızı mübarek eylesin…

 

 

***

 

 

 

 

 

Ramazan, infak ve hakemlik sistemi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.10.2007

Ramazan ayı vesilesiyle ekonomik hayatın bir veçhesine bakıp hikmetini kavramaya çalışalım. Hayırsever insanlar özellikle Ramazan ayında ve ayrıca diğer zamanlarda infakta bulunuyorlar. Oysa infak sadece bundan yani birilerine bir şeyler vermekten ibaret değildir.

“İnfak etmek” çarşıya bir şey satmak, çarşıdan bir şey almaktır. Çarşıya satmak, malı elden çıkarmak olduğu için infaktır. Çarşıdan bir şey almak da, evlere nafaka temin etmek olduğundan dolayı o da infaktır. Kur’an’a göre tarlada yapılan yatırımlara da infak denmektedir. Bu yatırımların içinde emek de olabilir.

Hâsılı, “infak etmek” üretim ve tüketim için yapılan faaliyetlerin adıdır.

Eskiden insanlar kendi tarlalarında üretiyor, kendi evlerinde tüketiyorlardı. Bugün ise kimse ürettiğini bizzat kendisi tüketmiyor. Herkes ihtiyacı olanı çarşılardan alıyor, ürettiğini çarşılarda satıyor. Günümüz dünyasında kâmil bir infak hayatı vardır.

“Nafaka” bir değerdir. Sadece mal olarak alabiliriz ama; kıyasla da olsa diğer değerleri de sayabiliriz. Bunlar; 1) maldır, 2) emektir, 3) yapıdır, 4) zimmettir. Zimmet alacakları ve paraları içerir. Para bir alacak senedidir, dolayısıyla değerlidir; karşılığı varsa değerlidir. Bir üretimin veya tüketimin girdileri bunlardır. Borç ve alacak genel hizmet anlamındadır. Çünkü orada kaydolmakta ve orada değer kazanmaktadır.

*

Bir bucakta ortak bütçe oluşur. Fakirler ve zenginler belli olur. Zenginlerden alınır, fakirlere verilir, infak yapılır. Kimin zengin kimin fakir olduğu kendi beyanları ile anlaşılır. Böylece açıkça zekât verenler başkanlara verirler, başkan da fakirlere bölüştürür.

Adil bir ekonomik düzen olsa; böyle zekât yani vergi verenlerin birtakım yararları vardır, malları buna göre sigortalanır ve o nisbette kredi alma haklarını kazanırlar. Üretimde de o kadar su ve elektrik ile diğer hizmetlerden karşılıksız yararlanırlar. Ödenen vergi nisbetinde taşınmazlar değerlenir. Bu imkanlardan yararlanmak için zekât/vergi açıkça verilir.

Bununla beraber bu zekât dağıtılırken herkese eşit olarak bölüştürülür. Oysa insanların ihtiyaçları farklıdır. Siz komşu ve akrabanızın ihtiyacını daha iyi bilirsiniz. Onun için zekâtınızı bizzat kendiniz o tanıdığınız kimseye verirsiniz. Böylece daha adil bir dağılma olmuş olur. Ama asıl olan vergileri ortak bütçeye katma ve ortak bütçe oluşturmadır.

*

Gerek infak yaparken, gerekse nezri ifa ederken, insanları zorlama veya herhangi bir baskı yoktur, merkezî karar sistemi yoktur, kollektif karar sistemi vardır. Dolayısıyla toplulukta herkesin her konuda hakemlere gitme yetkisi vardır. Vergi kaçıran kimse aleyhine mağdur olan herkes, her fakir hakemlere gider ve kendi hakkını alabilir.

Yargılama sistemi topluluk için çok çok önemli bir sistemdir. Çünkü Allah’ın yani topluluğun iradesi orada tecelli etmektedir.

Yargılamanın adil olması için “hakemlik sistemi” ile yargılama yapılmalıdır.

Bunun gerçekleşmesi için şunlar yapılmaktadır.

1) Önce davacı kendi hakemine konusunu anlatmaktadır. Hakemi onu haklı bulur veya bulmaz. Hakemi kendisini haklı bulmazsa dava açmaz, hakemini değiştirir.

2) Hakemi kişiyi haklı bulursa bunu karşı tarafa bildirir ve karşı taraf da hakemini seçer.

3) Hakemler anlaşırlarsa kararları ittifakla verebilirler. Anlaşamazlarsa başhakemi seçerler ve baş hakem kararını verir.

4) Hakemler ilk duruşmayı yaparlar ve ilk kararı verirler. Her madde ayrı karara bağlanır. İnkâr varsa, onlar için ispat külfetinin kime ait olduğuna karar verirler.

5) Davacı beyyine getirdiğinde ikinci duruşmayı yaparlar, kararı verirler ve karar tefhim olunur.

İşte bu merasimlerin icrası Allah’ın yani topluluğun iradesinin tecellisi demektir.

Ramazan ayı bir defa daha hayırlısıyla gelip geçti. Bu vesileyle Ramazan’ın, orucun, kimi görevlerin ve hayatın bazı hikmetlerini bir kere daha hatırlayıp üzerinde tefekkür edelim…

Ramazan Bayramınız Mübarek Olsun.

 

 

***

 

 

 

 

 

Eleştiri AKP’li Şener ve diğer dostlardan (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.10.2007

Hükümet 2007’nin son üç aylık dönemine ilişkin hazırladığı “Eylem Planı” çerçevesinde sosyal güvenlik, özelleştirme ve enerji konuları öncelikli olmak üzere değişik alanlarda 73 adım atmayı hedefliyor. 2008 yılı için gayri safi millî hâsılanın (GSMH) yüzde 6.5’i seviyesindeki faiz dışı fazla (FDF) hedefini korumayı hedefleyen hükümet, elektrik fiyatlarının ne olacağı konusunu da önümüzdeki günlerde netleştirecek.

Hükümet, üç aylık eylem planı çerçevesinde 9 yeni kanun çıkarmayı ve 13 kanunda değişiklik yapmayı öngörüyor. Ekonomik koordinasyondan sorumlu Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Nazım Ekren, 60. hükümetin 2007 yılı “Üç Aylık Eylem Planı”nı, düzenlediği basın toplantısında anlattı; ayrıca üç aylık eylem planının yanı sıra hükümetin 2008-2012 yıllarındaki hedefleri hakkında da bilgi verdi...

*

2007 kayıp yıl olmasın sloganıyla bu sütunda 'Seçimden sonra yepyeni bir ekonomik programa geçilmeli' (31.03/2007) konulu uzun bir analiz yapmıştık. Ama öyle olamadı. Yıl büyük oranda kaybedildi...” Doç. İbrahim Öztürk 11.10.2007 günkü yazısında (Zaman) böyle diyor ve devam ediyor: “Öyle ya da böyle fırsatları ıskalıyoruz ülke olarak. Seçimlerin hemen arifesinde 28 Haziran’da bu sefer çok daha kapsamlı bir raporu MÜSİAD kamuoyuna açıklamıştı. Daha önceki çalışmalarda sürekli olarak 'istikrar tedbirlerini' ön plana çıkartırken, bu raporda vurgunun temel eksenini değiştirmiş ve artık 'adil, şeffaf ve rekabetçi bir ekonomi' beklentisini öne çıkarmıştık... Önceki gün Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in açıkladığı eylem planını 3 genel başlık altında özetlemek istiyorum:

1-Yeni bir kalkınma deseni arayışı: Hükümet ekonominin üzerine sinen IMF patentli istikrar paketinin kokusunu silmek üzere harekete geçmiş, böylece yeni bir kalkınma deseni arayışı içerisine girilmiş...

2-Nerede kalmıştık: Öte yandan kabul etmek gerekir ki, hükümet işe sıfırdan başlamadı. Beş yıldır yaptıkları işler ve yapmak üzere planladıkları uygulamalara devam edecekler... Ekonomide şu anda en büyük iki yırtıktan biri hâlâ faiz, ikinci ise sosyal güvenlik harcamaları. Eğer bunca acıdan sonra yakında 'iflas 2020' başlıklarını görmek istemiyorsak bu reformlar tamamlanmalı...

3-Kulağa hoş geliyor ama: Bu arada eylem planında detayını ve bilhassa uygulamayı görmeden nasıl başarılacağı tam anlaşılamayan bazı çelişkili hedefler de var... Ancak, eldeki kur modeline hiç çekidüzen vermeden, içeriye oluk oluk sermaye akan bir ortamda, kur serbest düşüşte iken, enflasyonu hortlatmadan, fon piyasaları üzerinde kurulacak baskı altında faizleri artırmadan, cari açıkta kantarın zaten kaçmış topuzunu iyice salmadan bu işin nasıl olacağını tam kestiremedim... Ben sadece tereyağından kıl çeker gibi kolay bir süreçte olmadığımızı ifade etmek istedim.”

Dikkat; bu eleştiriler hükümetin politikalarını genel olarak destekleyen Zaman Gazetesi yazarından.

*

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, hükümetin 3 aylık ekonomik eylem planını açıkladığı gün hükümeti eleştirdi. Ekonominin tehlike sinyalleri verdiğine dikkat çeken Şener, bir an önce orta ve uzun vadeli politikaların değiştirilmesi gerektiğini söyledi...

Prof. Dr. Abdüllatif Şener, geçen yıla göre doların 1.640’dan 1.200’ün altına indiğini ve piyasalarda bir dolar eşittir bir YTL tartışmalarının başladığını hatırlatarak, “Bu değer ekonomi üzerinde önemli etkiler meydana getirir. Bu önemli etkiler her şeyden önce ihracatçıları olumsuz yönde etkiler. Çünkü ihrac edilen malların fiyatları üreticiler ve ihracatçılar açısından önemlidir. Kur düşüyorsa yerli para cinsinden malının değeri de düşüyor demektir. Düşen değerlerler üretim yapılabilir mi? Ya da hangi sektörler bu düşüş karşısında üretime devam edebilir?” diye konuştu.

Eski Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Abdüllatif Şener, bu kur düzeyi devam ettikçe bazı sektörlerin üretim yapmakta ve ihracat yapmakta zorlanacaklarını bazı sektörlerin ise kâr marjlarının çok düşeceğini belirterek, firmaların düşen kâr marjı ile dış piyasaya açılma cesareti gösteremeyeceklerini, bunun da son derece önemli bir hadise olduğunu kaydetti. “Genel itibariyle baktığımızda kurların düşüşü ülkemizdeki KOBİ’lerin rekabet gücünü olumsuz etkiler, ihracatını zorlaştırır, ithalatı artırır” diyen Bakan Şener, şöyle konuştu: “Onun için ben kurun gelmiş olduğu düzeyi olumlu nitelendirmiyorum. Olumsuz özellikleri olacaktır. Onun için kur politikalarının gözden geçirilmesi gerekir.”

Yine dikkat; yarın da devamı olacak olan bu eleştiriler de içerden, yani bir AKP’liden; ekonomiden sorumlu eski başbakan yardımcısından; anlayanlara...

 

 

***

 

 

 

 

 

Eleştiri AKP’li Şener ve diğerler dostlardan (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.10.2007

Evet, nerede kalmıştık ve kimin ekonomi eleştirilerini dinliyorduk?

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan eski Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Abdüllatif Şener’in, hükümetin 3 aylık ekonomik eylem planını açıkladığı gün, hükümetin ekonomi politikalarını eleştirdiğini dün hatırlatmıştık. Ekonominin tehlike sinyalleri verdiğine dikkat çeken Şener, bir an önce orta ve uzun vadeli ekonomi politikaların değiştirilmesi gerektiğini söyledi... Söyleyen kim? Hâlen iktidar partili olan ve daha dün denebilecek bir dönemde, hem de yıllarca aynı partinin iktidar hükümetinde başbakan yardımcılığı yapmış biri. Öyleyse dikkatle dinlenmeyi ve okunmayı hak ediyor demektir.

Prof. Dr. Abdüllatif Şener, düşen döviz kurunun ülkede ara malı ithalatını artırdığını, ara malı üreten firmaların başta KOBİ’ler olmak üzere üretimde dar boğaza girdiklerini dikkat çekerek, “Bu süreç sürdürülebilir değildir. Bunun kısa zamanda gözden geçirilmesi ve gerekli tedbirlerin alınması gerekir” dedi. Türkiye’nin şu an iki açmazı birlikte yaşadığını vurgulayan Şener, konuşmasına şöyle devam etmiş: “Bir tarafta yüksek cari açık var, bir tarafta da kur düzeyi sürekli düşüyor… Hâlbuki normalde sermaye hareketliliğinin çok fazla olmadığı ekonomilerde eğer cari açık varsa kurun normalde yükselmesi lazım. Yükselen kura bağlı olarak cari açık otomatikman kapanır. Fakat ülkemizdeki sermaye hareketleri önemli boyutlar kazanmıştır. Bu nedenle bir taraftan ihracat dar boğaza girerken, ithalat ve cari açık artıyor, diğer taraftan ülkeye giren sermaye miktarı da artıyor. Giren fazla sermaye döviz bolluğu ortaya çıkarıyor ve kuru aşağı doğru çekiyor. Yani olay kendi bünyesinde bir paradoks içeriyor. Bunun çözülmesi, çözümlenmesi ve politikaların ona göre oluşturulması gerekiyor.”

*

‘Sözünü ettiğiniz bu tablodan Türkiye’nin ekonomik bir krize sürüklendiğini söyleyebilir miyiz?’ şeklindeki soru üzerine eski başbakan yardımcısı Prof. Dr. Abdüllatif Şener şöyle konuşmuş: “Bu yapının sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Ama Türkiye’de böyle büyük sermaye girişi yaşanırken ve giderlerinde ortaya çıkan açıkların sürekli kapatıldığına şahit olmaktayız. Son yıllarda gördüğümüz tablo budur. Bunun ne kadar sürdürülebileceğini kestirmek zordur. Bunu, hemen şimdi dar boğaza gireceğiz sonra mı gireceğiz diye takvime bağlamak doğru değildir. Ama şu da var, yüksek cari açık ve düşük kur sürdürülebilir bir politika değildir. Hem cari açığın yüksek olacak hem kur düşük olacak bu olmaz. Orta veya uzun vadede bunun toparlanması lazım. Diğer taraftan konun masaya yatırılması ve çözümlerin de üretilmesi gerekir.

Sorunun çözümünün sorulması üzerine Abdüllatif Şener; “Bir kere Türkiye’de para politikaları Merkez Bankası tarafından belirleniyor. Türkiye dünyada sermayenin en fazla kazandığı ülkelerden birisidir. Japon ev kadınları bile birikimlerini Japon bankalarında değil, Türkiye bankalarına yatırıyor. Yani faiz ve paranın getirisi yüksek, Türkiye’ye giren döviz çok yüksek kazançlar sağlıyor. Böylesine fazla dövizin girişini teşvik eden, faiz sağlayan bir politikanın Türkiye’nin bu fotoğrafı karşısında doğru olduğu kanaatinde değilim. Yani sermaye girişlerinin kontrol edilmesi gerekiyor.” demiş.

*

Tarhan Erdem 11.10.2007 tarihli yazısında durumu özetlemiş: “Bugün hükümetin ‘Üç Aylık Eylem Planı’ üzerinde durmak istiyorum: 16 Kasım 2002’de, daha hükümet güvenoyu almadan AKP, ‘Acil Eylem Planı’nı açıklamıştı. Plan az sayıda maddesi dışında genellikle uygulandı; üniversitelerin idari ve akademik özerkliği, YÖK’ün yeniden yapılandırılması, devlet personel rejiminin yenilenmesi, Türk Ticaret Kanunu’nun çıkarılması gibi bazı önemli maddeleri gerçekleştirilemedi... Üç aylık bir vade belirlendiğine göre, yazılanların en geç ocak sonuna kadar gerçekleşmesi öngörülmektedir. Önümüzde bütçe kanunu var, üç ayın en az bir ayı bütçeyle geçecek. Bütçenin zaman alması ve konularının özellikleri nedeniyle ticaret, sosyal güvenlik ve sağlık sigortası, Vakıflar, Sayıştay, nükleer santral, toprakların bölünmesi önlenmesi, hekimlerin tam gün çalışması kanunlarının hepsinin ocak sonuna kadar çıkarılmasında zorluklarla karşılaşılacaktır... Planda konularla ilgili politikalar ve tercihler belirtilmemiş, hangi işlerin yapılacağı yazılmış. Örneğin, “Kırsal Kalkınma Programı hazırlık çalışmaları tamamlanacak” denilmiş, kırsal kalkınma politikaları yazılmamış.”

Uğur Civelek 10.10.2007 tarihli yazısını sonuna güzel bir not düşmüş, bir de soru sormuş; aynı soruyu ben de soruyorum.

Not: Dün Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in basına yaptığı ‘eylem planı’ açıklaması, ‘Prof. Nazım Ekren’in Türkiye Ekonomisi Semineri’ biçimindeydi. Hepimizin katılacağı temenniler manzumesi olarak, ‘her konunun ikiye, onların da tekrar üçe ayrıldığı’ başlıklar hâlinde konular sıralandı. Ekonomik kavram ve temennileri gruplara ayırarak sunmak, sorunlara ilişkin çözüm içeren ‘eylem planı’ yerine mi geçiyor?

 

 

***

 

 

 

 

 

İnsanlık, uygarlıklar ve Yeni Anayasaya geçiş

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.10.2007

Dünyada;

1. a) Toprak, b) hava, c) su ve d) canlılar hormonlu karışımlarla kirlenmektedir.

2. a) Doğum kontrolü, b) ilaçlı tedavi tababeti, c) kitle imha silahları ve d) fuhuş serbestliği ile insan nesli dejenere olmaktadır.

3. a) Biyolojik, b) kimyasal, c) tahrip edici ve d) radyasyonlu atom silahları ile yeryüzü barut fıçısına dönmektedir.

Bunlar bir patladı mı yeryüzü paramparça olacak durumdadır.

4. a) İş, b) senet, c) rüşvet ve d) silahlı dağ/terör mafyaları sebebiyle ve saydıklarımızın tamamıyla insanlık -bizim “sosyal tufanlar” dediğimiz- kan denizi tufanına doğru yuvarlanmaktadır.

Dünyada bunlar olurken Türkiye’de de;

a) Dış borç,

b) İşsizlik,

c) Bağımlı yargı ve

d) Ş

aşırtmacı dışa bağımlı millî olmayan medya Türkiye’yi felâketin eşiğine getirmektedir.

Bunlardan sadece biri bile bir ülkenin uçuruma yuvarlanması için yeterlidir.

İnsanlık tarihte evrim geçirmiştir.

1.

a) Doğu medeniyetleri doğar, insanlığa hukuk ve yönetim getirir.

b) Buna dayanarak batı medeniyetleri doğar, teknikte ve ekonomide hamle yaparlar.

c) Artık eski hukuk ve yönetim yeterli olmaz, bu da doğuda yeni uygarlığın başlamasına neden olur.

d) Bu döngü insanlar arasında devam edip gider. e) Tarihî dönemlerde bu döngünün ömrü bin yıldır, Hz. İsa’nın doğumuna tarihlenmişlerdir.

2.

a) Her medeniyet iki medeniyetin sentezinden doğar.

b) Medeniyetlerden biri zirvede iken diğeri yeniden oluşmaya başlar.

c) Medeniyetleri bir ulus kurar.

d) Medeniyeti kuracak olan ulus iki üç asır öncesinden itibaren hazırlık yapar.

Tarihte toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarım dönemlerinden sonra “yerleşik uygarlık” doğmuştur. Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (hepsine selâm olsun) “doğu uygarlıkları”nı kurmuşlardır.

Birinci ve ikinci Mısır, Yunan, Roma, Bizans ile bugünkü Avrupa uygarlığı “batı uygarlıkları”dır.

*

Bugün;

a) III. bin yıl uygarlığı kurulmaktadır.

b) Bu uygarlık peygambersiz ilk uygarlıktır; peygamberlerin yerini onların vârisleri olan ilim adamları almaktadır.

c) Yeni kitap gelmeyecektir. Tevrat, İncil, Avesta ve Furkan insanlığa yol göstermişken; Kur’an eksiksiz dili ve metniyle yeni uygarlığın ana dayanağı olarak ortadadır.

d) Yeni uygarlığı kurmak için Türkiye görevlendirilmiş bulunmaktadır. En son iki uygarlığın sentezi ile III. bin yıl uygarlığı oluşacaktır.

5000 yıllık tarım döneminin Nuh Nebi’den kalma hukuku insanlığın sorunlarını çözemiyor. Zaten insanlar onu da tahrif ederek yararlı olmaktan çıkarmış, zararlı hâle getirmişlerdir.

Batı uygarlıklarının anayasaları;

1) Ekseriyetin kararlarına,

2) Ekseriyet seçimine,

3) Hâkim yönetimine,

4) merkezî yönetime,

5) Hâkim yargısına,

6) Memur uygulamasına,

7) Hakların dağıtılmasına,

8) Faize,

9) Gelir vergisine ve

10) Fuhuş serbestliğine dayanmaktadır.

Varsayımları bunlardır.

Doğu uygarlıklarının barış düzeni olan adil düzen anayasaları;

1) Ortak vekile,

2) Temsilciyi değiştirmeye,

3) Hâdim yönetime,

4) Yerinden yönetime,

5) Hukukta hakemliğe,

6) Serbest meslek uygulamasına,

7) Görevlerin verilmesine,

8) Faizsiz kredileşmeye,

9) Sermaye vergisine ve

10) İffetli aile müessesesine dayanmaktadır.

Varsayımları bunlardır.

*

Her olayın bir kararlı hâli vardır.

Elektrikte en zor problem anahtar açarken ve kaparken ortaya çıkar. Aşırı dalgalanmalar olur ve birden devre dışı kalma olayı gerçekleşir. Hattâ bu problemden dolayı kimi zaman motorlar yanar. Hayatınızda lamba yakarken veya söndürürken bu tür olaylarla karşılaşırsınız, anahtarı çevirdiniz mi lamba patlar.

Sosyal olaylarda da öyle birden bire geçişler olmaz. Bir düzenden başka bir düzene geçmek için geçiş uygulamalarına ve zamanına gereksinim vardır. Nasıl anne ve çocuk için en tehlikeli saatler doğum saatleri ise; sosyal olaylarda yeni doğum veya geçişlerde de aynı tehlikeler söz konusudur.

Türkiye belki üç asırdır batılılaşıyor ama bir türlü batılı olamıyor; imparatorluğunu yıktı ama batılı olamadı. Mustafa Kemal 1933’te 10. yıl nutkunu söylerken batılı olduğumuzu, bundan sonra muasır medeniyetin fevkine çıkacağımızı hedefledi ama; şimdiki yöneticiler muasır medeniyetin fevkine/üstüne çıkmayı söylemekten utanıyorlar.

Bu girizgâh ve gerekçelerden sonra; yarınki yazımda geçiş varsayımlarını anlatacak, böylece “zalim düzen”den “ADİL DÜZEN”e geçerken nasıl davranmamız gerektiğini ortaya koyacağız. İktidar partisinin veya Türkiye’nin Anayasası böyle bir anayasa olmalıdır. Aksi halde, Allah korusun, Avrupa’nın zinacı faizci anayasası sorunları artıracak ve ülkemizle birlikte insanlığı ölüme götürecektir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yeni Anayasaya geçiş kriterleri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.10.2007

1- Ortak teklif sistemi.

Topluluk herhangi bir konuda karar alacağı zaman önce öneriler ortaya konur, görüşler ortaya çıkar. Gruplar birer temsilci seçer. Temsilciler ortak vekil seçer ve onun istişarî kararlar almasını sağlarlar. Taraflar bu merhalede bu ortak vekilin aldığı karara uymak zorunda değildir; bu da tekliflerden biri olur. Sonra oylama yapılır. Ekseriyetin kararı yine geçerli olur. Zamanla taraflar “ortak vekil kararlarına uymayı” öğrenirler ve bu konuda adil düzene geçilmiş olur.

2- Ortak aday sistemi.

Partiler adaylarını belirlerken ortak ön seçim yapılır. Herkes açık olarak kendisine temsilci seçer. Bir adayın seçilebilmesi için gerekli oyların en az yarısını alan aday ortak aday olmuş olur. Daha az alanlar aldıkları oyları başka adaylara devredebilirler. Bir aday seçilmesi gereken oydan fazlasını temsil edemez. Fazlasını istediğine devredebilir. Böylece ortak adaylar belirlenmiş olur. Adaylar istedikleri partiye başvurabilirler. Parti bunları kabul ederse listesinin başında yer vermek durumundadır. Kalanları parti istediği kimselerle doldurur. Böylece “ortak aday sistemi” ile ekseriyet demokrasisinden temsili sisteme geçilmiş olur. Hicret demokrasisi zamanla oluşur.

3- Sonradan kontrol sistemi.

Bir görevli görevi yaparken tam yetkili olarak yapar. Gerekli kararları alır ve uygular; uygulanır. Sonra merkeze gönderilir. Merkez kontrol eder ve yanlışlık varsa düzeltir. Kötü niyet varsa cezalandırılır ama baştan müdahale edilmez. Zamanla bugünkü “merkezden görevlendirme sistemi” kalkar, yerinden görevlendirmeye dönüştürülür, böylece “yerinden yönetim sistemi”ne geçilmiş olur.

4- Yerel yöneticilere yetki sistemi.

Resmi ve özel işlerde çıkan her türlü ihtilafların çözümü geçici olarak valilerin, kaymakamların ve bucak müdürlerinin yetkisine verilir. Onlara, vatandaşa karşı memuru kayırmanın devlete ihanet olduğu öğretilir. İşlerin aksamadan yürümesi için ne gerekiyorsa ona karar verilir. Mağdur edilenler sonradan mahkemeye giderek tazminatlarını alırlar ve bunu da devlet öder. Gadredenler yani mağdur edenler devlete öderler. Zamanla yöneticiler adil karar vermeyi öğrenir, hakemler sistemi devreye girer ve “yerel yöneticilere yetki sistemi” ile adil düzene geçilmiş olur. Hâkim devlet hâdim devlet olur.

5- Hakemliğin asıl olması sistemi.

Bugün yürürlükte olan hukukumuzda da hakemlik vardır. Taraflar baştan hakemliği kabul etmişlerse ondan sonra mahkemeye gidemiyor, hakemlere gidiyorlar. Ancak hiçbir şey yazmamışlarsa mahkemeye gidiyorlar. Yapılacak şey; sadece ‘hiçbir şey yazmamışlarsa hakemlere gidecekleri’ kayda alınır ve avukatların hakemlik yapabilecekleri hükmü getirilirse, zamanla “hakemliğin asıl olması sistemi” yerleşir ve sistem işler hâle gelir. Ceza davalarında da bilirkişiler taraflara seçtirilir. Biri bir bilirkişi seçer, diğeri de bir bilirkişi seçer; baş bilirkişiyi de onlar seçer. Hâkim bunların raporuna dayanarak karar verir. Reddedip yeniden başka bilirkişi atamalarını isteyebilir.

6- Yarım mesai sistemi.

Bugün bürokratlar kaçak olarak dışarıdaki işlerde çalışıyorlar. Bürokratlar eşleştirilecek; biri öğleden evvel çalışırsa, diğeri öğleden sonra çalışacak, resmi işler aksamayacak. Veya bir gün çalışırsa diğer gün çalışmayacak. Memurlar görevli olmadıkları bir alanda veya yerde iş yeri kuracaklar ve serbest iş yapacaklar. Böylece halkı ezen ve hayat pratiklerini bilmeyen bürokrat tipi yerine, iş hayatı içinde yoğrulmuş ve halka kolaylık sağlayan bürokrat tipi yetiştirilecektir. Kendilerine faizsiz kredi de verilecek, böylece serbest mesleğe geçişleri sağlanacaktır.

7- Mevzuat sistemi.

Kamuya ait bütün işler mevzuatla tanımlanacaktır. Görev nedir, görevli kimdir, yetkileri nelerdir, sorumlulukları nelerdir? Görevlinin hakları nelerdir? Hizmet alanlar kimlerdir? Hizmet alanların yükümlülükleri nelerdir? Bütün bunlar açıkça tanımlanacak ve görevlinin masasında halka açık olarak bulundurulacaktır. Eğer mevzuat yapılmamışsa görevli mevzuatı kendisi hazırlayacak, mülki amire onaylatacak, ondan sonra “mevzuat sistemi” ile göreve başlayacaktır. Yani yalnız haklar değil, görevler de sayılacak ve görevleri kimin yapacağı belirlenecektir.

8- Çalışana faizsiz kredi sistemi.

İşveren işçiyi çalıştıracak, işçinin ücretini kamu ödeyecek, sistem işvereni borçlandıracak; ama en önemlisi, işveren bunu faizsiz borçlanacaktır. Ödemesi hâlinde kredisi artırılacak, ödeyemediği zaman kredisi azaltılacaktır. Kesinlikle cebrî icraya gidilmeyecek. Sonra bu sistem ham madde kredisi için de uygulanacak, böylece faizsiz ekonomik sisteme geçilecektir.  

9- Elektrikle vergi tahsili sistemi.

Kartlı saat ve sorumlu dağıtıcılar usulü ile elektrik kaçağı kolaylıkla önlenir. Vergiler sektöre göre elektrik bedeli ile tahakkuk ettirilir. Vergi mal makbuzları olarak alınıp satılır. Böylece “sermaye vergisi sistemi”ne geçilmiş olur.

10- Sözleşmeli eşlik sistemi.

Bugünkü zina serbestliği yerine iffetli aile müessesesine geçilecek, evlilikler karşılıklı mükellefiyetlerin yazıldığı “sözleşmeli eşlik sistemi”ne dayanacaktır.

Görülüyor ki; Batı’nın “merkezî sistemi”nden Doğu’nun “hükümler sistemi”ne geçmek için ara çözümler bulunabilir. İktidar partisi veya muhalefet böyle bir anayasa hazırlamalı, herkes bilime saygılı olmalıdır. Bilmek ve bilime saygılı olmak; her söze kulak verip en iyisine uymakla olur.

 

 

***

 

 

 

 

 

Faiz ve başarı (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.10.2007

Bu yazıyı kaleme aldığım gün bana epey komik gelen minik bir haber okudum.

Önce haberin başlığı dikkatimi çekti; “Durmuş Yılmaz, en başarılı 5 merkez bankası başkanından biri olarak seçildi!”

Hayırdır inşaallah!

Ne derler?

‘Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?!.’

Bizim başkanı kim/ler en başarılı seçmiş?

Minik haberin tamamını sizinle aynen paylaşıyorum:

IMF-Dünya Bankası yıllık toplantılarının resmî yayın organı olan “Yükselen Piyasalar” dergisi, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ı, 2007 yılında yükselen piyasalardaki en başarılı beş merkez bankası başkanından birisi ilan etti. Dergi, TCMB Başkanı Durmuş Yılmaz’ı “Yükselen Avrupa Piyasalarının En Başarılı Merkez Bankası Başkanı” seçerken, 2006 yılında başkanlık görevine getirilen başkanın genel seçimler ve sonrasında yaşanan küresel konut kredisi krizine rağmen başarılı bir para politikası uyguladığına dikkat çekti. Yılmaz’ın uygulamalarıyla Türkiye’yi daha dayanıklı ve güvenilir bir ülke hâline getirdiği vurgulanan değerlendirmede, başarının, bankanın Para Yönetimi Araştırma Merkezi’nin güçlendirilmesiyle elde edildiği görüşüne yer verildi. Araştırma merkezinden aldığı doğru verilerle, daha isabetli piyasa beklenti anketlerinin elde edildiği belirtilirken, Yılmaz’ın, enflasyonu da kontrol altında tutmak için faiz politikasını isabetli yürüttüğü bildirildi.” (Washington, aa, Zaman, 20 Ekim 2007)

*

Bu haberden bir gün öncesinde Millî Gazete’deki birinci sayfa ve ekonomi sayfalarının bütün manşetleri FAİZ ve bütçe açıkları üzerineydi.

MG, birinci sayfa: “Maliye Bakanı açıkladı: 2008 Bütçesi de faize gidiyor…”

MG, ekonomi, 6. sayfa: “Faiz, kara delik gibi… Saatte 5 milyon dolar faiz ödüyoruz…

Türkiye, yılın ilk dokuz ayında saatte yaklaşık 5 milyon, günde ortalama 117 milyon, haftada 1 milyar 97 milyon ve ayda 4 milyar 700 milyon dolar faiz ödemesi gerçekleştirdi…

Dokuz ayda 32 milyar dolar faiz ödendi… Geçen yılın ikinci yarısında yükselen faizler nedeniyle iç borçlanmanın daha yüksek maliyetle gerçekleştirilmesinin bu yılın aynı dönemine yansıyan etkisiyle giderek artan faiz ödemeleriyle, bütçeye yılın tümü için konulan ödeneğin yüzde 81’i ilk dokuz ayda tüketildi. Bu yıl Ocak-Eylül döneminde toplam faiz ödemeleri 42 milyar 771.6 milyon YTL’ye (31.9 milyar dolar) ulaştı. İç talep daralmasına bağlı olarak dolaylı vergi tahsilatının yavaşlaması sonucu toplam vergi gelirlerindeki artışın yüzde 5.5’te kaldığı anılan dönemde, faiz ödemelerindeki artış ise yüzde 13.7’ye ulaştı...”

MG, ekonomi, 7. sayfa: “Bütçede faize 56 milyar YTL ayrıldı…

2008 bütçe rakamlarında en dikkat çeken konu faize ayrılan ödenekler oluşturdu. Önümüzdeki yıl için faize 56 milyar YTL ödenek ayrılırken, bu rakam 2007 yılına göre 7 milyar YTL’lik bir artışa tekabül ediyor. Oransal olarak da faiz giderlerinde geçmiş yıllara göre iyileşmeden ziyade kötüleşme söz konusu. Faiz giderlerindeki bu yüksek artış 2008 yılının Türkiye ekonomisi için çok zor geçeceğinin bir göstergesi olarak algılandı. Maliye Bakanı Unakıtan da açıklamaları ile bunu teyit etti. Faiz giderlerindeki bu artışın gerekçesi olarak dünya piyasalarında yaşanan sıkıntılara dikkat çeken Unakıtan, ABD ve arkasından Avrupa’da baş gösteren mortgage krizinin etkilerinin devam ettiğini ve burada yaşanan sıkıntıların 2008’de nasıl bir seyir izleyeceğini kestiremediklerini söyledi…”

IMF-Dünya Bankası bu hafta da Maliye Bakanı Unakıtan’ı ‘en başarılı’ seçerse, hiç şaşmayın!..

*

Geçen hafta Salı sabahı gazeteleri açanlar sanayici ve ihracatçı derneklerinden işveren ve işçi sendikalarına (TİM, TİSK, Türk-İş, Hak-İş, MÜSİAD, TUSKON, TÜGİD, İSİDEF, TÜMER, TURSAB ve diğerleri) kadar yayılan bir genişlikteki sivil toplum kuruluşları tarafından TCMB’ya faizi indirmesi için çağrıda bulunulan bir ilânla karşılaştılar. Aynı günün akşamı T.C. Merkez Bankası, enflasyonun orta vadeli hedefe yakın gerçekleşme olasılığının yüksek olduğu gerekçesiyle faizi sadece 0.50 puan indirdi. Bu durumda gecelik faiz oranları: Borçlanma faiz oranı yüzde 17,25’den yüzde 16,75’e, borç verme faiz oranı yüzde 22,25’den yüzde 21,50’ye indi. Geç Likidite Penceresi Faiz Oranları: Geç Likidite Penceresi uygulaması çerçevesinde, Bankalararası Para Piyasasında saat 16.00-17.00 arası gecelik vadede uygulanan Merkez Bankası borçlanma faiz oranı yüzde 13,25’den yüzde 12,75’e, borç verme faiz oranı ise yüzde 25,25’den yüzde 24,50’ye çekildi.

İşte bunu yapan Merkez Bankası Başkanı, IMF-Dünya Bankası tarafından ‘En Başarılı Merkez Bankası Başkanı’ seçilmiş!

İlgili bir haberin başlığı şöyle: ‘Uyuşturuluyoruz’. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Oğuz Satıcı, Merkez Bankası’nın faiz indirimini yetersiz bulurken, bankanın sıcak para ve yüksek faizle Türkiye’yi afyonladığını ileri sürdü: Oğuz Satıcı “Merkez Bankası, yüksek faiz politikası ve sıcak para ile Türkiye’yi sarhoş etmeye, afyonlamaya devam ediyor. Merkez Bankası akıl tutulması içinde.” tepkisini gösterdi. Ben bu haberdeki bu ‘akıl tutulması’ benzetmesini çok tuttum. ‘Akıl tutulması’nın bir adım ötesi ‘deliliktir’. Bundan sonraki yazım da faiz ve delilik üzerine olacak.

 

 

***

 

 

 

 

 

Faiz ve delilik (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.10.2007

Bir yazar (Sabah, Nazlı Ilıcak) meseleyi bir cümlede özetlemiş: “Salı günü gazetelerde (tam sayfa) yer alan reklamı çok beğendim. TİM, TİSK, Türk-İş, Hak-İş, MÜSİAD, TUSKON, TÜGİD, İSİDEF, TÜMER, TURSAB, “Yeter artık [faizleri] indirin... Üretim ve istihdam ölmesin” diye Merkez Bankası’na yol gösteriyorlardı…”

Diğer bir yazarın (Referans, Ertuğ Yaşar) yazısının başlığı daha da dikkat çekiciydi: “Kendi ayağına kurşun sıkmak”. Başlık böyle olunca, yazının sonu aynen şöyle: “Genelkurmay Başkanımız Yaşar Büyükanıt’ın ABD için yaptığı ve Financial Times gazetesinin birinci sayfasında manşete çektiği yorumu biz burada Merkez Bankası için yineleyelim: “Merkez Bankası (yüksek faiz ile) kendi ayağına kurşun sıkmaktadır””.

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı ise Merkez Bankası’nın faiz indirimini yetersiz bulurken, “Merkez Bankası, yüksek faiz politikası ve sıcak para ile Türkiye’yi sarhoş etmeye, afyonlamaya devam ediyor. Merkez Bankası akıl tutulması içinde” tepkisini göstermişti. Bugün işte bu ‘akıl tutulması’ ya da ‘faiz ve delilik’ üzerinde durmak istiyorum.

Tevafuk bu olacak ya; tam da bu hafta “Faiz yiyenler şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar…” diye başlayan âyetin (2/275) tefsiri üzerinde çalışıyordum. Kelimelere dikkat; ‘faiz’ ve akıl tutulması, delilik, cinnet…

Bundan sonrasını o çalışma notlarımdan aktarıyorum.

*

Şimdi biz baştan beri anlatılan ‘faiz meselemize’ dönelim ve burada anlatılanlarla irtibatını anlamaya çalışalım. Faizli işler yapanların yaptığı işler delilerin yaptığı işleri yapmadır.

Deli ne yapar? Deli normal insanların kabul ettiği kuralları çiğner. Mesela, soyunup çıplak gezmeye başlar, sosyal kuralları tanımaz, yasağı bilmez, ayıbı bilmez, ne yaptığını bilmez. Bazen kendisine gelecek zararları da bilmez. Saldırgan olur. Hani ‘delidir, ne yapsa yeridir’ deriz ya; işte öyle bir şey.

Bu âyeti tam tahlil etmek için bir psikiyatri, bir deli doktorunun delilik arazlarını ortaya koyduktan sonra, faizli ekonomide delilik alametlerinin nasıl ortaya çıktığını anlatması gerekir. Kur’an bize bir temsili vermektedir. O temsilin inceliklerini ortaya koymak ise ilme aittir. İlim bunu ne kadar ortaya koyarsa Kur’an’ı o kadar daha iyi anlamış olacağız. Bu temsildeki incelikler bundan sonra devam ettirilecek bir çaba ile daha iyi anlaşılmalı, faizli işlemlerin delilik olduğu daha iyi anlaşılıp anlatılmalıdır.

Sömürü sermayesi insanları soymaktadır. Tüm insanlar akılsız olmasa soyulur mu, sömürü sermayesi onları soyabilir mi? Eskiden diyelim ki sermayenin altını vardı, onu piyasaya sürüyor ve faizi istihkak ediyordu. Çünkü bizde altın yoktu, onda vardı. Şimdi ise sermayenin bir şeyi yok, matbaada karşılığı olmayan dolarını basıyor ve tüm insanları soyuyor! Merkez Bankaları da delicesine kendilerini oraya bağlamış, soyuluyor; sonra aynı Merkez Bankaları bu sefer kendi halkını soyuyor!

Oysa, insanlar “karşılıksız para” yerine “karşılığı olan senet sistemi”ni, “mal senedi sistemi”ni geliştirirlerse sömürü sermayesi karşılıksız para basamaz. Bassa bile işe yaramaz. Devletler kendi halkına “faizsiz kredi” verseler, onun doları işe yaramaz hâle gelir ve sömürü biter.

Bu kadar basit şeyi yapmayanlar cin çarpmışlardan daha beter durumda değil midirler?

*

‘Faizsiz iş yapalım’ dediğimizde; ‘faiz birden kalkmaz ki’ diyorlar.

Evet, akıl hastaları, faiz bir gecede kalkar; ‘ben devlet olarak faizi almıyorum ve vermiyorum, sadece para değerini koruyorum’ derseniz, ertesi gün artık kimse faizle para almaz ve bu iş sona erer.

Tek sorun kalır; Türkiye’nin dışarıya taahhüt ettiği dış borçlar ve faizleri ne olacaktır?

Bu da çok kolay bir şekilde kalkar.

- Dolar borcu YTL borcuna çevrilecektir.

- Para borcu mal borcuna çevrilecektir.

- Dış borç iç borca çevrilecektir.

- Borç iştirake çevrilecektir.

Bu saydıklarımızın hiçbirini kabul etmeyen olursa; ‘alın ana paranızı’ dersiniz. ‘Efendim, hayır almıyoruz, biz ille de faiz istiyoruz!’ diyebilirler. Onun çözümü de askerimizin süngüsünün ucudur...

İyi bilin ve hiç şüpheniz olmasın ki, dünya delilere bırakılacak kadar değersiz değildir.

Ama deliler, aklı başında olmayanlar, aklını kullanmayanlar faizle sömürülmekte, işsiz ve aç olarak çırpınmaktadırlar.

Faizi kaldırdığınız gün işsizlik sorunu biter.

Çünkü orada artık sermaye sorunu diye bir sorun kalmaz; çalışana “faizsiz kredi” verirseniz artık işsiz kimse kalmaz.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

PKK’nın asıl sebebi ‘işsizlik’tir (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.10.2007

Bilindiği üzere, Irak’ta konuşlandırılmış 5000 PKK’lı vardır. Bunlar eşkıyalık ve kaçakçılıkla geçinmektedir. Bunların ayrıca daha başka yerli ve yabancı uzantıları vardır.

Bu eşkıyaları kimler ürettiler?

ABD ile işbirliği yaparak kimi iç ve dış güçler PKK’yı bizzat devletler olarak ürettiler. Ayrıca, güya istihbarat amacı ile katılan kimi kurumlar da sonunda bu PKK’nın üretilmesinde etkili olmuştur. Bizzat Öcalan tâ başından beri birilerinin adamıdır. Sonra ipin ucu elden kaçmış, Öcalan da artık oluşturulan bu örgüte hakim olamamıştır. CIA engel olmak şöyle dursun, tam tersine çok yönlü olarak hep desteklemiştir; hâlen de desteklemeye devam etmektedir...

Delil ve örnek mi istiyorsunuz?

Bir zamanlar Çekiç Güç’ü Doğu’ya konuşlandıran kimdir? Çekiç Güç belasına çok sonra Erbakan’ın önderliğinde ne büyük sıkıntılarla son verebildik.

Her ne ise; ister Ahmet ister Mehmet oluştursun; bu eşkıya teşkilatını ABD başta olmak üzere Türkiye’nin komşu ve sözde dostlarından başkası oluşturmadı. AB devletleri de destekledi; hâlen de desteklemeye devam etmektedir...

Ne var ki bunların hepsinin merkezinde sömürü sermayesi vardır ve o sermaye bunları finanse etmektedir. Bunu kim yaparsa yapsın; doğudaki vatandaş da, batıdaki vatandaş da buraya istekle, arzulayarak, gönül rızası ile katılmamaktadır. Peki, katılanlar neden katılmaktadır? Asıl sebep nedir? Bugünkü yazımızda bu konuyu vuzuha kavuşturalım.

*

Hep söylenir, terör bataklığının asıl sebebi ‘ekonomik ve sosyal geri kalmışlık’tır, PKK’nın asıl kaynağı işsizliktir. Nitekim bu yazıyı yazdığım gün (23.10.2007) , Millî Gazete ekonomi sayfası ‘Bölgesel kalkınma şart’ manşetiyle çıktı ve devamında şu gerçekler vurgulandı: “Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Başkanı Şemsi Bayraktar, terörizmin yok edilebilmesi için alınacak ekonomik ve sosyal tedbirlerin sivil toplum kuruluşlarının (STK) işbirliğiyle hayata geçirilmesinin büyük önem taşıdığını söyledi…

Bayraktar tarafından yapılan açıklamaya TOBB, TZOB, Türk-İş, Hak-İş, TİSK, KAMUSEN, MEMURSEN, TESK, TÜSİAD, ASKON, Türkiye Barolar Birliği ve Türkiye İşadamları Sanayiciler Konfederasyonu katılıyor.

MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat ise bu vesileyle, ‘Terör saldırıları nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ekonomik ve sosyal kalkınmanın kesintiye uğramasına göz yumamayız. Enerjimizi ve imkanlarımızı bölgeler arası gelişmişlik farkını kapatmaya yoğunlaştırmalıyız. Bölgedeki sosyal ve ekonomik kalkınmaya yönelik tedbirler kesintiye uğramamalı, aksine hızlandırılmalıdır.’ görüşünü aktardı.”

*

Terörün ana kaynağı ve asıl sebebi böylesine net ifade edildiğine göre; meseleyi daha açık bir şekilde anlayıp kavramamız, ardından çare ve çözümler üretmemiz gerekmektedir.  

Türkiye’de nüfus hızla artmaktadır. Artan nüfusla birlikte her yıl milyonlara yakın işsiz var olan işsiz vatandaşlar ordusuna katılmaktadır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde aç kalan bu vatandaşlarımız, başka çare bulamadıkları için eşkıyalık yapmakta ve terör örgütüne katılmaktadırlar.

Bugün Irak’a girip 5000 teröristi tamamen öldürsek bile bu iş yine bitmez. Aç kalan insanlar var oldukça, kötü niyetli sermaye orada bulundukça 5000 kişiyi yeniden birkaç ay içinde oluşturur. Çıbanın başını ezmekle yarayı iyileştiremezsiniz, sadece enfeksiyona sebebiyet verirsiniz.

O halde asıl sorunumuz nedir; işsizlik.

İşsizliği ortadan kaldırmadıkça; tüm orduları seferber etsek, gidip dünyayı fethetsek, Ay’a gitsek yine çözüm yoktur.

Okuyucularımın hemen hepsi oruç tutmaktadır. Aç kalmanın ne demek olduğunu iyi bilmektedirler. İnsan hele bir de 48 saat, 72 saat aç kalır ve iş de bulamazsa, neler yapmaz?!.

Teşhis böyleyse; yarın da tedavi üzerinde duralım…

 

 

***

 

 

 

 

 

PKK’nın asıl sebebi ‘işsizlik’tir (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.10.2007

PKK’nı asıl kaynağının ‘işsizlik’ olduğunu bir önceki yazımızda açıklıkla ortaya koyduk.

Teşhis böyleyse, tedavi nedir; çare ve çözüm nedir?

Bugün de bu mesele üzerinde duralım.

İşsizliği ortadan kaldırmak için öyle uzun uzadıya çabaya gerek yoktur.

- Her şeyden önce ülkemiz çok zengin kaynaklara sahiptir ve dünyanın merkezindedir. Bu hususta bir sorunumuz yoktur.

- Türkiye 1950’den beri sanayileşmektedir. Nüfusumuzun birkaç mislini çalıştırıp üretim yapabiliriz. Bunu gerçekleştirecek kadar makinelerimiz, sanayi sitelerimiz ve fabrikalarımız vardır.

- Ayrıca, Türkiye’de yetişmiş kalifiye elemanlarımız vardır. Yetişmeyenleri de gerektiğinde ekonomik ve sosyal bir seferberlikle birkaç haftada eğitir ve üretim yerlerinde iş verebiliriz.

-  Son derece girişimci, cesur, atak ve akıllı iş adamlarımız ve müteşebbislerimiz vardır.

Her şeyimiz tamamdır.

Peki, eksiğimiz nedir?

Eksiğimiz, ülkemizi yönetenlerin inadıdır, yukarıda saydığım nimetlerin şükrünü onları değerlendirerek eda etmemeleri veya edememeleri, yani küfranı nimettir.

‘Efendim, ben Millî Görüş’ten, Adil Düzen’den, Adil Ekonomik Düzen’den geldim ama onu bıraktım; yapmam, yapamam!’ inadıdır.

Evet; her şeyimiz tamamdır ve bundan başka hiçbir eksiğimiz yoktur.

*

Genel olarak bütün Türkiye’de ve özel olarak Güneydoğu Anadolu’da işsizliği nasıl önleyeceğimizi, dolayısıyla PKK’nın asıl kaynağını nasıl kurutacağımızı tekrar hatırlatalım.

- Bankalara faizsiz kredi vereceğiz, Bankalar da bu kredileri Adil Ekonomik Düzen kurallarına göre işletmelere vereceklerdir. İşletmelerden faiz almayacaklar, cirolarından bir yüzde alacaklar. Devletin faizsiz verdiği paraları işletmelere faizsiz verecekler. Kendileri işletmelerin cirosundan yüzde alarak kazanacaklar. Bir daha okuyun, bir daha okuyun, bir daha okuyun ve bu cümlelerin ne kadar sade ve basit olduğunu görün.

- Banka işletmeleri kontrol edip onlara bir kredi açacaklar; ‘sen şu kadar kapasiteye sahipsin, şu kadar krediyi alabilirsin’ diyecekler. Faizsiz ve icrasız kredi. Her işletmenin bankaca garantilenmiş kredisi olacaktır. Tekrar ediyorum; her işletmenin faizsiz ve icrasız kredisi olacaktır.

- Bankalar her kişinin tahsiline, yaşına, tecrübesine ve becerisine bakarak müşterilerine bir resmî ücret belirleyecek; onlara resmî ücret kadar faizsiz kredi verecek; ‘Git, işverenlerinden birinde çalış, akşamüstü ben sana yevmiyeni ödeyeyim’ diyecek. İşte, banka, Merkez Bankası’ndan aldığı ‘faizsiz kredi’yi işletmelere böyle verecek; ‘işçiyi çalıştır maaşını ben evreyim’ diyecek.

- Banka işletmeye ayrıca diyecek ki; ‘Senin ham maddeye mi ihtiyacın var? Satın al, parasını ben ödeyeyim.’ İcrasız ve faizsiz para... Mamul madde ambara konacak, satılınca banka alacağını mamulden yani üretimden tahsil edip üreticiye yeni kredi açacak…

Mekanizme böyle çalışacak, işsizlik sorunu ve ona bağımlı olan PKK terörü de işte böyle son bulacak.

*

Devlet burada ne yapıyor?

- Devlet matbaayı çalıştırıyor, parayı üretiyor ve bankalara faizsiz kredi olarak veriyor.

-Banka da bu parayı işletmelere işçilik ve ham madde bedeli olarak ödüyor.

- Banka kendisi faiz almıyor, cirodan bir pay alıyor.

- Burada devlet için hiçbir sorun yoktur.

Tek sorun; bu para enflasyona sebep olur mu?

Hayır, kesinlikle olmaz. Çünkü piyasaya çıkan para karşılığı ambarlarda depolanmış mamul mallar vardır. Halkın elinde para var ama buna karşılık ambarlarda da üretilmiş mallar vardır. Ekonominin temel formülü gereği mal artar, para artar ama fiyatlar sabit kalır. İşsiz insan kalmaz.

Siyasiler, yöneticiler, ilgililer ve askerler bunları düşünsünler. Gerekirse bilim heyetlerince tartışılsın ve gereği yapılsın. On yaşındaki çocukların bile anlayacağı basit şeyler söylüyoruz.

Kör bir inat yüzünden devletimiz yıkılıyor; üzülüyoruz... Artık yeter; bu çare ve çözümlere kulak verin, dinleyin, anlayın ve gereğini bir an önce yapın…

 

 

***

 

 

 

 

 

PKK nasıl durdurulur?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.10.2007

Önce sosyal ve ilmî bir hüküm:

Çağımızı hâlâ tarım dönemi usulleriyle yönetenlerin, Allah’ın insanlara ihsan ettiği nimetlerden yararlanmayan ilkellerin yaşama şansı yoktur.

Meselenin çözümü işte bu tanımda düğümlenmiş bulunmaktadır.

Meseleyi bu boyutu ile ele almayan, alamayan hiçbir çözüm, çözüm değil; sadece oyun ve oyalama veya en hafifinden geçiştirme taktiğidir.

Köklü çare ve çözümleri gündeme taşımaktan ve günü geldiğinde uygulamaktan kaçanlar, tarih kavramı en geniş anlamıyla her ne ifade ediyorsa, işte o tarihin hükmünce affedilmeyecektir.

Soru/sorun şudur:

PKK nasıl önlenir, PKK nasıl durdurulur, PKK meselesi nasıl çözümlenir?

*

PKK meselesinin çözümü için varsayımlarımız olacaktır.  

PKK terörü yurt içinde yerinden yönetimle önlenir. Bunun başka çözümü yoktur.

a) Her bucak kendi halkından herkese iş ve herkese aş bulmalıdır. Bunun için faizsiz kredi yeterli çözümdür. Bu krediyi bulmak için sadece Merkez Bankası’nın banknot matbaasını çalıştırması yeterlidir. Verilen kredi karşılıksız olmayacağı için enflasyon yapmaz.

b) Her il kendi halkından oluşturduğu jandarma teşkilatı ile iç terörü bıçak gibi keser. Jandarma o ilden oluşacak ama o ilçe halkından olmayacaktır.

c) İller bir milyondan aşağı nüfusa indirilmeli ve iç işlerinde bağımsız hâle getirilmeli, yani yerinden yönetim yetkileriyle donatılıp yönetilmelidir. Her il kendi yönetimini kendisi seçecektir. Valiler atanmayacak, seçilmiş belediye başkanları vali olacaklardır. Bucaklar kendi dilleri ile ilk öğrenimlerini yapabilmeli, yerel yayın kendi dilleri ile serbest olmalıdır. İller kendi dilleri ile orta öğrenimlerini yapabilmeli, yerel dilde yayın serbest olmalıdır.

d) Sadece merkezde yani Diyarbakır’da ve Van’da birer ordu konuşlandırılmalı, merkez ilin yönetimi ordu komutanına verilmelidir. Oralardaki ordu ora halkından oluşmamalı, Türkiye’nin diğer bölgelerinden gelen askerlerden oluşmalıdır. Teröristlere idam cezaları uygulanmalı, mahkemece terörist olarak tesbit edilen kişileri öldürenlere ödül verilmelidir.

e) Eğer il kendi güvenliğini kendisi sağlayamıyorsa, il başkanı ilinde sıkıyönetim ilan edebilmeli ve merkez ildeki ordudan yardım istemeli, askeri birlik o ile girip askeri metotla güvenliği sağlamalıdır. İl başkanı istediği zaman sıkıyönetime son verebilmelidir. Terörü besleyen bucak varsa o bucak halkını sıkıyönetim tehcire tâbi tutabilmeli ve gerekiyorsa o bucağı dağıtmalıdır. İç terör işte böyle önlenir.

*

Ülke dışından gelen teröristleri etkisiz hâle getirme işi orduya aittir. Ancak;

a) Her şeyden önce hudutlarda giriş ve çıkış tamamen serbest olmalı; vizeler, hattâ pasaportlar kalkmalıdır. Ülkeye gelen kişiye vatandaşlardan birinin kefil olması yeterli sayılmalıdır. Telefon teyidi bile yeterli sayılmalıdır; sonradan vicahi teyid alınır. Gelen kişinin nerelerde olduğunu kefil vatandaşımıza bildirmesi gerekir. Cep telefonu olmayan yurda alınmamalıdır. Ayrıca gümrükler kalkmalı, malların giriş ve çıkışları serbest olmalıdır. Beyan esas alınarak devam etmeli, açıldığı yerde bir kontrolörün kefaletinde açılmalıdır. Giriş-çıkış kapıları çoğaltılmalıdır.

b) Kapıların dışındaki giriş ve çıkışlar yasaklanmalıdır. Hudut boyunca 50-100 metre içerden tel örgü çekilmelidir. Tel örgü içine girenleri haber verecek ağlar kurulmalıdır.

1) Kameralar konabilir.

2) Radar alıcıları konabilir.

3) Ayak izlerini alan aletler konabilir.

4) Önemli yerlerde gözcüler yerleştirilebilir.

c) Sınırı ihlâl eden kişileri hemen yerinde bertaraf eden sistemler geliştirilebilir.

1) Hedefi tesbit eden silahlar yerleştirilir. Hareketli olana yönelir ve otomatik olarak bertaraf eder.

2) Helikopter devriyesi konur, kişiye yönelir ve yok eder.

3) Basit yönlendirilmiş mermiler kullanılır. Kişi yerinde öldürülür. Devriyeler gördüklerine ateş etme durumunda olmalıdır.

d) Bucaklara -yerinden yönetilen bucaklara- gelen teröristlere yataklık etme suç olmaktan çıkarılmalı, halk geleni korkmadan misafir edebilmelidir. Bunlar istihbarat için değerlendirilmeli, dışarıdan gelen terörist belirlenmeli ve iç güvenlikçe etkisiz hâle getirilmelidir. Bunları haber veren yahut başını getirenlere ödül konmalıdır. Halk silahlandırılmalıdır. Ülke dışından gelen terör de ancak böyle önlenebilir.

Bunlar çare ve çözüm için düşünülebilecek varsayımlardır.

Bu varsayımların projelendirilmesi isteniyorsa; bu konularda yaklaşık kırk yıldır çalışmalar yapan ekip bunu yapmaya muktedirdir.

İlgili iki bakandan, Beşir Atalay ve Mehmet Ali Şahin’den dâvet beklenmektedir.

Sınır ötesi harekâtın hiçbir yararı olmayacak; aksine yarayı daha da deşecek, Allah korusun ama kangren hâle getirecektir.

Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Firmalarda Maliye kâbusu’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.10.2007

Bir iş görüşmesine gittiğinizi ve iş adamı arkadaşınızın ‘selâmlaşma’dan sonraki ilk sözünün “Az önce ‘MALİYECİLER’ buradaydı! Bu konuyu mutlaka yazmalısın!..” cümlesini sarf ettiğini düşünün… Oysa, arkadaşımın Maliye ile hiçbir sorunu olamazdı, çünkü her şeyi gayet düzgündür. Ama bu baskın gibi ziyaretten psikolojik olarak rahatsız olmuştu. Bir müddetten beri, daha doğrusu uygulamanın başladığı 19 Ekim’den itibaren, böyle bir sözü nerede işiteceğimi bekleyip duruyordum. Nihayet beklediğim başıma geldi. İş adamı arkadaşıma gösterdiğim ilk tepkim; “DÜNYA ekonomi gazetesi konuyu gündemine almış mı?” oldu. O iş yerinde o gazetenin olduğunu biliyordum; abone olunmasını ben tavsiye etmiştim.  “Evet!” cevabını alınca, derhal gazeteyi bulup baktım ve konunun birinci sayfa manşetinde olduğunu gördüm:

“19 Ekim’de başlayan uygulama ile kurunun yanında yaş da yanıyor… Firmalarda Maliye kâbusu

Konunun devamı olarak iç sayfadaki haber başlığı daha da iç karartıcı:

“Bakanlık, 130 bin vergi borçlusunun banka hesaplarına ihtiyati haciz koydu… Firmalar, Maliye’nin ‘HACİZ’ kıskacında

Yine birinci sayfada, haberin hemen kenarında, gazetenin başyazarı Osman S. Arolat’ın konu ile ilgili yorumunun başlığı yapılanlara ‘cuk’ diye oturmuş:

Kümesteki kazlar kesilmemeli…

*

“Altın yumurtlayan tavuk kesilir mi?” diye sorsam, her birinizin vereceği cevabı gayet iyi biliyorum: “Elbette hayır!” Ama birileri öyle yapmıyor, aksine ‘altın yumurtlayan tavukları’ veya ‘kümesteki kazları’ -hiç düşünmeden ve de hiç acımadan- kesiyor!..

Neden kesiyor, neler oluyor, neye istinaden bunlar yapılıyor?..  

Osman S. Arolat durumu şöyle özetlemiş: ‘Vergi mükellefi firmalar, kayıp kaçağın çok yoğun olduğu ülkemizde kümesteki kazlar gibidir. Her yıl vergi dairelerine, kazançlarıyla ilgili vergi beyannameleri verirler. Maliye Bakanlığı beyanname verip vergi borçlarını kabul etmiş firmalardan zamanında ödeme yapmayıp aksatanların banka hesaplarına el koymaya başlamış. Bunun sonucunda firmaların çekleri geri dönmeye, arkaları yazılmaya, banka kredileri konusunda zora düşmeler yaşanmaya başlanmış. (Bunun ne büyük bir kâbus veya felâket olduğunu iş dünyası çok iyi bilir.) Kümesteki kazların kesilmesi görüntüsü veren bu uygulama çok ciddi tepkilere yol açıyor.

İş dünyasının bazı kuruluşlarından feryat figan duyumlar alıyoruz: Maliye Bakanlığı vergi borçlarımıza karşı firmamızın banka hesaplarına el koydu. Çok zor durumda kaldık. Çeklerimizin arkası yazıldı. Bankalar bu nedenle kredilerimizi geri çağırıyor.” Bu olayı binlerce firmanın yaşadığı belirtiliyor. Sadece Sakarya Vergi Dairesi’nde 328 mükellefin banka hesaplarına haciz konulup 450 bin YTL tahsilat yapıldığı bizzat Sakarya Vergi Dairesi Başkanı Recep Alp tarafından Anadolu Ajansı muhabirine açıklanıyor…’

*

ATO Başkanı Sinan Aygün, bu uygulamanın başka sonuçları da olduğunu ve olacağını belirterek, “Maliye bu parayı almakla kalmayıp zincirleme borç yüküne de neden oluyor. Bunun asıl kokusunu bugün değil 8-10 gün sonra göreceğiz. Çeklerin arkalarının yazılmasında patlama yaşanıyor.

Merkez Bankası ödeme yapılamadığı için arkası yazılı çekleri her ay kamuoyuna bildiriyor. Ekim ayının 19’undan sonra yazılı çekler patlayacak. Maliye dengeyi bozdu. Çeklerinin arkası yazılan firmaların sicili bozuluyor. Firmanın kredi kullanma şansı kalmıyor. BDDK ‘bankalara çekleri yazılanlara kredi vermeyin’ diyor. Değil kredi, kredi kartı bile vermiyorlar…” diyor ve durumun vahametini özetliyor.

Sahi, yeri gelmişken -bulunduğum bir iş toplantısında koro hâlinde sorulan soruyu- bu vesileyle ben de sorayım: ATO Başkanı Sinan Aygün bu gibi meselelerde iş çevrelerinin ve mükelleflerin dertlerini çok geniş boyutlarıyla dile getirirken; İTO Başkanı Murat Yalçıntaş neden hep suskun kalır?!. Başkan olarak İstanbul Ticaret Odası üyesi yüzbinlerce üyenin durumuna ve duygularına en azından neden tercüman olmaz?!. Üretilen çözümlere neden kulak vermez?!.”

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomik terörün sebebi ‘faiz’dir

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.10.2007

Bir haberin önce başlığını okuyoruz: “Merkez Bankası’ndan umduğunu bulamayan ihracatçı yüksek faiz için gölge kurul oluşturuyor”.

Malum olduğu üzere, önceki hafta Merkez Bankası’ndan şok faiz indirimi talep eden sivil toplum kuruluşları Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM)’nin öncülüğünde yeniden bir araya gelerek, “Merkez Bankası Para Politikası Kurulu”na benzer bir gölge kurul da kuruyor.

Gaye: Üretim ve ihracatçıların sorunlarını sürekli izleyebilmek ve yüksek faiz politikalarına karşı görüşlerini anlatabilmek, alternatif düşünce ve çözümler üretmek…

Gerekçe: Ülkemizdeki yüksek faiz oranlarına karşı çıkan iş dünyası temsilcileri, uygulanmakta olan yüksek faiz politikasının dünyanın en yüksek faizlerini ödeyerek ülkenin kanını, iliğini sömürdüğünü ve bir nevi ekonomik terör ortamı oluşturduğunu söylüyorlar.

Haklılar ve az bile söylüyorlar.

“Kurulda yapacağımız sürekli çalışmalarla bu ekonomik terör ortamını önlemeyi amaçlıyoruz.” diyorlar. Bürokratlardan oluşan “Merkez Bankası Para Politikası Kurulu”na dertlerini anlatamadıklarını dile getirerek, çeşitli sektör temsilcileri ve eski Merkez Bankası başkanlarının da içinde bulunacağı “Gölge Para Politikası Kurulu”nun üretim ve istihdam sorunlarını tüm heyecanıyla ileteceğini söylüyorlar.

Bu arada, TİM, İhracatçı Birlikleri, TİSK, Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları, MÜSİAD, TUSKON, Türkiye Genç İşadamları Konfederasyonu (TÜGİK), Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TURSAB), Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD), Türkiye Madenciler Derneği (TMD), Türkiye Tekstil Terbiye Sanayicileri Derneği (TTTSD), Uluslararası Nakliyeciler Derneği (UND), İstanbul 3. Bölge Sanayici ve İşadamları Dernekleri Federasyonu (İSEDEF) ve Türkiye Triko Sanayicileri Derneği (TRİSAD) gibi kuruluşlardan oluşan “Üretim, İstihdam ve İhracatçılar Kurulu”, yüksek reel faiz ortamının üretim ve ihracatı imkânsız kılacağı gerçeğinden hareketle bu sorunun 23 aydır toplanmayan “Ekonomik ve Sosyal Konsey”in ilk gündem maddesi olmasını önerdi.

Özetle: Başta ihracatçılar ve iş dünyası temsilcileri, önceki hafta Merkez Bankası Para Politikası Kurulu toplantısı öncesinde bütün gazetelere “YETER ARTIK, FAİZLERİ İNDİRİN!” şeklinde tam sayfa ilân vererek, ‘şok faiz indirimi’ beklediklerini duyurmuştu. Ancak, Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, faizleri sadece 0,5 oranında indirmişti. Yüksek faize karşı mücadele etmeye karar veren iş dünyası temsilcilerinin oluşturacağı “Gölge Para Politikası Kurulu” her ay bir kez toplanacak. İşte bu kurul çalışmalarına biz de önerilerimizle katkıda bulunalım dedik.

*

Faiz nedir?  

Faiz tekelleşmedir; yani birilerinde bir şeyler eksilirken, diğerlerinde haksız olarak artmadır.

Kapitalistlerde bu haksız artış tekel sermaye sahiplerinin olmuştur.

Sosyalistlerde ise bu artış tekel konumunda olan komünist partinin olmuştur.

Mekanizma her ikisinde de aynıdır.

Daha da ileri giderek diyebiliriz ki; bu tekel hep “sömürü sermayesi”nin olmuştur.

Sömürü sermayesi ne yapmıştır? Kapitalizmde halkın mallarını elinden faizle almıştır. Faizle alamadığını sosyalizmde/komünizmde siyasi sistemle almıştır. Ayrıca nasyonal sosyalizm, enternasyonal sosyalizm adı altında halkın bütün mallarını gasp etmeye kalkışmıştır. Böylece dünyada sermaye tekeli kurmayı ve bir tek devleti hedeflemiştir.  

*

Dünyadaki bu faizli sömürü çarkına karşı koyan Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.

Türkiye’de halkçılık ve devletçilik ilkeleri ile halkın yapacağı işler halka bırakılmış, halkın yapamayacağı işler KİT’lere bırakılmıştır.

Bu sistem, Hazreti Davut Peygamberin uyguladığı ekonomik sistemdir.

İşte, kurulduğu dönemde bu ekonomi politikalarını uygulayan ilk ülke olan Türkiye’nin günümüzdeki Merkez Bankası; bir taraftan dünyadaki en yüksek faizleri uygulamaya devam ederken, diğer taraftan vakti geldiğinde faizleri indirmeme konusunda direniyor!  

Sonuç olarak:

Sömürü sermayesinin önderliğindeki kapitalist ve sosyalistler/komünistler insanlığı sömürdüler; hâlen de sömürmeye devam ediyorlar...

Bunlar elebaşları ABD’deki 200 Yahudi ailesidir. Şimdi daha da azalmış olabilirler.

Bunlara inanıp onlarla savaşmayan, yani ekonomik teröre sebebiyet veren faizli sistem uygulayıcısı sosyalizmle ve kapitalizmle mücadele etmeyen zavallı insanlar -geçen hafta ‘Faiz ve delilik’ yazımda belirttiğim üzere- TİM Başkanı Oğuz Satıcı’nın da dediği gibi adeta ‘akıl tutulması’ içinde değil de nedirler?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

Zalim düzen hikâyeleri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.09.2007

Bugün sizlere bir “zulüm hikâyesi”, bir “zalim düzen hikâyesi” anlatacağım.

Hikâye dediysem, öyle kitap sayfalarında geçen hayali bir hikâye olduğunu zannetmeyin. Aksine, ayniyle vâki, ayniyle gerçek, hâlen ayniyle yaşanmakta olan ve sadece ülkemizde değil; bütün dünyada her an milyonlarca benzeri yaşanmakta olan bir “zalim düzen hikâyesi” anlatacağım. Kim bilir, belki de bu hikâye hayatınızın bir döneminde veya şu anda hâlen yaşamakta olduğunuz “sizin hikâyeniz” veya “çok yakınınız olan birinin hikâyesi” olabilir.

Nitekim, ben hayatımın 1970’li yıllarında Almanya’ya üniversitede okumak üzere gittiğimde, Alman fabrikalarında “kaçak işçi” olarak çalışırken, anlatacaklarıma benzer şeyleri bizzat yaşadım. Yaşadıklarımı yazsam, mübalağasız söylüyorum, sadece hikâye değil, birkaç filim senaryosu veya kocaman bir roman olur. Bakarsınız, bir gün yazarım…

Tekrar hatırlatıyorum, anlatacağım hikâye sizin değilse bile; bir akrabanızın, bir dostunuzun, bir komşunuzun, bir soydaşınızın veya milyonlarca vatandaşlarınızdan birinin zorluklar içinde hâlen yaşamakta olduğu “bir zulüm hikâyesi” olabilir.

*

Biz her zaman bu gibi vesilelerle bugünkü “işçilik sistemi”nin, kaldırıldığı iddia edilen “kölelik sistemi”nden daha zalim, daha vahşi, daha gaddar ve daha acımasız olduğunu hep söylüyor, hep yazıyoruz... Bugün bunun sebeplerini ve gerekçelerini anlatacak değilim. İlgilenenler, bu konuda değişik arşiv ve sitelerdeki yazılarımıza bakabilirler.

Bugünlük sadece şu kadarını hatırlatmakla iktifa edeyim. Malum olduğu üzere, İslâm fıkhına göre köle sahibi kölesine yediğinden yedirmek, içtiğinden içirmek, giydiğinden giydirmek ve barındığı şartlarda kölesini de barındırmak zorundadır.

Bu açıklamadan sonra, mukadder soru şudur: Peki, köleliği kaldırdığını iddia edip yerine kurduğu “işçilik sistemi”ni uygulamakta olan bugünkü “zalim dünya düzeni” emek sahiplerine bu şartların yüzde kaçını verebiliyor ya da veremiyor?..

*

Günümüz “zalim dünya düzeni”ndeki “işçilik sistemi”ne ilâveten varolan yasaklar, sınırlar, gümrükler, pasaportlar, vizeler ve daha nice engeller.. Bu dünyayı tüm insanlık için adeta bir hapishaneye dönüştürmüş bulunmaktadır. Pasaport ve vizeniz yoksa, konan sınırları aşamaz ve istediğiniz yerde emeğinizi değerlendiremezsiniz... Gümrük duvarları sebebiyle ürettiğiniz malları istediğiniz yerde satamazsınız...

Sahi, aklıma gelmişken sorayım: Siz hiç empati yapıp, bu “zalim dünya düzeni”nin bir ülkesinde sadece işçi olabilmek için ülke sınırlarını aşarken yakalanıp hapsedilen, mayın tarlalarında ölen, denizlerde boğulan veya herhangi bir zulme maruz kalan insanları hiç düşündünüz mü?.. Bu insanların psikolojisinin nasıl olabileceğini hiç hayal ettiniz mi?..

Ben, bu insanların haberlerini televizyonlarda her gördüğümde veya gazetelerde her okuduğumda, onların sadece bedenlerinde değil, ruhlarının en derinliklerinde duydukları acıları çok iyi anladığımı zannediyorum. Çünkü henüz yirmili yaşlarımın başlangıcındaki 48 (kırksekiz) saatlik ilk Almanya otobüs seyahatimi işte böyle bir “kaçak işçiler kafilesi” ile yapmış ve uzunca bir hikâye veya film senaryosu olabilecek maceralar yaşamıştım; daha doğrusu bir otobüs dolusu insanla birlikte yaşamıştık... Koca otobüste normal vizesi olan sadece iki kişi vardı; öğrenci vizeli ben ve turist vizesi olan bir vatandaşımız. Geriye kalanların tamamı Avusturya veya Almanya’da “kaçak işçi” olmak için bu maceralı yolculukları göze alan vatandaşlarımız... Aynen, günümüzde de her hafta en az bir defa televizyonlarda izlediğiniz veya gazetelerde okuduğunuz “kaçak işçi adayları”nın yaşadıkları şeyler gibi nice zulümler… Sonra, oradaki öğrencilik yıllarımda zaman zaman “kaçak işçi” gibi çalıştığım dönemlerde yaşadıklarım ya da yaşayamadıklarım… Her biri ayrı bir “zalim düzen işçilik hikâyesi” olabilir…

Asıl anlatacağım “bir zulüm hikâyesi” yarına kaldı.

Yarın buluşmak üzere sağlıcakla kalın…

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2007 Yazıları
1-2007 Ocak
1130 Okunma
2-2007 Şubat
1221 Okunma
3-2007 Mart
1194 Okunma
4-2007 Nisan
1093 Okunma
5-2007 Mayıs
1087 Okunma
6-2007 Haziran
1141 Okunma
7-2007 Temmuz
1228 Okunma
8-2007 Ağustos
1227 Okunma
9-2007 Eylül
1102 Okunma
10-2007 Ekim
1228 Okunma
11-2007 Kasım
1328 Okunma
12-2007 Aralık
1112 Okunma