Milli Gazete 2007 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2007 1.Baskı
1226 Okunma
2007 Şubat

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

ŞUBAT 2007

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üretimden pay alma ve

mal olarak vergi verme (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.01.2007

Başta tekstil sektörü olmak üzere, kimi sektörler ülke dışına gidiyor mu desek, çıkıyor mu desek, kaçıyor mu desek?..

Her ne dersek diyelim; sonuç itibariyle Mısır ve Özbekistan başta olmak üzere, kimi Ortadoğu, Orta Asya ve Balkan ülkelerine kaçıyor!..

Acaba neden gidiyor?..

Neden ülke dışına çıkıyor?..

Kurulu düzenini bırakıp niçin kaçıyor?..

Hiçbir sanayici, üretici veya yatırımcı ülkesini, yıllardır varolan kurulu sistemini, iş çevresini ve ailesini bırakıp gitmek istemez. Ancak, her ne hikmetse, ülkemizdeki ‘kurulu düzen’ bir türlü firmalarımızın kaçıp gittiği o ülke ve bölgelerdeki fırsat ve avantajları sağlamıyor, sağlayamıyorlar…

Neden?..

Neden?..

Neden?..

Hemen her gün karşılaşıp konuştuğum işadamı ve yöneticilerin her biri kendine göre sebep ve gerekçeler anlatıp sıralıyorlar. Elbette herkesin kendi derdi, sıkıntısı, sebebi ve gerekçeleri kendine. Ortak sebepler yanında, her işletmenin ayrıca kendi özel nedenleri de vardır. Genel gerekçeleri herkes biliyor.

Biz biraz da bu önemli meseleye farklı bir bakış açısı ve çözüm önerileri getirmeye çalışalım.

*

Zulümden adalete giden yol nedir?

Nakit vergi almak zulümdür.

Sadece sanayici, üretici ve yatırımcıdan değil, sade vatandaşlardan bile nakit olarak vergi almak zulümdür. Çünkü elinde nakit para yoktur. Malını ucuz fiyatla satıp onu sana vergi olarak ödeyecektir. Bu durumda kırkta bir değil de belki yarıya kadar zarar edecektir.

Gelir vergisi de zulümdür.

Çünkü, elbette her işletmenin geliri vardır ama gideri gelirinden çoksa elinde nakit olmaz.

Bu kadarcık eleştiriden sonra, tek cümleyle çare ve çözümü de yazalım.

Nakit vergi veya gelir vergisi zulümdür dedik

Oysa ‘üretimden pay almak’ zulüm değildir.

Evet, ‘üretimden pay almak’ çare ve çözümünü tekrar ediyorum ki, kafalara iyice yerleşsin; çok gecikmeden de bu vergilendirme sistemine geçilsin; yoksa…

Yoksa, altın yani vergi yumurtlayan tavuk, böyle giderse bir gün tamamen güç ve takatten kesilir. Artık iyi kötü verdiği verimi yani vergiyi de veremez olur.

Çünkü ürün elde edilmiştir ve elde edilen bu ürün katkıları nisbetinde üretici ortaklara bölüşülmektedir.

Ticaret mallarından ‘mal olarak vergi almak’ da zulüm değildir.

Çünkü depoda veya mağazada o mal zaten vardır.

Sıkıntı olmayacaktır.

Ödeme kolaylıkla yapılacaktır.

Ödeme yapılınca da sorun bitecektir.

Ödememe veya ödeyememenin maddî ve manevî baskısı da son bulacaktır.

Sanayici, üretici ve yatırımcı bu arada psikolojik olarak rahatlayacak ve vergisini vaktinde ödeyen bir vatandaş olarak çok yönlü bir tatmine ulaşacaktır.

Alan razı, veren razı...

Karşılıklı rıza çerçevesinde istikrarlı bir durum söz konusu.

İşte, geçmişte bu topraklarda yüzlerce yıl süren istikrarın ana sebep ve kaynağı buydu.

Bir zamanlar olduysa, olabildiyse; şimdi yeniden neden Olmasın; neden, neden?!.

*

Adalete dayanan ilkeler olursa…

“Adil Ekonomik Düzen” baştan sona işte bu gibi adalete dayanan temel ilkelerinden oluşan üretimden pay alma ve mal olarak vergi verme hükümlerine dayanır.

Bu hükümleri yeniden hükümran kılmak ve ülkemizi cazibe merkezi yapmak mümkün değil midir?

Mısır gibi Ortadoğu veya Özbekistan gibi Orta Asya ya da Bulgaristan gibi Balkan yahut diğer herhangi bir ülke cazibe ve yatırım merkezi olabiliyor da; bunların tam ortasındaki Türkiye neden olamıyor?

Ülkemizin onlardan fazlası var ama eksiği yoktur. O halde yapılması gereken neden yapılmıyor?

Yarın, meselenin daha başka çözüme matuf detayları üzerinde duracağım…

 

 

***

 

 

 

 

 

Üretimden pay alma ve

mal olarak vergi verme (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.02.2007

Dün, adil bir vergilendirmede üretimden pay alma ve mal olarak vergi verme konuları üzerinde durduk. Normal, istikrarlı, oturmuş ve kurumsallaşmış bir işletme yıl sonunda ‘hâsıladan pay olarak’ veya ‘sermaye vergisi’ hesaplayarak vergisini verir. Vergisiz devlet olmaz ve yaşayamaz.

Vergiler iki şekilde tahakkuk eder.

Biri, hâsıladan pay olarak verilir.

Üreticiler ürettikleri malları ambarlara teslim ederler, kendilerine mal senedi verilir. Teslim ettikleri mal kadar senet verilmez de, vergileri düşüldükten sonra verilir. Üreticilerin mal olarak ödedikleri vergi kadar da mal senedi yöneticilere verilir. Dolayısıyla ‘üretimden vergi’ bir kolaylık olarak ambara teslim tarihinde gerçekleşir.

Bir diğeri de, sermaye vergisi olarak yılsonunda sermayenin kırkta biri olarak ödenmektedir.

İşte bunun hesabı sene sonunda yapılır. Yılsonunda herkes ve her işletme sayımını yapar ve sermayesinin kırkta birini mal ise maldan ambara, para ise paradan kırkta bir olarak yatırır.

Bunu niçin yapar? Bunu vermekteki çıkarı nedir?

Bunları şöyle sayabiliriz.

- Sermaye sahibi, beyan edip vergisini verdiği kadarlık kısmını sigortalamış olur. Beyan edip vergisini verdiyse, devlet de onu aldıysa, o sermaye çalınsa veya başka bir şey olsa devlet onu öder.

- Sermaye sahibi bu miktardaki krediyi gelecek sene faizsiz almak durumundadır. Bunun anlamı şudur, %2.5 ile faizsiz kredi alıyor demektir. Bundan daha cazip bir şey olabilir mi?

- Bir tüccarın bir yeri işgal edip orada ticaret yapabilmesi için oraya belli miktardan fazla sermaye koyması gerekir. Yoksa o yerden ayrılmak zorundadır. Dolayısıyla herkes bir yerde kalabilmesi için sermayesini beyan etmek durumundadır.

- Son olarak, oluşan bütçenin paylaşımında da herkesin katkısı nisbetinde payı vardır. İşte böylesine adil bir katılım ve onun karşılığında da yine adil bir paylaşım vardır.

*

İki gündür ele aldığım konularda üzerinde düşünülesi ve yapılası önemli şeyler yazıyorum.

Umulur ki ilgili ve yetkililer okur da en azından gereğini düşünür.

Düşünmek birinci merhaledir. İlk adım atılırsa, üzerinde düşünülüp durulursa, elbette bir gün uygulamaya da sıra gelir. Neden olmasın?

Yazdıklarımızın biraz da gerekçeleri üzerinde durayım.

- Herkes her işi aslında topluluk adına yapacaktır, yapmaktadır.

- Yapılan muamelelerde herkes topluluktan borçlu ve alacaklı olur.

- Bu sayede hiç kimse kimsenin minneti altında kalmamış olacaktır.

- Herkes her halükârda hukuka göre amel etmek durumunda olur.

- Görev topluluktan alınır, buna karşılık yetki de topluluktan alınır.

- Topluluğa karşı sorumlu olunur ve yine buna karşılık topluluktan hak istenir.

*

Allah insanları bir anne babadan yaratmıştır. İnsanlar bir aile içinde çoğaldıkça bölündüler, bölündükçe çoğaldılar. Bu çoğalma devam etti ve günümüzde milyarlarca sayıya ulaştı.

İnsanlar meyve toplayıcılığı döneminde bir aradaydılar, birlikte yaşıyorlardı. Bu dönemde aile çevrelerinden uzaklaşma durumunda değildiler.

Avcılık döneminde insanlar birbirlerinden uzaklaşıp ayrı ayrı kabileler oldular. Denizleri aşarak adalara ve diğer kıtalara yerleştiler. Böylece yeryüzünü doldurdular.

Sonra Hazreti Nuh aleyhisselâm ile başlayan ‘uygarlaşma dönemi’ ile insanlık birleştirilmeye başlandı. Kur’an birleşmenin ilkelerini ve temellerini getirdi. Aradan asırlar geçti ve insanlık yeni bir döneme, yeni bir çağa ve dolayısıyla yeni meselelerle iç içe olduğumuz bir dünyaya dönüştü.

Bizim yorumlarımız bu yeni dünyanın oluşum biçimidir.

Bundan dolayı Genel Hizmetleri yapacak kuruluşlar oluşmalıdır.

*

Sermaye kendi hâkimiyetinde bir dünya devleti kurmak istiyor.

Tarihte askeri güce dayanarak da dünya devleti kurmak isteyenler olmuştur.

Bunların başarıya ulaşması mümkün değildir. Abesle iştigaldir. Çünkü her ikisi insan iradesini yok etmeye yöneliktir. Kur’an insanlığı tek dünya devletine değil, dünya birliğine götürüyor. Yeryüzü karalarında yüz civarında devlet bulunacak, bunlar bağımsız olacak, iç işlerine karışılmayacak ama bunlar arasında birlik oluşacak, bu birlik de dayanışma ortaklıkları ve yerel yönetimlerin bağımsızlığı ile olacaktır.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Tekelsiz Bir Ekonomik Dünya Düzeni

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.02.2007

Bugünkü uygarlığın sorunları vardır.

İnsan hür iradesi ile yaşayacak şekilde yaratılmıştır. İnsan kendi iradesi ile hareket ettiği zaman kişisel olarak ortak sorumlu olur. İnsanın yeryüzüne gelmesinin gayesi, insanın kendi iradesini kullanarak yücelmesidir.

Uygarlaşma demek, insanın daha çok demokratlaşması yani daha çok hür hâle gelmesi ve daha çok kendi başına buyruk olması demektir. Bunların olması demek aynı zamanda insanın sorumluluğunun artması demektir. Kişi için uygarlaşma demek, daha çok hür olma demektir. İnsan cebindeki telefonuyla Amerika’daki veya dünyanın en uzak ucundaki biriyle görüşebiliyorsa, daha çok hürdür demektir. Bu da telefon ne kadar ucuzsa yani az emek harcayarak, az emekle kazandığı para ile daha çok dakika konuşabiliyorsa, o insan o kadar daha çok hürdür demektir. Bunun bir başka anlamı, insanlık ne kadar genişlerse, insanlar arasındaki ilişkiler ne kadar yaygınlaşırsa, hürlüğümüz o kadar genişlemekte ve aramızdaki ilişkiler de o kadar artmaktadır.

Diğer taraftan telefona kavuşmamız “tekelleşen faaliyetler” sayesinde sağlanmaktadır.

İster sektör tekeli ister devlet tekeli olsun, tekel olmadan insana hürriyet sağlayan imkanlar ortaya çıkmamaktadır.

Bugünkü uygarlık “sermaye tekeli olan kapitalizm” ve “devlet tekeli olan sosyalizm” ile sağlanmıştır. Ne var ki “tekel düzen” işini yapmış ve artık ömrünü tamamlamıştır.

Sosyalizm çöktü.

Kapitalizm ise sosyalizme dönüştü, o da çökmek üzeredir.

Tekel düzenleri olan sosyalizm ve kapitalizmin bizzat kendileri insan hak ve hürriyetlerini yok edici hâle gelmiştir.

Bunlara karşılık “halk sektörü” ortaya çıkmaktadır.

*

 

“Halk sektörü” demek, ne devlet tekeli ne de sektör tekeli sözkonusu değildir demektir; “ortaklık sektörü” demektir.

Büyük markalar oluşacaktır. Firmalar büyüyecek ama bunların şu özellikleri olacaktır.

Birinci önemli özellik, her sahada birbirine rakip en az beş ile yirmi arasında rakip firmalar olacaktır. Bunların anlaşarak tekelleşmeleri önlenecektir. Tekelleşmeye giden firmalar olursa onların yerine yeni firmalar devreye girecektir. Yani, bu beş ile yirmi firma öyle olacaktır ki, aralarında anlaşma olursa firma sayısı azalmış olacak, devreye ikinci firma girecektir. On firmanın on ayrı işletme senedi olacaktır. Eğer senetler farklı olarak değerleniyorsa firmalar ayrı demektir. Yok senetlerin değişmesi birbirine bağlanmışsa tek firma demektir.

Adil Ekonomik Düzen” bu meseleyi “senet sistemleri” ile çözmüştür.

İkinci önemli özellik, her sahada “arz ve talep kanunları” işlemelidir. Bu da stoklara göre bilgisayarların fiyatları hesaplaması ile sağlanır. Bunun anlamı şudur. Firmaları fiilen yöneten müşteriler olacaktır. Yani herhangi bir merkezî güç karar alarak fiyatları tesbit etmeyecektir. Fiyatlar ya serbest pazarlıkla veya bilgisayarca stoklara göre yapılacaktır. Böylece “tekelsiz bir ekonomik dünya düzeni” oluşacak ve insanlar daha hür olacaklardır. İşte bu düzen “Adil Ekonomik Düzen”dir.

*

 

Adil Ekonomik Düzen”in gelebilmesi için “Adil Düzen İşletmeleri”nin kurulması gerekir.  

“Adil Düzen İşletmesi”nin temeli “MUHASEBE”dir; “Genel Hizmet Kooperatifi”dir.

Sömürü sermayesi veya devlet tekeli kooperatiflere düşmandır. Çünkü “halk işletmeleri ve halk kooperatifleri” başarılı olursa, o zaman kendi tekellerinin kırılması sözkonusudur. Bundan dolayı bunlar kendilerine göre alternatif “tekel kooperatifler” oluşturup halkı kooperatiflerden soğutmaktadırlar.

Biz, örnek olmak üzere halk ortaklığı olarak 1967 yılında “Akevler Kooperatifleri”ni kurduk, Turgut Özal “TOKİ/Toplu Konut İdaresi”ni kurdurarak kooperatifleri tekelleştirdi.

Nitekim tekel sermaye de şimdi şöyle yapıyor. Önce halktan topladıkları paralarla büyük yerler satın alıyor. Bu işlem siyasi destekle sağlanıyor. Sonra yöneticiler sayesinde kooperatiflerin işleri içinden çıkılamaz hâle sokuluyor. Aidatlarını yatıramayanlar ortaklıktan çıkarılıyor. Kooperatif alenen zarar ettiriliyor. Daha sonra bu işletmeler tekel sermayenin yemi hâline getiriliyor. Garibanların parası ile zenginler daha da zengin ediliyor. Halk bunlardan bıkıyor ve kooperatifçilikten nefret ediyor ve sonunda tekrar sömürü sermayesinin kucağına düşüyor.

Millî Görüşçülerden oluşan Adil Düzen Çalışanları sabır ve sebat üzere mücadelelerine devam etmeli, halkın güveneceği kooperatifler kurmalıdırlar. Sonunda ister istemez halk orada toplanacak ve kurtuluşun yalnız “Adil Ekonomik Düzen”de olduğunu görecektir. İnanmış kişiler ortaya çıkmalıdır. Bunlar hile yapmayan ve topluluğun varlığını kendilerine çevirmeyen kişiler olmalıdır.

İşte gelecek dünyanın süper gücü bu kişiler olacaktır.

İnsanlık bu kişileri bekliyor.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Derin devlet’ mi, yoksa ‘deringüç/ler’ mi?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.02.2007

Biz bu sayfalarda ekonomi konulu haber, yazı ve yorumlar yazıp yayımlarken; bizim gazete ile diğer bütün gazetelerin sayfalarında derin devlet, derin çete/ler, derin güç/ler muhabbeti aldı başını gidiyor! Hep beraber dikkatle izleyip takip ediyoruz. Bakalım bunun sonu nerelere varacak?

Sayfa editörlerimiz ile genel yayın yönetmenlerimizin müsaadeleriyle, bugün siz değerli okuyucularımızla bu konudaki görüş ve yorumlarımızı paylaşmak istiyorum.

*

Anayasamıza göre hakimiyet milletindir, hem de kayıtsız şartsız milletindir.

Ama gerçek durum öyle midir?

Milletin yegâne mümessili “Türkiye Büyük Millet Meclisi”dir. Meclis “Cumhurbaşkanı”nı atar. Cumhurbaşkanı “Başbakan”ı atar, “Hükümet”i onaylar, Hükümetin atadığı “Genelkurmay Başkanı”nı onaylar, ayrıca yüksek yargıçları ve üniversite yöneticilerini atar.

Devlet bunlar tarafından yönetilir.

Bunlara “anayasal kuruluşlar” denmektedir.

Bunun dışında içinde “ekonomik kuruluşlar” da olan ve adına “sivil kuruluşlar” dediğimiz “meslekî kuruluşlar” yani dernekler, odalar, sendikalar, barolar vardır.

Bunlar da anayasada yer alan kuruluşlardır.

Ne var ki bunlar meslekî kuruluşlar oldukları için kamu adına bir yetkiye sahip değildirler. Bağımsız kuruluşlardır.

Bunların yanında bir de “mahalli idareler” vardır. Bunlar da seçimle gelirler, ancak devlet yönetiminde herhangi bir yetkileri yoktur. Diğer tüm bürokratlar hükümete bağlıdır.

Bütün bunlara “anayasal kuruluşlar” diyoruz.

*

Bunların dışında ülkelere musallat olan “derin güç/ler” vardır.

Bunların başta geleni “yabancı sermaye organizasyonları”dır.

Bunlar nelerdir?

Masonlar ve onların emrindeki dernek ve diğer kuruluşlar. İllegal mafya teşkilatları. Bir de devletlerin bunlara karşı oluşturduğu gizli istihbarat örgütleri.

Bunlar yeraltı faaliyeti gösterdikleri için kanuni olsalar da “derin güç/ler” içinde yer alırlar. Çünkü bunların uluslardan gizli olarak yapmakta oldukları faaliyetler daima ulusların aleyhine olmaktadır.

Bunların hepsine “derin devlet” değil de, “derin güç/ler” diyebiliriz.

Bunlar ulusları yönetmiyorlar ama varolan yönetimleri yönlendiriyorlar.

*

Meselâ; Türkiye’yi düşünelim ve bu derin güçlerin neler yaptıklarına bakalım. Ülkemizin çok önemli ekonomik, siyasî ve sosyal sorunları olduğu halde, bunlar başörtüsü, meslek liseleri, PKK, irtica, bölücülük, lâiklik gibi gereksiz sorunlar çıkararak devleti meşgul etmektedirler.

Devlet derin güçlerle mücadele ile ömrünü tüketiyor.

Devletin anayasal güçleri ise fiilen çalışmıyor.

Sadece iki güç fiilen iktidardadır ve faaldir. Bunlardan biri Başbakan’a bağlı hükümet, diğeri de Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlı ordudur. Türk milleti asker millet olduğu için her iki kurumun başkanlarına bağlıdır. Başbakan ne derse idare onu yapar, Genel Kurmay Başkanı ne derse ordu onu yapar.

Türkiye’yi fiilen bu iki kurum idare etmektedir.

Diğer “anayasal kuruluşlar” adeta devre dışı gibidir.

*

İşte, “anayasal kuruluşlarımız” gerektiği gibi çalışmayıp devre dışı olduklarından dolayı “derin güç/ler” faaliyettedirler ve zaman zaman devleti çok zor durumlara düşürmektedirler.

Aynen bugünlerde olduğu gibi...

Eğer Sayın Başbakan ile Sayın Genel Kurmay Başkanının arası açılsa, işte o zaman Türkiye yıkılmaya doğru gidiyor demektir.

Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile Sayın Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök iyi geçindikleri için Türkiye’de dört yıldır istikrar sağlanmıştır.

Sayın Erdoğan ile Sayın Büyükanıt arasında şimdilik bir sorun yoktur.

Ama henüz birliğin sağlanıp sağlanmadığı konusunda kuşkumuz giderilmiş değildir.

Sonuç olarak, ana fikir çerçevesinde ne dedik? “Derin devlet” değil, “derin güç/ler” vardır. Devlet, millet ve anayasal kuruluşlar olarak bu güçlere karşı güçlü olmak ve gereğini yapmak gerekmektedir. Aksi halde neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.

Allah milletimizi ve devletimizi her türlü kötülüklerden korusun.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Derin devlet’ meselesinin çözümü

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.02.2007

Bundan önceki yazımda özet olarak dedim ki: “Ülkemizin çok önemli ekonomik, siyasî ve sosyal sorunları olduğu halde, birileri başörtüsü, meslek liseleri, PKK, irtica, bölücülük, lâiklik gibi gereksiz sorunlar çıkararak devleti meşgul etmektedirler.

-Devlet derin güçlerle mücadele ile ömrünü tüketiyor.

-Devletin anayasal güçleri ise fiilen çalışmıyor.

-Türkiye’yi fiilen iki kurum idare etmektedir.

-Diğer “anayasal kuruluşlar” adeta devre dışı gibidir.

Maalesef, şimdilik fiili durum yukarıda özetlediğim gibidir.

Türkiye’nin bu “derin devlet” kuşkularından kurtulması için devre dışı bırakılmış anayasal kuruluşlarımızdan MECLİS, DEVLET BAŞKANI, YARGI ve ÜNİVERSİTE etkin hâle getirilmelidir. Bunlar devlet yönetiminde devreye girmelidirler.

Ülkemizi yönetenler tarihe karşı sorumludurlar. İsimlerini sıraladığım kurumları devreye sokmalıdırlar, sokmazlarsa sorumluluktan kurtulamazlar.

Şimdi sırasıyla bunlar üzerinde kısaca duralım ve çözüm olarak yapılması gerekenleri hatırlatalım.

*

Türkiye Büyük Millet Meclisi devre dışıdır.

Günümüzdeki meclis başkanının yaptığı iş evrak havale etmekten ibarettir. Meclis’in yaptığı iş ise Avrupa’da hazırlanan ve Türkiye’yi yıkmak için düzenlenen kanunları Meclis’ten okumadan geçirip halkımızı itaate mecbur etme senaryosunu oynamaktır. Maalesef bu durum acı bir gerçektir.

Oysa yapılacak iş çok basittir. Bu oyun Meclis iç tüzüğünden ileri gelmektedir. Meclis’te önce hükümetten gelen kanunlar görüşülmektedir. Hükümetin teklifleri de bir türlü bitmediği için ne milletvekillerinin ne de partilerin önerileri görüşülmemektedir. Bu durumda yapılması gereken çok basittir. Meclis siyasi partilerin kanunlarını öncelikle görüşür. Partilerin aldıkları oy nisbetinde önerilen kanunları görüşür. Böylece yasama ve yürütme birbirinden ayrılır. Meclis yasamada bağımsız hâle gelir. Meclis faal ve etkin olur.

Şimdiki durumda başbakan askeri birlikten daha etkin bir şekilde Meclis’e hakimdir. Bu durum anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Yapılacak şey iç tüzükte kısa bir maddeyi değiştirmekten ibarettir. Başbakan/hükümet bugünkü durumda Meclis’in yetkilerini gasp etmektedir. Bunun sonucu olarak hem kendisi hem de devlet uçuruma sürüklenmektedir.

*

Devlet başkanlığı makamı faal hâle getirilmelidir.

Devlet başkanlarını başbakanlar atamaktadır. Sonra o başbakanın dayandığı partiler meclise bile giremez olunca başkan güçsüz hâle gelmekte ve kenara itilmektedir. Böylece etkisiz hâle gelen başkan kurumlar arası dengeyi sağlayamamaktadır. Bu boşluk da başkaları tarafından doldurulmakta, bu durumda da onlar anayasayı çiğnemek zorunda kalmaktadır.

Bunun çözümü de çok basittir. Devlet başkanı partilerin göstereceği orgeneral adaylardan seçilirse sorun biter. Çünkü orduya dayanacağı için devlet başkanı daima güçlü olacaktır. Bundan dolayı geçmişteki istikrarlı dönemlerde olduğu gibi 2007’deki seçimde de bir asker cumhurbaşkanı seçilmelidir.

*

Yargıçları devlet başkanları atamaktadır.

Güçsüz olan devlet başkanının atadığı yargıçlar da güçsüz halde bulunmakta, bağımsız ve etkin karar alamamaktadır. Böylece yargıya karşı güven bulunmamaktadır. Dokunulmazlıklar da bundan dolayı kalkmamaktadır.

Bize göre bunun çözümü de çok basittir. Yüksek yargıçlar “hâkim” değil de “hakem” olsunlar, yani yüksek yargıçları yine devlet başkanı atasın, eskisi gibi atasın ama yargıçlar “hakem” olarak çalışsınlar. Taraflar bütün yüksek yargıçlardan birini hakem olarak atasın, atanan hakemler başhakemi atasınlar ve bunların verdiği karar kesin olsun. Böylece yargıya güven doğar ve etkin hâle gelir, saygın yargı devreye girer.

*

Üniversite ise tamamen bağımsız hâle gelsin.

Üniversitelerdeki rektör ile dekanları öğrenci ve öğretmenler seçsinler ve tamamen bağımsız olsunlar. Üniversitelerin görevi çözüm üretmek olmalıdır. Uygulayıcılar istedikleri çözümleri seçer ve uygularlar. Çoklu sistemi uygulayınca hem aralarında yarış olur hem de halkın ve diğer anayasal kuruluşların saygısını kazanırlar. Devlet başkanının seçilenlere veto hakkı olsun. Böylece üniversitelerin derin güçlerin etkisinde kalmamaları sağlansın. Âlimler ise adil yargı denetimi dışında bağımsız olsunlar.

*

Fiili iktidarı ellerinde bulunduranların bu önerilerimi değerlendirmelerini ümit ediyor ve diliyorum.

Tabii ki bu önerilerimi okuyup da onlara ulaştırması gerekenler de görevlerini yapmalıdırlar.

Biz yazdık ve böylece görevimizi yaptık. Bundan sonrası bize ait değildir...

 

 

***

 

 

 

 

 

Sermaye birikimi ve “Genel Hizmetler”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.02.2007

Sanayi devriminden sonra insanlar artık kendi ürettiklerini tüketmiyorlar. Çalışıyorlar, ücret alıyorlar ve aldıkları ücretlerle sonra istedikleri malları satın alıyorlar. Arz-talep kanunları ile herkes iş yapıyor, ürettiği malı satabiliyor, istediği malı da alabiliyor. Arz talep dengesi demek, toplulukta gerekli maddelerin işbölümü içinde üretilmesi ve bu maddelerin muhtaç olanlara ulaştırılması demektir. Bunu fiyat mekanizması sağlamaktadır.

İnsanlık “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmeye başlayınca arz-talep kanunları çalışmaz olmuş, bunu gidermek için teoriler geliştirilmiştir. İlk teori Adam Smith tarafından serbest piyasa kriterleri içinde oluşturulmuştur. Serbest piyasa kendiliğinden tekele gittiği ve serbestlikten çıktığı için başarısız olmaya başlamış, karşısına sosyalizm getirilmiş; enternasyonal sosyalizm, faşizm ve nazizm geliştirilmiştir.

Bunların hiçbirisi başarıya ulaşamamış, bu arada Keynesçilik denen “karşılıksız para sistemi” ile enflasyonist sisteme gidilmiştir. Bunlar çözüm olmamıştır ki hâlâ yeni teoriler ortaya atılmaktadır.

Sonuç olarak bunlar sermaye veya devlet tekeli içinde sorunları çözememektedirler. Zaten tekelin kendisi başlı başına bir sorun olduğu için çözüm getiremez. İşte “ADİL DÜZEN” bu sorunu çözme çalışmasıdır.

“Adil Ekonomik Düzen”in varsayımları nelerdir?

a) Devlet veya sermayeye dayanan tekel yerine, “halk ekonomisi”ni ikame etmek yani liberalizmi yeniden canlandırmak mümkündür.

b) Günümüzde ekonomik organizasyonu ya sermeye sağlamaktadır ya da devlet sağlamaktadır. Bunun için ya kapitalizm ya da sosyalizme ihtiyaç vardır. Kapitalizm demek, sermaye terakümünün/birikiminin sermayenin tekeline geçmesi demektir. Oysa “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de sermaye organizasyon yapmamaktadır, sermaye işletmelere hâkim değildir. Sermaye vardır ama sermaye hâkimiyeti yoktur, sermaye tekeli yoktur. Meselenin burasını iyi anlamak gerekir. Kapitalistler sermaye terakümünü gerekli görüyorlar, yani sermaye tekelini oluşturuyorlar. Sosyalistler ise sermayenin yerini siyasi güce bırakıyorlar ve sermayeyi inkâr ediyorlar. “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de ise sermaye vardır ama sermaye tekeli yoktur.

c)ADİL EKONOMİK DÜZEN”de sermaye veya siyasi gücün yerini ortaklıklar almış; “sermaye şirketleri” değil “halk şirketleri kooperatifler” almıştır. Halk kooperatifler şekilde organize olmakta, böylece halkın emek, tesis, mal, genel hizmet katkıları ile firmalar oluşmakta, tekelleşmeyen bu firmalar arz ve talep kanunlarını gerçekleştirmektedirler. 1967 yılında kurulan Akevler Kooperatifleri hâlâ faaliyette olup ortaklıklar üzerinde araştırmalı uygulamalar yapmaktadır. “ADİL DÜZEN” işte bu araştırmaların Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından benimsenmesi ile doğmuştur.

d) III. bin yılın ekonomisine damgasını vuracak olan gelişme ve yenilik “Genel Hizmet” ve “Genel Hizmet Ortaklıkları”dır.

 

“GENEL HİZMETLER” ne yapmaktadır?

Üretim firmalarını üretim dışı işlerden uzak tutmak istemektedir. Nedir bunlar?

1) Her şeyden önce ortaklıkların kurulması, sözleşmelerin hazırlanması gerekmektedir. Bir “işletme” demek “sözleşme” demektir. Bu tamamen ilim isteyen bir konudur. Eski Roma’da ve Bağdat’ta olduğu gibi çağın ihtiyaçlarını karşılayacak bir sözleşme fıkhı oluşmalıdır. Ortaklıklar o sözleşmelere göre kurulmalıdır. Cari ortaklık sözleşmeleri ile çağın sorunları çözülemez. Çünkü o sözleşmeler sermaye tekelini oluşturacak şekilde düzenlenmiştir. Bunun için Kur’an okunmalı, Usulü Fıkıh okunmalı, mevcut mevzuat iyi bilinmeli, ondan sonra uygulama alanı seçilmeli ve bunlara dayanılarak Sözleşme Fıkhı oluşturulmalıdır.

2) Sözleşmeler yeterli değildir. Bugünkü bilgisayar teknolojisinde sözleşmeler bilgisayarlara geçirilmeli ve sözleşmelere canlılık kazandırılmalıdır. Muhasebede her gün işlem görmeyen sözleşme hiçbir işe yaramaz. Bu iş sözleşmeleri yapmaktan çok daha zordur. Artık ekonomik organizasyonu sermaye değil, siyaset değil, bilgisayar idare edecektir. Demek ki, işletme kurma demek, sözleşme yapma ve bu sözleşmelere dayalı olarak muhasebeye geçme demektir. Geleceğin dünyasında sermaye terakümünün/birikiminin yerini muhasebe birliği alacak ve gerekli gelişmeleri sağlayacaktır.

3)GENEL HİZMET”in üçüncü merhalesi ise meseleleri tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargılama içine sokmadır. Cumhuriyet dönemi kanunları buna son derece elverişlidir. Yapılan her sözleşmenin içine ‘anlaşmazlıklar hakemler yoluyla çözülür’ maddesini koydunuz mu, taraflar artık mahkemeye gidemiyorlar. İşte “Genel Hizmet”in üçüncü işi de “hakemlik müessesesi”ni kurmaktır. Bu da ancak bilgili hakemler yetiştirmekle mümkündür. Sorun yine Sözleşme Fıkhına gelmektedir.

4) “GENEL HİZMET”in çok önemli bir işi daha vardır, “Genel Hizmet”i alabilecek işletmeleri kurmak.

 

“ADİL EKONOMİK DÜZEN” işletmelerinden neler istiyoruz?

- Buraya tesislerini koyacaklar kiralarını cirodan pay olarak alacak, sabit kira istemeyeceklerdir.

- Burada çalışanlar ücretlerini cirodan pay olarak alacaklar, sabit ücret istemeyeceklerdir.

- Çıkan her türlü nizaları hakemlerin çözmesine müşteriler dâhil herkes razı olacaktır.

- Öyle işletmeler kurmalıyız ki, sistemden kesinlikle taviz vermemeliyiz.

“ADİL EKONOMİK DÜZEN”in ana sermayesi “GENEL HİZMETLER”dir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Suçlar ve cezalar

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.02.2997

İnsanlık devlet aşamasına gelmeden önce “kabileler” oluşur, her kabile düşman kabilenin bir saldırısına uğrarsa kendisini savunurdu. Aralarındaki çatışmayı önlemek için de topraklar bölüşülür, kimse kimsenin toprağına ayak basmazdı. Kabile fertleri topraklarında gördükleri yabancıyı öldürme yetkisine sahip idi. Kabile içindeki güvenlik ise kabile reisinin kararına bağlı idi. Kabile reisi tehlike görürse istediği tedbiri alabilirdi. Suç işleyecek kişiyi dövebilir, hapsedebilir, kabilesinden dışarıya atabilir, hattâ onu öldürebilirdi. Bu tamamen kabile reisinin mutlak yetkisinde idi. İnsanlığın devlet aşaması öncesindeki düzeni böyle oluşmuş, insanlık binlerce yıl böyle yönetilmişti.

İlk olarak devlet düzeni “site devletleri” şeklinde Hz. Nuh Peygamber zamanında “Sümerler”de başlamıştır. İlk “ulus devlet” Mısır’da kurulmuştur. Devlet aşamasının temel kuralı şudur. Kimsenin suç işlemesine mâni olunmaz, herkes suç işlemeye serbest bırakılır; ancak suç işledikten sonra “devlet” denen bir kurum devreye girer. Devlet, ilgili organları aracılığıyla suçluyu yakalar, muhakeme edip mahkûm eder ve suçluya daha önce belirlenmiş cezayı verir. Bu ceza o kadar büyüktür ki, halk cezadan korktuğu için böyle bir suç işlemez.

Devlet aşamasında devlet organlarının görevi suçu önleme değil, suçluyu cezalandırmadır. Devletin suçu önleme görevi de yetkisi de yoktur. Devletin hiçbir organı ‘sen suç işleyeceksin’ diye kimseyi yakalayamaz, tutuklayamaz, hapsedemez, ona dayak atamaz, onun sahip olduğu hürriyetten alıkoyamaz. Hâsılı, devletin hiçbir organı tahminlere dayanarak kişiler arasında ayrıcalık yapıp önlem alamaz. Nitekim ABD’de bile her türlü koruma ve tedbirler içindeki devlet başkanları öldürülmüştür. O halde tedbirler ne işe yarar? Önce korkutma yapar, profesyonel olmayan katiller bir şey yapamazlar. İkincisi, bu sayede failin tesbiti kolaylaşır.

Demek ki devlet organlarının görevi suçu önlemek değil, suçluyu cezalandırmaktan ibarettir. Suçu önleme devletin ne görevidir ne de yetkisidir. Ona bu görevi verdiğimiz zaman yetkiyi de vermemiz gerekir. Yetki demek, mahkeme kararı olmadan insanlara müessir fiil icra edebilme demektir. Bu da zaten suçun kendisi demektir. O zaman suçu faillere göre ayırmamız, polis öldürürse suç olmaz, başkaları öldürürse suç olur dememiz gerekir. Bu da eşkıyalıktır. Devlette kural şudur. Yargı kararı ile öldürülürse suç değildir, yargı kararı olmadan öldürülürse suçtur. Dikkat edilsin, “yargı kararı” demek hakim kararı değildir, mahkeme kararı demektir. Mahkeme hâkimden oluşmuyor; davalı, davacı, savcı, avukat, tanık, bilirkişi ve muhakeme sonunda alınan karar. Hâkim bunlara dayanarak karar alırsa “yargı kararı” olur, yoksa hakim tek başına hiçbir müessir fiil kararını alamaz. Eğer cezalar suçları önlemiyorsa artırılır veya düşürülür. Ama suçlar mutlaka cezalarla önlenir. Suçların cezalarla önleneceğine inananlar devlete inanan kimselerdir; inanmayanlar ise devlete inanmayanlardır. Onlar hukuka değil de kuvvete inanan “cahiliye dönemi” zihniyetindedirler demektir.

Devlette yetki ve görev bölümü vardır.

1. Soruşturma kurumu vardır. Bir suç işlendiği zaman suçun kim tarafımdan işlendiğini tesbit etmek bir kurumun, bir organın işidir.

Türkiye’de bunun için dört kademe vardır.

a) Halkın şehadeti. Görenler ve bilenler şahitlik yapar. Mahkeme bunlara dayanarak mahkûm edebilir. Bunlar doğrudan mahkemeye bağlıdırlar.

b) Polis teşkilatı. Bunlar soruşturma yaparlar ve elde ettikleri belgelerle mahkemede şahitlikte bulunurlar. Mahkeme bunların şehadeti ile suçluyu cezalandırabilir. Bunlar savcılık aracılığı ile mahkemeye bağlıdırlar. c) Savcılar asıl soruşturmacıdır. Bugün Türkiye’de bağımsızdırlar. Hükümet savcılara müdahale edememektedir. d) Mahkeme soruşturmayı re’sen yürütür, sonucu mahkeme bağlar. Hükümetin burada hiçbir yetkisi yoktur. Sadece savcılara ‘şunu soruştur’ diyebilir. 2. Dava açma da savcının görev ve yetiksindedir. Soruşturmayı yaptıktan sonra delilleri yeterli görürse dava açar, görmezse açmaz. Adalet Bakanı bazı hallerde dava aç diyebilir ama soruşturmayı bakan yapamadığına göre bunun fiili bir sonucu yoktur.

3. Bundan sonra mahkeme bütün yetkilerini kullanarak failin fiilini tesbit eder, kanunlara dayanarak kararını verir; temyizde kesinleşir. Demek ki hükümetin suçu önleme görev ve yetkisi olmadığı gibi; soruşturma, dava açma, karara bağlama konularında da hiçbir görevi ve yetkisi yoktur.

4. Mahkeme kararının infazı. Hükümet işte bu merhalede devreye girer. İçişleri Bakanlığı kişiyi polis marifetiyle yakalar. Polis soruşturma yönüyle savcılığa, yakalama yönüyle hükümete bağlıdır. Adalet Bakanlığı da bunları hapishaneye sokup besler. Yani uygulama, cezaların uygulanması safhası Adalet Bakanlığı’na bağlıdır ve hükümetin görev ve yetkisindedir.

Bu kurallar çok önemlidir. İnsanlık bu aşamaya gelmek için beş bin yıldır mücadele vermektedir. Başka çözüm yolu yoktur. Gaye huzurlu bir adil düzen değil de, hükümeti Susurluk benzeri bir operasyonla zarar vermek olunca, o zaman tabii ki kurallar değişir! İdamı yasaklarsınız, hapishaneleri lüks otellere çevirirsiniz. Hükümet önlemedi diye yaygara basarsınız. Olmayacak şeyleri başkalarını suçlamak için kullanırsınız. Böylece devlet aşaması öncesi karışıklığa gidersiniz. O zaman da yıkılıp gidersiniz.

Evrensel hukuk kurallarını delmeye çalışmak, devleti kurşunlamaktır. Yargısız mahkûmiyet olmaz. Necmettin Erbakan böyle yargısız mahkûm oldu. Mahkeme kanun yapmaz, yapamaz; ama Anayasa Mahkemeleri kanun yapıyor!

Anarşi olsun diye böyle yapıldı. Suçludan başkası cezalandırılamaz.

Susurluk olayında Refah Partisi cezalandırıldı; oysa Refah Partisi’nin olayla hiçbir ilişkisi yoktu.

Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz!

İnsanlık “ADİL DÜZEN”in gelmesi için kendi “sosyal düzen”ini kendisi kazıyor.

Bizden hatırlatması; siz bilirsiniz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye tufanlardan nasıl kurtulur?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.02.2007

Allah Kur’an’da her konuda dengeyi koymuştur. Bunu bilmek ve dengeyi bozmamak gerekir. İnsanlık tarihi, bu denge bozulduğunda neler olabileceğinin ibretli örnekleri ile doludur.

Anayasamız hâkimiyeti kayıtsız şartsız millete vermiş, milletin yegâne mümessili olarak da Meclis’i kabul etmiş; halka ikinci temsilcisini seçme imkânını vermemiştir. Vahdeti Kuvva ilkesi gereği bu böyledir. Bazı ülkelerde çift meclis ile denge kurulmuştur. Türkiye’de ise denge Meclis’in çift seçimi ile kurulmuştur.

Meclis cumhurbaşkanını seçer, onun emrine ordu dâhil belli devlet organlarını verir, bir de hükümeti oluşturur.

Böylece Meclis tarafından oluşturulmuş iki güç arasında dengeyi kurmaya çalışır. Geçmişte bu dengeler bozulduğunda ordu müdahale etmek zorunda kalmış, yahut Turgut Özal döneminde olduğu gibi müdahale başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaklaşan cumhurbaşkanı seçiminde bu dengenin bozulması tehlikesi ile karşı karşıyayız.

Çağımız dünyası “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmekte, bu geçiş sancılı olmakta, insanlık yüzlerce “ekonomik ve sosyal tufan dalgaları” arasında çırpınmaktadır.

Bu “ekonomik ve sosyal tufanlar”a karşı dünyanın sorunlarını “müsbet ilme dayalı sosyal gemi” çözebilir ve insanlığı kurtarabilir.

Bu “tufan dalgaları”nın merkezinde Türkiye de vardır; çözüm de Türkiye’[de]dir.

*

Batı dünyası bu sorunları çözemez. Çünkü eski bina yıkılmadan yeni bina kurulamaz.

Batı dünyası bugün en güçlü durumdadır, zirvededir. Bundan dolayı onu değiştirmek mümkün değildir.

Batı sömüren dünyadır, sömürüye dayanarak yaşamaktadır. Oysa dünya sömürülmekten muzdariptir.

Batı hastalığın kendisidir. Mikroptan tedavi bekleyemezsiniz. Yeni çözümler iki uygarlığın sentezi ile oluşur, İslâm uygarlığını da bilmek gerekir. Oysa Batı İslâmiyet’i öğrenme ihtiyacını duymuyor, kendisini bundan müstağni görüyor.

Nihayet Batı’nın elinde Kur’an benzeri yol gösteren bir kitabı da yoktur.

Allah Türkiye’ye, günümüzde AKP iktidarına veya -o görevini yapmadığı için- onun yerine kaim olacak olanlara her türlü imkânları vererek çözümlerin merkezine oturtmuştur. Bu durum “Millî Görüş Hareketi”nin kırk senelik çalışmalarının en önemli ve başta gelen sonucudur. Fırsatlar her zaman ele geçmez. Mevcut iktidar bu fırsatları değerlendirebilir, “III. bin yıl uygarlığı”nın yolunu açabilirdi; ama bugüne kadar yapılması gerekenleri değil, maalesef tam tersini yaptı. İktidar bundan sonra da yapılması gerekenleri yapmazsa, hem kendisini hem de milletini helâke sürükleyebilir.

Madem ki konuyu yine yapılması gerekenlere getirdik, bugüne kadar onlarca defa yazdığımız şeyleri ilgililere ve yetkililere bir kere daha hatırlatalım.

Neler yapılmalıdır?

*

1. 1940’ların Başbakanı Saraçoğlu’nun dediği gibi; Türkiye’de A’dan Z’ye kadar her şey değişmek zorundadır. Bunu değiştirecek kim olabilir? Türkiye’deki görevli güçler bellidir. Bu güçler el ele vererek birleşmek suretiyle kendileri dışındaki her şeyi A’dan Z’ye kadar değiştirmelidirler. Pansuman tedavilerle kanser iyileştirilemez. O halde önce kendi aralarında uzlaşacak, sonra diğerlerini uzlaştıracak ve anlaştıracak bir yol bulmalıdırlar. Bunun tek çözümü vardır, partileri uzlaştırarak cumhurbaşkanını seçmek ve onun hakemliğinde ülkemizdeki bütün güçleri uzlaştırarak yeni uygarlığı kurmak.

2. İktidarın belki de birinci işi ise siyasi partileri güçlendirmek, Meclis içinde ve hükümette bütün siyasi partileri temsil edilecek hâle getirmektir. Bunun için iktidar tarafından yapılması gerekenler vardır:

a) Meclis dışında kalan partilerden bakan alarak şimdilik hükümette tüm halkı temsil eder hâle getirmek.

b) Seçimde barajı % 5’e indirmek, Meclis dışarıda kalan partilere de oylarını kullandırma yetkisini tanımak.

c) Siyasi partilerin aldıkları oylarla temsil edilmeleri şartıyla yüksek kurulları kurmak ve devlet yönetimini yavaş yavaş bu yüksek kurullara devretmek; mevcut “bürokratik düzen”den “Serbest Genel Hizmet Düzeni”ne geçmek.

d) Siyasi partilerin atadıkları ilmî heyeti oluşturup yeni anayasa meselesini millî mutabakat içinde çözmek. Mutabakatın sağlanmasında hakemler sistemine gitmek.

3. Anayasa maddeleri peyderpey değiştirilecek ve uygulanacaktır. İlk değiştirilecek madde de dokunulmazlıklarla ilgili madde olacaktır. Yargılamada hakemler sistemine geçilmelidir. Bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı oluşturulmalı, ondan sonra tüm dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Yargı önünde herkes eşit olmalıdır. Cumhurbaşkanı bile yargılanabilmelidir.

4. Hâlen iktidar olanlar veya onlar yapmazsa bundan sonra iktidar olacak olanlar Türkiye’yi dış borçtan kurtarma mucizesini hemen göstermeli, milleti Batılılara faiz haracı ödemekten kurtarmalıdırlar.

Türkiye’nin dış borçlar sorununu çözmek için dört imkânı vardır:

1) Dış borç iç borca çevrilmeli, yani dolar borcu enflasyondan korunmuş faizsiz kredileşme borcuna çevirmelidir.

2) Para borcu mal borcuna çevrilmeli, ucuz mal vermek üzere ödemeler taksitlendirmelidir.

3) Borçlar iştirake çevrilmeli ve mevcut tesislerden pay verilmelidir.

4) Dolar YTL olarak ödenmelidir. Bu uygulama bir defaya mahsus olmak üzere enflasyon yapar ama ondan sonra artık istikrarlı ekonomi gelir.

Türkiye ancak bu sayede “ekonomik ve sosyal tufanlar”dan kurtulur.

Şairin dediği gibi;

Allah’a, dayan, saye sarıl, hikmete râm ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘İran devrimi örnek devrimdir’ (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.02.2007

 

Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan “İran devrimi örnek devrimdir.” dedi. Bugün ve yarın ele alacağım konunun özet cümlesi bu kadar. Bu söz hangi vesileyle söylendi?

İran İslâm Devrimi’nin 28. yıldönümü Ankara’da İran Büyükelçiliği’nin verdiği resepsiyonla kutlandı. Resepsiyona katılan Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan bu vesileyle İran İslâm Devrimi’nin büyük bir devrim olduğunu söyledi ve özetle dedi ki;

“İran devrimi sömürgeleşmeye, ezilmeye karşı insanların hakkını koruma devrimidir. Örnek bir devrimdir. İran’daki bu devrim bütün dünyadaki saadetin çekirdeği olacaktır inşallah.”

İran Büyükelçiliği Misyon Şefi Gholamreza Bahgeri Moghaddam’ın ev sahipliğinde Hilton Oteli’nde düzenlenen resepsiyona Erbakan’ın yanı sıra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, AKP Grup Başkanvekilleri Salih Kapusuz ve Eyüp Fatsa, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcıları, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Millî Gazete Ankara Temsilcisi Ferhat Koç, milletvekilleri, büyükelçiler, TSK mensupları ve çok sayıda davetli katıldı. Davete daha önceki senelere oranla hükümet mensuplarının ilgi göstermemesi dikkat çekmiş.

*

 

Bu devrimi idrak etmek lazım

Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, resepsiyonda gazetecilerin sorularını cevaplandırdığında çok önemli ifadeler kullanmış. Doğrusu bu ifadeler tekrar tekrar üzerinde durulmayı, değerlendirilmeyi ve en önemlisi ‘idrak edilmeyi’ hak ediyor.

Erbakan resepsiyonda İran ve Türkiye’nin birbirine iki yakın dost ülke olduğunu ifade ettikten sonra, idrak edilesi bu önemli meseleyi kısaca şöyle değerlendirmiş:

“Bence hedef sadece Almanya ve Fransa arasında olduğu gibi kaç tren gidiyor, kaç kişi gidiyor, ne kadar mal gidiyor olmamalı. Elbette bunları da çoğaltmak gerekir. Türkiye ile İran arasında da ilişki o seviyeye kadar gelmelidir. İnancımız budur. İki kardeş ülke böylece münasebetlerini geliştirmelidir.

Ben her resepsiyona gidecek vakit bulamıyorum. Ama bu özel bir resepsiyondur.

Çünkü bu büyük bir devrimdir. Bu devrimi idrak etmek lazımdır. Sömürgeleşmeye, ezilmeye karşı insanların hakkını koruma devrimidir. Örnek bir devrimdir.

Bugün vesilesi ile tüm İranlı kardeşlerimizin devrimini kutluyorum.

Hayırlı olsun. İranlı kardeşlerimize sevgilerimizi sunuyorum.

İran’daki bu devrim bütün dünyadaki saadetin çekirdeği olacaktır inşaallah.”

Bu büyük devrimi idrak etme meselesi çok önemli.

*

 

Beş bin yıllık yakınlık

Batılılar, önce İspanya/Endülüs üzerinden İslâmiyet ile tanıştıktan sonra Arapçadan Lâtinceye yaptıkları çevirilerle uygarlaşmaya başladılar. Bu arada Bağdat’ta da Nasturiler aracılığıyla Yunan felsefesi klasikleri Arapçaya çevrilmişti. Batı önce Yunan felsefe klasiklerini Arapçadan Lâtinceye çevirdi. Sonra Osmanlılardan dolayı Batı’ya göç eden Bizans âlimleri Yunancadan Lâtinceye çevriler yaptılar.

Batı uygarlığı böyle doğdu.

Batlılar uygarlaşırken İslâmiyet’ten öğrendiklerini gizleyip kapatmak amacıyla yaptıklarına “Rönesans” dediler. Uygarlığın Yunanistan’da başladığını ileri sürerek, Müslümanlardan ileri olduklarını iddia ettiler. Sonra öğrenildi ki, Yunanlılar da medeniyeti Mısır ve Mezopotamya’daki Sümerlerden almışlar. Bu sefer de asıl uygarlığın Mezopotamya ve Mısır’da doğduğunu öğrendiler.

Günümüzde artık kesin olarak anlaşılmıştır ki, ilk medeniyet Mezopotamya/Irak’ta Sümerler tarafından kurulmuştur, yani Hazreti Nuh medeniyetidir.

Sümerlilerin dili Türkçeye yakın dildir. İlk uygarlığı Türkler kurmuşlardır. Hazreti İbrahim de Azeri babadan doğmuş bir Sümerli idi. Mezopotamya’daki “Hak uygarlığı”ndan sonra Mısır’da ayrı bir “kuvvet uygarlığı” doğmuştur. İran ve Anadolu’da ise Mezopotamya/Sümer uygarlığı devam etmiştir. İran’da Elamlar, Anadolu/Türkiye’de Hattiler/Hititler kendi ülkelerinde Sümer uygarlığını devam ettirmişlerdir.

Bundan dolayı İranlılarla olan yakınlığımız beş bin yıllara dayanır.

 

 

***

 

 

 

 

 

‘İran devrimi örnek devrimdir’ (2)

“İran devrimi sömürgeleşmeye, ezilmeye karşı insanların hakkını koruma devrimidir.

Örnek bir devrimdir. İran’daki bu devrim bütün dünyadaki saadetin çekirdeği olacaktır inşaallah.”

Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN (Gazeteler, 14 Şubat 2007)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.02.2007

İslâm uygarlığı Medine’de kurulmuştu. O ekol Medine ulemasına dayanıyordu. Muaviye ile ilgili çıkan ihtilafta Halife Hazreti Ali Irak/Kufe’ye gitmişti. Irak Sümerlerin ülkesi idi. Abbasiler üç bin yıllık uygarlığın üzerinde oturdu. Hazreti Ali’nin soyundan gelen İmam Cafer Medine ekolüne karşı Irak ekolünü geliştirdi. Elamlılar uygarlığı Sümerlilerden aldılar ama hiçbir zaman mağlup olmadılar. Onların kültürleri Araplardan daha ilerideydi. İranlılar İslâmiyet’i kabul ettiler ama kültürleri ile Abbasilere karşı direndiler. Ebu Hanife de Abbasi yönetimine karşı direndi ve sonunda şehit edildi.

İmam Cafer ekolünün talebelerinden olan Ebu Hanife daha sonra “Sünni Hanefi Mezhebi”ni kurdu. İran’da ise Ebu Hanife’nin hocası İmam Cafer’in adı ile “Caferî Mezhebi” kuruldu. Yani, gerek Hanefilik ve gerekse Caferilik Medine ekolüne karşı gelişmiş biri Sünni diğeri Şii iki mezheptir. Türkler Medine ekolünü değil, Caferi ekolünün Hanefi kolunu benimsediler. Böylece kendilerini İranlıların kültürlerinden korudular. Batı mezhebi olan Malikiler ile Hambeliler ayrıldılar. İmamı Şafii ise buları birleştirmeye çalışmıştır. Başlangıçta Medine ekolünde ise de, daha sonra Abbasilerin yanında yer alarak Irak ekolüne yaklaşmıştır.

Türkler ile İranlılar o kadar birbirine yakın ve iç içedirler ki, Selçukluların devlet dili Arapça değil Farsça idi. Mevlana da Mesnevi’sini Farsça yazmıştır. İranlılar ile Osmanlılar arasında asırlar öncesinde bir barış imzalanmış ve o zamandan beri aramızda herhangi bir savaş ve hudut çatışması olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye’yi ilk ziyaret eden devlet adamı İran Şahı olmuştur.

Batılılar son yüzyıllarda Türkler ile İranlıları birbirinden uzaklaştırmak, hattâ savaştırmak için sürekli faaliyettedirler. Bu arada XX. yüzyılın sonlarında İran’da İslâmî bir devrim olmuştur.

*

 

Türkiye ve İran’ın dünyaya etkileri

Millî Selâmet Partisi olarak Cumhuriyet Halk Partisi ile MSP-CHP Koalisyonu yaptığımızda, Humeyni Bursa’da sürgünde bulunuyordu. O sayede solcularla işbirliği yapılabileceğini öğrendi ve İran’da onlarla birleşerek devrim yaptı. İran devrimi bilahare Rus lider Gorbaçov tarafından örnek alındı ve Rusya’da ateizm sona erdirildi. Sonra dünya solcuları da din düşmanlığı yapmaktan vazgeçtiler.

Demek ki bu bakımdan da Türkiye ile İran dünyaya ortak etki yapmışlardır.

Humeyni tarihte benzeri olmayan bir devrim yapmıştır. Halkımız bunu iyi bilmeli, idrak etmeli ve Batılıların aramızı açmak için yaptıkları fitnelere kulak vermemelidir. İdrak etmeye devam ediyoruz.

1. İran İslâm devriminden önce inkılâplar hep dine karşı yapılır, iktidara gelenler cami ve kiliselere saldırırlardı. Oysa İran’daki devrim dindarların dinsizlere karşı yaptıkları bir devrimdir ve bu ilktir.

2. İran devriminden evvel devrimler eşkıyalar tarafından silahla yapılır, sonra da devrim yapanlar birbirlerini yerlerdi. Oysa İran’da halk sokağa dökülmüş ama asla silah kullanılmamıştır. Tam tersine silahsız halka bombalar yağdırılmış ve on binlerce insan şehit edilmiştir. Ama sonunda silahsız güç zalim silahlıyı yenmiştir. Bu da yenidir ve halk devrimidir.

3. Humeyni’nin en büyük bir diğer başarısı, Sünni-Şii çatışmasını sona erdirmesidir. Şiilere Sünnilerin arkasında namaz kılmalarını emretmiş ve ülkesine davet ettiği kimseleri ayırmamıştır. Bu toplantılara bizzat katılıp bu beraberliklere şahit olanlardan da öyle olduğunu çok dinlemişimdir.

4. Dördüncü büyük başarı, Humeyni’nin bin yıldan fazla zamandır uyutulan Şii halkını uyandırmasıdır. O zamanki yöneticiler 12. imamı katletmişler ve bunu gizleyerek bir daha gelecektir deyip Şiilerin siyaset yapmalarını önlemişlerdir. Bu inanış o kadar kökleşmiştir ki, bugün dahi buna inanmaktadırlar. Çünkü bu inanış Şiileri Sünnilere teslimde kendilerini mazur göstermiştir. Humeyni bu bâtıl inanışa dokunamamıştır ama ‘Naibi İmam’ adı altında onları yeniden siyaset sahnesine sokmuştur. Bu da Humeyni’nin İslâm âlemine büyük hizmetidir. Çünkü böylece Batı sömürüsüne karşı İslâm âlemi büyük bir güç kazanmıştır.

*

 

Allah’ın Humeyni’nin İslâm devrimi yönetimine defalarca nasıl yardım ettiğini hatırlayalım.

- Önce Şah’ı devirmekte yardım etmiştir.

- Sonra isyan eden solcuları mağlup etmekte yardım etmiştir.

- Asıl Batı Saddam ile sekiz yıl boyunca saldırırken yardım etmiş ve Saddam’ı/Batı’yı yenmiştir.

- İran yönetimi Tahran’daki ABD elçiliğine el koyduğunda, ABD helikopterlerinden oluşan Fil ordusunu çöldeki ebabil kuşları ile helâk etmiştir.

- Şimdiki atom enerjisi savaşında da Allah’ın onları galip getireceğini bekliyor ve duâ ediyoruz...

 

 

***

 

 

 

 

 

Enerji meselesi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.02.2007

ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) Genel Sekreter Prof. Dr. Arif ERSOY’un yayın yönetmenliğinde “ENERJİ” konulu bir dergi çıkardı. Büyük boy olarak basılan dergi 140 sahifelik yazıları içermektedir. Çalışma arkadaşlarımdan Üstadım Yük. Müh. Süleyman Karagülle ile Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu’nun sözkonusu dergi için birlikte yaptıkları çalışmaya kısmen ben de katıldım. Nitekim bundan önce enerji meselesi ile ilgili yazdığım yazılar o çalışmanın ürünüdür.

O çalışmada, enerji meselesinin teknik ve hukuk olmak üzere iki temel sorunu olduğunu, bunlardan teknik sorunların Batılılar tarafından çözüldüğünü, hukukla ilgili sorunların ise Batılılarca ele bile alınmadığını ifade etmiş, fiyatlandırmaların nasıl yapılacağını anlatmıştık.

Dergideki diğer yazarlar da enerji meselesi ile ilgili olarak yararlı bilgiler vermekte, çok güzel temennilerde bulunmaktadırlar. Bu tür dergilerde enerji meselesi enine boyuna ele alınmalı, çözümler üretilmeli ve bunlar tartışılmalıdır.

Bu tür dergileri halk okuyamaz. Bu tür dergileri o dergide yazanlar okumalı ve birbirlerini eleştirmelidirler. Dergide yazı yazan değerli yazarlardan bunu gerçekleştirmelerini bekliyoruz.

Bu vesileyle bir kere daha meselenin farklı boyutlarını ele alalım.

*

Enerjinin hukuki sorunları nasıl çözülecek?

1. Enerjiyi halk üretecek ve halk tüketecektir. Üreticilerde tekel oluşmayacaktır.

2. Enerjinin alınıp satılması serbest rekabetle sağlanamadığı için halk tarafından yapılamaz. Tekelden yapılması zaruridir. Bunu özel sektör yapamaz. Devlet de yapamaz. Bunu kurulacak “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” yapabilir.

3.Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” herkesten arz edilen enerjiyi alacaktır. Vakıf kooperatife tanınan yüzdesini koyacak isteyen herkese satacaktır. Fiyatı öyle ayarlayacaktır ki, bütün arz ve talebi karşılayacaktır.

4.Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” elektriği alıp satacak, gaz yakıtı alıp satacak. Bunun yalnız taşıma ve nakil hizmetlerini yapacak, depolamayı ise tekelsiz özel sektöre bırakacaktır.

Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”nin yapacağı işlerin başında elektrik üreticilerine üretmeyi öğretmek, bunun için araç ve gereçlerini sağlamak, tüketicilere de tüketmeyi öğretmek, yani ona göre üretim ve tüketim yaptırmaktır.

*

Enerji kaynaklarımızı şu şekilde sıralayabiliriz.

- Eskiden her akan suyun kenarında su değirmenleri ve çarkları kurulurdu. Şimdi onlar küçük elektrik santralleri hâline gelmelidir. Kişi diğer işlerini yaparken değirmenleri de çalıştırıp elektrik üretmelidir.

- Eskiden birçok yerde rüzgâr değirmenleri vardı. Onlar şimdi çoğalıp elektrik üreten değirmenler olmalıdır. Halk diğer işlerini yaparken bunlardan elde ettiği elektriği “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”ne satacaktır.

- Güneş enerjisi güneş pillerle elektrik veya kimyasal enerjiye ve gaza çevrilebilir. Küçük çapta bunu yapacak teknoloji geliştirilebilir.

- Bitki veya çöp artıkları ile termik enerji elde edilebilir.

- Linyit kömürleri ile yerinde küçük ve orta boy santraller kurulabilir.

- Jeotermal santraller kurulabilir.

Halk bunları genellikle kendilerine ek gelir temin etmek üzere üretecektir. Ürettikten sonra ürettiğini “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”ne satabilir. Ayrıca sanayiciler ve kentler kendilerine ucuz elektrik elde etmek için uzak yerlerde santraller kurup istedikleri yerde tüketebilir.

“Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi” ne yapacak?

Yukarıdaki yerlerde küçük boy senkron asenkron motorlar sistemi ile elektrik üreten kimselerden yüz tanesini, bin tanesini kredi ile satışa çıkarır. Şöyle ki, elektrik değirmenine sahip olan bunun bedelini “Elektrik Dağıtım Vakıf Kooperatifi”ne elektrik enerjisi ile öder.

Halk elektrik borcunu ödedikten sonra artık sadece emeği ile üreteceğinden ürettiği malları çok ucuza satabilir, böylece bir taraftan enerji meselesi çözüme kavuşur, diğer taraftan ucuzluk sayesinde ülke ekonomisi canlanır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yerel yönetimlerde yeniden yapılanma (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.02.2007

İstanbul şartlarında muhtarlıkta, belediyede veya herhangi bir dairede bir işiniz varsa, yandınız;. birkaç dakikalık bir işlem için bir gününüzü kaybettiniz demektir. İş ve yevmiye kaybınız da cabası. Bir de dolaşmak için taksi tuttunuzsa maddî kaybınız daha da artar...

Biz, Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a İstanbul trafiğini ve diğer sorunları çözme önerilerimizi anlatmak için görüşmek istediğimizi milletvekili ve belediye bürokratı arkadaşlarımız aracılığı iletmiş ama maalesef sonuç alamamıştık. Malum, İstanbul halkı her gün farklı işkenceler çekiyor...

Yerel yönetimler bakımından yapılacak iş nedir?

İstanbul 15 milyon nüfuslu bir şehirdir. Bir ilçenin ortalama nüfusu 500 bindir.

Demek ki önce İstanbul’u 30 ilçeye ayıracağız ve 30 ilçe belediyeleri oluşturacağız. Sonra her ilçeyi onar beldeye ayıracağız; İstanbul 300 belde olacaktır. Her beldeyi de on muhtarlığa ayıracağız; 3000 muhtarlığımız olacak, her muhtarlık 5000 nüfuslu bir topluluk oluşturacaktır.

Belediyeler bu muhtarlıkları camilerin, okulların bahçelerine veya uygun yerlerdeki mekânlara yerleştirecek, böylece muhtarlıklar halkın kolayca ulaşacağı merkezî yerler olacak, vatandaşlar herhangi bir muhtarlığa gittiklerinde her türlü resmi bilgilere buralardan ulaşabileceklerdir. Herhangi bir isteklerini resmi kuruluşlara bildirebilecek, başvurularını yapacak, cevabını da resmen buradan alabileceklerdir.

*

 

Bu yeniden yapılanmanın gerçekleşmesi için neler yapılmalıdır?

1. Vatandaş veya yabancı vize ve pasaport dâhil her türlü dilekçeyi muhtarlığa yazacak, bunu bilgisayar disketinde veya internet mailinde yazıp muhtarlığa verecek, bir nüshasını da oradaki yazıcıdan çekip imzalayacaktır. El yazısı ile de verilebilir. Muhtarlık bu talebi numara vererek saklayacak ve talebe aynı zamanda noterde saklanmış muamelesi gibi muamele yapılacaktır.

2. Muhtarlık dilekçenin bir örneğini kablolu ağ ile “Belde Belediyesi Dilekçe Değerlendirme Merkezi”ne gönderecektir. Belde Belediyesi Dilekçe Değerlendirme Merkezi bunu “İstanbul Belediyesi Form Üretme Merkezi”ne gönderecek, burada dilekçenin formu üretilecektir. Bu form kablo ağıyla yayınlanacaktır. Eğer o dilekçenin resmi formu daha önce üretilmiş ve kablo ağına girilmiş ise, o zaman dilekçeye göre formu dolduracak ve kablo ağıyla ilçe belediyesi dilekçe değerlendirme merkezine gönderecektir. İlçe belediyesi bu dilekçenin muhataplarını tesbit edip ilgililere gönderecek ve gidecekleri yerlere kablo ağıyla yayınlayacaktır.

3. Dilekçe işlem gördükçe tarihleri ile birlikte kablo ağına da girilecektir. Vatandaş kablo ağına girip dilekçesini takip edeceği gibi, herhangi bir muhtarlığa gidip sonuçtan bilgi alınmış olacaktır.

4. “İlçe Belediyesi Dilekçe Değerlendirme Merkezi”nin muhatap kabul ettiği yerlerde gerekli muameleyi gördükten sonra, işler tamamlanınca kablo ağıyla sonuç yayınlanacaktır. Kişi herhangi bir muhtarlığa başvurup sonuç belgesini alabilir.

*

 

Bu sayede sağlanacak yararlar nelerdir?

1. İstanbul halkının resmi işleri takip zamanı onda bire iner. Yüzde bir vakti resmi işlere ayırıyorlarsa, 2 milyon yevmiye 200 bine iner. Yevmiyeyi 30 lira kabul etsek, günde 54 milyon YTL kazanılmış olur.

2. Bir görevliye havale edilen belge sayısı bilgisayara geçeceğinden, her görevlinin iş yapma kapasitesi ve bunu kullanma kolayca tesbit edileceği için görevlilerin sayısında en az yarı yarıya azalma olacak, başka bir ifade ile görevliler iki misli fazla verimle çalışacaklardır.

3. İstanbul trafiğinde de belirli seviyede bir rahatlama olacaktır. Bu kadar az yakıt harcanacak, bu kadar az kirlilik olacaktır.

4. Bu yolla görevlilerin çalışması, işlerin yürümesi ve aksaklıkların giderilmesi kolayca denetim altına alınacak, “İstanbul Dilekçe Değerlendirme Merkezi” daha kolay çözümler üretecektir. Örnek olarak, istediğiniz zaman namaz kıldığınız caminin avlusunda bulunan muhtarlık binasına dilekçenizi verebilirsiniz. Muhtar da bunu İstanbul Dilekçe Değerlendirme Merkezi’ne havale edecek. Bu, belediye muhatap formu olarak Belediye Başkanı, Belediye Meclisi, ilgili komisyon, valilik ve teşkilatlandırma birimi şeklinde muhataplandırılacak, yerel seçimlerden önce bu teşkilat kurulmuş olacaktır.

Bu yeniden yapılanmanın ve örgütlenmenin başlaması için ayrılacak para hesaplanabilir ve zannediyorum ki kısa zamanda kendisini amorti eder. Çünkü okul ve camiler yerlerini kirasız seve seve vereceklerdir. Buraya atanacak muhtarın geliri zaten kanunla belirlenmiştir. Bilgisayarcılar da imamlardan, öğretmenlerden, belediye görevlilerinden, emeklilerden ve gönüllülerden yetiştirilir, cüz’î mesai ücretleri ile istihdam edilebilir. Hatta dilekçe başına otobüs parasını alsak, halk bunu seve seve verir ve onları finanse eder.

İstanbul artık Millî Görüşçü Adil Düzen belediye başkanlarını seçmeye hazırlanmalıdır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yerel yönetimlerde yeniden yapılanma (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.02.2007

İstanbul belediyelerinde “Millî Görüş ve Adil Düzen”e inanan belediye başkanları ve görevlileri var; bunlar arasında yakından tanıdıklarım da vardır. Başlangıçta bunlarla yakından ilgilendik. AK Parti’nin belli kademelerindeki ANAP’tan gelen kadro “Millî Görüş ve Adil Düzen” düşmanı olduğu için bunlar bir başarı gösteremediler. Ayrıca, Tayyip Bey Millî Görüşten gelseler bile başkanlıklara ve bazı görevlere öylelerini seçmiştir ki, aynen kendisi gibi bu gibi öneri ve çalışmalardan maalesef AİDS virüsünden kaçar gibi kaçıyorlar!

Sonuç olarak bunun ceremesini tüm İstanbullular çekiyor. Hayır; sadece İstanbullular değil, tüm Türkiye ve tüm dünya çekiyor, çünkü herkesin İstanbul’da işi veya yakını vardır.

Gelin, AK Parti dışındaki sağ partiler olarak birleşip şimdiden belediye başkan adaylarını ve kadrolarını çıkaralım; meclis üyeliklerini bölüşelim, seçime öyle girelim. Gelin İstanbul’umuzu cehennem olmaktan çıkarıp cennet gibi yapalım. Gelin herkes kazansın. AK Partililer de günahlarını öğrensinler, milletin beş senesini nasıl yediklerini görsünler ve tevbe edip düzelsinler…

SP, DYP, MHP, DHP, ANAP, GP BBP ve diğerleri olarak, İstanbul Belediyesi ile ilçe belediyelerinde adaylarımızı şimdiden belirleyelim, seçim beyannamemizi hazırlayalım ve herkese görev verip birlikte faaliyete geçelim. Gelin İstanbul’umuzu ve dolayısıyla Türkiye’mizi kurtaralım.

*

Neler yapabiliriz?

1. Önce 5 bin nüfuslu muhtarlıklar ağını kurabiliriz. 2. Bu 3 bin muhtarlığa Anadolu’nun 10 bin bucağından gelenleri dağıtabiliriz. Anadolu halkı kendi hemşerilerinin yanına gelir ve onlarla oturur. 3. Her mahallede oturanları çalıştıracak işyerlerini ayarlar ve trafik sorununu çözebiliriz.

4. İstanbul’da 300 kadar her belde için bir mala mal marketler zincirini örgütleyebilir, böylece İstanbul’un sermaye sorununu çözebiliriz. 5. Mala mal marketler zincirini Anadolu’da 3 bine çıkarabiliriz. Böylece Türkiye’de işsizlik sorunu kalmaz, sermaye sorun olmaktan çıkar. 6. Marketler zincirini tüm dünyada 3 bine çıkarabiliriz. Böylece İstanbul dünyanın ekonomi merkezi olur.

7. İstanbul ilçeleri arasında helikopter toplu taşımacılığını başlatabiliriz. 8. İstanbul içinde araba vapurları paralelinde araba demiryollarını/vagonlarını çalıştırabiliriz. 9. “Uluslararası Boğazlar Vakfı”nı kurup boğazlardaki seyrü seferleri tehlikeli olmaktan çıkarabiliriz. 10. “İstanbul Uluslararası Havayolu Vakfı”nı kurup dünyanın hava ulaştırma merkezini İstanbul yapabiliriz. 11. Transit geçecekler için Karadeniz’de ve Ege Denizi’nde dinlenme limanları yapıp İstanbul trafiğini açarız. 12. Transit geçecekler için Edirne’de ve Bolu’da dinlenme yerleri kurar, bunları parasız yaparak İstanbul ara trafiğini hızlı geçme ve buralarda durmama ilkesiyle hafifletebiliriz. 13. Adapazarı ve Sapanca Gölü güzergâhında ikinci Karadeniz-Marmara denizyolunu açabiliriz. Bunu da Boğazlar Vakfı yapar.

14. İstanbul’da “İlim Adamlarını Konuklama Vakfı”nı kurar, dünyadaki bütün ilim adamlarını İstanbul’da aileleri ile buluşturur, bu sayede İstanbul’u insanlığın ilmî merkezi yapabiliriz. 15. “Dünya Dilleri Vakfı”nı kurarak tüm dünya dilleri ile Türkçemizi buluşturabiliriz.

16. Vakıf hastahaneler ve araştırma merkezleri kurar, İstanbul’u ve ülkemizi koruyucu tababetin merkezi hâline getirebilir, hastahaneleri şifahanelere çevirebiliriz. İlaç tedavisi yerine insanlığı besin tedavisi ve fizik tedavisine geçirebiliriz. 17. Anadolu’da ayıracağımız su havzasından elde edeceğimiz akarsulardan oluşan sağlıklı suları özel vakıfla İstanbul’a taşıyabilir, İstanbullulara şifalı sular içirebiliriz.

18. Anadolu’da kuracağımız elektrik santralleriyle İstanbul halkımıza ucuz elektrik verebiliriz. 19. Anadolu’da su, güneş, rüzgar ve bitki artıkları ile ürettireceğimiz elektrik ile hidrojen enerjisini sağlar ve böylece ülkemizin enerji sorununu çözmüş olabiliriz.

19. İstanbul civarında birer dönümlük ormanlık dinlenme yerleri, evleri ve siteleri oluşturup buralara helikopter seferleri koyabiliriz. Halk günübirlik İstanbul’a gelip gider.

20. Çıkaracağımız “İşletme Senetleri” ile İstanbul’un su ve ulaştırma hizmetlerini halka satıp bu işleri vakıf şirket hâline getiririz. Elde ettiğimiz sermaye ile İstanbul’un ve Türkiye’nin tüm borçlarını öderiz. 21. Kuyumcuları birleştirip onlara altın sertifika çıkarır; dövize değil altına endeksli tasarrufu sağlayabiliriz.

22. “Belediye Avukatlık Yardım Bürosu”nu kurar ve halkımızın hukuk savunmalarını onlara yaptırabiliriz. Mesela, başörtüsüne karşı yapılan baskı anayasal suçtur. Ceza kanununda okumayı ve resmi görevi engelleme suçtur. Her suçun cezası vardır. Başörtüsü suçsa cezası vardır, mahkemeler onu verir. Devlet görevinden men veya okuma hakkının elinden alınması, cezası konmuşa ona mahkeme karar verir; müdür veya rektör değil; YÖK Başkanı hiç değil. YÖK kanun koyamaz. 23. İstanbul halkına hakemlik sistemini öğretir, ülkemizi muasır medeniyetin fevkine yükseltebiliriz.

24. Halk televizyonlarının kurulmasını ve halk dergilerinin çıkarılmasını sağlayabiliriz.

Her partinin bunlar gibi çalışmalara katacağı programları projelendirir, gelirlerinin nerelerden sağlanacağını belirtiriz. İstanbulluların bizi seçeceğinden eminiz.

Bu öneriler adı geçen parti il ve ilçe merkezlerine ulaştırılmalı ve değerlendirilmelidir...

 

 

***

 

 

 

 

 

28 ŞUBAT yazıları! (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28 ŞUBAT 2007 Çarşamba günü, Millî Gazete’nin santralı 28 ŞUBAT haber, yazı, yorum ve değerlendirme azlığı sebebiyle telefon bombardımanına tutulmuş! Bu yoğun istek üzerine; buyurun 28 ŞUBAT yazısı!

28 ŞUBAT’ın asıl suçluları televizyonlara çıkıyor ve o günleri hevesle anlatıyorlar, medyaya utanıp sıkılmadan hâlâ o günlere heveslenircesine beyanatlar veriyorlar!

Özellikle Millî Görüşçüler ve Adil Düzen Çalışanları gerçekleri olabildiğince bilsinler diye, yıllardır yaptığımız üzere, bu sefer de 28 ŞUBAT’ı bazı farklı yönleriyle anlatmak isterim.

*

28 ŞUBAT neden oldu?

1- Önce biraz geriye gidelim ve meseleyi baştan ele alalım. 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yapılan toplantıda Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı yıkılıyor, Avusturya İmparatorluğu parçalanıyor ve Avrupa devletleri içine katılıyor. Rusya’da Sovyetler imparatorluğu yani komünizm kuruluyor ve kapitalizme karşı denge oluşturuluyor. Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor ve dinsiz devletler oluşturuluyor. Türkiye de bu gruptandır, hedef olarak dinsiz bir Türkiye oluşturulacaktır.

Türkiye’ye biçilen rol şudur: İmparatorluk yıkılacak, yerine dinsiz bir Türkiye devleti kurulacak, Hıristiyanlar Türkiye’den tehcir edilecek. Böylece ileride kurulduğunda buraların İsrail imparatorluğu tarafından işgali kolaylaşacak, Hıristiyanlar karşı çıkmayacak. O plana göre Türkiye 1997’de yani 1897’den 100 sene sonra yıkılacak, Sevr uygulanacak, İsrail imparatorluğu kurulacaktı. İşte, 28 ŞUBAT Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkma uygulamasına geçmedir; ama başarılamamıştır.

2- Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1900’den beri borçlandırılıyor, ekonomisi batırılıyor, darbelerle geri bırakılıyordu. 54. Erbakan Hükümeti işbaşına gelince bu çöküşe ‘dur’ denmeye başlandı, 28 ŞUBAT’ın asıl sebebi işte bu başarılı gelişmedir. Onlar bunu hep yapmaktadırlar. Menderes’i Türkiye’yi kalkındırdı diye astılar! Demirel’i kaç defa indirdiler! Özal’ı neden kurşunladılar? 28 ŞUBAT ile Türkiye’deki ekonomik gelişmeyi ve kalkınmayı durdurdular. Türkiye ondan sonraki beş sene zarfında ekonomik ve sosyal yönden kan ağlamıştır. AKP, dört senedir hâlâ o yaraları tedavi edip ülkemizi 54. Erbakan Hükümeti dönemine ulaştıramamış, aksine bazı alanlarda daha da gerilere götürmüştür. Demek ki, 28 ŞUBAT asgari olarak Türkiye’yi on sene geri bırakmıştır.

3- 28 ŞUBAT’ın önemli bir de dış sebebi vardır. Sömürü sermayesi dünyadaki bütün güçleri oluşturur, sonra kontrolü altına alır. Kendi dışında bir sosyal oluş gerçekleşmişse, önce onu kontrolü altına almaya çalışır; alamazsa yıkar. Mesela, Erbakan D-8’leri kurdu. Amerika D-8’lerin kurulmasını Avrupa Birliği’ne karşı bir güç oluşturulması amacıyla istiyordu. Bunu kendisi kuramadığı için başlangıçta kurulmasına göz yumdu. Sonra baktı ki Erbakan D-8’leri onlara yar etmeyecek, onu uzaklaştırmanın yolunu aradı ve 28 ŞUBAT’ı gerçekleştirdi.

4- 28 ŞUBAT’ın önemli bir sebebi daha vardır. Tansu Çiller ‘Adil Düzeni bırakmanız şartıyla koalisyon yaparım!’ demiş; daha sonra da ‘Adil Düzeni ben engelledim’ diyerek gazetelerde manşet olan beyanatlar vermiştir. İç ve dış istihbarat örgütlerinin de özel baskıları olmuştur. “Adil Ekonomik Düzen” oluşturulup ülkenin sorunları çözüleceğine, mevcut faizli sistemde sorunların üstesinden gelinmeye çalışılmıştır. Soruyoruz; o sözde başarılarıyla övünen Tansu Çiller şimdi nerelerdedir?!.  

*

Yeniden yapılanma çalışması yapmalıyız

Bu acı gerçekler bilindikten sonra, ‘28 ŞUBAT niçin oldu?’ sorusu sosyal kanunlar gereği çözülür. Eğer bundan sonra gerçekten 28 ŞUBAT benzeri bir âfetle karşılaşmak istemiyorsak, her konuda olduğu gibi özellikle ordu meselesinde de yeniden yapılanma çalışması yapmalıyız. Daha önce değişik vesilelerle yazdığımız detayları bir kere daha özetle hatırlayalım.

- Ordularımızı saldırı orduları değil, savunma orduları hâline getirmeli ve ona göre teşkilâtlandırmalıyız.

- Her bölgemizi bir ordu savunacaktır. Ordularımızı 12’ye çıkarmalıyız: Samsun, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Kayseri, Konya, Afyon ve Ankara bölgelerinde birer ordu yerleştirmeliyiz.

- Ordular kendi savunma silahlarını kendileri üreteceklerdir. Biz siviller olarak sadece maddi imkan sağlayacağız.

- İç güvenlik illere bırakılmalı, sıkıyönetim dışında askeri iç işlerine karıştırmamalıyız.

28 ŞUBAT’ı farklı bir açıdan yazmaya devam edeceğiz…

 

 

*

 

 

 

 

 

28 ŞUBAT yazıları! (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28 ŞUBAT 2007 Çarşamba günü, Millî Gazete’nin santralı 28 ŞUBAT haber, yazı, yorum ve değerlendirme azlığı sebebiyle telefon bombardımanına tutulmuş! Bu yoğun istek üzerine, diğer yazar ve yorumcu arkadaşlarımızla birlikte 28 ŞUBAT’ı yazmaya devam ediyoruz…

Dış siyasetimizde şimdilik sürdüreceğimiz genel strateji Mustafa Kemal ve arkadaşlarının uyguladığı siyaset olmalıdır; yurtta sulh, cihanda sulh.

Bizim kimsenin bir karış toprağında gözümüz yoktur. Kimseye de bir karış toprak vermeyiz. Biz hiçbir devleti iç işlerimize karıştırmayız ama biz de kimsenin iç işlerine karışmayız. Oralarda zulmedilen halklar varsa ülkemize göç ederler, onları muhacir olarak kabul eder ve kardeş yaparız.

İç işlerimizde de her şeyden önce yargımızı saygın, etkin, tarafsız ve bağımsız hâle getirmeliyiz. Bunun için ceza davaları da dahil olmak üzere hukuk sistemimizde zaten var olan “hakemler sistemi”ne gitmeliyiz ve yargıyı her yönüyle en üst seviyeye çıkarmalıyız.

Karşılıksız faiz parası”nı ortadan kaldırıp “karşılığı olan senet parası”nı çıkarmalıyız. Halkımız “işletme senetleri” ile iş yapmalıdır. Herkese iş ve herkese aş sorunlarını çözmeli, yani çözüm olarak mutlaka “Adil Ekonomik Düzen”i getirmeliyiz.

*

28 ŞUBAT mağdurlarının hakları iade edilmeli ve ağır tazminat ödenmeli

İşte; eğer bir gün sömürü sermayesinin patronları Amerika’da bir otel lobisinde toplanır da yeni bir 28 ŞUBAT planlarlarsa, o zaman geldikleri gibi giderler, hem de kötü giderler; dünyadaki sermaye hâkimiyeti bitmiş olarak giderler.

28 ŞUBAT gibi müdahalelerde sermayenin Türkiye’deki figüranlarını veya kuklalarını eleştirmenin bir mânâsı yoktur. O para onlarda varken pek çok asi ve hainleri bulabileceklerdir.

Bir de Türk milleti 28 ŞUBAT karşısında ne yapmış? Ona kısaca bakalım.

Türk milleti beş sene sabretmiş ve sonunda kimi 28 ŞUBAT mağdurlarını gerçek Millî Görüşçüler zannederek anayasa ekseriyeti ile iktidar etmiştir.

Bu süre zarfında, aradan dört sene geçtiği halde, 28 ŞUBAT mağdurlarının mağduriyetleri hâlâ artarak devam ediyor. Erbakan ve arkadaşlarının milletvekilliklerini devlet gasp etmiş, dokunulmazlıkları kaldırılmadan ve muhakeme yapılmadan mahkum edilmişlerdir.

Devlet bu 28 ŞUBAT mağdurlarının haklarını iade etmeli ve ağır tazminat ödemeli, bunu da Süleyman Demirel ve Vural Savaş dahil, o günkü aktörlerden ve sokaklarda yürüyenlerden tahsil etmelidir.

*

28 ŞUBAT’lara karşı Türkiye’nin korunması

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda benimsenmiş bir ilke vardır. Yayılmacılık yoktur. Dışarıdakiler bize gelirlerse kucağımız açıktır. Bu İslâmiyet’in emrettiği bir siyasettir.

Biz eğer dünyaya yeni bir medeniyeti götüreceksek, bu medeniyete karşı direnen olursa fetih siyasetini güdebiliriz. Oysa biz uygarlıkta şimdilik onlardan gerideyiz. Dolayısıyla bizim onlara saldırma hakkımız yoktur. Bir gün ülkemizde “Millî Görüş Hareketi”nin ana meyvesi olan “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” gerçekleşir, bu sayede muasır medeniyetin fevkine/üzerine çıkarsak, o zaman fetih mücadelelerine girişebiliriz. İslâm orduları zamanında “barış düzeni”ni götürmek için dünyayı fethettiler. Avrupa orduları dünyayı bunun için fethettiler. Yeni medeniyet yeni fetihleri gerektirir.

Şimdilik “Adil Düzen”i ve “Adil Ekonomik Düzen”i ülkemizde uygulayıncaya kadar sadece savunma ordumuz olacak ve dışarıda cereyan eden olaylara karışmayacağız, tuzaklara düşmeyeceğiz.

Her şeyden önce ülkemizin ekonomisini düzeltmeliyiz.

Bir ülkenin ekonomisi düzelmezse o ülke ordusunu besleyemez. Meselenin püf noktası ekonomidir. İyi bir ekonomisi ve güçlü ordusu olmayan devlet de kendisini savunamaz. O halde her şeyden önce ülkemizin ekonomisini düzeltmeliyiz.

Ekonomiyi düzeltmek için ne yapmalıyız?

Her şeyden önce, özellikle dış borçlarımızı hemen kapatıp faiz ödemekten kurtulmalıyız.

Borçlarımızı nasıl kapatacağız?

Bunun dört yolu vardır. Türkiye dolar borcunu bu dört yoldan biriyle kapatır.

28 ŞUBAT meselesine farklı bir açıdan açıklık getirmeye yarın da devam edeceğiz…

 

 

*

 

 

 

 

 

28 ŞUBAT yazıları! (3)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Türkiye özellikle 28 ŞUBAT süreci sonrasında daha da artan ve müzminleşip kronikleşen dolar borcunu dört yoldan biriyle kapatır.

Birincisi, dış borcu iç borca çevirmektir.

İkincisi, nakit borcu mal borcuna çevirmektir.

Üçüncüsü, ülkenin borcunu iştirake çevirmektir.

Dördüncüsü, faizli borcu kredileşme borcuna çevirmektir.

Türkiye daha fazla gecikmeden “karşılıksız para” sisteminden vazgeçip “karşılıklı faizsiz para sistemi”ne geçmelidir. Bunun için dört çeşit para kullanılacaktır.

Birincisi, imar senetlerini alıp satan ve inşaatı kredilendiren toprak parası;

İkincisi, ön ödemeli siparişleri kredilendiren ve tarım meselesini çözen buğday parası;

Üçüncüsü, inşaat malzeme stoklarını faizsiz ve icrasız kredilendiren demir parası ve;

Dördüncüsü, bu paralarla dövizleri alıp satan ve nakit görevi gören altın parası.

Bu paralara geçmek, paralardaki sıfırları atmaktan daha kolaydır.

*

28 ŞUBAT gibi müdahalelerde suiistimal edilen ordunun gelirleri anayasal hâle getirilip siyasilerin denetiminden çıkarılmalıdır. Ordu kendi gelirlerini kendisi denetlemelidir.

Ordunun gelirleri de dört çeşittir. Millî bütçenin beşte biri tek kalem olarak orduya ayrılacaktır. Gümrük gelirleri ordunun olacaktır. Askerlik bedelleri de ordulara aittir.

Asıl önemli olan şudur. Ordu sadece tüketici olmaktan çıkarılmalı, üretici hâle getirilmeli; yolların bakımı, elektrik hatlarının bakımı ve korunması, garajların, havaalanlarının, rıhtımların ve limanların işletilmesi onlara verilmelidir. Böyle yapılırsa ne olur?

Oralardan gelirler temin eden ordu ülkeye yük olmaktan çıkar. Savaşta da o stratejik yerlere önceden bütün detaylarıyla sahip olduğu için oraların savunmasını en iyi şekilde yapar. Ayrıca, bu gibi yerlerde askerlik yapanlar aynı zamanda bir meslek öğrenerek evlerine dönerler. Askerlik bu sayede bir meslek eğitimi müessesine dönüşmüş olur.

Tüm ekonomi mekân içinde planlanmalı, zaman içinde planlanmalıdır. Mesela, nereden yol geçecekse bu önceden planlanarak belirlenmelidir. Uluslararası yol planları 1000 senelik olmalıdır. Ülkeler kendi planlarını 500 senelik yapmalıdır. İller planlarını 250 senelik yapmalı, bucaklar 125 senelik yapmalıdırlar. Bu planlamada savunma ile hayat iç içe birlikte düşünülmelidir. Her bölgenin savunmasını yapan ordudan onun bölgesindeki planlama onların görüşü alınarak yapılmalıdır. Ordunun hangi işletmeleri işletebileceği planda belirtilmelidir.

Savaşın kazanılmasında araçlardan çok eğitim önemlidir. Ne kadar iyi silahın olursa olsun, onu kullanmayı ve iyi atış yapmayı bilmiyorsan, o zaman o silah bir işe yaramaz. Şoförlüğün veya şoförün yoksa, araban olsa ne yazar. Kaldı ki, savaşta bile daima düşman silahlarına ve araçlarına sahip olabilirsin. Eğer onları kullanmayı biliyorsan, hiç silahın olmasa, ikmalin olmasa da savaşı kazanabilirsin. Bundan dolayı savaşlarda zaferleri kazanmak için iyi eğitimin alınması gerekmektedir.

Güncel eğitim, sürekli eğitim, özel eğitim ve savunma eğitimi alınmalıdır. Onun için her asker senede en az onbeş gün, gerekirse bir ay askerlik eğitimini görmeli, her sene kıtaya gidip oradaki yeni gelişmeleri bizzat öğrenmelidir. Ömür boyunca özel olaylar dışında kıta değiştirilmemelidir. Askeri eğitim onbeş yaşında başlamalı, ondan sonra senelik olarak sürdürülmelidir.

Askerlik mecbur olmalıdır. İsteyenler bedel verebilmeli ve savaştan muaf tutulmalı; ancak bu bedelliler seçme ve seçilme haklarını kaybetmelidirler. Bedelli olmak gönüllü olmalıdır. Böylece ordu hem maddî imkânını artırmış, hem de savaşmak istemeyenleri zorla askerliğe sürüklememiş olur.

En önemlisi, askerlik demokratik olmalıdır. Şöyle ki, herkes askerliğini kendi bölgesi dışında bizzat kendisinin seçtiği komutanın emrinde yapmalıdır. Komutanını bizzat kendisi seçmelidir. Normal zamanlarda kişi üstünü veya ordusunu değiştirebilmelidir. Buraya kadar olan kısım demokratiktir. Bundan sonrasında artık askerlik başlamalı ve ast üstü için ölebilmelidir. Bu taksimin en önemli yararı, her ordu belli kurallar koyar, o kurallara uyan ordusunu seçer ve oranın askeri olur. Bu ordu o bölgenin halkının da istediği kurallar koyar. Ayrıca tüm ülke asker bulabilmek için belli kriterleri olan kuralları koyar.

Türkiye’nin varlığını sürdürmesi için bu gibi yenilikleri yapmak gerekmektedir.

28 ŞUBAT’lar ancak bu gibi yeniden yapılanmalarla önlenebilir.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2007 Yazıları
1-2007 Ocak
1134 Okunma
2-2007 Şubat
1226 Okunma
3-2007 Mart
1199 Okunma
4-2007 Nisan
1098 Okunma
5-2007 Mayıs
1092 Okunma
6-2007 Haziran
1146 Okunma
7-2007 Temmuz
1233 Okunma
8-2007 Ağustos
1233 Okunma
9-2007 Eylül
1106 Okunma
10-2007 Ekim
1232 Okunma
11-2007 Kasım
1333 Okunma
12-2007 Aralık
1116 Okunma

© 2024 - Akevler