Milli Gazete 2007 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2007 1.Baskı
1229 Okunma
2007 Ağustos

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

AĞUSTOS 2007

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Reel ekonomi gerçekleri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.08.2007

Yavaş yavaş seçim günlerindeki seçme ve seçilme havasından kurtulmak suretiyle hayatın ve ekonominin gerçekleriyle baş başa kalmaya başladık. Asıl işimize yani reel hayata, hayatın hakikatlerine ve reel ekonominin gerçeklerine döndük. Bu amaçla bir yandan ekonomik hayatımıza ayna tutmaya çalışıyor, diğer yandan yazdığımız yorumlarla çok yönlü katkıda bulunmaya gayret ediyoruz.

Seçimde bir şekilde oyunu artıran iktidar partisinin balayı günleri bitmek üzere; hattâ bitti bile!

Geçenlerde de yazdığım üzere, vaatler dönemi bitti, tekrar hayatın ve reel ekonominin gerçekleri ile baş başa kaldık. Artık sorunlarımızla baş başa başımızın çaresine bakmak, çare ve çözümler üretmek, üretilen bu çözümleri en iyi şekilde uygulamak durumundayız.

Bir parti için bu kadar yüksek oy almak elbette güzel, ama bu durum göreve gelecek hükümetin sorumluluğunu ve yeni kabine üyelerinin yükümlülüklerini daha da artırmıştır.

Halkımız iktidar partisine yüksek oy vererek çıtayı yükselmiş, beklentileri çoğaltmış, sorunlarının çözüme kavuşturulması veya en azından sihirli kelime ‘istikrar’ ile ifade edildiği üzere mevcut durumun devamını istemiştir. Evet, tamam, ‘istikrar’ devam etsin ama; halkımız için öncelikli ve birinci derecede önem arz eden ‘istihdam’ yani ‘işsizlik’ meselesidir. Birinci derecedeki dikkat alanıdır.

Genel olarak sanayi ve ticaret hayatının dışında en geniş sektör olarak ‘hizmet sektörü’ de değişik sorunlarla boğuşmaktadır. Hizmet sektöründe işlerin en iyi şekilde tanımlanması, standartlarının belirlenmesi, insan kaynaklarının yetiştirilip zenginleştirilmesi ve en önemlisi kredi sorunlarının en uygun şekilde -mümkünse faizsiz krediyle- çözümlenmesi, ülke ekonomimizin temel sorunlarından biridir.

Sosyal ve ekonomik evrim sürekli olarak yeni durumlar, her yeni durumlar da yeni sorunlar üretiyor. Bu sorunlar da uygulanacak çözümler ve yeni uygulayıcılar bekliyor…

*

Halk arasında seçim öncesi farklı, seçim sonrası farklı havalar teneffüs ettik. Seçim öncesinde pek renk vermeyen halkımız, seçim sonrasında kendince derin değerlendirmeler yapıyor ve özellikle ekonomik beklentilerini bir bir sıralıyor. İş hayatı veya özel hayat vesilesiyle hemen her gün iş adamı, işçi, memur, emekli, esnaf, zanaatkâr, çiftçi, tarım köylüsü, üretici, tüketici gibi kesimlerle görüştüm, görüşüyorum... Gazetecilik ve yazarlık saikiyle hareket ederek olsa gerek, her seferinde bir noktadan sonra mutlaka memleket meseleleri muhabbeti faslı başlatmak, olmazsa olmaz şartlardan biri gibi oluyor.

-Ne olacak bu ülkenin hâli?

-Reel ekonomik sorunlarımızı kimler nasıl çözecek?

-Tamam, zenginleşiyormuşuz ama; bu zenginliğin adil paylaşımı nerede?

-Ülkemiz IMF’den, dış borçlardan ve dolayısıyla dışa bağımlılıktan kurtulabilecek mi?..

Seçim günlerinden kalma kondisyonumuzun tazeliği sayesinde, halkımızın her türlü sınıf ve kesiminden oluşan soru sahiplerine gerekli cevapları yetiştiriyoruz.

Ama teorik olarak anlatmak başka, reel ekonominin gerçekleri ise bambaşka!

Bunun böyle olduğunu ben değil, halkımız söylüyor.

Ben gazeteci, yazar ve yorumcu olarak onların söylediklerinin aktarıcısıyım.

Halkımızı oluşturan her türlü kesimler gözle görülür sonuçlar istiyor.

Bu isteklerinde istikrar adına çok ısrarlı değilmiş gibi görünseler de; aslında tahammül sınırlarının zorlanmaması gerektiğini imalı bir şekilde hissettiriyorlar. İşler beklentilerin ötesinde farklı şekilde cereyan ederse yavaş yavaş homurdanmaya başlayabilirler. Ben, yanardağ misali bu derin homurtuları hissedenlerdenim. En ufak bir genel veya ekonomik kriz bu homurtuları kükremeye dönüştürecektir.

*

Reel ekonomi gerçekleri doğrusunu söylemek ve yazmak gerekirse, halkımızın gözüyle derinden bakıldığında pek de parlak görünmüyor. Halkımız pek ala bunun farkında. Herkes bir şekilde borçlu ve/ya alacaklı; bundan dolayı varolan suni istikrarın bir şekilde devamından yana görünüyor.

Bunun böyle olduğunu, aklı başında her türlü sade vatandaş ile orta veya yüksek seviyede yönetici olan kişiler özel görüşmelerde rahatlıkla dile getiriyorlar.

Velhâsıl, halkımızın her kesimi reel ekonominin gerçeklerini bir şekilde görüp idrak ediyor.

Hattâ, gerçekleri sadece görmekle yetinmekle kalmıyır, biraz yoklanıp deşildiğinde, tesbit ve teşhislerden sonra, kendince çare ve çözümler bile sıralayıveriyor.

Yeni Anayasa, yargı reformu, YÖK meselesi, AB ile ilişkiler, PKK ve Irak, küreselleşmenin etkileri gibi burada hepsini yazamayacağım birçok sorunun yanı sıra, reel ekonominin gerçekleri de ülke gündemini sürekli işgal etmeye devam edecek. Tesbit ve teşhislerin bundan da ötesi var; ama yerimizin sınırlı olması sebebiyle, bugünlük bu kadar. Bu ve benzeri konular üzerinde durmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Elektrik kesintileri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.07.2007

Elektrik ve su kesintileri yeniden reel ekonomik ve sosyal hayatımızın gündemine giriverdi. Son olarak seçim dönemi vesilesiyle ertelenen uygulamalar, seçim sonrasında adım adım tatbik edilme aşamasına geliverdi. Yılların ihmaliyle oluşan yetersizlikler ve olumsuzluklar hayatımızın her alanına yansımaya başladı bile.

Yetmişli yıllarda matbaa sektöründe İzmir’deki büyükçe entegre bir tesisimizi yönetiyordum. O zamanki teknolojiyi bilenler bilir; günümüzde olduğu gibi dizgi ve baskı makineleri yanında, kırma, iplik dikiş ve ciltleme makineleri de hep elektrik enerjisine bağımlı idi. O yıllardaki elektrik kesintileri meşhurdu. Mesai saatlerimizin ancak yarısında elektrik enerjisinden yararlanıyor, geri kalan zamanlarda el emeği ile yapılabilecek işlerde elemanları değerlendirmeye çalışıyorduk. Tahmin edileceği üzere, sonunda genel toplamda büyük zararlarla karşı karşıya kalıyorduk.

Yetmişli yıllardaki elektrik kesintilerini hatırlatırcasına, geçtiğimiz haftayı İzmir ve civarında geçirdiğimde, o yıllardaki aynı sorunları tekrar yaşadım. Kaldığım konutlarda elektrik uzun saatler ya kesiliyor veya bazı cihazların çalışmasını sağlayamayacak kadar zayıf geliyordu. Kimi yerde bilgisayarımı kullanmada bile sorunlar yaşadım, oradan oraya gidip gelmek zorunda kaldım. O muhitlerdeki bakkal, market, eczane ve benzeri işyerlerinin perişanlıkları ise anlatılır gibi değil. Soğutma cihazları arızalanıyor, gıda ürünleri bozuluyor, jeneratörü olanlar çalıştırıyor, olmayanlar perişan oluyordu. Evlerimizin bulunduğu semtte 182 imza toplayarak şikayet dilekçemizi ilgili elektrik dağıtım kuruluşuna takdim ettiğimizde, derhal kısmî bir iyileştirme yaşayıverdik ama…

*

Elektrik üretimi ve enerji konularını bu sütunda daha önceleri değişik vesilelerle ele aldım. Enerji meselesinin temel sorunlarını ve çözüm önerisi kapsamında bazı değerlendirmelerimi yazdım. Bugünlerde başlatılan kesintiler sebebiyle bunları kısaca tekrar hatırlayalım.

Elektrik ve enerji meselesinin dört temel sorunu vardır. 1. Enerjinin depolanabilmesi için depolanabilecek tür enerjiye dönüşmesi gerekir. Mesela, güneş enerjisi kimyasal hidrolik enerjiye dönüşerek depolanabilir. 2. Depolanan enerjinin saklanması, gerektiği zaman kullanılması söz konusudur. Mesela, uranyumda depolanan enerjinin atom bombası yapılıp patlatılacağı zaman kullanılması istenir. 3. Enerjinin çok önemli bir sorunu da nakil sorunudur. Enerji kullanılacağı zaman kullanılmalı, bir de kullanılmayacak yerde kullanılmamalıdır. 4. Kullanılacak yerde bulunan enerji, depolanmış şekli ile değil, bizim istediğimiz şekle dönüştürülmeli ve kullanılmalıdır.

Enerjilerin kıymeti bu dört özelliği gerçekleştirmesi nisbetiyle ölçülür.

Bunların içinde dönüşme bakımından, ister depodan kendisine dönüşmesi ve kendisinin istenilen yerde kullanılması için en elverişli enerji “elektrik enerjisi”dir. Ne var ki elektrik enerjisinin hiç depolanma kabiliyeti yoktur, pratikte yoktur. Temel sorunlardan biri de buradan kaynaklanmaktadır. Elektrik enerjisi üretildiği anda tüketime arz edilmek zorundadır.

*

Enerji sorununun çözülmesi için bir sistem ve bu sistem çerçevesinde uygulama kurallarını içeren mekanizmalar kurulması gerekiyor.

Neler olmalı, neler yapılmalı?

1. Tüm enerji üretimi ve depolanması yaygın olarak halk tarafından yapılmalı, tekel kuruluşların enerji üretimi olmamalıdır.

2. Tüm elektrik enerjisinin tüketilmesi halk tarafından ve halkın yararına yapılmalıdır. Tekel unsurların genel kullanım dışında ve öz ihtiyaçlarından fazla elektrik enerjisi tüketimi olmamalıdır.

3. Tüm üreticiler elektriği dağıtıma satacaklar ve tüm tüketiciler elektriği dağıtımdan alacaklardır. Herkese eşit fiyatla satılacak, eşit fiyatla alınacaktır.

4. Fiyat ise dağıtım yöneticileri tarafından değil, bilgisayarlara öğretilen formüllerle hesaplanacaktır. Öyle hesaplanacaktır ki, üretilen enerji tüketilen enerjiye eşit olacak, elektrik nakil dağıtım işletmesi, sattığı her enerji başına sabit bir fark alacaktır. Bu sabit fark ihalelerle ilgililer tarafından belirlenecektir. Ayrıca fiyatı ayarlayan formüllerdeki hat sayıları da aynı ilgililer tarafından tespit edilecektir. Formüller aynı zamanda kurallar olduğu için, artık müdahale ve dağıtımda adaletsizlik söz konusu değildir.

Bu mekanizmanın çalışması için elektrik üretim ve dağıtım kuruluşlarının bütün arz ve talepleri karşılaması gerekir. Bu sorunun çözülmesi de fiyat formüllerinde ortaya çıkacaktır. Söz konusu ettiğim bu formüller ‘teknik’ kadar ‘hukuk’, ‘hukuk’ kadar da ‘tekniği’ ilgilendirir. Bunların detayları bizdedir.

İlgililere, yetkililere ve uygulayıcılara bugünlerdeki kesintiler sebebiyle tekrar duyurulur...

 

 

***

 

 

 

 

 

Vay hâlimize! (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.08.2007

Son yıllarda ülkemizde değişik dönemlerde ekonomik krizler yaşandı. Bunların halkımız ve ülke ekonomisine ödettirilen bedelleri çok ağır oldu. Göz göre göre halkımızın milyar dolarları hortumlandı. ‘Özelleştirme’ kamuflajı altında ülke varlıkları özellikle yabancılara peşkeş çekildi. Satılanlar satıldı, geriye ne kaldı derken; şimdi sıra Türkiye haritasında yer alan derelere, çaylara, irili ufaklı nehirlere, ırmaklara ve onlar üzerindeki barajlara geldi. Göründüğü kadarıyla, Türkiye’yi giderek Osmanlı Devleti’nin yıkılışı dönemindeki Düyun-u Umumiye şartlarına doğru götürmekte olan bu süreç böyle devam ettirilirse;

Vay hâlimize!

Bu ekonomik krizler sonrasında yeniden toparlanmak ve yeniden istikrarı temin etmek için değişik çabalar gösterildi. İstikrar kelimesinin altını özellikle çiziyorum, çünkü bunun sebebi var. Herkes mevcut durumunun devamı yani istikrarı adına hareket etti ve seçimden malum sonuç çıktı! Aşağıda sıralayacağım sebeplerden dolayı bu istikrar böyle devam eder de, ülke ekonomisi aynen yakın ve uzak geçmişte olduğu gibi yönetilirse, işte daha baştan buraya yazıyorum;

Vay hâlimize!

Ancak, bütçe açıkları, cari açık, ithalat ile ihracat arasındaki açık ve burada daha fazla saymak istemediğim ekonomideki nice açıklarımızdaki istikrar önümüzdeki yeni ekonomik dönemde de aynen devam ederse;

Vay hâlimize!

Yeni ekonomik dönem başlıyorken, istikrar adına iç ve dış borçlarımızın düşürülmesi, enflasyonun düşürülmesi, faizlerin düşürülmesi, ekonomik hayatımızın her alanında fiyatların düşürülmesi gerçekleştirilemezse;

Vay hâlimize!

Hani, suni bir efsaneye dönüştürülmeye çalışılan ve onların işine geldiğinden olsa gerek, iç-dış büyük sermaye tarafından sürdürülebilir yüksek büyüme sağlanması konusunda bugüne kadar yapılanlar aynen yapılmaya devam eder, kişi başına gelirimiz bu yıl da şu kadar arttı diye yazılır ama bu rakamlar her ne hikmetse halkın cebine bir türlü yansımaz, yani adil bir gelir dağılımı gerçekleştirilmez veya gerçekleştirilemezse;

Vay hâlimize!..

*

Seçim döneminde siyasi çalışmalar sebebiyle biraz daha yoğun olmak üzere, normal zamanlarda iş hayatımız gereği sürekli olarak birlikte olduğumuz iş dünyamızın tüccar, yönetici, çalışan, esnaf ve iş adamları ile birlikteyiz, birlikte olmaya devam ediyoruz...

Bu vesileyle iç piyasalardaki daralmayı ve sıkışmayı ekonomi hayatımızın içindeki o insanlarla bizzat gözlemleyerek yaşıyoruz.

Bu kesimlerin tamamına yakınının finansman kaynakları yeterli değil. Mesela, kredi muslukları sadece küçük bir azınlığa açılıyorken, faizsiz kredilerin ismi bile anılmıyor.

Bunun böyle gitmeyeceği, gidemeyeceği ayan beyan ortada. Ama son beş-on yıllık ekonomi politikaları aynen devam ettirilir de yukarıda isimlerini saydığım ve saymadığım ekonomi hayatımızdaki kesimler aynı sıkıntıları yaşamaya devam ederse;

Vay onların hâline, vay hâlimize!..

*

Bu yazıyı yazmayı bana ilham eden Doç. Dr. İbrahim Öztürk’e teşekkür borçluyum; teşekkürler… Öztürk, ‘Okurlarım, kriz sonrasında istikrarı temin etmedeki başarısı sebebiyle AK Parti’ye verdiğim desteği biliyor.’ ilk cümlesiyle başladığı, hemen seçim ertesi olan 23 Temmuz tarihinde yayımlanan yazısına, Yeni hükümeti bekleyen sorunlarbaşlığını koymuş.

Uygulanagelen ekonomi politikalarını destekleyen biri olduğunu itiraf etmesine rağmen, hemen devamında bakınız neler yazıyor: ‘Ancak, bundan sonra bunları tekrar etmenin bir manası yok. Ben de buna göre yazacağım. Yeni dönemde yeni hikâyeler lazım. Artık ‘istikrarın inşası’ söylemi bana göre bitmiştir. Bugünden tezi yok, artık ‘şimdi’ neleri yapabiliyoruz ve yapamıyoruz, bu konuya eğilmek zamanıdır. Parola ‘istikrar sonrası, adil, şeffaf ve rekabetçi’ bir ekonominin inşası yolunda kalkınma gündemine geçmek olmalıdır. Konuşacağımız sorunlar kısaca aşağıdaki gibidir:’

Çözüme kavuşturulmadığı takdirde hepimize ‘vay hâlimize!’ dedirten ve onbir maddeden oluşan o sorunlar üzerinde yarın durmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Vay hâlimize! (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.08.2007

‘Vay hâlimize!’ dedirten, bundan sonra dedirtmemesini temenni etmekle birlikte, bugüne kadar yaşadıklarımızdan dolayı olsa gerek, olumlu yönde gelişmelerin olacağını pek de ümit edemediğimiz ekonomik sorunlarımız üzerinde durmaya devam ediyoruz.

Dün de yazdığım üzere, Doç. Dr. İbrahim Öztürk genel olarak uygulanmakta olan ekonomi politikalarını desteklediğini beyan etmesine rağmen, süregelen ekonomik sorunlarımızı onbir madde hâlinde sıralamayı ihmal etmemiş. Bu politikaları destekleyen biri bu kadar sorun sıralıyor ve aradan beş yıl geçmesine rağmen bu sorunlar hâlâ devam ediyorsa, gerçekten de;

Vay hâlimize!..

*

1. Toplumsal kesimler enflasyona ezdirilmemiş olmakla beraber artan milli gelir ve beraberinde gelen refah tabana (yani halka) tam olarak yayılamadı. Bunun en büyük üç nedeni işsizliğin yüksek oluşu, asgari ücret uygulamasına rağmen sanayide ücretlerin aşırı bastırılmış olması ve mesleki eğitimde devam eden çöküntüdür.

2. İç açıklar (bütçe açıkları) kapatılırken tedirgin edici boyutta bir dış açık (ticari ve cari açık) veriliyor. Son altı aydır cari açıkta bir yavaşlama ve hatta gerileme eğilimi görülüyorsa da bunun, ekonomideki yavaşlama nedeniyle mi, yoksa kalıcı bir olgu nedeniyle mi olduğu tam açıklığa kavuşmuş değildir.

3. Büyük ve yabancı şirketlerin sürüklediği üretim ve ihracat artışına rağmen, kur ve rekabet şartlarının ülke genelinde bir üretim kaybına mahal vermemesi için yeni bir mimari duruş gerekmektedir. Bu meyanda üretimde ve ihracatta ithalat bağımlılığı azaltılmalıdır. Ayrıca bu kur rejiminden çıkılmalı, alt ve üst sınırı tanımlanmış, geniş bir aralıkta dalgalanan kur rejimine geçilmelidir.

4. Enflasyon artık yüzde 8-10 aralığında direniyor. Özel ve kamu tüketimin kısılması gibi toplam talep unsurlarının idaresi yoluyla enflasyonun daha fazla düşürülmesi zor gözüküyor. Bize göre, talebin kontrolüne ilaveten arz yönlü reformların ve uygulamaların harekete geçirilmesi gerekiyor. Bir ülkede herkes ihracat yaparak ayakta kalamaz. Bir an önce enflasyonu düşürmenin bedeli toplumca kabullenilmeli ve iç tüketime dayalı büyümenin imkânları oluşturulmalıdır.

5. Hâlâ ‘yüksek faiz-düşük kur’ olgusu devam ediyor. Bunun bir parçası olarak sıcak para çeşitli kanallardan istikrarsızlık unsuru olmaya devam ediyor.

6. Ulusal tasarrufların yetersizliği, kur yapısı ve yüksek faizler nedeniyle özel şirketlerin dış borcu hızla artıyor. Bu yapının riski ise kur rejimi ve biriktirilen rezervler nedeniyle toplumsallaştırılıyor.

7. Finansal sektör başta olmak üzere ekonomide artan yabancı etkisi toplum tarafından sorgulanır oldu. ‘Ne bulursam satarım’ gibi toplumu ajite eden söylemler ve yapılanların, eğitici bir mantıkla halka anlatılmaması nedeniyle, yabancılaşma ve güvensizlik hissi her çevrede kendini göstermeye başladı.

8. Ekonomi dış âleme o kadar çok bağımlı hale gelmiştir ki, içeride ağzınızla kuş tutsanız, öngörüde ve planlamada bulunmak oldukça zor ve karmaşık hâle geldi.

9. Türkiye finans piyasaları ve bilhassa KOBİ’leri içermek üzere üretim ekonomisi tabir yerinde ise belli bir ‘saldırı’ altına alındı. KOBİ ve esnafın yeni düzene uyum sağlaması bir hayli zorlaşırken, Anadolu sermayesi erozyona uğramaktadır.

10. Hipermarketler Yasası’nın oligopolleşen (eksik rekabet) piyasalarda KOBİ’leri, şehirleri ve çevreyi koruyacak şekilde çıkartılamamış olması bu ‘saldırı’ lafını doğrular niteliktedir. Bu yasanın sözü edilen unsurları dikkate alarak yasalaşması gerekli...

11. Tarım sektöründeki dönüşüm acıtmaktadır. Geçen yasama döneminde tarıma büyük bir destek verilmiş olmasına rağmen, hâlâ bir liderlik ve eğitim eksikliği vardır.

*

Yazar, son cümle olarak, ‘Öneri ağırlıklı olarak ‘yeni hükümete yol haritası’nı yazmaya devam edeceğim.’ diye yazmış. Biz de yıllardan beri tesbit ve teşhis merhalesinden sonra, tedavi reçetelerini de içeren ‘çözüm önerileri ağırlıklı’ yazılarımızı yazdık, bundan sonra da yazmaya devam edeceğiz…

Gönül, yeni ekonomik dönemin başlangıcında, bu çözüm önerilerinin nazarı dikkate alınarak az veya çok halkımız ve ülkemiz için iyi ve güzel şeylerin yapılmasını arzu ediyor, diliyor, bekliyor...

Biz buradayız. Beğenilse veya beğenilmese de, dikkate alınsa veya alınmasa da; olması gerekenler olmadıkça, yapılması gerekenler yapılmadıkça, biz doğru ve hak bildiklerimizi içine çözüm önerilerimizi de katarak hep yazmaya devam edeceğiz. Çözümleriyle beraber söylenmesi ve yazılıp hatırlatılmasına rağmen;

Görmeyen, duymayan, okumayan ve yapmayanların vay hâline; vay hâlimize!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Şehir, su ve yağmur duası

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

8.08.2007

Su sıkıntısının İstanbul’u da tehdit etmesi üzerine, İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı, birçok ilçeden vatandaşların yağmur duası yapılması talebinde bulunduğunu belirterek, geçen hafta dua yapılmasına karar verdiklerini açıkladı. İlk dua, Cuma günü namazdan sonra kalabalık bir cemaatin katılımı ile Pendik Müftüsü Süleyman Aktaş tarafından Kaynarca Camii’nde yapıldı. Cuma hutbesinde de bütün camilerde cemaatten değişik su tasarrufunda bulunmaları hatırlatıldı.

Pazar günü de Gaziosmanpaşa Boğazköy’de belde sakinleri öğle namazı öncesinde yağmur duası yaptı. Duanın ardından öğle namazı kılındı.

Namazdan hemen sonra yağmur yağmaya başladı.

Boğazköy’de yüksek bir noktaya çıkan vatandaşların duasının ardından yağış olması ilginç görüntülerin yaşanmasını sağladı. Dua sonrası kurban kesildi. Vatandaşlar dağıldıktan sonra ise yağmur hızını artırdı. Az önce rahmet için elini kaldıran vatandaşlar, bu sefer de yağmurdan korunmak için kapalı yerlere sığındı. Yağış nedeniyle yerlerde su birikintileri oluştu, su kanalları dolup taştı...

Son mahalli seçimlerde Anadolu yakasında bir beldede belediye başkan adayı olmuştum. Hemen seçim sonrasında, yeni seçilen Boğazköy Belediye Başkanı arkadaşımızla, şirin Boğazköy beldesinde yerel yönetimler açısından yapılabilecek hizmet projelerini günlerce görüşmüştük. Bu vesileyle o günleri bir kere daha hatırlamış oldum. Boğazköylü kardeşlerimizle iyi niyet ve iyi amaçlı güzel şeyler yapmaya çalışmıştık. O güzel insanların iyiliği ve iyi niyetinin bizzat şahidiyim.

Geçen hafta İstanbul’un iki yakasında Cuma ve Pazar günleri yağmur dualar yapıldı.

Boğazköy’deki ikinci dua hemen etkisini gösterdi ve rahmet yağıverdi; elhamdülillah…

*

Mehmet Barlas aynı gün (Pazar, 05.08.2007) ‘Yağmuru artık kentliler de bekliyor…’ başlıklı bir yazı yazdı ve ilginç bilgiler hatırlattı:

1950’li yıllarda yağmur yağmayınca, ertesi yıl buğday ithal etmek için kıt olan dövizler harcanırdı. Bu da yöneticileri öfkelendirirdi. Aradan geçen yıllarda barajlar yapıldı. 1950’lerde 2-3 milyon ton olan buğday üretimi 20 milyon tonun üzerine böyle çıktı. Ama geçen zamanda kent ağırlıklı bir yapı oluştu. Şimdi yağmur yağmayınca kentler susuz kalıyor. Artık kentler de yeni barajları bekliyor... Artık sadece çiftçiler değil kentliler de yağmur bekliyor… Barajlar sade tarım alanlarını sulamak için değil, kentlilerin kullanımına dönük olarak da daha fazla yapılmak zorunda.”

*

Kur’an, Hazreti Peygamber aleyhisselâm döneminde Mekke’de yaşanan bir kuraklıktan “ceza, azap” olarak söz eder ve der ki; “Onlar içinde kıvrandıkları bu (kıtlık ve kuraklık) cezasına çarptırdık; böyleyken bile Rabb’lerine boyun eğip yalvarmaya durmadılar.” (Mü’minûn Sûresi, 23/76) Kuraklık ve kıtlık, pek çok şey gibi Allah’a yönelme ve bazı şeyleri hatırlama vesilesidir.

Kur’an’daki başka bir âyette ise şöyle bir hatırlatma var; “De ki: Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım; size akar suyu kim getirebilir?” (Mülk Sûresi, 67/30)

Bu âyet de bilhassa Allah’tan yağmur ve rahmet istenmesine şüpheyle bakanlara, yağmur duası ile ilgili tereddüdü olanlara hitap ediyor.

İbni Abbas(r.a)dan rivayet edildiğine göre Hazreti Peygamber şöyle buyurmuş: “Beş şey, beş şeye karşılıktır.” Sahabenin beş şeyin açılımını sormaları üzerine Fahri Kâinat Efendimiz açıklıyor:

“-Bir kavim, ahdi yani Allah’a ve insanlara verdiği sözü bozarsa mutlaka düşmanları onlara musallat edilir.

-Bir millet, Allah’ın indirdiği hükümlerden başkası ile hükmederse, mutlaka onların içinde fakirlik yayılır.

-Bir toplum içinde zina yayılırsa, mutlaka onların içinde ölüm çoğalır.

-Bir kavim ölçüyü ve tartıyı eksik ederse mutlaka kuraklık olur, bitkilerden eksilme olur.

-Bir topluluk zekât vermezse mutlaka yağmur ve bereket azalır.”

Birinci âyet insanların “Rabb’lerine boyun eğip yalvarmaya durmaları” gerektiğini hatırlatıyor.

“Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım; size akarsuyu kim getirebilir?” hitabı ise anlayan, akleden, fikreden  iman sahipleri için daha derin anlamlar ifade ediyor.

Hazreti Peygamber aleyhisselâmın hatırlattığı beş maddenin her biri de “bir kavim, bir millet, bir topluluk…” diye başlıyor yani tek tek fertlere değil, topluluğa hitap ediyor ve devam ediyor;

“-Bir kavim ölçüyü ve tartıyı eksik ederse mutlaka kuraklık olur, bitkilerden eksilme olur.”

“-Bir topluluk zekât vermezse mutlaka yağmur ve bereket azalır.”

Değerli dostlar; daha çok duâ, duâ, duâ için daha çok Allah’a yönelme zamanıdır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Su sorumlusu kim?!.

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.08.2007

Prof. Dr. Veysel Eroğlu dostumu canlı yayımlanan bir televizyon programında bir taraftan dinliyorken, diğer taraftan bu yazıyı yazıyorum. Eroğlu’na, İSKİ’de yaptığı çalışmalardan dolayı İstanbullular olarak şükran borçluyuz. DSİ’nin (Devlet Su İşleri) başına geçtikten sonra da hizmetlerine devam etti. Özellikle su/sulama ve ona bağlı olarak enerji/elektrik üretimi konularında, değerli dostumdan ülke olarak daha nice hizmetler beklediğimizi bu vesileyle hatırlatmalıyım.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bu yazıyı yazdığım gün, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile ASKİ’nin Ankara’ya su temini konusunda üzerine düşen, ancak yapmadığı hiçbir şey olmadığını savunarak, “Belediye Başkanlığı’nın hiçbir sorumluluğu bulunmamaktadır!” deyiverdi.

Melih Gökçek yaptıklarıyla övünmeyi iyi becerebilen bir başkan...

Bugüne kadar yapması gerekip de yapamadıkları konusunda yerilmeye ise hiç tahammül edemiyor.

Bence, bu işin içinde bir iş/ler var ama; bekleyip göreceğiz ve zamanla ne/ler olduğunu anlayacağız.

Başkan, bu arada “Gerede Sistemi” ile ilgili bir ayrıntı veriyor ve diyor ki;

“Gerede Sistemi’nden su temini projesi konusunda DSİ ile yapılmış görüşmeler, yazışmalar vardır. 450 milyon dolarlık bir maliyeti kabul etmedik. Haklıydık. 1053 sayılı kanuna göre DSİ suyu getirir, belediye dağıtır...”

Bir taraftan daha düne kadar DSİ’nin başında bulunan Veysel Eroğlu’nu dinliyorken, diğer taraftan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in sanki muhalefet partisindeymiş gibi söylediği ve devamı da olan bu zehir-zemberek beyanları okuyorum…

Eh, pes doğrusu!

DSİ getirsin, belediye hazır gelen suyu dağıtsın…

Belediyenin imkânları ise su ihtiyacı hariç her yere olabildiğince aksın…

Sular akıyorken başkan hizmetleriyle övünüp dursun, ama akmadığında ise veryansın etsin!

Oh ne âlâ memleket; nimetler başkana, külfetler yabana!

*

Başkan Melih Gökçek’e buradan soruyorum:

-Seçildiği ilk dönemden bugünlere kadar neyi eksikti de, bugünlerde su alanında İstanbul’daki CHP’li Nurettin Sözen dönemini hatırlatan bir süreci Ankaralılara yaşatmaya başladı?

-Yaptığı diğer hizmetlerle haklı olarak öve öve bitirilemeyen sayın becerikli başkan, su meselesinde acaba bugünlerde neden böylesine su koyuveriyor?!.

-Bugün yazdığım konuya Prof. Dr. Veysel Eroğlu ile özellikle girdim. Başkan Melih Gökçek bu kadar zamandır Ankara için neden bir Veysel Eroğlu bulamadı?!.

-Refah Partisi dönemi ile başlayan ve adeta efsaneye dönüşen yerel yönetim hizmetleri, İstanbul İSKİ örneğinde olduğu gibi ASKİ’de neden olmadı, İstanbul’daki İSKİ birikim ve tecrübesinden Ankara’da neden yeterince yararlanıl[a]madı? [Aklıma ‘Millî Görüş Gömleği’ geliveriyor.]

Benzeri sorular çoğaltılabilir ama bu kadarla iktifa ediyorum.

*

Başbakan Erdoğan, Türkiye genelindeki susuzluk sorunuyla ilgili nelerin yapılabileceğini araştırmak için Su Şûrası yapılacağını açıkladı. Pek çok konuda “alternatif çözüm çalışmaları” yapan çalışma arkadaşlarımızdan bir kısmı bu şûrada bulunsa, iyi ve faydalı olur kanaatindeyim.

Kuraklığın biraz abartıldığını belirten Başbakan Erdoğan, tıraş olurken ve banyo yaparken daha az su kullanılmasını istedi. Bu arada, Ankara için yapılan Kızılırmak projesinin geçmişte yapılmamasını bir gecikme olarak kabul eden Erdoğan, nehirlerin kurumasının sebebinin AKP’li belediyeler olmadığını kaydetti.  

-Sayın Başbakan; bu durumda Refah Partisi zamanında İstanbul Belediye Başkanı seçildiğiniz günlerdeki bereketli yağmurları bir hatırlayıverin.

‘O zamanki bereketli yağmurların yağmasının ve barajların su ile dolmasının sebebinin RP’li belediyeler olmadığı’ söylenebilir mi?

Hani, derler ya; kabahat gelin olmuş, kimse almamış.

O hesap, Ankaralı başkan ve başbakan sorumlu değilmiş!

O zaman, hâlen akmayan ve akmayacak suların sorumlusu kim?!.

Su/sulama ve enerji/elektrik meseleleri önümüzdeki zaman sürecinde gündemimizi uzun süre meşgul edecekmiş gibi görünüyor. Görevimiz icabı, bu önemli konuları ‘çare ve çözüm önerilerimizle birlikte’ yazmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Su için neler yapılabilir? (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.08.2007

Türkiye gibi üç tarafı denizlerle çevrili, ırmaklarla bezeli, her yıl dört mevsim ve adeta yedi iklimi olan bir ülkede, hem de başkenti Ankara’da sular kesilmeye başladı!

Türkiye’nin başkentinde halk haftanın bazı günlerinde susuz!

Ankaralıların çok beğendiği ve her vesileyle takdir ettiği başkan, geçmişte ancak CHP’li bazı eski belediye başkanlarının su konusunda yaptıklarını yapabilmiş ki; bugünlerde Türkiye’nin başkenti Ankara’da sular akmıyor!..

Kuraklık durumunda Ankara’daki suların yetmeyeceği çok önceden belli olmuştur.

Bu gibi durumlar için hazırlıklar yapılması gerekirdi. Gerçek başkanlık ve yönetim budur.

Ne gibi tedbirler alınabileceğinin plan ve projeleri hazırlanır, bu çerçevede yapılması gerekenler de vakitlice yapılırdı. İyi yerel veya genel yönetim ve başarılı başkanlık budur.

Bundan önceki ‘Su sorumlusu kim?’ ve ‘Şehir, su ve yağmur duası’ başlıklı iki yazımda, su meselesinin daha ziyade tesbit ve teşhis konuları üzerinde durdum.

Ancak, her vesileyle her zaman söyleyip yazdığım üzere; sadece tesbit ve teşhis yetmez.

Ayrıca, su meselesine çare ve çözüm olabilecek şeyler de söylemek ve yazmak lazım.

Bugün meseleye biraz da bu açıdan bakalım ve onu yapalım.

*

Sular için en önemli mesele “suların depolanması sorunu”dur.

Sular nasıl depolanır?

-Sular barajlarda depolanır. Toplanan sular buralara doldurulur. Burada alınacak tedbir, barajların yüzeyini buharlaşmayı önleyecek şekilde kapatmaktır. Bunun için mum veya plastik, tahta örtü yahut daha başka alternatifler kullanılabilir.

-Sular yeraltı katmanlarında depolanabilir. Bu depolama da jeolojik yapılara göre havzaların bulunmasıyla olur. Buralarda depolanan sular sonra pompalanarak kullanılabilir alanlara aktarılır. Suların kaçmaması için kenarları çimentolama veya kireçleme teknolojileri kullanılabilir.

-Sularından istifade etmek için dağlardaki karlar değerlendirilebilir. Dağlardaki karların bir anda erimemesi için dağların üstü yalıtkan yansıtıcı toprakla örtülebilir.

-Sular büyük devasa plastik torbalarda depolanabilir. İstanbul’daki su sarnıçları geçmişte nasıl çözüm olduysa, çağımızda da daha başka depolama imkanları düşünülüp geliştirilebilir.

Bu depolama işlerini halk yapar, özel sektör yapar, yapabilen herkes yapar…

SULAR VAKFI” kurulur ve bu vakıf su meselesinin çözümü için çalışır.

Sadece Anadolu üzerinde, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden beri ecdadımızın VAKIF müessesesini kullanarak pek çok temel sorunu çözdüğünü bu vesileyle bir kere daha hatırlamamız gerekiyor. “SU” gibi aziz olan bir nimeti sadece insanlara değil, yaşayan her türlü canlı varlıkların istifadesine sunmak için en ücra dağ başlarında bile çeşmeler yaptırılması, bize çok şeyler anlatmalı, anlatabilmeli. Çağımızın her türlü teknolojik imkânları kullanılarak neler yapılabilir neler. Refah Partisi zamanında İstanbul İSKİ’de görev alan pek çok yakın arkadaşımın ve dostumun ne hizmetler yaptıklarının bizzat şahidi olan biri olarak hatırlıyor ve hatırlatıyorum. Demek ki, isteyince ve olabilecek her türlü esbaba tevessül edince oluyormuş, yapılabiliyormuş. O zaman yapılabildiğine göre, bundan sonra daha fazlası ve daha iyisi neden olmasın, neden yapılamasın?..

*

“SULAR VAKFI” mevsimlere göre yani azami ve asgari ihtiyaçlara göre sipariş verir. “Sular Vakfı” bu siparişlere göre halktan parasını peşin alır, günü gelince de suları belediyeye satar, yani “peşin ödeme-selem sistemi” çalışır. Suların temini de şu yollarla sağlanır:

-Yağan yağmurları barajlarda depolamak...

-Uzak yerlerden borularla su getirmek...

-Yeraltı sularını yeryüzüne çıkarmak...

-Mevcut pek çok suları arıtmak...

Bu işleri de halk ve özel şirketler yapar.

Bunun için suları peşin para ile satın alırlar.

Depoları olanlara sipariş veriyorsunuz, parayı peşin ödüyorsunuz.

Onlar da suları temin edeceklere sipariş veriyor, parayı peşin ödüyor, böylece halkın su ihtiyacı karşılanıyor.

Devamı var…

 

 

***

 

 

 

 

 

Su için neler yapılabilir? (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.09.2007

“SULAR VAKFI” kurulmalı ve halkımızın her türlü su ihtiyaçları bu vakıf tarafından karşılanmalı diyerek, yazımın dünkü bölümünde bazı hatırlatmalar yazdım. Hatırlatmalara devam ediyoruz.

Su ihtiyacının karşılanması için siparişler on yıllık, yirmi yıllık da yapılabilir.

Belediyeye; ‘ben on yıl senden şu kadar metreküp su alacağım’ diyorsun.

Suyun parasını şimdiden peşin olarak veriyorsun.

Parayı peşin verdiğin için daha ucuza alıyorsun.

Belediye de eline geçen ve aynı zamanda faizsiz olan bu peşin para ile ona göre daha önceden plan ve projeleri hazırlanmış yatırımlarını yapıyor. İhale fiyatları ile yapmıyor. Planlama yapıyor, ilan ediyor. O fiyatla taahhüt edene güvence vermek şartı ile faizsiz krediyi veriyor. Böylece suları temin eden satıcılarla, suları depolayan aracılar faizsiz kredilendirilmiş olmakta, kredilendirme peşin ödeme ile yapılmaktadır.

*

Bütün bu hazırlıklardan sonra, bu sefer halka dönüyor; mesela Ankara halkına veya İstanbul halkına dönüyor ve aşağıda sıralayacağım hizmetleri veriyor:

-Önce halkın asgari ihtiyacı olan suyu bedava vermek üzere hesaplıyor. Suyun değerini hesaplamaya asgariden başlıyor. Asgari su miktarını taahhüt edinceye kadar yavaş yavaş yükseltiyor. En son fiyatı ile bütün suları alıyor. Böylece öncelikle Ankara halkının asgari zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak ve susuzluktan öldürmeyecek kadar suyu temin etmiş oluyor.

-Akbile benzer sayaçlardan herkes her gün o kadar suyu bedava alıyor, su kesilmiyor ama günde alınacak asgari su sınırlanmış oluyor. Bakınız, çok basit bir teknoloji ile su kesilmiyor ama halk sınırlı olarak su kullanabiliyor. Günlük olarak çekebileceği asgari su miktarı bu kadardır. Böylece suları hiç kesmeden dengeli bir dağıtım mekanizmasını kurmuş oluyor.

-Bundan sonra, yukarıda izah ettiğim üzere, artık sular tarihlenerek kişiler daha ucuza almak şartıyla peşin paraları ile erken su siparişi verebiliyor. Akbil üzerinde tarih yazılıdır. O gün satın aldığı kadar fazla suyu çekebiliyor. Bunun için de yine günlük siparişler veriliyor. Önce alış ucuz-satış ucuz fiyatlar verilerek ilan ediliyor. Sonra alış ve satış fiyatları yaklaştırılıyor. Bunların kesiştiği yerde alış fiyatı ile satış fiyatı eşit olur ve alış miktarı ile satış fiyatı da eşleşir. Böylece “peşin ödeme-selem usulü” ile su ihtiyacı temin edilmiş olur. Belediye isterse arada fark varken keser. Dolayısıyla farkı ile parasız verdiğiniz kısımları da bununla karşılarsınız. Bu sipariş yılın her günü için yapılır.

-Gelecek yıllara ait sular için de belediye siparişler alır ve siparişler verir; bunu da “peşin ödeme-selem senedi” ile yapar. Mevsimlere göre ayırmaz, yıllara göre ayırır. Sonra o suları o yıl içindeki siparişlerle denkleştirir. Mevsimlere göre ucuz veya pahalı yapar. Onun için selem senedi ile alınıp satılan mevsimlik senetler çıkarılır.

*

İşte görüyorsunuz, her şeyin çare ve çözümü var. Makroda on yıllık, yirmi yıllık planlama yapılır. Bu her yıl periyodik olarak yapılır. Yani yirmi yıl sonrası her yıl ihale edilmiş olur.

Burada fiyatlarla suların miktarı korunur. Hiçbir zaman sular kesilmeksizin sadece fiyatlar ve günlere göre fiyatlar yükseltilir, düşürülür. Alış fiyatları ile satış fiyatları düşürülür veya yükseltilir. Bununla beraber her akşam ertesi günün siparişsiz fiyatları da ilan edilir. Akbille istendiği kadar su çekilebilir ama ihtiyaçtan fazla çekilen bu su miktarı ona göre daha pahalı olur.

İşte şimdi anladınız mı? Suyu hiç kesmeden pahalılaştırarak tüketimi dengeliyorsunuz.

Cari düzen ise sizi susuz bırakıyor, sizi pislik içinde bırakıyor, susuzluktan hasta ediyor.

Yarın elektriği de öyle yapacak, gazı da öyle yapacak, diğerlerini de öyle yapacak; kesecek!

Bu, Başkan Melih Gökçek’in günahı değil, mevcut “zalim düzenin günahı”dır.

Hep söylüyor, yazıyor ve hatırlatıyoruz;

zalim düzene oy verenler zulmüne de katlanmalıdırlar.

Bu arkadaşlar bunları bilemeyebilirler. Ama bizim bu çözümleri bildiğimizi biliyorlar. Kör, sağır ve dilsiz olmasalar öğrenirler.

Ankaralılar; suyunuzun kesilmesini istemiyor musunuz?

Yakında, çok yakında, bir-iki yıl sonra yerel yönetim seçimleri var.

Su başta olmak üzere, her türlü belediye hizmetlerinden en iyi şekilde yararlanmak mı istiyorsunuz?

O halde -artık zaman geçtikçe giderek efsaneye dönüşmekte olan Millî Görüş belediye hizmetlerini hatırlayarak, bilmeyen genç nesillere ve seçmenlere hatırlatarak- vakti geldiğinde oylarınızı Millî Görüş belediyelerine vermeyi şimdiden düşünmelisiniz.

 

 

***

 

 

 

 

 

Mortgage krizi, para ticareti, banka ve faiz (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.08.2007

Ele alacağım konuya, Millî Gazete yazarlarımızdan Sadettin İnan’ın 11 Ağustos 2007 Cumartesi günü, gazetemizde yayımlanan “Kredi sorununun Türkiye’ye sıçramasından korkuluyor” başlıklı haber-yorumundan bir paragrafla başlamak istiyorum:

ABD’de başlayan sonra Avrupa’ya yayılan kredi sorunu, Türkiye’ye sıçrar mı? Şimdilik dalgalanma olarak görülen ancak krize dönüşmesinden korkulan bu durum tamamen sıcak paraya bağımlı hâle gelen Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. 40 milyar dolar seviyesinden 138 milyar dolar seviyesine çıkan özel sektörün dış borcu, ABD’de ve Avrupa’da yaşanan öncü şokları daha anlamlı hâle getiriyor. İçeride faizlerin çok yüksek olmasından dolayı dışarıdan döviz borçlanması yapan özel sektör için şimdilik kredi anlamında bir sorun yokmuş gibi görünüyor. Ancak özel sektöre bu borçları verenler bir gün ‘acaba’ der mi? Uzmanlar bugünlerde bu sorunun cevabını arıyorlar ve döviz borçlanması konusunda herkesi temkinli olması konusunda uyarıyor…”

Aslında, bu konu üzerinde durmaya, Zaman gazetesinden Sami Uslu’nun 08 Ağustos Çarşamba günü yayımlanan “Mortgage krizi ve para ticareti” başlıklı yazısını okuduğumdan beri karar vermiştim. Bu çalışmamda yazarın görüşlerini italik olarak iktibas edecek, sonra değerlendirmelerimi yapacağım.

Yazıda anlatılanlar ve ABD başta olmak üzere, olmakta olanlar çok önemli. Yazar, üzerinde durulası bu önemli konuyu iyi özetleyip değerlendirmiş. Bu durumda bize de, ülkemiz ve dünya için oldukça ehemmiyet arz eden bu konuyu değerlendirmek ve sonunda çözüm önerilerimizi de yazmak kalmış. Nitekim biz de öyle yaptık.

*

Mortgage olayında iki yatırım fonu battı

Amerika’nın başlıca yatırım bankalarından Bear Stearns, bir müddet evvel bünyesindeki iki mortgage yatırım fonunun iflas ettiğini açıkladı. Daha önce tam bir buçuk milyar dolarlık varlık değeri bulunan söz konusu fonların değeri şimdi sıfır noktasında.

Amerika Merkez Bankası, bir kısım Yahudilerin bankasıdır. Bu biliniyor. Banka karşılıksız kâğıt doları basmakta, piyasalara sürmekte ve bu yolla dünyayı haraca bağlamaktadır. Sözkonusu olan son iflasları da o gerçekleştirmekte, krizleri de o çıkartmaktadır.

Düşünülen veya hazırlanan plan şudur: Sermaye “dolar”ı batıracak, kendi sermayesini “euro”ya kaydıracak; bu arada dünya çapında yapacağı operasyonlarla gayrimenkullere sahip olacak.

Sömürü sermayesi ne yapıyor?

-Önce halkın elindeki gayrimenkulleri ele geçirmek için kredi veriyor.

-Sonra vaktinde geri ödenemeyen kredileri bahane ederek icra ile o gayrimenkulleri ve evleri alıyor; hem de dörtte bir fiyatla alıyor.

Böylece dünyanın büyük çoğunluktaki taşınmazlar onun oluyor.

Bu operasyonlar gerçekleştirilirken, bankaların veya yatırım fonlarının iflası sömürü sermayesine herhangi bir zarar vermiyor. Çünkü, başlangıçta halkı ikna edinceye kadar yapılan reklamlarla cazibesi artırılan ‘ipotekli konut kredileri’, özellikle faizli sistem sayesinde kredi verenlere tanınan avantajlar sebebiyle, halkın elindeki evler çok düşük fiyatla sermayenin oluyor.

Önemli olan halkın malını bir şekilde ele geçirmek, ondan ötesi onlar için hiç önemli değil!

*

Global bir kriz için şartlar hazırlanmıştır

ABD mortgage piyasasındaki istikrarsızlığın nereye varacağı merak ve endişe konusu. Wall Street gazetesine göre, şayet mortgage şirketleri arasından bir-ikisi daha iflas ederse, küresel bir finansal krizin patlaması kaçınılmaz. Moody’s derecelendirme kuruluşunun baş ekonomisti ise, global bir şok için tüm ön koşulların mevcut olduğunu iddia ediyor.

Global krizi veya krizleri kendileri çıkarıyorlar.

Dünya ekonomisini ellerinde tutabilmeleri için zaman zaman istedikleri alanlarda ve yerlerde krizler çıkarıyorlar. Ele alıp değerlendirdiğimiz sözkonusu yazıdan da anlaşıldığı üzere; bizzat kendi gazeteleri ve yine kendi derecelendirme ekonomistleri aracılığıyla, yine ‘kendilerinin global bir kriz çıkaracaklarını’ adeta açık açık ilan ediyorlar. Bunu neden yapıyorlar? Böylece kendi yandaşlarına fırsatları değerlendirmek üzere neler yapmaları ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini haber veriyorlar. Bu arada bütün dünyaya da ‘Biz istediğimizi yaparız haa!’ demiş oluyorlar.

Devamı var…

 

 

***

 

 

 

 

 

Mortgage krizi, para ticareti, banka ve faiz (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.08.2007

Radikal gazetesinden Korkmaz İlkorur, konu ile ilgili “Dalgalanma Türkiye’yi nasıl etkiler?” başlıklı yazısına (09.08.2007) önemli tesbitlerle başlamış:

“Bazı yorumcular, Türkiye’de mortgage piyasası yeni ve küçük olduğu için ABD’de tetiklenen bir bunalımın küresel bir kriz haline dönüşmesi halinde bile Türkiye’nin fazla etkilenmeyeceğini söylüyorlar. Biz bu kanıya katılmıyoruz. Zira, şüphe edilen ve korkulan durum mortgage piyasaları ile sınırlı bir kredi daralması değildir.

Korkulan, kredi sorununun mortgage dışı diğer bireysel kredilere, şirket -ki bunun içinde finans kuruluşları da vardır- kredilerine ve ‘soverign’ yani ülke hazine kredilerine sirayet etmesidir. Bir kredi daralmasının öncesinde zaten daha belirsiz olan hisse senedi piyasalarında çekilme sancıları başlar. Nitekim bu sancıları biz de yaşıyoruz. Borç piyasalarının da büyük ölçüde sermaye piyasaları tarafından fonlandığı dikkate alınırsa, bu piyasalara hâkim olmaya başlayan kötümser havanın doğrudan sermaye girişlerini de etkileyeceği açıktır.

Dolayısıyla, eğer iş küresel bir boyuta yayılır ve derinleşir ise Türkiye’nin etkilenmemesi olası değildir. Zira, bir cari açık sorunumuz vardır ve böyle bir sarmalın ilk vuracağı yer şüphesiz burası olacaktır. Bu vuruş da içeride ekonominin daralmasına yol açacak bir sarmalı harekete geçirecektir...”

*

Krizin sorumlusu mortgage sistemi mi?

Uzmanlara göre, yatırım fonları, geçmişte mortgage kredileriyle bağlantılı tahviller üzerine kumar denecek kadar yüklü yatırım yaptılar. Düşük ve sabit ücretli kesime yapılan yüksek riskli konut kredileri krizin sorumlusu olarak gösteriliyor. Yatırım fonu yöneticilerinin hiçbir işi ve geliri bulunmayan kimselere dahi kredi vermekten kaçınmadığı anlaşılıyor. Bu arada, hedge fonlarının mortgage pazarına en agresif şekilde yatırım yapmış olduğu, aşırı miktarda risk altında bulundukları, dolayısıyla da kriz meydana getirme potansiyeli açısından müthiş tehdit oluşturdukları öne sürülüyor. Ayrıca, son on yıl içinde yabancı yatırımcıların ABD mortgage pazarına derinlemesine girdikleri ve yüzde 14 oranında bir paya ulaştıkları ifade ediliyor. Doğallıkla, bu durum küresel bir kriz ihtimalini körükleyen apayrı bir faktör. Bazı iktisatçılar, krizin geleceğe dönük bir ihtimal olmaktan çıktığını ve artık yaşanılan bir gerçek olduğunu savunuyor.

Yeryüzündeki ekonomi yüzde 50 yatırım, yüzde 50 tüketime yöneliktir.

Yatırımların da yarısı mesken inşaatına, yarısı üretim inşaatına yönelmiştir.

Yapılmak istenen, tüm dünyadaki inşaat sektörlerinin tamamını bir şekilde ele geçirmektir.

Türkiye dolar olarak borçlanmaktadır. Gün gelecek, bütün evler kredili evlere dönüşecek, herkes ev sahibi olacak ama hepsinin bankalara borcu olacaktır.

Sanayi sektörü çökmüş, tarım sektörü çökmüş, herkes inşaat sektörüne yönelmiştir. Bu arada gereğinden fazla evler üretilmiştir, hâlen de üretilmeye devam edilmektedir. Kiralar düşmüştür. Halkın geliri olmadığı ve evler de çok olduğu için evlerin fiyatları ucuzlamıştır ama alan yok!

Sömürü sermayesi bedava denebilecek fiyatlarla evleri satın alıyor, dünyadaki bütün evlerin sahibi oluyor. Bu arada devletler de çok ağır borçla yüklü olarak inim inim inle[til]mektedir...

20-25 senede bu kredilerin geri ödenemeyeceğini herkes bilmektedir.

Ama halk bugün alıyor, yarını düşünmüyor. Amerika Merkez Bankası da bunları biliyor. Ama onun istediği zaten budur. Bu sayede dünyadaki bütün meskenleri satın almış oluyor. Bütün devletleri borç içinde iflas ettirmiş oluyor. Kendisi ne kaybetmiştir ki? Bastığı karşılıksız parayı geri alamamıştır! Ne gam; yenisini basar ve piyasaya sürer, sonra onu da batırır ve yine yeni para çıkarır!..

*

Ödenmeyen borç 113 milyar dolar olacak,

beş milyon kişi sokağa atılacak!

Önümüzdeki sene, vadesinde ödenmeyen mortgage kredilerinin zirve yapacağı ve yatırımcıların toplam kayıplarının 113 milyar dolara çıkacağı hesaplanıyor. Ama kayıp tahminleri her hafta bir önceki haftaya göre yükseliyor. Görünüşe göre konut talepleri, arkasından inşaat faaliyetleri gerileyecek ve finansal kriz reel sektör krizine dönüşecek. Başkan Bush’un dönemi sona erdiğinde, evlerini kaybedecek Amerikalı vatandaşların sayısı yaklaşık 5 milyon kişi olarak öngörülüyor.

Hayır, evlerini kaybedecek ama sokağa atılmayacaklar; ama onlar artık ev sahibi olarak değil de, sermayenin kiracısı olarak oralarda oturacaklardır! Hem de çok ucuz bedellerle kiralayacak ve oturacaklardır. Çünkü sermayenin ana hedefi dünyayı satın almak, devletleri borca boğmaktır. İnsanlara fabrikalarında iş verecek, özel iş ve mülkiyetin yerini işçilik/kölelik almış olacaktır.

Sömürü sermayesi, sosyalizm ve kapitalizmin hedefini başka yönden gerçekleştirmekle meşguldür. Dünya bu yolla tek devlete gidecek, dünya tek firma olacak, insanlar bu firmaya hizmet edecektir.

Devamı var.

 

 

***

 

 

 

 

 

Mortgage krizi, para ticareti, banka ve faiz (3)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.08.2007

Tüm aracılar kâr eder, sadece ev alanlar zarar eder!

Meselenin köküne inildiğinde, geleneksel bankacılığın sakat zihniyeti kendini gösteriyor. Bankalar yükselen faizler nedeniyle birkaç mortgage taksidini ödeyemeyeni yasal takibe alıyor. Müşterinin tamamen iyi niyet sahibi olması, bankanın ona gaddarca çullanmasını engellemiyor. Yuvası elinden alınan masum kimselerin çoluk çocuk arabalarında barınmaları veya sokakta yatmaları, banka yöneticileri için keyfe keder bir hadiseden ileri gitmiyor. Bir mortgage işinde inşaatçı şirket parasını alır, hiçbir sorun yaşamaz, tahvili çıkaran uzman şirketin (özel amaçlı şirket) kazancı ise hem garantili hem yüksektir. Hukuk büroları arada gayet güzel nemalanır. Emlakçiler işlemin kaymağını yiyenler arasındadır. Bankaya gelince, güya risk yönetme sanatını icra eden kuruluşlardır; ama bu lafta kalır. Banka, mortgage kredisini değişken faiz koşuluyla açar. Yani, faiz riskini en baştan borçluya yükler; makro ekonomik koşullardaki değişikliğin müşterisini nasıl etkilediğiyle ilgilenmez. Ülke, hatta dünya ekonomisine ne olacağı umurunda değildir. Banka, her halükârda ve sadece kendi menfaatine bakar. Çünkü para ticaretinin geleneksel ve şaşmaz kuralı böyledir. Neticede, okkanın altına, başını sokacak bir evin hayaliyle yaşayan vatandaş girer. Hâlbuki muamelenin diğer taraflarına kârlarını sağlayan tek başına müşteridir, bütün masraflar ona aittir, gelecekte ortaya çıkabilecek her türlü riski kimseyle paylaşamadan üstlenir. Sırtından geçinen banka ve diğer şirket ve kişilerin aklından “acaba ona fazla mı yükleniyoruz?” diye bir düşünce geçmez.

Bu bölümde, konuyu bölmemek için alıntıyı uzun tuttum. Evet, durum özet olarak böyle. Bankaların yani sömürü sermayesinin hiçbir riski, hiçbir endişesi, hiçbir korkusu yok. Elbete bankalara sırtlarını dayayıp çöreklenenlerin de hiçbir risk ve endişeleri yok!

Ama mortgage kredisi alanların yani müşterilerin/halkın vay hâline!

Biraz da iyimser olmaya çalışalım. Meseleye iyi tarafından bakmaya gayret edelim ve diyelim ki; aslında bu operasyonlarda müşteri yani mortgage kredisi alan da dâhil olmak üzere, kimse zarar etmez. Nasıl zarar etmez?

Mortgage yani ipoteğe dayalı konut kredisi alanların en sonunda olacak ve kalacak kazancı, bir evde kiracı olarak da olsa, oturmalarıdır! Ama artık sadece “işçi”dirler, sermayenin işçisidirler. Hiçbir şey düşünmemekte, ücretlerini almakta ve kiralık evlerinde rahat etmektedirler!

Evet, kira ödüyor ama, sermayenin fabrikasında bulduğu için kirayı rahatlıkla ödemektedir. Ev var, var, var, maaş var; bunlardan başka daha ne isteyebilir ki?!.

Dünyaya hâkim olma sevdasındaki tekel sermaye dünyadaki üretimi ve tüketimi planlamakta, onun hesaplarına göre her şey dengeli gitmektedir. Devletler borçlanmış, ordularını besleyemez hâle geldikleri için orduları dağılmış, artık savaşlar durmuş, insanlığa barış gelmiştir! Herkesin işi var gücü var; savaş yok, barış var! İşte size dünya cenneti; sermayenin kapitalizm cenneti!

Hazırlanan senaryo, tutulan yol, yapılmakta olan iş bundan ibarettir.

Şunu herkes bilsin ki, sermaye istemezse hiçbir yerde hiçbir kriz çıkmaz.

*

Faizli bankacılığın temelleri sarsılıyor

Ama, masumların mağdur edilmesi kimseye uğur getirmez, getirmiyor. İşte, ABD mortgage piyasasındaki hastalık hızla dünyaya sirayet ederken, ortalama insanın vicdanına bir türlü sığmayan faizli bankacılığın temelleri de sarsılıyor.

Her şey sermayenin eline geçtikten, artık bütün firmalar onun taşeronu olduktan, halk da sermayenin işçisi/kiracısı/kölesi hâline geldikten sonra, sarsılacak bir şey yoktur!

Mesele hallolmuş ve kapanmıştır!

Yeni ve de acayip bir dünya düzeni kurulmuş, dünyaya istikrar ve barış gelmiştir!

Artık dünya tersine dönmüş, faiz verebilecekler yok edildiği için faiz ortadan kalkmış, faizsiz bir ekonomik dünya düzeni oluşmuş; ya da oluşuyor!..

*

Çare ve çözüm var mı?

Eğer Kur’an’ı okumasak, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmasak; o zaman sermayenin hayal ettiği bu sözde dünya cennetini kuracağına inanmamamız için bir sebep yoktur.

Akılları, sadece akılları, onları başaracaklarına, başarabileceklerine ve böyle bir şeyin olabileceğine dair hayali olarak da olsa bir sonuca götürür, götürebilir.

Zaten bütün okumuşlar da onlara teslim olmuşlardır...

Ama gerçek durum, reel durum hiç de düşünüldüğü ve planlandığı gibi değildir.

Toparlamak ve o arada çare ve çözümleri de yazmak üzere, devamı var…

 

 

***

 

 

 

 

 

Mortgage krizi, para ticareti, banka ve faiz (4)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.08.2007

Allah sermayeye bir görev vermiştir.

Bu görev insanlığı “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçirme görevidir.

Sermaye görevini yapmış, görev başarılmış, artık sanayi dönemine geçilmiştir.

Bu arada görev yerine getirilirken, bal tutan parmağını fazlasıyla yalamıştır.

Sonuç olarak, artık faizli sermayenin sömürüsüne gerek kalmamıştır.

Bundan sonraki dönemde insanlık “ADİL DÜZEN”e yani “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e geçecektir.

Bu geçiş sermayenin düşündüğü, planladığı ve vaat ettiği gibi “faizli sistem”le değil, sermayenin sömürüsü ile değil; Allah’ın takdir ettiği şekilde “faizsiz sistem”le gerçekleşecektir.

Bunun nasıl olacağını anlatalım.

*

ADİL EKONOMİK DÜZEN”de insanlar üretim yapılan iş yerlerinde ortak olarak çalışıyor, pay olarak para almıyor, “ürettikleri malların senetlerini” alıyor. Sonra senetlerini satıyor ve paraya çeviriyor. Daha sonra o para ile gidip mağazalardan istedikleri malları satın alıyor.

Bu işler serbest piyasa üzerinde oluyor, yani işveren ile işçi arasına girilmiyor, serbest pazarlıkla ücret tesbit ediliyor. Çalışan sonra aldığı mal senetlerini serbest pazarlıkla borsaya satıyor.

Nihayet, elde ettiği para ile mağazalara gidiyor, serbest pazarlıkla mal satın alıyor...

Ekonomi “faizsiz kredi” ile serbest ücret ve serbest fiyat ilkesi içinde çalışıyor.

-Halka tüketim kredisi veriliyor. İnsanlar devre başında sipariş veriyor. Para peşin ödeniyor. Böylece mağazalara, tüccarlara ve işyerlerine peşin para ile yıllık sipariş geliyor ve herkes çalışıyor. Önce para ödeniyor, sonra mal alınıyor. Tüketim malları böylece kredileniyor.

-İnşaat malzemesine ise depodaki stok miktarına göre kredi veriliyor. Depolayıcıyla depo sahibi sermayesiz iş yapıyor. Tekel oluşmuyor, oluşamıyor.

-İmalatta çalışan işçilerin ücretini devlet ödüyor. Yapıya şarj ediyor. Müteahhitleri adeta çalışmaya teşvik ediyor veya zorluyor.

-Bankada parayı tutanlara bir o kadar da kredi verilmiş oluyor. Mevduat teşvik ediliyor. Böylece kredileşme yoluyla tasarruflar değerlendiriliyor.

Yani; Emek * Ücret = Senet * Kur = Para = Fiyat * Mal

*

Bugünkü ekonomide ücret de mal kabul edilerek Para = Mal * Fiyat + Emek * Ücret formülü uygulanmaktadır. Emekler serbest usulle oluşmadığı için hükümetler asgari ücretleri belirlemektedir. Fiyatları da sermaye tekeli oluşturmaktadır. Serbest fiyat olmadığı için başarı elde edilememekte, krizler oluşmaktadır.

Adil Ekonomik Düzen”de başka bir değişiklik daha yapılmaktadır.

Para = Fiyat * Senet = Ücret * Emek = Senet * Kur

Halka kredi olarak nüfus başına para veriliyor, halk onunla mal senetlerini alıyor. Sonra çalışıyor, ücret olarak senetleri alıyor. Daha sonra da senedi paraya çevirerek borcunu ödemiş oluyor. Parayı halkın eline verdiğimiz için pazarlık gücünü elde ediyor. Patron için bir kolaylık da, patron işçi ile anlaşmış ise sipariş alınıyor. Aldığı siparişle ham maddeyi temin ediyor.

*

Bu ekonomik mekanizmanın özellikleri nelerdir?

-Kredi faizsiz olduğu için fiyatlar zamanla artmıyor. Halk stokları serbestçe yapabiliyor. Dolayısıyla üretici tok satıcıdır. Sermaye sorunu yoktur. Müşteri çıktığı zaman satar.

-Cebri icra yoktur. Mal satıldığı zaman kredisini öder. Dolayısıyla mallar haraç mezat satılmıyor, iflaslar olmuyor.

-Krediyi halka verdiğimiz için tüm ekonomik kararları halk almış oluyor. Tüm ekonomik planlamayı halk serbest iradesiyle ve pazarlıkla tesbit etmiş oluyor.

-Faizsiz yeterli kredi sayesinde tekel sermayenin ekonomiye hâkimiyeti kalkıyor. Onun yerine çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin hâkimiyeti ortaya çıkıyor. Demokrasi tam çalışıyor.

Yani; tek cümleyle toparlarsak, sermayenin getirmek istediği dünya cennetini “ADİL EKONOMİK DÜZEN” getiriyor.

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomide ‘ehem-mühim’ meselesi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.08.2007

Su meselesi önceki hafta ana gündemimdeydi ve bu mesele hâlâ güncelliğini sürdürüyor. Hattâ, bu konuyu dört yazı ile ele aldığım hafta, ikinci yazımın yayımlandığı gün, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek sitemlerini gönderdi. Ben de, su konusundaki çözüm önerilerimi içeren sonraki iki yazımı da okuduktan sonra aranmayı talep ettim. Tekrar henüz aramadılar; bekliyorum…

Mortgage krizi -ve ona bağlı ve de bağımlı olarak- para ticareti, banka sistemi ve faizler de, teşhis-tedavi boyutu ile geçen hafta dört yazı ile ayrıntılı olarak üzerinde durduğum konu oldu.

Ben bu iki konu üzerinde yoğunlaşıyorken; iki hafta boyunca ekonomi hayatımız üzerine yazılası pek çok olay cereyan etti. Her gün düzenli olarak onları takip ederken, her biri ile ilgili olarak zihnimde nice yazı/lar oluştu ama hepsini ele alıp değerlemek ne mümkün. Mesele “ehem-mühim” meselesi. Sonunda tercihimizi yapıp siz değerli okuyucularımıza en yararlı olabileceğini düşündüğüm konu veya konuları hafta boyunca yazar-okuyucu işbirliği içinde değerlendirmiş oluyoruz. Karşılıklı yarar sağlanması ve her iki tarafın salih amel işlemiş olması, emin olunuz ki en önemli boyutu teşkil etmektedir.

Ehem-mühim meselesi sadece benim değil, her yazarın günlük meselesidir. Nitekim bu yazıyı yazdığım gün, ekonomi yazarı Fikri Türkel de aynı sorunu yaşamış:

“Bugün size iş dünyasının cumhurbaşkanlığı seçimindeki tavrının analizini yapabilirdim. 27 Nisan ve bugünkü reflekslerindeki ikilem ve değişimi tartışabilirdik... Vazgeçtim./ Hükümet kurulma aşamasında. Yeni hükümetteki ekonomi bakan adaylarından ve deneyimleriyle projelerinden de bahsedebilirdim... Beni pek sarmadı./ İş dünyasının nerede tatil yaptığı, rehavetin piyasalara yansımasından da dem vurabilirdim. Fazla magazine kaçmış olurdum./ Sabancı’nın gıdadan çıkışı, Türk otellerinin satışı da cazip gelebilirdi... Fazla dedikoducu olmak istemedim./ Dünya piyasaları hareketli. Amerikan pazarında mortgage’a dayalı hareketlilik dünyayı etkiliyor. Türk borsasındaki ve döviz kurundaki değişimler nereye varır?.. Çok teknik kalır diye düşündüm.../ Bir gencin dünya devine karşı mücadelesi ve markasına sahip çıkması daha bilgilendirici ve faydalı bir konu gibi göründü…”

Evet, sonuç itibariyle yazar yukarıda saydığı konuları es geçiyor, saydığı bütün önemli konuları sadece hatırlatıyor ve sonunda o gencimizin mücadelesini anlatıyor!..  

Merak etmeyin; ben o hep üzerinde durulası önemli konuları ele almaya devam edeceğim…

*

Millî Gazete bugünlerde ekonomik konuları birinci sayfadan manşete taşıyor. Bu yazıyı yazdığım gün, gazetemizin birinci sayfasında iki ekonomi haberi vardı:

Birincisi; Memur-Sen Başkanı Aksu: Bize de işçiye verdiğinizi verin…

İkincisi; Emeklilerden çağrı: Bizi unutmayın!

Detayları ekonomi sayfalarında verilen bu haberlerin sadece başlıklarından bile meselenin ne olduğunu ve ehemmiyetini anlamışsınızdır. Sonra Millî Gazete’nin ekonomi sayfalarını açtım ve baktım:

‘İşçilere verilen zam kadar memurlara da verilsin’ manşetini 6. sayfanın başında okudum. Devamında nelerin olduğunu tahmin ediyorsunuz. Bu sayfadaki diğer ana başlıklar şöyle:

Sabancı Holding, gıda sektöründen çekiliyor / TOBB: Ekonomi gündemden düşürülmemeli / Enflasyon, sebze-meyvede tahminleri 2-3’e katladı / Hükümet, THY uyuşmazlığında arabulucu görevlendirdi/ ve diğer ekonomi haberleri…

Sonra karşıdaki 7. sayfaya geçtim ve Ramazan öncesi şu müjdeli(!) manşeti okudum:

Gıdacılar “zam” yapacak! / İşsizlik yine yükselişe geçti / Mortgage krizi, para ticareti, banka ve faiz (3) [Bendenizin bu konudaki üçüncü yazısı]

Ve;

Faizin düşürülmesini isteyen iş dünyası 60. hükümeti bekliyor/ Önce istihdam, sonra vergi yükü/ ve diğer ekonomi haberleri…

*

Yukarıda başlıklarını sıraladığım haberlerin her biri sadece haber olarak bırakılmayıp; haber-yorum veya detaylı yorum ya da geniş dosya olarak ele alınmayı gerektirecek ehemmiyette.

Ehem-mühim meselesi diye baktığımda, emin olun hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Çünkü her biri birbirinden mühim...

Lütfen düşünüp söyler misiniz; o başlıklardan hangisi sizi ilgilendirmiyor?

Bilmem farkında mısınız; genel olarak sosyal hayatın içinde ekonomik hayat bütün ayrıntıları ve detayları ile birlikte işte böylesine ehemmiyet arz ediyor.

“Faizin düşürülmesini isteyen iş dünyası 60. hükümeti bekliyor/ Önce istihdam, sonra vergi yükü” haberi, benim sizler için en ehemmiyetli gördüğüm haber oldu.

Yarın, yorum ve değerlendirmelerimle birlikte o haberin ayrıntıları üzerinde duralım, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Türkiye masaya yatırılmalı…”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.08.2007

Malumunuz olduğu ve dünkü yazımda izah etmeye çalıştığım üzere; ehem- mühim meselesini de nazarı itibara alarak, bu köşede ağırlıklı olarak ekonomi konularında görüşmeler yapıyor, değerlendiriyor, yorumluyor, tesbit-teşhis merhalesinden sonra içine çare ve çözümleri de katmaya çalışıyoruz. Ülkemizin ve ülke insanımızın halledilesi pek çok sorunları var. Bunların her biri ve tamamı çözüm bekliyor. Her sade vatandaşın bile sürekli gündeminde olan bu sorunlar, elbette ilgili ve yetkililerimizin gündeminden de hiç düşmüyor. Dünkü yazımın bir bölümünde hatırlatıp üzerinde detaylı duracağımı yazdığım konu başlığımız şöyle: “Faizin düşürülmesini isteyen iş dünyası 60. hükümeti bekliyor/ Önce istihdam, sonra vergi yükü…”

Bu haberin kaynağı ve müsebbibi, MÜSİAD Ankara Şube Başkanı Hüdaverdi Çakır; kalkınmanın önündeki en önemli engellerden birinin yüksek faiz oranları olduğunu belirterek, faiz oranlarının hızla aşağıya çekilmesini istedi. Özelleştirmede yaşanan sorunlara da değinen Çakır, Halkbank ve Ziraat Bankası’nın özelleştirilmemesini de isteyerek, üretimde gerekli olan yetişmiş eleman açığını giderilmesinin önemine işaret etti.

Başkan Hüdaverdi Çakır, MÜSİAD Derneği’nin Ankara Şubesi’nde düzenlediği basın toplantısında, genel olarak özellikle ülkedeki ekonomik gelişmeleri değerlendirdi ve yeni kurulacak hükümetten beklentilerini sıralarken, öncelikle istihdam sorununa çözüm üretilmesini istedi. Bunun için aktif istihdam politikası geliştirilmesi ve istihdam üzerindeki vergi yükünün kaldırılması gerektiğini kaydeden Çakır, yabancı sermaye girişinin de önem taşıdığını belirtti.

Lütfen hatırlayınız; bu konularda yüzlerce yazı yazdım. Çoğu gazetemizin internet arşivinde bulunuyor. Demek ki, sadece biz değil, diğer aklıselim sahipleri de bu meselelere tesbit ve teşhis koyuyor, ardından çare ve çözüm olarak yapılması gerekenleri birkaç cümleyle de olsa dile getiriyor. Sağ olsunlar, var olsunlar. Sivil toplum kuruluşları da, aynen bizim gibi çözüm bekleyen sorunları hatırlatmış oluyorlar. Nitekim bizler de hem kendi adımıza, hem de onlar ve sizler adına aynı görevi yerine getirmeye çalışıyoruz…

*

Ankara MÜSİAD Başkanı, adı ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ olan iktidar mensuplarına, arkada bırakılan yaklaşık beş yıllık birinci iktidar döneminin ardından neleri hatırlatıyor?

- Kalkınmanın önündeki en önemli engellerden birinin yüksek faiz’ oranları olduğunu ve faiz oranlarının aşağıya çekilmesi gerektiğini vurguluyor. İşadamlarına döviz ile borçlanmamalarının tavsiye edildiğini ancak yüksek faizler nedeniyle döviz ve YTL ile borçlanma arasında yaklaşık yüzde 15-16 oranında fark ortaya çıktığını anlatan Çakır, “Birileri ‘Aman dövize dokunmayın, elinizi yakar!’ derken, yerine koyacağınız Türk parası cinsi ile borçlanmayı kabul edilebilir, mantıklı bir seviyeye taşımanız lazım” demiş.

(Bana kalsa; faizlerin düşürülmesini veya oranlarının aşağı çekilmesini değil, tamamen kaldırılmasını veya hiç olmazsa sıfırlanmasını ister ve tavsiye ederim.)

- Özelleştirme konusu üzerin çok yazı yazdım. Çakır da bu önemli konuda hatırlatmalar yapmış.

- Ülkenin her yıl ortalama 50 milyar YTL faiz ödediğini, yatırıma ise ancak 11 milyar YTL ayırabildiğine dikkati çekti ve ülkenin borç sarmalından mutlaka kurtulması gerektiğini vurguladı. Bu alanda millî seferberlik ilân edilmesi ve hem ailelerin, hem kurumların, hem de devletin “hak ettiği” kadar harcama yapması, tasarrufa yönelmesi gerektiğini kaydetti.

- PETKİM, Ereğli Demir Çelik gibi kuruluşların stratejik öneme sahiptir. Mutlaka özelleştirileceklerse bunlar yerli kurumlara gitmeli. En son OYAK’ta gördük. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği şemsiyesi altında bütün iş adamlarını organize etmek suretiyle Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nı alacaktı… Ama…

- Avrupa ülkelerinde özellikle bankacılık sektöründe yabancılara yönelik sınır bulunuyor. Türkiye’de de benzer bir yöntem uygulanmalı ve sektörün en az yüzde 60’ı millî sermaye olmalı. Bu mantıktan hareketle Halkbank ve Ziraat Bankası özelleştirilmemeli…

- 5 Nisan ya da 2001 krizine benzer bir oynama Türkiye için “korkunç bir tablo” olur.

- İş adamlarımızın şu anki borcu 130 milyar dolar. Yerel ve merkezi yönetim de dahil edildiğinde borç miktarı 400 milyar doları aşıyor. Sadece yüzde 10’luk bir şaşmanın bile 40 milyar dolar maliyeti var!..

- Mesleki eğitimdeki YÖK bariyeri kalksın… Sektörün ara elemana çok ihtiyacı var. YÖK’ün tamamen anlaşılmaz ve uzlaşılmaz tutumuyla Türkiye çok ciddi sıkıntıya giriyor.

*

“Türkiye komple masaya yatırılmalıydı”

MÜSİAD Ankara Şube Başkanı Hüdaverdi Çakır, benim de aynen katıldığım en önemli sözlerini en sonda söylemiş:

Bu hükümetin Türkiye’yi komple masaya yatırması gerekiyordu, 2002’de ilk geldiği zamanı söylüyorum. Fakat bu hükümet onu yapamadı. Ama bugün böyle bir sebep de artık yok, söz konusu da değil. Bu hükümet Türkiye’yi toplam iç borç, dış borç, istihdam, finansman noktasında mutlaka masaya yatırmalı, il il, bölge bölge mutlak suretle milletvekilleri marifetiyle bunlardan rapor almalı.”

Toparlarsak; “ADİL EKONOMİK DÜZEN” tek çare ve çözüm gibi görünüyor.

Haydi hayırlısı…

 

 

***

 

 

 

 

 

Kriz ve infak (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.08.2007

[Küreseleşen ama aynı zamanda küçülen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın bir yerinde, mesela ABD’de olan bir ‘kriz’ hepimizi etkiliyor ve o krizi değerlendirip yazıyoruz. Diğer taraftan aynı zamanda ‘infak ayları’ olan Recep-Şaban-Ramazan aylarını da idrak ediyoruz. Kriz ve infak, üzerinde durulası önemli bir konu. Kur’an’dan âyetlerle başlayalım ve devam edelim…]

“Ey iman etmiş olanlar.

Size rızık olarak verdiğimizden infak edin.” (Kur’an; Bakara, 2/254)

Bakara Sûresi’nin başlarında da yine buna benzer bir ifade vardır:

“Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (Kur’an; Bakara, 2/3)

İlk âyette ifade edildiği üzere, burada yani sûrenin son bölümlerinde yapılması gerekeni emir hâlinde ifade etmiş ve bundan sonra bu infakın anlamını açıklamıştır.

İnfak” yalnız elde mevcut olan malları harcamak değildir.

Âyette geçen “” ifadesi aynı zamanda eşyayı içerdiği gibi ameli yani yapılması gerekenleri de içerir.

O halde, ‘size verdiğimiz emeği de üretime harcayın’ demek olmuş olur.

Allah’ın bize rızık olarak verdiği karbonhidratlardır, şekerlerdir. Onlar vücudumuzda depolanmıştır. Onları harcamak demek, kaslarda veya beyinde yakıp iş yapmak demektir. Âyette tamamen biyolojik bir ifade yer almaktadır.

İnsanlar vücutlarındaki şekeri yakarak harcadıkları gibi, ambarlarındaki gıdaları da yiyerek harcarlar. Stok etmezler, bekletmezler.

Zararla da olsa herkes çalışmak zorundadır.

Çünkü stoklar eritilmezse üretim olmaz.

Üretim olmazsa insanlar işsiz kalır.

İşsizlik olursa, zaman sadece tek tek insanlar değil, tüm vücut yani topluluk çalışamaz duruma geçebilir. Böyle bir durumda da “kriz” patlar. Kriz patlak verdiğinde de, artık olabilecek her şey beklenir.

Âyet, “Bir yevm, bir gün gelinceye kadar.” diyor.

Buradaki “yevm/gün” âhiret yevmi değil, bu dünyadaki kriz günleridir.

*

Çağımız dünyasında insanlar arasında krizler gelip geçmektedir.

Krizler neden olmaktadır?

Krizler olmaktadır, çünkü dünyada henüz tam gelişmiş ekonomi oluşmamıştır.

Gelişmemiş ekonomilerde stoklama yapılır da harcamalar yapılmazsa krizler oluşur.

Gelişmemiş ekonomilerde gelen krizleri atlatmak son derece zor olur.

Öyle bir ekonomi mekanizmasını kurmalıyız ki, bir yerde damar tıkanıklığı yani kriz olursa, onu açmalıyız, tıkanıklığı gidermeliyiz, kalbi durdurmamalıyız.

Ekonomide kalp nedir, kan nedir, damar nedir, sinir nedir?

- Bankalar kalptir.

- Banka kredileri kandır.

- Ulaşım kan damarlarıdır.

- Haberleşme sinir damarlarıdır.

Kalbi duran insan ölür.

Beyni duran canlı felç olur.

Bu sebeple hayatın durmaması için;

- Ulaşım bedavadır, bedava olmalıdır.

- Haberleşme bedavadır, bedava olmalıdır.

- Genel hizmetler halka bedava olarak verilmelidir.

Âyette geçen “enfikû/infak ediniz” emri, “genel hizmetleri tesis edin” anlamındadır.

*

Kriz zamanlarının en belirgin özelliği üretilen malların satılmaması, satılamamasıdır.

Kriz zamanlarında mallar neden satılamamaktadır?

Mallar satılamamaktadır, çünkü kimsenin elinde para yoktur.

- Sen satamayınca para alamıyorsun.

- Para alamayınca sen de mal alamıyorsun.

Vitrinlerde mallar bekler…

Aç karınlar da yiyecek bekler…

Beklemesine bekler ama;

Pek çok kimseler o mallara parasızlık sebebiyle ulaşamaz.

Bunun çaresi ve çözümü infaktır, yani eldeki malları vermektir.

İktisatçı Keynes bu sırrı keşfetmiş ve 1930’ların krizi bu yolla atlatılmıştır.

Kriz ve infak üzerine yazmaya ve düşünmeye yarın da devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Kriz ve infak (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.08.2007

Herkesin çok yakın bulunduğu bir kimsesi vardır. Her insan bütün sıkıntılarını bu yakınına açar. O kimse onun sırdaşıdır. Genellikle eşler arasındaki durum budur. Genellikle eşlerin birbirlerine olan yakınlıklarından daha yakınları pek olmaz.

Anneler için çocukları kocalarından daha yakın olurlar.

Kocalar ise çocuklardan çok eşler daha yakındırlar.

Bu durum da bazen tartışmalara sebep olmaktadır.

Bu tesbitleri yapmamın sebepleri var.

Kriz zamanlarında kriz o safhaya ulaşır ki, artık kimse kimseyle ilgilenmez, ilgilenemez durum alır. Herkes kendi derdine düşer, kimse kimseye yardım etmez, edemez hâle gelir. ‘Aynen bugünlerde ve son yıllarda olduğu gibi!’ desek; acaba abartmış mı, yoksa gerçeği mi yazmış oluruz.  

Gelişmemiş ekonomilerde merkezin durması, kalbin çalışmaması, para akışının olmaması, tüm insanları felce uğratır.

Böyle zamanlarda insanlar birbirlerini yok etmeye kalkışırlar. Para için çocuklar analarını, babalarını ve diğer en yakınlarını bile para için öldürürler. Son yıllarda bu gibi sebeplerle yakınlarını öldürenleri ve artık kanıksadığımız her gün cereyan eden kapkaç haberlerini hatırlayınız.

Kur’an, böyle bir kriz oluşmadan önce gerekli tedbirleri alın diyor.

*

Krizden evvel dayısı olan işini yaptırır, meselesi hallolur gibi bir durum vardır. Ama kriz gelince artık kimse bir iş yapamaz, sorunlar çözülemez hâle gelir. Ekonomik ve sosyal hayat çöküntüye uğrar.

Mesela, bugünkü Türkiye’de herkes vergi kaçırmaktadır. Farz edelim ki vergi konusunda Türkiye’de herkes namuslu oldu, kimse vergi kaçırmadı. Herkes iyi vatandaş oldu. Oysa böyle yapsalar, bir sene sonra bütün işletmeler kapanır ve o durumda devlet hiç vergi alamaz olur. İnsanlar da açlıktan ölür.

Değişik suistimallerle işletmeler vergi kaçırılıyor da bu sayede devlet yıkılmıyor.

Rüşvet, iltimas, kayırma veya bu suiistimaller olmasaydı ne olurdu?

O zaman tüm işletmeler iflas ederdi. Neden iflas ederdi? İflas ederlerdi, çünkü vergiler o kadar ağırdır ki, o vergilerin altından halkın, esnafın, küçük ve orta boy işletmelerin kalkması mümkün değildir.

Sonuç itibariyle adam kayırma ve iltimas vardır. Günümüzde adam kayırmadan iş yapmak mümkün değildir. Rüşvetsiz iş yapılamamaktadır.

Rüşvet ise uzun vadede devleti yıkar.

Asıl demek istediğimiz odur ki; kriz zamanı öyle bir zamandır ki, artık rüşvet de, suiistimal da, adam kayırma da bir işe yaramaz olur.

Kur’an; ‘büyük kriz gelmeden infak edin’ diyor.

*

Şimdi, bu vesileyle “Adil Ekonomik Düzen”i yeniden tanımlayalım.

“Adil Ekonomik Düzen” demek, ekonomik krizleri önleyen düzen demektir.

Ekonomik krizler nasıl doğar?

-Faizli sistem enflasyonu doğurur.

-Enflasyon fiyat ve ücret belirsizliğini ortaya çıkarır ve işletmeler çalışamaz olur, işsizlik doğar.

-İşsizliğin sonucu açlıktır.

-Açlığın sonucu borçlanmadır.

-Borçlanma yolsuzluğa götürür.

-Yolsuzluk rüşveti getirir.

-Rüşvet isyanı getirir.

Sonuç;

-İsyan  ülkeyi çökertir.

Eski toplulukların başlarına gelenler daha çok “doğal âfetler”dir.

Oysa bugün daha çok “sosyal ve ekonomik âfetler” insanlığa musallat edilmiştir.

Bunun ekonomik hayattaki tek ilacı “ADİL EKONOMİK DÜZEN”dir.

Bu konuya Bakara Sûrsi’ndeki iki âyetten giriş yapmıştık. Âyetin sonunda, “Zalim olanlar kâfirlerdir.” (Kur’an; Bakara, 2/254) deniyor. Buradaki “kâfirun/kâfirler” infak etmeyenlerdir, nankörlerdir. Onlar zalimdirler ve onlar hem kendilerine hem de çevrelerine zulmetmektedirler.

Tekrar edelim ki, buradaki infak sadece mâli infak değildir, bedenî çalışma da infaka dâhildir. “ADİL EKONOMİK DÜZEN” için çalışılacak, o arada maddi imkânlar da harcanacaktır. Bunun yapılması da farzı kifayedir. Hiç yapan yoksa, o zaman da farzı ayındır; yani mutlaka yapılmalıdır.

Bu iki kavram yani “kriz” ve “infak” üzerinde düşünün bakalım. Düşünün ve bulunup içinde yaşadığınız çevrede yapılması gereken görev farzı kifaye mi, yoksa farzı ayın mıdır?..

Hayırlı üç aylar, Ramazanlar ve daha nice diğer aylar ve de yıllar…

 

 

***

 

 

 

 

 

Kriz mi, gelişme mi?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.08.2007

Osmanlı İmparatorluğu’nu borca boğarak yıktılar...

Mustafa Kemal ve arkadaşları bunu çok iyi bildikleri için ekonomide alınması gereken tedbirleri almışlar ve o dönemin imkânları çerçevesinde yapılması gerekenleri yapmışlardır:

- Osmanlıların Türkiye’ye düşen borcunu muntazaman ödeyerek 1950’ye kadar Türkiye’yi borçsuz hâle getirmişlerdir. Bunun ne demek olduğu, günümüzde giderek artan borçlarımızla daha da iyi anlaşılmaktadır.

- Ülke içindeki yabancı ekonomik kuruluşları (elektrik, su, demir yolları vs) devletleştirerek satın almışlardır. 1950’de yabancı sermayenin Osmanlı döneminden kalan Türkiye’de bir kuruluşu yoktu.

- Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni (KİT’leri) kurarak teknoloji transferini sağlamış, halkı teknolojide eğitmiş, kentleşmeyi sağlamış ve sömürü sermayesinin istilasını önlemişlerdir.

- Devletçilik-halkçılık dengesi ile tamamen İslâmî olan, kapitalizm ve sosyalizme karşı üçüncü bir düzen olarak yeni sistem ortaya konmuşlardır. Dünyada ilk defa Hazreti Davud’un uygulamış olduğu bu ilke; halkın yapacağını halkın yapması, halkın yapamayacağını devletin yapması ilkesidir. Sermaye tekelini önlemek esas olmuştur.

*

Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması öncesi ve sonrası ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan itibaren yaşanan, günümüzde de çok iyi bilinip tahlil edilmesi gereken önemli gelişmeler vardır. Basel Kongresi’nde Yahudilerce alınan kararlarla;

a) Birinci Cihan Savaşı çıkarılmış ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, dinsiz bir Türkiye devleti kurulmak istenmiştir. Rusya yıkılmış, yerine din düşmanı bir blok (Sovyetler) oluşturulmuştur. Avusturya İmparatorluğu yıkılmış, Avrupa’da ulusal devletler oluşturulmuştur.

b) 1948’de İsrail devleti kurulmuş ve Türkiye tekrar borçlandırılma merhalesine sokulmak suretiyle yıkılışa hazırlanmağa başlanmıştır.

1940’dan beri Türkiye batırılmak istenmiş ama;

bilinen aksine gelişmeler olmuş, Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmamıştır.

1950’lerde ülke borçlandırılmaya başlanmış ama;

Türkiye “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmiştir.

1960’lerde başbakan asılmış ve ülke ekonomik baskıya alınmıştır ama;

Türkiye altyapılarını tamamlayarak gelişme yoluna devam etmiştir.

1970’lerde ikinci darbe yapılmış ama;

Türkiye bu sayede sanayiyi Anadolu’ya taşımıştır.

1980’de üçüncü darbe yapılmış ama;

İstanbul’da özel sermaye oluşturulmuştur.

1990’larda ağır krizler olmuş ama;

bu sayede Türkiye sermayesi dünya piyasalarına açılmıştır.

2000’li yıllarda Türkiye’de İstanbul sermayesi yerini Anadolu sermayesine bırakmaya başlamıştır.

*

Görülüyor ki, Türkiye’de kriz/ler çıkararak ülke ekonomisini çökertmek isteyen Batı dünyası ya da sömürü sermayesi, bu eylemlerinde tam olarak muvaffak olamıyor; her seferinde Türk ekonomisi daha çok gelişiyor ve güçleniyor.

Batı bu durumu keşfetmiş olmalıdır ki, son birkaç yılda artık Türkiye’de kriz çıkarmıyor.

Anlatmak istediğim mesele şudur: ‘Türkiye kriz bekliyor mu?’ sorusuna vereceğimiz cevap; keşke biraz daha krizler olsa da halkımız yeni hamlelerle muasır medeniyetin üstüne çıksa!

Hiç kimsenin hiçbir endişesi olmasın; Türkiye “halk ekonomisi”ni geliştirecek ve “Adil Düzen”i kuracaktır. Türkiye, III. Bin Yıl Medeniyeti’nin başladığı yer olacak, muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır. Bu sözü Mustafa Kemal’e Allah söyletmiştir. III. Bin Yıl Medeniyeti ne zaman kurulacaktır derseniz; Türkiye ve Türk halkı buna hazır olduğu, yapılması gerekenler yapıldığı zaman olacaktır.

Türkiye’ye oynanan oyunlar Türkiye’yi ileri götürecektir. Bizim bu hususta endişemiz yoktur.

Bizim asıl endişelerimiz başkadır ve o endişeler şunlardır:

Evet, biz İstiklâl Savaşı’mızı yaptık, Cumhuriyet’i kurduk ama bu bize çok pahalıya mâl olmuştur. Bundan dolayı istiyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti yıkılmasın, bu millet yine binlerce şehit vermek zorunda kalmasın. Ama vermek zorunda kalırsa, ikinci cumhuriyetimizi elbette kuracağız. Türkiye muasır medeniyetin fevkine çıkışın merkezi olacaktır. Bu takdir-i İlâhi’dir. Bundan endişemiz yoktur.

Biz, muasır medeniyetimizin fevkindeki medeniyeti zayiat olmadan kuralım diyoruz. Yanlış anlaşılmasın; birinci cumhuriyeti biz yıkmayacağız. Osmanlıları da biz yıkmadık. Biz yıkılmaması için son gayretimizi veriyoruz. Bunun için yöneticilerin “ADİL DÜZEN”i benimsemeleri gerekir. Yoksa, asıl yapılması gereken yapılmadıkça, sosyal ve doğal kanunlar “ZALİM DÜZEN”i yıkacaktır. Allah zulüm düzenini bâki kılmaz.

İşte, onların kriz/ler çıkarmak suretiyle uygulayageldikleri planları vardır ama; onların o planlarına karşı Allah’ın da planı vardır ve O’nun planı her zaman gelişme yönünde galip gelmektedir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Oyun içinde oyun!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.08.2007

Malum olduğu ve bilindiği üzere, dünyanın en büyük ve karmaşık ipotekli konut kredisi (mortgage) piyasasına sahip ABD’de mortgage kredilerinde yaşanan sorun ya da kriz dünya piyasalarında fırtınalar estirdi. Eh, -her ne hikmetse ve de nasıl oluyorsa;- ABD’de hapşırılsa, Türkiye’de ve Türkiye piyasalarında derhal nezle olunuyor!

ABD’deki sorun, geliri olmayan kişilere kullandırılan kredilerden kaynaklanıyor/muş.

Peki, ABD’deki bankalar kredi alanların yeterli gelirinin olmadığını bilmiyorlar mı?

Sömürü sermayesinin bankaları bunun böyle olduğunu bal gibi biliyorlar.

Evet, biliyorlar ve bildiklerinden dolayı zaten işin daha başında gerekli teminatları almış, ipotekleri yapmış oluyorlar. Yani, oyunun bütün kurallarını kendi lehlerine işleyecek şekilde mekanizmayı daha baştan kurmuş oluyorlar. Dolayısıyla, burada bankaların ve müteahhitler başta olmak üzere bütün diğer aracıların hiçbir zararı yok. Olan, sayılarının beş milyon kişi olduğu ifade edilen ipotekli ve yüksek faizli konut kredisi alanlara ve onların kefillerine oluyor. Onların evleri ve malları gidiyor, eriyor, yok oluyor. Aslında yok olmuyor, sadece yer değiştiriyor ve birilerine gidiyor.

Kimlere gidiyor?

Elbette başta faizli-ipotekli konut kredilerini veren faizli sömürü sermayesinin bankalara ve diğer şürekâlarına…

*

Efendim;

-Türkiye’de müşterinin varlıkları iyi araştırılıp ipotekli-faizli konut kredisi onaylanırken;

-ABD’de kredi isteyen hiç kimse geri çevrilmiyor; riski ne kadar yüksekse o oranda yüksek bir FAİZ oranı ile kredi alabiliyor/muş.

-Türkiye’de bankalar emlak değerinin yüzde 75’ine kadar kredi verilirken;

-ABD’de bu oran yüzde yüz/müş!

ABD’de, subprime (yüksek riskli) şeklinde adlandırılan bu kredilerin hacmi, son 6 yılda önemli ölçüde artarak yaklaşık 1,4 trilyon dolarlık büyüklüğe ulaşmış. 10 trilyon dolar büyüklüğündeki mortgage piyasasının toplam büyüklüğünün yaklaşık yüzde 14’ü bu kredilerden oluşuyormuş. Sorun yaşanan kredilerin oranı yaklaşık yüzde 20, tüm mortgage büyüklüğü içindeki oranı ise yüzde 2,8. Ancak riskli kredi kullananlar, ev fiyatları duraklayınca kredilerini geri ödememeye başlamış.

Çünkü; faizli-ipotekli konut kredilerini alanlar, evlerini sattıklarında bile kredi borçlarını kapatamıyor, üzerine daha da para vermeleri gerekiyor. Dolayısıyla ve sonuç itibariyle, tâ başından planlandığı ve oyun içinde oyun oynanmakta olduğu üzere, evler faizci bankalara bırakılmış oluyor. Şu anda sözkonusu evlerin sayıları ciddi oranda artınca fiyatlar iyice düşmüş, bankalar da bu evleri satamamış. Kredileri vermek için çıkardıkları fonlardan yatırımcılar paralarını çekince de sorun finansal piyasalara sıçramış.

İşte, benim geçenlerde yazdığım ‘mortgage krizi yazılarımda’ anlatmaya çalıştığım tam da buydu. Sonuç itibariyle bütün evler bankaların yani sömürü sermayesi sahiplerinin oluyor.

*

ABD’deki faizli-ipotekli konut kredilerinin gayrisafi millî hâsıla içindeki payı yüzde 54’lerde. Bu oranın yüksek olması sebebiyle, bu kredilerde yaşanan kriz, ABD’de ve bütün dünyada ekonomiyi doğrudan etkiliyor. Konut fiyatları son yılların en düşük seviyesine gerilerken, ekonomik hayatın ana sektörlerinden olan inşaat sektörünün olanlardan ve oynanan oyunlardan etkilenmesi sebebiyle, ona bağlı ve bağımlı olan pek çok sektörü de olumsuz etkiliyor. Mesela, zaten var olan ve kimi yerlerde kangrenleşen işsizlik daha da artıyor.

Sömürü sermayesinin ekonomistleri diyorlarmış ki; efendim, mortgage sektöründeki durgunluğun ve de krizin bir süre daha devam edeceğini; ancak bütün bu işaretlere bakarak “ABD’de emlak sektörü çöktü” demek için erken olduğunu söylüyorlar/mış.

Bu sözde uzmanlara göre, sorun likiditenin (nakit para) ciddi şekilde azalmasından kaynaklanıyor/muş. Amerikan Merkez Bankası (FED) faiz indirimleri ile nakit ihtiyacını giderip krizi bitirecek/miş. Bir ay içinde bu sorun atlatılabilir/miş...

Elbette bitirir, elbette atlatır, elbette giderir…

Bankalar kimin, ABD Merkez Bankası kimin?

Hepsi de aynı sömürü sermayesi sahiplerinin değil mi?

Onlar ‘oyun içinde oyun oynar’ ve güya surunu/krizi bitirirler.

Ama bu oyunlar, tezgâhlar, dümenler bir gün kapitalizmin sonunu getirip bitirir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yeni hükümet neler yapmalı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.08.2007

1950’ye kadar sömürü sermayesi hep semirmiştir.

1950’den sonra sermaye büyümüş; bugün dünyaya mutlak hakim durumda görünüyor.

Sovyetler yıkılmış, Çin sermayenin emrine girmiş, dünyada sömürü sermayesinin kontrol etmediği bir yer kalmamıştır gibi görünüyordu ki; yeni gelişmeler olmaya başladı...

Sermaye giderek etkinliğini kaybetmekte, halk ekonomisi ise canlanmaktadır.

Eski Sovyet ülkeleri bağımsız olarak ekonomilerini düzeltiyor...

Çin de devreye girerek dünya tekelini kırmaya gayret ediyor...

Türkiye’deki halk ekonomisi en üstün seviyeye çıkmakta...

Sömürü sermayesi için sorun olan ülke Türkiye’dir.

İran da Türkiye kadar etkin bir devlettir, ancak Şii olması nedeniyle tehlike teşkil etmiyor.

Türkler ise her zaman dünyaya hakim olmuş bir ırktır. Türkiye var oldukça gerçek bir İsrail devleti kurulamaz. Sermaye beşyüz yıldır Türkiye’yi devre dışı bırakmak için uğraşmıştır; hâlâ uğraşmaktadır.

*

AK Parti’nin en büyük hatası nedir?

AK Parti zannediyor ki;

Batılılar beni/bizi seviyorlar, Batılılar beni/bizi destekliyorlar.

Oysa, Batı dünyasının yani sömürü sermayesinin sevgisi ve vicdanı yoktur.

Sermaye Ermeni ve Rumları iki asır boyunca Türklere karşı kışkırttı. Onlar da sermayenin kışkırtmalarına ayak uydurdular ama; bu yaptıkları sonunda Anadolu’dan silinmelerine sebep oldu.

Hasmın merhametine terk edilen bir düşüncenin zafer kazanması doğa kanunlarına aykırıdır.

*

Asıl yapılması gerekenler nelerdir?

İktidar partisi, her türlü muhalefetle millî mutabakat ve uzlaşma içinde, demokratik yollardan yüksek kurullar kurarak ülkemizin sorunlarını “Adil Düzen”le, “Adil Ekonomik Düzen”le çözmelidir. Bunu yaparsa, yapabilirse, tarihin en başarılı iktidarı olur; aksi halde hezimeti kesin olarak mukadderdir.

1. Birinci sorun yerel yönetimler sorunudur; Yerel Yönetimler Yüksek Kurulu” kurulmalıdır.

Türkiye 12 bölgeye ayrılmalı ve her bölgede bir ordumuz bulunmalıdır. Ordu o bölgeyi savunacak şekilde donatılmalı ve eğitimini ona göre yapmalı, askerleri o bölgenin dışındaki halkımızdan oluşmalıdır. Ordularımız dış güvenliği sağladığı gibi devletin bölünmesine karşı da teminat olmalıdır.

Ondan sonra yüzden fazla taşra illeri teşkil olunmalı, iller bağımsız hâle gelmelidir. Kendi başkanlarını kendileri seçmeli, kendi hukuklarını kendileri oluşturmalıdır. İller kendi halkından jandarma teşkilatını oluşturmalı, ilçelerdeki birlikleriyle iç güvenliklerini kendileri sağlamalı, lise eğitimlerini kendi dilleri ile yapabilmelidir. Üniversite eğitimi Türkçe dili ile yapılmalıdır.

İller de yüze yakın taşra bucaklarına ayrılmalıdır. Böylece ülke bütünlüğünü korumuş ama ‘yerinden yönetimin tüm ilkeleri’ uygulanmış olur.

2. İkinci sorun yargı sorunudur; “Soruşturma, Savunma, Bilirkişilik ve Hakemlik Yüksek Kurulları” kurulmalıdır.

Yargı hakemlerden oluşmalıdır. Bucak bir yargı çevresi olmalıdır. Orada alınan kararlar merkezden denetlenmemelidir. Yargıtay üstünlüğü yargı üstünlüğü değildir, hakemler üstünlüğü yargı üstünlüğüdür. Anayasa mahkemesi meclis içinde hakemlerden oluşmalı, en yüksek yargı organı olmalı, işte o yargıya karşı dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Hakem kararları kesin olmalıdır.

3. Üçüncü sorun ülke borçları sorunudur; Kamu Borçları Yüksek Kurulu” kurulmalıdır.

Türkiye, öncelikle dış borcu iç borca çevirerek, para borcunu mal borcuna çevirerek, borcu ortaklığa çevirerek ve faizli borcu faizsiz borca, kredileşme sistemine çevirerek tasfiye etmelidir.

Sonra faizi sıfırlayarak tüm iç borçlarını hemen tasfiye etmelidir. Devlet alacaklarına faiz uygulamamalıdır; devlet borçlarına da faiz uygulamamalıdır.

Böylece faizsiz sermaye bulan işletmeler dünyanın en ucuz mallarını üretecek, ihracat patlaması olacak ve işsizlik ortadan kalkacaktır.

4. Son sorun medya sorunudur; “Basın ve Yayın Yüksek Kurulu” kurulmalıdır.

Millî basının, millî medyanın oluşması için tedbirler alınmalıdır. Dağıtım ve yayınlar devletçe bedava yapılmalıdır. Yazarların maaşlarını devlet vermeli ve onlar istedikleri yayın organında yazmalıdır. Basın ve yayından vergi kaldırılmalı, vergi yerine yerlerinin/vakitlerinin beşte birini kamuya ayırmalıdırlar. Devlet bunlara ayrıca reklam parası vermemelidir. Böyle yapılmazsa, Doğan Medya tekellerine ve onların benzerlerine mahkûmiyet sürer gider…

Biz sadece tesbit ve tenkit yapmıyor, ÇARE VE ÇÖZÜMLERİ de hatırlatıyoruz;

Anlayanlara…

 

 

***

 

 

 

 

 

Kendin topla, kendin öde!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.08.2007

İnsan bazen eskiyi, eski dönemleri, eski hayatı, ecdadımızın bir zamanlar gerçekleştirip yaşadığı ekonomik ve sosyal düzeni özlüyor. Hele son yıllarda yaşanan yokluk, fakirlik, işsizlik ve krizler düşünüldüğünde, bu özlem ister istemez daha da depreşiyor. Özlem ve umudun dayanakları geçmişte olunca, insan geleceğe yönelik olarak kurulası yeni bir dünya ve yeni bir düzen için umutlanıyor...

Umutlandıkça daha bir gayrete geliyor. Hani, geçmişteki ekonomik hayata dair anlatılan ve özellikle o devirlerdeki esnafın zirvede olan ahlâk anlayışının simgesi olan haller vardır ya; bir vesileyle onlar geliverdi aklıma. Günlük hayatın başlangıç saatlerinde gelen müşteriyi yanındaki dükkana yönlendiren ve; “Komşum bugün henüz siftah yapmadı, lütfen alışverişinizi komşumdan yapar mısınız?” diyen -istisna da olsa- bu devirde bir esnaf var mıdır? Vardır ki, bu dünya her şeylere rağmen hâlâ ayaktadır.

Ne gibi haller ve prensipler?

-Malın kaliteli ve hilesiz olması…

-Ölçü ve tartıya azami riayet edilmesi…

-Borç ve alacaklar üzerinde hassasiyetle durulması…

-Ödemelerin söz verildiği veya sözleşmelerde yazıldığı gibi vaktinde yapılması…

*

Bu yazıyı yazmama minik bir haber sebep oldu. Haberde yazılanları sözkonusu ülkede bizzat kendim defalarca yaşayıp uyguladığım için daha rahat yazıyorum. O ülkeye 1971 yılında ilk defa öğrenci olarak gittiğimde bu durumu görmüş ve hayretler içinde kalmıştım. Kimi zaman harçlıklarımızı kazanmak amacıyla bu gibi işlerde arkadaşlarla çalıştıkça, hayretimiz daha da artmıştı.

Sonra, 1980’lerin başından itibaren yine o ülkeye kimi zaman ailemle, kimi zaman yalnız gittikçe aynı şeyi çocuklarımla birlikte yapmış, mesela çilek tarlasında çilek sepetlerine çileklerimizi kendimiz toplamış, ücretini de bizzat kendimiz ödemiştik.

Yani; “Kendin topla, kendin öde!” sistemi. Bu arada toplarken ailecek yedikleriniz ise cabası! Hani, bizdeki “Kendin pişir, kendin ye!” gibi bir şey.

*

Sözünü ettiğim haberde yazılanlara gelince, aynen şöyle: ‘Selber Schneiden’, ‘Blumen zum selbstschneiden’, ‘Selber Schneiden kürbis’, ‘Sonnen blume’ ve ‘Gladiolen’. Yani; ‘Kendin kes’, ‘Çiçeği kendin kes’, ‘Kendin kabak kes’, ‘Ay çiçeği’ ve ‘Çiçek türü’.

Almanya’da bu aylarda özellikle tarım alanlarıyla meşhur olan bölgelerdeki yol kenarlarında bu tür reklam mahiyetindeki davet tabelalarını görmeniz mümkün. Bir şehirden örnek veriliyor.

Almanya’nın Ulm şehrinde yaşayan çiftçiler alışveriş yapan vatandaşlara güveniyor. Büyük zahmetlerle mart ayından itibaren yetiştirdikleri kabak gibi sebzeler ile ayçiçeği, lâle, zambak türü çiçek bahçelerini halkın hizmetine sunan çiftçiler satışı tarlada yapıyorlar.

İşin ilginç yanı ise tarlada görevlinin ya da satıcının bulunmaması.

Yakınlarına ve sevdiklerine gitmekte olup hediye götürecek olanlar ya da hastane ziyaretleri için çiçek ihtiyacı olan vatandaşlar, kendilerine en yakın çiçek tarlasına giderek buketlerini oluşturuyor. Tarlanın girişine “Kasse” yazılı para kutusu bırakan çiftçiler, çiçeklerin fiyatlarını buraya yazıyor. Bir de çiçeklerin kolay ve güzel kopartılması için bıçak bırakıyor. İhtiyacı olan vatandaşlar tarlaya gelerek çiçeklerden demet yapıyor, ücretini kasadaki fiyatlara göre belirleyip kasanın içerisine atıyor...

Satışlardan memnun olan çiçek tarlası üreticileri, vatandaşlara sonuna kadar güvendiklerini ifade ediyor. Kopardıkları çiçeklerin parasını vermeden giden vatandaş sayısının yok denecek kadar az olduğuna inandıklarını ifade eden çiftçiler, kasanın emeklerin karşılığı kadar para çıkardığını söylüyor.

400 bin nüfusa sahip Ulm şehri ve çevre köylerinde 200’den fazla çiçek tarlasının olduğu tahmin edilirken, Türk ve Alman vatandaşlar mağaza satış fiyatlarına göre çok ekonomik olan çiçek tarlalarını tercih ediyor. Bir çiçek mağazasında 2 adet zambak ve 2 adet lalenin fiyatı 7-15 Euro arası değişirken burada ise tanesi sadece 60 cent. Çiçek tarlasının sahibi, müşterileri için küçük bir not bırakmayı da ihmal etmemiş:

“Sevgili arkadaşlarım, müşterilerim. Siz de görüyorsunuz ki bu çiçek tarlası büyük bir zahmet ve masrafla yapılmış. Ne güzel çiçekler var, değil mi? Sizden ricamız, ücretini tam olarak kasaya atınız. Teşekkür ederiz.”

Eylül ayının sonunda ise tarlada satışlar sona eriyor. Almanya’da insanların birbirlerine olan güveninin çok olduğunu söyleyen vatandaşlarımızdan Fevzi Karabağ bakınız neler diyor:

“İkamet ettiğimiz bölgede her milletten insan yaşıyor. Burada sosyal devlet anlayışının hâkim olması ve yardıma muhtaç olanlara devlet tarafından sahip çıkılması sonucunda hırsızlık olayları yok denecek kadar azdır. Burada yaşayan bir insan, çiçek tarlasına girerek oradan çiçek çalmak gibi hırsızlık olayına tenezzül etmez. Zaten fiyatlar çok uygun. İstediği kadar kopartıp ücretini de kasaya atar.”

Çiçek tarlalarının insanlar tarafından görülmesi için yol kenarlarına uyarıcı reklam panoları da koymayı ihmal etmeyen çiftçilerin yüzü gülüyor.

Ne diyelim;

Allah bizim çiftçilerimizi de güldürür, inşaallah…

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2007 Yazıları
1-2007 Ocak
1131 Okunma
2-2007 Şubat
1222 Okunma
3-2007 Mart
1195 Okunma
4-2007 Nisan
1094 Okunma
5-2007 Mayıs
1088 Okunma
6-2007 Haziran
1143 Okunma
7-2007 Temmuz
1230 Okunma
8-2007 Ağustos
1229 Okunma
9-2007 Eylül
1103 Okunma
10-2007 Ekim
1229 Okunma
11-2007 Kasım
1329 Okunma
12-2007 Aralık
1113 Okunma