ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
Sam Adian
1132 Okunma
IKTISAT ve HUKUK

İktisat ve Hukuk

 

 

 

 

 

 

 

“İslam iman, amel ve ahlak konularında birtakım terim ve tarifler getirdiği gibi, insan davranışlarını yönlendiren din, bilim, İktisat ve idarede de tasnifler yapmıştır. İlimde, dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelliklerin yayılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini; iktisatta ise teknik ile faydalının yapılmasını gerçekleştirmiştir. Fizyokratların ifade ettiği gibi insana düşen görev, kâinatta var olan bu kurulu düzeni bulmaya çalışmasıdır.

İslam’ın bir hukuk yönü bulunmaktadır. Onun için İslam hukukunun varlığını kabul edenler, dolayısıyla İslam ekonomisinin de var olduğunu kabul etmek durumundadırlar. Çünkü hukuk ile ekonomi, konu olarak insanı ve insan davranışlarını ele almaları bakımından benzer ilimlerdir. Bu sebeple İslam’ın bir hukuk tarafının bulunduğunu kabul edenlerin, ekonomik tarafının da bulunacağını kabul etmeleri gerekir.”[1]

Genel olarak “İslam İktisadı” söz konusu olduğunda kesin bir “İktisat” kuramı yerine “hukuk”a dayalı bir sistem olasılığından söz edilmektedir. Genellikle borç-alacak ilişkisinden kaynaklanan hukuki süreçlere dayalı bir ekonomi varsayımı vardır. Oysa maddi borçlanmalar bireyseldir ve ilkesel olarak ekonomik süreçleri ilgilendiren bir durum değildir.

Bu bağlamda “İslam İktisadı” genel olarak yükümlülükler ve özelde de “borçlanmaya göre” değerlendirilen ve algılanan bir nitelik kazanmaktadır.  Gerçekte borç ve borçlanmaya ilişkin kurallar, daha açık bir ifade ile sözleşmelerden doğan sorumluluk/yükümlülükler ile İktisat birbiriyle ilişkisi olmayan iki ayrı kavram olarak tanımlanmaktadır. Genel kabullerin aksine, bilinen mânâda “deyn’-borç/sözleşme yükümlülüğü” ile “bey’-alışveriş” kavramının ne mânâ bakımından ne de uygulama bakımından doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Deyn (دين )- Sözleşme (Yükümlülük) Düzeni[2]: İkili ilişkilerde koşulları ve kuralları önceden belirlenmiş olan ve sonuçları itibariyle maddi değer taşısın taşımasın taraflara yükümlülük getiren meşru ve kurallı bir ilişkidir. Üretken veya üretken olmayan, sözleşme yükümlülüğü.

Çünkü deyn, sözleşmelerden doğan hak ve sorumlulukların tescili anlamına gelmekte olup bu hak ve sorumlulukların hangi koşullarda düzenleneceğini açıklar. Bu nedenle öncelikle bazı kavramların deyn ile olan ilişkilerini tespit etmek veya ayırmak gereği vardır:

a.    Bireysel Borçlanma: Maddi değere dayalı bireysel borçlanmalar, “deyn”in konusudur. Sözleşmeye dayalı olarak gerçekleştirilmelidir ve sözleşme tescil edilmelidir. Bir emek birikimin veya bir malın belli bir süre için bir başkasının kullanımına tahsis edilmesi de bu kapsamdadır. Ancak iktisadi faaliyetlerde ise bireysel borçlanmalar yoktur.

b.    İnfak: Bireyin emek yoluyla elde etmiş olduğu kazanımlardan tasarruf edilmiş olan birikimlerdir ve özel mülkiyet kapsamındadır. Bu birikimlerin dolaşıma aktarılması, özel mülkiyet altında olmasını etkilemez. Dolayısıyla infak edilen şey, kişinin özel mülkiyeti altında dolaşımda tutulur ve kişi, elde edilen gelir üzerinde de pay sahibidir. İnfakın mülkiyeti ve tasarruf hakkı, her zaman bireye aittir. Karşılıksız olmaması nedeniyle de sözleşme ile tescil edilmesi gerekir.

c.     Karz: İnfak edilen değerlerin ikrazı ile gerçekleşir ve bir borç değildir. Çünkü geçici bir tahsis değil; bir iştirak söz konusudur.  Yani karşılığı peşin olarak alınan (iştirak payı) ve sonuçları itibariyle amacı önceden belirlenmiş olan bir uygulamadır. Kazanç/kâr beklentisinin önceden belirleniyor oluşu, iştirakten doğacak olan gelirin miktarının belirlenmesi değildir. İştirakin doğal bir sonucudur. Burada kişi, işletmeye birikimlerini aktarması nedeniyle alacaklıdır. Ancak bu alacak, kullandırdığı miktar ile değil; elindeki payın getirisi ile ilgilidir. İnfak sahibi, işletmenin elde edeceği kazanımlar üzerinde iştiraki oranında pay sahibi olacaktır. Bu nedenle sözleşmeye bağlı olmalıdır.

d.    Deyn: Maddi değeri olsun ya da olmasın, herhangi bir sebeple tarafların belli koşullarda birbirlerine karşı taahhütte bulunmaları sebebiyle ve sonuçları itibariyle yükümlülük gerektiren meşru, kurallı ilişkidir. Çıkar paralelliği olan her işlemde taraflar, birbirlerine karşı yükümlülük altına girmiş olurlar. Bu maddi değer taşıyan bir ilişki olabileceği gibi maddi değeri olmayan bir ilişki de olabilir. Yani deyn, sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesine ilişkin düzenlemedir. Deyn, sadece maddi değerler üzerinde gerçekleşen bir şey olmadığı gibi, sadece bireysel borçlanmalar ile de sınırlı değildir. “Sorumluluk” ortaya çıkaran her eylem, borçlanmayı (yükümlülük) doğurur.

Edinimlerden veya taahhütlerden doğan hak veya yükümlülüklerin yerine getirilmesi, sözleşme koşulları çerçevesinde bir zorunluluktur. Dolayısıyla “tedayun/borçlanma” hukuku ile iktisadi süreçleri doğrudan ilişkilendirebilecek herhangi bir veri yoktur. Kavram olarak “deyn”,[3] yani sözleşmeye dayalı ilişkiler, metinde “tedayun” başlığı altında yani “Taahhüt/Yükümlülük Sorumluluğu Hukuku” çerçevesinde açıkça ifade edilmiştir. Bu nedenle doğrudan maddi borçlanma ile ilgili bir kavram olmadığı gibi, genel olarak “din” yani “düzen” ile aynı bağlamda değerlendirilmesi gereken sözleşme düzenini/prensiplerini ifade eder ve bazı koşulları vardır. Örneğin:

1.    Süreli bir yükümlülüktür (ecelin müsemma). Yani belli bir süre içerisinde yerine getirilmesi gereken bir taahhüt ve buna bağlı yükümlülüğü ifade eder. Dönemsellik vardır.

2.    Sözleşmeye dayalıdır. Yani, taahhütlerin karşılıklı olarak kuralları önceden belirlenmiş ve taraflara getirdiği yükümlülükler açıkça ve anlaşılır bir şekilde tescil edilmiş olmalıdır. Buna göre taahhütlerin veya sözleşmelerin geçerli olabilmesi için tescil edilmesi zorunludur. Aksi hâlde hukuki sonuç doğurmayacaktır.

3.    Yalnızca mü’min olanlar (ellezine amenu), yani bilgiyi kullanan ve geliştiren uygulayıcı uzmanlar, borçlanabilirler. Yani, taahhütler gelişigüzel değil, bir işin veya uygulamanın gerçekleştirilmesine yönelik olmalıdır ve taahhütleşenlerin o işi yapabilecek yeterlilikte olmaları gereklidir. Bu mânâda  Müslim olanların borçlanma sorumluluk ve ehliyeti yoktur.

4.    Yerine getirme (eda)[4] sorumluluğu vardır. Sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerin sözleşmede taahhüt edilen şekliyle yerine getirilmesi gerekir. Bu çerçevede taahhüt edilen şeyin açık ve sözleşmenin tescili zorunluluğu vardır (rihânun makbûdah).[5] Sözleşmenin tarafları için kamunun tescili, hukuk açısından zorunludur. Yükümlülüğü belgelendirme şartının doğal sonucudur.

5.    Cari işlemler (ticaret)[6], eğer mevcut olan bir şey üzerinde gerçekleşiyor ise (hadirun) herhangi bir sözleşme sorumluluğu yoktur. Bey’ (satış) işlemi gibidir ve karşılıklı rıza ile gerçekleşir. Ancak, cari işlemler, eğer süre içeriyor ise sözleşme gerekir. Üretim talepleri ve siparişler, bu kapsamda değerlendirilmelidir.

6.    Alışveriş (bey’)[7] için tanık sorumluluğu ve yazılı sözleşme zorunluluğu yoktur. Çünkü peşin satışlar, karşılıklı rıza ile gerçekleşir ve ödemesi yapıldığında, satın alma rızası oluşmuştur. Satıcının malı teslim etmesi ile de işlem sona ermiştir.

7.    Mücbir sebepler, sözleşme ile taahhüt edilen yükümlülüklerin herhangi bir sebeple yerine getirilememiş olması, sözleşme hükümlerinin ağırlaştırılmasını gerektirmez.[8] Eğer işin yapılamamış olmasından dolayı taahhüt eden tarafa ağır yaptırımlar getiriliyor ise bu, riba olacaktır. Bu nedenle de yasaklanmıştır. Elde edilmesi öngörülen fazlanın terk edilmesi, sözleşme konusu olan taahhüdün aslı ile yetinilmesi zorunludur.[9] Mevcut durumu ağırlaştıracak olan her türlü yaptırım ribadır.

8.    Yükümlülüğün feshi gerekebilir. Sözleşme yükümlülüğü, tazminat içeriyor olsa bile, zamanında yerine getirilememiş olması, öncelikli olarak yeniden yapılandırmayı gerektirir. Yeniden yapılandırma da başarılı olamıyor ise, sözleşmenin feshedilmesi ve varsa maddi harcamaların vergiye sayılması gereklidir.[10]

Genel ilkelerden bir sözleşme sürecinin nasıl uygulanacağı anlaşılabilmektedir. Tanığı olmayan ve tescil edilmemiş bir sözleşmenin geçerliliği de yoktur. Ancak prensiplere uygun olan bir sözleşme, her iki taraf için sözleşmede belirtilmiş olan koşullar çerçevesinde bağlayıcıdır ve yükümlülükler da buna göredir:

1.    Ehliyet: “Uzman” kimseleri ilgilendiriyor olması nedeniyle, sözleşme ile taahhüt edilmiş olan yükümlülüğün yerine getirilebilmesi için, bu taahhüdü ehliyetli kimselerin yapması gerekir. Yani ehliyet/yeterlilik olmalıdır. Ancak bu ehliyet, iradi bir ehliyet olmakla birlikte, işi yerine getirebilecek düzeyde yeterlilik ehliyetidir. Yani herhangi bir kimse, yetkin olmadığı bir konuda herhangi bir taahhütte bulunamaz.

2.    Yeterlilik: Maddi rehin, söz konusu değildir. Çünkü değer ifade eden herhangi bir şeyin taahhüt edilen işin yapımı karşılığında rehin olarak verilmesi için herhangi bir dayanak yoktur. Metinde ifade edilen rehin, sözleşme konusu olan taahhüdün geçerli bir taahhüt olmasından ibarettir. Yani uygulanabilir, yerine getirilebilir bir niteliğe sahip olması ve bunun belgelendiriliyor oluşunu ifade eder.

3.    Fesih: Geleceğe yönelik olan her taahhüt veya henüz yapılmamış olan bir işin taahhüt edilmesi ve bu çerçevede bir yükümlülük getirilmesi, her zaman risk taşıyan bir durumdur. Taahhüt edilen şeyin henüz gerçekleşmemiş olması sebebiyle olası aksaklıklar veya riskler söz konusu olacaktır. Yükümlülüğü yerine getirmede bir zorluk veya imkânsızlık ortaya çıkıyor ise, öncelikle şartların iyileştirilmesi ve sözleşmenin yeni koşullara göre yapılandırılması gerekir. Yine de yükümlülüğün yerine getirilmesi, mümkün olmuyorsa fesih zorunlu olacaktır.[11]

Sözleşme hukukunu belirleyen düzenleme dikkatle incelendiğinde, nakit işlemlerin (satış) sözleşmeye tâbi olmadığı, dolayısıyla cari işlemlerde herhangi bir sözleşme yükümlülüğü olmadan işlem yapılabileceği de açıkça anlaşılabilir. Çünkü bu husus, istisna edilmiş ve yazılı bir sözleşmeye gerek olmadığı açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla “deyn” kavramının sadece maddi borçlanmalar ile sınırlandırılması da mümkün olmaktan çıkar. Kaldı ki sözleşmeler, “dönemsel süreklilik” gerektiren uygulamalar içindir. Eğer bir kimse birikimleri ile bir işletmeye iştirak ediyor ve iştirakinden dolayı bir gelir elde etmesi öngörülüyor ise, bu süreklilik gerektiren bir şeydir. Yani dönemsel değildir. Ancak bir değerin aktarılıyor olması sebebiyle hem iştiraki hem de gelir olasılığının sözleşme ile tespit edilmesi gerekir. Ancak bu, tamamen yapılan işlemin tescilinden ibarettir. Çünkü iştirak borç değildir; karşılığı iştirakçiye verilmiştir. İştirakten doğan hak ise, emek birikiminin kullandırılmış olmasından dolayıdır.

Deyn (sözleşme yükümlülüğü) ve karz (yatırım fonu/iştirak) arasındaki benzerlik, sadece hukuki süreç ile ilgilidir. Bir taahhüt varsa ve bu taahhüt taraflara bir yükümlülük getiriyorsa, bu işlem “deyn”in konusudur. Ama taahhüdün hangi şartları kapsayacağı ve yükümlülüğün ne olacağı “deyn” değil; “karz” belirlenir.  Ancak bu durum, üretken olmayan “borç para verme” işlemi ile tamamen çıkara dayalı ve kazanç beklentisi ile yapılan karz işlemi arasında fiili bir benzerlik tesis etmez. Kaldı ki “deyn”, bir yükümlülük getirdiğine göre, çıkar da içerebilir.

Yapılan bir eylemin sonuçlarından doğan hakların hangi kurallara göre değerlendirileceğinin belirlenmesi, o eylemin niteliğine ve amacına bağlıdır. Eğer bir sözleşme yükümlülük getiriyor ve bundan dolayı bir “hak” söz konusu oluyor ise çıkar, yani kazanç da söz konusudur. Maddi değer taşısın ya da taşımasın bir fayda üretiliyor olması gerekir. Bunun için de sözleşme gereklidir.  Çünkü haklar, eylemlerin sonuçlarına, yani hak edinimi gerektirecek eylemin varlığına bağlıdır. Şöyle ki:

Hak (الحقّ)[12]: Temelde “doğrulamak, gerçekleştirmek, realize etmek” anlamına gelen “حقق –Hqq” fiilinden türetilmiş olan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir eylemin sonuçları itibariyle taraflar arasındaki dengenin gerekliliğini ifade eder. (Ölçü anlamında develere yem verilen kabın adı da olabilir.) Hukuk da “haklar”dan doğar.

Bu mânâda iktisadi faaliyetlerden dolayı da çeşitli haklardan söz etmek gerekir. Ancak iktisadi haklar, edinime dayalı haklardandır. Elbette burada da hukuk vardır. Ne var ki her hak, eylemin veya edinimin niteliğine bağlıdır. Borçlanma (sözleşme) hukukundan doğan haklar başkadır, karz yoluyla iştiraklerden doğan haklar başkadır. Bunları iki ayrı kategoride değerlendirmek gerekir:

a.    Doğal Haklar: Bireyin veya varlığın, varoluşu nedeniyle sahip oldukları haklardır. Örneğin yaşamak için beslenmek gereklidir. Eğer rızk, yani temel ihtiyaç kaynakları doğal olarak var edilmemiş ise, yaşamak da mümkün değildir. Yani kişi, var olduğu için beslenme hakkına ve yaşama hakkına sahip olur. Bu hakkın nasıl karşılanacağı, zaten tanımlanmıştır.

Eğer doğal kaynaklar kişinin yaşamı için tahsis edilmiş olmasaydı, bu durumda yaşamda dengeden de söz edilemezdi. Dolayısıyla da doğal düzen, kuşkulu hâle gelirdi. Dolayısıyla bireyin varoluşu nedeniyle sahip olduğu doğal haklar için özel bir sözleşmeye ihtiyaç yoktur. Doğal haklar, toplumsal sözleşme (yasa) tarafından düzenlenmiş ve uygulanıp uygulanmadığı takip ediliyor olmalıdır.

1.    Yaşam Hakkı İçin Toprak Tahsisi: Her birey, varoluşu nedeniyle toprak üzerinde yaşama hakkına sahiptir. Bu nedenle bireyin üzerinde yaşayacağı alanın tahsisi, ayrıca bir sözleşmeye gerek olmaksızın toplumsal sözleşmeler ile yerine getirilmelidir.

2.    Yaşam Hakkı İçin Doğal Kaynak Gelirlerinin Tahsisi: Her birey, varoluşu nedeniyle doğal kaynaklardan yararlanma hakkına sahiptir. Bu nedenle doğal kaynakların işletilmesinden elde edilen kaynaklar, kendisine tahsis edilmelidir. Birey, ihtiyacı olsun ya da olmasın bu kaynaklardan yararlanma hakkına sahiptir ve buradan elde edilen gelir üzerinde hakkı vardır.

3.    Temel Hak ve Özgürlüklerin Kullanılabilmesi: Her birey, varoluşu nedeniyle sahip olduğu özgürlükleri hiçbir sözleşmeye veya bir başkasından izin almaya gerek kalmaksızın kullanma hakkına sahiptir.

4.    Sosyal Güvenlik Haklarının Yerine Getirilmesi: Her birey, varoluşu nedeniyle sosyal güvenlik kapsamındaki hizmetlerden herhangi bir sözleşmeye gerek kalmaksızın yararlanma hakkına sahiptir. İhtiyaç hâlinde bireye sağlanması zorunlu olan hakları kapsar.

b.    Edinilmiş Haklar:  Kişisel çaba, yani emek yoluyla elde edilmiş olan haklardır. Bu tür haklar, sözleşmelere göre değerlendirilir. Eğer bir kimse, bir iş akdi yaparak emeğini tahsis ediyor ise, ücreti hak eder. Yani emeğini tahsis etmesinden dolayı ücret alma hakkı kazanmış olur.  Eğer sözleşmenin tarafı olan işveren, bu hakkı karşılamıyor ise burada sözleşmeden doğan hukuk devreye girecek ve dengenin bozulması önlenecektir. Ne var ki hukuk, ücretin hangi kriterlere göre ödeneceğini değil; sözleşmeye göre çalışan kimsenin, çalıştığı miktar kadar ücreti hak etmesi ve varsa ilave haklarının yerine getirilmesini gözetir. Çünkü ücret, zaten emeğin kendi miktarı ile belirlenen bir şeydir ve hukuk, ücret üzerinde bir değişiklik yapamaz. Yani sözleşmeler de prensiplere aykırı olamaz. Bu kapsamda şunların olması gerekir:

1.    Ehliyet: Bireyin toplum içerisinde çeşitli aşamalardan geçerek kazandığı yetenek, bilgi gibi kendisine yarar sağlayacak olan edinimlerini kullanabilmesi, bu kazanımlarının belli süreçleri tamamlamış olması ve tescil edilmesine bağlıdır. Sözleşmelerde etkendir.

2.    İrade ve Rıza: Tarafların sözleşmeyi serbest irade ile ve tam bir mutabakatla oluşturmaları zorunludur. Aksi hâlde sözleşmenin hukuki geçerliliği olmayacaktır.

3.    Tanık ve Tescil: Sözleşmeler, sözleşme yapma yeterliliğine sahip olan taraflar arasında gerçekleştirilebilir ve mutlaka tanıkları olmalıdır. Tanıklığın ve sözleşme hükümlerinin geçerli olabilmesi için ise sözleşmenin kamu tarafından tescili de zorunludur. Tanık olmasına rağmen tescil edilmemiş sözleşmelerin hukuki bağlayıcılığı olmayacaktır.

4.    Yasallık:  Özel sözleşmeler, toplumsal sözleşmelere aykırı olarak düzenlenemez. İlkesel olarak toplumsal sözleşmelerin altında ve uygun olacak şekilde düzenlenmelidir. Sözleşmenin geçerliliği, ilkelere aykırı olmamasına bağlıdır. Yasalar, bu ilkeleri belirler.

5.    Haklar ve Sorumluluklar: Toplumsal sözleşmelerden ayrı olarak, kişinin çalışma, eğitim veya sosyal bir varlık olarak edinimlerini düzenleyen özel sözleşmeler, koşulları itibariyle tarafların yükümlülüklerini belirlerken bu yükümlükler sonucunda ortaya çıkacak olan hakları da belirlemeli ve tescil etmelidir. Bu nedenle özel sözleşmeler, her ne kadar iki taraf arasında gerçekleştirilmiş olsa bile, kamu da sözleşmenin tarafı olacaktır. Böylece kişinin edinimleri güvence altına alınmış olur.

İktisadi süreçler içerisinde somut anlamda “maddi borçlanma” yoktur. Örneğin veresiye alışveriş, meşru değildir; dolayısıyla borçtan, yani ertelenmiş bir ödeme yükümlülüğünden söz edilemez. Burada sadece sözleşmelerden doğan yükümlülükler ile bu yükümlülüklerden kaynaklanan haklardan söz edilebilir ki bu, eşyanın doğası gereğidir. Taahhütlerin yerine getirilmesi, sonuçları itibariyle taraflar için fayda temin eder. Ancak bu durum, bir iştirak sebebiyle elde edilmesi öngörülen kazanımdan vazgeçmek anlamına asla gelmez. Bu nedenle metindeki “borçlar hukuku (sözleşme yükümlülüğü hukuku)”nu belirleyen düzenleme, bir mal veya hizmet borçlanmasına dayalı olarak değil; genel olarak, sözleşmeye dayalı yükümlülüklerden doğan hukuki düzenlemeyi ifade eder. Metinde “mal veya para” kavramları bulunmaz. Buradan hareketle iktisadi faaliyetleri “karşılıksız” olarak değerlendirmek imkânsızdır. Çünkü her fiil, kendisine ait niteliklere göre değerlendirilir.

İktisadi süreç ve edinimlerin nasıllığı ile bu edinimlerden doğan kazanımlar, “iktisat”ın konusudur. Ancak sözleşme ve edinimlerden doğan hakların nasıl karşılanacağı, yaptırımların ne olacağı iktisadın değil, hukukun konusudur. Yani hakları tespit etmekte uyulacak olan prensipler ile hangi eylemin ne tür sonuçlar doğuracağı hususu, ayrı şeylerdir. Bu noktada iki ayrı parametre ortaya çıkar:

1.    Toplumsal Hukuk: Toplumsal sözleşmeler (yasalar) ile tespit edilmiş hak ve yetkilerin kullanılmasını ifade eder. Toplumsal sözleşmeler, topluma ait kurumların görev, sorumluluk ve yetkilerini belirlerken aynı zamanda her bireyin doğal haklarını da garanti altına alır. Toplumsal sözleşmeler, bireylerin doğal hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıracak veya kısıtlayacak nitelikte olamaz. Bireyin doğal haklarını kullanması, herhangi bir yaptırıma veya ek kurallara bağlanamaz.

a.    Doğal hak ve özgürlüklerin tespiti ve uygulamasının belirlenmesi.

b.    Kamu kurumlarının tespiti ile görev, sorumluluk ve yetkilerinin belirlenmesi (zekât kurumu dahil).

c.     Sosyal hizmetler ve sosyal güvenlik çerçevesinin belirlenmesi ve uygulanması gibi asli sorumluluklar ile şartlara göre gelişen yükümlülüklerin nasıl işletileceğinin önceden bilinmesi ve buna göre her bireyi kapsaması esasına dayanır. Toplumsal sözleşmelerde ayırım yoktur.

2.    Özel Hukuk: Bireyin eylem ve fiillerinden doğan hukuku ifade eder. Birey, sosyal hayatın içerisinde, toplumsal sözleşmelerden doğan haklarını kullanırken çeşitli taahhüt veya edinimlerinden doğan haklarını kullanabilmesi ve buradan doğan haklarını talep edebilmesi içindir. Özel hukuk, toplumsal sözleşmelerin genel ilkelerine aykırı olmayacak şekilde, özel sözleşmelerle düzenlenir. Sonuçları da bu sözleşmelere göre değerlendirilmelidir.

Toplumsal sözleşmeler, bireyi ilgilendiren yaptırımlar da içeriyor olmakla birlikte, bu sadece bireyin fiillerinden kaynaklanabilecek sonuçların önceden tespiti ile ilgilidir. Örneğin tazminatlar gibi, hangi eylemin hangi sonuçları veya yaptırımları doğuracağı toplumsal hukukun belirlemesi gereken bir durumdur. Ancak, özel sözleşmelerden doğan tazminatlar da olabilecektir. Örneğin evlilik sözleşmesinden doğan tazminatlar, sözleşmelere dayalı oluşabilecek olan tazminat yükümlülüğü gibi.

Öte yandan, bireyin varoluşu nedeniyle edinmiş olduğu haklardan yararlanması için sözleşmeye ihtiyaç yoktur. Toplumsal sözleşmeler zaten bunun içindir. Örneğin bakıma muhtaç olan bir kimsenin bakımı kamu tarafından yerine getirilmelidir. Bunun için bireyin talepte bulunması gerekli değildir. Ayrıca sosyal hizmetlerden yararlanma gibi doğal haklarına bağlı olan yükümlülüklerden de toplum sorumludur. Bunun dışında bireyler, özel sözleşmelerle topluma veya birbirlerine karşı sorumlu olurlar. Yani topluma sağladıkları katkı oranında toplumdan alacaklı hâle gelirler (hak sahibi olurlar). Borç-alacak ilişkisi, maddi değerlerle ölçülen bir kavram değil; sözleşmelerden doğan yükümlülükler ile ilgilidir. Varoluşun doğası gereği edinimlerden ve yükümlülüklerden kaynaklanan bir sonuçtur.

İktisadi faaliyetlerin de kurallı ve bir düzen içerisinde gerçekleştirilmesi gereği açıktır. Bu çerçevede “deyn/sözleşme sorumluluğu” çerçevesinde ekonominin kayıt altına alınması gereği vardır. Çünkü yapılan işlemlerin öngörülebilir ve takip edilebilir olması gereklidir. Dengeyi bozan her türlü eylem, hukuki sonuç doğurur ve tarafların çıkarları ancak ilişkinin niteliği belirlenmiş ise korunabilir. Bu durum, alışverişte değil; iştiraklerde söz konusu olur.

Hukuk, ilkelerden doğar. Yani, eylemler ve fiiller ile haklar tanımlanmış ise, hukuk zaten kendiliğinden var demektir. İktisadi ilkeler bellidir. Kişinin varoluşsal hakları ve iktisadi süreçler içerisindeki eylemlerinden doğacak olası hakları da bellidir. Dolayısıyla bu hakların korunması için gerekli olan hukuk da kendiliğinden vardır. Yapılması gereken şey, ortaya çıkan ilkeler çerçevesinde hukukun yeniden düzenlenmesinden ibarettir. Yani var olan hak ve sorumlulukların güvence altına alınmasıdır.

İktisadi süreçlerin ilkesel olarak belli olması, bu süreç içerisinde kurumsal ve bireysel hakların tespit edilmiş olmasını gerektirir. Kurumsal ve bireysel hak ve sorumluluklar belli ise, bunun hukuki yönü de bellidir. Yani iktisat alanını ilgilendiren hukuksal düzenlemeler, iktisadi parametreler ve ilkelere göredir. Dolayısıyla hukuk ile aralarında denge de kendiliğinden oluşmuş olacaktır. Şunu açıkça kabul etmek zorundayız ki hukuk, insana ait olan doğal hak ve sorumluluklardan doğar. Yani insan hukuka göre değil; hukuk insana göre şekillenir. O hâlde, doğal süreçleri, uygulamaları, hakları, sorumluluk veya ilişkileri hukuka göre değil; bunların doğasından hukuku çıkarmak gerekir. Çünkü normları belirleyen hukuk değil; insandır. İktisat da böyledir. İktisadi normlar, aynı zamanda hukukunu da belirler. Hukuk, var olmayan normlar ihdas edemez veya var olan insani normları ortadan kaldıramaz.

Otomobil yokken, trafik kuralları da yoktu. Ne zaman otomobil üretildi, yollarda kullanılır hâle geldi, o zaman buna ait olan kuralların da belirlenmesi ve genelleştirilmesi gerekli oldu. Dolayısıyla normları belirleyen hukuk değil; varlıktır. Hukuk normları belirlemez, var olan normları tespit ederek genelleştirir. Sosyal hayat içerisinde pratik ve anlaşılabilir olabilmelerini sağlar. Daha açık bir ifade ile hukuk, normların yazılı hâlidir. Böylece sosyal hayatın içinde kişi ile toplum, kişi ile kişi arasındaki ilişkileri kurallı hâle getirilmiş olur. Ancak hukuk norm koymaz, normlar zaten vardır ve var olan bu normlardan hukuk doğar. Hukuk kuralları, zamana göre değişebilir. Çünkü yazılı kurallar, normları tam olarak yansıtmaz.

İktisat için de böyledir; iktisadi haklar ve sorumluluklar zaten mevcuttur, buna ait hukuk da buradan doğar; var olan ilkeler, haklar ve sorumlulukların tanzim edilmesini sağlar. Ancak hukuk iktisadi hayatı düzenlemez. Var olan doğal prensiplerin genelleştirilmesini sağlar. Fırsat eşitliğine katkı sağlar. Bu nedenle, hukuka göre iktisat tanımlanamaz. Kaldı ki iktisadın doğal işleyişine müdahale, söz konusu değildir.

Bilgi Toplumu ve Gelenek :

Tarım toplumunun uygulamaları veya ihtiyaç algısı ile günümüz dünyasının ihtiyaçlarını karşılamak imkânsızdır. Geçmişte ticaret mübadeleye dayanırdı. Yani bir çuval şekeri iki çuval buğday ile değiştirebilirdiniz. İşlevsel olmayan iktisadi süreçlerin göz ardı edilmesi mümkündü. Ancak günümüz dünyasında bunu yapmanın imkânı olmadığı gibi, üretim alanlarının yaygınlaşması ve ticaretin globalleşmesi, bunu imkânsız kılmaktadır. Zaten çoğalan ihtiyaçlar sebebiyle bu yöntem imkansız hale gelmiştir.

Kapitalizm ve sosyalizmin tarihi süreçlerine bakıldığında, gelinen noktada hiç kimse ürettiğini tüketmemekte, başkalarının ürettiklerine muhtaç olmaktadır. Kapitalizmin yaşam kaynaklarını özel mülkiyet sayması ile birlikte ortaya çıkan açlık ve barınma sorunu bir yana, üretilen irrasyonel araçlar sayesinde sermaye sürekli olarak güçlünün elinde biriken bir araç hâline dönüşmüş; toplumun geriye kalan kısmı, bu sermayeden yararlanamaz hâle gelmiştir. İşsizliğin nasıl ortadan kaldırılacağı, üretimin nasıl desteklenip yaygınlaştırılacağı, bilinmemektedir. İstihdam olanakları, sermaye sahiplerinin kârlı gördükleri sınırlı üretim alanlarına sıkıştırılmış ve hiç bir zaman işsizliği ortadan kaldırabilecek yeterli üretim alanları yaratılamamıştır. Şeriatın öngörüleri de çok farklı değildir.

Sosyalizmin devletçi anlayışı, insanların çalışma ihtiyacını ortadan kaldırmış; zaman içinde yeterli iş gücü bulunamaz hâle gelmiştir. Devlet kademelerinde bürokratlar, sürekli olarak daha çok pay alarak zenginleşirken halk, devletin kendilerine sağladığı sınırlı kaynaklar ile yetinmek zorunda kalmış; üretim olanakları gelişmemiştir.

Sermayenin tek taraflı tercihleri yüzünden milli gelirden pay alamayan toplum kesimlerini baskılamak, onları zararsız hâle getirebilmek için devlet mekanizması kullanılmakta, silahlı güçler ve hatta ordular sadece sermayenin bekçiliğini yapmak zorunda kalmaktadırlar. Oysa devletin koruması gereken sermaye sahipleri değil; halk olmalıdır. Çünkü asıl sermaye, halkın sahip olduğu emek ile ortaya çıkar. Üretim gerçekleşir, istihdam oluşur. Toprağın değeri ancak emek ile üretildiği zaman açığa çıkar, zenginlik oluşur.

İktisadi dönüşüm sürecinin kavramlar üzerinde de etkili olacağı açıktır. Bilgi toplumunun inşası esnasında, tarım toplumunun algılarına göre kavram ve kuralların geçerli olduğunu varsaymak, mümkün değildir. Değişen dünyada, her şey gibi iktisadi kavramlar ve uygulamalar da değişmektedir. Yeni şartlara adaptasyon bir tercih değil zorunluluktur. Ancak yeni şartlar, yeni paradigmalar ile yorumlanabilir. Bunun için de ihtiyaç olan şey, yeni şartları analiz edebilecek bilgi ve çözüm iradesinin ortaya konmasıdır. Önemli olan, kavramların yeniden yorumlanması ve yeni şartlara göre sistemin geliştirilmesidir. 

Geleneksel anlayışın ortaya koyduğu hukuki perspektife göre dizayn edilmiş iktisat anlayışı da, doğru değildir ve bu konu önemlidir. İktisatın elbette hukuk ve sosyoloji ile ilgisi vardır. Ancak ilgisinin olması, iktisadı bir hukuk veya sosyoloji dalı yapmaz. İktisadi faaliyetlerin sonucu sosyal hayatı etkiler. Aynı şekilde iktisadi faaliyetler soncunda haklar da ortaya çıkabilir.  Fakat iktisat, kendi sistematik tutarlılığı içinde değerlendirilebilir; hukuk veya sosyolojiye göre değil.

Ancak uygulama kurallarının ne olduğu, hangi işlemin ne tür bir prosedür ile gerçekleşeceği veya kuralların nasıl uygulanacağını halk bilmek zorunda değildir. Bu kurumların kendi işleyişi için gereklidir ve halk bir hizmet talep ettiğinde bu yönergeler, kurallar veya sözleşmelere göre işlem yapılır veya hizmet yerine getirilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Prof. Dr. Osman Eskicioğlu,İslam’ın Ekonomik Görüşü Var mıdır?”, islamekonomisi.org, (Erişim Tarihi: 11.12.2013).

[2] Baqara: 282, Nisa: 11, 12.

[3] Baqara: 282, 283, Nisa: 12.

[4] Baqara: 283.

[5] Baqara: 283.

[6] Baqara: 282.

[7] Baqara: 282.

[8] Baqara: 280.

[9] Baqara: 279.

[10] Baqara: 279, 280.

[11] Baqara: 280.

[12]الحقّ” ifadesi metinde 288 kez yalın olarak yer almakta ve bütün yönleri ile ifade edilmektedir.

 


ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
1-ISLAM IKTISAT TEORISI VE TOPLUMSAL MEKANIZMALAR
2980 Okunma
2-BAŞLARKEN
1325 Okunma
3-METOT
1159 Okunma
4-BOLUM I - IKTISADI SISTEMLER VE ŞERIAT
1380 Okunma
5-FAIZSIZ BANKACILIK - ŞERIAT KAPITALIZMI
1089 Okunma
6-BOLUM - II / TARIHSEL YANILGILAR
1029 Okunma
7-RIBA - BIR OZGURLUK DOLANDIRICILIĞI VE FAIZ ILIŞKISI
1164 Okunma
8-TOPRAK ve MÜLKIYET - OZGUR TOPLUM IDEALI
1105 Okunma
9-SADAKA - VERGI SISTEMI / KAMU MALİYESİ
1154 Okunma
10-BÖLÜM III - ISLAM İKTİSAT TEORISI / Kurumsal Çerçeve
2346 Okunma
11-ZEKAT - IKTISADI YONETIM SISTEMI
1057 Okunma
12-İNFAK - TASARRUF MEVDUATI
1120 Okunma
13-KARZ-I HASEN / YATIRIM FONF VE KAMU SERMAYESI
1059 Okunma
14-BOLUM-IV / IKTISADI PARAMETRELER VE UYGULAMA PERSPEKTIF
984 Okunma
15-İKTİSADİ FAKTÖRLER
1654 Okunma
16-IKTISADI YONETIM SİSTEMİ - BANKA VE KURUMSAL YAPI
1048 Okunma
17-KAYNAK VE YATIRIM YÖNETİMİ
985 Okunma
18-TOPRAK VE DOĞAL KAYNAKLAR - YONETIM ve SORUMLULUK
958 Okunma
19-URETM ve ISLETME
1204 Okunma
20-FİYAT ANALIZI - ÜCRET , FİYAT, PARA
1185 Okunma
21-TUKETIM
1058 Okunma
22-SERBEST TICARET VE PIYASALAR
1172 Okunma
23-YAPISAL ANALIZ - MAKRO ve MIKRO UNITELER UZERINDEKI ETK
1009 Okunma
24-IKTISADI BUYUME VE TOPLUMSAL ETKILER
1177 Okunma
25-IKTISADI DENGELER ve REFAH TOPLUMU
1035 Okunma
26-IKTISADI EVRIM - DOGAL EKONOMIYE GECIS
1083 Okunma
27-UYGULAMA PARAMETRELERI
1050 Okunma
28-IKTISAT ve HUKUK
1132 Okunma
29-DONUSUM VE YENI DUNYA DUZENI
1057 Okunma
30-KAYNAKCA
1175 Okunma

© 2024 - Akevler