Karz-ı Hasen
Yatırım Fonu
Ve Kamu Sermayesi
Bir ekonomide yatırımların gerçekleştirilebilmesi, üretim ve istihdamın sağlanabilmesi için ihtiyaç olan şey, üretim araçlarının varlığı ve bu araçları harekete geçirecek olan birikim, yani sermayenin varlığıdır. Eğer sermaye varsa ekonominin motorunu oluşturan üretim ve buna bağlı olarak istihdam da var demektir.
Sorun, sermayenin nasıl ve hangi şartlarda oluşturulacağı veya temin edileceği ile ilgilidir. Konvansiyonel açıdan doğal kaynaklar, toprak veya emek ayrı ayrı sermaye kabul edilmekle birlikte gerçekte ikisi bir arada olmadıkça bir değer ifade etmezler. Gerçekte sermaye kavramının para ile de ilgisi yoktur. Bir birikim olduğu doğrudur ama bu paranın birikimi değildir.
Eğer bir toplum, emekleri ile elde ettiği birikimleri dolaşıma kazandırıyor, yani infak ediyor ve bunu bir mevduat olarak bankaya aktarıyor ise, bunun bir amacı olmalıdır. İlkesel olarak birikimlerin dolaşımda bulunması, çoğaltmayı hedefler. Öyleyse bu birikimlerin bir şekilde ekonomik faaliyetlere aktarılması ve üretken hâle getirilmesi gerekir. Bu noktada “karz” kavramı karşımıza çıkar. Konu ile ilgili ayetler incelendiğinde, “karz” edilen şeyin bir yardımlaşma yahut karşılıksız bir şey olmadığı açıklıkla görülebilir. Örneğin:
من ذا الّذِي يقرِض اللّه قرضا حسنا فيضاعِفه له أضعافا كثيرة واللّه يقبض ويبسط وإليه ترجعون
Menzellezî yukridullâhe kardan hasenen fe yudâifehu lehû ed’âfen kesîrah, vallâhu yakbidu ve yebsut ve ileyhi turceûn.[1]
(أضعافا) “ad’afen”: Üssel, katlanarak (doubling).[2]
(يضاعف) “yuda’efu”: Çiftler, iki katına (doubles).[3]
(يقرض) “yukridu”: Ödünç fon (lend).[4]
(قرضا حسنا) “kardan hasenen”: Yararlı kredi (good loan), toplumsal ve bireysel çıkar için fon.
(يقبض ويبصط) “yakbidu ve yebsutu”: Tutmak ve basitleştirmek (Arrested and simplifies).[5]
Buna göre, “Karz” edilen şey, “ad’af” ve “yudaefu” olması için (ribada olduğu gibi) karz edilmektedir (yani fona aktarılmaktadır). Bu da yetmemekte, “pek çok” (kesirah) defa katlanmış olarak çoğaltılmak üzere karz edilmektedir. Sonuçta karz edilen şey çoğaltılmış olarak yine “karz edene” geri dönmektedir (rücû). Bu, fiili bir çoğaltmadır. Yani hem miktar olarak hem de değer olarak çoğaltmayı ifade eder.
Öyleyse karz, çıkar paralelliğine dayanan, çoğaltan, artıran bir eylem olmalıdır. Eğer taraflar kazanıyorsa çıkar paralelliği vardır. “Yuda’efu” karşılıklı katlama demektir. Bu, aynı zamanda taraflar için eşit fayda üretmelidir. “D’if” bu anlamı ifade eder. İkiye katlamak demektir. İkiye katladığınız her şeyin (mesela bir A4 kâğıdın) alanı azalır; ama kalınlığı artar. Ancak karz, uzun vadeli bir faaliyettir. Hemen bir karşılık göstermez. Üstelik bu çoğaltma işleminin sürekli olması zorunluluğu da vardır ve karz edilen şeyin sahibinin, yani karz edenin mülkiyetinde dolaşımda bulunduğu da açıkça anlaşılabilmektedir.
Gerek metindeki tanımlamalar ve gerekse kelimenin anlamı, karz kavramının zekât kurumu ve infak ile olan ilişkisini anlamamıza olanak tanımaktadır. Bu çerçevede karz, birikimlerin üretken hâle getirilerek hem ekonomiye hem de bireye yarar sağlayan bir kaynak hâline dönüşür. Buna göre karz şu şekilde tanımlanabilir:
Karz (قرض)[6]- Yatırım Fonu: Belli bir çıkar gözeterek tasarruf edilen değerlerin yatırıma aktarılması, kurumsal fonlama, yatırım finansmanı.
Karz-ı Hasen (قرضا حسنا): İyi-yararlı kredi (good loan), olarak anlaşılabilecek, tasarrufların (infak) bir araya getirilmesi ile oluşturulan yatırım finansmanı için sermaye veya fondur. Karşılıksız değildir; “kazanç” gözetilen ve sadece yatırım/istihdam alanında değerlendirilecek olan bir fonlama şeklidir. Yani, infak amacıyla bankaya ikraz edilmiş olan mevduatın istismarıdır.[7]
Karz-ı hasen, sadece bir çeşit bireysel yardımlaşma/kredileşme olarak algılanamaz ve zaten bunun için kanıt da yoktur. Kavram, her ne kadar işbirliği içeriyor olsa bile temel olarak hedef aldığı şey, sermayenin sürekli kullanılabilir hâlde tutulmasının garanti altına alınmasıdır. Yani “yardımlaşma”dan kasıt, ancak “kolektif bir faaliyet”/İşbirliği’dir. Bu şekilde sermayenin oluşmasını sağlayanlar, işletme ve üretime emeği ile katılanlar, garanti altına alınarak hem sermaye sürekliliği hem de refah sürekliliği sağlanmış olur. Bir faaliyet, çıkar paralelliği içerisinde gerçekleştiriliyor ise taraflar için yararlı olur. Karz-ı hasen nedir? Sorusunun cevabı için ise önce ayetlerin kavrama getirdiği tanımlara göz atmakta yarar vardır:
1. Karz, temelde “emanet” olarak verilen bir şeydir.[8] Ancak geri ödeme/kişisel mülkiyet gerektiği için “Sözleşme yükümlülüğü”[9] çerçevesinde değerlendirilebilir.
Ne var ki “karz” borç değildir. İkraz edilen şeyin karşılığında işletme senedi veya pay verilmiş; yani karşılığı peşinen ikraz edene ödenmiştir. Kişi elindeki bu payı dilediğinde satabilir, devredebilir veya nakde dönüştürebilir. Kazancı da satın aldığı bu pay sebebiyledir; yani faiz tahakkuku yoktur.
2. Karz-ı hasen, zekât ile birlikte zikredilen bir kavramdır. Bu iki kavram birbirinden farklı olmakla birlikte ilişkilidirler. Yani karz-ı hasen “zekât”ın konusudur (Sadaka’yı ilgilendiren bir kavram değildir).
3. Karz-ı hasen, bireyin kendi nefsi için, yani kişisel çıkarları için yerine getirdiği bir faaliyettir. Bu nedenle de büyük bir karşılığı vardır.[10] Yani gelir getirici bir eylemdir.
4. Karz-ı hasen, karz edilen şeyi çoğaltmayı öngörür. Yani eylemin amacı, çoğaltmak/kazanmaktır. Bu açıdan karşılıksız olması düşünülemez.[11] Burada çoğalmanın kendi cinsinden olması gereği söylenebilir. Ancak işletmede mal, piyasada fiyat artar; yani emek çoğalır. Dolayısıyla doğal denge içerisinde cinsinden çoğalma gerçekleşmiş olur.
5. Karz-I hasen uygulaması sonucunda “refah” gelmelidir. Akıcı, yani sürekliliğe sahip bir eylem olmakla birlikte bu akışkanlık çift yönlü olmalı hem topluma hem bireye fayda sağlamalıdır.[12]
Allah’a kredi/fon vermek (karz) mümkün değildir. Dolayısıyla bir fonlama söz konusu ise bu, toplumsal yarar için olmalıdır. Eğer bu fonlama sebebiyle bir “çıkar” söz konusu oluyorsa, bu “geri alınması gereken” bir şey olduğu anlamına da gelir. Bu nedenle, koşulları önceden belirlenmiş, kayıt altına alınmış ve hukuki dayanakları olan bir eylem olmalıdır.[13] Öte yandan “artırma/çoğaltma” içeriyor olması, bu emanetin/fon verilen şeyin “nakit” cinsinden olduğunu gösterir. Çünkü çoğalma ancak emek ile mümkün olur. Dolayısıyla “karşılıksızlık” söz konusu olamaz.[14]
Metin açıkça bu eylemden dolayı bireyin fayda elde edeceğini ve mutlaka geri ödeneceğini söylemektedir. Ancak önermenin bir muhatabı yoktur. Öyleyse doğrudan sağlanan bir “fon” veya doğrudan yapılan bir yatırım şekli değildir. Yani, elinde sermayesi olan bu sermayeyi doğrudan bir işletmede kullanılması için veremez. Bu durumda uygulamanın toplumsal katılımı sağlayan bir aracı kurum veya uygulayıcı kurum vasıtasıyla gerçekleştirilmesi gereği ortaya çıkar ki zekât kurumu bunun içindir.
Bu bağlamda karz-ı hasen, iktisadi bir kavram olup zekâtın konusudur ve kesinlikle karşılıksız/hibe yahut iyilik değildir. İnfak edenin kesin bir kazancı söz konusudur. Buna göre, tasarrufların yatırıma dönüştürülmesi esnasında, yatırım araçlarının titizlikle seçilmesi sorumluluğu zekât kurumuna ait olacaktır. Zekât kurumu, verimlilikten sorumlu olması nedeniyle, yatırımı izler, denetler ve yönetir.
Kavramsal olarak karz-ı hasen, karz edilen şey sebebiyle faydanın çoğaltılması/yaygınlaştırılmasını hedefleyen bir uygulamadır. Bu sadece üretime katkı sağlamak veya yatırım yapmak şeklinde değil; aynı zamanda karzın oluşmasını sağlayan tasarruf sahiplerine de kazandıracak şekilde bir çoğaltmadır. Küçük tasarrufların bir araya getirilerek büyük sermaye hâline dönüşmesi ve bunun da yatırıma kanalize edilerek üretken hâle getirilmesi hedeflenmektedir. Elde edilecek olan gelir, sermayenin oluşmasını sağlayan tasarruf sahiplerine aittir. Bu hem toplumsal faydaya dönüşmüş; hem de tasarruf sahiplerine artı fayda sağlamış olacaktır. Yani katlanarak çoğalmış olacaktır.
Öte yandan karz, kamusal yatırım fonu niteliğinde olmakla birlikte, denetimli fonlama sistemidir. Yani istismar edilen mevduat, aynı zamanda bir fon oluşturularak sigortalanmalı ve olası zararlar bu fondan karşılanmalıdır. Yani kamu sermayesinden istismar edilen fon, o fonun oluşmasını sağlayan “infak/mevduat” sahiplerinin hakkıdır. Dolayısıyla kamu, bu hakkı ortadan kaldıramaz. Bu nedenle kamu, oluşturacağı bir “sigorta fonu” ile olası zararları karşılamak ve zararın oluşmasına izin vermemekle yükümlüdür. Sermaye kaybedilemez. Metnindeki tariflere dayanarak karz uygulamasının genel çerçevesi şöyle özetlenebilir:
1. Kamu Sermayesi: Karz, zekât kurumunun, mevduatlara dayalı olarak oluşturduğu ve yatırıma aktarılması gereken bir fon olup mülkiyeti her zaman ikraz edene aittir.
2. Dolaşıma Kazandırma Zorunluluğu: Bireysel birikimler, doğrudan kredi olarak değerlendirilemez. Çünkü doğrudan katılımlar, hukuki zorluklar doğuracak ve taraflar arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkaracaktır. Bu riskin ortadan kaldırılması için zekât kurumu aracılığı ile kredileşme gereği ortaya çıkmaktadır. Yani bu dolaylı bir kredidir. Doğrudan karz verilemez. Bireysel kredileşme veya ortaklık türü yoktur.
3. Özel Mülkiyet Hakkı: Karz, emek birikiminin dolaşıma kazandırılması sonucu ortaya çıkan, hukuki dayanakları olan ve temelde tasarruf sahibinin insiyatifinde hareket eden bir kredi türüdür. Yani tasarruf sahibi dilediğinde bunu geri talep edebilir ve o ana kadar olan geliriyle birlikte tahsil edebilir. Çünkü infak edilen şey üzerindeki mülkiyet, infak edilmesi ile ortadan kalkmamaktadır. Bireyin çalışarak kazandığı bir değer üzerindeki mülkiyet hakkı ortadan kaldırılamaz.
4. Risk Güvencesi: Karz, zarara katlanmayan fon’dur. Uygulamada zarar öngörülemez. Herhangi bir sebeple bir zarar söz konusu oluyorsa infak sahibinden bu tahsil edilemez; zararın kapatılabilmesi, toplumsal ve yaygın etkilerinin ortadan kaldırılabilmesi için, “kredi sigorta fonu” vardır ve bireyler bu zarardan etkilenemez, zarara katılmaları talep edilemez.
Zaten işletmenin zarar etmesine de izin verilmez ve üretim durdurulamaz. Olası aksaklıklar veya olumsuzluklar, zamanında müdahale edilmek suretiyle giderilmeli veya sigorta fonundan ilave kaynak sağlayarak işletmenin kâr etmesi sağlanmalıdır.
5. İştirak Payı: Karz ile elde edilmesi öngörülmüş olan kazanımlar “emeksiz kazanç değildir.” Çünkü infak edilen şey çalışarak kazanılmıştır ve bir değer ifade etmektedir. Dolayısıyla sahibine ait olan bir değerin kullanılması ve buradan elde edilen gelirin (iştirak sebebiyle) tasarruf sahibine aktarılması doğaldır. Çünkü zaten uygulamadan dolayı toplumsal bir fayda ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla bu bir borç değildir.
6. Çıkar Beklentisi: Karz, karşılıksız değildir. İnfak, çıkara dayalı olduğuna göre, temel dayanağı tasarruflar olan bir fonun da karşılığı olmalıdır. Kaldı ki, tanım gereği de çoğaltmayı hedefleyen bir uygulamadır. Dolayısıyla iştirak gelirlerinden yararlanma hakkına sahip olanlar sadece infak edenlerdir.
Sonuç itibariyle, karz-ı hasen, kazanç beklentisi ile infak edilen birikimlere dayalı olarak oluşturulmuş olan bir yatırım fonudur. “Çoğaltmak amacıyla oluşturulan fon”[15] olarak tanımlanabilir. Karşılıksız verilen bir şey olmayıp verilen şeyin çoğaltılması, ondan fayda elde edilmesi öngörülür. Koşulları önceden belirlenmiş ve kayıt altına alınması gereken bir işlemdir. Zarar riski vardır; ama bu risk paylaşıldığı için minimize edilmiş ve sermaye korunmuş olur. Bir şeyin karz edilebilmesi için, sermayenin sisteme, yani dolaşıma kazandırılmış olması gerekir.[16] Çünkü bireysel “karz” mümkün değildir. Bireysel anlamda yapılan katkılar, sözleşme hükümleri ne olursa olsun karz değil “borç”dur. Bu bağlamda talep edilecek her türlü fazlalık da, faiz endişelerinin dışında tutulamaz.
Bir başka noktaya daha temas etmek gerekir; sistemin detay bölümlerinde bu açıklanıyor olmakla birlikte burada bir ön bilgi olarak zekât kurumu içerisindeki “zekât bankası” bir banka gibi faaliyet gösteriyor olsa da, gerçekte “kredi veren” bir kurum değildir. İnfak, iştirak amacıyla mevduat hâline dönüştürülmektedir. Zekât bankası ise İktisadi Yönetim Sistemi içerisinde planlanmış olan yatırımlara fon sağlar ve infak sahipleri adına iştirak gerçekleştirir. Yani mevduat sahipleri işletmeye doğrudan iştirak etmiş olurlar. Bu nedenle uygulamanın herhangi bir aşamasında faizden söz edilemez. Kaldı ki banka, zekât kurumunun küçük bir parçasından ibarettir. Kurumun tümü bir banka değildir.
Ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta, karz ayetlerinde “karşılıklı kredileşme” olarak anlaşılabilecek bir ifadenin olmadığıdır. Dolayısıyla bireysel anlamda kredileşmeden de söz edilemez. Öte yandan bu eylem, yani çoğaltma işleminin kamu fonlarında olması gerektiği de anlaşılmaktadır. Çünkü eylemin uygulayıcısı topluluktur.
Burada, genel manada anlam karmaşasına neden olan “Borçlanma” olarak anlaşılan “Deyn” kavramına da bakmak gerekir. Gerçekte bu kelimenin ifade ettiği şey anlaşıldığında, diğer kavramlar da netlik kazanmış olacaktır.
Deyn-Sözleşme Yükümlülüğü ve Karz İlişkisi :
Ticari veya iktisadi faaliyetlerin fonlanması anlamına gelen “karz” ile üretken olmayan borçlanmaları da ifade eden “deyn” kavramının birbirine karıştırılmaması gerekir. Çünkü:
Deyn[17]: Üretken olmayan sözleşmeye dayalı yükümlülük, maddi değeri olsun olmasın koşulları önceden belirlenmiş ve sonuçları itibariyle taraflara yükümlülük getiren her türlü meşru ve kurallı ilişkidir ve hukuki bir kavramdır. Maddi değerlerin devri de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Deyn, maddi borçlanmalar ile sınırlı bir kavram değildir.
İktisadi bir kavram olan karz ise “geri alınmak üzere”[18] verilen veya dolaylı sermayedir. Bu nedenle “emanet” gibidir. Ancak “deyn” den farklı olarak karz, üretkendir. Yani çoğaltılması, kazanması gerekir. Çıkar vardır. Ancak karz, infak edenin mülkiyetinde olmakla birlikte borç değildir. Çünkü iştirak gerçekleşmiş, iştirak payı peşin olarak iştirak edene verilmiştir. İştirak payını elinde bulunduran, bu payını dilediği zaman satabilir, başkasına devredebilir. Dolayısıyla fonu kullanan tarafın, infak sahibine ödemesi gereken bir şey yoktur.
Karz edilen bir mal veya değer, karzın oluşmasına neden olan kimsenin mülkiyetinde dolaşımda bulunur. Dolaşımda bulunduğu süre içerisinde üretmiş olduğu katma değer de sahibine aittir. Geri alındığında hem ana miktar, hem de üretmiş olduğu katma değer talep edilir. Çünkü karz “iştirak” gerektirmektedir. O hâlde yararlanma hakkı da sahibine ait olmak zorundadır.
İştirak[19]: Temelde “iktisadi bir faaliyete katılım” anlamına gelen iştirak, bir işletmenin üretim faaliyetlerine, gelirinden yararlanmak üzere “birikmiş emek” yoluyla katılmak demektir. Yani, kişinin tasarruf ettiği birikimlerini işletmenin üretim faaliyetleri sonucunda elde edeceği gelirden pay almak amacıyla dolaşıma kazandırmasını ifade eder. Dolayısıyla iştirak ettiği miktar kadar bir karşılık (pay) kendisine verilmiştir. Bu nedenle de borç değildir.
Eğer bir kimse, tasarruflarını zekât kurumuna götürür ve bunu ikraz ederse, zekât kurumuna şunu demiş olur: “Al bu değeri, yatırımlarda kullan ve bu miktar kadar da bana pay ver. Yani yatırımdan “hisse” ver.” Dolayısıyla iştirak edilmiş miktarın karşılığı kendisine zaten verilmiştir. Bundan ayrı olarak kişi, üretimden elde edilecek olan kazançlardan da pay alacaktır. Çünkü “kâr” emeğin marjinal ürünüdür ve iştirakin amacı da buradan pay alabilmektir. Bedeni veya zihinsel/fikri katılım söz konusu olmamakla birlikte, birikmiş emek ile katılmak suretiyle emeğin marjinal ürününden pay almayı amaç edinen bir faaliyet olarak karşımıza çıkar.
Geleneksel manada “kredileşme” yani “karşılıklı borçlanma” olarak algılanan bu kavramların gerçekte birbirinden çok farklı şeyler ifade ettiği açıktır. Çünkü karz:
İnfak/Tasarruf: Bireysel tasarrufların verimli hâle getirilmesini amaçlayan bir uygulamadır. Ancak, üretkenliğin sağlanabilmesi için tasarrufun dolaşıma kazandırılması gerekir. Bu nedenle doğrudan bir kişiye veya şirkete yönelik infak söz konusu değildir.
İştirak/Paylaşım: Üretimden kaynaklanan kazanımların paylaşılmasını ifade eder. Bu paylaşım, hem infak edilmiş olan asıl miktar hem de bu miktarın çalışması sonucu elde edilen kazançların paylaşılmasıdır.
Yani karz, tasarruf-paylaşım ilişkisi içerisinde hareket eden bir fonu ifade etmektedir. Bu nedenle asla “borç” ile ilişkilendirilemez. Tasarruf – iştirak ilişkisinde iştirakin gerçekleşmesini sağlayan bir uygulama olarak anlaşılmalıdır. Karşılıksız olmadığı gibi borç da değildir. Kazanç, yani “kâr” vardır. Biriktirilmiş olsun ya da olmasın her türlü kazanç, emeğin hakkıdır. Emeği ile üretime katılan ücret istihkak eder; emek birikimi ile üretime katılan, üretimdeki gelirden yararlanır. Karz bunun içindir.
Kollektif Sermaye-Karz :
Karz’ın kolektif ve kurumsal bir faaliyet olduğu anlaşıldığında, “kredileşme” şeklinde değerlendirilmesi ve uygulanması da mümkün olmayacaktır. Çünkü sınırlı olan gelirdir ve bu gelirin tasarrufu gerekir. Yani geçim kaynağından elde edilecek tasarrufların dolaşıma kazandırılması ve bankaya mevduat olarak yatırılması gereklidir.[20] Eğer bir tasarruf, kişinin elinde beklemeyecek ve bankaya yatırılacak ise bireysel sermayenin dolaşımda bulunması da mantıklı değildir.
Burada, tasarrufların kişiye ait olduğu ve dilediğinde kişinin bu birikimini geri alabileceği ve dilediği gibi kullanabileceği, bu anlamda ortaklıkların meşru sayılabileceği söylenebilir. Fakat bu da çok doğru değildir. Çünkü eğer kişinin elindeki tasarruf veya sermaye, ilave bir yatırım ihtiyacı olmaksızın zaten sistem içerisinde çalışıyor ve gelir getiriyorsa, üstelik bu gelirde herhangi bir risk söz konusu değilse, neden sermaye riske atılsın? Sermaye, kaybetme riski olan bir alana neden kaydırılsın? Bu eşyanın tabiatına uygun bir varsayım değildir. Bu nedenle, ortaklığa dayalı bireysel kredileşmenin dayanağı yoktur.
Çünkü bireysel yatırımlar (ortaklıklar) her zaman risk içermektedir ve sermayenin, yani emeğin kaybedilmesine neden olmaktadır. Kaybedilen sadece sermaye değildir; kişisel kazanımlar, varoluş hakları ve buna bağlı pek çok şey de beraberinde yok olur. Bu, modern uygulamalarda da karşılaşılan önemli problemlerdendir. Eğer sermayenin tekelleşmesi istenmiyor ise, bu durumda bireysel tasarrufların dolaşıma kazandırılması ve bir fon havuzu oluşturulması gerekir. Aksi hâlde sermayenin kişiselleşmesi önlenemez. Yani özel girişimler sonucu elde edilecek olan fayda da tekel sermayesi hâline dönüşür. Bu da kapitalizmden farklı bir sonuç doğurmaz.
Bu noktada “Ortaklık” ile “iştirak” arasında ne fark var? Önemli olan halkın katılımı değil mi? Şeklinde ortaya çıkabilecek olası soruları da cevaplamamız gerekmektedir. Bunu açıklayabilmek için her iki kavramın tutarlı tanımlarını yapmak yeterli olabilir:
Ortaklık : Mülkiyete dayalı paylaşım : Ortaklık, temelde “mülkiyet”’e dayanan bir kavramdır. İster sosyolojik olsun, ister iktisadi ortaklıklar olsun, belli bir mülkiyet paylaşımı gerektiren bir uygulamadır. Sosyolojik türlerinden ayrı olarak, eğer toprak ve doğal kaynaklar üzerinde mülkiyet yoksa, bunlara dayalı faaliyetlerde de mülkiyet söz konusu edilemez. Bu nedenle ortaklığın türü ne olursa olsun, “mülkiyet” hakkı tanıyan katılım şekli meşru değildir.
İştirak : Emeğe dayalı gelir paylaşımı : İştirak’te ise, fayda paylaşımı söz konusudur. Her ne kadar bu kavram işletmelerin mülkiyetine ortaklık olarak anlaşılıyor olsa bile, temelde iştirak etmek, faydayı satın almak anlamına gelir. Kişi veya iştirakçi faydaya iştirakeder/katılır. Doğal olarak iştirakçiye mülkiyet hakkı tanımaz. Pratikte bu zaten mümkün de değildir. Çünkü bir işletmenin hisse senedi satın alındığı zaman, işletmeye aktarılmış olan kaynak karşılığı ödenmiş demektir.
İlkesel olarak işletme borçlu değildir. İştirakçi elindeki hisse senedini isterse satabilir, isterse devreder, isterse elinde tutmaya devam edip gelirinden yararlanır. Ama işletmeden herhangi bir talepte bulunamaz. Dolayısıyla işletme veya uygulama üzerinde de söz sahibi değildir. Sadece birikmiş emeğin üretime veya uygulamaya katılması sonucu elde edilen fayda üzerinde paylaşım söz konusudur. Pratikte emeğe dayalı bir uygulamadır.
Gerek referans metnin bu konuya getirdiği eleştiriler ve gerekse İktisat Teorisi’nin yapısı nedeniyle “ortaklık” olarak anlaşılabilecek uygulamalar meşru değildir. Genel katılım olmayan ve sisteme/işleyişe müdahale etme yetkisi tanıyan ortaklıklar fayda değil zarar doğurmaktadır. Aslında ortaya çıkan zararlar sadece ortakları değil, bütün toplumu etkilemektedir. Bu durum kabul edilebilir değildir.
Geriye tek bir yol kalmaktadır. Kitabın (Kuran) önerdiği gibi, kolektif sermaye ile güçlü yatırımların gerçekleştirilmesi ve bu yatırımlardan elde edilen gelirin paylaşılmasıdır. Eğer tasarruf sahibi veya sermaye sahibi, sistem içerisinde zaten kazanıyor ise, sermayesini riske atması için de bir neden yoktur. Zekât hem bireyin tasarruflarını değerlendirmeyi hem de üretken hâle getirirken kişisel çıkarlara göre değil, kamu yararı gözetilerek verimliliği hedefler.
Bu durum, hem kolektif sermayenin varlığını garanti edecek hem de riski ortadan kaldıracaktır. Burada düşünülmesi ve cevaplanması gereken, tasarrufların nerede toplanacağı ve oluşan fonun nasıl kontrol edileceği sorularıdır ki sistem, bunu da çözmektedir. Zekât kurumu bunun için vardır ve kişisel tercihlerden uzak, profesyonel ve gelişmeye odaklı bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekte, toplumların sahip oldukları zenginliğin asıl kaynağının sermaye sahipleri değil; halkın kendisi olduğunu görmek için de önemli bir yoldur.
Sistem şu şekilde işlemektedir:
*İnfak-Karz-İştirak Döngüsü
Özetle, bir şeyin karz edilebilmesi için önce dolaşıma kazandırılması gerekir.[21] Dolaşıma kazandırılmayan değer veya sermaye, ikraz edilemez. Dolaşımda olan ve zaten kazanan bir değer veya sermayenin risk içeren bir alana kaydırılması da beklenemez ve zaten güvence altına alınmalıdır. Bunun yolu ise tasarruf havuzudur ki bu da, zekât kurumunun gözetimindeki bir mevduattır. Tasarruf, ancak buradan ikraz edilebilir. Yani karzın –aşağıda sıralanan- unsurlarının gerçekleşmiş olması gerekir:
1. Kişisel birikim ifade eden ve temel girdiler üzerinde tasarruf etmeyi gerektiren planlama, infak.
2. Birikimlerin dolaşıma kazandırılması ve mevduat yoluyla zekât kurumuna aktarılması.
3. İnfaklardan oluşan fonun zekât kurumu tarafından planlı bir şekilde üretime kanalize edilmesi.
Şu halde karz sistem döngüsünün üçüncü basamağını teşkil etmektedir ve zekât kurumunun sorumluluğu altındaki bir uygulamadır. Kurum, yatırımlarını infak sahibi adına yapar; dolayısıyla geliri de mevduat (infak) sahibine aittir. İnfakların dolaşıma kazandırılması (kamu sermayesi) yoluyla iştirak, sermaye ortaklığı veya benzer ortaklıkların (özel) oluşmasını da önlemiş olacaktır. Yani karz yoluyla sermaye ortaklığı kurulamaz. Çünkü üretim araçları bir kimseye değil halka aittir ve işletmeye katılım, ancak iştirak şeklinde mümkündür.
Toplumların zenginliği, sahip oldukları para miktarına bağlı değildir. Gerçek zenginlik, emeğin verimli kullanılmasındadır. Toprak ve insan sermayenin kaynağını teşkil ederler. Para sadece bu sermayeyi ölçmek için vardır. Öyleyse toprak ve insan olan her yerde sermaye vardır.
Varsayım ve Olasılıklar :
Metindeki bütün ifadeleri ve tanımları bir kenara bırakarak şöyle bir soru sorabiliriz: İnfak bir yatırım fonu için bireysel katılım olarak anlaşılsa, yatırım fonu olarak alınıp elde edilen sermaye gücünü üretime kanalize etmek mümkün mü veya bunun ne sakıncası olabilir?
Bu soruya cevap verebilmek için birkaç varsayım ile olasılıklara göz atabiliriz. Örneğin:
· İnfak denilen şeyi doğrudan fakirlere vermek yerine bir fona aktarmak arasında ne fark var?
· Karz karşılıksız borç verme değil de bir yatırım fonu olarak anlaşılsa ve uygulansa bu durumun ilkesel sakıncası nedir?
· İnfak veya karzın üretken fonlamada kullanılmasını engelleyecek bir hüküm var mı?
· Sadaka ile vergi sistemini güçlendirip sosyal devleti destekleyerek toplumda sosyal güvenliği yaygınlaştırmış olmanın ne sakıncası var?
Soruları çoğaltabiliriz ancak verilecek cevapların tümü aynı olacaktır. Çünkü amaç, yetersiz gelire sahip olanları destekleyerek gelir dağılımını dengelemektir. Öyleyse bunu birikimleri üretken olmayan bir yolla, verimsiz şekilde kullanmak yerine yaygın bir faydaya dönüştürerek istihdamı yaygınlaştırmak daha akılcı bir çözümdür. Elbette çözümün yalnızca akılcı olması yeterli değildir, metinle de çelişki teşkil etmemesi gerekir.
Üretim olanaklarını geliştirmekle infak edenlerin birikimleri harcanmış olmaz. Onlar üretime iştirak etmeleri sebebiyle hem üretimin gelirinden yararlanmış olurlar hem de birikimleri her zaman kendilerine ait olur. Diledikleri zaman bu paylarını satabilirler ve yatırımlarını geri alabilirler. Ama sistemde kaldıkları sürece hem kendileri için gelir hem de toplumun gelişmesine katkı sağlamış olurlar. Bu durum kitabın “çoğaltma” hedefini yeterince karşılıyordur. Hiç değilse “Allah çoğaltır.” demekten daha akılcı ve rasyonel bir çözümdür. Aynı şekilde karz uygulaması da realize edilebilir ve bunun önünde hiç bir engel yoktur. Ortaya çıkacak olan kamu sermayesinin gücü ile güçlü olanın eline bakmak yerine, halkın kendi çözümünü üretmesine olanak sağlar. Kimse zenginin vereceği sadakaya muhtaç değildir. Herkes emeğinin dolayısıyla sermayesinin sahibidir.
Metnin özellikle vurguladığı, birikimlerin üretken olması gerekliliğidir. Buna rağmen, verimsizce harcamayı öngören kuralların açıklanabilir bir yanı yoktur. Aslına bakılırsa “fakirlere yardım etme” şeklinde anlaşılan bir infak sistemi, materyalist anlayışın vahşi bir tezahürüdür. Çünkü bu yanlış anlayış, geniş halk kitlelerini seçkin elitlerin inisiyatifine terk etmiştir. Bununla da yetinilmeyip merhamet duygularını sömüren acımasız bir anlayış geliştirmek suretiyle gerçekçi bir barış ekonomisinin ortaya çıkması da önlenmiştir.
Kimileri zekât kurumu/kamu iktisadi yönetim sistemi gibi pragmatik bir uygulamanın hayata geçirilmesi için “zamanı gelmemiş” şeklinde bir mazeret ileri sürebilir. Ama zamanının gelmediğini kim nereden bilecek? Var olan bilgiden faydalanılmıyor ve referans metnin önermeleri göz ardı ediliyor ise Tanrı insana neden yardım etsin? Böyle bir mazeretin arkasına sığınmak, toplumların içinde bulunduğu trajik durumu açıklamaya yetmez.
Çünkü güçlü bir ekonominin varlığı, toplumsal refahın oluşmasını sağlar.[22] Eğer toplumsal refah varsa, kimse fakir değildir. Bir yandan toprağın zenginler arasında bir oyuncak olmasının önünü açıp diğer yandan fakirler için sadaka dilenciliği yapmak en basit ifade ile vahşettir. İnsan zaten kendisine ait olan bir şey için neden mücadele etmek zorunda kalsın? Neden doğanın kendisine sağladığı imkânlardan yararlanabilmek için dilenmek zorunda olsun?
Bir başka açıdan kolektif sermaye, kolektif barış demektir. Toplumsal barışın tesis edilmesi, toplumsal işbirliğinin dinamik ve çıkar paralelliği üzerine inşa edilmesine bağlıdır. Eğer toplumu oluşturan her birey, ihtiyaçlarını gidermek ve daha iyi yaşam beklentilerini karşılamak istiyor ise, başkalarının da aynı koşullara sahip olması gerektiğini bilecektir. Çünkü kolektif sermaye, yani tasarrufların oluşturduğu sermaye, aynı zamanda ortak çıkar hedeflerini de içermektedir. Küçük tasarruflar, birlikte çalışarak kazanacak ve elde edilen fayda tüm topluma dağıtılmış olacaktır. Dolayısıyla başkalarının çıkarlarını desteklemek, aynı zamanda kişinin kendi çıkarlarının bir gereği hâline gelir. Daha basit bir ifade ile bireyin kazanabilmesi için başkalarının da kazanmış olması gerekir. Aksi hâlde herhangi bir kazançtan söz edilemez. Bu da toplumsal barışı zorunlu kılar; çünkü başkalarına da saygı duyma gereği doğal hâliyle zorlayıcı unsur haline dönüşmüş olur.
Bu çerçevede, çözüm için çabalamak veya rasyonel çözümlere yönelmek için olası her türlü neden mevcuttur. Buna karşılık akılcı çözümleri engelleyecek hiçbir veri yoktur. Bir uygulamayı engelleyecek mantıklı bir gerekçe yoksa o uygulamanın İslami olmadığı iddia edilemez. Geçmişte farklı anlaşılmış olması, itiraz etmek için yeterli bir gerekçe değildir. Kaldı ki, evrensel bir metin tarafından önerilmiş olan bir uygulama, evresel zaman içindir. Yani insanın varoluşundan itibaren geçerli ilkeler anlamına gelir.
[1] Baqara: 245.
[2] Baqara: 245.
[3] Baqara: 245, Hadid: 11, 18, Teğabun: 17.
[4] Hadid: 11.
[5] Baqara: 245.
[6] Baqara: 245, Maide: 12, Kehf: 17, Hadid: 11, 18, Teğabun: 17, Muzzemmil: 20.
[7] “Karzen” (قرضا)kelimesi masdar değil; isim olarak kullanılmaktadır. Masdar olsaydı farklı kullanılması gerekirdi (ikraz gibi); bu nedenle bu ifade, bir eylemi ifade etmez. Bir olguyu ifade eder. Yani bu ifadeye dayanarak “kredileşmek” denilemez. Buradan anlaşılabilecek şey, “karzen” edilmesi gereken şeyin bir sistem ifade ettiğidir. Yani bir mevduat/fon sisteminin adıdır. Neticede bir kredileşme sözkonusudur ancak, kavramın ifade etitği sistemi gözardı etmek için yeterli değildir
[8] Baqara: 245, Maide: 12, Hadid: 11, 18, Teğabun: 17, Muzzemmil: 20.
[9] Baqara: 287.
[10] Muzzemmil: 20.
[11] Baqara: 245, Hadid: 11, 18.
[12] Maide: 12.
[13] Baqara: 282, 283.
[14] Hadid: 11.
[15] Baqara: 245.
[16] Haşr: 7, Tevbe: 34, 35.
[17] Kur’an da, doğrudan iktisadi mânâda veya maddi değerlere göre, yani para veya mal alışverişinden doğan borçlanmaya ilişkin herhangi bir ifade yoktur. Bu nedenle “deyn” kavramı, doğrudan parasal borçlanmayı ifade etmez. Kaldı ki söz konusu ayette (Baqara 282) gerek ticari (cari işlemler) gerekse alışveriş (bey’) ayrıca ve net olarak ifade edilmekte ve istisna tutulmaktadır.
[18] Baqara: 245, Hadid: 18.
[19] Baqara: 14, 86, 90, 175, Al-i İmran: 177, Tevbe: 9, 111, Yusuf: 21.
[20] Haşr: 7, Tevbe: 34, 35,Ankebut: 62.
[21] Haşr: 7, Tevbe: 34, 35.
[22] Baqara: 127, Tevbe: 79, Rad: 2.