ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
Sam Adian
1161 Okunma
TOPRAK ve MÜLKIYET - OZGUR TOPLUM IDEALI

Toprak

ve Mülkiyet

 

Özgür Toplum İdeali

 

 

 

 

 

 

Bir iktisadi sistemden söz edebilmek için öncelikli olarak kaynakların varlığını ve bu kaynaklar üzerindeki tasarruf hakkının kime ait olduğunu tespit etmek gerekir. Eğer kaynakların nasıl kullanılacağı ve bireylerin bu kaynaklardan nasıl yararlanacağı belli değilse, iktisattan da söz edilemez.

İktisadın konusu olan sermaye, mal, emek gibi kavramlara nitelikli bir açıklama getirmek gerektiği gibi bunların nerede konumlandırılacağı da sistemin belirleyici parametreleri olacaktır.  Özellikle mülkiyet, mülkiyet kavramına getirilen yorumlar ve bu konudaki tarihsel uygulamalar ile Referans metnin bu konuda ortaya koyduğu prensiplerin örtüşmediği açıktır.

Öte yandan, hangi sistem açısından bakılırsa bakılsın, mülkiyet ve mülkiyet hakları toplumsal problemlerin başında gelen en büyük mesele olmuş ve olmaya devam etmektedir. Yani mülkiyet, tarihin her döneminde insanın yüzleşmesi gereken bir mesele olmuştur.

Eğer insan topraktan özgürce yararlanma hakkına sahip değilse, yaşaması için gerekli olan girdileri kim nasıl sağlayacak? Eğer toprak özel mülkiyetin bir parçası ise, güçlü olanın elinden kim alabilecek? Ve eğer toprak bir sermaye ise, sermaye sahibinin toprak üzerindeki tasarrufunu kim önleyecek?

Bu bağlamda, klasik mülkiyet anlayışının nası bir  emek sömürüsüne yol açtığı sıkça dillendirilen çarpıcı bir hikaye ile şöyle anlamlandırılabilir:

Diyelim ki ıssız bir adaya düştünüz. Yaşamınızı devam ettirebilmek için "üretim faaliyeti"nde bulunmanız gerekir. Yani "emek" ile hammaddeleri ürüne dönüştürmelisiniz. Bunun için üzerinde bulunduğunuz toprak parçasının sağladığı imkanlardan yararlanarak ihtiyacınız olan üretimi gerçekleştirmeniz gerekir. Örneğin ağaçlardan, taşlardan kendinize bir ev yaptınız, bazı hayvanların etinden, sütünden yününden yaralanmak için hayvan barınağı inşa ettiniz, adanın uzak kısımlarından topladığınız tohumlarla uğraşıp dininip bir tarla bile yaptınız. Sonuçta emeğiniz ile çeşitli ürünler ürettiniz.

Bir süre sonra birinin çıkagelip size şöyle söylediğini düşünün : "Ben bu adanın mülkiyetine sahibim, işte bu yüzden bana ürettiğin ürünlerinin bir kısmını vermelisin."

Siz itiraz ettiniz: "Ama bunları ben kendi emeğim ile ürettim."

“Adanın sahibi” olduğu iddiasında olanın cevabı vardır: "Ama benim adamdaki ağaçlarla, toprakla, taşlarla ve hayvanlarla, işte bu yüzden ürettiklerinin bir kısmını bana vereceksin."

 "Allah'ın adasını, taşını, hayvanını (kısaca üretim araçlarını) sen mi yarattın, nereden senin oluyormuş" diye sormak aklımıza gelebilir. Ancak sınıflı toplumlarda sınıfların varlığı ve üretim ve mülkiyet ilişkileri sorgulanamaz bir hal alır. Marx'ın dediği gibi sınıflı toplumlarda egemen olan fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Yani siz ne kadar çalışırsanız çalışın, izin verilenden daha fazlasına sahip olmanız imkansızlaşır.

Kesin olan şu ki, gerek insanın varoluşu, gerekse iktisadi süreçler için en temel mesele mülkiyet meselesidir. Herhangi bir sebeple toprak ve doğal kaynaklar özel mülkiyet sınırlarına alındığında, sınırlamalar ortaya çıkacak ve güçlü olan toprağa hâkim olurken, zayıf olanın yaşam hakkı elinden alınmış olacaktır.

Gerçekte tarihsel süreçte de olan budur. Bu konuda hiç bir mazeret veya gerekçe anlamlı değildir. Çünkü toprak üzerindeki sınırlamalar sadece yaşamı zora sokmakla kalmaz aynı zamanda bütün özgürlükleri de ortadan kaldırmak için yeterli olur. Birileri zengin olurken, geriye kalan ve çoğunluğu temsil edenler, köleleştirilmiş olurlar. Bu durum kabul edilebilir değildir.

Geleneksel Anlayış:

Fıkıh, doğal kaynakları göz ardı ederek toprak üzerindeki mülkiyet hakkının sınırlı olduğunu kabul etmektedir. Genel olarak “mülk” kavramının aslına atıf yapmaksızın “tasarruf” edilebilen kaynaklardan sayılıyor olması nedeniyle mülkiyetin meşruluğu kabul edilmeye çalışılır.

İbn-Hümâm'a göre mülk, “Bir mânî bulunmadıkça doğrudan doğruya tasarruf selâhiyet ve kudretidir.”[1] Karâfi'ye göre bir ayn (şeyin kendisi) veya menfaat üzerinde varlığı kabul edilen öyle bir şer'i hükümdür ki -bir mânî bulunmadıkça- izâfe edildiği şahıslara o eşyanın aynı, menfaati veya bedelinden istifade hakkı ve imkânı bahşeder.

Hukukçuların tarifi: Bir kimseye, sırf kendisine mahsus ve devamlı olmak üzere bir şeyi kullanmak ve elde edilebilecek bütün menfaatlerinden faydalanmak imkânını veren selâhiyyettir.[2] Diğer tarifler de "başkalarına zarar vermemek şartıyla... tasarruf" gibi kayıtlar ekleyerek yukarıdaki tariflerin tekrarından ibarettir.[3]

Doğrusu, bu konuda açık bir “hile” söz konusudur. Çünkü fıkıhçılar, “mülkiyet” söz konusu olduğunda, mülkün temelini oluşturan “toprak üzerinde nasıl bir hak vardır” sorusuna cevap vermekten ziyade, “toprağın nasıl kullanılacağı”na yönelik cevaplar vererek temelde tanımsız bıraktıkları alanda hareket kabiliyeti kazanmaktadırlar.

Yani, geleneksel anlayışa göre, “toprağın bizatihi kendisinde” özel mülkiyet olmamakla birlikte, “işgale dayalı mülkiyet hakkı”nı geliştirerek, dolaylı olarak toprak üzerinde kişisel tasarruf yetkisi tanımakta ve “miras”a konu edilebilmektedir. Böylece toprak ve doğal kaynaklar üzerinde dolaylı da olsa “özel mülkiyet” hakkı kabul edilmiş olmaktadır. Bu durum, temel insan haklarının tanınması ve uygulamasında da önemli problemlere neden olmaktadır. Kaldı ki modern hukuk anlayışı ile de aynı paralelliğe sahiptir.

Örneğin “Locke, mülkiyet hakkının sınırlarını ortaya koyarken, toprağı insanoğluna veren Tanrı olduğuna göre, mülkiyet hakkı kutsaldır. Kimse kimsenin toprağına, mülküne el uzatamaz. Ne var ki, toprağı veren Tanrı, bu nimetten herkesin yararlanmasını da istediği için, ihtiyacını karşılayacak kadar mülk edinmek de her insanın hakkıdır. Şu halde, her insanın mülkiyet hakkı, öteki insanların mülkiyet hakkıyla sınırlanmıştır. Toplumdan önce var olan bu hakkı korumak, toplum yasalarına düşer. Siyasal iktidar, mülk sahiplerinin mülk sahiplerine verdiği bir yetkedir” [4] demektedir. Her ne kadar Russel bu yaklaşımı eleştirse de, sonuçta Locke’un formülasyonu Barry’nin ifade ettiği gibi “büyük ölçüde mülkiyetin birik(tiril)mesine ilişkin saf ahlaki teorilerin hareket noktası olmuştur.”[5]

Fıkhın mülkiyet hakkını bir “emanet” olarak kabul etmesine rağmen Kur’an’ın ortaya koyduğu mesajın sadece bir bölümü dikkate alınarak “infak” kelimesi üzerinde yoğunlaşılması ve bütün çıkarımların da buna göre yapması nedeniyle kavram üzerinde gizli bir baskı oluşturmuştur.

Mülkiyet egemenliği, insanlığın yeryüzü tarihinde uğrunda mücadele ettiği yegane kavramdır. Bütün savaşlar, bilimsel gelişmeler, devrimler ve hatta barış buna dayanır. Aynı şekilde “din” kavramının temellendirilebileceği en önemli kaynak da yine “mülk”tür. Çünkü mülk olmadan düzen olmaz. Mülk yoksa düzene de ihtiyaç yoktur. Kapitalizmin sınırsız mülkiyet anlayışından Marksizmin tarihsel materyalizmine varana kadar her şeyin temelini “mülkiyet” oluşturur. Tarihsel süreçte, kapitalizmin aşırı mülkiyetçilik anlayışı, izole edilmiş sermaye ve mülkiyeti, Marksizmin ortaya koyduğu “devletçilik” anlayışı dengesizliği ve doğunun “fakirizm” anlayışı da sınıfları doğurmuştur. Tarihsel “İslam” anlayışının da bu çerçevenin dışında bir altertenatif ortaya koyamadığı açıktır.

Geleneksel İslam anlayışı, toprak üzerinde “işgal”e dayanan mülkiyet hakkını tanımakla “güçlüden yana” bir tavır ortaya koyarak toprak ağalarının doğmasına ve geniş toprak sahiplerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Oysa Halife Osman, savaş ganimeti olarak elde edilen verimsiz toprakların ıslah edilmesi, ekonomiye kazandırılması amacıyla bunları dağıtmıştır. Bu sınırın genişletilmesi ve “işgale” dayalı bir anlayışın ortaya çıkması Kur’an’ın ortaya koyduğu bir gerçek değil; rivayetlere dayanan “kim ölü bir araziyi ihya ederse o onundur”[6] varsayımının bir ürünüdür.

Elbette böyle bir ön kabul ortaya çıkıp, mülkü sahiplenme hakkı doğduğu zaman, iktisadi terimlerin de buna göre düzenlenmesi kaçınılmaz olur. Bunlardan biri de “infak” meselesidir. Zekât üzerindeki sınırlandırmalar, vergi ve sermaye ayırımının ortadan kaldırılması gibi, Kur’an’ın öngördüğü sistemin aksine popüler anlamda “materyalist” bir yaklaşımla düzenlenmiş ve sonuçları itibariyle de diğerlerinden çok farklı sayılamayacak “çıkara dayalı” bir anlayışın doğmasına neden olmuştur. Bu uygulamaların bireysel özgürlükleri de önemli ölçüde etkilediği ve hatta ortadan kaldırdığını söylemek mümkündür.

Avcı toplum zamanında mülkiyet yoktu; dolayısıyla para ve sömürü de yoktu. Tarihsel olarak bu, insanların en eşit olduğu dönemdi. Tarım toplumu ile birlikte eşitsizlikler ortaya çıkmaya başladı. Çünkü doğal kaynaklara ve toprağa sahip olmak artık anlamlı hâle geliyordu. Toprağı işlemek için emek gerekiyordu. Elde edilen üründen yeni şeyler üretmek için emek ve işbölümü gerekiyordu. Bu ise ticareti doğurarak para yani sermayeyi gerekli kılıyordu. Devlet ve yasalar ise, sermayeyi, yani toprağı ve parayı elinde bulunduranları koruyabilme zorunluluğunun sonucunda ortaya çıktı.

Sonuç olarak eşitsizlik,  tarım toplumuyla başladı. O günden bugüne sosyal adalet, eşitlik gibi konular çok tartışıldı. Denemeler, devrimler yapıldı ve çok insan öldü ama tüm bu çaba ve çatışmalar müspet bir sonuç doğurmadı. Çünkü kapitalizm özel mülkiyeti sermayenin emrine vermiş ve devleti de bunun koruyucusu tayin etmişti. Gelenek ise işgal ile edinilen mülkü meşru saymıştı ve devlet de yine benzer bir koruyuculuk vazifesini üstlenmişti.

Kullanılan tanımların dışında, her iki anlayış arasında ciddi maddi farklar yoktur. Kapitalizmin ortaya koyduğu mülkiyet anlayışı ile fıkhın ortaya koyduğu dolaylı mülkiyet anlayışı, temelde aynı sonucu veren farklı uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

İşgal yoluyla edinilmiş olan mülkiyet hakkının gerçekte mutlak mülkiyeti ifade etmediği varsayımı, sadece bir söylemden ibarettir. Çünkü hiç kimse sahip olduğu bir şey üzerindeki egemenlik hakkını devretmek istemez. Ne var ki geçmişte gerek nüfusun az oluşu, gerekse günümüz dünyasındaki kadar zorlayıcı unsurların olmayışı, onları daha pratik çözümlere yöneltmiş olabilir. Ancak ne olursa olsun, bir yanılgı olduğunu kabul etmek gerekir.

Doğal Mülkiyet Teorisi :

İktisat, genel itibariyle insan ihtiyaçlarını karşılama çabasından başka bir şey değildir. Çünkü insan vardır ve varoluşu nedeniyle ihtiyaçlara sahiptir. Ancak insanın varoluşu kendi tercihi değildir. Dolayısıyla varoluş nedeniyle ihtiyaç duyduğu girdileri karşılayabileceği, sağlam, güvenilir kaynakların da var edilmiş olması ve insana tahsis edilmiş olması gerekir. Gerçekte insan, diğer bütün varlıklar gibi doğanın bir parçasıdır. O hâlde “insanın temel ihtiyaçlarını karşılayacak şey de doğada olabilir mi?” sorusuna verilecek cevap, toprak ve doğal kaynaklardan başka bir şey olmayacaktır. Öyleyse bu kaynakların hangi koşullarda kimlere nasıl tahsis edildiği, onlardan nasıl yararlanılacağı önemli hâle gelir. Bu soruya verilecek olan cevap, iktisadın çerçevesini de belirleyecektir.

Metin açısından “Mülk kime aittir?” sorusunun cevabı çok açıktır:[7]Kimseye ait değildir.”[8] Yani toprak üzerinde mülkiyet yoktur.[9] Metin bu konuda kimseye tasarruf yetkisi tanımaz. Varoluşunun bir gereği olarak bireyin veya toplumun “toprak” üzerindeki hakkı, ondan faydalanmakla sınırlıdır ve herkes ile eşittir.  Çünkü toprak üretilebilir değildir. Doğal kaynaklar da böyledir. “Rızk”, toprak ve mülkiyet haklarına bağlı “doğal bir hak” olarak ifade edilmektedir.[10] Buna göre, toprak ve rızk kaynakları üzerindeki “haklar” ondan “faydalanmak” ile sınırlandırılmış olup toplumun gözetimindedir. 

Eğer toprak ve doğal kaynaklar üzerinde mülkiyet yoksa edinimlerin ve emek yoluyla kazanılmış olan şeylerin nasıl değerlendirileceği ve bunlar üzerindeki hakkın ne olduğunu tespit etmek gerekir. Bunun için metnin ortaya koyduğu temel parametrelerin ne olduğunu anlamak gerekmektedir. Böylece mülkiyet hakkının hangi şartlarda insanlara devredildiğini ve kullanım hakkının sınırlarını da tespit etmek mümkün olacaktır.

Doğal kaynakların insan açısından ifade ettiği dört temel ilke vardır ve bunların tamamı “geçici ve emeğe dayalı yararlanma” ifade eden ilkelerdir. Çünkü gerçekte toprağın olanaklarından yararlanma, ancak doğal kaynakların sahip olduğu faydayı kullanmakla ilgilidir. Bu da insana ait bir şey değildir.[11] Çünkü insan emek yoluyla toprağı üretemez. Sadece doğanın sağladığı olanaklardan yararlanabilir:

1.    Geçici Yararlanma[12]: İnsanın yeryüzündeki varlığı geçici olmakla birlikte, doğanın sağladığı olanaklar da insanlar için geçicidir. Metin açıklıkla mülke sahip olmayı değil; koşullara bağlı yararlanma hakkı tanımaktadır. Bu da geçici yararlanma anlamına gelir.

Yararlanmak için sahip olmak gerektiği zannedilebilir. Ancak yine metnin ortaya koyduğu ve “emek”[13] dışı mülkiyetin olamayacağı kuralı böyle bir varsayımı da bertaraf eder. Dolayısıyla yararlanma hakkı emek ile birleştiğinde, yararlanma mülkiyeti hâline dönüşür.

2.       Geçici Barınma[14]: İnsanın yeryüzünde bir varlık olarak varoluş nedeni, “kararlı” hâle gelmesinin sağlanmasıdır. Yani evrim sürecinin bir devamıdır. Yeryüzündeki doğal kaynaklardan yararlanma hakkı, insanın aynı zamanda doğada yani toprağın üzerinde var olmasını da zorunlu hâle getirir. Bu nedenle barınmaya da ihtiyacı vardır. Ne var ki yararlanma hakkı geçici olduğuna göre, barınma hakkı da geçici olacaktır. Dolayısıyla emek yoluyla ürettiği konutlardaki mülkiyet de geçicidir.

Eğer topraktan yararlanma geçici ise, ondan elde edilen her şey de geçici olmak zorundadır. Bu sadece bir kural değil; aynı zamanda eşyanın tabiatının da gereğidir.[15] Dolayısıyla barınma hakkı da geçicidir ve insan hayatı ile sınırlı olmak zorundadır.

3.    Bireysel Edinim/Kolektif Yarar[16]: Yeryüzünün mülkiyet mirası prensipte insana ait değildir. Dolayısıyla insan yeryüzünün mirasçısı[17] da değildir. Yani yeryüzünün sahibi değil, sadece ondan yararlanma hakkına sahiptir. Buna bağlı olarak toprağın insanın yararlanması için tahsis edilmiş olması, oradan elde edilecek olan faydada ortak mülkiyeti gerekli kılar. Yani emek ile elde edilmiş şeyler üzerinde de ortak fayda söz konusudur; her ne kadar emek kişiye ait olsa bile, birikimlerden yararlanma hakkı herkese aittir. Yani elde edilen değer her ne olursa olsun onu, dolaşımda tutarak hem bireye sağladığı faydayı çoğaltmak[18] hem de topluma fayda sağlayacak hâle getirmek esas olmalıdır.

4.    Emek Kadar Bölüşüm[19]: Emek insana aittir. Ancak her bireyin harcadığı emek miktarı aynı değildir. Bireyin kaynaklar üzerindeki hakkı, harcadığı emek miktarına göredir. Dolayısıyla birey, üretim sebebiyle ortaya çıkan faydadan ve kaynaklardan ancak harcadığı emek miktarı oranında pay alabilir. Yani emekte eşitlik yoktur, fırsat eşitliği vardır. Çok çalışan ile az çalışan arasındami denge ancak böyle mümkün olmaktadır.

Haklar bakımından eşitlik, yaşam kaynakları üzerindeki bölüşümde eşitliği gerektirir. Emek bakımından eşitliği değil. Bu nedenle emek yoluyla elde edilen fayda üzerindeki bölüşüm hakkı, ancak emek miktarı ile sınırlıdır ve bu da fırsat eşitliği ile sağlanmaktadır. Doğal kaynaklarda ise her bireyin eşit hakkı olacaktır. Bu iki noktayı birbirinden ayırmak gerekmektedir.

Böylece insana tanınmış olan yetki sadece “yararlanma” ile sınırlandırılmış olmaktadır. Çünkü insanın yeryüzünde halife[20] oluşu, onu mülkün sahibi yapmaya yetmez. Çünkü “halife”, ifade ettiği anlam gereği sadece yetkiyi kullanma ile sınırlıdır. Bu durum, ona sadece varlıktan yararlanma hakkı ve buna bağlı olarak “karar” süreçlerinde kendisine tanınan hak nispetinde söz sahibi olma imkânı tanır. Yani tercih yapar. Ne var ki bu tercihlerini veya kararlarını ancak kendisine tanınmış olan yetki sınırları içinde yapabilir. Mülkiyet hakkı verilmiyor ise, toprak üzerinde mülkiyet gerektirecek bir uygulama veya hak da talep edemez. Şu hâlde mülkiyet kavramı şöyle tanımlanabilir:

Mülkiyet[21]: Toprak ve doğal kaynaklar varoluşsal bir gereklilik ve yaşamın kaynağıdır. Bu nedenle toprak ve doğal kaynaklar üzerinde özel mülkiyet yoktur; bu kaynaklar herkese aittir. Bunlar, mirasa konu edilemez, alınıp satılamaz. Ancak, tahsis yoluyla geçici olarak yararlanma hakkı vardır.

*Doğal kaynaklar ve toprak üzerinde mülkiyet dağılımı

Esasen mülkiyetin ve kaynakların “doğal” olduğu, yani hiç kimseye ait olmadığı ortaya konurken, kaynaklardan elde edilecek olan fayda üzerinde tüketilebilir bir hak olduğu da kabul edilir. Yani, mülk ve mülkün ihtiva ettiği doğal kaynaklar mutlaktır. Ancak bu kaynaklardan “çalışarak” elde edilecek olan fayda üzerinde –kazanılmış haklar- mülkiyet vardır. İktisat da burada başlar. Bu durum emek yoluyla elde edilmiş olan varlıkların veya birikimlerin bireyin mutlak tasarrufunda olduğu sonucunu da ortaya koymaktadır.

Metin, insan-doğa ilişkisindeki sınırları belirledikten sonra, “mülkiyet hakkı” ile ilgili üç temel prensibi tespit eder. Buna göre, toprak, yer altı ve yer üstü kaynakları mutlaktır. Rızk, daha doğru bir ifade ile yaşama hakkının dayanağı olan toprak üzerindeki doğal veya işlenebilir verimlilik, toplumun sorumluluğundadır ve bunda har bireyin yararlanma hakkı vardır.[22]  Mülk üzerinde çalışarak elde edilen fayda ise özel mülkiyet kapsamındadır ki, bu da “yaşam süresi” ile sınırlıdır. Buna göre:

1.    Mutlak Mülkiyet.[23]: Toprak ve doğal kaynaklarda özel mülkiyet yoktur. Bunlar varoluşsal kaynaklardır ve herkesin toprak üzerinde eşit olarak hakkı vardır. Emeksiz özel mülkiyet yoktur.Bireylerin toprak üzerindeki yararlanma hakları “yaşam” ile sınırlıdır. Devredilemez.  Aynı şekilde doğal kaynaklar da mutlaktır. Bunlar üzerinde de mülkiyet yoktur ve herkesin bunlar üzerinde eşit olarak yararlanma hakkı vardır.

2.    Yararlanma Mülkiyeti[24]: Doğal kaynakların işletilmesinden dolayı elde edilen faydada mülkiyet olmakla birlikte, ortaya çıkan artı değer herkese aittir. Yani bu kaynaklar herkes için işletilir ve fayda eşit olarak bölüştürülür. Bu kaynaklar yaşam hakkı için tahsis edilmiş olup doğal kaynaklardan elde edilen faydaya dayanır.

3.    Edinim Mülkiyeti: Bu, ancak ve ancak, “çalışarak” elde edilen fayda ile sınırlıdır.[25] Özel mülkiyet burada söz konusudur. Zaten doğası gereği geçicidir. Yani “çalışarak kazanılan şey” üzerinde özel mülkiyet vardır. Meta mülkiyeti burada oluşur. Emek kişinin özel malıdır ve dilediğine devretme hakkına sahiptir. Özel mülkiyet olarak tanımlanabilecek tek şey de budur; yani emek ile kazanılmış olanlardır.

Öte yandan toprak ve doğal kaynakların nasıl kullanılacağı, bunlar üzerindeki hakların nasıl korunacağı veya gözetileceği önemli hâle gelmektedir. Çünkü “Toprak” mal değildir. Doğal kaynaktır.[26] Her doğan insanın, bu kaynaklarda “eşit” hakkı vardır. Şu hâlde “toprak işgal dahi edilemez”. Belki geçmişte, henüz düzenin olmadığı dönemlerde, toprakların bol olduğu ve onu işleyecek yeterli nüfusun olmadığı zamanlarda farklı uygulamalar geliştirmek mümkün olabilirdi. Ancak günümüz dünyasında, bu mümkün değildir. Çünkü insanlar bütünüyle yerleşik hayata geçmişlerdir ve bir düzen oluşmuştur.

İlkesel düzlemde mülkiyet kavramını değerlendirmek gerekirse, toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki “insan”a ait mülkiyet haklarını dört ana başlık altında toplamak mümkün olacaktır:

1.    Doğal Mülkiyet[27]: Toprak ve doğal kaynaklar kimseye ait değildir. Topluluğun sahip olduğu toprak ve doğal kaynaklar herkes içindir, yani yeryüzü insanlığa aittir. Dolayısıyla burada mülkiyetten söz edilemez. Bu hüküm, işgal veya ihya sebebiyle ihlal edilemez. Mirasa konu edilemez.

2.    Yararlanma mülkiyeti[28]: Meta’nın[29] doğal ve sabit varlık olması ve bu varlıkların kullanılabilir oluşu nedeniyle, toprak ve doğal kaynaklardan bütün insanlar eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Birey, zarar vermediği sürece doğadan elde ettikleri kendisine aittir. Sınırlıdır ve sadece belli bir plan dâhilinde tahsis edildiği kadarı işletilebilir.

3.    İşletme Mülkiyeti[30]: Meta’ mülkiyetine bağlı olarak topraktan yararlanma, emek yoluyla üretim ve bu üretimin ortak faydaya dönüştürülmesi hakkıdır. Dolayısıyla işletme mülkiyeti topluluğa aittir. Toprak ve doğal kaynaklar üzerinde bireysel edinim veya başkalarının haklarını sınırlandıracak bir şekilde mülkiyet edinimi yoktur. Ortak/katılımcı mülkiyettir.

4.    Emek mülkiyeti[31]: Emek sonucunda üretilmiş olan mallar üzerindeki mülkiyet hakkıdır. Ortak mülkiyettir. Herkes üretim için harcadığı emek kadarına sahiptir ve bu kişinin kazanımıdır. Bu kazanımlar üzerinde herhangi bir tasarruf söz konusu değildir. Yani tasarruf yetkisi emeğin sahibine aittir.[32]

Üretilmiş olan her şey, neticede doğadan elde edilmiştir. Toprak üzerinde mülkiyetin olmaması, değeri belirlemede başka bir etkene yönelme zorunluluğu doğurur. Toprakta mülkiyet yoksa ondan elde edilen kaynaklarda da mülkiyet yoktur. Yani değersizdir. Değeri belirleyen yegâne şey ise emektir. Dolayısıyla mülkiyet, ancak emek ile elde edilen şeyler üzerinde söz konusu olabilir. Toprak ve doğal kaynaklar üretilemez. Onlar zaten vardır. Dolayısıyla mülkiyetin konusu da değildir. Bu nedenle mülkiyet kavramı, rasyonel bir düzlemde yeniden tanımlanmalıdır. Böylece iktisadi faaliyetlerin önündeki en büyük engel aşılmış olacaktır.

Yaşam Hakkı Nedir?

Gerçekte mülk ve mülkiyet, varoluşun temelini oluşturur. Uygun nitelikte yakıt keşfedilmemişken içten yanmalı motor üretmeyi kimse düşünmüyordu. Çünkü motoru çalıştıracak yakıt yoktu. Ne zaman petrol kaynaklarının bunun için uygun bir materyal olduğu anlaşıldı; beraberinde motor teknolojisi de gelişmeye başladı.  Yani insanı üreten irade, insanı yaşatacak olan kaynakları da tahsis etmiş olmalı. Çünkü var olmayı tercih eden insan değil. Bir üretici, yaptığı makine için uygun kaynakları da sağlamak zorundadır. Bu nedenle toprak ve doğal kaynaklar insan ve canlı varlığının yakıtını ve kaynağını oluşturur. Dolayısıyla burada mülkiyetten söz etmek herhalde mümkün değildir.

Doğal kaynaklarda mülkiyet yoksa ve yararlanma hakkı herkese ait ise, varoluşu destekleyecek kaynaklar üzerindeki mutlak hakların varlığı gündeme gelecektir. Yani herkesin doğadaki kaynaklardan yararlanma hakkı,[33] yaşam için gerekli olan temel gereksinimlerin (Rızk) karşılanması ve insanın bir varlık olarak hayatta kalması için gereklidir. Bu amaca yönelik kaynaklar, zaten doğada kendiliğinden mevcuttur[34] ve bu hakkın karşılanması için gerekli yapılanma sorumluluğu topluluğa, yani kamuya verilmektedir. Öyleyse yaşam hakkı şöyle tarif edilebilir:

Yaşam hakkı[35]: İnsanın varoluşu nedeniyle ihtiyaç duyduğu girdilerin sağlanması, buna bağlı olarak beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması için tahsis edilmiş olan kaynakları kullanma/yararlanma hakkıdır. Bu kaynaklar, toprak ve doğal kaynakların tümünü ifade eder. Her birey doğduğu andan itibaren bu kaynaklar üzerinde hak sahibidir. Bu nedenle kamu/topluluk bu kaynakları işletmek ve bireylerin temel ihtiyaçlarını desteklemekle yükümlüdür. Bunlar, devredilemez ve kısıtlanamaz bir insan hakkıdır.

Yaşam hakkının pratikte iki parametresi vardır. Bunlar Rızk, yani gıda ihtiyacını karşılamaya yönelik kaynakların kullanılması ve barınma ihtiyacının karşılanmasıdır. Topluluk tahsis yoluyla bu hakları karşılamakla yükümlüdür ve bu işlem, iki kademede yürütülür:

a.    Kaynak Tahsisi: Üretim veya işletme amacıyla tahsis edilmiş olan toprak veya doğal kaynaklardan elde edilecek olan kira geliri, yaşam hakkı kaynağını oluşturur. Bu, bireyin ihtiyacı olması hâlinde temel girdilerinin sağlanması ve yaşamını devam ettirirken gereksinimlerinin karşılanması içindir. Topluluğun, sorumluluğundadır ve bu kaynaklardan elde edilecek olan gelir, temel insan hakkı niteliğinde olup devredilemez veya ortadan kaldırılamaz.

b.    Toprak Tahsisi: Bireyin barınma ihtiyacını gidermek ve ona yaşam alanı sağlamak amacıyla kendisine tahsis edilmiş olan yeterli büyüklükteki yaşam alanıdır. Bu alan, bireyin özgür alanı olup satılamaz; devredilemez veya ortadan kaldırılamaz. Tüm tasarruf yetkisi, hayatı boyunca bireye aittir ve asla elinden alınamaz.

Bu çerçevede, bireyin, Toprak ve doğal kaynaklar üzerinde haklarını karşılamak üzere; topluluk, her doğan çocuğa onun yaşaması için gerekli olan miktarda toprağı tahsis[36] etmekle görevlidir. Bu şekilde bireylerin “Yaşam Hakkı”nın bir kısmı doğduğu anda kendisine tahsis edilmiş olacaktır. Ancak yaşaması için gerekli olan “Rızk/temel girdiler” hakkından pay alması için de topluluk sorumlu tutulmaktadır. Üç temel hedefi vardır:

a.    Eşit bölüşüm[37]: Doğal kaynaklarda yararlanma hakkı tüm topluma aittir.  Bu nedenle topluluk tarafından/adına işletilir ve tahsisten kaynaklanan gelir (kira) her bireye eşit olarak paylaştırılır. Tahsis bedelinin ne olacağı nüfusa göre belirlenir.

b.    Yaşam Sermayesi[38]: Doğal kaynak gelirlerinde yeni doğan çocukların da hakkı vardır. Ancak çocuklar temelde bütün toplumun sorumluluğu altında “anne-baba”ya emanet edildikleri ve onların bakım sorumluluğunu topluluk üstlenmiş olduğu için, bu gelir onlar adına biriktirilir ve reşit olduklarında kendilerine “yaşam sermayesi” olarak verilir.

c.     Yaşam Hakkı[39]: Yeraltı kaynakları, yerüstündeki doğal varlıklar, tarımsal arazilerin işlenmek üzere tahsis edilmesi[40] sonucu elde edilecek gelirlerden teşekkül eder. Bu kaynaklardan elde edilen gelirler de yaşam hakkı için ayrılmalıdır.

Böylece, her bireyin, yaşama ve barınma hakları garanti edilmiş olur. Reşit oluncaya kadar birey adına biriktirilen “doğal gelirler”, her bireyin topluluk içinde eşit konumda var olabilmesi için yeterli miktarı oluşturacaktır. Böylece birey, hayatı boyunca asgari düzeyde gelir sahibi olmaya devam edecektir. Her birey, hak sahibi olduğu “yaşam sermayesi”ni (birikmiş kısmını) isterse tahsil eder ve dilediği gibi kullanır, isterse konut olarak alır. Bu tercih, yerleşme ve barınma hakkının bir parçasıdır; sınırlandırılamaz.

Elbette bu haklar, bireyin normal bir yaşam sürmesi için yeterli değildir; sadece asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeydedir. Ancak, doğal kaynaklar üzerinde hayat boyu hakkı sürecektir ve asla muhtaç olmayacaktır. Buna rağmen, olası fiziki yetersizlikler sonucu muhtaç hâle gelmesi durumunda ise, devlet (toplum), topladığı vergilerle bireyi desteklemekle yükümlüdür. Toplanan vergilerin temel amaçlarından birisi de budur. Ne var ki, topluluk doğrudan doğal kaynakları işletme yeteneğine sahip değildir; çünkü topluluk bir kişi değildir.

Doğal kaynaklar üzerindeki gözetim ve tasarruf hakkı her ne kadar topluluğa ait olsa bile, doğrudan işletmesi mümkün olmayacaktır.  Burada sistem[41] devreye girmektedir. Sistem, hem kişi haklarının gözetilmesi ve hem de işlenebilir doğal kaynakların planlamasını sağlayarak yaşam hakkını garanti etmiş; hem de girdi planlaması ile üretim verimliliği sağlamış olur. Buna göre:

a.    Nitelikli Planlama[42]: Topluluk adına sistem, (zekât kurumu) yaşam hakkı için tanımlanmış olan alanlarda gerekli olan planlamaları yaparak doğal kaynakları en verimli şekilde işletebilmek için ihtiyaç duyulan yatırımları yapar ve işletir. Planlamada esas, verimli olan arazilerin tarım, verimsiz olan arazilerin ise konut ve sanayi için ayrılmasıdır.

b.    Kaynak Yaratma[43]: Toprağın işletilmek üzere tahsisi yoluyla elde edilen gelir bir havuzda değerlendirilmesi ile yaşam hakkının desteklenmesi için gerekli kaynak oluşturulur. Böylece bireysel hakların karşılanabilmesi için planlanabilir bir süreç oluşturulmuş; iştirak gelirlerinden ayrılmış ve bireylerin yaşam hakkı için gerekli olan kaynak yaratılmış olur.

c.     Etkili Harcama[44]: Sistem, işlemleri kayıt altında tutacağı için her bireyin yararlanmış olduğu haklar da kimseye ihtiyaç kalmadan belli olacak, bireyin sahip olduğu ekonomik imkânlar görülebilecektir. Böylece bireyin iktisadi veya fiziki yetersizlik içinde olup olmadığı da kendiliğinden anlaşılabilecek ve toplumsal mekanizmaların gerekli desteği sağlamasına yardımcı olacaktır.

Toprak planlaması, hem yatırımların hangi alanlarda ne amaçla yapılacağının belirlenmesi ve uygulanabilmesi hem de bireyin toprak üzerindeki haklarının gözetilmesi için önemlidir. İşgal ile toprak edinimi veya mülkiyeti mümkün değildir; çünkü önce işgal eden daha iyi bir alana yerleşmiş olur. Sonra gelen ise çok daha kötü ve verimsiz bir toprak parçasıyla yetinmek zorunda kalır. Kaldı ki bu anlayış, güçlü olanın işgal ettiği topraklardan nasıl sökülüp atılacağı sorununu da gündeme getirir. Bu da dengesizliğe neden olur. Bu nedenle, toprak ve doğal kaynakların, hem işletme hem de yaşam hakkı çerçevesinde bireylere dengeli tahsis edilebilmesi, sistem tarafından planlanmalı ve uygulanmalıdır. Hangi toprak parçasının nasıl tahsis edileceği bir tercih değil; bir planlama işidir. Çünkü kaynaklar değişkendir ve kaynak kullanımı verimli olmak zorundadır. Asıl olan faydayı çoğaltmak ve yaygınlaştırmaktır.[45]

Doğal Kaynaklar ve Yaşam Hakkı :

Bureyin hak ve özgürlüklerini tam olarak kullanabilmesi, ancak voruluşunun sürdürülebilir olmasına bağlıdır. İnsan bir makine gibidir. Yaşamını sürdürebilmesi için eneriye/yakıta ihtiyacı vardır. İşte burada, “yaşamak için gerekli olan yakıtı nereden bulacağımız” sorusu gündeme gelir. Eğer bizi üreten irade, bizi yakıta muhtaç olacak şekilde üretti ise, bu yakıtı nereden karşılayacağımızı da bize göstermiş olması gerekir. Aksi halde varoluşumuzun hiçbir anlamı ve değeri olmayacaktır.

Bir insanın dünyaya gelmesi, çalışabilecek olgunluğa ulaşıncaya kadar onu sadece tüketici yapar. Bir şeyin tüketilebilmesi için üretilebilir olması gereklidir. İnsanın tüketmesi gereken temel girdileri nereden veya kim tarafından karşılanacak? Bunun için hangi kaynaklar tahsis edilecek veya üretici irade hangi kaynakları insanın yaşamını sürdürebilir kılmak için tahsis etmiştir? Sorularına tutarlı ve sürdürülebilir cevaplar bulmak gerekir. Bu noktada “doğal kaynaklar” ve “toprak” devreye girmektedir. Eğer bunlar üzerinde mülkiyet hakkı yoksa ve sadece yararlanma ile sınırlandırılmış ise, burada aynı zamanda insanın varoluşunu sürdürebilmesi için de bir pay olmalıdır. Şu halde “doğal kaynak nedir” sorusuna cevap bulmamız gerekir.

Doğal Kaynaklar[46] ifadesinden iki şey kastedilmektedir:

1.    Doğada kendiliğinden var olan kaynaklar: Su, hava, ormanlar, gazlar, yer altı zenginlikleri – petrol ve madenler gibi- işletilebilecek nitelikte olan kaynaklardır. Bu kaynakların işletilmesi sonucu elde edilecek gelirin tümü “yaşam hakkı” için ayrılmalıdır.

Örneğin petrol yeraltından çıkarılır; bunun bir maliyeti vardır ve emek harcanmıştır. Bunlar elbette ödenmesi gereken şeylerdir. Ancak petrol rafineriye gider ve orada işlenerek kullanılır hâle gelir. Rafineri öncesi, tüm gelirleri/kazançları  –emek hariç- yaşam hakkı içindir. Rafineri aşamasında ise, ürün ortaya çıkmaktadır; buradan zaten vergi alınacaktır. Elektrik üretimi için nehirlerin kullanılması da aynı şekilde tüm geliri yaşam hakkı için ayrılması gereken bir konudur. Bunların tahsisinden bir bedel/kira alınmalıdır.

2.    İşletilebilir kaynaklar: İşletilmesi sonucu doğrudan ürüne dönüşebilecek kaynaklar.

Ormanların işletilmesi, tarımsal faaliyetler, doğal kaynaklardan doğada kullanıma hazır olanların tüketiciye ulaştırılması için yapılan faaliyetler gibi, buna benzer tüm faaliyetlerden kira talep edilir. Örneğin, bir kimse, çiftçilik yapmak için toprak talep etmiş ve o toprağı işliyor ise ondan toprak kirası talep edilir. Ürettiği ürün için ayrıca vergi söz konusu olacaktır ancak toprağın tahsis edilmesi ve onun üzerinde doğrudan işlem yapması nedeniyle burada bir kira hakkı vardır. 

Aynı şekilde su doğada kendiliğinden vardır ve bunun ücreti yoktur. Ancak bir kimse suyu şişeliyor ve tüketiciye ulaştırıyor ise, bundan da kira alınır. Onu bir ürün hâline getirmiş olması sebebiyle ödeyeceği vergi ayrıdır. Bunun gibi, doğal kaynakların tahsisi veya işletilmesi sebebiyle elde edilecek tüm gelirler –vergiler hariç- “yaşam hakkı” için ayrılması gereken gelirlerdir.

Doğal kaynaklar” ifadesinden kastedilen ve “yaşam hakkı” için ayrılması gereken kaynaklar böyle değerlendirilmelidir. Bu kaynaklar sayesinde, bireyin varoluş hakkı olan yaşam hakkı, garanti altına alınmış olur. Çünkü kaynaklar herkese aittir. Burada önemli olan bu kaynaklardan elde edilen gelir ile vergilerin karıştırılmamasıdır. Vergilerin nereden alınacağı bellidir ve harcama yerleri de bellidir. Doğal kaynaklar bunun dışındadır. Öyleyse yaşam hakkının tek ve değişmez bir tanımını yapma doğal kaynaklar üzerindeki yararlanma haklarının belirginleştirilmesi için gerekli ve önemlidir:

Yaşam Hakkı: Toprak ve doğal kaynakların tahsis edilmesi sonucunda elde edilen tüm gelirler, bireyin varoluş nedeniyle hak ettiği temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi içindir. Bu kaynaklardan elde edilen gelirler yaşam hakkı için ayrılmalıdır ve vergi dışıdır.

Haraç (خرجا): Yararlanma Payı[47]: Toprak kirası. Doğal kaynakların işletilmesi suretiyle, mal ve hizmet üretiminden elde edilen fayda üzerinden tahakkuk eden kira payının kamuya ödenmesi olarak tanımlanabilir. Yani doğal kaynaklardan yararlanma kirasıdır. Yararlanma sebebiyle eksilme bedelidir.

El-huruc (الخروج): Yaşam Hakkı Kaynakları[48]: Toplumun yaşamasını sağlayan, “rızk” olan doğal kaynaklar. (Doğadan kolaylıkla elde edilen ve yaşamak için gerekli olan kaynaklar)[49]

Yaşam hakkı ve bu hakkı desteklene parametrelerin ilkesel olarak belirlenmiş olması, bireyin varoluşunu sürdürülebilir hale getirecek ve bütün yaşamı boyunca özgür ve haklar bakımından eşit bir varlık olarak tolum içerisinde yerini alabilecektir. Buna bağlı olarak doğal kaynaklardaki bölüşüm sorunu da bir bakıma kendiliğinden çözülmüş olacaktır.

Doğal Kaynaklarda Bölüşüm:

Toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki “yaşam hakkı”na, toplumun her bireyi eşit oranda sahiptir. Bu nedenle söz konusu kaynaklar, ilkesel olarak kamunun denetiminde olmalıdır. Ne var ki kamu, bu kaynakları doğrudan işletme yeteneğine sahip değildir; çünkü kamu bir kişi değildir. Dolayısıyla kaynakların nasıl işletileceği ve bölüşümün nasıl sağlanacağı önemli hâle gelmektedir.

Zekât sistemi içerisinde bireysel girişim veya yatırım seçeneği yoktur. Tüm yatırımlar kamunun ortak sermaye havuzu (infak havuzu) olan zekât kurumu aracılığıyla gerçekleşir. Dolayısıyla toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki iktisadi işletme yetkisi de zekât kurumu aracılığı ile halka aittir. Bu kaynakların işletilmesine yönelik kurallar ve uygulamalar sistem içerisinde konmalı ve uygulanmalıdır.

Kaynakların değerlendirilmesi ve işletilmesi için iki ayrı alan bulunmaktadır.

1.    Toprak kaynakları:  Toprağın işletilmesi anlamına gelen, tarım, sanayi veya konut alanlarının belirlenmesi ve tahsisi için ayrılacak olan alanlardır. Bu alanlar, işletmeye kiralanmış olacaktır.  Burada da üç ayrı alan vardır:

a.     Tarımsal araziler:  Tarım üreticilerine tarımsal üretim yapılmak üzere tahsis edilecek olan araziler ile bu tahsisten dolayı alınacak kiralar belirlenmeli ve uygulanmalıdır.

b.    Sanayi işletmeleri: Sanayi alanlarının oluşturulması ve bu alanlardaki işletmelere toprağın kiralanması suretiyle üretimin gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. İşletmeler, üretim nedeniyle işgal ettikleri toprak için yaşam hakkı kirasını ödemek durumundadırlar.

c.     Konut alanları: Yaşam hakkı için ayrılmış olan alanların dışında konut üretimi için belirlenecek olan alanlar olacaktır. Bu alanlardan da toprak kirası, yaşam hakkı çerçevesinde tahsil edilmeli ve ayrılmalıdır.

Burada kentsel alanların kullanımından kaynaklanacak olan miktar, diğer üretim için ayrılmış alanlara bölüştürülerek uygulanabilir. Kamunun ortak kullanım alanları doğal olarak bedelsiz olacaktır. Ancak buradaki gelir kaybı, yaşam hakkı kaynaklarını etkiler. Bu husus değerlendirilmelidir.

Öte yandan, yaşam hakkı için tahsis edilmiş olan alanlardan herhangi bir bedel talep edilemez. Bu alanlar bireylerin doğal haklarıdır ve zaten onlara aittir. Bu alanların dışında edinmek isteyecekleri konutlar için toprak payı ödemek zorunda kalırlar. Ancak yaşam hakkı alanında hiçbir bedel talep edilemez.

2.    Doğal kaynaklar: Yer altı ve yer üstündeki işletilebilir hammadde kaynakları ile enerji kaynaklarıdır. Bu kaynakların tahsisi ve işletilmesinde yaşam hakkı payı vardır. İki aşamada uygulanmalıdır:

a.     Tahsis payı:  İşletilmek üzere tahsis edilmiş olması nedeniyle toprak payı ödenmelidir.

b.    İşletmedeki ürün payı: Doğal kaynakların işletilmesi sonucu elde edilecek olan mamul veya yarı mamul ürünlerde de yaşam hakkı payı vardır. Buna göre:

                                                     i.          Üretimdeki emek girdisi ve emeğin marjinal ürünü, normal olarak ödenmelidir. Bu aynı zamanda kamu iştiraki olacağından, normal kamu iştiraki gibi değerlendirilmeli ve uygulanmalıdır.

                                                   ii.          Harcanan emek miktarından elde edilmesi öngörülen marjinal ürün, ikiyle çarpılarak uygulanmalıdır. Dolayısıyla marjinal üründen elde edilecek olan kazancın yarısı emek payına, diğer yarısı da yaşam hakkı için ayrılmış olacaktır.

Tarım işletmeleri sadece topraktan yararlanırlar. Dolayısıyla marjinal üründe yaşam hakkı payı yoktur. Ancak doğal kaynaklar bundan farklıdır. Doğal kaynaklardan elde edilen ürün üzerinde de yaşam hakkı payı vardır ve bunun ayrılması gerekir.

Bu kaynakların tahsisi ve işletilmesinde vergi, ayrıca değerlendirilmeli ve tahsil edilmelidir. Emek yoluyla üretilmiş olan bütün mallar üzerinde kamu payı vardır[50] ve bu, vergi olarak ayrıca tahsil edilir. Ancak yaşam hakkı payları ile vergi payları ayrı ayrı değerlendirilmeli ve hak sahiplerine ulaştırılmalıdır. Böylece “yaşam hakkı” kaynakları dengeli bir şekilde bölüşülebilecek ve her birey, geleceğinden endişe duymadan yaşama hakkına kavuşmuş olacaktır. Bu nedenle vergiler ve doğal kaynak gelirleri birbirine karıştırılmamalıdır.

Doğal kaynakların işletilmesi devletin sorumluluğundadır ama devlet sadece planlamayı yapar. İşletme sorumluluğu zekât kurumuna aittir. Çünkü devlet işletmeci değildir. Bu kanyaklar su, enerji veya madenler vs. olabilir. Devlet yapacağı planlama ile bu hizmetleri kiraya da verebilir ve gelirini kullanır. Bunlar, toplum içinde tartışılabilir ve karara bağlanabilir. Ancak elektik veya su gibi altyapıya dayalı hizmetlerin bedelsiz olması gerektiğini söylemek doğru değildir. Su bedelsizdir ama suyun taşınması ve evlere kadar girmesi bir hizmet sonucudur. Bunun bedelinin ödenmesi gerekir. İçinde emek bulunan her şey değer ifade eder ve karşılığının ödenmesi gerekir. Çünkü emek karşılıksız değildir. Kaldı ki suyun bir ekonomik araç hâline dönüştürülmesi sebebiyle de bir katkı payı (yaşam hakkı) alınması gerekir. Çünkü bu bir doğal kaynaktır ve buradan gelir elde edilmesi yaşam hakkı için gereklidir.

Barınma Hakkı ve Konut Edinimi:

“İhya”ya dayalı mülkiyet anlayışına bağlı olarak toprak üzerinde emek yoluyla üretilmiş veya inşa edilmiş olan konutlar önemli hâle gelmektedir. Eğer emek mülkiyeti varsa, konutlar da emek yoluyla üretilmiş olmaları nedeniyle mirasa konu edilmelidir. Ancak, üretilmiş olan her şey gibi konutların da belli bir ömrü vardır. Dolayısıyla konut, kişinin emeği ile elde edilmiştir ama tüketilen/yıpranan bir şeydir. Değeri de zamana bağlı olarak azalmakta ve nihayetinde yok olmaktadır.

Bu noktada değerlendirilebilecek olan şey, olası değerinin satışı yoluyla mirasçılara aktarılması olabilir ki zaten her bireyin konut ve toprak hakkı vardır.  Yararlanma hakkı sadece emek sahibine aittir ve miras açısından ancak ekonomik değeri tartışılabilir. Çünkü yaşam hakkı olarak bireye tahsis edilen toprak, temelde barınmak içindir ve yaşamı boyunca kişiye aittir. Takas edilebilir ama satılamaz. Sınırlı olmamak üzere iki şekilde uygulanabilir:

a.    Yerleşim planlaması[51] sonucu ayrılan alanlardan kent dışında kalanlar veya kentlerin dışında yaşamayı tercih edenler için doğrudan toprak tahsisi. Verimsiz arazilerin tespit edilerek üretim dışı tutulması ve konutlar için bu alanların kullanılması gerekir.[52]

b.    Kentlerde, toprak hakkının karşılanması “konut” ile takası şeklinde uygulanabilir.[53] Devlet bireyin toprak payını konut maliyetinden düşer veya toprak payı doğrudan konuta dönüştürülebilir.

Yaşam hakkı kaynaklarından sağlanan olanakların dışında, bireylerin ihtiyaçlarını karşılamaları da gerekecektir. Farklı kentlerde birden çok konut edinmek isteyenler olabileceği gibi, bulundukları yerden başka yerlere yerleşmek amacıyla gidenler de olacaktır. İnsanların nerede yaşayacaklarına sadece kendileri karar verirler, dolayısıyla bulundukları yeri değiştirmek, başka yerlere göç etmek doğal bir haktır ve engellenemez. Ne var ki bunun için de çözüm üretebilmek gereklidir. Bu çerçevede, temel ilkeler şöyle değerlendirilebilir:

a.    Konutlardaki mülkiyet, yaşam süresinden ayrı olarak “ekonomik ömür” ile sınırlıdır. Ekonomik ömrü sona eren konutlarda hak da sona erer.[54] Miras konusu değildir.

b.    Konut üretimi için ayrılan alanlarda, özellikle tarım veya üretim için elverişsiz olan arazilerde[55] planlı olarak konut üretilmelidir.

c.     Herkes yaşam hakkı çerçevesinde tahsis edilmiş arazilerin üzerinde inşa edilen konutların dışında dilediği bir yerde dilediği şekilde konut/konutlar edinebilir. Ancak “yaşam hakkı” için tahsis edilmiş toprak satılamaz,[56] ancak üzerinde konut varsa başka bir konut ile takas edilebilir.

d.    Üretilen konutlarda “toprak payı[57] sadece geçici olarak tahsis edilmiş olan bir haktır ve buradan kamu payı karşılanır. (Kiralama, tahsis ve vergiler). Konut satışlarında “toprak maliyeti” adı altında bir bedel talep edilemez. Yaşam hakkı için tahsis edilen toprakta kira payı yoktur.

Her şeyden önce, temel insan haklarından birisi olan ve varoluşa dayalı bir zorunluluk ifade eden mülkiyet ve yaşama hakkı üzerinde yorum yapmak, varoluşun temel dinamiklerini yok saymak anlamına gelir. Düşünün ki bir birey, yaşamı için gerekli olan ve zaten kendisi için varedilmiş olan kaynaklara erişmek için Tanrı’dan izin almak zorunda değilken, bu kaynaklara erişmesi mümkün olmamaktadır. Hangi gerekçe, doğal ve zorunlu bir talep karşısında imzaları, izinleri, tasdikleri haklı çıkarabilir? Bir yandan toplum kendisine verilmiş olan bir sorumluluğu yerine getirmemekte, öte yandan binbir zorlukla hayatını sürdürmeye çalışan bireyin yaşamını türlü zorluklar üreterek cehenneme dönmesine neden olmaktadır. Böyle bir anlayışı sosyal barışın yegane umudu haline gelmesi gerçekten şaşırtıcıdır.[58]

Bir başka mesele, toprağın nasıl tahsis edileceği ile ilgilidir. Bu da açıklıkla ortaya konmuştur. Toprak planlaması ile tahsis gerçekleşir. Çünkü kimi topraklar kıraçtır verimsizdir, bu tür alanlar konutlar için ayrılması gereken alanlardır, kimi topraklar verimlidir. Bunlar da üretim için ayrılmalıdır. Ne var ki sadece toprağın üretim alanı olarak ayrılması yeterli değildir, o toprağın üzerinde üretilecek olan en uygun ürünün de tespit edilmesi ve üretimin buna göre gerçekleştirilmesi gerekir.[59]

Sonuç olarak, “toprak ve doğal kaynaklar”, “mal” değil “şey”dir.[60] Ancak tahsis yoluyla[61] işlenmesi veya değerlendirilmesinden doğacak gelirden faydalanılabilir. Bu nedenle alınıp satılması da mümkün değildir.  Toprak, üzerinde konut inşa edilmiş diye mülkiyet hakkı vermez.

Refah ve Özgürlük ilişkisi :

Mülkiyet söz konusu olduğunda akla gelen ilk şey refah kavramı olmaktadır. Ne var ki, refah kavramının nasıl tanımlanacağı önemlidir. “maddi gereksinimlerin verimli kullanımı” şeklinde tanımlanması mümkün olabileceği gibi, “sınırlı kullanılabilen kaynakların verimli yönetilmesi ile servet edinimi” olarak da tanımlanabilir. Her halükarda refah, “yaşam konforu” demektir. Dolayısıyla, insanların maddi refahını tesis edecek olan etmen veya değerler de büyük öneme sahiptir.

Refah kavramı, içinde kullanıldığı toplumun dünya görüşüne, kanun ve düzenlemelerine, norm ve ahlâki ilkelerine, kültür ve tarihinden meydana gelen düzenine bağlı olarak değişir. Bu özelliklerin tamamı, toplumun, üyelerinin gidermelerine izin verdiği ihtiyaçlara dönüşecektir. İhtiyaçları, sadece bireyin arzu ve istekleri doğrultusunda tanımlamak, pragmatik bir yaklaşım olmayacaktır. İhtiyaçlar, bireyin sosyal hayatı bağlamında tanımlanabilir. Refah, dinamik bir olgudur; tıpkı kişinin tasarrufunda olan kıt kaynaklardan yararlanarak karşılamak için can attığı ihtiyaçlar listesi gibi.[62]

Eğer insanlar özgürlüklerini yeterince kullanamıyorlarsa, servet ediniminin “tatmin edici” olmaktan uzaklaşacağı gerçeğini de görmemiz gerekir. Bireysel zenginliğin yani refahın yaygınlaştırılması ve homojen dağılımının sağlanabilmesi için özgürlüklerin genişletilmesi ve yükseltilmesi gerekir. Eğer refah/özgürlük ilişkisi paralel bir seyir izlemiyorsa, yani ahlaki veya normatif sınırlamalar getiriliyor ise, birey-toplum arasındaki ilişkinin istenilen etkileşime sahip olmayacağı açıktır. Yani bütüncül bir yaklaşım olmadığı zaman, mevcut problemlerin ortadan kaldırılması da mümkün olmaz.

İktisadın hedefi insan ve dolayısıyla insanın mutluluğudur. Arzu edilen en yüksek faydanın temin edilebilmesi için gerekli koşullar oluşturulmadan veya en azından uygulama paralelliği oluşmadan, sağlıklı sonuçlara ulaşılamaz. Bireyin doğal haklarını kabul etmek ve iyileştirmek gerekir. İktisat, sadece paraya dayalı olarak bencilce üretmek ve tüketmek değildir. İktisat, insanların maddi hayatları üzerine düzenlemeler yaparken toplumun özgürlüklerinin genişletilmesi ve insan haklarının tanınması için de bir mücadele verir. Ancak, “hak ve özgürlükler”den ne anlaşıldığı önemlidir. İhtiyaçlar gibi özgürlükler de sınırsızdır.

İhtiyaçların sınırsız olması, onların sınırlı tedarik şartlarını ortadan kaldırmaz. Özgürlükler de sınırsızdır; ama her özgürlük kendi içinde belli sınırlara sahiptir. Aynı şekilde “haklar” hak sahibine kullanma, yararlanma ve tasarruf yetkisi verir; ama bu yetki başkalarına zarar vermeyecek sınırlar içerisindedir. Yani haklar da sınırsız değildir. Bir toplumun refahı ile özgürlük tercihi arasında doğrusal bir ilişki vardır. Özgürlüklerin en yüksek düzeyde kullanılabildiği toplumlarda, refah da yaygın ve yüksektir. Yani serbest piyasa ve özgürlükler, özellikle de ekonomik özgürlükler birbirlerini tamamlayan unsurlardır.

Özgürlük, kişinin kendi değer yargılarına göre anlamlı bulduğu bir yaşam tarzına ulaşabilme olanaklarının genişlemesidir. Bu çerçevede, “Kalkınmanın temel hedefi, özgürlüktür.[63] denilebilir. “Umutsuz bir dilenci, hiçbir güvencesi olmadan yaşayan bir tarım işçisi, kocasına tâbi bir kadın, yıllarca işsiz kalmış birisi ve gücü tükenmiş bir kol emekçisi, küçük mutluluklardan keyif alabilirler ve yaşamlarını böylece sürdürmek için yoğun acılara göğüs germeye devam edebilirler. Ama bu yaşam mücadelesi stratejisi nedeniyle, onların refah kaybına çok küçük bir değer atfetmek, büyük bir insani hatadır.”[64] Çünkü en azından onlara bir alternatif, bir tercih fırsatı sunmak gereklidir. Yani kişi özgürlükleri bir başkasına bağlı olmayacağı gibi, kimse başkasının acılarından da sorumlu olmamalıdır. Doğanın sağladığı fırsatlardan yararlanmak için bireylere fırsat sağlanmalıdır.

Öte yandan, emek sonucu elde edilen bireysel kazanımlar, iktisadi anlamda bireyleri karşı karşıya getiren bir durumdur. Ancak, her şeyin mutluluk olmadığını kabul etmek gerekir. Çünkü bireysel kazanımlar, tek başına mutluluk getirmeye yetmeyecektir. Bir başka açıdan, bireysel kazanımlar sebebiyle başkaları ile karşı karşıya gelen kimse, kazanımlarından faydalanma ortamı da bulamayacaktır.

Öyleyse özgürlüklerin bir bakıma “başkaları ile fayda paylaşımı” anlamına geldiğini söylemek mümkün olacaktır. Çünkü özgürlüğün sınırları başkalarının faydalarına dokunmamayı gerektirir. Topluluğun görevi, herkes için fırsat eşitliği yaratmaktır. Yani her dileyen kendisine uygun bir iş bulabilmeli, muhtaç olanın gereksinimleri topluluk tarafından karşılanabilmelidir. Bunun için kimseye mecbur olmamalıdır. Aç kalmayan insan asgari ölçekte mutlu olur. Ancak insanlar Tanrı değildir, bireysel yardım anlayışı bu açıdan son derece yanlıştır. Bu yolla, yeni bir dünya yaratma olanağı yoktur, var olanın içinde yaşama zorunluluğu vardır.

Temel Hak ve Özgürlükler:

Haklar söz konusu olduğu zaman, bu hakların referanslarına, yani nereden kaynaklandığına da bakmak gerekir. Çünkü insanlar farklı yeteneklerde olmakla birlikte aralarında herhangi bir fark olmadan eşit haklara sahip ve tamamen “hür” olarak doğarlar.[65] Buna göre bütün insanlar “hür, haysiyet sahibi ve kişilik hakları bakımından eşittirler”. Bütün insanlar “ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir ideoloji, etnik veya sosyal statü, servet, varoluş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin” eşit kabul edilmelidirler.[66] Bütün insanlar temel “eşitlik” ilkesi çerçevesinde “topluluk içerisinde de eşittirler.”[67] Edinimlerdeki farklılaşma, sadece tercihlere bağlıdır.

Eğer tüm insanlar, varoluş itibariyle eşit haklara sahip iseler ve topluluk içerisinde de herhangi bir farklılık gözetilmeksizin temelde eşit kabul edilmeleri gerekiyor ise, toprak ve doğal kaynaklar üzerinde de herkesin eşit oranda hakları olmalıdır ve önerilen de budur. Örneğin liberalizmin ortaya koyduğu prensipler bu anlamda önemlidir. Ekonomik liberalizmin dört temel ilkesi vardır:

Rekabet: Bireyler, rekabet ederek varoluşlarını ifade etmiş ve daha fazla kazanım elde etmek için çalışmış olurlar. Bunun sonucunda da, hem kendileri ve hem de insanlık için daha iyi şeyler üretme eğilimi gösterirler. Bu nedenle her zaman daha iyi olan kabul edilir. Yeteri kadar iyi olmayanlar ise, daha iyi olabilmek için daha çok çalışır ve kendilerini kabul ettirme gayreti içine girerler.

Mülkiyet: Ekonomik liberalizmin temelini oluşturur. Çalışma başarısı, topluma sağlanan katkılar bireylerin ne kadar kazanacaklarını belirleyen unsurlardır. Bu bir bakıma bireylerin çalışmalarından dolayı onlara verilen bir ödül gibidir. Bu şekilde toplum içindeki herkes, çalışmaya teşvik edilmiş olur. İnsanlığın ilerlemesinin buna bağlı olduğu varsayılır.

Özgür Ticaret: Her insan, iktisadi faaliyetlerini özgürce yapabilmeli, hiç kimseye veya kuruma bağlı olmaksızın kendisi ve insanlar için tatmin edici ürün veya hizmet üretebilmelidir.

Serbest Piyasa Ekonomisi: Liberalizmin bütünleştirici yönüdür. Çünkü piyasada serbestlik yoksa kuralların da işlemesi mümkün olmaz varsayımına dayanır.

Liberalizmin getirdiği ekonomik özgürlük anlayışı, “mülkiyet hakkının önemini kabul ederken zenginliğin eşitçe paylaşılmasını; bunun sonucunda her bireyin mülk hakkına sahip olabileceğini varsaymıştır.”[68] Ne var ki bu görüş kısa sürede değişmiş ve “mülkiyet hakkının, sisteme en çok yarar sağlayan ve çok hak edenin elinde daha fazla olması gerektiği”[69] fikri ortaya çıkarak ekonomik liberalizmin temelini oluşturmuştur. Bu durum, toplumsal dengelerin bozulmasının nedenlerinden biri hâline gelmiştir.

Ancak hak ve özgürlüklerin karşılanması iktisadın konusu olmasa da iktisadın özgürlüklerle doğrudan ilişkisi olduğu açıktır. Batılı anlamda insan haklarının sayılıyor oluşu, bu hakların zımnen devlet ve dolayısıyla sermaye tarafından karşılanması gereğini ortaya çıkarmaktadır. Ancak özgürlükler ve haklar eylemseldir. Özgürlüklerin karşılanması, sınırlamaların ortadan kaldırılması ile mümkün olur, fakat haklar eylemlerden doğar. Bu açıdan görev ve sorumlulukların belirlenmiş olması ile bireyler tercih edecekleri alana göre haklarına kavuşmuş olurlar. Yani yaşamsal haklar doğaldır ve topluluk bunları karşılamak için altyapı oluşturmak zorundadır. Edinilmiş haklar ise tercihlere bağlıdır ve bu da görev ve sorumluluklarla ilgilidir.

Ekonomik Liberalizmin ilkesel olarak “İslam iktisat Anlayışı”na yaklaştığını söylemek mümkün olmakla birlikte, belirgin ayrılma noktaları olduğu da göz ardı edilemez. Liberalizmde doğal mülkiyet anlayışının olmayışı, yaşam hakkını göz ardı etmesine neden olmuştur. Öte yandan toprak mülkiyeti üzerine getirdiği tanım nedeniyle liberalizmin tekelleşmeye neden olduğu da söylenebilir.

Öyleyse özgürlük, var olanlar arasında tercih yapmaktır. Bu nedenle hak ve özgürlüklerin tanımlanması ve kabul edilmesi, iktisadi faaliyetlerin verimli ve faydalı olabilmesi için önkoşul olarak karşımıza çıkar. İnsanın sahip olduğu kabul edilen özgürlükler ve haklar, üç ana kategoride ele alınabilir:

A.   Varoluşsal Hak ve Özgürlükler (Doğal Haklar): İnsanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlüklerdir. Buradan kaynaklanan özgürlüklerini kendisi kullanır ancak haklar toplum tarafından kendisine sağlanır. Çünkü hakların gözetim sorumluluğu topluma aittir. Ancak doğal kaynaklar toplum adına kurumlarca işletilir ve bireysel haklar, bu şekilde karşılanır.

1.       Yaşama Hakkı[70]: Her birey, varoluşu nedeniyle toprak ve doğal kaynaklar üzerinde hak sahibidir. Barınma, beslenme ve faydalanma için kendisine tanınmış doğal bir haktır. Yaşayabilmesi ve barınması için gerekli miktarda toprak ve kaynağa sahip olarak doğarlar. Topluluk bireyin bu hakkını gözetmek ve kendisine teslim etmekle görevlidir.

2.       Doğal Kaynaklardan Yararlanma Hakkı[71]: Her birey, varoluşu sebebiyle yaşamını sürdürebilmesi için doğal kaynaklardan yararlanma ve geçinme hakkına sahiptir. Ancak yararlanma ile oluşacak olan üretimde vergi payı vardır.

3.       Barınma ve Yerleşme Hakkı[72]: Her birey, varoluşları nedeniyle, yeryüzünde yaşam yerini seçme ve konut edinme hakkına sahiptir.

4.       Özgürlük ve Eşitlik Hakkı[73]: İnsan, hiç bir engelleme ve sınırlandırma olmaksızın seçim ve eylemlerinde serbest, haklar bakımından hür ve eşit doğar. Bu açıdan herkes, temel hak ve özgürlükler açısından eşittir.

Bireyler, doğduğu andan itibaren, haklar bakımından eşit, yaşamlarını sürdürebilecek toprak, gelir ve gıda kaynaklarına sahip olurlar. Böylece, iktisadın temelini oluşturan “sermaye” kendilerine verilmiş olur. Bu açıdan birey, hiç kimseye muhtaç olmadan kendi hayatını asgari ölçekte özgürce idame ettirebilecek imkân ve kabiliyetlere ulaşmış olacaktır.

Bireyin sahip olduğu varoluşsal haklar için herhangi bir bedel veya ücret talep edilemez. Bu hakların yerine getirilebilmesi için var olan ve tahsis edilmiş bulunan potansiyelin toplum tarafından harekete geçirilmesi gerekir. Yani, bir kimseden, zaten sahip olduğu bir toprak parçası için bedel talep edilemez; toplum tarafından kendisine sağlanması gereken bir konut için hayatı boyunca çalışması istenemez. Zaten sahip olduğu beslenme hakkı için tahakküm edilemez.

B.    Sosyal Çevrede Hak ve Özgürlükler: Bireyin toplum içinde sahip olduğu hak ve özgürlüklerdir. Bu haklar ve özgürlükler, sosyal çevre içerisinde sınırlıdır ve sorumluluk gerektirir. Bu haklar, topluluk tarafından belirlenecek kurallar ile gözetilir. Bunlar edinime dayalı olmayan, varoluşu nedeniyle kazanmış olduğu haklardır.

1.    Eğitim Hakkı[74]: Her birey, bilgiye ulaşma ve eğitim olanaklarından özgürce yararlanma ve uzmanlaşma hakkına sahiptir.

2.    Sağlık Hakkı[75]: Her birey, sağlık hizmetlerinden özgürce faydalanma hakkına sahiptir.

3.    Güvenlik Hakkı[76]: Her birey, korkusuzca yaşama, saldırılardan korunma ve güvenlik talep etme hakkına sahiptir.

4.    Yararlanma Hakkı[77]: Her birey edinimler bakımından tercihte bulunma ve fırsat eşitliğinden özgürce ve herkesle eşit oranda yararlanma hakkına sahiptir.

5.    Kişilik/Kimlik Hakkı[78]: Her birey, sosyal grupları seçme, tercih etme ve kendini ifade hakkına sahiptir. Sosyal bir varlık olarak kimlik kazanma hakkı vardır.

6.    Seçim Hakkı[79]: Herkesin yaşam tarzını belirleme/seçme hakkı vardır. Hiç kimse, inançlarından, tercihlerinden veya yaşam biçiminden veya mensup olduğu ırktan dolayı yargılanamaz. Her birey, sosyal grupları tercih etme, bu gruplara katılma ve ayrılma hakkına sahiptir.

7.    Sosyal Güvenlik Hakkı[80]: Her birey, yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Topluluk, bireyin yaşam hakkını karşılamalıdır.

8.    Hukuku Seçme Hakkı[81]: Her birey, hukuku seçme hakkına sahiptir. Herkes, yaşam biçimine ve inançlarına uygun hukuku benimseme ve bu hukuka göre yaşama özgürlüğüne sahiptir.

9.       İnanma Hakkı[82]: Her birey, inanma, inancını özgürce yaşama ve ifade etme özgürlüğüne sahiptir.

Sosyal çevrede bireyin sahip olduğu haklar, varoluşsal haklarına bağlı olarak kullanması ve ulaşması gereken hak ve özgürlükleri ifade eder. Toplumun üzerinde yaşadığı toprak ve doğal kaynaklardan elde ettiği kazanımlar ile yerine getirilmesi gereken temel ödevleri kapsar. Bu hizmetlerin ve hakların yerine getirilmesi için toplum, bireyden herhangi bir ücret talep edemez. Çünkü bireyin varoluş nedeni topluluktur.

C.    Mülkiyet Hakkı ve Özgürlüğü: Bireyin doğuştan sahip olduğu mülk üzerindeki hakları ile emeği ile edindiği mülkiyet özgürlüğü ayrılmalıdır. Bu durum sosyal barış ve refahın tesisi açısından önemlidir. Bu, dengelerin oluşması ve kalıcı refaha ulaşmanın temel gerekliliğidir.

1.    Özel Mülkiyet Hakkı[83]: Her birey, çalışması sonucu, emek harcayarak elde ettiği kazanımlar üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahiptir. Edinimleri üzerinde özel mülkiyet hakkı vardır. Bu kazanımlarını dilediği gibi harcama veya tasarruf etme hakkına sahiptir.

2.    Tasarruf Hakkı[84]: Her birey, edinimlerini tasarruf etme ve tasarruflarını değerlendirme hakkına sahiptir. Hiç bir koşulda, bireyin özel mülkiyeti altında bulunan bu kazanımlar üzerinde herhangi bir baskı veya zorlama yapılamaz. Bu varlıklar, elinden alınamaz.

3.    Çalışma Hakkı[85]: Her birey, çalışma, çalışma yerini ve koşullarını seçme hakkına sahiptir. Üretim olanaklarının yaygınlaştırılması ve süreklilik, topluluğun görevidir.

4.    Refah Hakkı[86]: Her birey, özel mülkiyeti altında bulunan kazanımlarından yararlanma ve refaha ulaşmayı talep etme hakkına sahiptir. Boçlandırılamazlar ve tahakküm altına alınamazlar.

5.    Girişimcilik[87]: Her birey, proje geliştirme ve yeni projelerin uygulanmasını talep etme hakkına sahiptir. Ancak girişimcilik, kişisel yatırım veya sınırlı ortaklıklar olarak algılanamaz. Profesyonel bir faaliyettir.

Varoluşsal, yani doğal haklar sebebiyle bireyin emek harcayarak elde edeceği ve üzerinde özel mülkiyet hakkı bulunan edinim olanaklarının toplum tarafından geliştirilmesi ve her bireyin eşit olarak yararlanması için fırsat eşitliği yaratması gerekir.[88] Kazanılmış haklar bireyin kendisine aittir ve asla elinden alınamaz. Hiç kimse, borçlu olarak doğmaz.

Borç-alacak sorunu temelde bir istisnayı ifade eder.[89] Bu bakımdan kişiler kendi özgür iradeleri ile borçlanabilirler. Hiç kimse, varoluşu nedeniyle topluma karşı borçlu değildir. Topluma karşı sözleşmelerden doğan sorumlulukları vardır ki bu bir borç değildir. Bir birey olarak içinde var olmayı kabul ettiği sosyal çevreye karşı sorumluluklarının olması, onu borçlu yapmaz. Tam aksine, varoluşu nedeniyle toplumdan alacaklı olarak dünyaya gelir. Çünkü birey, topluma ihtiyacı olduğu için değil, toplumun ona ihtiyacı olduğu için var olmuştur.  

Ne var ki, özgürlükler sınırsız değildir. Örneğin sözleşme özgürlüğü vardır ve sözleşmenin tarafları dilediklerinde sözleşmeyi sona erdirme hakkına sahiptirler. Ancak sözleşmenin sona ermesi başkalarına zarar veriyor ise, burada özgürlük yoktur. Zarar bertaraf edilinceye kadar sözleşme sona erdirilemez. Yani özgürlükler, başkalarının hak ve özgürlükleri ile çatışmayacak noktaya kadardır. İktisadi özgürlükler de dâhil olmak üzere, kişisel özgürlükler sebebiyle başkalarının özgürlükleri feda edilemez. Ancak, dengeli ve sınırlı oluşu, bireyin daha fazla özgürlük uğruna sahip olduğu özgürlüklerden vazgeçmesini gerektirmez; ancak onu erteleyebilir. İktisadi başarı, mülkiyet hakkının tanınması ve bireysel özgürlüklerin geliştirilmesi ile doğru orantılıdır. Bu doğal bir süreçtir.

Çözüme Yönelim :

İnsan, olaylar ve ilişkiler temelindeki yaşam pratiğini yenilenebilir bir düzleme taşımak, yeni fikirler, davranış veya belki biraz pozitif gelişimeye odaklama yerine, kendisini otomatik olarak alışkanlıklardan oluşturulmuş fundamentalist bir geleneğin içinde bulur. Bu durum muhafazakarlaşmış, eskimiş ve hatta artık insana acı veren toplumsal dinamikler veya alışkanlıklar sayesinde yeni nesiller “ataların izinde” bir çeşit sanal, subjektif “güven” ortamının varlığına inandırılırlar. İnsanın inanış ve davranış kalıpları birbirey olarak yaşadığı toplumun sahip olduğu kültürün artık totaliter hale gelmiş yaşam pratiklerini Kabul etmesi, onları taklit etmesi sonucunda gelişir. Gerçekten toplumda hazır bulunan şeyi sürdürmek, insan için daha kolaydır. Aslında güven kaygısı ve alışkanlıklar –ki bir bakıma sorumsuzluk ve tembellik- insanın kendi yaşamında bile işe yarar fonksiyonel ve hatta pragmatik pratiklerin gelişmesini önler.

Dinsel anlamda bu durum, bilinçli bir onayın/imanın gizemli bir şekilde insanın hafızasına kodlanmış alışkanlıklara dönüşmesi olarak algılanabilir. Çünkü duygular ve düşünceler aslında canlı/gerçek değildir ve “doğru ile yanlış” ancak Tanrı’nın insana öğrettiklerinden ibarettir. Yani davranışların kendisi kendiliğinden doğrudur. Daha pratik bir ifade ile, dinsel muhafazakarlık, tarihten/atalardan devralınmış olan dinsel/inanç pratiklerinin “kutsal” Kabul edilmesi sonucu ancak bu kutsalların sürdürülmesi halinde pragmatik yaşam pratiklerinin gelişebileceği temeline dayanır. Ahlak ve ibadet, kutsal buyrukların Tanrı’dan geleneğe kayması ile ortaya çıkmış trajik bir yanılsamasıdır. Aslında ahlak ve ibadet, gerçekte “tevekkül” yoluyla, çok daha zor olan üretme, yaşam koşullarını iyileştirme sorumluluğundan kaçış anlamına gelir. Bu bir çeşit Tanrı’yı kandırma girişiminden başka bir şey değildir.

Teolojik muhafazakarlık, pozitif gelişme çabalarını engelleme eğilimindedir. Yeni bir öneri karşısında “geçmişten gelen mevcut düzenin veya koşulların yeterli olduğu” ve tabii ancak Tanrı isterse yeni şeylerin var olabileceği iddiasındadır. Aslında bu bir paradoxtur. Çünkü; “Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler?”[90] sorusu, dinsel muhafazakarlığın ahlaki zaafiyetini gün yüzüne çıkarır. Bu açıdan ahlak, doğrunun ne olduğunu bulma noktasında bireysel ve hatta toplumsal sorumluluktan kaçıp tarihe, atalara veya egemen kültüre sığınma veya sorumluluktan kaçma çabasından başka bir anlam taşımaz. Gerçekte referans metin, insanın içine düşmesi muhtemel bu ahlaki zaafiyete karşı bireyi ve toplumu uyarmaktadır.[91] Ne yazık ki bugün modern dindarlar da geçmişin kaderini paylaşmaktadırlar.

Geleneksel İslâm düşüncesinin insan merkezi bir konuma sahip olduğu iddia edilir. Çünkü, yeryüzündeki varlık kategorisinde bütün üstün nitelikler insana verilmiştir. Buna karşılık sorumlu tutulmuştur. İnsanın yaşam süreci kendini tanıma ve öze dönüş sürecidir. Gerçek anlamda mahluk olmayı aşamayan insan için yaratılmış olmanın hikmeti, kendini tanımak kul olduğunu bilmek ve yaratıcıyı tanımaktır, insanın sahip olduğu yetiler çerçevesinde insan olma gerçeğinin bir sonucu olarak yaratıcıyı tanımak zorundadır.

Bu zorunluluk, insana verilmiş akıl ve onun fonksiyonu olan düşünce sebebiyledir. Akıl, tarafsız bir şekilde işlevini tamamladığı zaman zorunlu olarak Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Bu, insanda temel bir ihtiyaç, insan olma hakikatinin en evrensel birimidir. S. Hüseyin Nasr’ın dediği gibi “İnsan teomorfik bir varlıktır, doğasında varolan derin isteklerden kaçamaz.”[92] Allah tarafından yaratılmış olan insan, Allah’ın kendine verdiği yetiler çerçevesinde oluşmuş fıtratla tekrar ona dönücü onu tanıma ihtiyacı hisseden bir doğaya sahip kılınmıştır. Yaratılmış insan, yaratıcı tarafından kendisine verilmiş aklın ürünü düşüncesiyle oluşmuş, karmaşık bir süreç olan hayatın sonunda ona döner.

Ne var ki, sorumluluğunu yerine getirmemiş olan insan, kendinden beklenileni vermemiş, bir bakıma nankörlük etmiştir. Bu düzlemde insan, varlıklar âleminin en aşağı konumuna kendi eliyle düşer. (Esfeli sâfilîn) Yaşamın geçiciliğini, insanın ölümle sınırlı oluşunu kabul eden insan, zamanla sınırlı olmayan, ölümsüz ve her şeye gücü yeten Allah’ın önünde kendini tanır, gerçek kimliğine kavuşur.Öte yandan çoğulcu demokrasilerde: Her insanın mülk edinme, bir dini kabullenme, fikrini açıkça ifade etme hakları vardır. İnsanlar bu haklarla doğarlar. Bu haklarla doğan insanlar, insan haklarını elde etmek için gereken hürriyete sahip olmalıdır. Devlet yurttaşların temel haklarını korumak ve gözetlemekle yükümlüdür.

Marksist ideolojinin temelinde ise: Sosyal olayların açıklanmasında ekonomi tek unsurdur, ekonomi alt yapıdır, diğer bütün kurumlar üst yapıyı teşkil ederler. Üst yapı alt yapıya tabidir. Toplumların tarihi ezenle ezilenlerin tarihidir, yani sınıf mücadelesidir. Ezenler üretim araçlarını elinde tutanlardır. Üretim araçları kollektifleştirilince sınıf egemenliği ortadan kalkar ve insan hür olur. Hürriyetçi demokrasilerde ileri sürülen haklar bu tabiî gelişmeyi engellemek için ezenlerin uydurmalarıdır.

Aslında her iki anlayış da birbirine aittir. Birisinde din ve mülkiyet insanın doğal hakkı, diğerinde ise bir sömürü aracıdır. Toplumsal akıl yürütmelerin ideolojik düzlemde kavramlara anlam yükleyeceği gerçeği, çözümlerin de farklılaşmasına neden olur. Yani birisi için özgürlük olan diğeri için esaret anlamına gelebilir. Pratikte her iki durum da, evrensellikten uzak, tamamen ideolojik ve ne yazık ki tarihsel muhafazakarlığın bir sonucu olarak, insana ait reflex olarak ortaya çıkmaktadır. Yani insanın temel haklarını tarif eden varoluşun kendisi değil, varolanı sürdürme çabası içinde olan insanın tercihi iledir.

Oysa devletin ve hukukun asıl amacı, insanın sahip olduğu hakları korumaktan başka bir şey değildir. Pratikte doğal ve vazgeçilmez olan insan haklarının devredilemez olduğu gerçeği her toplum tarafından kabul edilmiş görünmektedir. Ne var ki geçmişte ve hatta günümüzde, sözkonusu insan haklarını koruma altına alacak olan yasaların açık bir şekilde beyan edilmesine ihtiyaç duyulmamıştı. Ta ki 20. Yüzyılın, her türlü hakkını kaybeden ‘vatansız’ insanlar üretene kadar… Böylece insan haklarının dokunulmazlığının devletin, dolayısııyla toplumun elinde olduğu gerçeğini tüm dünya büyük bir acıyla görmüş oldu.

Gerçekten insanın ötelenmesi ve hatta değersiz hale getirilmesini öngören çığırından çıkmış tarihsel ve feodal/totaliter politik bir süreç vardı. “Tarihte eşi benzeri olmayan bu koşulları hazırlayan itici güç, ve daha önemlisi, bu koşulların hazırlanmasına verilen sessiz onay, yüz binlerce insanı hiç beklenmedik bir anda evsiz, yurtsuz, yasal haklardan yoksun hale getiren, milyonlarca insanı da işsiz bırakıp ekonomik olarak gereksiz kılan politik bir çözülme sürecinin ürünüydü. Bu ancak, sadece ifade edilmiş ama felsefi olarak temellendirilmemiş, sadece beyan edilmiş ama politik olarak güvence altına alınmamış İnsan Hakları’nın, geleneksel biçimiyle, artık tüm geçerliliğini yitirdiği için gerçekleşmişti.[93]

Pratikte gerek dinlerin ve gerekse modern ideolojilerin insana dair ileri sürdükleri fikirler veya ürettikleri tanımlar temelde bir pazarlama çabasından başka bir anlam taşımaz. Bir inancın, ideolojinin veya dünya görüşünün insanı yücelten söylemlerine rağmen, insanı korkuya da mahkum eden kaçınılmaz bir yanı da vardır. Çünkü birey “bilinç” ile donatılmış bir varlıktır ve bilinçli bir şekilde durumunu düzeltmeyi amaçlar. Durumunu düzeltmek isteyen her “ahlaki” kişi, bunu çevresindekilere zarar vererek değil, yarışarak yapar. Yarışmanın doğal ortamı ise pazardır. Yani muhafazakarlık, pazarın erdemine daha fazla inanır. Bu yüzden Pazar mekanizması çerçevesinde ve onun kurallarına uygun olarak durumlarını iyileştirmeyi ilke edinmişlerdir. Niçin Pazar? Çünkü müdahale edilemez ve sağlıklı bir biçimde güdülendirilebilirse, pazar mekanizması, bireylere, planlı ekonomiden daha fazla çözümler ve olanaklar sunar.[94]

Ama doğada işler farklı yürüyor. Doğadaki canlı varlığı, yeryüzünde yaşam başladığından beri var olmayı sürdürüyor. Üstelik onların bizim gibi kuralları veya tanımları da yok. Fakat yine de doğanın onlara sağladığı imkanlardan sonuna kadar özgüre yararlanabiliyorlar. Oysa insan doğadan yararlanmak istediğinde, en doğal hakkı olan “Yaşama Hakkı”nı kullanabilmek için toprak sahiplerinden veya devletten izin almak gerekir. Oysa insanlar, en az hayvanlar kadar doğanın parçasıdır. Üstelik doğada ve hatta evrende her gün her şey yeniden olur. Yani muhafazakarlaşmak için zaman yoktur. Ne var ki doğanın sahibi insan değildir, tam tersine doğa insanın sahibimizdir. İnsanın sahip olduğu şey ise, ondan yararlanmak için harcadığı “emek”ten başka bir şey değildir.

Aslına bakılırsa doğal mülkiyet anlayışı, yeni bir anlayış da değildir. Dinlerin veya ideolojilerin öngördüğü sınırlamaları bir kenara bıraktığmızda, çeşitli toplumlarda bugün bile uygulanan ve uzun bir tarihsel geçmişi bulunan bir anlayıştır. Bir Amerikan Yerlisinin şu sözleri bu bağlamda anlamlı olabilir:

“Demir at (lokomotif), öldürüp çürümeye bıraktığınız binlerce bufalodan nasıl daha kıymetli olabilir? Hayvanlar insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Hayvanların başına gelen, oğullarının da başına gelecektir. Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecektir. Toprak bizim anamızdır. İnsanlar toprağa tükürürlerse kendi yüzlerine tükürmüş olurlar. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece... Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size? Son bufalo da öldüğünde onları yeniden geriye satın alabilir misiniz? … Bir insan annesine sahip olabilir mi?... Size bu toprakları sattığımız zaman, siz de onları bizim sevdiğimiz gibi seviniz, onlarla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Onları bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız. Ve bütün kuvvetinizle, ruhunuzla ve kalbinizle onları çocuklarınız için koruyunuz. Ve Tanrı’nın hepimizi sevdiği gibi siz de onları seviniz.”[95]

Barış ancak toprak ile olan ilişkilerin niteliği ile mümkün hâle gelebilmektedir. Toprak üzerindeki mülkiyet tasarruflarının barışı bozacağı açıktır. Ama insanın sahip olduğu doğal hakları sınırlandırmak da aynı sonucu verir. Ne var ki kimse toprağın sahibi değildir. Bizim sahip olduğumuz şey sadece çalışarak elde ettiklerimiz ile sınırlıdır ve ancak bunlar üzerinde tasarruf hakkımız vardır. Bunlar da geçicidir, üretiriz, kullanırız ve atarız. Tıpkı bir otomobil gibi. Kimse otomobil eskidi artık kullanılamıyor diye otomobil üreticisinden yeni bir otomobil istemez. Yani edinimler ile ilgili mülkiyet kişiye ait olmakla birlikte, ekonomik ömrü kadardır. Sonrası yoktur. [96]

Doğal ilkeler planlı olarak yaşam pratiğine aktarılabilmesi için insanın davranışlarını düzenlemek veya sınırlamalar getirmek gerekmez. İnsanın doğa ile olan ilişkisinde toplumun sorumluluğunu ortaya koymak yeterli olacaktır. İşte doğal mülkiyet anlayışı ve sistem, burada da önemli hâle gelir; çünkü gerek kaynakların verimli işletilmesi ve gerekse planlamanın sağlıklı yapılabilmesi için profesyonel bir organizasyon gereklidir. Bu devlet değildir. Toplum ise bir kimse değildir. Yatırım ve planlamaların toplum adına profesyonelce yapılabileceği bir kuruma ihtiyaç vardır.

Özetle mülkiyet hakkı, bir iktisadi sistemin ve özgürlüklerin paradigmal olarak temel taşını oluşturur. Mülkiyet hakkının hangi çerçevede kabul edileceği, sınırlarının ne olacağı sistemin niteliğini de belirleyen şeydir. Eğer ilkesel olarak mülkiyetin varlığı kabul edilirse, bu durumda toprak ve toprağa ait olan olanakların bir mal olduğunu da kabul etmek gerekir ki bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Üretilemeyen bir şey mal olmaz.

Öyleyse mutlak mülkiyet yoktur. Topraktan yararlanmak suretiyle ondan fayda üretme hakkı herkese aittir. Özel mülkiyet ise ancak emek yoluyla kişinin elde etmiş olduğu şeyler üzerindedir. Emek, insanın hakkıdır, mal ise toprağın hakkıdır. İnsan ancak kendisine ait olan şeyler üzerinde hak sahibidir.

Toprak bir ödül değildir; varoluşsal doğal bir haktır. Bütün özgürlüklerin ve yaşamın kaynağıdır. Şu hâlde toprak daha çok hak eden için bir ödül değil; daha çok çalışanın daha çok yararlanabildiği bir kaynak olmalıdır. Kim daha çok toprağı hak eder? Üretim araçlarını elinde bulunduran mı yoksa toprağı işleyip onu verimli hâle getiren mi? Asıl mesele toprağın bir mal olarak değerlendirilmesinde yatan zekice kurgulanmış bir düzenin parçası olmakla ilgilidir. Fazlasıyla zekice kurgulanmış bir sistem. Bu, toprağa sahip olma yeteneğini elinde bulunduranların geniş toprak parçalarını mülkiyetlerine geçirip geriye kalanların ise oradan yararlanabilmek için bedel ödemek zorunda bırakıldıkları vahşi bir yapıdır. İnsan zaten sahibi olduğu bir şey için neden bir bedel ödemek zorunda kalsın?

Doğal olan, çözümün de doğasıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1]Kemaleddin Muhammed b. Abdülvahid b. Abdülhamid İbnü'l-Hümam, Şerh-ul Fethu'l-Kadir, Kitcbu'l-bey’u, s.1, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 2009

[2] Hafîf, Ali, el-Milkiyetu'l-Ferdiyye, Mecelletu'l-Ezher, Kâhire, 1964, c. 36, sayı, 2, s. 183

[3] Prof.Dr. Hayreddin Karaman, “Toprak Mülkiyeti ve Öşür”, “hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0145.htm”  (Erişim Tarihi: 11.9. 2014).

[4] İlhan F. AKIN, Kamu Hukuku, 5. Bası, Beta Yayını, İstanbul 1987, s.131-132. Bertrand RUSSELL, Batı Felsefesi Tarihi (İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ), 3.Baskı, Çev. Muammer Sencer, SAY Kitap Pazarlama, İstanbul,1983, s.597.

[5] Norman BARRY, Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm , Çev. Mustafa Erdoğan, LDT Yayınları, Ankara, 1997, s. 91.

[6] Tirmizi, Ahkam 38; Buharı, Hars 15; Muvatta, Ukdiye 26, Ahmet b. Hanbel 327, Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi, 11/403, 412.

[7] Maide: 17-18-120, Al-i İmran: 26, Nur: 42, Şura: 49, Casiye: 27, Fetih: 14, Hadid:  2, 5, Tevbe: 116, Zuhruf: 85, Furkan: 2, Maide: 40, Baqara: 107, Ahzab:  27.

[8] Baqara: 117, Enam : 101

[9] Baqara : 107, Al-i İmran : 189, Maide : 17, 18, 120, Tevbe : 116, Nur : 42, Sad : 10, vd..

[10] Hud: 3, 6, Kasas: 82, Akebut: 60, Furkan: 140, Nahl : 112, Ankebut: 62, Rum: 37, Zümer: 52, Casiye: 12, Mülk: 15, Zariyat: 22, Âraf: 32.

[11] Rad: 17.

[12] Baqara: 36, Âraf: 24, Al-i İmran: 4, 185, Yunus: 10, Rad: 26, Nahl: 117, Enbiya: 111, Mümin: 39, Şura: 36.

[13] Necm: 39.

[14] Baqara: 36, Âraf: 24, Nahl: 80, Kasas: 60, 61, Zuhruf: 35, Hadid: 20.

[15] Hadid: 20.

[16] Al-i İmran: 130, Hadid: 10.

[17]Burada miras ve mirasçılık, geleneksel algıya atfen kullanılmıştır. Yani gelenekte vârisler, ölen birisinin terekesini kendi mülkiyetlerine geçirirler. Fakat İslam iktisadında esas olan, mülkiyet devri değil; yalnızca kullanım hakkı devridir.

[18] Enfal: 29, Tevbe: 22, 72.

[19] Baqara: 134, 141, 267, 286,  Rad: 33, Şura: 30.

[20] Baqara: 30, Sad: 26.

[21] Baqara: 26, 29, 36, Al-i İmran: 26, Rad:  4.

[22] Casiye: 13.

[23] Maide : 17, 18, 40, 120, Al-i İmran: 26, Nur: 42, Şura: 49, Casiye: 27, Fetih: 14, Hadid: 2-5, Tevbe: 116, Zuhruf: 85, Furkan: 2, Baqara: 107, Ahzab: 27.

[24] Haşr: 6, 7, 8, 9, Hicr: 22.

[25] Âraf: 137, Enam: 164.

[26] Ahzab: 27.

[27] Baqara: 107, Al-i İmran: 26, 189, Maide: 17, 18, 40, Nur: 42, Tevbe: 116.

[28] Baqara: 36, Al-i İmran: 14, 185, Âraf: 7, Tevbe: 79, Rad: 17, 26, Nahl: 14, 80, Hac: 65, Lokman: 20, Zuhruf: 13, Casiye: 12, 13 Haşr: 6, 7, 8, Ahzab: 27.

[29] Meta’: Kendisinden yararlanılan şey.

[30] Baqara: 102, 247, 248.

[31] Baqara: 205, Necm: 39, Naziat: 35, Tur: 21.

[32] Tur: 21, Necm: 39.

[33] Hicr: 19, 20, 22, Casiye: 13, Ahzab: 27, Yasin: 35, Müminun: 19, 20, Baqara: 29.

[34] Hicr: 22, Nahl: 6, 7, 8, 66, Secde: 27, Hud: 6, Âraf: 10, Enam: 99.

[35] Baqara: 29, Enbiya: 103, Âraf: 27.

[36] Baqara: 26, 29, 36, Al-i İmran: 26, Rad: 4.

[37] Baqara: 29, 107, Haşr: 7, 8.

[38] Haşr: 7, İbrahim: 32.

[39] Haşr: 6, Hicr: 22, Nahl: 5.

[40] Baqara: 22, 36, Haşr: 6, 7, 8.

[41] Sistemden kasıt, “Zekât Kurumu”dur. Zekât kurumu, iktisadi yönetim sistemini ifade eder.

[42] Baqara: 36,107, Al-i İmran: 180, Haşr: 6, Hadid: 4, 5.

[43] Baqara: 22, 29, Hadid: 7, Haşr: 7.

[44] Baqara: 22, 168, 267, Al-i İmran: 180, Hadid: 4, 11.

[45] Enfal: 29, Tevbe: 22, 72.

[46] Lokman: 20, Hicr: 19, 20, 22, Nahl: 5, 6, 7, 8, 66, 67, 69, Nahl: 80, 81,

 İbrahim: 32, 33, Rad: 4, 17, Hud: 3 vd.

[47] Mü’minun: 72, Kehf: 94, Talak: 2.

[48] Kaf: 11, 42.

[49] El-huruc (الخروج)Arapça “harc” (خرج) kökünden gelen ve sözlük anlamı “topraktan çıkan şey” ler üzerindeki vergiyi ifade eden kelimedir. Toprak ve doğal kaynakların işletilmesi sebebiyle “yaşam hakkı” olarak ödenmesi gereken vergiyi ifade eder. Buna göre maldan ödenen vergi ile yaşam hakkı kaynaklarından ödenmesi gereken pay da ayrılmış olur. Böylece “yaşam hakkı” dediğimiz kavram tanımlanmış olmaktadır.

[50] Zariyat: 19.

[51] Haşr: 7, 8.

[52] Secde: 27.

[53] Haşr: 8, 9.

[54] Haşr: 7, 8.

[55] Secde: 27.

[56] Haşr: 9.

[57] Haşr: 6, 7.

[58] Tartışılması gereken önemli bir nokta, “edinilen konutların teminata konu edilip edilmeyeceği” meselesidir. Kredi uygulamalarında “taşınmaz teminat” taleplerinin bu yolla karşılanması mümkün olabilir mi? Edinilen konutların emek sonucu üretilmiş olmaları sebebiyle satışı da mümkün ve serbest olacağı için (toprak hariç) dileyen bunu kredi için teminat olarak da gösterebilir. Ne var ki, “ekonomik ömür” ile sınırlandırılmış olan bir şeyin değeri de sabit olmayacak, zamana bağlı olarak azalan bir seyir izleyecektir. Ancak, sistem içerisinde “tüketim ve pazarın” fonlanması söz konusu olmadığından, bu tür olası taleplerin de muhatabı olmayacaktır. Özel bankaların kendi uygulamaları açısından bu teminatı kabul edip etmemeleri bir tercih meselesidir ve müdahale edilmesine gerek yoktur.

[59] Rad: 4, 8, İbrahim: 37, Yusuf: 47, 48, 49, Âraf: 58.

[60] Haşr: 6.

[61] Baqara: 164,  İbrahim: 32, 33, Nahl: 12, 14, Hac: 65, Zuhruf: 13, 32, Casiye: 12, 13.

[62] Necmettin Kızılkaya, “İslam İktisadı Çalışmalarında Yöntem Üzerine Bazı Mülahazalar”, İslam İktisadını Yeniden Düşünmek, (Ed.Taha Eğri, Oğuz Karasu, Necmettin Kızılkaya), İstanbul, 2014, s. 15.

[63] Ahmet İnsel, “ÖZGÜRLÜK ETİĞİ KARŞISINDA İKTİSAT KURAMI, Amartya Sen'in Etik İktisat Önerisi”; Dördüncü ODTÜ İktisat Kongresi; 13-16 Eylul 2000, Ankara

[64] Amartya Sen, Inequality Reexamined 1992, Development as freedom (1st ed.). 1999 New York: Oxford University Press

[65] Rum : 30, Sad: 26.

[66] Hucurat: 13, Kehf: 29

[67] Nisa: 58, Sad: 26.

[68] Mr. John Locke, Ownership Rights (Freehold), dd: Oct.28, 1704-Essex, England.

[69] Adam Smith, “The Wealth of Nations”, 1776; “The Theory of Moral Semtiments” 1759.

[70] Maide: 32, Enam: 164.

[71] Baqara: 188, Nisa: 29, Enbiya: 103, Âraf: 27, Haşr: 6, 7, 8.

[72] Âraf: 10, 24, Nahl: 80, Baqara: 125-126, Haşr: 9.

[73] İnsan: 3, Hucurat: 10, 13.

[74] Baqara: 31-32, Alak: 1, 5, Zümer : 9, Âraf: 199, Tahrim: 6, Mücadele: 11, Taha: 114.

[75] Şuara:  80, Nahl: 69, İsra: 82.

[76] Tevbe: 6, Hicr: 46, Fetih: 4, Nisa: 148.

[77] Baqara: 36,  Âraf: 24, Enbiya: 111.

[78] Hucurat: 11, 12, Nur: 37.

[79] Al-i İmran: 159, Şura: 38.

[80] Fetih: 17

[81] Kafirun: 6, Baqara: 213, 256, Kehf: 18, 29.

[82] Baqara: 256

[83] Necm: 39, Enam: 164.

[84] Baqara: 3, 195, 215, 219, 254, ve diğerleri.

[85] Furkan: 47, Kassas: 24, Sebe: 13, Al-i İmran: 195.

[86] Baqara: 40, 47, 122, 150, 211, 231, 271 ve diğerleri.

[87] عقل kavramı, bilgi, gelişme ve üretim ile ilişkilendirilmektedir. Buna göre girişimcilik, ancak proje geliştirmekle ilgilidir. Yatırım ise topluluğun sorumluluğudur. Çünkü “infak”, kamuya karşı yapılması gerekli olan bir eylemdir. Yani bireysel yatırım amacı yoktur.

[88] Baqara: 22, Fussilet: 10.

[89] Baqara: 178.

[90] Maide : 104, Araf: 28, Yunus : 78, Şuara : 74, Zuhruf : 22, 23

[91] Hadid : 16

[92] Nasr, İslam İdealler ve Gerçekler, Tercüme, Ahmet Özel, (İstanbul: İz Yayıncılık, 1996), s.19

[93] Hannah Arendt, Origins of Totalitarianism; Schoken Books, NY, 2004; sf. 576-577; çeviri bana ait. (Türkçesi: Totalitarizmin Kaynakları; İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, 4. Basım; çeviren: Bahadır Sina Şener)

[94] Doğu Ergil, Muhafazakar Düşüncenin Temelleri, A.Ü. SBF Dergisi, Yıl: 1986, Cilt, 41 Sayı, 1, s.287

[95] The letter of to the American President Franklin Pierce written by Native Americans chief seattle : 1853 – 1857. (Kızılderili şefi Seattle’nin ABD Başkanı Franklin’e yazdığı mektuptan, 1853-1857)

[96] Geçiş sürecinin yönetimi, konut edinimi ve tahsislere yönelik öneriler varsayım düzeyindedir. Bunlar ilkelere bağlı olmak koşuluyla şartlara göre düzenlenebilirler. Burada bir kural olarak değil, bir öneri olarak ortaya konulmuştur.

 


ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
1-ISLAM IKTISAT TEORISI VE TOPLUMSAL MEKANIZMALAR
3045 Okunma
2-BAŞLARKEN
1383 Okunma
3-METOT
1218 Okunma
4-BOLUM I - IKTISADI SISTEMLER VE ŞERIAT
1435 Okunma
5-FAIZSIZ BANKACILIK - ŞERIAT KAPITALIZMI
1149 Okunma
6-BOLUM - II / TARIHSEL YANILGILAR
1081 Okunma
7-RIBA - BIR OZGURLUK DOLANDIRICILIĞI VE FAIZ ILIŞKISI
1222 Okunma
8-TOPRAK ve MÜLKIYET - OZGUR TOPLUM IDEALI
1161 Okunma
9-SADAKA - VERGI SISTEMI / KAMU MALİYESİ
1210 Okunma
10-BÖLÜM III - ISLAM İKTİSAT TEORISI / Kurumsal Çerçeve
2495 Okunma
11-ZEKAT - IKTISADI YONETIM SISTEMI
1114 Okunma
12-İNFAK - TASARRUF MEVDUATI
1186 Okunma
13-KARZ-I HASEN / YATIRIM FONF VE KAMU SERMAYESI
1112 Okunma
14-BOLUM-IV / IKTISADI PARAMETRELER VE UYGULAMA PERSPEKTIF
1031 Okunma
15-İKTİSADİ FAKTÖRLER
1714 Okunma
16-IKTISADI YONETIM SİSTEMİ - BANKA VE KURUMSAL YAPI
1105 Okunma
17-KAYNAK VE YATIRIM YÖNETİMİ
1035 Okunma
18-TOPRAK VE DOĞAL KAYNAKLAR - YONETIM ve SORUMLULUK
1010 Okunma
19-URETM ve ISLETME
1257 Okunma
20-FİYAT ANALIZI - ÜCRET , FİYAT, PARA
1239 Okunma
21-TUKETIM
1114 Okunma
22-SERBEST TICARET VE PIYASALAR
1224 Okunma
23-YAPISAL ANALIZ - MAKRO ve MIKRO UNITELER UZERINDEKI ETK
1058 Okunma
24-IKTISADI BUYUME VE TOPLUMSAL ETKILER
1233 Okunma
25-IKTISADI DENGELER ve REFAH TOPLUMU
1087 Okunma
26-IKTISADI EVRIM - DOGAL EKONOMIYE GECIS
1134 Okunma
27-UYGULAMA PARAMETRELERI
1111 Okunma
28-IKTISAT ve HUKUK
1186 Okunma
29-DONUSUM VE YENI DUNYA DUZENI
1115 Okunma
30-KAYNAKCA
1229 Okunma

© 2024 - Akevler