ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
Sam Adian
1134 Okunma
IKTISADI EVRIM - DOGAL EKONOMIYE GECIS

Bölüm – V

 

İktisadi Evrim

Doğal Ekonomiye Geçiş

 

 

 

 

 

 

Doğa Yasaları ve İktisat:

“Doğal olan nedir?” sorusunun cevabı için pek çok tarif yapılabilir. Ancak biz, şöyle açıklayalım: Henüz kâinat yokken, boşlukta minik bir nokta iken meydana gelen patlama, zamanın ve fizik yasalarının da ortaya çıkmasına neden oldu. Enerjiyi üretti ve genişlemeye başladı. Yani sürekli artan bir ivme ile çoğalan, artan bir seyir izlemeye başladı. Zaman içinde fizik yasaları görevlerini yapmaya başladı; gezegenler, yıldızlar galaksiler oluştu; enerji birikimi oldu ve bu enerjiden etkilenen maddeden organizma doğdu. Organizma gelişmeye başladı, evirildi, kâinatta akıllı varlıklar ortaya çıktı. Bu oluşumlar, belli bir aşamaya geldi ve yerleşik bir düzen hâlini aldı. Bu düzenin yönetilmesi gereği ortaya çıktı, bilgi gelişti ve müdahaleler başladı. Ancak bir şey, hiç değişmedi: Madde ve enerji arasındaki doğal denge. Yapısal değişimler olmasına rağmen, enerji asla kaybolmadı ve çoğalmaya devam etti. Bununla beraber insan ve diğer varlıklar ortaya çıktı/üretildi, bazıları kontrolden çıktı ve kendi yapılarını kurmaya başladı. Bazıları doğal olan düzeni geliştirmeyi tercih etti. Böylece ikinci dokunulmaz olan şey de, kendiliğinden ortaya çıktı: Fizik yasaları. Yani doğa kanunları.

Evrim teorisi, doğal seçilim mekanizmasını evrimin temel yaratıcı gücü olarak tanımlar. Canlılığın devamı ve çeşitliliği, doğal seçilimle sağlanır ve bunun üç temel bileşeni vardır:  Genetik karakterlerin devamını sağlayan “kalıtım”, farklı karakterlerin popülâsyondaki zenginliğini sağlayan “çeşitlilik” ve bu çeşitli karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan “seçilim”. Buna göre doğal seçilim, üç aşamadan oluşmaktadır:

·    Organizmalar değişir ve değişiklikleri kısmen kalıtımla yavrularına aktarırlar.

·    Organizmalar, hayatta kalabilecek olandan daha fazla yavru yaparlar.

·    Ortalama olarak, çevre koşullarına en uygun yönde değişiklik gösteren yavrular, hayatta kalır ve ürerler.

İktisatta evrim düşüncesi, biyolojik evrim düşüncesine paralel olarak gelişmiştir. Örneğin Marshall, “İktisatçıların Mekke’si ekonomik dinamikten çok ekonomik biyolojidir” demesine rağmen, evrimci bir iktisat teorisi geliştirmemiş, tam tersi Newton’cu mekanikten esinlenen ve denge metaforu etrafında şekillenen bir iktisat teorisi kurmuştur. 20. yüzyıl iktisadını ve biyolojisini biçimlendirecek olan rekabet yoluyla ilerleme ve tedrici gelişme fikri, çağdaş iktisatçılar arasında sıklıkla görülebilmektedir. Buna göre ekonomi, sosyal bir organizmadır ve ancak güçlü olan yaşamaya devam edebilecektir.

Piyasa rekabetinin yarattığı evrimci süreç, işletmelerin kârlarının maksimizasyonu üzerinde etkili olmaktadır. Piyasa rekabeti sonucu kâr maksimizasyonu yapabilen etkin firmalar, yaşamaya devam etmekte ve diğerleri yok olup girmektedir. Evrimci süreç, işletmelerin etkinleştirme amacını gerçekleştirmektedir. Özetle, rekabet yoluyla ilerleme fikri ve güçlünün yaşaması ilkesi, geleneksel iktisat teorisinin temelini oluşturmaktadır.

Biyoloji ile iktisadın entelektüel işbirliği, 19. yüzyıl sonrasında yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekten de iktisat, biyolojik organizma gibidir. İnsan ve toprak, bir araya geliyor ve emek harcanarak üretim gerçekleşiyorsa, ihtiyaçların sınırsızlığına bağlı olarak üretilecek olan mal ve hizmetler de çeşitlenerek büyümeye devam eder. Kimi mallar, zaman içinde üretimden kaldırılır ve yerine başka mallar üretilir. Yeni gelişmeler olur, teknoloji devreye girer, daha çok üretim gerçekleşir ve daha çok emek üretilmiş olur. Her aşama, bir sonrakini zorunlu hâle getirir. Bir öncekinin birikimi, bir sonrakinin ilerlemesini sağlar. Ne var ki ilerlemenin yolu, yıkmak değildir. Gelişme, var olan kaynakların geliştirilerek verimli kullanılması, yani bir önceki konumundan alıp bir sonraki konumuna taşımakla mümkün olabilir.

İnsan, doğada etkin bir varlıktır. Yani insan, doğanın imkânlarından yararlanarak gelişir. Emeğe yardımcı olmak için doğanın sağladığı enerji ile makineler üretime katılır ve insan daha az yorularak zaten var olan rızktan payını almaya devam eder. Bu, sürekli olarak çoğalarak artar; asla sabit değildir. Bütün bunlar olurken, birileri çıkıp farklı fikirler ortaya koyar; doğal olandan uzaklaşır ve alternatif düzenler kurarlar. Bu düzenler, belli bir süre çeşitli sebeplerle varlığını sürdürür ve nihayetinde yok olup giderler. Çünkü doğal değillerdir. Nasıl doğanın yasalarına dokunamıyorsak, iktisadın doğasına da dokunamayız.

Evrensel prensiplere göre iktisadın, doğal seyri içerisinde yürümesi, çoğalması ve yaşaması gerekir. Aksi hâlde iktisat, bizim için değil; biz iktisat için var olmaya başlarız. Bugün toprak üzerindeki haklar sahiplerine teslim edilmediği için insanlığın açlık ve işsizlik gibi önemli problemleri vardır. Bu iki neden, toplumların düzen ve refahını da olumsuz etkilemekte, güvensizliği doğurmakta, savaşlara neden olmaktadır. Karmaşanın asıl nedeni budur. Birileri daha iyi üretir, diğerleri onlara bakmakla yetinir. Aslında onlar da üretmek ister ama bunun için olanakları yoktur. Toprağa sahip olmadıkları gibi bilgileri de yoktur. İmkânlara meşru yoldan (yani üreterek) sahip olamadıklarında zorla sahip olmak isterler ve bunun sonucunda şiddet oluşur, savaşlar çıkar ve kan dökülür. Mevcut durum bundan ibarettir.

Teknoloji Kullanımı ve Tasarruf – Yatırım ilişkisi[1]:

Bütün bu karmaşaya rağmen insan doğasına uygun, sürdürülebilir bir sistem üretmenin nasıl mümkün olacağı düşünülmelidir. Bu nedenle infak kavramının basit bir tasarruf alışkanlığı olmadığını anlamak gerekir. Çünkü genel eğilim, küçük tasarrufların büyük işler başaramayacağı yönündedir ve bu durum, insan davranışını etkilemekte, onu umutsuzluğa sürüklemektedir. Oysa işin aslı, tam olarak böyle değildir.

 *Hızlı gelişen toplumlarda tasarruuf-yatırım ilişkisi (Solov Model)

Örneğin, hızlı gelişen toplumlarda teknoloji kullanımı yaygınlaşırken aynı zamanda tasarruf eğilimleri de artmaktadır. Eğer tasarruf eğilimleri azalma göstermiş olsaydı, yatırımlarda da artış söz konusu olmayacaktı. Oysa gelir arttıkça tasarruf eğilimi de artmakta ve yatırım potansiyeli yükselmektedir.

Bu, önemli bir noktadır; çünkü genel kanaat, tasarruf hızının artmasının yatırımları azaltacağına yöneliktir. Fakat iktisadın doğal seyri içerisinde insan davranışları da pozitif yöne doğru evirilmektedir. Yani özetle tasarruf çoğaldıkça yatırım artmakta; yatırımlar çoğaldıkça gelir artmakta; gelir arttıkça tasarruflar da artmakta ve yatırımlar da çoğalmaktadır. Böylece standart bir döngü içerisinde devam eden bir süreç ortaya çıkmaktadır.

Aynı şekilde, hızlı gelişen toplumlarda devlet yatırımları azalırken özel sektör yatırımları artmaktadır. Ancak burada da önemli bir nokta vardır; özel sektörün yatırım hızındaki artış ile devletin azalan yatırım potansiyeli arasında doğrusal bir ilişki yoktur. Yani iktisadi gelişmeler çoğaldıkça devletin yatırım hızı azalırken buna karşılık özel sektör yatırımları, iki kat artış göstermektedir. Her açıdan verimli bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Sorun tasarrufların nasıl değerlendirileceği ile ilgilidir. Doğal olan, tasarrufların faydaya dönüştürülmesi ve bunu herkes için yararlı ve sürdürülebilir bir akışkanlık kazandıracak hâle getirilmesidir.

Emeğin Korunumu ve Süreklilik:

Toprak ve insan var olduğuna göre, bunların bir enerjisi olması gerekir. Bu enerjiyi harekete geçirecek olan şey de, insandır. Yani emektir. Eğer bir enerji, harcanıyorsa bu yok olmadan varlığını sürdüreceği anlamına gelir. Enerjinin korunumu kanunu gibi emeğin korunumu yasası da vardır. Çünkü emek, masa olur, sandalye olur, bilim olur, kitap olur, her şey emekten olur. Kutsal kitapların tanımladığı “miras”, toprak ve doğal kaynaklardan ayrıdır. İnsanın mirası, “emek harcanarak kazanılmış olan şeyler üzerindedir”. Yani bu devredilebilir bir şeydir. Karşılığında üretilmiş olan mal ve hizmetler, artık var olmasalar bile, harcanan enerji/emek var olmayı sürdürür. Bunu ister emeğin sahibi kullanır; isterse devreder. Böylece emek yoluyla elde edilen birikim, kendisinden sonra da kullanılmaya devam eder. Bir toplumun refah birikimi, devredilen emek miktarına bağlıdır. Çünkü bir toplum, hiçbir zaman yeterli miktarda emek üretemez; desteklemek için birikim gerekir. Yani değerlerin devredilmesi söz konusudur.

Eğer emeğin korunumu yasası varsa, harcanan emek ile elde edilmiş olan değer de kalıcı olacaktır ve biriktirilebilecektir. Henüz kullanılmayan değer, ileride oluşacak ihtiyaçlar için vardır ve üretime kanalize edilmelidir. Yani emek, emeği üretecektir. Yani değerin çoğalmasına katkı sağlayacak, sonra gelenlerin sermayesini oluşturacaktır. Çünkü sonra gelenler, sıfırdan başlamak zorunda kalmadan bir öncekilerin bıraktığı yerden devam edebildikleri ölçüde ilerleyebilecekler, gelişebileceklerdir. Miras, bu nedenle vardır. İnsanoğlu, toprağın ve doğal kaynakların mirasçısıdır; ama bu kaynaklar, gerçekte insana ait değildir. İnsan, güneşten yararlanır ama ona dokunamaz; topraktan yararlanır ama onu alıp bankaya koyamaz. İnsan, bunlardan sadece yararlanır. Hayatı sona erdiğinde de onun yerine başkaları gelir ve aynı şeylerden yararlanmaya devam ederler.

Emek ile topraktan ve doğal kaynaklardan mallar üretilebilir; ama toprağın kendisi üretilemez. Güneş, zaten vardır ve insanoğlu ondan sadece yararlanır; belki teknolojisi geliştikçe bu faydayı artırabilir; benzer kaynaklar keşfedebilir; ancak yeni bir güneş yapmaya imkânı yoktur. Dolayısıyla bunun mirası da yoktur. Çünkü insan, emek ile kazandığını, emek ile harcar. Sabit olan, değişmeyen ve yok olmayan sadece emektir.

Kurum Olarak Devlet ve İktisat:

İslam iktisat teorisi, yapısal olarak “devlet” ve “ekonomi” alanlarını kesin olarak birbirinden ayırmaktadır. Buna göre devlet, vergisini alacaktır (sadaka), iktisadi yönetim sistemi ise (zekât) bütün iktisadi faaliyetlerin yürütülmesini sağlayacaktır. Buna göre devlet ve iktisadi sistemin görevleri de birbirinden ayrılmış ve farklılaşmış olacaktır. Şöyle ki:

Devlete Ait Görevler: Devlet, iktisadi alandan çekilmekle yatırım sorumluluğunu da üzerinden atmış olur. Buna göre iktisadın devlete olan katkısı, sadece vergi ödemekle sınırlıdır. Bu nedenle devletin gelirleri özetle iki ana başlık altında değerlendirilmelidir:

Vergi Gelirleri – Üretimden Alınan Vergiler:

Verginin nereden alınacağı ve nerelerde kullanılacağı açıkça belirlenmiştir. Buna göre vergiler, sadece üretimden alınır ve harcama yerleri ise şunlardır:

a.     Sosyal hizmetler alanında (eğitim, sağlık, bakım, destek).

b.     Devlet hizmetlerinin yerine getirilmesi amacıyla (personel giderleri).

c.      Altyapı harcamalarında (yollar, kentsel ve kırsal altyapı hizmetleri, vb.).

d.     Güvenlik (ulusal ve toplumsal güvenlik).

e.     Yasama ve denetim (yasal düzenlemelerin yapılması, kuralların işleyişinin denetimi) alanlarındaki harcamalar.

Harcama kalemlerinin vergi (sadaka) başlığı altında belirlenmiş olması sebebiyle her türlü sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri, eğitim/öğretim faaliyetlerinin tümü, her türlü bilimsel araştırma faaliyetleri, teknoloji ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinin tamamı,  kültürel (sanat) ve bilginin gelişmesine katkı sağlayacak tüm faaliyetler, vergi gelirlerinden karşılanması gereken harcamalar olacaktır. Ama buna karşılık devletin yatırım sorumluluğu olmayacaktır.

Toprak ve Doğal Kaynak Gelirleri - Yaşam Hakkı İçin Tahsis Edilmiş Olan Gelirler:

Toprak tahsisi ve doğal kaynakların işletilmesinden doğacak gelirler ise sadece yaşam hakkı için harcanmalıdır. Doğal kaynakların işletmesi, yine zekât kurumu tarafından kurulacak olan işletmeler yoluyla gerçekleştirilir; ancak bu kaynaklar, girdi değeri üzerinden devlete ilave kira ödemek suretiyle işletilir. Burada hem toprağın işletilmesinden kaynaklanan kira, hem de doğadan elde edilen ürün sebebiyle ilave bir bedel, “yaşam hakkı” olarak ayrılmalıdır. Yaşam hakkı harcamaları, yine zekât kurumu tarafından yerine getirilebilir; ancak devletin sorumluluğunda yürütülmelidir. Yani banka olarak gelirleri zekât kurumu muhafaza edecektir; ancak harcama kararları, devletin ilgili kurumları tarafından alınacaktır. Buna göre:

a.    Toprak planlaması (yaşam hakkı olarak, doğal kaynak veya işletme amacıyla toprakların tahsisi için gerekli olan planlama, konut ve üretim alanlarının belirlenmesi ve tahsisi).

b.    Yaşam hakkı gelirlerinin hak sahiplerine ödenmesi (yeni doğan bireylerin toprak hakları, doğal kaynak ve toprak gelirlerinden doğan alacakları vb.).

Böylece toplumdaki her birey, doğal kaynaklardan doğan hakları sebebiyle güvence altına alınmış olurlar. Var olmaları sebebiyle üzeride yaşayacakları toprak ve ihtiyaçları olan asgari beslenme koşulları, yerine getirilmiş olacaktır. Hiç kimse, aç ve açıkta kalma korkusu veya endişesi duymayacak; herkes, topluma katkı sağlayabilecektir.

Elbette devlet, kişi haklarının gözetilmesi ve özgürlüklerin karşılanabilmesi için paylaşımcı, hesap verebilir ve şeffaf bir yönetim sistemine sahip olmalıdır. Devletin siyasal yapısı, iktisadın konusu değildir. Bu nedenle örgütlenmenin şekli ve prensipleri hakkında öngörüde bulunmak yanlış olur. Ancak bu husus ayrıca tartışılmalıdır.

İktisadi Yönetim Sisteminin Görevleri: Devletin hizmet ve gelir alanları belli olduktan sonra iktisadi faaliyetlerin hangi çerçevede yürütüleceği de anlaşılmış olur. Buna göre iktisadi yönetim sisteminin iki ana sorumluluk alanı vardır:

Halka Karşı (Doğrudan) Sorumluluk:

İktisadi yönetim sistemi, devletin yönetimine karışmadan, tamamen ekonomik olaylar ve süreçlere odaklanacak ve kalkınmayı sağlayacaktır. Çünkü iktisat yönetimi, halkın tasarruflarını yatırıma kanalize etmek ve bu kaynakları yönetme sorumluluğunu sütlenmiştir. Dolayısıyla tümüyle halka karşı sorumludur. Tam istihdamın sağlanabilmesi için yaygın yatırımların gerçekleştirilmesi, üretim alanlarının devreye alınması ve gelirlerin tasarruf sahiplerine eşit oranda bölüştürülmesi iktisadi yönetim sisteminin temel görevlerindendir. Buna göre:

a.    Emek (bedeni veya zihinsel) yoluyla gerçekleştirilen her türlü üretim faaliyetleri

b.    Üretim için gerekli olan kaynakların planlanması ve yönetilmesi

c.     Üretim alanlarının planlanması ve bu alanlara yatırımların gerçekleştirilmesi

d.    Girdi kaynakları ve çıktılar arasındaki bilgi akışının sağlanması (kaynak yönetimi ve üretim planlaması, ihtiyaca göre girdi kaynaklarının yönetilmesi)

e.     İşletmelerin faaliyet gelirlerinin tasarruf sahipleri arasında, tasarruf iştirak payları oranında ve dengeli şekilde bölüştürülmesinin sağlanması gibi, üretim ve üretimi ilgilendiren her alanda faaliyet gösterecek, yönetim sistemini oluşturacaktır.

Devlete Karşı (Dolaylı) Sorumluluk:

Üretim faaliyetlerinin gerçekleşebilmesi için topluma ait kaynakların veya toprağın kullanılması gerekir. Bu nedenle de devlete karşı sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk, dolaylı olarak topluma olan sorumluluktur. Bunun için iktisat kurumu:

a.     Bütün üretimlerden hizmet payı olarak devlete vergi ödeyecektir.

b.     Yaşam hakkı payı olarak toprak kirasını ödeyecektir.

c.      Yaşam hakkı payı olarak doğal kaynakların işletilmesinden doğan payları ödeyecektir.

Ekonomik sistem, toplumun ilerlemesini ve gelişmesini sağlarken, devlet de kamu güvenliğini sağlayacak, sistemin sağlıklı işlemesine katkı verecektir. Her iki alanda sorumlulukların belirlenmiş olması, hizmetlerin aksamadan yürütülmesine olanak sağlayacaktır. Daha öz ve yalın bir ifade ile devlet, vergi alacak ve bu vergiler karşılığında sosyal hizmetleri, altyapı ve bilgiye bağlı hizmetleri yerine getirecek, doğal kaynaklar ve toprak payını yaşam hakkı olarak eşit biçimde toplumdaki her bireye dağıtacak ve bu süreçleri yönetecektir. Elbette güvenlik konusu da devletin asli görevleri arasında yer alacaktır.

Öte yanda iktisadi yönetim sistemi, toplumun gelişmesini ve refahı sağlamak amacıyla tüm ekonomik süreçleri ve buna bağlı kaynakları yönetecek, iştirakler yoluyla dengeli bölüşümün gerçekleşmesini sağlayacaktır. Toplum ise, bir yandan gelecek endişesi duymadan güven içinde yaşama olanağına kavuşacak; öte yandan bireysel birikimlerin dolaşıma kazandırılması sebebiyle toplumsal gelişmeye ve refaha katkı sağlamış olacaktır.  Yani toplumsal mekanizmalar ile iktisadi sistem, ayrı ayrı doğal mecrasında gelişecek ve ilerleyecektir.

Aslında burada “İktisat nedir?” sorusu oldukça kışkırtıcı bir hâl alır. Çünkü eğer iktisat sadece bir analiz bilimi ise, bütün bu parametrelerin iktisatla doğrudan ilgisi olmaması gerekir. Birileri, ekonomik olayları gerçekleştirir; ama iktisadın burada bir etkisi yoktur. Çünkü iktisat sadece analiz eder. Peki, ama bu, tek başına ne işe yarar?

İktisat-Bilim Paradoksu:

İktisat veya ekonomi hakkında bugüne kadar söylenmeyen şey kalmamış olmalı. Gerek felsefi açıdan gerekse teoriler açısından o kadar çok veri ve tanım var ki, iktisat bilimini gerçekten bilim yapan şeyin ne olduğunu kavramak oldukça zordur.

Basit bir soru sorabiliriz:  “İktisat ne yapar?” Böyle bir soruya verilecek cevap, en pratik şekliyle “tahminler yapar” şeklinde olabilir. Örneğin bir İktisatçıya “döviz kuru ne olacak” diye sorsak, muhtemelen cevap vermeden önce aylarca sürecek modellemeler, istatistikler üzerinde çalışacak ve nihayetinde ihtimaldir ki şöyle diyecek:

“Eğer dış talep daralmaz, siyasetçiler saçmalamaz, merkez bankası sürpriz bir hareket yapmaz, tüketiciler güvenini kaybetmez, kredi derecelendirme kuruluşları not düşürmez, kimsenin tercihi değişmez, piyasadakiler toptan delirmez ve diğer bütün her şey aynı kalırsa, bir ihtimal döviz kurları yükselebilir.”[2]

Üstelik bunu söylerken dosyalar dolusu kutsal grafikler, analizler, rakamlar göstereceklerdir. Ama iktisat kitaplarının kutsal olmadığını biliyoruz. Her ne kadar Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” ve Karl Marks’ın “Kapital”i kütüphaneleri kutsal kitaplar gibi süslüyor olsa da, hiç kimse bu kitaplarda yazanların güvenilir olduğuna kesin bir inançla bağlı değildir.

Kitaplara göre iktisat veya ekonomi, “üretim, dağıtım, tüketim, ticaret, değişim ve bölüşüm ile ilgili etkinliklerin bütünü ile bu etkinlikleri inceleyen bir bilim dalıdır.” Yani mevcut kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olması, iktisat biliminin ortaya çıkma nedenidir. İktisat bilimi, kaynakların kıt olması nedeniyle insanların yaptıkları tercihler ve bu tercihler nedeniyle aralarındaki ilişkiyi inceleyen bir bilimdir. Bir etkinlikler bütününü olarak iktisat ya da ekonominin yapısı, uygarlık tarihi ve içtimai yapılanmalar ile yakından ilişkilidir. Daha genel olarak iktisat, toplumların nasıl zenginleşeceği ve refah seviyelerinin artacağı sorusuna cevap arar. Bu süreçte izlenecek politikalar, işsizlik, enflasyon, üretim düzeyi gibi kavramlar iktisadın inceleme alanına girer.

Muhtemelen bu tanımdan kimse, net bir sonuç çıkaramamıştır. Çünkü bu tanımlamalar, bizi “İktisat, bir şeyleri inceliyor, davranışları analiz ediyor, tamam ama sonuçta ne yapıyor?” sorusunu sormak zorunda bırakıyor. Gerçek şu ki, hiçbir şey yapmıyor. İktisat, bilinen hâliyle, iktisadi olayları analiz eden bir bilimdir. Bu yolla uygulayıcılara veri sağladığı iddiasındadır. Ancak bu hâliyle astrologlardan pek de farklı değildir. Astrologlar bize çok para kazanacağımızı söylerler; ama istisnalar dışında kazanan yoktur. İktisadın söylediği de bundan farklı değildir. Üstelik astrologların mazeretleri de vardır; örneğin yükselen burcunu bilmemek, doğum saatini atlamak, hatta anne karnına düşme zamanını bilmemek gibi önemli ve ciddi mazeretlerdir bunlar. Oysa iktisadın böyle mazeretleri de yoktur.

Gerçekten de iktisatçılar, sadece varsayımlarda bulunurlar ve piyasada meydana gelen olayları analiz ederek bir model ortaya koymaya çalışırlar. Ama piyasada gerçekte ne olup biteceği hakkında en ufak bir fikirleri bile yoktur. Herkes tahminlerde bulunur; büyük ihtimalle bu tahminlerin bir kısmı doğrudur da, ama genel itibariyle büyük çoğunluğu yanlıştır. İktisat biliminin tanımı da herkese göre değişen bir şeydir.

Adam Smith’e göre: İktisat, yalnızca malların üretilmesi ile ilgilenmez. Bir zenginlik bilimi olarak iktisat, zenginliğin üretimi, değişimi ve dağılımı ile ilgili her şeyi kapsamaktadır.[3]

Bir iktisatçı olan Oskar R. Lange şöyle tarif etmektedir:“ İktisat insan toplumlarında kıt kaynakların yönetimi bilimidir. Ekonomi, sınırsız arzularla sınırlı kaynaklar arasındaki gerilim nedeniyle güçlükle düzenlenebilen bir dış dünyada insan davranışlarının aldığı biçimi inceler.”[4]

Robins’e Göre: “Amaçlarla alternatif kullanımlı kıt araçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını inceleyen bilimdir.”[5]

Samuelson’a Göre: “İktisat, insan ve toplumların kıt üretken kaynakları, zaman içinde çeşitli mal ve hizmet üretimine ayırma ve bunları anında ya da gelecekte tüketmek amacıyla toplumu oluşturan birey ve topluluklar arasında dağıtma ile ilgili kararları nasıl aldığını araştırır.”[6]

Marks’a Göre: “Bir toplumun özgül üretim ilişkileri içinde insanların üretim, tüketim, değişim ve dağıtım biçimlerini inceler. İktisat, yalnızca iktisadi kategorileri, ücret ve fiyatları belirlemek, bunların oluşum ve değişimlerini açıklamakla yetinmemeli aynı zamanda toplumsal ilişkilerin bu mekanizmayı nasıl etkilediğini de açıklamalıdır.”[7]

Listeyi bir hayli uzatmak mümkün. Ama bu iktisat tanımlarına itirazlar da var elbette. Örneğin Godelier, iktisadı bir tercih bilimi olarak tanımlamanın, ekonomi ile askerlik bilimi arasında hiç bir ayrım gözetmediğini belirtir. Mutfak biliminden çapkınlık tekniklerine kadar çok sayıda insani etkinlik bu tanım içine girebilir. Benzer şekilde eğer iktisat sınırsız ihtiyaçlar ile ilgili bir bilim ise, “İnsan ihtiyaçları sınırsız mıdır?” ve “Bu ihtiyaçları kim nasıl karşılayacak?” gibi sorularla karşılaşmak da mümkündür.

Arapçadan gelen iktisat kelimesinin sözlük anlamına bakıldığında “Harcamada tasarruflu olmak.” şeklinde bir açıklama ile karşılaşabiliriz. Ayrıca yanında “iktisat ilmi” ibaresine yer verilerek harcamalardaki tutumluluğu inceleyen ilim olduğu söylenir.

Ne olursa olsun, pratikte iktisat, bir davranış bilimi olarak anlaşılmaktadır. Bu şekliyle de sosyal bir bilimdir denilebilir. İşlevsel bir bilim olup olmadığı ise hayli tartışmalıdır. Çünkü gerçekte ekonomik olaylara etki eden taraflar, devlet ve sermaye, piyasalarda olup bitenlerin kendi tercih ve davranışlarına bağlı olmasını isterler. İktisat bilimi onlara fikir verebilir; ama onlar, istedikleri gibi hareket etmeyi tercih edeceklerdir. Bu nedenle de iktisadın gerçek bir bilim olmasını istemeyeceklerdir.

Bu noktada, bazı zekice yaklaşımların iktisat ve ekonomiyi birbirinden ayırma çabalarını görmek mümkün olabilir; ne var ki bunlar, sınırlı ve son derece zayıf girişimler olarak kalmaktadır. Nihayetinde tahminler işimize yaramaz. Astrologların tahminleri işimize yaramadığı gibi iktisadın tahmin yürütmesine de ihtiyaç yoktur aslında. O hâlde iktisat başka bir şey olmalı.

İktisat teorisini ortaya koyarken iktisadın sadece bir analiz bilimi olmadığını da söylemek gerekir. Hayır, iktisat bir tahmin bilimi değildir; gökyüzüne Baqarak gelecekte ne olacağını tahmin etmeye çalışmak kimsenin işine yaramaz. Rakamlarla hesaplanabilen her şeyin, sonuçları da belli olmalıdır. Çünkü matematik kesin sonuçlar demektir. İktisat bilimi de temel olarak matematiğe dayanır.

Tüm bu nedenlerle “iktisat”ın kavram ve bilim olarak yeniden tanımlaması şarttır. Eğer iktisat, sadece bir analiz ve tahmin bilimi değilse, nedir?

İktisat, makro ve mikro üniteler üzerinde etkili, ilkesel ve öngörülebilir süreçleri belirleyen ve uygulayan rasyonel, pozitif bir bilimdir. Sadece analiz değil; aynı zamanda uygulamayı da gerçekleştirir.

Gerçekte iktisadi olaylarda tahminlere gerek yoktur. Bir kimse 100 birim tasarruf ediyorsa, 1 milyon kişinin toplam tasarrufu 100 milyon birim eder. Bu bir sermayedir ve bu sermaye ile 100 milyon birimlik işletmeler, üretim tesisleri ve yardımcı üniteler kurulabilir. Eğer 100 milyon birimle kurulmuş olan tesislerde, her biri 10 birim değerinde mal üretiliyor ise ve bunun üzerine 30% marjinal fayda eklenerek piyasaya arz ediliyor ise, dengeli gelir dağılımı istihdamın yaygınlaştırılmasına bağlı olarak gerçekleşmiş, satın alma gücü desteklenmiş ve bunun için de gerekli kaynaklar harekete geçirilmiş ise üretilen bu malın belirlenmiş olan fiyat aralığında tüketilmesi sonucunda elde edilecek olan fayda kesindir.

Meseleyi bir örnek üzerinden ele almakta fayda var. Eğer bir kentte metro ağı varsa, bu metro ağını insanların kullanmaları doğal bir sonuçtur. Bunun için insan davranışları üzerinde herhangi bir etki oluşturmaya gerek yoktur; çünkü insanlar, pratik çözümleri severler. Burada metroyu kaç insanın günde kaç kez kullanacağı merak edilebilir. Aslında bu merak, üzerinde durmaya değerdir. Eğer metroyu inşa ederken, insanların metrodan yararlanabilmeleri için erişim olanaklarını iyi hesaplamış ve planlamış isek, insanların bölgenin nüfus yoğunluğuna ve kullandıkları alternatif araç sayısına göre metronun asgari düzeyde ne kadar verimli olabileceğini ve bu verimliliğin, yapılan yatırımı hangi düzeyde karşılayabileceğini de hesaplayabiliriz. Bizi ilgilendiren, metronun asgari düzeyde kullanılmasını sağlayacak araçları oluşturmaktır. Bundan sonrası ise, faydayı çoğaltacak bir teveccüh olur.

Ama eğer metro ağını bir kentin ihtiyaç duyulan noktaların dışında bir yere yapıyorsak, burada tahminden fazlasına ihtiyaç vardır. O zaman astrologlara olan ihtiyaç, İktisatçılara olan ihtiyaçtan daha fazla olur. Tabii metrodan yararlananların ne kadar harcama yapacakları ve bu harcamaların hangi düzeyde verimli olacağı da sorgulanabilir.

Daha çok harcamakla daha iyi ürün veya hizmet satın alma olasılığı arasında doğrusal bir ilişki yoktur. Mevcut durumda ürünün fiyatı, satıcının bir malı pazarlamada gösterdiği performansa göre değerinin çok üzerine çıkabilir ya da hiçbir işe yaramayan bir mal, iyi bir pazarlama ile mükemmel bir şeymiş gibi gösterilebilir. Bu yolla satıcı, pahalı satarak çok kazanır; ama ürün, alıcının bir işine yaramaz. Asıl mesele, bu dengenin nasıl kurulması gerektiğini belirlemek ve uygulayabilmektir. İşte iktisat, bunun içindir. Satıcıya hangi prensiplere göre satış yapabileceğini söyleyebilmek gerekir. Kimileri bunun müdahale olduğunu düşünebilir; ama bu, bir müdahale değil; ilkesel gereklilik olmalıdır. Aslında satıcıyı yönetmeye de gerek yoktur; çünkü sistem kurgulanırken değişken parametrelerin ve olasılıkların da hesaplanmış olması gerekir. Eğer satıcı üretim kanalının içinde faaliyet göstermek zorunda ise, fiyatı belirleyen satıcı değil; üretim süreci olur. Dolayısıyla tüketiciden talep edilecek olan harcama miktarı, elde edeceği fayda ile doğru orantılı olmak zorundadır. Yani iktisadın işi, tahminler yapmak değil; üretim-tüketim arasındaki süreçlerin verimli olmasını sağlamaktır. Değişkenlere bağlı bir formülün doğru sonuçlar verebilmesi için, değişkenlerin doğru kullanılması ve yerine konması gerekir. İktisat, analiz de yapmalıdır; ama bu analiz, sadece tahmin yürütmek için değil; bir sonraki aşamada doğru adımlar atabilmek için olmalıdır.

İhtiyaçları belirlemek, analiz işidir; aksaklıkların giderilmesi için de analiz gerekir. Ama eğer bu analizlerden elde edilen bilgiler, uygulamaya aktarılmıyor veya aktarılamıyorsa hiçbir işe yaramaz. Dolayısıyla iktisat, ekonomik olayları analiz etmek ve tüm parametreleri doğru kullanarak daha verimli hâle getirecek uygulamaların gerçekleştirilebilmesini sağlamaktır. Çünkü eğer iktisat bilimi, uygulamalı birimlerin doğru hareket etmelerini sağlayamıyor, onlara ilkesel parametreler veremiyor ise tahminlerin hiçbir anlamı olmaz. Bu nedenle tahminler kadar, uygulama parametrelerinin nasıllığını da belirlemek zorundadır.

Yani iktisat bilimi, analiz yoluyla elde ettiği bilgileri makro ve mikro ünitelerin verimliliği için kullanır. Böylece ekonomik olayların gerçekçi ve faydalı süreçler hâline gelmesini sağlar. Aslında bu kurgusal bir yapı da değildir. Çünkü iktisat,  tıpkı bir organizma gibi dinamik bir yapıya sahiptir. Bir bilim olarak da böyle anlaşılmalıdır. Dolayısıyla doğal süreçlere olan bağlılık, iktisadın temelini oluşturacaktır. Doğanın kuralları vardır ve her şey bu kurallara göre gerçekleşir. Eğer insan, doğanın bir parçası ise ve olup biten her şey doğada meydana geliyorsa, o hâlde, insana ait olaylar da doğal süreçlere bağlı olarak gelişir. Bu süreçlerin bilimsel sonuçlarının belirlenmesi ve uygulama parametrelerinin buna göre geliştirilmesi, iktisat biliminin işidir.

Doğal/Natürel İktisada Geçiş:

“İslam iktisadı” ifadesi, referans aldığımız metne saygılı olmak amacıyla kullanılmıştır. Gerçekte hedeflenen veya anlatılmak istenen şey “doğal iktisat”tır. Yani “barış iktisadı”dır. Temelde iktisat ve devlet, yapısal olarak birbirinden ayrıldıkları andan itibaren her iki alan da doğal mecrasına girmiş olacaktır.

“Doğal iktisat”, bir “doğal kaynak ekonomisi” değildir. Eğer sadece “doğal kaynak ekonomisi” dersek, meseleyi çok dar bir alana sıkıştırmış oluruz. Oysa “doğal iktisat”, ekonominin bütün boyutlarını içine alan, geniş bir kavramdır. “İslam iktisadı” ifadesini kullanmamızın nedeni, nihai hedefi açıklayabilmektir. Bu hedef, kişi hak ve özgürlüklerinin tam olarak karşılandığı, açlık ve gelecek endişesi olmayan, kişisel kazanımlar için toplumsal çıkarların önemini fark eden, insan ve toprağın tek sermaye olduğunu bilen, bilgi ve refah toplumudur.

Gerçekte iktisadi faaliyetlerin tamamı, insanın yaşam kalitesinin artırılması içindir. Doğal olan da budur. Ne var ki, bu faaliyetler esnasında aksaklıklara neden olan pek çok olumsuzluklar da vardır. Bu olumsuzluklar, ekonomik krizlere, toplumların uzun yıllar altından kalkamayacağı ağır sorumluluklar üstlenmesine neden olur. Çünkü her zaman “eksik olan” bir şeyler vardır. İnsan doğasına uygun düşmeyen, sentetik uygulama ve zorlamaların doygunluğa ulaştığı ve nihayetinde kırıldığı bir noktadır bu. Çünkü gerçekte insana ait olan şeylerin çeşitli yol ve yöntemlerle elinden alındığı ve yine insanın emeğine karşılık olarak bir lütuf gibi kendisine verildiği bir anlayışın sonuçları da olacaktır.

Asıl olan üretimdir.[8] Doğada üretime dayanmayan hiçbir şey yoktur. Toprak üretkendir, hayatı besleyen temel üretim kaynağıdır. Hava ve gökyüzünden dünyaya ulaşanlar, üretimin girdilerini oluştururlar.[9] Hayvanlar ve bitkiler hem rızk hem de üretimin parametreleridir.[10] Girdiler değiştikçe üretimin nitelikleri de değişmekte ve çeşitlilik oluşmaktadır.[11] Doğada olup biten her şey, sonucunda bir başka şey ortaya çıkmaktadır. Hayvanlar süt vermekte, toprak verimli olmakta, bitkiler fotosentez yapmaktadır. Bütün bunlar, doğal düzenin dayandığı temel argüman olan üretimin şeklini anlamamız için bize ipuçları verir. Gerçekten de üretebilmemiz için ihtiyacımız olan her şey doğada mevcuttur. Onlardan yararlanarak üretiyor, var olmayı sürdürüyoruz.[12]

Doğa, bize başka ipuçları da verir. Olup biten her şey, doğada var olanlar, hep bir düzen, bir ölçü ve neden-sonuç ilişkisi ile varlıklarını sürdürürler.[13] Biz de, doğada yaşıyoruz. Dolayısıyla iktisat da, doğanın bize öğrettiklerine göre kurgulanmak ve geliştirilmek zorundadır.[14] Aslında yapılması gereken şey, zaten var olan bir sistemin, iktisadi hayata uygulanmasından başka bir şey değildir.  Doğal mülkiyet anlayışı benimsendiğinde, geriye kalan, doğada var olan imkânlardan eşit ve verimli bir şekilde yararlanmanın doğal yollarını[15] bulmaktır. Tam bir özgürlük içinde üretmek ve elbette üretilmiş olanlardan hiçbir sınırlama olmaksızın yararlanmak gerekir.[16]

Ne var ki kaynakların bilgi ile tasnif edilmesi ve her kaynağın kendine has özelliklerinden, verimliliklerinden yararlanma gereği de açıktır. Verimsiz bir toprak parçasından verim beklemek, zamanın boşa harcanması anlamına gelir.[17] Dolayısıyla dengeli, ölçülebilir, verimlilik esasına göre eşit prensipler içerisinde herkes için yararlı bir düzen öngörülmelidir. Doğanın ve iktisadın doğal düzeninde bu zaten vardır. Doğaya müdahale eden yoktur; ama kurallar vardır ve işlemektedir. Olup biten her şey, kurallara göre gerçekleşir. Eğer üretim varsa, tüketim de olmak zorundadır. Doğadaki döngü, kaynakların tüketilmesi ile üretime dayanır[18] ve buna hiçbir müdahale yoktur. Öyleyse tüketim, doğal bir sonuçtur. Üretebilmek ve sürekliliği devam ettirebilmek için tüketim olmalıdır.[19] Elbette bu tüketim doğal olmalıdır.

Basitçe ifade edersek, “her şey toprak ve insandan doğar”. Yani, yeryüzünde, toprağa ayak basan insanların olduğu her yerde, kaynaklar vardır; bunun doğal sonucu olarak da, sermaye vardır. Hiç bir teknolojinin olmadığını varsaysak bile insan, taş, toprak ve doğanın imkânlarını kullanarak evler inşa eder. Bir değer üretir. Toprağı işler ve oradan geçimini temin eder. Yani toprak, insan için hem barınma hem de geçinme kaynağıdır. İnsan, topraktan elde ettiklerinin büyük bir kısmını kendi ihtiyaçları için ayırır ancak zamanla ihtiyaç fazlası da oluşur;  bu durumda ise tasarruf etmeye başlar; bu ihtiyaç fazlasını eksik olanlarla veya başka ihtiyaçlarla takas etmeye başlar. Böylece, sosyal ilişkiler gelişmiş; iletişim kurulmuş ve insanlar ihtiyaçlarını daha kolay giderebilmek için bir arada yaşamaya zorlanmış olurlar. Ancak bu durum, başka sorunlara da neden olur: Dar alanda toprakların kolay işlenemiyor oluşu, bir arada olma gerekliliği sonucunda birbirine yakın inşa edilen konutların gerekliliği, işlenebilir arazilerin daha fazla olabilmesi için dikey kentleşmenin ortaya çıkması ve netice itibariyle günümüz dünyasındaki tablonun ortaya çıkması... Tüm bunlara bağlı olarak insanlar, topraktan uzaklaşmaya başlarlar. Zaman içinde toprak ile olan ilişkileri kopar ve zaten kendilerine ait olan şeyi unutmak zorunda bırakılmış olurlar.

Toprak ve insan gerçek sermayeyi oluşturuyor ise, insanın nerede olduğunun ve nasıl yaşadığının pek de önemi yoktur. Değişen şartlara göre düzenlemeler yapmak gerekir. Bunun için insanları topraktan koparmak değil, toprakla olan bağlarını kuvvetlendirmek gerekir. Çünkü bir otomobil yapıyorsanız, onu yürütecek yakıta da ihtiyacınız var demektir. Yakıt yoksa otomobil bir işe yaramaz. İnsanın var olmasına neden olan ve onun yaşamını sürdürülebilir kılan şey, topraktır. Toprak tek başına bir değer ifade etmediği gibi, insan da tek başına bir anlam taşımaz. Çünkü yaşamak için insanın toprağa ihtiyacı vardır. Öyleyse “insanı yaşatmak” için gerekli olan temel kaynak, topraktır.

Burada toprak üzerindeki mülkiyetin nasıl kullanılacağı sorunu ortaya çıkar. Eğer toprak bir şekilde işgal edilebilir ve bu işgal sonucu bir rant aracı hâline getirilirse, insanı yaşatmak için gerekli olan şey, kaybedilmiş olur. İnsanı topraktan kopardığımız zaman, iktisadın da eksik kalacağı, yürümeyeceği açıktır. Elbette bu durum, insana ait doğal hakların dokunulmazlığı sorununu da gündeme getirir. Buna göre, toprak üzerinde insanın doğal bir hakkı varsa, bu doğuştan kazanılmış olmalıdır. Sonradan edinilemez. Çünkü toprak, taşınamaz ve değiştirilemez. Yani insan toprağa, toprak da insana aittir. Burada doğal mülkiyet ortaya çıkar.

Toprak ve toprağın doğal hâliyle insana verdiği şeyler üzerindeki yararlanma hakkı,[20] insanın yaşaması için gerekli olan şeyi, yani geçim kaynağını sağlamış olur. Nasıl toprağa ekilen bir tohumun güneşe ve yağmura ihtiyacı varsa ve güneş ve yağmurun satın alınması veya satılması mümkün değilse, insanın toprak ile olan ilişkisi de böyledir. Yağmur ve güneşten başka türlü de fayda temin edilebilir; ama alınıp satılamaz, taşınamaz ve değiştirilemez. Tıpkı toprak gibi. Eğer toprak üzerinde doğal yararlanma hakkı insana ait ise, buradaki tasarruf hakkı kimin olacak? Bu tasarruf, toplumun veya devletin zannedilebilir. Gerçekte toplum veya devlet, sadece bireyin hakkını teslim etmek için toprak üzerindeki tasarrufları denetlemekle yükümlüdür. Toprağın sahibi değillerdir.

Yaşamı garanti edilen birey/insan hayatını idame ettirirken bilgiden, teknolojiden ve diğer tüm gelişmelerden faydalanmak isteyecektir. Çıplak bir toprak ve küçük bir geçim kaynağı, ona yetmeyecektir. Onun üzerine ev yapacak, evin içine eşyalar koyacak, ekip biçtiği toprağı daha az yorularak verimli hâle getirmek isteyecektir. Ne var ki bütün bunları tek başına yapamayacak, başkalarına ihtiyaç duyacaktır. Başkalarına ait olan şeylere ihtiyaç duyan insanın, elindekileri ihtiyaç duyduğu ürünlerle takas etmesi gerekecek ve bu takas esnasında bir değer belirlemek zorunluluğu doğacaktır. Toprak ve insan, tek başına bir şey ifade etmiyor ise, ikisini bir araya getiren şeyin değer ifade etmesi gerekir. Burada emek ortaya çıkar. Burası doğal iktisadın başladığı yerdir.

Bundan sonra, insanın sosyal bir varlık olarak gelişmeye olan eğilimi, daha rahat yaşama ve ilerleme tutkusu, onu kazanımlarını biriktirmeye zorlar. Çünkü kendi emeği ile elde ettikleri şey ile daha fazlasına sahip olması gerekir. Kişi, eğer emeğini tasarruf ederse, başkalarının emekleri ile takas edebilecek, hem kendi hayatını sürdürecek hem de ihtiyaçlarını giderebilecektir. Çünkü toprak ve insan, sermaye demektir. Sermayesi olan bir insan, yatırım yapabilir üretebilir, çoğaltabilir. Toprağa bağlı olan insan, toprağa olan saygısını da geliştirecektir. Ondan elde ettiklerini kaybetmek istemeyecek, ona daha iyi davranacak, daha iyi yaşamak için doğal olan yapıya müdahale edilmemesi gerektiğini bilecektir.

Tasarruf, böylece başlamış olur. Ancak yapılan tasarrufların sadece takas için olması yeterli olmayacaktır. Daha fazlası gerekecek, daha verimli olması istenecektir. Daha da önemlisi, toplumun ortak bir takas merkezi olması gerekecektir. Böylece, hem tasarruflar değerlendirilmiş olacak, hem de bireyler ihtiyaçlarını tek bir noktadan temin edebileceklerdir. Yani tasarrufların bir araya getirilmesi ile hem takas özgürlüğü sağlanmış olacak, hem de tasarruflardan verim elde etmenin önü açılabilecektir. Doğal bir süreçtir bu.

Tasarrufları değerlendirmek ve ihtiyaçların takas edilmesini sağlama gereği ortaya çıktığında, bu işi yapabilecek bir havuza da ihtiyaç olacaktır. Herkesin eşit ve özgürce yararlanabilecekleri doğal bir havuz olmalıdır. Bu bir kamu bankasıdır, yani bir tasarruf fonudur. Burada insanlar tasarruflarını biriktirirler, takas ederler ve tasarrufların artması ile oradan fayda edinmiş olurlar. Böylece halk, kendi iktisadına kendisi sahip olmuş olur. Ancak bu havuzu besleyen tasarruflar, sürekli çoğalan, artan bir seyir izler. Yani insanlar çalışmaya, üretmeye ve dolayısıyla tasarrufa devam ederler ve bunu sürekli çoğaltırlar. Geleceğinden ve yaşamından kuşkusu olmayan insanın tek beklentisi, daha iyi yaşamak olabilir ancak. Bunun için de öğrenmeye başlar, öğrendikçe ilerler ve gelişir. İlerledikçe ihtiyaçların şekli değişir; ürettiklerini daha kolay üretebilmenin yollarını keşfeder; bunları kullanmaya başlar; sanayi ortaya çıkar; teknoloji gelişir ve makineler devreye girmeye başlar.

Ne var ki, bütün bunları yapabilmek için de sermaye, sermayeyi kolay kullanabilmek için de bir değişim aracı olan “para” gerekir ki, haklar gözetilebilsin, kimsenin emeği zayi olmasın. Tasarruf edebilen bir toplum, yatırım ve üretim de yapabilir; teknolojiyi de kullanabilir. Tasarruf havuzuna akıtılan değer, burada bir anlam kazanmaya başlar. Yatırıma, üretime yönlendiriliş olur, böylece insanlar çalışma şartlarını da çeşitlendirebilmiş ve yaygın hâle getirmiş olurlar. Herkes, tarım yapmak zorunda kalmadan toplumun ihtiyaçlarına göre yeni üretim alanları, yeni imkânlar ve yeni seçenekler ortaya çıkar.

Geleceğin dünyasında bugün bilinen şekliyle para olmayacak, insanların sahip olduğu değerler banka hesaplarında sadece basit rakamlardan ibaret olacaktır. Kimse cebinde kâğıt veya madeni para taşımak zorunda kalmayacak. Geleceğin dünyasında banka, bugün bildiğimiz bankalar gibi de olmayacak. Çünkü insanlara para satan, onların hayatlarını ipotek altına alan mevcut banka sistemi, ilkel bir anlayışın mahsulüdür. Bugün geçerli olması, gelecekte de var olacağı anlamına gelmez; çünkü bu, iktisadın doğal yapısına aykırıdır. Geleceğin dünyasında bir tane banka olacak ve bu banka sadece tasarrufları değerlendirmek, yatırım yapmak ve çoğaltmak için faaliyet gösterecek. Diğerleri ancak hizmet sağlayan basit organizasyonlar olarak kalacaklar veya yok olacaklar.

Tasarruflar ile sermaye gücünü eline geçiren toplum için artık sınırlar ortadan kalkmış olur. Bundan sonra yapılması gereken şey, sadece hayal etmek ve uygulamaktan ibarettir. Eğer bir toplum yatırım yapabiliyorsa, o toplumda işsizlikten de söz edilemez. Eğer değer ifade eden şey emek ise, ücret dengesizliği de olmayacaktır. Ve eğer yatırım yapılabiliyor ise, dengeli ve homojen bir gelir dağılımı sağlanmış; üretim olanakları yaygınlaştırılmış ve sadece faydalı olan faaliyetler anlam kazanmış olacaktır.

Eğer bir toplum üretiyorsa, tüketmesi de gerekir. Tüketmek için gelire ihtiyaç vardır. Üretmek, kazanmak ve emek demektir. Ürettiği için emeğinin karşılığını alan toplum, bu kazancını tüketmek için harcamaya başlar. Çünkü hayal gücünün ve ihtiyaçların sınırı yoktur. Sürekli yükselen, çoğalan dinamik bir yapı ortaya çıkar. Daha iyiye olan talep, üretilen şeylerin de daha iyi ve planlı olmasını gerektirir. Üretimden tüketime kadar planlama yapmak, pazardaki olumsuzlukları da ortadan kaldıracaktır. Çünkü eğer bir toplumda gelir dağılımı homojen ve mutluluk ivmesel bir artış gösteriyor ise, insanların spekülasyonlara veya olumsuzluklara yönelmeleri beklenmez. Doğası gereği insan, korku hissetmediğinde başkalarına zarar vermeye kalkmaz. Yani sosyal barışın da yolu buradan geçmektedir. Fırsatlardan eşit şekilde yararlanabilen, ihtiyaçlarını giderebilen ve yaşam konforunu geliştirebilen insan, neden zarar verme eğiliminde olsun? Vahşi yaşam koşullarında bile zorunluluk olmadıkça, bir başkasına zarar vermek yoktur.

Üretimden tüketime kadar her aşamada şeffaf, homojen ve dengeli bir şekilde var olan insanın kendisine ulaşan hizmetlerden veya ürünlerden de kuşku duymasına gerek kalmaz. Eğer tüketen insan, kuşku duymuyorsa üretim için de sorun kalmamış demektir. Böylece doğal denge oluşmuş; her aşamada fayda temin edilebilir seviyeye ulaşılmış olur. Bundan sonra pek çok şey hesaplanabilir ve öngörülebilir. Fiyatların yükselmesi, satın alma gücü ile doğru orantılı gelişecektir. Çünkü emek pahalı, mal ucuz olacaktır. Gerçekte değer ifade eden şey, mal değil emektir. Üretilmiş olan şeyler, yani mal, zaten topraktan elde edilmiştir ve bedelsizdir. Onu değerli yapan, üretmek için harcanan emek ve zamandır. Üretim demek, değer ortaya çıkarmak demektir. Paranın çoğalması satın alma gücünün çoğalması anlamına gelir, satın alma gücü çoğaldıkça tüketim artar ve tüketim arttıkça üretim işleyerek doğal dengenin kendiliğinden kurulmasını sağlar.[21]

İşte İslam iktisat teorisinin hedefi olan “doğal iktisat” budur.

Bu yapıya müdahale edilemez. Çünkü toplumu oluşturan her birey, toplumun sahip olduğu değerlere bizzat sahiptir. Birey, üretimin her aşamasında vardır ve oradan pay almaktadır. Emeğinin karşılığını aldığı gibi, tasarruflarının karşılığını da almaktadır. Yaşamak için ihtiyaç duyduğu doğal gereksinimler, zaten kendisine sağlanmıştır. Bundan sonra ihtiyacı olan şey, sadece yaşam konforudur ki, bunun için de seçenekleri ve imkânları vardır. Böyle bir topluma dışarıdan müdahale etmek mümkün olmaz. Böyle bir toplum, kendi değerlerini, iktisadını ve yaşam koşullarını kendisi belirler. Bu toplumda özgürlük ve barış hâkimdir. Bırakalım iktisat bilimi olup bitenleri analiz etmeye devam etsin. Geleceğin dünyasında toplum ve toplumun ürettiği değerler, bugünkü gibi olmayacaktır.

Sürecin parçası olan birey, toplumun da parçasıdır. Dolayısıyla toplum da doğrudan sürecin içerisindedir. Devlet, toplumun oluşturduğu bir hizmet organizasyonu olması nedeniyle sadece güvenlik ve zorunlu hizmetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan altyapıdan sorumludur. Gelişen toplum için devlet, profesyonel bir hizmet organizasyonundan başka bir şey değildir. Yatırım yapmak zorunda olmayan, vergileri doğru yerde zamanında kullanabilen, açık vermeyen ve hizmet üreten bir devlet ortaya çıkar. Çünkü “Doğal İktisat”ın müdahaleye ihtiyacı yoktur. Bütün süreç, toplumun kendi doğallığı içinde kendiliğinden gelişerek işler.

İktisadın doğal evrimi, mevcut yapıyı da etkileyecektir. Elbette bankalar, şirketler ve sermayeyi elinde bulunduranların ne olacağı, bunların mallarına veya sermayelerine yönelik nasıl bir tutum takınılacağı belli bir endişe yaratacaktır. Sistemin doğal seyri içerisinde var olmaları mümkün olmayacak olan yapıların korkması ve endişelenmesi doğaldır. Ancak, “kazanılmış haklar, kazanana aittir” ilkesi benimsenmiş olduğundan hiç kimse, bir başkasının elinden sahip olduğu mal veya değeri alamaz. Hiç kimse bir başkasının emeğine müdahale edemez. Doğal süreçler,[22] doğal kurallara bağlıdır. Kurallar var olduğu sürece düzen de vardır.

Üretim olanaklarının yaygınlaştırılması ve tüccarın üretim kanalı içinde yer alması, küçük işletmelerin varlığını da sınırlandırabilir. Gerçekten de böyle bir sistem içerisinde küçük işletmelerin varlığından söz edebilmek kolay değildir. Ancak, doğal olarak herkesin kazanma olasılığı olan bir sistem içerisinde, dönüşüm de kendiliğinden olacaktır. Bu çerçevede pazardaki küçük işletmeler, reddedilmemekle birlikte öngörülmemiştir. Buna karşın, tarım işletmelerinin bireysel niteliği de göz ardı edilemez. Tarımsal üretimler, büyük işletmelerle yürütülebilir değildir. Burada küçük işletmeler, zaten doğal olarak varlıklarını sürdürecek ve sistemden de destek alacaklardır. Ancak zaman içinde tarım işletmeleri de organize hale gelecek ve büyük alanlar daha pratik bir şekilde işlenebilecektir.

Endüstri açısından küçük işletmelerle büyük üretimler yapma olasılığı olmadığı açıktır. Bu nedenle, var olan bütün iktisadi kurumlar, sisteme doğal seyir içerisinde kendiliğinden entegre olurlar. Bunun için hiç bir şey yapmaya gerek yoktur. Ellerinde sermayesi olanlar, ya bunu kendileri kullanmaya devam ederler ya da sisteme aktarıp sistemden gelir elde ederler. Değişen bir şey olmaz. Mevcut işletmeler için de durum böyledir. Ya işletme kendi faaliyetini sürdürmeye devam eder veya sisteme entegre olarak aynı geliri elde eder. Üstelik de risk taşımadan.

İktisadi süreçlere niçin müdahale edilsin? Bunun için hiç bir neden yoktur.

Doğaya müdahale edemiyorsak, doğanın bize kazandırdıklarına da müdahale etmememiz gerekir. Çünkü artık öğrendik ki, doğal olan süreçlere müdahale ettikçe kaybediyoruz. Gerçekte yapmamız gereken, kazandıklarımızı boşa harcayarak başkalarına yardım etmek değildir. Yapılması gereken en önemli şey, başkalarından önce kendimize yardım etmektir. Doğal olan budur.

Kaldı ki geleceğin dünyasında şartların ne olacağını şimdiden bilmemiz imkânsızdır. Büyük ihtimalle üretim her aşamada makineleşmiş, iş gücü ihtiyacı en az seviyede ve bilgi gereksinimi ise üst düzeyde olacaktır. Daha az insan doğrudan fiziki olarak üretime katılacak; ama üretim daha pratik ve kolay hâle gelecektir. Bu durumun işsizliği doğuracağı varsayılabilir. Ancak bilgi ve teknoloji, her ne kadar üretim araçlarına hâkim olsa bile, insanın kendisine ayıracak daha çok zamanı ve dolayısıyla daha çok bilgi üretme olanağı ortaya çıkacaktır. Bu, aslında kötü bir şey değildir. Kaldı ki üretimi kimin yaptığı değil; nasıl bölüşüldüğü önemlidir.

Eğer işletmelerin sahibi halk ise, üretimden elde edilen gelirin sahibi de halk olmaya devam edecek, böylece bölüşümde bir problem oluşmayacaktır. Buna ek olarak insanlar, çok daha konforlu bir yaşam düzeyine ulaşmış olacaklardır. Ve yine muhtemelen iktisadi süreçlerde de önemli değişimler meydana gelecektir. Ne var ki bütün bunlar, iktisadi evrimin doğal sonucudur ve ilkelere göre uygulamalar da değişebilir.

Yapılması gereken üç şey vardır:

  1. Mülkiyet hakkının tanınması ve uygulanması.
  2. Tasarruf havuzunun hayata geçirilmesi.
  3. Sistemin doğal seyrine müdahale edilmemesi.

Bunları yapmak, çok zor olmasa gerek. Ancak sisteme müdahale edilemiyor oluşu, sistemin ve süreçlerin asla “kuralsız” işlediği anlamına gelmeyecektir. Tam aksine, kurallar işlediği için müdahale gerekmeyecektir. Denge de böylece oluşmuş olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Terry Roe, Sollov Model, İnvestment Rates in Some Newly Industrializing Economies, s.44.

[2]N.Emrah Aydınonat, İktisat Nedir, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985.

[3] An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations: A Selected Edition Adam Smith (Author), Kathryn Sutherland (Editor), 2008, Oxford Paperbacks, Oxford, UK

[4] J. Tinbergen, 1991. "Solving the Most Urgent Problems First", in Michael Szenberg (ed.) 1993, Eminent Economists: Their Life Philosophies, Cambridge University Press, p. 279

[5] Robbins, An Essay on the nature and significance of Economic Science, p. 15

[6] Backhouse, R. E. (2014). "Paul A. Samuelson's Move to MIT". History of Political Economy. 46: 60.

[7] Allen Oakley, Marx's Critique of Political Economy: 1844 to 1860, Routledge, 1984, p. 51.

[8] Hicr: 19, 20, 22, Nahl: 5, 6, 7, 8, 66, 67, 68 69.

[9] Nahl: 80, 81, A’raf: 57, Enam: 95, 99.

[10] İbrahim: 32, 33.

[11] Rad: 4, 17.

[12] Hud: 3.

[13] Yunus: 5.

[14] Yunus: 24.

[15] A’raf: 10.

[16] A’raf: 32.

[17] Âraf: 58.

[18] İbrahim: 32, 33.

[19] Baqara: 177,  195,  Al-i İmran: 92.

[20] Baqara: 29, Âraf: 10, Rad: 3, İbrahim: 32, 33, 34, Vakıa: 63, 64, Mülk: 15.

[21] Baqara: 177,  195,  Al-i İmran: 92.

[22] Rad: 2, Rum: 8.

 


ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
1-ISLAM IKTISAT TEORISI VE TOPLUMSAL MEKANIZMALAR
3045 Okunma
2-BAŞLARKEN
1383 Okunma
3-METOT
1218 Okunma
4-BOLUM I - IKTISADI SISTEMLER VE ŞERIAT
1435 Okunma
5-FAIZSIZ BANKACILIK - ŞERIAT KAPITALIZMI
1148 Okunma
6-BOLUM - II / TARIHSEL YANILGILAR
1081 Okunma
7-RIBA - BIR OZGURLUK DOLANDIRICILIĞI VE FAIZ ILIŞKISI
1222 Okunma
8-TOPRAK ve MÜLKIYET - OZGUR TOPLUM IDEALI
1160 Okunma
9-SADAKA - VERGI SISTEMI / KAMU MALİYESİ
1210 Okunma
10-BÖLÜM III - ISLAM İKTİSAT TEORISI / Kurumsal Çerçeve
2495 Okunma
11-ZEKAT - IKTISADI YONETIM SISTEMI
1114 Okunma
12-İNFAK - TASARRUF MEVDUATI
1185 Okunma
13-KARZ-I HASEN / YATIRIM FONF VE KAMU SERMAYESI
1112 Okunma
14-BOLUM-IV / IKTISADI PARAMETRELER VE UYGULAMA PERSPEKTIF
1031 Okunma
15-İKTİSADİ FAKTÖRLER
1714 Okunma
16-IKTISADI YONETIM SİSTEMİ - BANKA VE KURUMSAL YAPI
1105 Okunma
17-KAYNAK VE YATIRIM YÖNETİMİ
1035 Okunma
18-TOPRAK VE DOĞAL KAYNAKLAR - YONETIM ve SORUMLULUK
1010 Okunma
19-URETM ve ISLETME
1256 Okunma
20-FİYAT ANALIZI - ÜCRET , FİYAT, PARA
1238 Okunma
21-TUKETIM
1113 Okunma
22-SERBEST TICARET VE PIYASALAR
1224 Okunma
23-YAPISAL ANALIZ - MAKRO ve MIKRO UNITELER UZERINDEKI ETK
1057 Okunma
24-IKTISADI BUYUME VE TOPLUMSAL ETKILER
1232 Okunma
25-IKTISADI DENGELER ve REFAH TOPLUMU
1086 Okunma
26-IKTISADI EVRIM - DOGAL EKONOMIYE GECIS
1134 Okunma
27-UYGULAMA PARAMETRELERI
1111 Okunma
28-IKTISAT ve HUKUK
1186 Okunma
29-DONUSUM VE YENI DUNYA DUZENI
1115 Okunma
30-KAYNAKCA
1229 Okunma

© 2024 - Akevler