HİCR SÛRESİ - 3. Hafta
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الْأَوَّلِينَ (10) وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (11) كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ (12) لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ (13) وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا مِنَ السَّمَاءِ فَظَلُّوا فِيهِ يَعْرُجُونَ (14) لَقَالُوا إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ (15)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الْأَوَّلِينَ (10)
Va LaQaD EaRSaLNAv MıN QaBLiKa FIy ŞıYaGı elEavVaLIyNa
“Senden önce evvellerin şıya’ı içine irsal ettik.”
“Şiya’” sarmaşık demektir, aynı gövdeye sarılmış değişik dallar anlamındadır.
مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ (30/32)
Tefrik edip şiya’ olan kimselerden. Her hizip kendisinde olandan ferahlık duyar.
Fırka, şıyea ve hizb bu ayette bir arada zikredilmiştir. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler ayrı ayrı varlıklardır. Toprakları ayrıdır, halkı ayrıdır, töreleri ayrıdır, yönetimleri ayrıdır. Şıyea, hizb ve fırka ise aynı toprakta, aynı töreler içinde, aynı yönetimde yaşayan sosyal gruplardır. Bir ağaca asılmış sarmaşıklar gibidir. Bunun dışında sıbt ve fasılalar vardır. Sıbt, birlikte üretim yapan gruplardır. İşyerleri aynıdır. Yaşama yerleri farklıdır. Kişi A semtinde oturur, B semtinde çalışabilir. Fasıla aynı yerde yaşayanlardır. Sıbt, aynı işte çalışanlardır. Semt bir sıbttır. Aşiret bir fasıladır.
“Şıyea” bir iş yapmak üzere bir araya gelen gruptur. Bir topluluk içinde yaşayan ve ayrı mezhepte olanlar şıyeadırlar, aynı soya mensup olanlar birer şıyeadır.
“Fırka” bir topluluk içinde ayrı topluluk edinenlerdir, mescid-i dırar yapanlardır.
Topluluk bunun dışında bir mıknatıs gibi kutba ayrılır. Şieler ve fırkalar derece derece dizilirler. Sağ kutupta olanlar vardır, sol kutupta olanlar vardır. Bir kutuptan diğer kutba doğru dizilenler vardır. Böylece toplulukta iki kutup oluşur. Sol kutup şeytanın hizbidir. Sağ kutup Allah’ın kutbu Allah’ın hizbidir.
Kutuplaşmada her grup kendi içinde iki kutup halindedir. Daha geniş kutuplaşmada hepsi o kutupta yer alıyor. CHP’de İslâmiyet’e yakın olanlar var, İslâmiyet’e karşı olanlar var. Toplulukta CHP İslâmiyet’e karşı olanların yanındadır. Aynı şey Ak Partililer için de söylenebilir. Kendisi sağdadır.
Burada “Min Kablike”deki “Ke” kime hitap etmektedir?
Kur’an’ı okumaya başlamadan evvel peşin fikirli olmamak gerekir. Bu kitapta yazılanlar doğrudur veya yanlıştır denmemelidir. Ben bu kitabı okuyacağım, aklıma yatanları kabul edecek, aklıma uymayanları reddedeceğim diye kitabı okumaya başlamalıdır.
Kitap baştan sonuna kadar bu kitabın âlemlerin Rabbi Allah’tan olduğunu iddia eder ve ispat eder. Kimi bu iddiayı kabul eder, kimi reddeder. Kabul eden mümindir. Bile bile reddeden de kâfirdir. Burada “Ke” harfi Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul eden müminlere hitaptır. Kur’an her mümine ayrı ayrı nazil olmaktadır. Kendisi okuyacak, kendisi düşünecek, kendisi yorumlayacak, kendisi kabul veya reddedecek, kendisi uygulayacaktır.
İnsan sosyal bir varlık olduğu için de diğer insanlarla birlikte okuyacak, onlarla tartışacaktır. Birleştikleri konularda birlikte uygulamaya başlayacaklardır. Bu sefer onların karşısında bir hizip çıkacaktır. Onlar Kur’an’ı okurken Kur’an’ın manaları üzerinde karşı çıkmazlar, onlar Kur’an’ın okunmasına karşı çıkarlar. Yirminci yüzyıl bunun savaşını vermiştir. Hâlen de bu savaş devam etmektedir. Kur’an’ı okutmama, üzerinde düşünmeme, Kur’an’ın doğru söyledikleri olsa da onun dediğini yapmama.
Şeytan hizbi olan Sermaye cephesi (küresel sömürü sermayesi) hep bununla uğraşmaktadır, insanları Kur’an’dan uzaklaştırmak için çaba göstermektedir.
“Senden önce” demiş olması, senin resul olman gerekmez, senin mümin olman gerekir demektir. Bununla beraber her mümin kendi nefsine resuldür. Herkes Kur’an’ı okur, içtihat yapar, kararlar alır. Bu içtihadı kendisine gelen ilhamla yapar. Bu durumda resuldür. Ondan sonra kendi kendisine tabi olur ve mümin olarak uygular. Burada içtihat gereği, Kur’an’ın emri gereği Kur’an’ın emirlerinin bir kısmını topluluk içinde onlarla birlikte yapar.
Burada “senden önce” dendiği zaman her mümin bu kitabı okurken “benden önce gelmişler” anlamını vermelidir. Peki, benden önce şieler içinde demektedir. Temerrud etmemek, şeytan hizbinde olmamak üzere sen de bir şıyeada olabilirsin.
Bir topluluk iki kişi ile başlar. İki kişi anlaşıp bir ortaklık kurarlar, bir hedef belirlerler. Bir kelime ile hedeflerini belirlerler. O kelimenin etrafında toplanmaya başlarlar. Baş çeken çevresine daha fazla insan toplayabilmek için onların görüşlerini sentez etmeye başlar. Böylece ortak görüşler ortaya çıkar. Ondan sonra baş çeken de değiştirilmez. Böylece bir grup şie olur, topluluk oluşur. Onların içinde şıenin hatalı yolda gittiğini görür, onları uyarmaya başlarlar. İşte, şıyeanın içinde irsal edilen resuller bunlardır.
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا
Va LaQaD EaRSaLNAv
“Ve irsal ettik”
Bugün herkes bir şıeye mensup olmaktadır. Gruplanma ilimde, takvada (dinde), kazançta ve siyasette olmaktadır. Gruplanmalarda şiddetli bağlar oluşmaktadır. Herkes kendi liderinin ve şeyhinin hata yapmadığını kabul eder ve emrinden çıkmaz. En küçük farklı davranış hemen dışlanmasına sebep olur.
Kur’an düzeninde böyle dışlama yoktur. Bunlar, kalplerinde marazı olanlar, münafıklar şeklinde adlandırılır ve onların toplulukta yerleri vardır. Topluluk içinde bir grubun kendi grubunu uyarması şiddetli baskı halinde ortaya çıkar.
“Erselnâ” denmekte ama kimleri irsal ettiğinden söz etmemektedir. “Rusulena” veya “er-rusule” dense, geçmiş peygamberler anlaşılacaktır. Oysa bunlar peygamber değil Musa’nın arkasından gelen recul gibi veya Musa’nın sahirlerden/sihirbazlardan Hazreti Musa’yı tasdik ettiği gibi kimselerdir. Yani grup içinden çıkan resullerdir, tebliğcilerdir.
مِنْ قَبْلِكَ
MıN QaBLiKa
“Senden önce”
Buradaki “Ke” harfi, Kur’an’ı ilk alan Hazreti Peygambere de şamil olmak üzere her Kur’an’ı okuyan mümindir; içtihadını yapacak ve kendi içtihadı ile amel edecektir. Herkes kendisinin resulüdür. Topluluk adına bir şey yapıyorsa resul olarak yapmış olur. Mensup olduğun grubun var, onlar ters istikamete doğru gitmektedirler. Onları uyarman görevindir. Onlardan ayrılma, onlara cephe alma değil, onların içinde uyarıcı olmadır.
Bir gün gelir artık o topluluğun içinde yapacağın bir şey kalmaz; o zaman hicret edilecektir. Biz bugün Türkiye’de uyarılara devam ediyoruz. Kimisi bize saldırıyor. Ne var ki kötülükler içinde yaşıyoruz; rüşvet veriyoruz, vergi kaçırıyoruz, hile yapıyoruz, faizle iş yapıyoruz. Evlenmede boşanmada anormallikler içindeyiz. Tekasür içindeyiz. İsraf içindeyiz.
Bundan kurtulmak için yüz dairelik lojmanları yapacağız. Birbirleriyle anlaşanlar oraya hicret edecekler ve orada Allah’ın emrettiği düzeni yaşayacaklar. Topluluk içinde de onlara cephe almadan, oyumuzu ve desteğimizi onlara vererek uyarılarımıza devam edeceğiz.
Semt şıa/şıyea değildir. Bir semtte değişik mezhepte, değişik partideki insanlar hayatlarını birleştirmiş olanlardır. Sosyal ve ekonomik ilişkilerimiz devam edecektir.
فِي شِيَعِ الْأَوَّلِينَ (10)
FIy ŞIYaGı elEavVaLIyna
“Evvellerin şiyeinde.”
Önce gelen şieler değil, “öncekilerin şiya’ında” denmektedir. Evveller kurallı çoğul olarak gelmiştir. Evvelîn sıfat olarak değil isim olarak gelmiştir, marifeli olarak gelmiştir. Bizden önce resuller gelmiştir.
Bediüzzaman, Süleyman Tunahan, Mehmet Akif ve tarikat şeyhleri gelmiş, Türk halkını uyarmışlardır. Onların başına gelenler sizin başınıza da gelecektir.
Kur’an bunu zikrederek, bizim de sıradan bir görevli olduğumuzu hatırlatmaktadır, sizi de biz irsal ettik demektedir.
Her insan Allah’ın kendisi ile ikili olarak görüştüğünü bilmelidir.
Birinci Akevler uygulaması, ikinci uygulamaya örnek olmalıdır. Birinci Akevler uygulaması iyi bilinmelidir. Millî Görüş’ün verdiği mücadele ve elde ettiği başarılar iyi görülmelidir. Siz şimdi Medine dönemindesiniz, artık sizi tanımak zorundadırlar. Bedir Savaşı’nı kazanmanız gerekir. Bu savaş siyasi değil ekonomiktir. Adil Düzen’e göre bir işletme kurmanız esastır. Önce bir işletme, sonra işletmeler gelmelidir.
“El-Evvelîn”deki “El” ahd için olabilir. Bu takdirde bizim için 1960’dan önceki nesildir. Sizin için 2000’den sonraki nesildir. Asrın üç devri bir nesil olarak ele alınmalıdır.
İnsan ömrü 100 senedir. İnsanın faal olduğu dönem ortadaki 33 senedir. Bin yılda bir uygarlık yenilenir. Tüm uygarlık 33 sene sürer. Biz birinci Kur’an uygarlığının sonunu yaşadık. Siz ikinci Kur’an uygarlığının başını yaşıyorsunuz. Oranın resulleri vardı. Şimdi de siz üçüncü binyılın yaşayan resullerisiniz.
Allah peygambersiz ilk uygarlığı kurma görevini size verdi. Cebrail size gelmeyecek, Cebrail size hadilik yapmayacak. Kur’an size atalarınızdan gelmiştir. Onun uygulaması içtihat ve icmalarla yapılacaktır. O asırda ne olmuşsa bu asırda da o olacaktır. Vaat edildiği üzere Kur’an’ın nuru tamamlanacaktır.
وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (11)
Va MAv YaETıyHıM MıN RaSUvLin İlLAv KANUv BiHIy YaSTaHZiUvNa
“Ve kendisiyle istihza edilmeyen bir resul onlara ityan olmamıştır.”
Bu ayetin merkez kelimesi “istihza”dır. Bu ayeti tam olarak kavrayabilmek için “istihza” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir.
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (6/10)
“Senden önce de resuller istihza olundu, onlardan sihr edenlere istihza ettikleri ile hayk oldu” denmektedir.
İstihza edenleri masharaya alanları aynı manada zikretmektedir.
Masharaya almak alay etmektir, küçük görmektir.
İstihza etmek ise sarsma, onların işini bozma manasınadır.
Toplulukta bir yenilik yaptığınız zaman topluluk rahatsız olur. Hazreti Nuh aleyhisselam gemi yapıyordu, kimseye zararı yoktu ama oraya uğruyor ve onun yaptıklarını basit görüyor ve gülüyorlardı.
Buradaki “Him” zamiri nereye gitmektedir?
Evvellerin şielerine gitmektedir. Hareketlerini ve davranışlarını küçük görmek ve önem vermemek anlamındadır. Sözler ciddiye alınmaz, kulak verilmez.
Bugün insanlar yüzbinlerce dolar harcayarak çocuklarını ABD’ye gönderiyor ve orada tahsil yaptırıyorlar. Herkes üç-beş dolar kazanayım diye sabah akşam uğraşmaktadır. Oysa o dolardan çok daha kıymetli basit kazançları vaat ediyor Kur’an; ama kimse kulak vermiyor!
Reşat Nuri Erol bir gün telefon etti; bizden olan iş adamları sana gelecekler diye. Reşat, kendisi geldi. Onlar; ‘yola çıktık, yoldayız, geliyoruz’ diye haber verdiler ama kimse gelmedi! Yolda birileri veya nefisleri onları pişman ettiler ve onlar da gelmediler!
Yeni “Anayasa Komisyonu”nda herkese kulak veriliyor ama “Adil Düzen” söz konusu olunca “o” dinlemeye değer görülmüyor! İşte bu yaptıkları istihzadır.
Yani istihzada durum alay etmekten çok önemsememek ve değer vermemek şeklinde ortaya çıkar. Yukarıda “sen mecnunsun dediler” deniyor.
Her mümin bilmelidir ki; ben Kur’an’ı yaşamaya başladığım zaman karşıma çıkacaklar ve ben büyük bir savaş vereceğim.
Peygamberlerin başına gelenler bugün cihat eden müminlerin başına gelecektir.
Sabırlı olup yola devam edilmelidir.
وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ
Va MAv YaETıHıM MıN RaSUvLin
“Ve onlara hiçbir resul biri ityan etmedi”
“Ye’ti” kelimesi müteaddidir. İfal babında vermek manasına gelir. “Bi” harfi ile getirmek anlamında olur.
“Resulün” denmemiş, “Min Resulin” denmiştir. Resulün, min resulin demektir. Birinci resul hazfedilmiştir. “Mâ”dan sonra gelen fiilin failine “Min” gelmesi kuraldır. “Mâ raeytu ehaden” dediğiniz zaman birisinden başka insanları görmüş olursunuz, “min ehadin” dendiği zaman hiç kimseyi görmedim anlamı çıkar.
İstihza edilmiyorsanız, o görevi görmüyorsunuz demektir.
Başka bir yorum ile; nekre kelime bir türse “resulen” dersiniz, birden fazla tür resul varsa “min resulin” dersiniz. Böylece hiçbir türü gelmedi, gelemedi demektir.
Resuller iki türdür, vahiy alan resuller vardır, vahiy almayan resuller vardır. Bugün vahiy almayan resuller mevcuttur. Dolaysıyla bugün gelenler de istihzaya alınmışlardır.
إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (11)
İlLAv KANUv BiHIy YaSTaHZiUvNa
“Onunla ancak istihza etmişlerdir.”
İstihza kelimesi ile masharaya alma kelimeleri arasındaki mana farkını bulmamız gerekir. Hazreti Muhammed Mekke’de, bizim zamanımızdaki Necmettin Erbakan gibi saygın birisi idi, onu masharaya almak zordu ama onunla istihza etmişlerdir.
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (10)
“Senden önce de resuller istihza olundu, onlardan sihr edenlere istihza ettikleri ile hayk oldu” denmektedir.
Sahr istihzayı da içermektedir, daha geniş manadadır. İstihza alay etmek demek değildir. İstihza ayrı, alay ayrıdır. HZR kelimesi HZY akrabadır. Sarsmak demektir, silkelemek demektir. Dalını koparmıyorsun ama sarsıyorsun, yemişleri düşürüyorsun. Çalışmasını ve genişlemesini önlemek demektir.
Akevler’i kurduk, kimseye bir zararımız yoktu ama bizim gelişmemizi önlediler!
“Adil Düzen” insanlığa zararlı değildi, yararlı şeyleri anlattık ama herkes karşı çıktı!
Resullere neden karşı çıkılmaktadır?
Yeni düzen onların öğretmesi ile oluşur. Öğrenme de eğitimden geçmeyi gerektirir. Eğitim de ancak sorunları çözmekle olur. Sorunları çözmek ancak sorunların olması ile mümkündür. Bunun için Allah bunları görevlendiriyor, karşı çıkanlar da zorluk çıkarıyorlar. Onların çıkardıkları zorlukları yenerek düzenimizi kurabiliriz.
Adil Düzen Çalışanları bunu çok iyi bilmelidirler.
Herhangi bir sıkıntı oluştuğu zaman onun Allah’ın izniyle olduğunu ve bizim de bu uyarı vesilesiyle eksiğimizi düzeltmemiz gerektiğini bilmemiz gerekir.
Bu anlayış o zorluğu çıkaranları haklı kılmaz. İki hak yoktur. Dolayısıyla onların iddiaları batıldır. Ancak o batılların başarıya ulaşması onların haklı olmasından değil, bizim hatamızdan ileri gelmektedir.
Diğer taraftan bir topluluğun oluşması örgütlenme şeklinde olur. Hangisi daha başarılı olursa o örgütlenmenin merkezinde yer alır. Şimdi faal halde bulunan üç merkezimiz vardır. Biri İzmir Akevler’dir. İkincisi İstanbul Akevler’dir. Üçüncüsü Medhal’dir. İki merkezin oluşması için de çalışmalar yapılmaktadır. Biri Üsküdar’da faaliyet gösterecektir. İstanbul Akevler ilk önce orada faaliyet göstermişti. Şimdi yeniden başlayacaktır. Ankara’da da kooperatif kurulmalıdır. Orada da hazırlık yapılmaktadır.
Diyelim ki beş merkezimiz var. Bunlar faaliyet gösterirken hayırda yarış içinde olacaklardır. Hangi çalışma başarılı olursa yarın bu sitelerin merkezi kooperatifi o olacaktır. Ancak bu başarı yarışında çalışmaların zorluk içinde olması gerekir.
“İstihza” demek, çevrenin çalışmalara çıkardığı zorluk demektir. Bunun böyle olması zorunludur. Bunu Allah yapmaktadır.
İkinci Kur’an uygarlığı çalışmalarını biz 1967’de İzmir’de kurduğumuz Akevler Kooperatifi ile başlamıştık. Yarım asır istihza içinde geçti. Ayrılanlar ayrıldı. Desteğini çekenler desteklerini çekti. Ne var ki Akevler yarım asırdır tüm saldırılara karşı varlığını sürdürmektedir. Şimdi hamleler içindedir. Akevler’de başarısızlık varsa, bunun bizdeki eksiklikten ileri geldiğini iyi bilmeliyiz. Akevler faaliyetini devam ettirenler, ikinci Akevler’i faaliyete geçirmek isteyenler bu hususu iyi bilsinler.
Birinci Akevler’i oluştururken, bugün olduğu gibi KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ yoktu. Şimdi bu seminerler hazırlanıp yapılıyor ve okunuyor. 500’den fazla takipçisi vardır. Ayrıca Akevler dışında tarikat ehli zikirlerinin yanında Kur’an’ı tedris etmeye başlamışlardır. Hazreti Muhammed Medine’ye gittiği zaman 150 kişi kadar idiler. Demek ki biz şimdi en az bine yakın insan Kur’an üzerinde çalışmaktayız. Kur’an’ın bin sene evvelki oluşumunu değil, bugün okuyoruz, bugün bize nazil olmuş kabul ediyoruz. Bu yalnız Türkiye’de değil dünyada başlamıştır. Hong Kong’daki çalışmaları bunun için destekliyoruz.
كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ (12)
Ka ÜAvLiKa NaSLuKuHuv FI QuLUvBi eLMuCRıMIyNa
“Böylece mücrimlerin kalplerine bunu sülük ettiririz.”
Yukarıda yaptığım açıklamaları çok açık şekilde burada beyan etmektedir. Yani olan olayların hiçbirisi kendiliğinden olmamaktadır. Allah onlara yaptırmaktadır.
Niçin yaptırmaktadır?
Bizim iyiliğimiz için yaptırmaktadır.
Akevler’den ayrılanlar yönetimin en yüksek seviyelerine yükseldiler. Birkaç kişi Akevler’de kalmıştır. Gelecekte Akevler’de başlayan İkinci Kur’an Medeniyeti insanlığa yayıldığı zaman bugün onlar unutulacak ama Akevler’de kalan üç-beş kişinin çalışmaları o zaman bütün dünyayı kaplayacaktır.
“Adil Düzen”den ayrılıp Sermaye ile işbirliği yapan Nur cemaati, Akevler haricinde organize olan Millî Görüşçüler şimdiden sarsılmaya başlamışlardır. Yüz sene sonra onların adları bile unutulacaktır. Ama “Adil Düzen” o gün dünyaya yayılmış olacak ve insanlık adalet içinde yaşayacaktır. Bu Akevler’e karşı yapılan istihza ile gerçekleşecektir.
Hâlen zaten faaliyette bulunan bu beş merkez bu hususları iyi belirlemeli, herhangi bir sapma yapmadan yollarına devam etmelidirler. Bu iki çalışmanın dışında benim bildiğim üç çalışma daha mevcuttur; Kırıkkale’de, Mardin’de ve Bursa’da. Bunlarla doğrudan ilişkide değiliz. Bizim bilmediğimiz böyle merkezi çalışmalar varsa, bizim www.akevler.org sitemizde çalışmalarını özetleyerek birbirimizden haberdar olalım.
Bu haber yukarıda bahsedilen kimseleri harekete geçirir ve bize engeller çıkarmaya başlarlar ama biz de onlarla cihat yaparak kendimizi geliştiririz.
Şimdi sömürü sermayesi basını bizi yokluğa mahkûm etmekte ve bizden bahsetmemektedir. Televizyonlar ve basın bize karşı kapalı tutulmaktadır. Ama bir gün gelecek ve artık yokluğa mahkûm edemeyeceğini anlayacak, bu sefer de saldırmaya başlayacak. İşte bu durum bizim zaferimiz olacaktır, çünkü bu saldırılarla artık bizim reklamımızı yapmış olacaklardır.
Biraz sonra bizi yenemeyeceklerini anladıkları zaman bize münafıkça gelecekler ve bizi içimizden çökertmeye çalışacaklardır.
AK Parti’nin ve Cemaat’in düştüğü durum budur.
Bu durumda biz ne yapacağız, bu münafıklara kapılarımızı kapatacak mıyız?
Hayır, Kur’an bunu reddediyor; ‘ben müslimim’ diyen kimseye ‘sen müslim değilsin’ deme. “ADİL DÜZEN” öyle bir düzendir ki o düzen içinde münafıklar da yaşarlar ama zarar veremezler. Burayı iyi öğrenmemiz ve olayları bu gözle yorumlamamız gerekmektedir.
كَذَلِكَ
Ka ÜAvLiKa
“Böylece”
Bunun gibi yani buna benzer şekilde istihza ettikleri gibi...
Burada “Ke” harfi gelmekle, her zaman bunların geçmişte olduğunun aynısı olmaz. Gelecekte başka biçimde zorluk çıkabilir. Birinci Kur’an çalışanlarında olduğu gibi ikincisinde de benzer zorluklar içinde kalacaklardır. Ancak bu benzerlik farklı olacaktır. Kur’an o gün o zorlukların çözümünü de sizlere öğretecektir.
Bu sebepledir ki KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİNE devam edeceksiniz...
Ama bizim yaptığımız yorumları öğrenme şeklinde değil, kendi seminerlerinizi kendiniz yaparak çalışmalarınız yürütülecektir. Bizim çalışmamız sadece size bir örnek olmalıdır. Kendi sorunlarınızın sonuçlarını ve çözümlerini kendiniz bulmalısınız. Bu sebepledir ki “zâlike” demeyip “kezâlike” denmiştir; “zâ” ile işaret etmiştir. Çünkü işaret edilen yakında Akevler’e, Nur cemaatine, Millî Görüşe yapılan istihzalara işaret edilmektedir.
Diğerleri de buna benzer olacaktır.
Ondan öncekiler de bunların tıpkısı değildir ama bunların benzeridir.
نَسْلُكُهُ
NaSLuKuHu
“Onu sülûk ederiz”
“Selik” sülüğün adıdır, yapışıp kan emer.
Bir yere sülük etmek demek o yerde insanları yerleştirmek demektir. Sülük edenler orada çalışır ve yaşarlar.
Resulleri istihza etmeyi onların beyinlerinde yerleştirdik. Onlar, resullerin dedikleri olursa onların gelirlerinin yok olacağını sanırlar.
Tek Tanrı fikri Mekke müşriklerini korkutmuştu. Çünkü Mekkeliler putlarla Arapları sömürüyorlardı. Tanrı tek olunca Mekkelilerin Arabistan’daki sömürüsü bitecekti. Oysa Mekke ondan sonra çok zengin oldu.
Bugün de Sermaye zannediyor ki şeriat düzeni gelirse onun zenginliği bitecek. Evet, sömürüsü bitecektir ama Sermaye daha çok iş yapacaktır. Gümrükler ve vizeler kalkacak, bu sayede mal, emek, sermaye ve bilgi insanlık içinde eşit olarak dağılacak, daha çok üretim olacak, daha çok mübadele olacak, dünya ticaretini sermayeleri ve bilgileri ile ellerinde tutanlar daha çok zengin olacaklar, daha çok reel kazanç temin edeceklerdir. Ama Allah onların kalbine aç kalacaksınız korkusunu verir ve resullerle istihza ederler, böylece müminleri hatalardan kurtarırlar ve yönetim daha ehil olan kimselerin eline geçer.
Zamir surenin başında zikredilen Kur’an’a gidebilir. Yahut istihza etmelerine gidebilir. Her iki mana da doğrudur.
Kur’an’ı mücrimlerin kalbine öyle yerleştirdik ki, ona iman etmezler anlamında olduğu gibi; biz onların kalbine istihza etmeyi yerleştirdik, onlar resule iman etmezler şeklinde de mana verilebilir. Zamir resule de gidebilir, Kur’an’a da gidebilir.
فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ (12)
FI QuLUvBi eLMuCRıMIyNa
“Mücrimlerin kalblerine.”
“Kalb” merkez demektir.
İnsanda iki kalb/merkez vardır.
Biri cevfdedir, bedendeki kanı dolaştırır.
Biri sadrda yani baştadır, bu da elektrikî devreleri çalıştırır.
İnsan beyni bir bilgisayardır. Bilgisayarda bir satır yazarsınız, bu satır tüm akışı ters çevirir. Sonunda kapıyı aç komutu eğer kapıyı aç olarak gelirse, kapa diye bir satır yazarsınız ve tam tersi çıkar. Allah onların beyninde yapılan muhakemelerinin son satırlarını ters çevirir şeklinde yazılır ve kendi çıkarlarını kendi aleyhlerine sanırlar.
Bugün herkes karşılığı olmayan doları kazanmak peşindedir. Oysa dolar basit bir kâğıttan ibarettir. Dolayısıyla herkes reel olan ürünlerin peşinde koşmalıdır. Mesela, benim çok elmam olsun demeli, benim çok ayakkabım olsun demeli yani reel olarak malım olmalı demelidir. Herkes mal üreterek zengin olma peşinde koşarsa bütün insanlık zenginleşir.
Şimdi herkes karşılığı olmayan dolar peşinde koşmakta, sömürü peşinde koşmakta, bundan dolayı üretim düşmekte ve herkes fakir olmaktadır. Bizzat dolar üreticileri de artık dolara kredi olarak yer bulamadıkları için savaş çıkarmaktadırlar.
Burada önemli olan şudur; “mücrimlerin beyinlerine” deniyor. Yani onlar istihza ediyorlar. Bu resullerin ve müminlerin lehinedir ama onlar da suçludurlar. Başka cürümleri var, suçları var, onun için Allah bu suçlarını da onlara işletiyor. Onlar zulmetmiyor, onlar zalimdirler. Buradaki dengenin kavranması biraz zor olmaktadır ama bizim beynimiz bundan daha fazlasını kavrayamamaktadır. Her şey sonunda hayırdır, şer görünenler de sonunda hayırdır. Ama şer görünenleri işleyenler suçludurlar ve cezalanacaklardır.
لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ (13)
LAv YuEMiNUvNa BiHIy Va QaD PaLaT SunNATu eLEvVaLIyNa
“Ona iman etmezler, evvelkilerin sünneti halet etmiştir.”
Bu cümle “neslükühü”deki “hü” zamirinin hâli olur. Yani biz Kur’an’ı mücrimlerin kalblerine öyle yerleştirdik ki, ona iman etmezler. Suçlu olanların ondan yararlanmalarına mani olduk. Yani onlar Kur’an’a iman etmemekle suçlu olmadılar, suçlu oldukları için Kur’an’a iman etmezler. Kâfir oldukları için kalbleri mühürlenmiştir, uyarılar fayda etmez.
Allah insan beynini öyle yaratmıştır ki kendisine gerekli olan şeyleri öğrensin ve ona göre hareket etsin, ona göre kendi isteğiyle iyi veya kötü olsun. Kendisini ilgilendirmeyen hususlarda ona bilgi vermemiştir.
Bir kâfiri düşünelim. O zaten Kur’an’a inanmamaktadır. Dolayısıyla Kur’an ona hiçbir şey vermeyecektir. O halde Kur’an ona da nazil olmuştur ama o onu reddetmektedir.
O halde Kur’an yalnız ona iman edenleri ilgilendiren bilgileri içerecektir. Müminlerin durumu söz konusudur. Kur’an’da müminlerin, kâfirlerin durumu hakkında bilgi edinmeleri kendilerini ilgilendirmediği için zordur.
Biz Allah’ın bize nasıl bir karşılık vereceğini öğrenmek ve ona göre hareket etmek durumundayız. Karşımızda olanların Allah’la olan durumları bizi ilgilendirmez. Allah ister ceza verir, ister affeder. Onların hesabını biz görmeyeceğiz, O görecektir. Bizim bilmemiz gereken, bize saldıranların saldırmaları Allah’ın izniyledir ve O’nun sünnetidir. O saldırılar bizim hatalarımızı düzeltmekte ve aramızdaki yarışı düzenlemektedir. Bu bakımdan onların hareketleri bizi ilgilendirir ama onların sonunda cehenneme gitmeleri veya affedilmeleri bizi ilgilendirmez. O hususta da Kur’an’da onun cevabını bulmamız zorlaşır.
Evet, Kur’an’da cehennem ehlinin halleri anlatılmaktadır. Bize de Kur’an’ı insanlığa duyurma görevi verilmiştir. Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi; bu insanlara da tebliğ yapılacaktır. İnanmadıklarını bizzat göreceklerdir. Burada bizim görevimiz sadece tebliğden ibarettir. Onların Kur’an tarafına geçmelerini beklemememiz gerekir. Bizi de ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren sadece tebliğdir.
Allah’ın bizi tebliğ ile görevlendirmesinin ikinci hikmeti; biz kimin kâfir olduğunu, kimin olmadığını bilemediğimiz için biz herkese tebliği ulaştırırız. Kâfir olmayanlar iman ederler, kâfir olanlar kendi küfürlerinde kalırlar.
Sosyalistler belki insanlığın geçmiş ve gelecek tüm zulümlerinde imansızlığın en büyüğünü yaptılar. Sermaye onlara bunları yaptırdı. Ama 70 sene sonra Erbakan ve Humeyni’nin çalışmaları ile onlara tebliğ ulaştı ve sonunda sosyalizmin zulmünü bıraktılar. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki, sosyalizm ile kapitalizm arasında küfürde ve zulümde fark yoktur. Biri işyerlerini tekeline almış, çalışmayanları aç bırakarak çalıştırmaktadır. Diğeri ise kimseyi aç bırakmamakta ama sopa ile insanları çalıştırmaktadır. Sonuçta sosyalizm ehveni şerdir, çünkü sopa altında da olsa yaşamak mümkündür ama aç olan yaşayamaz.
Sosyalizm kapitalizmden bir adım ileri safhadır ama Marksizm onu kapitalizmden daha kötü yapmıştır. Şöyle ki; Marksizmde sosyalizm kendisini iktidar etmez, kapitalizmi yıkarak kendisini iktidar eder; silahla, ihtilalle, kanla iktidar eder. Oysa sosyalistler zulümle ve baskı ile değil de iyilik içinde sosyalizmi oluştursalar, örnek olarak bir kooperatif kurduktan sonra isteyenleri oraya toplayıp sosyalizm yapsalar, daha kolay gelişecekler ve uzun ömürlü olacaklardır. Ama aksini yapınca ancak 70 yıllık ömürleri olmuştur.
“Halvet etmek” demek baş başa kalmak demektir.
Bunların bugün yaptıkları yeni bir şey değildir. Ama Allah’ın Hazreti Âdem’den beri uyguladığı sünnettir. Bunlar bu işi evrimin doğası gereği yapıyorlar. Onlar iyi insandır veya kötü insandır demiyoruz. Biz diyoruz ki; onların yaptıkları kötüdür, hedefleri kötüdür. Onların içinde de iyi insanlar vardır, bizim içimizde de kötü insanlar vardır. Onlarda iktidar kötülerin elinde, bizde ise iyilerin elindedir. Olay devam etmektedir.
Darwin’in seleksiyon kuralı vardır. Döllenmekle sağlam ve sakat varlıklar ortaya çıkarlar. Bunlar birbirleri ile yarışmaya başlar ve yarışı kazananlar sağlam nesil olarak varlıklarını sürdürürler. Bunlar sağlamlardır. Sonunda sakatlar elenirler. Evrim böyle olmaktadır. Benzer durum insanlar için de söz konusudur. Kötüler ile iyiler arasında sürekli yarış vardır. Yarışı daima iyiler kazanırlar. Bu yarışta uygarlaşma vardır. Canlılarda evrim vardır, insanlarda uygarlaşma vardır.
Yukarıda “evvelîn” kelimesi geçti. Evvellerin şiyei içinde resuller gönderdik. Burada da “evvellerin sünneti” olarak geçmektedir. Demek ki önce mevcut olanlar gruplara ayrılmakta ve bunlar arasında çatışma başlamaktadır. Çatışmanın sonunda iyiler kazanmakta, aralarında yarışarak kötülüğü ortadan kaldırmakta ve böylece uygarlıkta bir adım atılmaktadır.
لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ
LAv YuEMiNUvNa BiHIy
“Ona iman etmeyecekler”
Geçmişteki insanlardan bahsetmemektedir, fiili muzari sigasıyla gelecekten bahsetmektedir.
Demek ki bugün iki zümre vardır; yöneticiler ve bürokratlar, sermaye ve taşeronlar.
Bunların ortaklaşa kurdukları faizli sömürü mekanizması vardır.
Bir sürü bürokratik engeller vardır.
Önce şunu belirtmeliyim ki düzen bunun üzerine kurulmuştur. Buradaki insanlar suçlu değildir, suçlu olan bu düzendir. Bu bir çarktır. Bu düzeni bugün durdurmamız mümkün değildir. HDP doğudaki olaylara karşı çıkıyor ve orduya diyor ki; dur. Doğrudur. Durması gerekir. Çünkü orada ölenler suçlu değiller, düzen onları oraya sürüklemiştir. Ama ordu durduğu zaman eşkıya önce Diyarbakır’a, sonra Ankara’ya gelecek, seni beni kesecek ve kalanları Sermaye’ye teslim edecektir. O halde ordu bu savaşı yapmak ve kazanmak zorundadır. Sermaye için de aynı şekilde zorunludur. Sermaye kendi sömürüsünü sürdürmezse, faizli iş yapmazsa, tüm ekonomi felce uğrar, tüm insanlık açlıktan ölür.
O halde olan olaylar kişilerin kötülüğünden ileri gelmemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Sermaye Esed’i Suriye’nin başına getirmiş, ona Sünnileri ez demiş, o da onu yapmış. O yapmasaydı başka Esed gelecekti ve o yapacaktı. Şimdi de oğlu oturuyor, ona da benzer hareketi yaptırıyor. Beşar’ın yapacağı bir şey yok. Biz Beşar’la değil, Sermaye ile değil, zalim düzenle uğraşmalıyız, çünkü suçlu olan düzendir.
Zalim düzen de birden değişmez, ancak semt kooperatifleriyle, yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlarıyla değişir.
Herkes görevini yapıyor. Sermaye zulmediyor. Yöneticiler zulmediyor.
Neden?
“Adil Düzen” gelsin diye. Düzen değişecek ve Kur’an düzeni ile Allah’ın nuru gelecek. Hepsinin hazırlığı onadır. Bunu Kur’an söylüyor ama bugün müsbet ilim, ekonomi ve sosyoloji ilimleri de Kur’an’ın bu söylediğini onaylıyorlar.
وَقَدْ خَلَتْ
Va QaD PaLaT
“Ve huluv etti”
“Haliy” boş arı kovanıdır.
خلو boşaltmak anlamındadır. Zamanda boşaltmak gelip geçmek demektir. إِلى ile başbaşa kalmak, ل ile ona ait olmak (sadece onunla baş başa kalmak) anlamındadır. Tefil babında boş bırakmak, tefeul babında boş olmak anlamındadır. Burada gelip geçme anlamındadır. Yani eskilerde böyle oldu, bu şekilde buraları doldurdular, şimdi boşalttılar, şimdi siz doldurdunuz. Geçmişte olanın benzeri de şimdi olacaktır. Mücrimler inanmayacaklar ve cezalarını çekeceklerdir.
Kişiler kendi ömürlerini doldurup geldikleri gibi giderler. Aynı şekilde topluluklar da kendi ömürlerini doldurup geldikleri gibi giderler. Kişilerde bedeni gelişme yoktur. Hazreti Âdem nasıl yaratılmışsa, biz de aynı kromozomları ve genleri taşıyoruz. Beynimizin bilgisayarı eski modeldir. Yenilenmemektedir. Ama program hep değişmektedir. Her nesil beynindeki bilgisayarı yeniden ayarlamaktadır ve çocuklarına intikal ettirmektedir. Böylece çocuklar babalarından daha bilgili olmaktadırlar. Topluluk da uygarlaşarak daha ileri topluluk haline gelmektedir. Gerek ekonomik yapısı gerekse sosyal yapısı değişmekte ve gelişmektedir. Bu değişme karşılıklı çatışma sonunda ortaya çıkmaktadır.
Doğu ve Batı uygarlıkları birbirleri ile çatışma içinde yarışarak daha ileri topluluklar oluşturmaktadırlar.
Mezopotamya-Mısır, Mısır-İbrani, İbrani-Grek, Grek-Hıristiyanlık, Hıristiyanlık-Roma, Roma-İslâm, İslâm-Avrupa art arda böylece medeniyetler çatışmış, doğu medeniyetleri hukukta, batı medeniyetleri teknikte ileri gitmişler ve bugüne gelinmiştir. İkinci Kur’an uygarlığı ile Avrupa uygarlığı şimdi çatışmaya başlamıştır. Kuvvet uygarlığı çökmekte, Hak uygarlığı yükselmektedir.
Sermaye bunu bilmediği için hâlâ direnmektedir.
سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ (13)
SunNaTu eLEvVaLIyNa
“Evvelkilerin sünneti.”
Yeryüzünde İran’da Büyük Sasani İmparatorluğu vardı. İstanbul’da da Büyük Bizans İmparatorluğu vardı. Kur’an nazil oldu ve Sasani İmparatorluğu ortadan kalktı. Bizans İmparatorluğu 1500 yılına kadar gerileyerek yaşadı. Sonunda Bizans İmparatorluğu çöktü. Papalık da etkisini kaybetti. İslâmiyet hâkim oldu. Güneyden Cebelitarık’a, doğudan Viyana’ya kadar Müslümanlar geldi. Sonra Kur’an uygarlığı geri çekilmeye başladı. Sakarya’ya kadar çekildik.
Şimdi ilerleme sırası bizdedir. Batı bizi sanayi ile yendi, ne var ki şimdi biz de sanayiyi öğrendik. Şimdi biz de onları sanayi ile değil, savaşlarla değil, hukukla yeneceğiz, “Adil Düzen”le yeneceğiz. Bunlar sünnetullahtır.
Yenilecek olanlar Hıristiyanlar değildir; aksine, Hıristiyanlar da bizim yanımızda olacaklar, Budistler de bizim yanımızda olacaklar, Hindular da bizim yanımızda olacaklardır. Yenilecek olan ateist Sermaye olacaktır.
وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا مِنَ السَّمَاءِ فَظَلُّوا فِيهِ يَعْرُجُونَ (14)
Va LaV FaTAXNAv GaLaYHiM BAvBan MiNa elSaMAvEi Fa JalLUv FIyHiy YaGRuCUvNa
“Ve semadan onlara bir bâb fethedecek olsak, onun içinde uruc eder olsalar.”
Evet, onlara semadan bir kapı açılsa ve oraya çıksalar yine gerçekleri görmez ve hakka inanmazlar.
Burada ikinci cümle ikinci ayete bırakılmıştır. Her biri ayrı ayet olduğu için böyle yapılmıştır. Beş müştak kelime vardır, ikisi isim, üçü fiildir. İsimlerden biri marife biri nekredir. Fiillerden ikisi tam biri nakıs fiildir. Harflerden ikisi atıf harfidir, üçü cer harfidir. Sonunda;
[(1+1)+(2+1)] + [(2)+(3) ]=10
İkinci ayet de iki fiil üç isim olmak üzere beş müştak (kalu, sukkiret, ebsaruna, kavmun, mashurun) vardır. İsimlerin biri marife ikisi nekredir. Muştak olmayanlardan üçü harftir ikisi zamirdir. (Le, İnne, Bel, nahnu ve ma) yani onların bölüşümü de aynıdır.
[(1+1)+(2+1)] + [(1+1)+(2+1) ]=10
Semadan bir bâb/kapı açsak denmektedir. Yaşadığımız yer arzdır. Güneş’ten 108 defa daha küçük yarıçapındadır. Güneş’ten ışık sekiz dakikada gelir. Güneş alanından ışık bir senede gelir, en yakın yıldızdan dört senede ışık gelebilmektedir. Galaksinin çapı 100 000 ışık yılıdır. En yakın galaksi 1 milyon ışık yılı mesafededir. Kâinatın çapı 13,7 milyar ışık yılıdır. Bizim atmosferimiz bile semadır. Buradan bir kapı açılacaktır. Bu üç boyutlu uzayımızın büyüklüğüdür. Dört ve beş boyutlu uzay içinde kâinatımız küçücüktür. Bunun dışında bir de batıni uzay vardır, melekler orada yaşarlar.
Bunlardan birinin kapısı açılsa da Kur’an’ın hazırlandığı yere gitseler ve orada Kur’an’ın melekler tarafından Arapçaya nasıl tercüme edildiğini görseler yine de onlar inanmazlar diyor, Allah.
Nitekim yirminci yüzyılın müsbet ilimleri Kur’an’ın ve diğer ilâhi kitapların söylediklerini onayladığı halde, onlar hâlâ küfürlerine ısrarla devam ediyorlar. Onlar ile ilâhi kitaplar arasında açık bir çatışma vardı. Onlar kâinatın ebedi olduğunu, zaman ve mekânın yaratılmadığını söylüyorlardı. Oysa kâinatın sonradan yaratıldığı, başlangıcı olduğu ve sonunun olacağını söylüyorlardı.
Bu temel tartışma filozoflar ile kelamcılar arasında sürüp gitmiştir.
Bu tartışma yirminci yüzyılda kelamcıların zaferi ile sona ermiştir. Kâinatın büyüdüğü tesbit edilmekle her gün var oluş içinde olduğu ortaya çıkmıştır. İş bununla bitmemiş, uzayın her tarafından gelen ışığın analizi ile o ışığın ne zaman ortaya çıktığı belirlenmiş ve ışık hızıyla bize geldiği zaman çarpılınca çap ortaya çıkmaktadır.
Başka bir tartışma da kâinatın kuantumlardan mı yoksa suret ve heyuladan mı oluştuğu hususudur. Yine yirminci yüzyıl parçalanmaz en küçük parçaları bularak değil, dalga fonksiyonlarının çözümünde enerjinin zaman içindeki oluşumunun sürekli değil, parça parça olduğu tesbit edilmiştir. Böylece bu konu da Kelamcıların kesin galibiyetiyle sonuçlanmıştır.
Allah âlemlerin rabbidir; birden en son şeklini vermez, zamanla olgunlaştırır. Bu da gerek kâinatın yaratılışında, gerekse canlıların oluşmasında kesin olarak ispatlanmış olmaktadır. İnsanın bir anne babadan geldiği de biyolojik verilerle ispatlanmıştır.
Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçekler bir bir ortaya çıkmıştır. İsrail oğullarının en yüksek seviyeye ulaşacakları bildirilmiş ve gerçekleşmiştir. Gayr-i meşru öğretilerine devam ediyorlar. Müminler de hâlâ Kur’an’ın haber verdiklerinde şüphe etmektedirler.
Evet, mağlup olacaklar ve cehennemde haşr olacaklardır.
Bunu biz söylemiyoruz, Allah kendi kitabında söylüyor.
İster zalimler, ister kapitalistler, ister sömürenler olsun, mevcut zalim sömürü düzenini sürdürenler ve “Adil Düzen”e cephe alanlar, onların hepsi mağlup olacaklardır.
وَلَوْ
Va LaV
“Velev”
Buradaki “vav” atıf vavı olamayıp “velev” ikisi birden bir harftir.
Bu cümleler “lâ yü’minûn”u izah etmektedir. O halde cümle isim cümlesi olmadığı halde hâl cümlesidir. Bu sebepledir ki kelime sayısında “velev” bir kelime sayılmıştır. “Lev kânû ya’lemûn” dendiği zaman bir bilselerdi olurdu. Oysa burada şart sigası ile getirilmiştir. Sadece mazi için söylenmiş bir söz değildir. Yani geçmişleri hikâye etmektedir. Bundan sonrakilere de bu söz şamildir. Bunlara da kapıyı açsaydık denmektedir.
فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ
FaTAXNAv GaLaYHiM
“Onların üzerinde fethetseydik”
Buradaki zamir evvelkilere gidebilir. O zaman bugünkülere iktiza ile delalet eder. Mademki Allah’ın sünnetidir, onlar inanmadığı gibi bunlar da inanmazlar demektir. Zamir iman etmeyenlere de gidebilir. O zaman mazi sigası ile söylenmiş ama geniş zaman kastedilmiş olur. Sonuç değişmez. İster ibare ile ister iktiza ile işaret etsin, bugünkü Sermaye’yi de içine almaktadır.
Semanın kapısı nasıl fethedilecektir?
Yeryüzü cisimleri çekmektedir. Bu sebeple yerden ayrılmamız için bu çekme kuvvetini yenecek bir güce sahip olmak gerekir. Uzay mekikleri ile semanın kapısı açılmıştır. Burada “lehüm” denmeyip “aleyhim” denmektedir. Kapı içeriden içeriye doğru açılıyorsa lehe açılmadır. Dışarıya doğru dışarıdan açılıyorsa bu da aleyhe açılmadır. Burada dışarıdan semaya doğru kapı açılıyor. Böylece yerde olanlar da fırsat bulup semaya gidiyorlar.
بَابًا مِنَ السَّمَاءِ
BAvBan MiNa elSaMAvEi
“Semadan bir bâb”
“Bâb” kapı demektir. İki alan çevre ile ayrılır. İçerisinde olanlar dışarıya, dışarıda olanlar içeriye giremezler. Sema ile arz da böyle ayrılmıştır. Biz semaya gidemiyoruz, semadakiler bize gelemiyor. Bu iki alan, içerisi ile dışarısı birbirine bir geçişle müsaitse, biz istediğimiz zaman geçeriz. İstediğimiz zaman kapatırız. Buna “bâb” denir. İçerdekine “beyt” denir. “T” tepe anlamındadır. Hedefi de ifade eder. “Beyt” varılmak istenen yer demektir, me’va demektir. “B” de kapıdır.
“İle’s-semai” olması gerekirken “mine’s-semai” denmektedir.
Semadan bir kapı açılırsa yani orada olanlar bizi buyur ederlerse demektir. Bizim füze yapmamız değil de, gökte olanlar bize kapı açsalar, buyur deseler. Allah kendisine doğru kapıyı açsa ve bizi davet etse, biz de ona doğru uruc etsek. Sömürü düzeni yine bundan uyanmaz, gözlerimiz buğulandı, büyülendik derler. Çünkü onlar suçludurlar, suçlu oldukları için de Allah onların kalplerini o şekilde düşünecek şekilde ayarladı. Bu bizim için hayırdır. Bu sayede ders alıp kendimizi düzeltiriz, içimizde kim nereye layık ise o orada oturur.
فَظَلُّوا
Fa JalLUv
“Zıllettiler”
“Zille” gölge demektir. “Zallû” demek gölgelendiler veya gölge oldular demektir. “Kâne, Sâra, Kâde” gibi yardımcı fiillerdir. “Bâte” gece sabaha kadar iş yapma demektir. “Zalal” de gündüz akşama kadar iş yapma demektir.
“Fa ya’rucûn” demeyip “fa zallû ya’rucûn” demesi, sürekli aydınlık olan gecenin olmadığı yere çıksalar demektir. Böylece uzayın devamlı aydınlık olduğu, gecenin sadece yeryüzünde aydınlık yüzünü oraya çevirdiği anlamına gelir.
Gölge karanlık demek değil, tam tersine aydınlık demektir. Ama Güneş’in doğrudan gelmediği alan demektir. Her cisim kendi ışınını kendisi çevreye yaymaya başlar.
فِيهِ يَعْرُجُونَ (14)
FIyHiy YaGRuCUvNa
“Oraya uruc etsinler.”
Buradaki zamir göğe gitmemektedir, çünkü gök müennestir; zamir bâba gitmektedir. Bâbın içinde uruc etseler deniyor. O halde bâb demek sadece bir sınır değildir, tünelin tamamı da bâbdır. Bir damar da bâbdır. Bir yerden diğer yere giderken yol başka bir yere açılmıyorsa, o bâbdır. Semaya uruc ederken gidilen yol bâbdır.
Burada semaya uruc hakiki manada alınabilir. Yahut semadan maksat yukarılar demektir. Allah’ın alâ sıfatı gibi mekânda yükseklik değil de makamda yükseklik ifade ettiği gibi, semada Allah’a doğru alınan yol olsa, Allah onlarla görüşse ve onlara doğrudan hitap etse demektir. Yol içinde olma da, saha içinde olma da, uzay içinde olma da “Fî” ile ifade edilir.
Biz “yol üzerinde” deriz. Araplar “yol içinde” derler.
İşte, diller arasında böyle kavram farklılıkları vardır. O sebepledir ki hiçbir dil başka bir dile tam olarak tercüme edilemez.
لَقَالُوا إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ (15)
La QAvLUv inNaMa SükKiRaT EaBÖARuNAv BaL NaXNu QAVMun MaSPUuRUvNa
“Basarlarımız teskir edildi, evet biz meshur kavmiz derler.”
Semaya yükselme ora hakkında ilim sahibi olma demektir. Nitekim bugün Batı dünyası müsbet ilimler sayesinde semanın en derin yerlerine kadar ulaşmışlardır. Bugün artık kâinatın sağını solunu bilmekteyiz. Çok açık ve net olarak kâinatın bilinçli, hesaplı, kitaplı bir şekilde var edildiği biliniyor.
Bugün elimizde yüze yakın atom vardır. Bu atomların özellikleri öyle ayarlanmıştır ki bizim hayatımız mümkün olmaktadır. Bir makinenin parçaları nasıl birbirine uyarsa, onun gibi atomların özellikleri de bizim hayatı imkân dâhilinde kılacak şekilde var edilmiştir. Her bir atomun özelliği bizim hayatı imkân dâhiline sokar. Bu yazdığım bilgisayarda, Allah atomları bu bilgisayarı yapacak şekilde var ettiği için yazabiliyorum. Nasıl Amerika’yı keşfeden Kristof Amerika’yı var etmedi, zaten vardı, o oraya ulaştı ise; bilgisayarımızın taşları dağınık olarak zaten vardı. Biz onları toplayıp bir araya getirdik ve bilgisayar oldu. Allah o parçacıklara istenen özellikleri vermeseydi biz bilgisayarı nasıl yapacaktık?
Bugünkü uygarlığımızı petrole borçluyuz. Allah petrolü yerlere depo edip yirminci yüzyılda bize onu bulmamızı ve kullanmamızı takdir etmeseydi, motoru nasıl yapacaktık? Bugün petrol rezervleri bitmektedir ama hidrojen yakıt olarak kullanılabilmektedir. Uzaya atılan araçlar hidrojenle çalışmaktadır.
Bugünkü uygarlık Amerika’nın keşfi ile başladı. Batılılar orada bol altın buldular. Onlar altını para olarak kullanmıyorlardı. Bu sayede zengin olan Batı dünyasının Yahudileri insanlığa uygarlığı hediye ettiler. Demek ki Amerika kıtası uygarlaşmanın sağlanması için var edilmiştir. Yeryüzünde hiçbir şey gereksiz ve gayesiz değildir. Kuşların kutuplar arası seyahati, balıkların kıtalar arası seyahati rastlantı olabilir mi?
İşte, durum bu kadar açık iken ve bunlar Kur’an’da mezkûr iken, insanlar hâlâ karşılığı olmayan doların peşinde koşmaktadırlar!
Her Adil Düzen Çalışanı kendisini ancak Kur’an’ın hadimi olmakla kurtarabilir.
Bediüzzaman şakirtlerine bunu öğretti. Şimdi dünya çapında etkin bir kuruluş oldu. Süleyman Tunahan Arapçayı tedris ederek Kur’an’ın bugün anlaşılmasına hazırlık yaptı.
Akevler ve Millî Görüş, Kur’an sayesinde zelil durumdan aziz duruma geçtiler.
“Ondan başka tutunacak dal bulamazsın” diyor, Allah.
لَقَالُوا
La QAvLUv
“Kavl ederler”
Kendi kendilerine derler. Birbirlerine derler.
Yirminci yüzyılda ihtimaliyat hesabı olaylara uygulandı. Bir iddianın doğruluğu deneylerle sabit olur. % 95 yani yirmide 19 olayı doğruluyorsa, biz onu doğru kabul eder ilmi kanun içine koyarız.
Yine yirminci yüzyılda şu sonuç elde edildi ki, hiçbir zaman biz bir şeyi yüzde yüz bilmeyiz. Fizikte matematiksel olarak ispatlandı ve deneylerle doğrulandı.
Kur’an’ın Allah sözü olduğunu biz birçok delillerle ve ihtimaliyat içinde kesin derecede ispatlamış olmaktayız. Ona rağmen insanlık hâlâ Kur’an düşmanlığına devam etmektedir yahut Kur’an’ı ihmal etmektedir.
Kur’an’la savaşmak demek Tanrı ile savaşmak demektir. Buna nasıl cesaret ettiklerine şaşmamak mümkün değildir. Ama Allah onlara öyle akıl verdi. Çünkü onlar mücrimlerdir.
Bizim semt kooperatifleri kurmamız, yüz lojmanlı apartmanlar yapmamız, yüz villalı ahşap dinlenme evleri yapmamız ve oralarda insanların özgürce kâfir veya mümin olmalarına imkân vermemiz için onların gözlerini teskir etmiştir.
إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا
SükKiRaT EaBÖARuNAv
“Basarlarımız teskir edildi”
‘Gözlerim bağlandı, göremez oldum’ deriz.
Evet, gözlerin sarhoş olması ne demektir, görüşlerin dengesini kaybetmesi ne demektir? Sarhoşluk ne demektir?
Alkolün beyne etkisi ile sinir sistemindeki devreler uyuşur ve çalışmaz. Devreler düzgün görüntüler vermez. Makul düşünme ortadan kalkar. Buna sükriyet denmektedir
“Basar” görmek demektir. Ama beyinde görmek demektir Gözle bakarsınız. Bir resim çizilmiştir. Gözünüze gelen ışık orasını göstermez ama beyin onu kendisi tamamlar. İşte, beyindeki o eksik yerlerin tamamlanmış şeklini idrak etmek basardır.
Basarımızın devreleri bozuldu ve biz gerçekleri göremiyoruz. Hayaller görünüyor. Rüya gibi bir şey derler.
بَلْ نَحْنُ
BaL NaXNu
“Evet, biz”
“Bel” daha önce söyleneni inkâr veya tasdik etmeksizin doğrusunu söylemektir. Biz büyülendik. Büyülenme göze farklı görünmedir. Yarı şeffaf camın arkasında bir adam dursa, aynanın karşısında da başka bir adam dursa, bakan ikisini bir arada görür. Buna göz bağcılığı denir, bizim gözümüzü bağladı derler.
قَوْمٌ مَسْحُورُونَ (15)
QaVMun MaSPuRUvNa
“Mashur kavmiz.”
Biz büyülenmiş bir kavmiz.
Bu ayetler bize şunu söylemektedir. Bugün cereyan eden tüm olaylar hep Bizim takdirimizle olmaktadır, bilgimiz altında olmaktadır. Biz Kur’an nurunu tamamlayacağız. Kur’an’ın nuru tüm insanlara ulaşacak ve herkes isterse ondan yararlanacaktır.
BİN DİL ÜNİVERSİTESİ kurulacak, her dilde Kur’an yorumlanacaktır.
Biz Kur’an’ı Türkçe yorumluyoruz, çünkü Kur’an her dilde yorumlanacaktır.