HİCR SÛRESİ - 2. Hafta
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (9)
EinNAv NaXNu NazZaLNav eLÜiKRa Va EinNAv LaHUv LaXAvFıJUvNa
“Zikri biz tenzil ettik, onu hıfzedenler biziz.”
“Ey zikrin kendisine inzal ettiği kimse, sen meczupsun” demişlerdi.
Yeryüzüne hâkim olan bir düşünce vardır. Bu düşünce kuvvetin hâkim olduğu, bunun değişmeyeceği hususudur. Sermaye ile siyaset arasında çatışma vardır.
Sermayenin en çok rahatsız olduğu kişi Gorbaçov olmuştur, sermayenin rejimler arası kurduğu dengeyi o bozmuştur. Putin onun yolunu izlemektedir.
Sermayenin ikinci hoşlanmadığı kimse Erdoğan’dır, sermaye onun yüzünden Müslümanları terörist olarak organize edemiyor.
Sermayenin üçüncü hoşlanmadığı kimse Obama’dır, çünkü ABD’deki çatışmayı sona erdirdi, ABD halkına tek ulus olduklarını gösterdi. Aslında ne din ne ırk çatışması vardı, bunun sermayenin suni olarak oluşturduğu bir olay olduğunu gösterdi.
Dünya mantığı hâlâ ya devletçi ya da sermayecidir. Hakkı üstün tutan düzeni henüz konu bile yapamıyor. Kim yapacak bunu? Bir yazar var. Kooperatifleri savunuyor. İnsanlar parça parça bazı gerçekleri görüyor, kapitalizme ve sosyalizme yama olarak kullanıyorlar. Sistem de onu kabul etmediği için reddediyor. Hakkı üstün tutan sistemi insanlar henüz düşünmüyor ve/ya düşünemiyorlar.
“Adil Düzen”e baştan katılıp sonra yan çizen Milli Görüşçüler ve Gülen cemaati mensupları bizi mecnun kabul ediyor, ‘söylediğiniz doğrudur ama uygulanamaz’ diyorlar; ‘bu kadar büyük dev güçler o düzenin gelmesine izin verirler mi’ diyorlar? Ak Partililerin ve Nur cemaatine mensup olan arkadaşların görüşleri budur. Bize resmen mecnun demiyorlar ama bizi saf, zavallı, düşünemiyor kabul ediyorlar. Bize sevgileri ve saygıları var ama görüşlerimizi akılsızca buluyorlar.
Kur’an onlara cevap veriyor: ZİKRİ BİZ İNDİRDİK, BİZ ONUN MUHAFIZIYIZ.
Bunun iki anlamı vardır.
Biri şudur: Bu ne Erbakan’ın işidir, ne de Karagülle’nin işidir. Bunlar benim işimdir. Kur’an’ı yanlış anlasalar bile, onları yanlış anlayışlarında başarıya ulaştırmayız. Dolayısıyla size verilen emir onları dinlemeniz değildir. Sizden istenen sadece onlar gibi, Akevler gibi, Bediüzzaman gibi Kur’an’la ilgilenin, onların anladığı gibi anlamaya çalışın. Hata ederiz, yanlış yaparız diye korkmayın. Yanlış anlayışınızı biz düzeltiriz.
İkinci anlamı da şudur: “Adil Düzen”in üçüncü binyılın uygarlığını getirmesi bizim takdirimizdir. Kur’an’ın bu işi başarması bizim işimizdir. Onlar gitse de, onlar olmasa da bu gerçekleşecektir, Kur’an düzeni gelecektir. Birçok dostlarımız vardır; onlar bizi severler ama Kur’an’ı yanlış anlarız ve bozarız diye korkuyor, bundan dolayı bizim söylediklerimize karşı temkinli davranıyorlar. Kur’an onlara hitap edip diyor ki; siz kendi anlayışınıza göre Kur’an’ı uygulayın, biz sizin Kur’an düzenini bozmanıza imkân vermeyiz.
Yine Kur’an sermayeye cevap veriyor: Bu iş Akevler’in işi değildir, bu iş Millî Görüşün işi değildir; bu iş Allah’ın işidir. Akevler irtidat etse, Millî Görüş irtidat etse (nitekim bazıları etmiştir) bu iş yine gerçekleşecektir. Çünkü onu Biz indirdik, Biz koruyoruz...
إِنَّا
EinNAv
“Biz”
“Beyn” topraktaki yarık demektir. Dudaklar arasına benzemektedir. Y çukur kısmıdır, B bir yakadır, N de öbür yakadır. Düz yere “Hevn” denmektedir. B yerine H gelmiştir. Görünmeyen kimse demektir. “Kevn” ise tepe anlamındadır. K yerine T de gelmektedir. İkisi de dağ veya tepe demektir. Kırgızlar dağ yerine “too” kullanırlar. Fransızcada “tet” baş demektir. Türkçede “tepe” de baş demektir. Zamirler ve harficerler, ben, sen, o hep bunlardan türemiştir.
“Ene”deki “E” “V”den dönüşmüştür. Türkçedeki “ile” “bile” demektir. Artvin’de “olaki” yerine “bolaki” kelimesini kullanırlar. “Ben”de “b” düşmüş, “en” olmuştur. Sonunda üstün yapılmış ama yazılırken elifle yazılmıştır. Fiil-i muzaride de “bensuru” olacağına “b” düşmüş “ensuru” olmuştur.
Biz manasında olan “na”daki elif ikili anlamındaki elifin yerine geçmiştir, iki ben anlamındadır. Sonra çoğul için de kullanılır olmuştur.
“İnne” kelimesi de “Kâne”den oluşmuştur, aslı olan “kevne”de “k” düşmüş “evne” olmuş, “v” “n”ye dönüşmüş, “enne” olmuştur. Olmak anlamındadır. Dağı oluş olarak değerlendirmişler. “enna” “elna”nın dönüşmüş şekli olabilir. “İnne” kelimesi, karşı taraf yanlış biliyor, onu düzeltmek için bir cümle söylüyorsan o cümlenin başına getirilir. Sen yanlış düşünüyorsun, öyle değil böyledir. Kur’an yalnız Hazreti Muhammed’e inen bir kitap değildir. Bir tarafından tüm insanlara ayrı ayrı hitap ettiği gibi bütün insanlığa, kavimlere, şa’blara, kabilelere ve aşiretlere de ayrı ayrı hitap eder.
Allah kendisinden bahsederken “ben” veya “biz” der. “Ben” dediği zaman başka varlıkları görevli kılmadan yaptığı işler için kullanır. “Biz” derken de başka varlıkları görevlendirerek onların aracılığı ile bir şey yaparsa o zaman da “biz” olarak kendisinden bahseder. Kur’an melekler vasıtasıyla inmiştir. Hazreti Muhammed Cebrail’den duymuştur. Sahabeler yazdılar. Sonra halifeler zamanında toplandı ve kıraat olundu. İlk uygulamayı son nebi yaptı.
Nesilden nesile intikal etti. Bugünkü hale gelindi. Şimdi ben okuyor ve anladıklarımı yazıyorum. Siz de yazılarımı okuyor ve anladıklarınızı anlıyorsunuz. Asıl göreviniz beni dinledikten sonra Kur’an üzerinde sizin kendinizin düşünmesidir. İşte o zaman size gelen mânâ size gelen zikirdir, Allah doğrudan size hitap etmiş size gerekenleri söylemiştir. Bu sebepledir ki “innî” denmemiş de “innâ” denmiştir.
Allah kendisini zikrederken “O” der “Allah” der. Böylece Kur’an’ın tüm akışı içinde hem kendi adından bahseder hem de o veya Allah diyerek başkasından söz ediyor şeklinde ifadeler kullanır. Sadece “ben” ve “biz” deseydi, Kur’an Hazreti Muhammed’in sözü olurdu. Sadece “o” deseydi o zaman Kur’an Hazreti Muhammed’in eseri olurdu. Oysa Kur’an’da “Allah böyle yaptı, biz böyle yaparız” şeklindeki ifadelerle Allah bu Kur’an benim kitabımdır ben de Allah’ım demiş olur.
Burada zikri inzalinden bahsederek “biz” demektedir.
نَحْنُ
NaXNu
“Biz”
“Na” zamirdir. Ben, sen, o. “Nahnu”yu da zamir kabul ediyorlar. Oysa zamirlerin başına “iyya” gelmektedir. Oysa “nahnu”nun başına “iyya” gelmemektedir. “Nahnu”ya harficer dâhil olmamaktadır. “Nahnu” meful olmamaktadır, izafete girmemektedir. “Nahnu” zamir değil mebni bir isimdir. Mebnidir, çünkü yalnız fail veya mübteda olabilir. Haber olabilir mi, “er-rical nahnu” denebilir mi; dense, mübtedanın haberi olabilir mi?
İki “nun” gelmiştir. Çoğulu ifade eder.
Çincede çoğul edatı yoktur. Kelimeyi tekrar ederler, evler yerine ev ev derler. Araya X harfi girmiştir. “Ha” hareketi, hayatı remzeder.
Burada “nahnu” “inna”nın bedelidir. Yahut tekididir.
“Ahmet geldi, Ahmet” dediğiniz zaman Ahmet’ten başkası değil Ahmet geldi demiş olursunuz. Kur’an’ı da tenzil eden Allah’tır. Onun manasını bize ilham eden Allah’tır. Bizi var eden bize bir kitap göndermiş.
“Nahnu” ile Allah Kur’an’ı tenzil edenin kendisi olduğu hususunu tekrar tekrar beyan etmektedir.
Yirminci yüzyıl Kur’an’ın ilâhi söz olmadığı hususundaki iddianın hâkim olduğu bir dönemdir. Sermaye önce bütün dinleri bir kefeye koydu ve hepsine saygı gösterilmesi gerektiğini ileri sürdü, sonra hepsinin safsata olduğu varsayımına gitti. Görüşleri dünyaya tam hâkim olacakken, İzmir’de Akevler’de başlayan hareket vardı. Bu faaliyete o zamanın tanınmış profesörü olan Necmettin Erbakan katıldı. Risalelerin yazarı olan Bediüzzaman’ı izleyen Fethullah Gülen katıldı. Gülen dinde, Erbakan siyasette büyük hamle yaparak insanlığa Kur’an’ı tanıtmaya başladılar. Bu hamle bugün de devam ediyor...
Gelecek üçüncü binyıl uygarlığına yine Kur’an hâkim olacaktır. “Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası” insanlığı yeni uygarlığa götürecektir. Kur’an üzerinde çalışmalar yapılarak hazırladığımız metnin yanlışları düzeltilecek, eksiklikleri giderilecektir.
Zikri indiren onu indirmeye ve korumaya devam edecektir.
نَزَّلْنَا
NazZaLNav
“Tenzil ettik”
“Nezle” yolcuların konakladıkları yerlerdir. İlk yerleşik uygarlık böyle başlamıştır. Göçebe hâlinde yaşayan insanlar durmadan yer değiştirme durumunda idiler. Bu yolculuk esnasında gerek kendilerine gerekse hayvanlarına su verebilmek için pınarların bulunduğu yerlerde konaklarlardı. Kuyu açmayı öğrendikten sonra da kuyularını açtılar. Kulübeler yaptılar. Yolculara malları satmak isteyenler oranın sahibi oldular.
İşte buralara “menzil” denmektedir. Türkçe “konak” olarak ifade edilir, “han” kelimesi “kon” kelimesinin değişmiş şeklidir. “Han” iki manaya gelir, yapı ve kişi.
O halde “tenzil etme” yerleştirme, oturtma anlamlarına gelir; “zikr” de insanların beyinlerinde ve topluluğun hayatında yerleşmiş anlamını ifade eder. Zikri Allah indirdi, yerleştirdi. Kur’an yağmurun semadan indiğinden bahseder ama kitabın semadan indiği Kur’an’da geçmemektedir.
“Enzelna” demiş ama “allemna” dememiştir. Ortaya konmuştur. İsteyen yararlanır, isteyen -bugün olduğu gibi kimse- ilgilenmez, isteyenler de cephe alır. İnsanlar bir yarım bin yıldır onu yok etmek istiyorlar. Onu tamamen ortadan kaldırmak isteyenler olabilir.
“Enzelna” değil de “nezzelna” denmiştir. Çünkü Hakkı üstün tutan düzen uygarlık dönemlerinden başlar. Âdemoğlu cehul ve zaif yaratılmıştır. Avı parçalayacak tırnakları yoktur. Yırtıcı dişleri de yoktur. Bedenini dışarının kötü tesirlerinden koruyacak vücut ısısını düzenleyecek elbiseleri yoktur. İnsandaki bütün bu eksikler zikrin tenzili ile giderilir. İnsanlık gelişecek, daha ileri safhalara gidecek ve bunu hep Kur’an sayesinde başaracaktır.
İnsanlar meyve toplayarak yaşarken, birden soğuklar geldi ve açlıkla karşı karşıya kaldılar. Avcılığa başladılar. Onlara bunları peygamberler öğretti. Hazreti İdris Peygamber mağaralarda çizilen hayvanlar üzerinde gençlere avcılık dersleri veriyordu. Çobanlık dönemi yine peygamberler sayesinde öğrenilmiştir. Tarım dönemi de öyledir.
Bunlar hep zikrin tenzili ile başarılmıştır.
Sonunda Mezopotamya uygarlığı oluşmuş ama hukukları olmadığı için dalalet içinde yüzüyorlardı. Hazreti Nuh geldi, Allah onunla zikri tenzil etti. Tabletler üzerinde yazılmış levhalarla o uygarlığı şimdi biz öğreniyoruz. Kişi yönetiminden kural yönetimine geçildi.
Bu ne kadar büyük bir hamledir. Tarih sonrası dönem bu sayede başladı.
Bin seneden fazla süren bu uygarlık Hazreti İbrahim ile dünyaya yayılır, tüm insanlık tek millet hâline getirilir. Bugün Hazreti İbrahim’in çocukları tarafından kurulan dört büyük uygarlık vardır: Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budizm ve Hinduizm. Bunların hepsi tenzil olunan zikr sayesinde olmuştur. Uygarlıklar onlara tenzil edilirken zikirle doğmuştur.
Hazreti İbrahim’in oğlu, Hazreti İshak’ın oğlu, Hazreti Yakup’un çocukları Mısır’a gitmişler, oraya İslâm uygarlığının tenzilini götürmüşler, Sonra Hazreti Musa onları çöllere götürmüş, Filistin’de devlet kuruyorlar. Hâlâ devam ediyorlar. Onlardan gelen Hazreti İsa Tevrat’ı tüm insanlığa yaymıştır. Onun dışında gelecek peygamberi haber vermiştir. Hıristiyanlığın arkasından İslâmiyet ortaya çıkmıştır.
Hazreti Nuh’tan sonra tenzil dört büyük aşama geçirmiştir.
-Nuh uygarlığı ilk uygarlık olmuş ve ardından Mısır uygarlığını doğurmuştur.
-Sonra Mezopotamya uygarlığı Yunan uygarlığını doğurmuştur.
-Sonra Hıristiyanlık Roma uygarlığını doğurmuştur.
-Sonra İslâmiyet Batı’yı doğurmuştur.
Bunlar hep zikrin tenzilidir.
Bu uygarlıklara kitaplar gelmiş ve o kitaplar zikri içermiştir. Tenzil şeklinde ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar Kur’an’la tamamlanmıştır.
Kur’an’dan sonra kitap inmeyecektir. Kıyamete kadar tenzil devam edecektir. Yeni kitap, yeni peygamber değil, yeni içtihat ve icmalarla bu işler başarılacaktır.
Kur’an’dan sonra zikrin tenzili şekli değişmiştir. Hazreti Nuh’a kadar kişi yönetimi vardır. Topluluğun başkanlarına vahiy gelir, onlar yönetirdi. Hazreti Nuh geldikten sonra kişi yönetimi kalktı, onun yerine kural yönetimi geldi.
Bu, zikrin tenzili ile olmuştur.
Hazreti Musa ile Hazreti Musa’ya kadar kuralları kişiler ifade ederlerdi. Yani cümleleri yöneticiler söylerdi. Oysa Hazreti Musa’dan sonra artık Hazreti Musa sadece posta memuru oldu. Allah ona kitap verdi, o da tebliğ etti. Tabii ki uyguladı. Ne var ki Hazreti Musa sadece kendi kavmi ile ilgileniyordu.
İnsanlığa uygarlık altı ekolde geldi. Doğuda Buda, batıda Hazreti İsa insanlığa kitap düzenini öğretti. İnsanlığı adım adım erginleştiriyordu. Önce Hindistan’da yayıldı. Sonra Çin’de yayıldı. Tarih, Milattan Önce 500 yıllarındadır, Yunan uygarlığının doğduğu tarihlerdir. Kur’an ise bütün bu uygarlıkların sonunda Son Peygamber ile geldi.
Bu peygamberler ayrı ayrı zamanlarda ve ayrı ayrı yerlerde doğup büyüdüler. Farklı zamanlarda ve farklı şartlarda zikri getirdiler. Ama kaynak aynı olduğu için birbirlerine benzemektedir ve tektir.
Kur’an’ın tenzili de safha safha olmuştur.
Mekke’de başlayan tebliğ Medine’de uygulandı. Mekke Kur’an dilinin oluşması için seçilmişti. Medine ise Kur’an’ın uygulanması için hazırlanmıştı. Medine’de uygulandı. Mekke iman ve ahlak ayetlerini içerir. Medine sureleri ise hüküm ayetlerini içerir. Böylece zikr tekerrür etmiştir. Kur’an da birden değil de parça hâlinde gelişmişti.
Hazreti Peygamberin ölümünden sonra onun yerine Raşid Halifeler geldiler. Artık Kur’an tamamlanmıştı. Uygulanması tamamlanıyordu. Halifeler vahyin yerine istişareyi koydular ve dört halifeden sonra da yeni döneme geçilecektir.
Artık yeni tenzil olacaktı. İstişarenin yerini artık içtihatlar alacaktı. İçtihat demek herkesin kendi iradesiyle hareket etmesi demekti. Ne var ki bu içtihatlar icmalara aykırı olmayacak ve başkasına zarar vermeyecekti, topluluğun düzenini bozmayacaktı.
Kur’an bunu baştan vaat etmiştir.
İçtihadın inzali insanlıkta yeni hayat sağladı. İnsanlar yalnız tümevarımla veya tümdengelimle yetinmeyecek, kıyas yaparak da sorunları çözecekti. İnsan düşüncesinde yepyeni bir inkılâp doğmuştu. Böylece bugünkü müsbet ilmin usulü ortaya çıkmıştı.
Bu da büyük tenzildi.
Kati ve zanni hükümler Yunanistan’dan beri biliniyordu, ancak bir türlü usulü gelişmemişti. Herkes kendi kralını hata etmez kabul ediyordu. Kıylu kaller bitmiyordu.
İslâm âlimleri bir metot daha ortaya koydular. Kur’an onlara öğretmişti, o da icmadır. Bir akıl her zaman hata eder ama birbirine etki etmeyen birçok akıl aynı sonuca varmışsa bunda hata olmaz. Böylece icma müessesesi doğmuştur.
Batı henüz bunu kavrayamamıştır.
Kur’an’ın bundan sonra yaptığı tenzil tasavvufta olmuştur. Türklerin Müslüman olması ile tasavvuf devreye girmiş, Ahmet Yesevi, Mevlana, Muhyiddini Arabî gibi büyük mutasavvıflar yetişmiş, zikr bir de bu yönüyle tenzil olmuştur. Kur’an’ın daha önce bilinmeyen yeni manalarının anlaşılması durmadan devam etmiştir ve etmektedir.
İlk defa siyasi örgüt oluştu ve Kur’an siyasette uygulandı.
Arkasından müçtehitler yetişti ve Kur’an’ın ilmî yönü uygulandı.
Arkasından tasavvuf ortaya çıktı, Kur’an inanç ve ahlâk yönü ile nazil oldu.
Sonra ekonomide loncalar kuruldu ve Kur’an o yönü ile de anlaşılıp uygulanır oldu.
Bu sayede bugünkü uygarlık doğdu.
Kur’an şimdi yeniden ele alınıyor. Müsbet ilimlerin ışığı altında yeniden tenzil olmaktadır. Üçüncü binyıl uygarlığını işte bu yeni tenzil kuracaktır. “Enzele” demeyip “nezzele” demiş olmasının manası budur. Demek ki Kur’an’ın her kelimesi tüm yeryüzünü ve bütün zamanları içeren geniş manalar taşımaktadır.
الذِّكْرَ
eLÜiKRa
“Zikri”
“Nezzele” kelimesini yorumlarken “ZİKR” kelimesi de anlaşılmış hâle gelmektedir. Allah insanı zaif ve cehul olarak yarattı ama ona akıl verdi, o da bunu kullanarak cehaletini gidermekte ve eksiğini tamamlamaktadır.
Bilgisayarınızı açarsanız karşınıza dosyalar çıkar. Onlardan bir dosya açarsınız, yazılar, şekiller, müzik vs ne varsa karşınıza çıkar. Siz programda değişiklikler yaparsınız. Yapmış olduğunuz bu değişiklikleri bilgisayar hafızasına kaydeder, istediğinizi de silersiniz. Sürekli işlem yapar ve ondan yararlanırsınız.
Demek ki açık dosyanın da bir hafızası vardır. Bilgisayarınızda yalnız bir dosya olduğunu kabul edin. Bu bütün zamanlarınızda açık olsun, ömrünüz bittiği zaman kapansın. İşte bu insanların ve hayvanların ortak hafızasıdır. Bu tür hafıza bütün canlılarda vardır.
Canlılardaki DNA’lar birer hafızadır, nesilden nesile geçmektedir. Bu sebeple yavrular atalara benzemektedir. Bütün canlılarda DNA dizisi vardır. Bunlar birer hafızadır. Ayrıca hayvanlarda sinir sistemi vardır. Sinir sisteminde DNA’ların üzerinde elektrik akımı oluşturacak sistemlerdir. Onların dizisini de 01 olarak adlandırıyoruz. Bunlar sıradaki sayılarla beynimizde bir hafıza oluşmaktadır. Bilgisayarda da aynı şekilde hafıza vardır.
İnsandaki hafızanın iki farkı vardır. Biri, hayvanlardaki hafıza açık dosya şeklindedir, hayvanın onu kapatması mümkün değildir. Ayrıca onun programı değiştirilmezdir.
Bilgisayarı açarsanız, bazı dosyaları çağırır üstünde işlemler yaparsınız. Ama bazı dosyalar vardır ki onları çağırsanız da üzerinde işlem yapamazsanız. Örnek olarak cep telefonunuz ve hesap makineniz böyledir. Onun üzerinde programlar vardır. O programları kullanırsınız ama programında değişiklik yapamazsınız. Oysa diğer bilgisayar dosyalarında siz yeniden program yazarsınız, değişiklik yaparsınız, onu saklarsınız.
İşte, hayvan beyni ile insan beyni arasındaki ikinci büyük fark da budur.
İnsan, beynindeki bilgisayarın programını değiştirmektedir. Daha çok geliştirdiği programları yükleyebilmektedir. Demek insan yeni program yazabilmektedir ve programları dosyalayıp beyinde bir yerde saklamaktadır. “Zikr” dediğimiz zaman için hafızadır. Yani Allah insanın beynini zamanla oluşturmaktadır, tenzil yapmaktadır. Oysa havanların beyninde inzal vardır, tenzil yoktur. Arı bal yapmayı doğuştan bilmektedir. Oysa insan yazmayı ve okumayı sonra öğrenmektedir.
İnşirah Suresi’nde “ve refe’na leke zikrek” denmektedir, yani senin hafızanı sana yükselttik denmektedir. Depoladığı bilgileri istediği zaman çağırabilmekte, açmakta, sonra da onu kapatmaktadır. İnsan böylece geçmişi bugün yaşayabilmektedir. Geleceğe dair proje yapmakta ve onu bugün görebilmektedir.
“Zikr” dendiği zaman bütün insan beyninin depolanmış veya faal hafızanın tamamıdır. “Zikr” çelik demek, elastik demektir. Eğerseniz eğilir ama bırakırsanız tekrar eski yerine gelir. Oysa demiri eğerseniz eğik kalır, buna plastik denmektedir.
İnsanın zikri bu olduğu gibi topluluğun da zikri vardır. Bunun manası şudur. Kişilerin ayrı ayrı zikirlerini ve programlarını Allah’ın verdiği kablolarla birbirine aktarabilmektedirler. Böylece bir topluluktaki insanlarda ortak zikirler oluşmaktadır.
Bunu anlatabilmem için siz bir iki daire düşünün. Bunlar birbirini kesiyor. Bunlar iki tarla olsun, üç alan meydana gelir. Biri birine, diğeri de diğerine ait olur. Bir de ortak alan olur. Diyelim ki biri elma bahçesi diğeri de kiraz bahçesi olsun. Ortak alanda hem kiraz hem de elma bulunur. İki bahçenin tamamını düşünürseniz bu iki bahçenin toplamıdır. İki bahçenin yalnız ortak kısmını düşünürseniz bu da toplamdır.
O halde birlikte olan varlıkların bir toplamları vardır ki birlikte düşünüldüğü zaman birinde olan hepsinde var demektir. Ortak alanda ise yalnız hepsinde olanlar vardır.
Topluluğun da iki türlü hafızası vardır. Biri bütün fertlerin hepsinde ayrı ayrı olan hafızadır. Diğeri ise toplulukta herhangi birinde bulunan bir zikir hafızada varsayılmaktadır. Neden? Ben Nuri Güner’e giderken onun yerini bilmiyorum yani çarpımda benim bilgim yoktur. Ama oradakilerden birine sorduğum zaman bana göstermekte ve bilebilmektedir. O halde bilkuvve Güner’in dükkânını biliyorum ama hükmen biliyorum.
Demek ki insanlardan biri bir şey bilirse bütün insanlar onu bilmiş olur. Çünkü gerektiği zaman ondan öğrenme durumundadırlar. Kur’an’daki, bir insanı öldüren bütün nâsı (insanlığı) öldürmüş olur demek buna işaret etmektedir. Çünkü onun bilgisi bizim için de hükmen bilgi iken bizim hazinemizi öldürmüştür.
Bir çocuk doğduğu zaman dil bilmez, hayvanlar ise bilirler. Çocuk sonradan hangi toplulukta yetişirse onun dilini öğrenir. İnsan çıplak doğar ama sonra kendisi yaşadığı iklime ve topluluğa göre elbise giyer. Oysa hayvanların böyle bir imkânları yoktur.
İnsanlık Kur’an nazil oluncaya kadar hep yeni dil öğrenir gibi yeni uygarlıkları öğrenmeye başladı. Bir yerde uygarlaşma oldu, sonra başka yerler onu öğrendiler. Kur’an uygarlığın tamamının esasını getirdi. Artık insan büyüdü ve delikanlı haline geldi. Yeni dokular oluşmayacak, yeni organlar ortaya çıkmayacak. Bundan sonra üretim devam edecek ama mevcut olanların üretimi devam edecektir.
Kur’an insanların geçmişini ve geleceğini içeren kitaptır. Muhkemlerle tüm insanlığı içermektedir. Müfesser, nass ve zahirle de uygarlıkların toplamıdır. Geçmiş kitaplar Kur’an’ın yorumudur. Gelecek kitaplar da Kur’an’ın yorumudur. İcmalar ortak taraflarını anlatmaktadır. İçtihatlar da farklı taraflarını anlatmaktadır.
İşte, Kur’an’ın inzali lafzının inzalidir. Bize aynı lafız gelmektedir. Oysa manasının inzali ise içtihadın inzalidir. Ben Kur’an’ı farklı anlayacağım ve yaşayacağım, siz farklı anlayıp yaşayacaksınız. Ortak uygulamalarımız bizim topluluğu ve insanlığı oluşturacaktır.
Yirminci yüzyılın en büyük özelliği ilimde de zirveye çıkmış olmasıdır. Hz. Âdem’den beri insanlar yeni keşifler yaparak ilimlerini ilerletmektedirler. Her dönem daha fazla keşifte bulunmaktadır. Böylece en son keşifler daha önceki keşiflerden çok fazladır. Ne var ki tepe noktasına varmış bulunuyoruz. 1800 ile 1900 arasında diyelim ki 100 keşif yapılmışsa, 1900 ile 2000 arasında 150 keşif yapılmıştır. 2000 ile 2100 arasında bu keşif 250 olmayacak, 150 olacak. Bundan sonra da keşifler devam edecek ama hızları azalacaktır.
Kur’an’ın uygulanması da böyledir. Kur’an en çok 2000 ile 2100 yılları arasında hamle yapacak, insanlığa “Adil Düzen Anayasası”nı hediye edecektir. Ondan sonra da gelişmelerle yeni manalar ortaya çıkacaktır. Ama semeresini burada en çok vermiş olacaktır. Çünkü Kur’an bu dönemde müsbet ilimlerle açıklanacaktır.
Ne öğreniyoruz?
Demek ki tenzildeki zikrin en çok olduğu dönem bizim dönem olmaktadır. Uygarlıklar içinde en büyük hamle Birinci Kur’an Uygarlığında atılmıştır. Kur’an uygarlıkları içinde en hızlı adım İkinci Kur’an Uygarlığı olacaktır. Fıkıhta Kur’an dil üzerinde gelişti, şimdi ise aynı zamanda ilim üzerinde gelişecektir.
Zikir kelimesinin içeriğine de bakacak olursak, Allah insana dört meleke vermiştir.
Hislerle ihtiyaçlarını tesbit eder. Acıktım, yemem lazım der. Üşüdüm, giyinmem lazım der. İnsanın his melekesi fikir melekesine bildirir, ona ne yapmalıyım diye sorar. Fikir melekesi düşünür, önerileri ortaya koyar, şunları şunları yapabilirsin der. İrade melekesi bu bilgileri alarak zamanını ve zeminini kollayıp uygulamaya geçer. Böylece insan ihtiyaçlarının gidermiş ve karnını doyurmuş olur.
İnsan ihtiyaçlarını fikre sanatla bildirir. Ağlar, güler. Fikretmeye başlar. Fikir sanat diliyle onun ne istediğini öğrenir. Fikir düşünmeyi dille yapar ve dille iradeye şunu yap demiş olur. İrade de teknoloji ile o işi yapar. Elde edilen ürün toplulukça elde edildiği için onun bölüşülmesi gerekir. Bölüşülmesi de hukukla yapılır. Bu bir kişinin hayatını ifade eder.
Topluluğun hislerine din, topluluğun fikirlerine ilim, topluluğun iradesine ekonomi, topluluğun bölüşmesine ünsiyet, yönetim ya da siyaset diyoruz.
İşte, Kur’an bu dört yönüyle nüzul eder, zikir bunlarda ortaya çıkar.
Din ilm-i tasavvufla, ilim ilm-i kelamla, irade ilm-i fıkıhla, bölüşme ilmi ise siyadetle bilinir. Bunlara dair inen hükümler ve uygulananların hepsi zikirdir.
Geçmişte ilk insanlar dinle yönetildiler. Sonra siyasetle yönetildiler, hanedanlar idare etti. Şimdi ekonomi ile idare ediliyorlar. Bundan sonra ilimle idare edileceklerdir. Depo mevcudu, kasa mevcudu fiyatlara karar verecektir. Bunların hepsi birer zikirdir.
Zikrin bir de dereceleri vardır.
“Ümmi”ler ancak söyleneni anlar ve söyleyenin nezaretinde uygulama yaparlar. Kendi başlarına üretime devam edemezler. Çocuğa iş versen ve başında dursan devam eder, başında durmazsan bırakır ve oyuna koşar. Bugünkü işçiler de bu seviyededirler. İşçilere iş verilir ve başlarına posta başı konur, çalışanlar onun gözetiminde çalışırlar. Posta başı ayrılınca hemen dağılırlar. Komutanlar da böyledir. Savaşta komutan varsa ve azimli ise askerler devam ederler. Komutan kaçarsa veya ölürse onlar da dağılır. Bu sebepledir ki Kanuni Sultan Süleyman seferde ölmüş ama cesedi İstanbul’a getirilmeden duyurulmamıştı. Hazreti Süleyman aleyhisselam da öldüğü zaman başlarında ölü olarak durdu da mabet öyle bitti. Öldüğünü anlasalardı o bina yarım kalırdı.
“Adil Düzen”in eğitimdeki hedefi insanları ümmilikten çıkarmaktır, başlarında posta başı olmadan da insanlar iş yapsınlar istemekteyiz. Bunda başarılı olamadık. İzmir Akevler Kooperatifi bunu başardı. Başkan Ahmet Satoğlu ve ben onları kendi başlarına bıraktığımız halde yönetim devam etti. Başkan Süleyman Akdemir çoğu zaman İzmir’de değil ama yönetim devam ediyor. Demek ki onlar işçilik seviyesinden yukarı çıktılar ama Doğru Yol (DP/AP/DYP), ANAP ve Millî Görüşçülerde durum böyle değildir. CHP ve MHP de işçilik döneminden yükselmişlerdir demektir. Bu döneme ümmi dönem diyoruz.
İşçilikten kurtulan insanlar kendi başlarına bir işe başlayamazlar ama onlar kendilerine verilen işi kendi başlarına devam ettirebilirler. Bunlar “sail”dirler. Bunlara zikri işin devamı için tenzil etmektedir. Sailden âlim durumuna yükselmiş olanlar, onlar kendilerine izin verildiği hususlarda kendi başlarına işe başlayabilir ve o işi devam ettirebilirler. Allah onlara onun için gerekli zikri inzal eder.
“Zakir”ler ise doğrudan bir yerden izin almaksızın zikri okuyarak ve onu anlayarak uygulama yaparlar ve yaptırırlar. Bunlar kitapları okuyup anlayabilirler, projeleri okuyabilirler, uygulayabilirler. Kendileri proje yapamazlar, kitap yazamazlar.
“Fakih”ler ise kitap yazar ve proje yapabilirler. Allah onlara bunları yapabilmeleri için gerekli zikri tenzil eder.
“Rasih”ler ise kendi başlarına içtihat yaparlar. Projenin nasıl yapılacağının kurallarını ortaya koyarlar.
Allah böylece insanlığa gerek toplamı gerek çarpımı ile zikri tenzil etmiştir. Zira müçtehidin içtihadı yapması ile herkes yararlanmaktadır.
Şimdi bu ayeti okuyarak bugünkü uygarlığa bakınız.
Bu uygarlık Marks’ın değil, Bush’un değil, Âlemlerin Rabbinin insanlığa öğretip yaptırdığı bir uygarlıktır. İstiklâl Savaşı’nı Mustafa Kemal kazanmadı, O’nun ona tenzil ettiği zikirle kazandı. Hiçbirimizin hiçbir şeyi ben yaptım, biz yaptık deme yetkisi yoktur. Bunun için telif hakları diye bir şey yoktur.
Hiçbir zikr, buluş, bilgi kimsenin değildir. Hepsi Allah’ındır. Bizim orada görevlerimiz var, haklarımız vardır. Bunu şeriat belirlemiştir, ancak onları yapabiliriz.
وَإِنَّا
Va EinNAv
“Ve biz”
“Ve” harfi ile “İnna”ya atfetti.
Kur’an’a kadar vahiy devam etmiştir. Kur’an’dan sonra da içtihat ve icmalar devam etmektedir. Vahyin kesilmesi ile zikrin de kesildiği zannedilmiş ve insanlık ne öğrenmişse vahye dayalı olarak öğrendiği halde, vahyin tarafını görmezlikten gelerek vahye artık gerek olmadığı, hattâ vahyin uydurma olduğunu sanmaya başlamışlardır. Tüm tarih kitapları böyle sahtekârlık içinde yaşamış ve sahtekârlık içinde okutulmaktadır. Batı uygarlığını İslâm uygarlığı ile yapmıştır. Bu bütün açıklığı ile bilinmektedir.
Hayır! Batı bunu Yunan’dan, Roma’dan öğrendi diyerek ve onu atlayarak uygarlığı Yunanistan’dan başlatmış, Kur’an ve Tevrat uygarlığını yok saymak istemiştir.
Bu böyle değildir. Yunan uygarlığı demek Tevrat uygarlığıdır, Mezopotamya uygarlığıdır. Bunu da kapatmak için onlar Mısır’dan öğrenmişlerdir diyerek Mezopotamya uygarlığını unutturmaya çalışmışlardır. Zannetmişler ki insanların hafızalarından bunları silebileceğiz. Oysa Allah yine onların gözüne Mezopotamya tabletlerini sokmuş ve tabletler okundukça uygarlıkları peygamberlerin getirdiğini gözleri ile görmeye başlamışlardır. Tevrat’ın ve Kur’an’ın birer masal kitabı olmadığını gördüler.
Uygarlıklar tetkik edildiği zaman onları hep o peygamberlerin getirdiği ortaya çıkmıştır. Mısır uygarlığı büyük ehramları dikmiştir ama bunların matematik hesaplarını Mezopotamya’dan öğrenmiştir. Çünkü Mezopotamya’da kullanılan formüller Mısır’da da vardır ama ispatları yoktur. Roma hukuku on iki levha kanunlarına dayanır, o da Tevrat’a dayalı olarak Kıbrıslı Zenon’un öğretileridir.
Yunan uygarlığı tamamen Mezopotamya uygarlığıdır. Atina’dan kovulanlar Batı Anadolu’da yerleştiler. O zamanlar orası İran’ın bir straplığı (eyaleti) idi, İbrani uygarlığı hâkimdi. Tevrat’ı okuyan Atinalılar Mezopotamya ilimlerini öğrendiler. Böylece Yunanistan’da felsefe doğdu. Aristo müsbet ilmin kurucusu gibi görünüyor, oysa o hiç deney yapmamıştır, sadece Mezopotamya bilgilerini toparlamıştır.
Bugün Batılılar sanayide çok ileri gitmişlerdir. Allah sanayinin zikrini onlara tenzil etmiştir ama hukukta Müslümanların ulaştığı seviyenin onda birine bile ulaşamamışlardır. Müslümanlar fıkıh usulü ile hukuku müsbet ilim hâline getirmişlerdir.
Daha önceleri hukuk sultanların fermanı idi. İçtihat ve icma müesseseleri olmadığı için de kurallar zamanla eskiyor, yenilerini koyamıyorlardı. İslâmiyet ise içtihat sistemini getirdi. Böylece hukuk her an kendisini yenileyecek hâle geldi. Hukuku sözleşmelere dayandırdı. Taraflar anlaşma yaparlar, o anlaşma aralarında uygulanması gereken vecibe olur. Devlet sözleşme yapmaz, devlet yapılan sözleşmelerin güvencesi olur. Hakemler yoluyla sözleşmelere uyulup uyulmadığını ortaya koyar. Hakemler kurulunun kararlarına uymayanları yola getirmek yönetimin işi olur. Hukuk ilmi; insanlar kuralları nasıl dil ile ifade edeceklerdir, sözleşmeleri nasıl yapacaklardır, sözleşmelerin nasıl anlaşılması gerektiğinin tesbitidir. Bir dilin grameri ve lügati müsbet ilimdir. Bunun gibi hukuk da bir müsbet ilimdir. Batı bunlarla meşgul olmamış da hukuk deyince kanunların ezberlenmesi şeklinde anlamaya çalışmıştır. Dilleri ilmi bir şekilde incelenmediği için hukukları da ilmi olmamıştır.
Batı sanayideki başarısına inanarak dünyaya hükmetmek istemiştir. Sermaye daha ileri giderek ve sanayiyi de bir kenara atarak, karşılıksız dolarla/parayla dünyaya hükmetmekte, insanlığı istediği gibi oynatacağını sanmaktadır. Bugün Sermaye’nin fitnesi kapıya gelmiştir. O sanıyor ki ben savaş çıkaracağım. Oysa savaş çıkacaksa Allah çıkaracaktır. Dünya savaşının kaynağı Akevler olacaktır! İnsanlar semt kooperatifleri kurmaz, ahşap evler ve dinlenme evleri yapmaz, hâlâ batıl düzende kazanma ümidi içinde yuvarlanmaya giderse, üçüncü cihan savaşı çıkabilir; Allah başka kavim getirir ve sonra onlar bizim gibi olmazlar.
Yalnız Batılıların değil, tüm insanların, hattâ Adil Düzen çalışanlarının bu dolara ibadetleri devam ettiği müddetçe, üçüncü cihan savaşının çıkmasına Allah izin verecektir. Sermaye zannediyor ki bu savaşı ben hazırlıyorum. Oysa savaşta ilk boğulan o olacaktır. Fırtına dindiği zaman sermaye keenlemyekün olacaktır. Çünkü yeni uygarlık artık sahte para üzerinde kurulmayacaktır, Kur’an’ın tenzil ettiği “Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası” üzerine kurulacaktır. Allah onun kurulması için üçüncü cihan savaşına izin verecektir.
Biz üçüncü cihan savaşının çıkmasını istemiyoruz ama çıkarsa da onun bizim için yıkım olacağını sanmıyoruz. Türkiye yok olabilir. İran yok olabilir. Dünyanın aklı henüz başına gelmemiş olabilir. Ama yeni uygarlık Kur’an düzeni uygarlığı olacaktır, zikir uygarlığı olacaktır, çünkü zikri O hıfzetmektedir.
“Nahnu” kelimesi burada tekrar edilmemiştir. Çünkü burada teyit edilen fail değil fiildir. Hafizun haberdir. Dolayısıyla başına le gelmiştir.
Burada iki cümle vardır, ikisi “ve” harfi ile bağlanmıştır. İki cümle de isim cümlesidir. Sadece birinci cümlenin haberi bir fiil olduğu halde, ikinci cümlenin haberi isimdir. Fiili muzari olan haber cümlesi de devamlılığı ve tekerrürü içerir. Fiili mazi de içerir. İsmi fail daha çok geleceğe işaret eder. Fiili muzari daha çok hâle işaret eder. Yani birinci cümle hâli anlatmaktadır, ikinci cümle geleceği anlatmaktadır. Bugünkü uygarlığın kurucusu biziz. Bugünkü zikrin oluşturucusu biziz. Onu elbette sizin istediğiniz gibi çarçur etmenize izin vermeyiz. Onu gelecekte de biz koruyacağız demektedir.
لَهُ
LaHUv
“Onu”
“Zikr” kelimesi tekil olarak gelmiştir. Çünkü tüm insanlık tek uygarlıktır, tek canlıdır. Kur’an o canlının merkezidir ve tektir. Gerçi diğer kitaplar vardır, gerçi sünnet vardır ama zikr olan Kur’an’dır. Sonra da ona işaret ederek onu biz himaye edeceğiz demektedir.
“Le” harfı Li harfine bedeldir. Zamirlerde le şeklinde, lehüve leente dersen tekit lamı olur. Lehu Leke derseniz harf-i cer olur. Demek ki harficerin “Le” değil de “Li” olması tekit lamı ile karışmaması içindir. Fail ve meful zamirleri farklı olunca karışma ihtimali kalmadığı için “Le” olarak kalmıştır.
İnsanın gözleri en uzağa konmuştur, yağmurdan korunması için biraz aşağıya indirilmiş ve kaşlarla yağmur suları sağa-sola akıtılmıştır.
Bu açıklamalar biyolojiyi müsbet ilim haline getirir. Dilde örnek olarak geçmişte fâile giden zamir sonraya alınır, gelecekte öne alınır şimdi ben varım fiil benden önce oldu demektir. Muzaride ise ben varım, fiil gelecekte olacak demektir. Zamirdeki “Le” de bu sebeple yerinde kalmıştır. Gereksiz değişiklik yapılmaz.
Hukukun da böyle ilmi vardır. Batı henüz bunu bilmiyor. Batının Kur’an gibi bir metni olmadığı için ilim dili de yoktur. Gelecek uygarlık ancak ve ancak Kur’an’a dayanabilir. Asırlar arası ortak metin de yalnız Kur’an’dır. Aklî kurallara dayanılarak oluşturulduğu için matematik gibidir, gelişmekte ama değişmektedir.
İşaret edilen Kur’an’ın kitabı, kıraati veya furkanı değil zikrdir. Elbette Allah onları da muhafaza edecektir. Kitabı değiştirmeyecek, kıraati değiştirmeyecek, usulü fıkhı değiştirmeyecek ama bütün bunlar zikrin muhafazası içindir.
Başka bir hususu daha hatırlatmak gerekir.
İslâm dediğimizde Kur’an uygarlığı anlaşılır. Bu dar manasıdır. Kavim kelimesi, karye kelimesi de böyledir. Geniş manası var, dar manası vardır. Burada işaret edilen zikrin dar manası da olabilir, geniş manası da olabilir. Yani bütün hak uygarlığını hıfzedeceğiz şeklinde anlaşılır. Kur’an uygarlığını hıfzedeceğiz anlamı ortaya çıkar. İkisi de doğrudur. Kur’an’ın zikri ile Hak uygarlığın zikri arasında fark yoktur.
Bundan sonra yeryüzünde iki uygarlık olacaktır. Biri Hak uygarlığı olacak, biri kuvvet uygarlığı olacaktır. Hak uygarlığını kabul eden Kur’an uygarlığını kabul etmiş olacaktır. Hıristiyanlık, Budizm, Hindu dinleri varlıklarını devam ettirecekler, düzen olarak ise Kur’an düzeni kabul edilecektir. Hak dinlere inananlar Kur’an’a da inanmış olacaklar, sadece ibadette kendi dinlerinde kalacaklardır.
لَحَافِظُونَ (9)
LaXAvFıJUvNa
“Hıfzedenleriz.”
Burada çoğul gelmiştir. Yani Allah bu hıfzı doğrudan değil meleklerle ve insanlarla yapacaktır. Yani Adil Düzen çalışanlarıyla yapacaktır.
Allah’ın hıfz sıfatı farklı tecelli edeceği için nekre gelmiştir. Biz hıfzedeceğiz dendiği için bu hıfz sebeplerle olacaktır. Allah sebepleri halk edecektir. Kâinatı yarattıktan sonra Allah semaya istiva etmiştir. Doğa kanunlarını değiştirmemektedir. Kâinatta yerleştirdiği melek, ruh, cin ve insanlara vahyetmekte, onlara yapacaklarını bildirmekte, onlar da doğa kanunları içinde gerekeni yapmaktadırlar. Sosyal olaylarda meleklerin yaptıkları müdahale insanların beynine girip oradaki elektrikî devrelerinde yaptıkları değişiklikler, program müdahaleleri kişilerin düşüncelerini ve duygularını Allah’ın iradesine göre değiştirmeleridir.
Bu değiştirmenin başında istediklerinin beyinlerine korku salmak ve bayrağı çekip teslim almaktır. İstediklerinin beyinlerinde cesaret devreleri oluşturup vücuda cesaret hormonlarını salmasıdır. Melekler benzer hareketlerini hayvanların beyinlerinde yapabilirler ve onları bir yöne yönlendirerek bu olayların cereyanını sağlarlar.
Bugün yeryüzüne baktığımızda birçok olaylar hesaplanarak konmuştur. Güneş’in saniyede saldığı enerji, Yer’in buna göre Güneş’ten uzaklığını ayarlaması ile Yer sıcaklığının canlıların yaşayacağı seviyede tutulması, Yer atmosferinin kalınlığı ve türleri, zararlı taşları ve ışınları elemesi. Yeryüzündeki maddelerin canlıların yaşayabileceği seviyede tutulması, Yer’in yıllık dönemi, günlük dönem ekseninin eğimi, deniz ve karaların miktarı, dağ silsilesi, vadiler hep canlıların yaşayacağı biçimdedir.
Bunları kim düzenledi?
Melekler.
Aynı melekler bugün değişiklik yapıp istedikleri yerlerde zelzelenin oluşmasını sağlayamazlar mı, istedikleri yerlerde hava hortumlarını oluşturmazlar mı? İnsanlar bunu kendi alanlarında yapabilmektedirler de melekler büyük bir organizasyonla yapamazlar mı?
Mademki geçmişte yaptılar, şimdi de yapabilirler.
İşte, Allah yeryüzünün düzenini sağlamaları için melekleri görevlendirmiştir. Tarihi akış külli irade içindedir. Bu külli irade Kur’an düzeninin kıyamete kadar sürüp gideceğidir. Hak düzen ile kuvvet düzeni hep çatışma içinde olacaktır. Kuvvet düzeni Hak düzenini denetime alsın ve ona gerekli hamleleri yaptırsın diye vardır. Hak düzen ise Hazreti Âdem’den beri hep devam etmektedir; devam etmektedir ki bugünkü uygarlık var olmaktadır.
Allah doğa kanunlarını var ettiği ve doğa o kanunlarla varlığını sürdürmekte olduğu gibi, sosyal kanunları da var etmiş ve insanlık o kanunlar içinde varlığını sürdürmektedir. Bu kanunların içinde uygarlaşma da vardır. Uygarlaşma demek eskimiş kalıpları ve kuralları bırakıp yeni kurallara göre değişmesi demektir.
Canlılarda da böyle durum vardır. Üreten ve geliştiren canlının hücreleri vardır. Bunlar yapıcıdırlar. Bunun yanında mikroplar ve virüsler vardır, bunlar da canlıları öldürüp parçalamakla görevlidirler. Ömrünü doldurmuş işe yaramaz canlıyı ortadan kaldırmakla görevli mikroplar hastayı öldürür ve vücudunu bitirirler ama bu sefer kendileri de ölürler. Oysa hayat hücreleri ölenin yerine onun atıklarından yararlanarak yeni hayat oluştururlar.
Canlılık âlemini Allah var etmiş ve onu evrimleştirerek insan seviyesine ulaştırmışlardır. Bu evrim ancak mikropların ve virüslerin işe yaramayan bedenlerini temizlemesi sayesinde olmuştur. Bunun gibi tarihte kuvvet medeniyetleri gelmiş ve Hak medeniyetlerine zemin hazırlamışlardır. Bir insanın iki ayağı gibi, biri bir adım atmış, sonra ikincisi ikinci adımı atmıştır. Bu arada savaşlar ve isyanlar bu uygarlıkları denetim altına almış ve yarıştırmıştır.
Bin yılda bir uygarlıklar yenilenmiştir. Batının kuvvete dayalı uygarlığı şimdi zirvededir, artık çökmeye başlamıştır. Doğunun Hakka dayalı uygarlığı ise yeniden doğmakta ve gelişmektedir. Bin senelik uygarlığın şimdi 16’ıncı yılındayız. Bu 16 yıl içinde Hak uygarlığının aldığı mesafeyi düşündüğümüzde, Kur’an’ın söyledikleri bir bir olmaktadır. Artık fecir semayı aydınlatmaya başlamıştır.
Cümle isim cümlesidir ve haberi ismi faildir. Bu devamlılığı ve uygarlıkların farklılığını ifade eder. Zikir tenzil edilmiş yani sürekli inmeye başlamış, böylece uygarlaşma olmuş ve bu durum yani tezkir işi bundan sonra da devam edecektir. Burada bitmiş değildir. Daha Güneş enerjisinin tükenmesine çok vardır. O halde yeni uygarlıklar var olacak ve devam edecektir. Sadece mevcut karalar bile bugünkü nüfusun birkaç mislini yaşatacak durumdadır. Bundan sonra deniz uygarlığı başlayacak, ondan sonra gök uygarlığı gelecektir. Belki de uzay uygarlığına geçilecek, sönen güneşler yerine uzay boşluğunda bulunan hidrojenden yararlanarak onunla varlığımızı sürdüreceğiz.
Allah’ın acelesi yoktur, bu kâinatı evrim üzerine var etmiştir.
Ayet büyük müjdeyi vermektedir; korkmayın, onu biz hıfzedeceğiz diyor. Siz Benim verdiğim görevleri yapın, kalanına karışmayın. Siz ahşap evler üretin, siz yüz dairelik apartmanları oluşturun, siz seraları çoğaltın, siz mala-mal marketlerini kurun. Hedefinize imkânınız nisbetinde yaklaşın. Zamanınızı spor seyretmekle geçirmeyin, televizyonlarda filmler seyretmekle ömrünüz tükenmesin. Bir araya gelin ve Kur’an’ı tedris edin diyor.
Bu sebepledir ki bu hafta sadece bir ayeti anlatarak dersimizi tamamlıyoruz. Sure, ayetin yeri ve harf sayısı hakkında da bilgi vererek seminerimiz tamamlanmış olsun.
Kur’an’da Fatiha’nın dışında büyük Kur’an’da 112 sure vardır. Yani 112 Besmele tekrar edilmiştir. Bu 7*16 etmektedir. 64 sure ilk grubu oluşturur. Sonra 32’lik grup gelir, sonra 16’lık grup gelir. 64’lü grup ikili, üçlü, yedili gruplar halinde, cebirde 10’luk grup olarak demirde ayrılmaktadır. Bizim bu suremiz Hicr Suresi ikinci yani üçlü gruplardandır. 3’lü grup 12 suredir. İlk yarısı Elif Lam Mim ve Ra ile başlamaktadır. Bu suremiz bu surelerin sonuncusu üçlü grubun altıncısıdır.
Ele aldığımız ayet 9’uncu ayettir.
Eğer “ELR”yı ayrı ayet sayarsak o zaman 10’uncu ayettir.
Kelimelerin sayısı 9’dur. “LeHu” kelimesi iki kelimeden oluşur, “Lam” ve “Hu” zamiri; o zaman 10 kelime vardır demektir. Üçü türetilmiş kelime nezelna, ezzikr ve hafizundur. Zamirler üç tanedir: inna inna nahnu. Harfler üç tanedir. v, f, lehu. “Hu” zamirini ayrı kelime sayarsanız 10 olur. Yani 3+3+(3+1) Güneş ile Yer arasındaki mesafe böyle bölündüğü gibi gece namazlarının rekâtları da böyledir. Vitir ile Akşam namazları üçer rekâttır.
Harf sayısını sizlerle paylaşmadan önce tecvidin bir kuralını anlatalım.
Harekeler en kısa seslerdendir. “Bi” dediğiniz zaman ayrı harf sayılmaz. Ama “Bii” olarak uzatırsak o zaman sesli harf de ayrı harf sayılır. Buna meddi tabii denir. Bir de meddi lazım vardır ki dört elif miktarı uzatılır. “MaCae” denmez, “Maa Cae” denir, “Cae Caa” olarak söylenir. İşte bu iki harftir.
“Hafizun”daki son “vav” iki türlü okunur. Bir elif miktarı okunur, o zaman “u” tek harftir. “Hafizuun” diye okursanız o zaman “va” iki harftir.
Buna göre harfleri sayacak olursak ayette 32 harf vardır yani ikili sayılardandır. Bunun yarısı kameri harflerdir, diğer yarısı şemsi harflerdir.
Harfler üçlü olarak gruplanmıştır; üçte biri kameriye, üçte biri şemsiyedir.
[( (2E+H)+(2*X+K) ) + (3U+V+F) ] + [(3*3N) + 3 L+ (1R+2Z) + (2Ü+1W)] =
((3+3+3+2) + (9+3+3) = (10+1)+(20+1) = 32
32 harf üçe bölünmüştür. İki harf artmıştır. Üçte biri kameriye harflerdir. Üçte biri de şemsiye harflerdir. Artan iki harften biri kameriyeye biri de şemsiyeye eklenmiştir. 11, 21 olmuştur, 21 üçün katlarıdır. 7’nin katıdır. Artan iki harf üçlüde kameriye kalmıştır. Çünkü kameri harfler üçte birdir. İki harf istisna edilirse bütün harfler üçlü grup oluşturmaktadır.
Eğer “hafizun”daki V bir sayılsa harf sayısı 31 eder. Bu 1+2+4+8+16=31 eder ikinin üslü sayıların toplamına eşittir.
Surelerin üçlü sure olmasını, ayetin 9’uncu ayet olmasını da değerlendirerek düşündüğümüzde ayetin sayılarının nasıl sistem içinde yerleştiğini görürsünüz.
Yirminci yüzyıldan önce bunun mucizeliğini inkâr edene ilmi bir cevap veremezdik. Ama yirminci yüzyılda geliştirilen ihtimaliyat hesabından bunun kendiliğinden olamayacağını ispat edersiniz. Bugünkü müsbet ilimlerin diyelim ki tamamı ihtimaliyat hesaplarına dayanmaktadır. Deneyler yapılır. Grafikler çizilir. Sapmalar hesaplanır ve ihtimaliyat hesabına göre 20 de 19’dan daha muhtemelse o ilişki müsbet ilimce ilişki olarak kabul edilir ve kanun haline gelir.
Bu ayetler aynı ihtimaliyat hesaplarını yaptığınızda milyarda bir bile rastlantı içinde olmaz.
Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kabul etmemek için bugün büyük başarılar elde edilen müsbet ilmi inkâr etmemiz gerekir.