Gediktepe’ye gitmek isteyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Genelkurmay tarafından Üsteğmen Mustafa Çuhadar ile Uzman Çavuş Yunus Berber’in üç köy korucusuyla birlikte şehit düştüğü Siirt Pervari’deki sınır birliğine götürülmüş, Çukurca’yı ziyaret etmiş, askerlerle karavana yiyerek moral vermiş.
Muhalefet liderlerini bugüne dek daha çok şehit cenazelerinde saf tutarken görmeye alıştığımız için Kılıçdaroğlu’nun karakollardan başlayarak Kürt sorununun en yakıcı biçimde yaşandığı, PKK saldırılarının yoğunlaştığı çatışma bölgelerine gitmesi önemlidir. O sayede, bugüne dek Balgat’taki CHP Genel Merkezi’nin “mücavir alanları” dışına çıkmayan yönetici kadrolarını da kravatı atmış, Güneydoğu kırsalında görüyoruz.
Bir kaset neleri değiştirdi!
Kılıçdaroğlu önemli gözlemlerle dönmüş olmalı.
Genelkurmay da, Gediktepe yerine Pervari’ye ziyaret düzenleyerek, “çömelme” polemiğinin askerlerin şehit düştüğü ortamda sürdürülmesine katkı sunmaktan kaçınmış oldu. Genelkurmay Başkanı’nın “Geceleri uyuyamıyorum” dediği bir ortamda, daha fazla kan dökülmesini önlemek için başta CHP, muhalefet partileri de salt iktidarı eleştirmek yerine kendi sivil çözümlerini üretebilmelidir. 1980’lerin darbe liderlerini anımsatırcasına “asmayalım da besleyelim mi?” söylemine dönüş, şiddeti körüklemekten başka işe yaramaz. CHP, Güneydoğu’yla bağlarını güçlendirdikçe, MHP’den farklı düşündüğünü de ortaya koyacaktır.
Kemal Bey’in bölgeye gitmeye başlaması bu açıdan da önemlidir. Kılıçdaroğlu, Diyarbakır’a, Batman’a giderek çocukları “dağa çıkan” ailelerle görüşmeli, sorunun “öteki” yanını da görmeye çalışmalıdır.
Öte yandan İmralı’dan da Güneydoğu’daki sivil toplum kuruluşlarının, çatışmaların sona erdirilmesi, silahların durdurulması, operasyonların sona erdirilmesi çağrılarına destek veren sinyaller geliyor.
Fırat Haber Ajansı, avukatlarıyla görüşen Abdullah Öcalan’ın şu sözlerine yer vermiş:
“Sorunun çözümü demokratik anayasa ekseninde yapılacak düzenlemelerle mümkün kılınabilir. Demokratik anayasa inşasından önce pratik olarak bazı adımların atılmasıyla başlayabilir, bu bir nevi çözüm konusundaki iyi niyetin ifadesidir, ayrıca psikolojik atmosferin oluşturulması için gerekli yasal düzenlemeler de yapılabilir. Seçim barajının düşürülmesi, TMK’nın kaldırılması, çocukların meselesinin halledilmesi, KCK operasyonlarında tutuklananların serbest bırakılmasına ilişkin iyileştirmeler yapılabilir. Son olarak da demokratik anayasa hazırlanabilir.”
Öcalan, Diyarbakır’da sivil toplum örgütlerinin yaptığı açıklamaya bu paralelde “sonuna kadar katıldığını” söylemiş.
PKK da sonuçta bir yol ayrımında.
Operasyonlarda ağır kayıplar veriyor.
Güneydoğu’da Kürtler çatışmaktan bıktı; “silahlı çözüm olmayacağını” görüyorlar, birlikte yaşama duygusu, ayrılığın önüne geçiyor. Yazık oluyor ölen çocuklara.
Yorum
Bu hafta yorum yerine iki yazarın yazılarını okuyup yayınlama gereği duydum.
HİLAL KAPLAN
Kaybettiğimiz gençlerimizin ardından parti liderleri genelde kendilerinden beklenen türden açıklamalar yaptılar. Alevi-Kürt olmasına rağmen Türkmen olduğunu kanıtlamaya çalışan Kılıçdaroğlu, ‘mesele’nin (hâlâ “Kürt” demeye korkuyor sanırım) akıl ve mantıkla çözüleceğini söylemiş. Yağlı urgan sallamak hariç “yaratıcı” bir siyasal ‘başarısı’ olmayan Bahçeli “OHAL ilan edilsin” demiş. Bir zamanlar barıştan bahseden Erdoğan da “kanlarında boğulacaklar” demişti, o kanda ilk boğulmak istenenin kendisi olduğunu bile bile... Başka türlüsünü söylemeye hâlâ cesaret edemiyor anlaşılan.
Mevzua dair en ironik açıklamayı ise Devlet Bakanı Faruk Çelik yapmış aslında: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terörle mücadelede 30 yılı aşkın deneyimi var. Bu deneyimlere göre yapılması gerekenler konuşulmalı. Siyasiler, hükümet veya sivil toplum örgütleri açısından noksanlıklardan bahsediliyor. Bu eksikliklerin giderilmesi gerekiyor.”
Şaka gibi, değil mi? Otuz yıllık tecrübenin “getirisi” olan 40.000 ölüden sonra eksiklerimizi konuşmaya başlayabiliriz. Çok şükür! Faruk Çelik belli ki bu açıklamayı hisleri her an incinmeye teşne, gözümüzün bebeği ordumuzun mensuplarını incitmemek için yumuşak bir üslupla yapmış. Ancak “terörle mücadelede 30 yılı aşkın deneyim” ibaresi aynı zamanda ne kadar içler acısı bir durumda olduğumuzun da kanıtı.
PKK’nın ilk silahlı eyleminin üzerinden nerdeyse 26 yıl geçmiş ama ordu hâlâ 26 yıl önceki yöntemlerle “kararlı ve azimli bir biçimde terörle mücadelesine devam ediyor”. Yıllardır dağ koşullarında yaşayıp gerilla savaşı hususunda uzmanlaşmış PKK’lıların karşısına üç haftalık eğitimle daha silah atmayı bile doğru dürüst beceremeyen gençleri dikiyor. Aldığı istihbaratın gereğini yapmıyor. Kendi döşediği mayınla ölen askerlerin ardından “PKK yaptı” deyip yalan söylüyor. Mahkeme yalanı açığa çıkarıyor, sorumlu komutanlar ifade vermeye gitmiyor. Genelkurmay Başkanı “havalar güneşli olmazsa” saldırıya uğrayan karakollara askerî yardım bile gönderemediğini itiraf ediyor. Fazla soru sorarsan parmağını sana doğru sallayıp azarlıyor. İşte bunlar “30 yıllık tecrübe”nin bize kazandırdıkları...
ORAL ÇALIŞLAR
Güneydoğu bölgesindeki sivil toplum kuruluşlarının son günlerde yayımladıkları bildiriler, Türkiye’nin Batısı’nda (ve özellikle de ‘PKK’sız çözüm’ fikrini benimseyen çevrelerde) heyecan ve sempati yarattı. Bildirilere ilişkin Batı’da oluşan genel havanın ‘Bakın Kürtler PKK şiddetine karşı çıktılar, PKK giderek tecrit oluyor’ şeklinde özetlenmesi mümkün.
Bu bakış açısından yapılan değerlendirmelerle ilk kez karşılaşıyor değiliz. Büyük çoğunluğu gerçekçi olmayan bu tür değerlendirmelerin de etkisiyle, uzun yıllardan beri, hatalı politikalar yürürlüğe konuluyor. Bu hatalı siyasetlerin, sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdiklerine defalarca tanık olduk.
***
Sivil toplum kuruluşlarının bildirilerini yazanları tanıyorum ve o örgütlerdeki genel eğilimi az çok değerlendirebilecek konumda olduğuma inanıyorum. Bu bildirilerdeki asıl tepkinin, hükümetten ve devletten kaynaklanan uygulamalara yönelik olduğu açık. Diyarbakır’daki 99 sivil toplum örgütünün bildirisine, söz konusu yorumları okuduktan sonra bir kez daha baktım. Bu örgütler bir an önce demokratikleşme adımlarının atılmasını istiyorlar. Bölgedeki tutuklamalara,operasyonlara tepkilerini dile getiriyorlar.
Bildirinin can alıcı bölümünü aynen aktarıyorum: “Kürt sorununun tüm boyutlarıyla özgür ortamda tartışılması için düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmaması, seçme ve seçilme sisteminde düzenlemelerin yapılmaması, hazırlanan Anayasa taslağının Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırmaması, Habur ve Mahmur’dan gelenlerin, çocukların, siyasetçilerin, seçilmişlerin, emekçilerin ve insan hakları savunucularının tutuklanması şiddet ortamına ve silahların konuşmasına davetiye çıkarmıştır.
Tüm bu gelişmeler toplumda barışın geleceğine dair güven ortamını zedelemiştir. Her türlü operasyonlar durmalı, PKK eylemsizlik kararı almalıdır.”
***
Güneydoğu’daki insanların şiddetten bıkmış, yorulmuş durumda oldukları bir gerçek. Ancak bütün bu yılgınlıklarına rağmen, kimlik taleplerine her geçen gün daha sıkı sarılıyorlar. Hükümetten beklentilerini (üstelik daha açık bir dille ve daha sakınmasız bir şekilde) dile getirmeye devam ediyorlar. Devletin gereken demokratikleşme adımlarını atmaması durumunda PKK’nın daha can acıtıcı eylemler yapabileceğini düşünerek kaygılanıyorlar.
Kendimizi ve toplumumuzu yanlış iyimserliklerin, yanlış değerlendirmelerin peşine takmayalım. Kimlik talebini öne çıkaran Kürtlerin, bölgedeki sıkıntının temel nedeni olarak PKK eylemlerini gördüklerini söylemek, gerçekçilikten ve nesnellikten uzaklaşmaktır. PKK eylemleri, Kürtlerin büyük bir kısmı tarafından devletin yarattığı çözümsüzlük ortamının bir sonucu olarak değerlendiriliyor. Sivil toplum örgütlerindeki genel bakış açısının da önemli oranda aynı paralelde olduğu söylenebilir.
***