05.04.2010
Üniversite yıllarımızda makale ve kitaplarını zevkle okuduğumuz, konferanslarını severek dinlediğimiz büyüklerimizden biri de rahmetli Nurettin Topçu idi. O dönemin hasretiyle, geçen gün kitaplarından birini elime aldım. Biz bir okyanusu, bir göl zannederek geçmişiz. Bu itirafıma bıyık altından gülümseyen dostlarıma şimdiki idrakleriyle bir kere daha okumalarını tavsiye ederim.
Bugünkü sıkıntılarımızın ana kaynağı kendimizi yeterince tanımamamızdır. Tarihin teknesinde hadiselerin yumruğuyla yoğrulup milletçe günışığına çıkarken Mekke'den gelen ruhla buluştuğumuzu iyi bilmeliyiz. Bu ihtişamlı gövde o ruha göre şekil aldı, karakteri kristalize oldu. Tac Mahal'den Drina Köprüsü'ne kadar dünyayı göz kamaştırıcı eserlerle süsledik. Cengiz, Timur, Yıldırım, Fatih, Yavuz gibi kılıcı keskin cengaverler, Yunus, Mevlânâ ve diğer gönül sultanları, İbni Sina, Harezmi ve daha çok emsalsiz ilim adamları yetiştirdik. Gün geldi, gövdemize canlılık veren ruhumuzu kaybettik. Kaybettiğimizin özelliklerini bilirsek, tekrar kavuşma şansımızın olabileceğini düşünen Topçu onu şöyle nitelendiriyor: Bizi kurtaracak olan ruh, bu sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhtur.
O, sonsuzluğu, sonu olan varlıklara irca eden değil, fanileri sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil, aklı ilhama yükseltendir; bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bir ilham müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fanilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır. Kulak verilirse, sesinin bütün çağlarda duyulacağı ruhun nerede bulunacağına da işaret ediyor. Bizi kurtaracak ruh; bize Hıra Dağı'nda bırakılan mirastır... Sanki bugünlerimizi görerek atalarımız "Düşmez kalkmaz bir Allah'tır." demişler. Yüzyıllarca cihanla imanımız, varlığımız için boğuştuk. Bitap düştük. Tekrar haşmetle var olmak istiyorsak, kaybettiğimiz ruhu ele geçirmeliyiz. Çünkü o bize bin yıllık gaza şehitlerinden rahm ü şefkat ninnilerini ulaştırırken, bugün her biri bir türbe olan kılıçların gölgesinde ilhamlar ümitler sunacak. Ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevkle açacak. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatacak. Kalp ile Kur'an'ı birleştirecek. Hayatın süreksiz bir ibadet aşkı, hareketimizin bir iman ve heyecan yarışı olduğunu, asrın ümitsiz ve inanmaya takatsiz çocuğuna öğretecek.
Bu ruhun tecessüm etmiş şekli Topçu'ya göre Mevlânâ'dır. Cemal Aydın'ın Eva de Vitray-Meyerovitch'den tercüme ettiği şu dörtlüğü okuyan Topçu'ya nasıl hak vermez: "İçinde her bir atom bir güneş saklar,/ Derken, eğer atom ağzını şöyle bir açar,/ Bu güneş bir çıkarsa şayet o pusudan ,/ Gökler ve yer tuz buz olur ışıltısından"
XIII. yüzyılda yaşayan Mevlânâ'nın atomun parçalanmasından söz etmesi şaşırtıcı değil mi? Mevlânâ, Güneş Sistemi'mizde dokuz gezegen olduğunu da biliyordu. Bu yüzden sema yapan dervişlerin sayısı dokuz veya dokuzun katıdır. Halbuki dokuzuncu gezegen 1930'da keşfedildi. Meyerovitch, keşif yoluyla insanlığa meçhul olan bu gerçeği keşfettiğini söylüyor. Belki de Bergson'un sezgici görüşünü andıran bir araştırma yöntemi biliyordu. Sonra Mevlânâ gibi zirveler Everest Tepesi gibidirler; hemen altlarında pek çok zirve bulunmaktadır. Gözlerimizi onlara çevirince hazineleri keşfedebiliriz. Çeşitli sebeplerden dolayı Batı'yı taklit etmek zorunda kaldık. Her taklit inşai ruhu körelttiğinden milletçe ölümcül yara aldık. Batı'yı ve diğer medeniyetleri gözden kaçırmadan bakışlarımızı bize hayal bahşedecek cansuyuna çevirmemiz gerektiğini Topçu vurguluyor: "Çıkış noktası Mevlânâ olmalıdır. Onda Müslüman Türk dünyasının bütün ruhu gizlidir. Felsefemizle güzel sanatlarımızı bu kaynaktan çıkarabiliriz."
Ruh olgunlaşıp kişiyi şahsiyete kavuşturunca bütün sorunlar çözülür. Şahsiyetli insan sorumluluğunun şuurundadır. Mesleğinde başarılı olmak için bütün yeteneklerini seferber eder. İşte o zaman fizikçimiz Einstein'e taş çıkarır; romancımız Dostoyevski'yle boy ölçüşür. Ülkemiz ilim ve irfan beldesine döner.
Nurettin Topçu da çağımızda bir hazinedir. Gençlerimiz onu keşfederse hem büyük bir ruhla karşılaşır hem de hayatlarına doğru bir yön vermek imkânına kavuşur.