08.11.2009
Geçen gün şöyle rahat bir vakitte uzay resimlerine baktım.
Hubble Teleskopu’nun çektiği fevkalade çekici ve fevkalade ürkütücü resimler.
Koyu yeşiller, pembeler, morlar, lacivertler, kızıllar, sarılar, siyahlar fırtınalı kavisler çizerek birbirinin içine girmişti, arada şimşek beyazlığında büyük parıltılar, gümüşi toz kasırgaları, turuncu çizgili eflatunların ortasında zifiri karanlık siyahlıklar, bir cenine, bir göze, bir kadın sırtına benzer şekiller vardı.
En masum renklerin oluşturduğu şekillerde bile neredeyse canavarca bir vahşet hissediliyordu.
Bizim asude bir rahatlıkla uzanan yumuşak gökyüzüne hiç benzemeyen bir kaynaşma sonsuza dek uzanıp gidiyordu.
Milyarlarca yıldız, milyarlarca galaksi, milyarlarca nebula bizim göremediğimiz bir uzaklıkta birbirini parçalayacak gibi dolaşarak biçimden biçime giriyordu.
Korkutucu bir yaratıcılığın gösterişli tabloları gibiydiler.
Bunlar, bizim kısıtlı imkânlarımızla görebildiklerimizdi.
Bir de göremediklerimiz vardı bu sonsuzluğun derinliğinde.
Ve, nereye kadar uzandıklarını, neden orada olduklarını, daha sonra neye benzeyeceklerini, ne amaçla yaratıldıklarını bilmiyorduk.
Bu büyük karmaşanın içinde bizden başka canlıların bulunmadığına, kıpırdayıp duran evrenin içindeki tek canlının bizler olduğuna inanmak zordu.
Kaçınılmaz bir çaresizlik, bir merak, bir endişe yaratıyordu seyrettiğimiz bu muhteşem âlem.
Hiçbir şey bilmediğini düşünüyordu insan.
Evimiz dediğimiz gezegenin içinde bulunduğu sonsuzluğa benzer sonsuz bir bilinemezlik duygusu yaratıyordu.
Bir ucundan bir şeyler görüyorduk ama daha ötesinde neler oluyordu?
Niye oluyordu olanlar?
Daha da şaşırtıcı olan bu sonsuzluğa bakarken hissettiğimize benzer bir çaresizliği, insanın “içinden” çekilmiş resimlere baktığımızda da hissediyorduk.
Kan damarları, beyin kıvrımları, nöronlar, sinirler, kaslar, öd keseleri, pankreaslar, karaciğerler, bronşlar, mideler, ciğerler, resimleri yakından çekildiğinde uzay resimlerine benziyorlardı.
Uzaydaki fırtınalara benzer fırtınalar oluyordu beynin içinde.
Ama aynen uzayı tam olarak kavrayamadığımız gibi beyni de tam kavrayamıyor, nasıl çalıştığını tam kestiremiyorduk.
Bilgilerimiz vardı ama yetmiyordu.
Kendi beynimiz, bize ait bazı sırları bizden saklıyordu.
Rüyalar görüyorduk ama niye rüya gördüğümüzü bilmiyorduk, tahminlerimiz vardı yalnızca.
Neden o rüyaları gördüğümüzü de bilmiyorduk.
Neden, yaşarken yaşamadığımız, yaşayamayacağımız birçok olayı rüyalarımızda yaşadığımızı da bilmiyorduk.
Rüya görmeseydik ne tür insanlar olur, nasıl hisseder, nasıl davranırdık, onu da bilmiyorduk.
Beynimizin, hem bir gün öleceğimizi bilip, hem de bu bilgiyi bize unutturabilmesindeki sırrı anlayamıyorduk.
Beynimizle aramızdaki ilişki neydi?
“Ben” dediğimizde tam olarak neyi kastediyorduk, düşünmemizi, konuşmamızı, hissetmemizi sağlayan beyin miydi “ben” olan?
Eğer öyleyse “ben” dediğimiz o beyne kim hükmediyordu?
Nasıl oluyordu da hiç istemeden heyecanlanıyor, korkuyor, sararıyor, titriyor, terliyorduk?
Kendi bedenimize, kendi beynimiz, bizden habersiz emirler veriyordu.
Beden bizimdi, beyin bizimdi ama onların arasında “bizim” bilmediğimiz, denetleyemediğimiz, durduramadığımız bir ilişki yaşanıyordu.
“Biz”, kendi bedenimizle, kendi beynimizin dışında bırakılan biri oluyorduk.
O “dışarıda” bırakılan, beyinden de, bedenden de farklı “biz” neydi?
Kimdi?
Neden kendi beynimizin, bizden gizli olan ve asla ulaşamadığımız “bilinçaltı” denilen mühürlü bir bölümü bulunuyordu, orada neler oluyordu, oradaki bilgiler nasıl ve neye göre değişiyordu?
Nasıl oluyordu da uzayın sırrına benzer bir sırrı kendi içimizde, kendi beynimizde taşıyorduk?
Gökyüzüne baktığımızda da, içimize döndüğümüzde de hep aynı çaresizlik, hep aynı bilinmezlik, hep aynı ürkütücülük vardı.
Hem içimizde, hem dışımızda, sürekli kasırgaların kaynaştığı bir sonsuzluk yer almıştı ama biz bu iki sonsuzluğu da tam olarak göremeden, tam olarak anlayamadan, tam olarak kavrayamadan, bize bırakılan incecik bir çizginin üzerinde, kendi çaresizliğimizi ve güçsüzlüğümüzü unutarak yürüyorduk.
Neredeyse telaşla koşup pencereden baktım, yumuşacık mavi bir sonbahar göğü kıpırtısız uzanıyordu, aşağıda, kaldırımlarda insanlar sakince yürüyüp konuşuyordu.
Bütün o fırtınaları, kasırgaları, kaynaşmaları benden sakladığına şükretmek mi yoksa bunca muhteşem bir kargaşanın ortasında beni bu kadar çaresiz ve cahil bıraktığı için isyan etmek mi gerektiğini bilemedim.
Y O R U M :
l) VARLIK, YOLCULUKTUR:
Sahne 1 : Varlığın ortaya çıkışı : Tali amaç tanıklık; tanıklık alanı/ platformu; görmeyen ve/ya görüle-meyen-lere ikram. Alanda, boy hizasında, görülemeyenlere “katkı”; Platform: yükseltilmiş zemin.
Her platform, yayım dalga boyu gibi; öyle demir ağlarla örgüye benzemiyor ! Biraz daha uzaklaşıp bakabilsek; “boşluk”, zaman “sıvısı” içinde görülmeyen zarlara, raflara, kutulara, bölümlere…ayrılmış.
Zaman “sıvısı” , içinde organizmalar içeriyor; kendince, damar içindeki kan gibi besliyor içindekileri. Çeşit çeşit biçimler birbirleriyle besleniyorlar : ufkunda/zirvesinde, aşkın insanın kendi körelmiş cinsine tutkunluğu/açlığı misali kavrularak yaşaması.
Arzu ile iteklenip (kurulup), yola mecbur edilen varlık; zaman “sıvısında” yüzmeyi öğreninceye kadar, giderek yüzmeyi becerip dalgıç oluncaya ve bir “tekne” buluncaya kadar, boğazında dizilecek suyu acıyla yutmaya çalışacak.
Melekler/kurtarıcılar, başlarında taşıdıkları halemsi kurtarma/yüzme simitlerini ellerine alıp, zaman suyunda boğulmaya kalkanları (yaşamı iradi terk/intihar) vadeyi tamamlamaları için “yüzeyde” tutmaya çalışıyorlar.
Sanırım, ikonlarda kullanılan bu simitimsi haleler , yeni doğan yıldızların embriyon halindeki gaz sarmalına göndermedir. Işık insan olma yolundaki (İnsan-ı Kamil) bireyin; kozmozdaki yıldız olma süreciyle benzerliği, benzerlerin çekimi yasasındandır.
Sahne 2 : seyirciler /izleyiciler, olguların olduğu halin “diğerlerince” tanıklığının “fırsat” alanı. Bu sahnedeki varlık için potansiyel mutluluk ( erim/uzun soluklu seyir/sonuç var-biliş muhal/belirsiz ) fırsatı olduğu gibi, izleyicilere de vecd/hayranlık/düşkünlük/heyecan vermeli. Ayrıca, tüm bu “camianın” her biri, böyle bir fırsata dahil edildiğinden, teşekkür minnetleri kendiliğinden (emir/farz/vacip olmadan) olmalı: elHamduLillah !! Elindekinin/olgunun kıymetini bilmek budur; seyirde engellemeler olacaktır doğal olarak, engelleri çözmek/aşmak için sorun/problem verisi/ipucu gerekir. veriye verilen değer, o veri her n e kadar kısıtlı olsa dahi, kıymeti bilinmelidir.
Sahne arkası : Her sahnenin öncesi vardır. Orada, varlık kullanıcıları olanlar(ruhlar) kılık/kıyafet/beden/form/biçim değiştirir. Hazırlandıkları çalıştıkları ezberledikleri rollerini sunmak için sırayı beklerler.Artık o rolü sunmak öncesinin gereği olarak kaçınılmazdır.
Sahneye sunacağı rol gereği çıkıp/ doğup ardından, yeni dekor için geri çekilmek yoktur. sahne geniş olduğundan o rol için tüm dekorlar zaman içinde oluşmaktadır. Rolcünün, çocukluk gençlik, olgunluk halleri gibi.
Bu çok boyutlu/ kanallı/ dalgalı sunumlarda;
a- insan rolünü uygulayanlara yönelik, unutturucu/saptırıcı, ya da doğrultucu, yerine koyucu; vesveseciler, fısıltıcılar; ilhamcılar, ikramcılar da vardır. Tam bir cangıl anlayacağınız. Her yönden bin bir ses bin bir görüntü. Kişi ne olduğunu nereye gideceğini anında karıştırıyor. Yan ısıra kişilik kapsülü bedenlerin, kendi içinde de aynı miktara dek güdücüler de unutulmamış: içeride ve dışarıda tam bir cangıllık hali: her olguya bin bir hezeyan.
b- İnsan altı varlıklara yönelik, sunuldukları yapılarını koruma güdülerine (içsel program) muhalif sayısız etmen söz konusu. Acılar, kederler düşkünlükler insanca tanımlanmamış, fakat kıyasen mevcut. Hepsi canlı.İradeleri sayısal seçenekli., genellikle durum korumaya kodlu. Hayvandan tek hücrelilere kadar; tek hücreden, hücre öncesi yapılara, o yapıların alt formlarına, onların da alt formlarına, .. giderek üstünde bulundurdukları varlık alemlerini oluş emrinin ateşinde yakmayacak teflon sıvamasına ( Sanskritçe de varlığın içinde yüzdüğü ilahi irade enerjisine verilen ad: Akaşa’ya ) kadar..
c- İnsan üstü varlıklara yönelik, Birinci olarak, varlık aleminde “aşağıdakilere” uygulanan sınırlama/etkinlik değerlerinde farklılık söz konusu . Bu alanlarda koşullar, katılıktan gevşekliğe evrilip esneklik kazanıyor. İkinci olarak, varlıkta içsel yükümlülük ve ihtiyaçlar artıyor; üçüncü olarak, varlıkta, adama/kurban(venHar)/ feda etkinliği yoğunlaşıyor; dördüncü olarak, biçimlerin sabitliği esnekleşiyor, biçimlerin hali her an içsel kararla(irade) değiştiriliyor; beşinci olarak,varlığın yapısı zamanın yapısına yaklaşıyor, varlığın formunda/biçiminde zamanın hamuruna benzer materyallerin çokluğu artıyor; altıncı olarak, algı unsurları artıyor, algı sınırlaması azalıyor; yedinci olarak, içsel istek düşünce ile dışsal etkinlik oluşum bakımından yakınlaşıyor, düşünülen biçim var edilebiliyor; sekizinci olarak, güven/korku, istek/arzu, üzüntü/keder gibi “temel” itkiler/güdüler teke/bire varacak şekilde azalıyor; dokuzuncu olarak, çevre/ ortam/sahne seçimi/imali/var edimi özelliği kazanılıyor..
2) YOL, HELEZONİKTİR: Gelişerek, güzelleşerek, daha da mutluluk için yeniden “gösteriye” katılmak, sahne almak, tanık kazanmak varlığın bitimsiz isteğidir. Varlık, güzelliğin bitimsizliğinde y ol almak isteğiyle, kozmik programa sıfırın içinden alınan hammaddeden, sayıma /barkoda girerek, belirlenen sahnede yol’a koyulur.
Döngü, en kısa mesafede en çok yol aldırma “formülü” dür. Yol “sahnenin” içinde imal edilmiş, kılcal ve bir kerelik geçittir. Sunucu/rolcü , sahne sunumlarıyla mutluluk ereğini kotarıncaya kadar, Bedenlere platform olan ve biçimi sunumculara benzeyen bedenleşmiş sahnenin içindeki kılcal sunum yollarından geçerek , genel kanallarla(atar, toplar damarlar) sahneni kalbine ulaşır; arınır ve yeniden yeni sunumlara pompalanır.
Dışarıya yol alındığında, yorulmak kaçınılmazdır. Yolun kısaltılması yoldakini hep an’dan çıkarıp meşgul eder. Yol, yolcunun yoldan ayrılığı bitinceye kadar uzayarak sürer .Aslında yol almakla varılacak yer yoktur; yolcunun an’ da ki birliği, yolun ufkudur. Yol, kendini mesafe olarak iğvalar/ etkiler/ dayatır; mesafe, basitlikte/ alt varlık formlarında, uzunluk –yükseklikken; gelişim-likte içeriye “çekilerek”, noktanın çizgiye toplanmasının sırrının kapısına kadar evrilir.
Dönerek evirilen bilinç, döngüsünün ufkunun nokta olduğunu görmeden, giderek noktaya yaklaşarak; “eşikte”, noktadan mesafeler almaya başlar. Kılcal yolunun, evrensel armonideki ses dizaynında yeni frekans kazanır. Bu kazanımlar devam ettikçe ses/dalga olan birim, kendini dinlemeyen kulağa, kendini izleyen
Dönerek evirilen bilinç, döngüsünün ufkunun nokta olduğunu görmeden, giderek noktaya yaklaşarak; “eşikte”, noktadan mesafeler almaya başlar. Kılcal yolunun, evrensel armonideki ses dizaynında yeni frekans kazanır. Bu kazanımlar devam ettikçe ses/dalga olan birim, kendini dinlemeyen kulağa, kendini izleyen göze, kendini hisseden kalbe evrilir.
3) BEYNİMİZİN NOKTASALLIĞINDA İÇ- DIŞ EVREN :
Ten kabuğumuzla yüzdüğümüz yeryüzü denizinde, bağlanıp mola verdiğimiz limanların(aile, ırk, bölge, ulus, blok..) yanı sıra dolaştığımız kıyılar; izlediğimiz, bildiğimiz, tanık olduğumuz açık denizler ve çeşitli tabiat etkinlikleri, beynimiz köşkünde anlamlandırılıp, cüz’i / dümen kıvırmalarında veri oluşturuyor.
Kayalık,fırtınalı, işaretsiz bölgelerden geçerken, kullanacağımız pusula(aklımız) ve varsa haritamız (tümel önermeler: kutsal bildiriler) kaza riskini azaltır mı?! Yoksa, bütün tümel bilgi , akıl ve verilere rağmen olacak olan olur mu?
Takdir/kader/kod yüklemelerinin esnekliği var mıdır? sorusuna yanıtımız:
- Esnemeyen şey, zekarat/ ölüm eşiğindedir.
olacaktır. İnsanın, içinde yüzdüğü deniz ile kendine yüklenen program, her biri birbiriyle uyumları nispetinde esneklik/ tolere içerir. Uyum, benimizin aradığı frekanstır. Böyle bir frekansta iç ve dış evren ayrımı tensel duvarlardan soyutlanarak kalkar.
Beynimiz, içimizi dışımıza- dışımızı içimize evirirken uyumlama çizgisini arar. Direktiflerini, ihtiyaç ve korkularını buna göre belirler. Böyle bir arayışın ihtiyacı en azından, buhar makinesiyle atom denizaltısının enerji kullanım farkını çağrıştırıyor. Özetle, uyum minimal enerji kullanımıdır; boğulma korkusuna gerek olmadığını bilen yüzücünün, bildiği suyun kaldırma kuvvetidir; evrenin, insan zihnin iyilik tınısına/seçimine/anlık düşünüşüne karşın, buyur ettiği senfoni locasıdır.
‘Benzerler benzerleri çeker’, ilkesi; mikro alemin “yazı” sının, makro alemin “tura” sı olmasına göndermedir sanırım: Kendini bilen Kozmosu bilir. Bedenimizde ortaya çıkan her hastalık içinde bulunduğumuz toplumun sosyal yapısındaki hastalıklarla benzeşir. Hastalıklar için oluşturulmuş ilaçlar/ düzenler/serumlar/kurumlar iyinin yerleşmesi için yapılan müdahalelere karşı, o müdahalelerin kısıtladığı yönlerini değiştirerek /mutasyon geçirerek yeniden hastalıklarıyla tutunmaya çalışırlar. Sentetik ilaçlar şifa ötesi noktasal iyileştirici - çevre bozucu olması gibi; sosyal dayatmalar da benzer sonuçları doğurur. Doğal olan mikroda tanındıkça, noktasal iyileştiriciliğin çevre bozuculuğu önlenecektir.
SON olarak:
“son” tamamlanmış açık dairenin, yeni devreye girişinden başka bir şey değilken; böyle gösterilen ya da gördüğümüz bitimler; yalnızca, değişen gölge ile açıklık arasındaki kesinsizliği hatırlatmalı bizlere: Seyir halindeyken seyredenler olmak için.