SONSUZLUK
1245 Okunma, 0 Yorum
Ahmet Altan - Taraf
Özer Ataç

08.11.2009

 

Geçen gün şöyle rahat bir vakitte uzay resimlerine baktım.

Hubble Teleskopu’nun çektiği fevkalade çekici ve fevkalade ürkütücü resimler.

Koyu yeşiller, pembeler, morlar, lacivertler, kızıllar, sarılar, siyahlar fırtınalı kavisler çizerek birbirinin içine girmişti, arada şimşek beyazlığında büyük parıltılar, gümüşi toz kasırgaları, turuncu çizgili eflatunların ortasında zifiri karanlık siyahlıklar, bir cenine, bir göze, bir kadın sırtına benzer şekiller vardı.

En masum renklerin oluşturduğu şekillerde bile neredeyse canavarca bir vahşet hissediliyordu.

Bizim asude bir rahatlıkla uzanan yumuşak gökyüzüne hiç benzemeyen bir kaynaşma sonsuza dek uzanıp gidiyordu.

Milyarlarca yıldız, milyarlarca galaksi, milyarlarca nebula bizim göremediğimiz bir uzaklıkta birbirini parçalayacak gibi dolaşarak biçimden biçime giriyordu.

Korkutucu bir yaratıcılığın gösterişli tabloları gibiydiler.

Bunlar, bizim kısıtlı imkânlarımızla görebildiklerimizdi.

Bir de göremediklerimiz vardı bu sonsuzluğun derinliğinde.

Ve, nereye kadar uzandıklarını, neden orada olduklarını, daha sonra neye benzeyeceklerini, ne amaçla yaratıldıklarını bilmiyorduk.

Bu büyük karmaşanın içinde bizden başka canlıların bulunmadığına, kıpırdayıp duran evrenin içindeki tek canlının bizler olduğuna inanmak zordu.

Kaçınılmaz bir çaresizlik, bir merak, bir endişe yaratıyordu seyrettiğimiz bu muhteşem âlem.

Hiçbir şey bilmediğini düşünüyordu insan.

Evimiz dediğimiz gezegenin içinde bulunduğu sonsuzluğa benzer sonsuz bir bilinemezlik duygusu yaratıyordu.

Bir ucundan bir şeyler görüyorduk ama daha ötesinde neler oluyordu?

Niye oluyordu olanlar?

Daha da şaşırtıcı olan bu sonsuzluğa bakarken hissettiğimize benzer bir çaresizliği, insanın “içinden” çekilmiş resimlere baktığımızda da hissediyorduk.

Kan damarları, beyin kıvrımları, nöronlar, sinirler, kaslar, öd keseleri, pankreaslar, karaciğerler, bronşlar, mideler, ciğerler, resimleri yakından çekildiğinde uzay resimlerine benziyorlardı.

Uzaydaki fırtınalara benzer fırtınalar oluyordu beynin içinde.

Ama aynen uzayı tam olarak kavrayamadığımız gibi beyni de tam kavrayamıyor, nasıl çalıştığını tam kestiremiyorduk.

Bilgilerimiz vardı ama yetmiyordu.

Kendi beynimiz, bize ait bazı sırları bizden saklıyordu.

Rüyalar görüyorduk ama niye rüya gördüğümüzü bilmiyorduk, tahminlerimiz vardı yalnızca.

Neden o rüyaları gördüğümüzü de bilmiyorduk.

Neden, yaşarken yaşamadığımız, yaşayamayacağımız birçok olayı rüyalarımızda yaşadığımızı da bilmiyorduk.

Rüya görmeseydik ne tür insanlar olur, nasıl hisseder, nasıl davranırdık, onu da bilmiyorduk.

Beynimizin, hem bir gün öleceğimizi bilip, hem de bu bilgiyi bize unutturabilmesindeki sırrı anlayamıyorduk.

Beynimizle aramızdaki ilişki neydi?

“Ben” dediğimizde tam olarak neyi kastediyorduk, düşünmemizi, konuşmamızı, hissetmemizi sağlayan beyin miydi “ben” olan?

Eğer öyleyse “ben” dediğimiz o beyne kim hükmediyordu?

Nasıl oluyordu da hiç istemeden heyecanlanıyor, korkuyor, sararıyor, titriyor, terliyorduk?

Kendi bedenimize, kendi beynimiz, bizden habersiz emirler veriyordu.

Beden bizimdi, beyin bizimdi ama onların arasında “bizim” bilmediğimiz, denetleyemediğimiz, durduramadığımız bir ilişki yaşanıyordu.

“Biz”, kendi bedenimizle, kendi beynimizin dışında bırakılan biri oluyorduk.

O “dışarıda” bırakılan, beyinden de, bedenden de farklı “biz” neydi?

Kimdi?

Neden kendi beynimizin, bizden gizli olan ve asla ulaşamadığımız “bilinçaltı” denilen mühürlü bir bölümü bulunuyordu, orada neler oluyordu, oradaki bilgiler nasıl ve neye göre değişiyordu?

Nasıl oluyordu da uzayın sırrına benzer bir sırrı kendi içimizde, kendi beynimizde taşıyorduk?

Gökyüzüne baktığımızda da, içimize döndüğümüzde de hep aynı çaresizlik, hep aynı bilinmezlik, hep aynı ürkütücülük vardı.

Hem içimizde, hem dışımızda, sürekli kasırgaların kaynaştığı bir sonsuzluk yer almıştı ama biz bu iki sonsuzluğu da tam olarak göremeden, tam olarak anlayamadan, tam olarak kavrayamadan, bize bırakılan incecik bir çizginin üzerinde, kendi çaresizliğimizi ve güçsüzlüğümüzü unutarak yürüyorduk.

Neredeyse telaşla koşup pencereden baktım, yumuşacık mavi bir sonbahar göğü kıpırtısız uzanıyordu, aşağıda, kaldırımlarda insanlar sakince yürüyüp konuşuyordu.

Bütün o fırtınaları, kasırgaları, kaynaşmaları benden sakladığına şükretmek mi yoksa bunca muhteşem bir kargaşanın ortasında beni bu kadar çaresiz ve cahil bıraktığı için isyan etmek mi gerektiğini bilemedim.

 

Y   O   R   U   M :

l) VARLIK,  YOLCULUKTUR:

Sahne  1 : Varlığın ortaya çıkışı : Tali amaç tanıklık; tanıklık alanı/ platformu;  görmeyen ve/ya görüle-meyen-lere ikram.  Alanda, boy hizasında,  görülemeyenlere  “katkı”; Platform: yükseltilmiş  zemin.

Her platform,  yayım dalga boyu gibi;  öyle  demir ağlarla örgüye benzemiyor !  Biraz daha uzaklaşıp bakabilsek;  “boşluk”,  zaman “sıvısı”  içinde  görülmeyen zarlara,  raflara, kutulara, bölümlere…ayrılmış.

Zaman “sıvısı” , içinde  organizmalar içeriyor;  kendince,  damar içindeki kan gibi besliyor içindekileri. Çeşit çeşit biçimler birbirleriyle besleniyorlar : ufkunda/zirvesinde,  aşkın  insanın kendi körelmiş cinsine tutkunluğu/açlığı misali kavrularak yaşaması.

Arzu ile iteklenip (kurulup), yola mecbur edilen varlık;  zaman “sıvısında”  yüzmeyi öğreninceye kadar, giderek yüzmeyi becerip dalgıç oluncaya ve bir “tekne” buluncaya kadar, boğazında dizilecek suyu acıyla yutmaya çalışacak.

Melekler/kurtarıcılar,  başlarında taşıdıkları halemsi kurtarma/yüzme  simitlerini ellerine alıp, zaman suyunda boğulmaya  kalkanları   (yaşamı iradi terk/intihar)  vadeyi tamamlamaları   için “yüzeyde” tutmaya çalışıyorlar.

 Sanırım, ikonlarda kullanılan bu  simitimsi  haleler , yeni doğan yıldızların embriyon halindeki gaz sarmalına  göndermedir.  Işık insan olma  yolundaki  (İnsan-ı Kamil) bireyin;  kozmozdaki  yıldız olma süreciyle benzerliği, benzerlerin çekimi yasasındandır.  

Sahne 2 :  seyirciler /izleyiciler, olguların olduğu halin  “diğerlerince” tanıklığının “fırsat” alanı.  Bu sahnedeki varlık için  potansiyel mutluluk ( erim/uzun soluklu seyir/sonuç var-biliş muhal/belirsiz )  fırsatı olduğu gibi, izleyicilere de vecd/hayranlık/düşkünlük/heyecan vermeli.  Ayrıca, tüm bu “camianın”  her biri,  böyle bir fırsata dahil edildiğinden,  teşekkür  minnetleri kendiliğinden (emir/farz/vacip olmadan) olmalı:   elHamduLillah !!    Elindekinin/olgunun kıymetini bilmek budur;  seyirde  engellemeler  olacaktır doğal olarak,   engelleri çözmek/aşmak  için   sorun/problem verisi/ipucu  gerekir.   veriye verilen değer, o veri her n e kadar kısıtlı olsa dahi, kıymeti bilinmelidir.

Sahne arkası : Her  sahnenin öncesi vardır.  Orada,  varlık kullanıcıları olanlar(ruhlar) kılık/kıyafet/beden/form/biçim değiştirir. Hazırlandıkları çalıştıkları ezberledikleri rollerini sunmak için sırayı beklerler.Artık o rolü sunmak  öncesinin gereği olarak kaçınılmazdır.

Sahneye  sunacağı rol gereği çıkıp/ doğup  ardından, yeni dekor  için geri çekilmek yoktur.  sahne geniş olduğundan o rol için tüm dekorlar zaman içinde oluşmaktadır. Rolcünün,  çocukluk gençlik, olgunluk halleri gibi. 

Bu çok boyutlu/ kanallı/ dalgalı sunumlarda;

a-  insan  rolünü uygulayanlara yönelik,   unutturucu/saptırıcı, ya da doğrultucu,  yerine koyucu;   vesveseciler, fısıltıcılar;   ilhamcılar, ikramcılar da vardır. Tam bir cangıl anlayacağınız. Her yönden bin bir ses bin bir görüntü. Kişi ne olduğunu nereye gideceğini anında karıştırıyor. Yan ısıra kişilik kapsülü bedenlerin,  kendi içinde de aynı miktara dek  güdücüler de unutulmamış:  içeride ve dışarıda tam bir cangıllık  hali: her  olguya bin bir hezeyan.

b- İnsan altı varlıklara yönelik, sunuldukları yapılarını koruma güdülerine (içsel program) muhalif sayısız etmen  söz konusu. Acılar, kederler düşkünlükler insanca tanımlanmamış, fakat kıyasen mevcut. Hepsi  canlı.İradeleri sayısal seçenekli., genellikle durum korumaya kodlu. Hayvandan tek hücrelilere kadar; tek hücreden, hücre öncesi yapılara, o yapıların alt formlarına, onların da alt formlarına, ..  giderek üstünde bulundurdukları varlık alemlerini oluş emrinin ateşinde yakmayacak  teflon sıvamasına ( Sanskritçe de varlığın içinde yüzdüğü ilahi irade enerjisine  verilen ad: Akaşa’ya )  kadar..

c- İnsan üstü varlıklara yönelik, Birinci  olarakvarlık aleminde “aşağıdakilere” uygulanan sınırlama/etkinlik  değerlerinde  farklılık söz konusu . Bu alanlarda  koşullar, katılıktan gevşekliğe evrilip  esneklik kazanıyor. İkinci olarak, varlıkta içsel yükümlülük ve ihtiyaçlar artıyor;  üçüncü olarak, varlıkta,  adama/kurban(venHar)/ feda    etkinliği yoğunlaşıyor;  dördüncü olarak, biçimlerin sabitliği esnekleşiyor, biçimlerin hali her an içsel kararla(irade) değiştiriliyor;  beşinci olarak,varlığın yapısı zamanın yapısına yaklaşıyor, varlığın formunda/biçiminde  zamanın hamuruna benzer materyallerin çokluğu  artıyor;  altıncı olarak, algı unsurları artıyor, algı sınırlaması azalıyor; yedinci olarak, içsel istek düşünce ile dışsal etkinlik oluşum bakımından yakınlaşıyor, düşünülen biçim var edilebiliyor;  sekizinci olarak, güven/korku, istek/arzu, üzüntü/keder gibi “temel” itkiler/güdüler  teke/bire  varacak şekilde  azalıyor;  dokuzuncu olarak,   çevre/ ortam/sahne  seçimi/imali/var edimi özelliği kazanılıyor.. 

2)  YOL,  HELEZONİKTİR:       Gelişerek,  güzelleşerek, daha da mutluluk için yeniden  “gösteriye” katılmak,  sahne almak, tanık kazanmak varlığın bitimsiz isteğidir.   Varlık,  güzelliğin bitimsizliğinde y ol almak  isteğiyle,  kozmik programa  sıfırın  içinden  alınan hammaddeden,  sayıma /barkoda  girerek,   belirlenen sahnede yol’a koyulur.    

Döngü,  en kısa mesafede en çok yol aldırma “formülü” dür.   Yol “sahnenin” içinde imal edilmiş, kılcal ve bir kerelik geçittir. Sunucu/rolcü ,  sahne sunumlarıyla  mutluluk ereğini kotarıncaya kadar,  Bedenlere platform  olan ve biçimi sunumculara benzeyen  bedenleşmiş sahnenin içindeki  kılcal sunum yollarından geçerek , genel kanallarla(atar, toplar damarlar)  sahneni kalbine ulaşır;  arınır  ve yeniden  yeni sunumlara pompalanır.    

Dışarıya yol alındığında,  yorulmak kaçınılmazdır. Yolun kısaltılması yoldakini hep an’dan çıkarıp meşgul  eder.  Yol,  yolcunun yoldan ayrılığı bitinceye kadar uzayarak sürer .Aslında yol almakla varılacak yer yoktur;   yolcunun an’ da ki birliği,  yolun ufkudur.   Yol,  kendini mesafe olarak iğvalar/ etkiler/ dayatır;  mesafe, basitlikte/ alt varlık formlarında,  uzunluk –yükseklikken;   gelişim-likte  içeriye  “çekilerek”,   noktanın çizgiye toplanmasının sırrının kapısına  kadar evrilir.

Dönerek  evirilen bilinç,  döngüsünün ufkunun nokta olduğunu görmeden,  giderek noktaya yaklaşarak;  “eşikte”,   noktadan mesafeler almaya başlar. Kılcal yolunun, evrensel armonideki ses dizaynında yeni frekans kazanır. Bu kazanımlar devam ettikçe ses/dalga olan birim, kendini dinlemeyen kulağa, kendini izleyen

Dönerek  evirilen bilinç,  döngüsünün ufkunun nokta olduğunu görmeden,  giderek noktaya yaklaşarak;  “eşikte”,   noktadan mesafeler almaya başlar. Kılcal yolunun, evrensel armonideki ses dizaynında yeni frekans kazanır. Bu kazanımlar devam ettikçe ses/dalga olan birim, kendini dinlemeyen kulağa, kendini izleyen göze, kendini hisseden kalbe  evrilir.

3) BEYNİMİZİN NOKTASALLIĞINDA   İÇ- DIŞ EVREN :

Ten kabuğumuzla yüzdüğümüz yeryüzü  denizinde,  bağlanıp mola verdiğimiz limanların(aile, ırk, bölge, ulus, blok..) yanı sıra dolaştığımız kıyılar;  izlediğimiz, bildiğimiz, tanık olduğumuz  açık denizler ve çeşitli tabiat etkinlikleri,  beynimiz köşkünde anlamlandırılıp, cüz’i / dümen kıvırmalarında veri oluşturuyor.

Kayalık,fırtınalı, işaretsiz bölgelerden geçerken, kullanacağımız pusula(aklımız) ve varsa haritamız (tümel önermeler: kutsal bildiriler) kaza riskini azaltır mı?!  Yoksa, bütün tümel bilgi , akıl ve verilere rağmen olacak olan olur mu?

Takdir/kader/kod  yüklemelerinin esnekliği var mıdır? sorusuna yanıtımız:

-          Esnemeyen şey, zekarat/ ölüm eşiğindedir.

olacaktır.  İnsanın, içinde yüzdüğü deniz ile  kendine yüklenen program,  her biri birbiriyle uyumları nispetinde  esneklik/ tolere  içerir. Uyum, benimizin aradığı frekanstır. Böyle bir frekansta iç ve dış evren ayrımı tensel duvarlardan soyutlanarak  kalkar.

Beynimiz,  içimizi dışımıza- dışımızı içimize evirirken uyumlama   çizgisini arar. Direktiflerini,  ihtiyaç ve korkularını buna göre belirler.  Böyle bir arayışın ihtiyacı  en azından,   buhar  makinesiyle  atom denizaltısının enerji kullanım farkını çağrıştırıyor. Özetle, uyum minimal enerji kullanımıdır;  boğulma korkusuna gerek olmadığını bilen yüzücünün,  bildiği suyun kaldırma kuvvetidir;  evrenin, insan  zihnin iyilik  tınısına/seçimine/anlık düşünüşüne karşın,   buyur ettiği senfoni locasıdır.

‘Benzerler benzerleri  çeker’,  ilkesi;  mikro alemin “yazı” sının, makro alemin “tura” sı olmasına göndermedir sanırım: Kendini bilen Kozmosu bilir. Bedenimizde  ortaya çıkan her hastalık içinde bulunduğumuz toplumun sosyal yapısındaki hastalıklarla  benzeşir. Hastalıklar için oluşturulmuş ilaçlar/ düzenler/serumlar/kurumlar iyinin yerleşmesi için yapılan müdahalelere karşı, o müdahalelerin kısıtladığı yönlerini değiştirerek /mutasyon geçirerek yeniden hastalıklarıyla tutunmaya çalışırlar. Sentetik ilaçlar şifa ötesi noktasal iyileştirici - çevre bozucu olması gibi;  sosyal dayatmalar da benzer sonuçları doğurur. Doğal olan mikroda tanındıkça, noktasal iyileştiriciliğin çevre bozuculuğu önlenecektir.

SON olarak:

“son” tamamlanmış açık dairenin,  yeni devreye girişinden başka bir şey değilken; böyle gösterilen ya da gördüğümüz bitimler;  yalnızca, değişen gölge ile açıklık arasındaki  kesinsizliği  hatırlatmalı bizlere:  Seyir halindeyken   seyredenler olmak için.

 

 

 

 

Özer Ataç






Sayı: 23 | Tarih: 15.11.2009
Mehmet Şevket Eygi
Onbeş yaşındaki kız
2628 Okunma
Emine Hocaoğlu
Bekir Berat Özipek
Özal Olsa Ne Yapardı?
1539 Okunma
2 Yorum
Bünyamin Demir
Reşat Nuri Erol
Erbakan ve Adil Düzen
1512 Okunma
3 Yorum
Ilker Ardic
Ahmet Hakan
Sevdim bu bakanı
1380 Okunma
3 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Nazlı Ilıcak
Yalçınkaya yola çıktı
1380 Okunma
Fatma Karuç
Fehmi Koru
Horoz dövüşü
1372 Okunma
Ahmet Kirtekin
Yılmaz Özdil
Pire
1358 Okunma
Leyla Okta
Oktay Ekşi
Çiçeği yaşatmak
1297 Okunma
Vahap Alma
Zülfü Livaneli
AKP niçin başaramayacak
1293 Okunma
Ali Bülent Dilek
Toktamış Ateş
Ordu siyaset ve yalanlar...
1262 Okunma
1 Yorum
Osman Eskicioğlu
Mahir Kaynak
Katkı maddesi
1259 Okunma
2 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Altan
SONSUZLUK
1245 Okunma
Özer Ataç
Mehmet Niyazi
Tarihî bir kurumumuzun feryadı
1236 Okunma
Abdurrahman Erol
Fikret Bila
Orgeneral Başbuğ değil; Gönül ve Atalay yetkili
1209 Okunma
1 Yorum
Harun Özdemir
Mehmet Altan
Devletimizi tanıyalım
1208 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Ruşen Çakır
Yeni bir şey öğrenemedik
1193 Okunma
Tayibet Erzen
Hayrettin Karaman
Alevi ve Kürt meseleleri
1169 Okunma
Hilmi Altın


© 2024 - Akevler