Memleketimizde son 25-30 yıldır "demokrasi" ve "özgürlükler" adına; Mustafa Kemal'e ve kurucusu olduğu cumhuriyete "çatma" modası vardı.
Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinin demokrasiyi içermediği ve bu nedenle demokrasiyi bir türlü yaşayamadığımızı dile getirirler ve "ikinci bir cumhuriyet" kurma gereğini savunurlardı.
Bundan 20 küsur yıl önceydi. Özel televizyon kanalları; yeni yeni açılmaya başlamıştı. Bunlardan birinde; o zamanlar genç bir iktisatçı olan Ahmet Altan'la Neşe Düzel ilginç formatı olan bir program yapıyorlardı. Üçer kişilik iki ekip oluşturuyorlar ve belli bir konudaki farklı konuları tartışıyorlardı.
Henüz çok yaygın değildi ama bir gün "Birinci Cumhuriyet" ve "İkinci Cumhuriyet"i savunan öğretim üyelerini karşı karşıya getirip tartıştırmışlardı. Biz; yani Prof. Ergun Aybars, Prof. Aydın Aybay ve ben 1. cumhuriyeti (onların deyişiyle) savunuyorduk. 2. cumhuriyeti savunan ekip; Prof. Asaf Savaş Akat, Prof. Mete Tuncay ve Dr. Murat Belge'den oluşuyordu.
Birbirimizi ikna etmemiz elbette mümkün değildi ama yaşananların böylesine farklı yorumlanmasına hayretler içinde kalmıştım. Ve bu konulardaki hayretim; git gide artarak son dönemde zirve noktasına çıktı.
Kendini "demokrat" ve "özgürlükçü" olarak ilan eden ve dillerinde genellikle "sosyalizm" olmakla birlikte; gönüllerinde "liberalizm" yatan ve son dönemdeki "konumları ve söylemleriyle" bunu kanıtlamış olan 2. cumhuriyetçiler; halka ulaşmanın yollarını bulamıyorlardı. Bazen "din" diyorlardı ama çoğunun alınları secdeye hiç değmemişti. Bazen "demokrasi" diyorlardı ama halk bunlara asla yüz vermiyordu.
Türkiye'de; "İslamcı" diyebileceğimiz tipler arasında da kendini "entelektüeller sınıfı"na sokma konusunda çok hevesli isimler vardı. Fakat bunların ne altyapıları ne de dünyayı yorumlayışları; böyle bir isimlendirmeye uygun değildi.
Ve sonunda bunlar birbirlerini buldular. Özgürlük ve demokrasi adına şenlikli bir koalisyon oluşturdular. Şimdi yazılı ve görüntülü basında; bunun müstesna örneklerini görüyoruz. (Bu arada gerçekten "hazımlı liberaller" ve muhafazakâr aydınlar; sanıyorum bu gelişmeleri benim gibi hayret ve ibretle izliyorlardır.)
2. cumhuriyet lafını pek diline dolamasa da; aynı yolun yolcusu olan ve yakın tarihimizle ilgili değerli bulduğum çalışmaları da olan bir öğretim üyesi; geçenlerde günlük bir gazeteye günlerce süren bir röportaj verdi. Öyle şeyler söylemiş ki; bilgisizlikle itham edilmesi bile mümkün değil. Zira gerçekten iyi araştırmalara da imza atmış olan bir akademisyen. Bu durumu ancak "kendi kendini ajite etmek ve sonunda coşmak"la açıklayabiliriz.
Manşete alınan bir görüşü şöyle: "Atatürk 'Ordu siyasetin dışına çıksın' diye bir laf hiç etmedi. Böyle fikri yok. Aksine ordu Atatürk'ün yolunda gidecekse politikadan ayrılmaması gerekir."
Şimdi; önce o söyleşinin son bölümünden bazı şeyleri sizlerle paylaşmak ve daha sonra da nasıl yalanlara başvurulduğunu göstermek istiyorum.
"Soru: Biz tarihimizle ilgili çok yalan söylüyor muyuz?
Yanıt: tarihimizle ilgili fazlasıyla palavra sıkıyoruz.
S: söylediğimiz en temel yalanlar palavralar hangileri?
Y: mesela Atatürk'ün ordunun politikadan ayrılması gerektiği yönündeki söylemi. Atatürk'ün hiç böyle bir fikri yok. Atatürk 'ordu siyasetten çıksın' diye hiç laf etmedi. Aksine eğer ordu Atatürk'ün yolunda gidecekse politikadan ayrılmaması gerekir. Çünkü Atatürk de öyle düşünüyordu..."
Bu meslektaşımız; altını özenle çizerek ve döne döne defalarca bunu dile getiriyor ama Atatürk (geçenlerde de yazdığım üzere) siyasetle uğraşan ordunun savaşma gücünü yitireceğini Balkan Savaşları sırasında acı bir biçimde görmüştü.
Ve bu çerçeve içinde; Cumhuriyet'in ilanından kısa bir süre sonra orduyu siyasetin dışına çıkarmak üzere ciddi adımlar atıldı, yasal düzenlemeler yapıldı.
İlk atılan adım 19 Aralık 1923'te çıkartılan bir yasaydı. Bu yasaya göre siyasete atılmak isteyecek askerler önce ordudan istifa etmek zorunda kalacaklardı. Ayrıca aynı yasayla o sırada TBMM'de bulunan kumandanların ordudan istifa etmedikleri sürece; Meclis görüşmelerine katılamayacakları esası getiriliyordu.
Bu konuda atılan ikinci adım; Askeri Ceza Yasası'nın 148. Maddesi'nde yapılan değişikliktir. Bu değişiklikle askerin siyasete karışması yasağı pekiştirilmiştir. Buna göre; herhangi bir ordu mensubunun siyasal faaliyete katılması yani bir partiye üye olması, siyasi toplantılara katılması, siyasal içerikli bir bildiri hazırlaması ya da imzalaması vb. suç sayılıyordu.
Atatürk bu konuda şöyle demektedir: "Orduyu siyasi hayatın dışında tutmak cumhuriyetin en önem verdiği temel unsurlardan birisidir. Ve cumhuriyet orduları anavatanlarımızın koruyucuları olarak saygınlıklarını bu siyasetin sonucunda kazanmışlardır."
Nereden çıktı Atatürk'ün orduyu siyasetin dışına çıkarmak istemesi konusu?
Cumhuriyet sonrasında; Atatürk orduyu Mareşal'e (Fevzi Çakmak) emanet etmiş ve siyasete hiç bulaştırmamıştır. Ordu da Atatürk Çankaya'da yaşarken huzurlu ve güvenliydi...
Yorum :
ORDU SİYASET ve YANLIŞLAR
Bu güzel Türkiye’mizde birkaç yıl önce hiç görülmemiş ve duyulmamış olaylar oluyordu. Konya’da, Mersin’de, o vilayette ve bu vilayette insanlar öldürülüp bahçelere, evlerin içlerine ve bodrum katlarına gömülüyordu. Ben ise bu olaylara çok üzülüyordum. İnsanlar bu işi Hizbullah’ın yaptığını söylüyorlardı. Bizim fakültenin yakınında Site Polis Karakolu vardı. Onun önünden her zaman para çekmeye giderdim. Polis binasının önleri her vakit temiz, pırıl, pırıl ve tabi ki, giriş kapısının yanında duran bir polis memuru olurdu. Hep bunları bir ziyaret etsem diye içimden geçerdi. Tam bu bahçe ve evlerin kabir yapıldığı zamandı. İçeriye girip kendimi tanıttım, amiri ziyaret etmek istediğimi söyledim. Odasına girdim, merhaba ve hoş beşten sonra ben size bir şey sormak istiyorum dedim. Allah aşkına bu bahçelerin, avluların ve bodrumların insan öldürüp kabir yapılması nedir bunlar böyle, bu olayları kim yapıyor acaba, mit mi, mosad mı, cia mı, diye sordum. Adamcağız güldü benim soruma ve hocam dedi, bu işler pek bilinmez, hepsi olabilir ve bu meçhullük böylece kıyamete kadar da gider.
Burada bir örnek daha vermek istiyorum. Aslında Lozan Barış Antlaşması, milli mücadele hareketine girişen ve bu mücadeleyi başarıyla sonuçlandıran yeni Türk devleti ile birinci dünya savaşının galipleri arasında eşit şartlar altında yapılan bir antlaşmaydı. Şimdi insanlar hemen iki gruba ayrılıp soruyorlar Lozan zafer mi ve hezimet mi? Lozan kimilerine göre bir zafer, kimlerine göre ise bir hezimettir.
İnsanların hükümlerinde ister teoride olsun, isterse pratikte olsun bir izafiyet ve görecelik olacağı açıktır. Sosyal olaylar sadece görece değil aynı zamanda değişkendirler. Âşık Veysel rahmetli
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece, diyor. O “yürüdüm aynı zamanda” demekle dünyadaki değişimi yani entropiyi dile getiriyordu. Bu evrenin değişmez yasalarından biri olan değişim yani entropi, her sistem değişme ve gelişme ya da değişme ve bozulma yönünde bir tandans gösterir. Bu genel-geçer evrensel kuraldan hiçbir kimse, toplum, dernek, cemiyet, devlet ve varlık uzak kalamaz. Diğer taraftan da her bir varlığın kendisine özgü kural ve kanunları vardır. Onun için bireyler fotokopi olmadığı gibi toplumlar da fotokopi değildirler.
Şunu demek istiyoruz ki, bireylerin kendilerine göre ayrı ve farklı görüş ve düşünceleri bulunduğu ve bulanacağı gibi, olayların da kendi zaman ve mekân içinde şartların etkisiyle değişip gelişmeleri veya değişip bozulmaları söz konusudur. O sebep 1. Cumhuriyet olduğu ve belki de 2. ve de 3. veya 4. cumhuriyetlerin de olacağı ve bunlara taraftar olanların da bulunacağı bir gerçek ve hatta kaçınılmaz bir zarurettir. Çünkü tabiatın değişmez kanunu budur. Tesir teessür ve tedricen tekâmül kural ve kanunları hep var olmuştur. Cumhuriyet değişebilir ve demokrasi gelişebilir. Zaman denilen amil her şeyin ve her nesne ve varlığın hakkından gelir. Bunun en güzel örneği tarih değil mi? Hani dün nerede, dünküler bugün neredeler? Elimizde olmayan şeylere şekil vermeye veya bir sıfat kazandırmaya çalışmak boşuna emektir. Çıkmaz sokaklarda koşmak boşuna yorulmak demektir. Fani olan bireylere ebedilik kazandırılamaz. Sonlu olan devlet, cemiyet ve toplumlar dünyanın sonuna kadar yeryüzünde kalamazlar. Bir toplum, Mustafa Kemal de olsa sonuna kadar bir tek kişinin görüşleri doğrultusunda gidemez. O günün şartlarını değerlendirmeden ve bunları hiçe sayarak sadece particilik yaparak ve taraf tutarak, Lozan bir zaferdir demek ne kadar yanlışsa; hayır, Lozan bir hezimettir demek de o kadar yanlıştır. Çünkü her şey kendi sahip olduğu şartlara göre değerlendirilir. Mesela ben şimdi 66 yaşındayım, bu bir tespittir. Bu yalan mı veya yanlış mı? Ama ben istiyorum ki, şimdi 25 veya 30 yaşımda olmalıyım. Bu bir yalan mı veya yanlış mı? Hayır, hayır bu bir sadece temenni ve istekten ibarettir.
Değişen dünyada Türkiye de kesinlikle değişecektir. Fakat sosyal olaylarda da doğru ve yanlışı gösteren kural ve kanunlar vardır. Ama bunun için gerçek sosyolojiyi, gerçek sosyal kanun ve kuralları bilmek lazım gelir. Mesela ordu ve askerler siyasetten ve politikadan uzak kalsınlar demekle onlar bu meselelerden uzak kalmış olmazlar. Mesela bir kişi partisinden istifa edip meclis başkanı veya cumhurbaşkanı olmakla kendi partisi ile diğer partilere karşı aynı duyarlıkta olamaz. İnsan denilen varlık, duygularından, düşüncelerinden, görüş ve kanaatlerinden soyutlanıp kurtulamaz. Ben isterim ki, bu cumhuriyet, cumhuriyet diyenler, demokrasi, demokrasi diyenler, bunların iyi taraflarının yanında bir de kötülüklerini görsünler ve onları gidermeye çalışsınlar. Birey, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan varlıktır. Toplum veya devlet ise tüm vatandaşların ortak noktalarının bileşkesidir. Onun için bir devlette ve toplumda adam tutmalar ve kayırmalar varsa, kendi tarafını ve partisini tutup başkalarını atma varsa, yöneticiler, toplumun bileşkelerinden daha çok kendi istek ve arzularına kulak verip onu dinliyorlarsa o toplumda uzviyet yok demektir. Bu gün Türkiye’de olduğu gibi organik hale gelememiş ve organizma olamamış toplumlar, hasta toplumlardır. Biz, toplum haline gelebilmemiz için insan vücudunu öneriyoruz. İnsan vücudu ve biyolojisi ne ise toplum da öyle olmalı ve o hale gelebilmelidir. Bir hücre, vücudun diğer tüm hücrelerine bağlıdır. Bir hücre, tüm hücreler için, tüm hücreler de o bir tek hücre için çalışıp üretim yaparlar ve birbirlerine böylesine bağlıdırlar. İşte aslında bir toplum da böyledir. Fakat bugünkü toplumlar böyle mi, toplumda var olan kurumlar böyle birbiriyle uyumlu mu? Mektep, medrese, tekke, kışla, cami, meclis ve fabrika arasında bir uyum var mı? Bunun var olduğunu bir Allah’ın kulu çıkıp da söyleyebilir mi?
Amerika’da Cumhuriyetçi parti ve Demokrat Parti, İngiltere’de ise İşçi Partisi ve diğeri de Muhafazakâr Parti var ve bunlar yönetimde tahterevalli oyununu oynatıyorlar. Hem kendilerini ve hem de başkalarını kandırıyorlar. Siz isterseniz buna bu bir manipülasyondur, diyebilirsiniz. Ben de evet haklısınız derim. Çünkü
Tahterevallinin bir ucunda sen, bir ucunda ben,
İkimiz de şikâyetçiyiz dengelerden,
Olgun bir ışık hep yanıp sönen,
Bir fener sanki hep sularda ben,
Tahterevallinin bir ucunda sen, bir ucunda ben,
İkimiz de şikâyetçiyiz dengelerden.
Evet, toplumda din-bilim, birey-toplum, fert-devlet, yöresellik-küresellik, dünya-ahiret dengeleri kurulmadıkça yalan, dolan, yanlış, her türlü göz boyama ve kandırış, aldatma, korkutma ve baskı devam eder. Bugün ise bunun adına cumhuriyet ve demokrasi yönetimi derler.