MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2451 Okunma
MAİDE 96-100

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 61

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أُحِلَّ لَكُمْ صَيْدُ الْبَحْرِ وَطَعَامُهُ مَتَاعًا لَكُمْ وَلِلسَّيَّارَةِ وَحُرِّمَ عَلَيْكُمْ صَيْدُ الْبَرِّ مَا دُمْتُمْ حُرُمًا وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (96) جَعَلَ اللَّهُ الْكَعْبَةَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ قِيَامًا لِلنَّاسِ وَالشَّهْرَ الْحَرَامَ وَالْهَدْيَ وَالْقَلَائِدَ ذَلِكَ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (97)

 

أُحِلَّ لَكُمْ

(EuXilLa LaKuM)

“Size helal kılındı.”

Kur’an’ın ilk sekiz sûresi hüküm âyetlerini içerir, İslâmiyet’i tanıtır.

Ondan sonraki sûreler ise beyan ve teyit sûreleridir, Kur’an’ın mucizeleridir.

İlk sekiz sûrenin ilk yarısı Medine sûreleridir, hükümleri içerir.

Sonraki sûreler tebliğ ve cihat sûreleridir.

İlk dört sûre kurulmuş İslâm düzeninin nasıl işleyeceğini, sonraki dört sûre de İslâm düzeninin nasıl kurulacağını anlatır.

İşte bu hüküm sûrelerinin dördüncüsü yani sonuncusu Maide Sûresi’dir. Maide aynı zamanda son nâzil olan sûredir. “Bugün dininizi/düzeninizi ikmal ettim…” âyeti buradadır. Bu vahyin son sûresidir.

Bir bucağı ele almada bütün hükümleri ile bize anlatmaktadır. Baştan “akitleri ifa edin” ile başlamıştı. Böylece İslâm düzeninin sözleşmelere dayandığını göstermiştir. “Elukud” orada istiğrak içindir. Akitler Kur’an’a aykırı ise de yerine getireceksiniz. Kur’an’ı akitleri yaparken düşüneceksiniz ama akit yaptıktan sonra bu Kur’an’a aykırıdır, uymam diyemezsiniz. Kur’an size hangi şartlar altında onlarla anlaşacağınızı bildirir. Kur’an’a aykırı olsa da anlaşmada ne varsa ona uyarız. Kur’an’ın izni ile taviz veririz.

Bundan evvelki âyette avlandığınız yani üretim yaptığınız zaman başkalarının haklarını kendi beyanınızla veriniz, gizlemeyiniz emri gelmiştir. Bu yarısından fazla olabilir. Üreticilere yüzde kırk, genel ve kamu hizmetine yüzde kırk, yüzde yirmi de sosyal güvenliğe ayırıyoruz. Bu ayırma başka türlü de yapılabilir. Bundan önce bir bucak içinde, bir il içinde veya ülke içindeki üretimi anlatmıştır. Şimdi yeni üretim alanına geçmektedir. Bundan önce “siz ihramda iken avlanmayın” ile başlamıştı, yani haramla başlamıştı. Şimdi helalle başlamaktadır.  Orada kara avcılığı anlatılmıştır. Burada ise deniz avcılığına geçmiştir.

Âyetler “Ey iman edenler…” ile başlamıştır.

Size helal edilmiştir…” demektedir.

Mefhumu muhalefeti kabul etmediğimiz için kıyasen başkalarına da helaldir demektir.

O halde neden size helal kılınmıştır denmektedir?

Mü’minler nâsın mallarını korumakla yükümlüdürler. Birçok yerde nâsa mübah olan şeyler mü’minlere mübah değildir. Yani müslimler için yasaklanmayan şeyler mü’minler için yasaklanabilir. Bu sebeple burada “Leküm” kelimesi kullanılmıştır. Burada sadece mü’minler için bazı yasaklamaların konacağı ifade edilmiştir. Neyin olduğu belirtilmiş değildir. Hükümleri ortaya koyarken, âyetleri yorumlarken, böyle bir durumla karşılaştığımız zaman bunu hatırlamamız gerekmektedir.

صَيْدُ ٱلْبَحْرِ

(ÖaYDu eLBaXRı)

“Bahrın saydı”

Bahr” burada marife gelmiştir, “Sayd” da marife gelmiştir. Bunun manâsı şudur. Avlanılacak yerler belli olacaktır. Avlanma da belli olacaktır. Yani nelerin nerelerde nasıl avlanacağına dair insanlığın kuralları olacaktır. O kurallar içinde avlanacaklardır. Yoksa “saydun fi’l-bahri” veya “el-saydu ‘fi bahrin” veya “saydu bahrin” olabilirdi. Yani belli yerlerde her türlü av serbest olurdu veya her yerde belli avlanma şekli serbest olur yahut her yerde her türlü av serbest olurdu.

Saydu’l-Bahri” deyince, belli yerlerde belli avların belli tarzlarda avlanması size helal kılınmıştır denmektedir.

Bu ifade bize avlanmada aslın haramlık olduğunu göstermektedir. Madem ki helallik tanımlanmıştır, o halde asıl olan haramlıktır demektir. Bu haramlık yalnız mü’minlere has olabilir yahut herkese has olabilir. Mü’minler devlet yetkisini kullanırlar. Onları serbest bıraktığımızda müslimlerin haklarına saldırabilirler. Bunun için mü’minlerin yapacakları işler sınırlandırılmış bulunmaktadır. Bugün de devlet memurlarının bazı işleri yapmaları yasaktır. Mesela ticaret yapamazlar.

Denizler bir devlete ait değildir. İnsanlık orada serbestçe seyahat eder, ayrıca serbestçe iş yapabilirler. İnsanlığa açık alanlardır. Ülke içinde o ülke halkında çıplak meskun olmayan dağlar böyle açık alanlardır. Oradaki sorumluluk devlete aittir. Orada iller değil de devlet şır’ası geçerli olur. İllerde ormanlar böyledir. Bucaklara ait olmaz, güvenliğini iller korur. Taşra bucaklarının hukuku değil il bucağının hukuku böyledir. Taşra bucaklarda ise tüm işyerleri ocaklara değil bucaklar aittir. Bu hususlar “Adil Düzen Anayasası”nda yazılıdır. İşte delil burada ortaya çıkmaktadır. Denizde avlanmaya ülke, il ve bucakları kıyas edeceğiz.

Deniz hukukunu insanlık merkez bucağı, Mekke merkez bucağı koyacaktır. Ne var ki biz insanlığa silahlı güç vermiyoruz. Çünkü o zaman insanlık diktası doğar. İnsanlıktaki güveni birleşmiş milletler değil devletler sağlayacaktır. Önce hakemlerden oluşan yargı o devletle savaşı meşru hâle getirir. Devletlerden isteyenler özel gönüllü ordular teşkil edip o ülkeye saldırırlar ve yağmalarlar yahut yola getirip serbest bırakırlar.

Bu husus “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda çözülmüştür ama çözülmeyen yer vardır. Denizlerin güvenliğini kim sağlayacaktır? Bu hususta İnsanlık paralı asker bulundurur diyordum ama bunun kural dışı çözüm olduğunu biliyordum. Başka çözüm bulamadığım için zarureten böyle kabul ediyordum. Bu âyetin tefsirine başladığım zaman gözüme “size” ve “seyyarelere” kelimeleri ilişti. Bir türlü çözemiyordum. Hattâ yazmaya başladım, devam edemedim. Sonra birden şimşek çaktı, “seyyare marife midir değil midir dedim. Marife olduğunu görünce çözemediğim sorun çözüldü; anlatacağım...

وَطَعَامُهُ

(Va OaGAMuHUv)

“Ve onun taamı”

Buradaki zamir ava veya bahra gidebilir. Denizin yenmesi uygun olmayacağı için zamirin ava gönderilmesi uygundur. Gerçi hazf yapılarak saydu’l-bahri anlamı verilebilir. Ama sayda gitmesi, avlarken hazfı takdir etmek gereksizdir. Ve avlanan hayvanların yenmesi denmiş olmaktadır. Gerek “taam” gerekse zamir marife olduğu için belli avların belli şekilde ekl edilmesi anlamındadır. Şafiilerin bütün deniz hayvanlarını helal saymaları bu âyete uymaz. Burada “Ettaamu minhu” anlamındadır. “Taamun minhu” denebilirdi, harfi tarifle getirebilirdi. O halde denizdeki hayvanların hepsi değil bir kısmı yenir. Hangi hayvanlar yenir? Çünkü balığın yeneceği Musa aleyhisselâmın kıssasında anlatılmaktadır. Diğer hayvanlardan hangilerinin yeneceği hususu içtihada bırakılmıştır. Bunlar için “kavminin yiyeceği” ilkesini kullanabiliriz. Yahut bütün omurgalı olmayan hayvanlar diyebiliriz. Buradaki âyetin ifadesi bize deniz hayvanlarının hepsinin etlerinin yenmeyeceğini göstermektedir. Biz şimdi onların tartışmasını yapmayacağız. Biz kavminin yiyeceği omurgalı değilse yenmeleri helaldir diyebiliriz. Bunun dışında kara hayvanlarında kabul edilen yırtıcı olup olmadığı illetini de alabiliriz.

Kur’an’da yiyecekler üzerinde çok durulmuştur. Helal ve haram hususu yiyeceklere hasredilmiş gibidir. Canlıların belli besinleri vardır. Midelerindeki sindirim hormonları ona göre ayarlanmıştır. İpek böceği yalnız dut yaprağını yer. İnsan farklı yaratılmıştır. İnsanın esas yiyeceği meyvedir. Her meyve değil, özel meyvelerdir. Ne var ki insanın midesi daha çok besinleri sindirecek şekilde yaratılmıştır. Ayrıca insanlar besinleri pişirerek veya mayalayarak kendilerine uygun besin hâline getirmektedirler. Ama bunların içinde bazı besinlerin bu şekle getirilemeyeceğini Allah bu haramlarla bildirmiştir. Hayvanlardan domuzu haram kılmış, deveyi helal kılmıştır. Bitkilerden de üzüm, hurma, nar muz gibi meyveleri ve genel olarak fakiheleri helal kılmıştır. Meyvelerden haram olanları zikretmemiştir. Helal olan üzümden yapılan hamrı haram etmiştir.

İnsanın midesi selülozu sindirememektedir. Hayvanlar ise bunu işkembelerinde yapmaktadırlar. Biz de belli mayalarla veya başka şeylerle yarın selülozu şekere çevirsek, onlardan yağ imal etsek helal olacak demektir.

Şaraptan yapılan sirkenin helal olması da bu âyetle helal olmaktadır.

مَتَاعاً لَكُمْ

(MaTAvGan LaKuM)

“Size meta olmak üzere.”

Meta” hâldir, “Sayd”ın hâlidir. Yani eğer ona ihtiyacımız varsa, bir yararımız varsa helaldir. Yoksa sırf zevk olsun diye avlanma helal değildir. Asıl olan haramlık olunca burada mefhumu muhalefet geçerli olur.

Karada onların şerrinden korunmak için bizim için meta olsa da onları avlarız. Denizde ise sırf korunmak için avlanma meşru kılınmamıştır. Bununla beraber başka âyetlerin delâleti ile korunmak amacıyla da başka çare yoksa avlanmak meşrudur. Bununla beraber hiçbir canlı yoktur ki kendisinden yararlanılmasın. Ayının eti yenmez ama postu kıymetlidir, ayrıca bol yağı vardır. Eskiden köylerde hep ayı yağından külle sabun yaparlardı. Deniz hayvanlarında da bu amaçla avlanmalar yapılabilir.

Meta varsa, mesela haram olan hayvanların etleri gübre olabilir.

Meta” burada nekre getirilmiştir. Hâl olarak getirilmiştir. Dolayısıyla meta tarif edilmemiştir. Bugün meta olmayan yarın meta olabilir.

İnsanlar için ne gibi metalar vardır?

En önemli meta yiyecektir. Ondan sonra insanlara mahsus olmak üzere giyecektir. Çünkü yalnız insan çıplak yaratılmıştır. Hattâ sonradan yediği yasak ağaç sebebiyle insanın tüyleri dökülmüştür. Ondan sonra barınak yani evdir. Sonra da enerjidir. İlk insanlar enerji ihtiyacı duymamışlar ama bugün enerji ihtiyacı hemen hemen suyu bile geçti.

Kara hayvanlarını ehlileştiriyoruz ve onlardan yararlanıyoruz. Yunus balıkları ve foklar ehlileştirilebiliyor. Denizdeki hayvanlardan yararlanabiliriz. Mesela bir bomba yükleriz, düşman gemisinin yanına götürüp bırakır, sonra biz patlatırız.

Kur’an’da inci ve yakutun denizden çıkarıldığı anlatılmaktadır. İnci canlıdan elde edilmektedir. Dolayısıyla demek ki her türlü yararlanma hususu serbesttir. Kur’an karaların ve denizlerin bize musahhar olduğunu söylemiştir. Bugün denizlerde devamlı olarak denizin ortasında olabilen büyük gemiler inşa edilmiştir. Yarın deniz kentleri kurulmaya başlanmış olabilir. Kur’an dağlar gibi gemilerden bahsetmektedir. Bugün bunları görüyoruz.

وَلِلسَّيَّارَةِ

(Va Lı elSayYAvRaTi)

“Ve seyyareler için”

Burada ve Yusuf Sûresi’nde seyyareden bahsetmektedir.

Seyyare” süratle dolaşma demektir. Tek olarak değil de grup hâlinde ve süratle dolaşan anlamındadır. Yusuf Sûresi’nde bu konulara biraz değinilmiştir. Bugünkü trafik polisleri ve deniz polisi demektir. Bunlar süratli arabalara sahiptirler. Herhangi bir güvenlik sorunu olduğu zaman süratle oraya koşarlar.

“Seyyare”yi “Leküm”e atfetmenin anlamı yoktur. Onlar da bizden değillermi ki bizim için bir de seyyare için meta olsun. Karada trafiği sağlayan oranın ili veya devlettir. Çünkü onların silahlı güçleri vardır, o gücü kullanırlar. Giderler genel güvenlik içinde genel bütçeden karşılanır. Oysa denizlerde devletler yoktur, iller de yoktur. İnsanlığın da silahlı gücü yoktur, yasaklanmıştır. Çünkü Birleşmiş Milletler emredici değil, sadece tavsiye edicidir, hizmet vericidir. Böylece insanlık içinde yarış vardır. Tek üstün güç olsa bu yarış olmaz. Marx’ın sosyalizmi ve Yahudilerin tek devlet hayali bunun için mümkün değildir.

Biz “Adil Düzen”in zafer kazanacağını 1960’larda iddia ettik. O günlerden bu günlere geldiğimizde; Sovyetler yıkıldı… ABD tek süper güç oldu... Ama Irak ile ilgili 1 Mart tezkeresinde Türkiye ABD’ye kafa tuttu ve hiçbir şey olmadı... Dostluğumuzu bozmak şöyle dursun, ABD halkı Müslüman bir zencinin çocuğunu başa getirdi...

Demek ki belli yerlerin güvenliğini koruyan deniz polisi olacaktır. Bu bir devlete bağlı olmayacaktır. Orada avlananlardan payını alacak ve oranın güvenliğini koruyacaktır. Bugün denizden petrol çıkarma kavgası var; yok benim denizimdir, yok senin denizindir. Denizin kara suyu yoktur. Bütün denizler insanlığındır. Oranın güvenliğini koruyan insanlığın polisine hakkı olan vergiyi verdikten sonra, oralarda avlanmak veya petrol çıkarmak serbesttir.

İsrail’in gemilerimizi işgal etmesi, AB’nin ve ABD’nin sesini çıkarmaması önemli hem de çok önemli bir boşluğun işaretidir. Akdeniz devletleri Akdeniz polis teşkilatını oluşturmalıdır. Onlar seyyar trafik gücü olacaktır. Bunlar büyük olmayacak, bir bölgenin büyüklüğünü geçmeyecek, denizlerde kendilerine bölge verilecek ve onlar oranın güvenliğini sağlayacaklardır. Bunlara saldıran devlet olursa, hakemler kararı ile mahkum edilecek ve isteyen devletler o ülkeyi yıkıp yağmalayacaklardır.

İşte…

Seyyare”nin marife olması ve atfedilmesi bu hükmü ortaya koymaktadır.

Bir kelimenin atfı ile dünya güvenliğinin ahkâmını anlatmış olmaktadır.

Sadece bu ifade bile Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ispat etmektedir.

Kâfirlerin nikâhının sahih olup olmadığı hususu tartışılmış, sahih olduğuna, medeni hukuka sahip olduklarına, ona istidlâli Tebbet Sûresi’ndeki ve “imraetuhu/karısı” âyetinden istidlâl etmişlerdir. Biz de burada aynı usulle istidlâl ediyoruz.

وَحُرِّمَ عَلَيْكُمْ صَيْدُ الْبَرِّ

(Va XurRıMa GaLaYKuM ÖaYDu eLBarRı)  

“Berr saydı size haram kılınmıştır.”

Denizlerde avlanma esas itibarı ile haram, belli yerlerde belli avların avlanması helal kılınmıştır. Denizlerde kişi ayırımı yoktur. Yer ve avlanma şekilleri farklıdır. Karada ise genel olarak avlanma serbesttir. Belli yerlerde ve belli zamanlarda belli avların avlanması haramdır. Bir de herkes kendi bucağında avlanır. Başka bucaklarda avlanmak haramdır. Yabancılar başka bucaklarda avlanamazlar. Merkez bucaklarda avlanma da bazı şartlara tâbidir.

Burada çok önemli sorun çözümlenmektedir. Taşra bucaklardaki halk kendi ilçe merkez bucağında avlanabilir; yani oralarda gidip çalışabilir. Bunun için orada çalışma beyannamesini vermeli ve orada çalıştığı müddetçe il merkez bucağına vergi ödemelidir; yani ihramdan çıkmalıdır.

Bu avlarla ilgili hükümler ortaya konurken temel nokta vergilendirmedir. Denizlerde avlanan o bölgenin deniz polisine vergisini vermelidir. Yalnız avlananlar değil, denizlerde iş yapanlar da vergilerini o bölgenin deniz polisine vermelidirler. Karada iş yapanlar, taşra bucaklarında bucaklarına vergilerini vermelidirler. Merkez bucaklarda iş yapanlar ise orada iş yaptıklarına dair beyanname verip ona göre vergilendirilmelidir. Ona göre de kredi alma hakkını kazanacaklardır.

Taşra bucaklarda ve taşra illerde dolaşırken orada birinin iznini almak gerekir. Oradaki birinin izni alındıktan sonra orada ticaret yapılır, alım-satım yapılır. Kişi vergi mükellefi değildir. Ne var ki ya oraya getirip malı satmalı veya oradan malı alıp götürmelidir. Ticarette vergi sermayenindir. Herkes kendi bucağında sermaye vergisini öder. Taşra bucaklarda üretim yapmak yoktur. Merkez bucaklarda ise o ilin taşra bucaklarından gelen halk iş yapar, çalışma serbestisine sahiptir. Burada çalışma kredisini kullanır. Bunun için ihramdan çıkmalıdır yani orada çalışmakta olduğunu beyan etmelidir. İşsizlik payını bucağında almamalıdır, orada da çalışma kredisini almalıdır. Çalışma kredisi devlet içinde verilir. Kişi bunu taşra bucağında veya il veya merkez bucağında kullanır. İnsanlık merkez bucağında çalışanlar çalışma kredilerini almazlar, taşra ülkelerden gelenler almazlar.

مَا دُمْتُمْ حُرُماً

(MAv DuMTuM XuRuMan)

“Hurum olarak devam ettikçe”

Gelip orada çalışacağını beyan etmediği müddetçe anlamındadır. Burada da asıl olan helalliktir. İhramlı olmak arızidir. Yani ben kendi bucağımda çalışacağım, kredimi oradan alacağım diyorsa, başka yere gittiği zaman ihram durumunda olmalıdır. Yoksa kişi nerede yaşıyorsa, nerede bulunuyorsa oranın hukukundan yararlanır.

Bu durumdaki hükümler nasıl tanzim edilecek?

Bunu il yönetimi, ülke yönetimi tanzim eder. İnsanlıkla ilgili ise Mekke yönetimi tanzim eder. Böyle bir düzenleme olacaktır ama düzenlemenin nasıl olacağı hususu ise yere ve zamana bırakılmıştır. Bu sebepledir ki Kur’an’da sadece genel kurallar konmakta, teferruata gidilmemektedir. Buradaki hükümlere kıyas yoluyla veya başka âyetlerin delaleti ile veya istihsanla hükümler konabilir.

وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (96)

(Va itTaQUv elLAvHa elLaÜIy iLaYHi TuXŞaRUvNa)  

“Ve ona haşrolunacağınız Allah’a ittika ediniz.”

Bir de “ittika” kelimesi geçtiği zaman orada yetkinin kime ait olduğu belirtilmiş olmaktadır. “Allah’tan ittika ediniz” dendiği zaman topluluktan ittika ediniz ve içtihadınızı doğru yapın, samimi olun heva ve hevesinize kapılmayınız denmiş olur. Burada ise “kendisine haşrolunacağınız” sigasını getirerek buradaki Allah’ın âlemlerin rabbi olan ve âhirette kedisine haşrolunacağımız Allah olup O’nun halifesi olan topluluk değildir. Burada ittika edenler de teker teker kişiler olmayıp topluluktur. Yani topluluk yasalar ve kurallar koyarken âlemlerin rabbi olan Allah’tan ittika etmelidir. Gelişigüzel keyfi kurallar koymamalıdır. Kurallar hakemlerin denetiminde olmalıdır demektir.

Haşrolmak” toplanmak demektir.

Bayram günleri sabahleyin sokağa çıktığınızda herkes bayram namazına doğru akmaktadır. O hareket haşrdır. Bir tarafa sürü hâlinde akan böceklere haşarat denmektedir.

Kıyamet günü insanlar öldükleri yerde dirilecek ve yanlarında rehber melekler olmak üzere bir yerde bulunmak üzere yürüyecekler. Buna “mahşer” denmektedir. İnsanlar orada yargılanacaklardır ve sonunda cennet veya cehenneme gideceklerdir.

İşte o Allah’a ittika ediniz, O’nun vikayesine giriniz denmiş olmaktadır.

Burada memur olan topluluktur. Demek ki yasaları koyacak olan da topluluktur.

Kur’an’da demokrasi var mıdır diye soruyorlar. Kur’an’daki her “ittika ediniz” emrinin içinde demokrasi saklıdır. Karar alırken dikkatli olunuz demektir ama karar yetkiniz sizde demektir. İttika etsin veya ittika et dendiği zaman da karar verirken yani içtihat yaparken dikkatli ol demektir ama karar verme yetkisi, içtihat yapma yetkisi sende demektir.

***

جَعَلَ اللَّهُ الْكَعْبَةَ

(CaGaLa elLAHu eLKaGBaTa)

“Allah Kâbe’yi ca’letti.”

Bundan önceki âyette kişilerin ihramda oldukları durumları belirledi yani taşrada oturanlar için yasak hükümler koydu. Burda Kâbe’den bahsederek bize taşra merkez bucakları hakkında hüküm koyduğunu anlatmaktadır. Yani bu durumda olan demek merkez bucaklarda olan demektir. Diğer bucakları Kâbe’nin bulunduğu bucağa kıyas edeceğiz.

“Allah Kâbe’yi ca’letti.”

Buradaki Allah da kâinatı var eden Allah’tır. Bunu tüm insanlık olarak anlayabiliriz. Çünkü Kâbe’yi beytullah yapan İbrahim aleyhisselâmdır. Allah’ın emri ile yapmıştır. Bu kıyamete kadar değişmeyecektir. İnsanlığın merkezi daima orası kalacaktır. Biri beyninde diğeri göğsünde olmak üzere insanın nasıl iki kalbi varsa, yeryüzünün de iki kalbi vardır.

Biri Mekke’dir, beyinle ilgilidir.

Diğeri ise İstanbul’dur, bedenle ilgilidir.

İstanbul’un ikinci kalp olduğuna delâlet eden Kur’an’daki “Fathan Kariba” kelimesidir. Mekke fethinden sonra yakın fetih vardır deniyor. Bunun ebced hesabı ile tarihi İstanbul’un fethine tekabül etmektedir. Ayrıca İncil’de Hazreti Muhammed’den bahsederken dünya merkezine hükmedilecektir denmektedir. Dünyanın merkezi İstanbul olmaktadır.

Kâbe” kelimesi; Türkçe’deki “küp” kelimesi ile “kap” kelimesi akrabadır. Kap şeklinde yapılan bir binadır. Kâbe kelimesi Kur’an’da iki defa geçmektedir. Biri bundan iki önceki âyette geçmiştir. Ceza olarak ödenecek hayvanların Kâbe’ye baliğinden bahsetmişti. Yine Kâbe’den bahsetmektedir. Kâbe dört duvardan oluşan bir odadır. İçerisine girip kullanılmamaktadır. Çevresi Mescid-i Haram’dır. Ondan sonra harem yanı gelmektedir, Mekke beldesi ve Mekke beledi gelmektedir.

Kur’an’da beledden ve beldeden bahsedilmektedir. Beled Mekke ilidir. Belde ise Mekke bucağıdır. Bekke Mekke ilidir. Mekke ise Mekke bucağıdır. Bekke’den bahsederken ilk vazedilen beytin bulunduğu Bekke demektedir. O zaman Mekke ili yoktu. Mekke’nin batnında demektedir. Demek batnı olmayan Mekke de vardır. Bu da bütün ili içine alır demektedir. Mekke’nin ve Bekke’nin hükümleri ayrı ayrıdır.

Belde kelimesindeki “t” tekilleştirmek için gelir. O halde belde Mekke bucağı, Beled ise Mekke ili olmalıdır.

Kur’an’da beldeden bahsederken insanların ve hayvanların olduğu alandan bahseder. Beledden bahsederken ise meyvelerden, nebatlardan bahseder. Ayrıca meskun olan yerin gayri zi zer’a olduğunu ifade eder.

Demek ki belde Mekke bucağıdır. Beled ise Mekke ilidir.

Bekke, Mekke, Kâbe, Beyt, Mescid-i Haram kelimelerini ruhu’l-Kur’an’da inceleyerek bu söylediklerimi fazlasıyla görürsünüz. Kur’an’da beledden bahsederken emin vasfını kullanmakta, oysa beldeden bahsederken ise harem vasfını kullanmaktadır. O halde tüm Mekke ili emin yerdir. Kim oraya gelirse emin olur. Mekke bucağı ise haram yerdir.

Mekke ili neresidir?

Bunun için şu istidlâli yapıyoruz. Kur’an’da Yesrib yani Medine ile Mekke şehirlerinden bahsetmektedir. Bunların orta noktaları sınır olmalıdır. Pergelin bir ayağını Kâbe üzerine koyar da Mekke-Medine arası orta noktadan daire çizersek, o Mekke ilidir. Mekke bucağı için başka istidlâl yapmamız gerekmektedir.

Kâbe burada mecazi olarak kullanılmıştır. Merkez ifade edilip civar kastedilmiştir. Haklar ne başkana ne de oradaki halka değil de Kâbe’ye izafe edilmektedir. Kâbe’ye baliğ hedy demektedir. Zaten kamu mallarının konduğu yere “beytülmal” denmektedir. Bu bize ortak ambarla ilgili olan hükmümüzü teyit eder. İnsanlar ürettiklerini ortak ambarlara verirler. Ortak ambarlardan belge alırlar. Sonra da o belgeyi piyasaya satarlar. En son kullanıcı gelip ambardan malı alır. Kabe’yi hak sahibi göstermesinden anlıyoruz ki, böyle ortak ambarların tesisini de emretmiş olmaktadır. Her bucağın böyle Kâbe’si olacaktır. Kâbe ortak ambardır. Orada malların olması gerekmez. Hükmen oraya konan malları ifade eder. Çünkü Kâbe’ye asla mal konmadığı halde kurbanların oraya baliğ olmasını emretmektedir. Demek ki Mekke’nin yönetimine varan mallar Kâbe’ye varmış olmaktadır.

الْبَيْتَ الْحَرَامَ

(eLBaYTa elXaRAvMa)

“Haram beyti”

Kâbe’nin bedeli olarak haram beytten bahsetmektedir. Kastedilen yalnız Kâbe binası değil, daha geniş bir alan olduğunu belirtmek için bedel olarak getirilmiştir. Beyt-i haram, maşer-i haram, Mescid-i haram, şehr-i haram ifadeleri geçmektedir. Mekke ili emin yerdir. Oraya giren suçlu da olsa oradan çıkmadıkça takip edilmez.

Yeryüzünde yüze yakın devlet vardır. Biz her devlete Mekke ilinde bir ilçelik veya bucaklık yer vereceğiz, orada kendi ülkelerinin sitesini kuracaklardır. Burası emin yer olacaktır. Birisi adam öldürdü ve oraya kaçtı. Kendi bucaklarına sığındı. Biz artık onu zorla oradan çıkaramayız. Mağdurlar af ederlerse diyetlerini alırlar, sorun biter. Affetmezlerse çıkmasını bekleriz çıkınca kısas yaparız. Burası F tipi cezaevindeki müebbet hapse benzer.

Mekke bucağı ise haram bucağıdır yılın 12 ayında orası haremdir. Ayrıca haram ayları vardır. O aylarda da dünyanın her yeri veya hac yolları haremdir. Savaş durur. Altı ayda savaşı bitiren bitirir. Altı ayda savaşı bitiremeyen kimseler artık savaşa devam edemezler. Yeniden hakem kararı gerekmektedir. Recep ayından sonra iki ay içinde bitirmelidirler.

Bundan önceki âyette ihramda olan kimseleri anlattı, şimdi de ihram yerini anlattı. Her ülkenin kendi merkez bucağı Mekke’nin merkez bucağına benzer, kendi merkez ilini Mekke iline benzer şekilde düzenler.

قِيَامًا لِلنَّاسِ

(KıYavMan LielNAvSı)

“Nâs için kıyam kıldı.”

Kıyam” “Ceale”nin mef’ulüdür. Yani beyti kıyam kıldık.

Kıyam” ayakta durmak anlamındadır ama orda olmak anlamına gelir yani misafir değil de mukim anlamını da taşır.

Mescid-i Haramı nâs için kıyam yapmanın mecazi manâsı olması gerekir, masdar ancak mutlak mef’ul olur. O da kendi kökünden veya manâ itibariyle kendi köküne benzer olmalıdır. Burada “kıyam” ile “ceale”yi benzer manâda alabiliriz. Kıyamı fi’âl vezninden, müfâele babından bir masdar olarak alabiliriz. O zaman ikame etmek ile ca’letmek aynı manâlara yahut yakın manâlara gelir. O zaman kıyam mutlak meful olur. “Ca’lan li-nnâs” anlamına gelir ki manâsı Mekke haram beyti insanlarındır demektir.

Evet; Mekke sadece bir din mensuplarının, sadece bir kavmin, sadece bir grubun değil, tüm insanların merkezidir. Oraya gelen rahatlıkla gelecek ve gidecektir. Şimdi hayvanlar için koruma bölgeleri yapılmaktadır. Orada avlanmak yasaktır. Mekke’de insanları avlamak yasaktır. Herkes rahatlıkla gelecek ve gidecektir. Gelenlerden istenen oradaki haremliğe riayet etmeleridir.

Biz bu emin beldeyi kıta merkezlerindeki bölgeler için yapıyoruz. Her kıta merkezini bir bölge büyüklüğünde yani on il büyüklüğünde düşünüyoruz. İl seviyesine indirilebilir. Mekke’de de bunun için her ülkeye bir ilçelik yer veriyoruz. İşte bunun tayinini şimdilik başka delil bulamadığınız için istihsanla yapıyoruz. Sonra Kur’an’dan da delil bulunacak; ya isabet etmiş ya da hata etmiş olacağız.

وَالشَّهْرَ الْحَرَامَ

(Va elŞaHRa eLXaRAvMa)

“Ve haram şehri”

Haram şehri” Kabe’ye atıftır. “Ceale”nin mef’ulüdür. Kıyamen linnasi hükmü buna da şamildir. Yani onu da nâs için ca’lettik demek olur.

Şehir” kelimesi müfret gelmiştir. Cins için gelmiştir. Haram ayı ister üç ay olsun, ister üç aydan biri olsun, ister bu senenin şehri olsun, ister başka ayın şehri olsun, insanlar için haram ayı yapılmıştır. Bu ayda yeryüzünde savaşlar durur. İnsanlığın ortak işgal gücü yoktur. Mağdur olan hakemlere gider, hakemler mağduriyetine karar verirlerse mahkum olan devlet tazmin eder veya gereğini yapar.

Kardak kayalıklarını birine verir. Ondan sonra Türkiye ve Yunanistan müdahale ederse hakemlere gidilir ve savaşılır, devlet ilan edilir. Hakem kararlarına uymamakta direnen devlete karşı isteyen devletler birleşip gönüllülerden ordular teşkil eder ve orasını işgal eder. Ama bu işgal helal aylarda olmalıdır. Recep ve hac aylarında savaş biter. İşgal edememişlerse savaş durur. Yeniden savaşa başlamak için yeniden hakem kararı alınması gerekir.

Her ülke kendi ülkesinde geçerli olmak üzere yasaklar koyabilir. Bu yasaklar zamanla sınırlandırabilir. Madem ki dünyada geçerli bir yasağı Mekke bucağı koyabilmektedir, o halde ülke meclisi de ülke ile ilgili yasaklar koyabilir demektir. Bunlara riayet etmeyenler harb durumuna düşerler.

İnsanlık yasakları nasıl koyacaktır, kararlar nasıl alınacaktır?

Ülkelerde mevcut üniversiteler birer ilmî dayanışma ortaklıklarıdır. Hukuku bunlar oluştururlar yani yasamayı bunlar yaparlar. Ülke yasalarını üniversiteler ayrı ayrı hazırlarlar, halklar veya bucaklar bunlardan istediği üniversitenin yasasını kendisine kabul eder. Özel hukukta insanlar, kamu hukukunda bucaklar tercihlerini yaparlar. Kendileri de içtihatlarını eklerler veya değiştirebilirler. Dünyanın bütün ülkelerinde üniversitelerin şûrasında aynı hüküm varsa bu insanlık icmaıdır. Bunu herkesin uygulaması gerekir. Bunu artık üniversiteler değiştiremezler.

Her üniversite Mekke’ye bir temsilcisini gönderir, âlimini gönderir. Yüz ülke vardır. Her ülkede ona yakın üniversite vardır. Demek ki Mekke’deki insanlık meclisi bine yakın kişiden oluşacaktır. İşte bu mecliste ittifakla sabit olan hükümler insanlığın icmaı olur. Eğer üniversiteler de onaylarını bildirirlerse bu muhkem olur. O uygarlıkta artık değişmez. Bin senelik hükümleri içerir. Bin senede bir uygarlık yenilenir, yeniden içtihatlar ve yeniden icmalar başlar. Eski icmalar yeni uygarlıkları kaplamaz. Bunun bir istisnası vardır.

1- Sahabelerin Kur’an’ı yorumlayan kavlî ve fiilî icmaları her dönemi bağlar. Buna muhalefet Kur’an’a muhalefettir.

2- Sahabelerden sonra gelenlerin Kur’an’ı yorumlayan kavlî ve fiilî yorumları da hatası sabit olmadıkça bizi bağlar. Biz fiilen ona uyarız. Ama bizim icmamıza uymuyorsa onu bırakabiliriz. Yani bizim icmamız ile ikinci nesil icmaı eşit seviyededir. Üçüncü nesil icmaı ise bize delildir ama bizim icmamız varsa o delil olmaktan çıkar yani onlara uymak caizdir ama vacip değildir. İcmamıza aykırı ise geçersizdir.

İşte, Mekke şehrinde insanlık icmalarının kararları böyledir. Kıyas yoluyla ülkeler için de benzer hükümler geçerlidir.

وَالْهَدْيَ وَالْقَلَائِدَ

(Va eLHaDya Ve elQaLAiDa)

“Hedy ve kalaid”

Kalaid” kelimesi Kur’an’da yalnız bu sûrede iki defa geçmektedir ve “Hedy” kelimesine atfedilerek gelmektedir. “KLD” kelimesi kilit anlamındadır. “Kolye” kelimesi de buradan gelmektedir.

Ortak ambara teslim ederken iki türlü teslim edilir. Bir şahsa ait olur, şahsın malı olarak ambara alınır. Sonunda o belge malı getirene verilir. Bir de siz malı teslim edersiniz, mal standart maldır. Size benzeri verilir, aynısı verilmez. Hacca gönderilen hayvanlar ya kolyeli olarak verilir yahut misliyattandır, o teslim edilir.

Bu ayırım malların çeşitlerine göre ayırımdır. Bunlar da ortak mallardır. Bunlara dokunmak haramdır. Yani kamu malları haramdır. Bu kamu malları ister standart mal olsun isterse özel mal olsun, fark etmez. Bunlar da nâsın kıyamındadır.

Hazreti Peygamber Kur’an’ı uygulamış, sahabeler sünneti oluşturmuşlar, ondan sonra gelen müçtehitler sünnet ve icmalara dayanarak bir fıkıh oluşturmuşlardır. Biz de bu fıkha dayanarak “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı hazırladık. Müçtehitler arasındaki tercihlerimizi istihsanla yani aklımızla bugünkü müsbet ilimlere dayanarak yaptık. Hazreti Ömer beytülmali aynı zamanda banka olarak kullanmıştır. Biz de buna dayanarak ortak ambarları önerdik. Anayasamızı yazdık. Anayasada bizim getirdiğimiz yeni hükümler ya Kur’an’a dayanmakta ya da hiç yoktur ama baştan tercihlerimizi müsbet ilme göre yaptık. Şimdi âyetler bir bir bizim isabet ettiğimizi göstermektedir, eksiklerimizi tamamlamaktadır, hatalarımızı düzeltmektedir. Bu durum bize şunları gösterir:

1- Kur’an’da her hüküm vardır ve yanlış yoktur.

2- Hazreti Peygamber Kur’an’ı doğru uygulamıştır.

3- Müçtehitler Kur’an’ı ve sünneti doğru anlamışlardır.

4- Bugünkü müsbet ilimler de gerçeği anlamada delildir.

Semtlerde herkes üretim yapar, ortak ambar vardır. Üretici ürettiği ürününü oraya teslim eder. Ürünün üzerine “kalaid” etiketi iliştirilir. Bu ortak ambardan ortak taşıma ile ilçedeki laboratuarlara gelir. Orda tahlil edilir ve bu sefer evsaflı etiket iliştirilir. Sonra yine ortak ambardan ortak taşıma ile bölgeye gelir, fabrikalarda tasnif edilir, standart mal hâline getirilir. Artık “kalaid” değil “hedy” olur, misliyattan olur.

Bütün bunlar yapılırken bu mallar haram mallardandır. Çünkü bunlar kendilerine belge verilen sahiplerin mallarıdır. Bu belgeleri sahipleri satacaklar. Sonunda belge sahibi gelecek ve malını alacaktır. Bu “kalaid” veya “hedy” olur.

Böylece haramlar dört noktada toplanmış bulunmaktadır.

1- İhramda olan kişilere olan haramlar.

2- Haram yerde olanlar.

3- Haram aylarda olanlar.

4- Haram mallar.

Bunları “Ve” harfi ile birbirine atfetmiştir. Yani haramlar bir bütündür. Hepsine birden uyulduğu zaman düzen doğar. Bu haramlar sayesinde yeryüzü tek bir topluluk hâline gelmiş olur. Son nâzil olan ve hüküm âyetlerini ihtiva eden son sûre bize bugün bizim önerdiğimiz ekonomi sistemini anlatmaktadır.

ذَلِكَ

(ZaLiKa)

“Bu”

Bu” neye işarettir?

“Ey iman edenler” diye başlayıp buraya kadar anlatılanların hepsine işaret olabilir. Çünkü hepsi bir hükümdür. Bunlardan bazısına uymak bazısına uymamak olamaz.

Bir arabanın bütün parçaları yerinde ve sağlamsa araba çalışır ama arabanın bir tekerleği yoksa, camları kırıksa o araba işe yaramaz.

O halde ister karada ister denizde olsun, konan hükümlerin tümü bir bütün olarak kastedilmektedir. Mesela, uluslararası sularda güvenli dolaşma varsa, Mekke’deki meclisin aldığı kararlar bir işe yarar. Kıyas yoluyla havadaki uçuşlar serbestse Mekke’deki çalışma işe yarar. Helal ve haramın ancak o takdirde manâsı vardır.

Sadece son haramlara işaret etmiş olabilir. O takdirde dört haramın birbirlerine uyumlu olarak haram edildiğine işaret etmiş olur.

Her iki manâ da doğrudur.

لِتَعْلَمُوا

(Li TaGLaMUv)

“Bilmeniz için”

Evet…

Bu haramları ve helalleri size bildirmesinin sebebi bilmeniz içindir.

Burada bilecek olanlar kimlerdir?

Sûre son defa nâzil olmuştur. Sahabeler bilsin denemez çünkü sahabeler bu hususta bir şey bilecek durumda değildirler. Hattâ müçtehitlerin de bu hususta bir bilgileri yoktur. Bugünkü batılıların da bundan haberleri yoktur. Henüz dünya üzerinde bu düzen gelmemiştir ama gelecektir; bu âyetin delâleti ile gelecektir.

O halde burada bilenler biziz.

Üçüncü bin yılın Adil Düzen Çalışanları biziz.

“Siz” diyor “günümüzün meselelerini çözerken biz onları size bildiriyoruz” diyor. Kur’an’ı biz size ulaştırdık. Yeryüzünde bizim bilgimizin dışında bir yaprak bile kımıldamaz.

Şimdi bu yorumları okuyan mü’minlere diyor ki; biliniz, biliniz, biliniz…

Kimse bir şey yapmamaktadır. Yapan hep biziz. “Adil Düzen”i siz değil biz getireceğiz. Siz sadece emrimizi yerine getirmekle mükellefsiniz. Olup olmamaktan siz ne görevlisiniz ne de sorumlusunuz.

Her biriniz Kur’an üzerinde düşünürken, Allah’ın her şeyi bildiğini keşfedeceksiniz.

İnternet sitemizde böyle düşünenler devreye girmiştir, yazıyorlar. Bu çalışmalarımız insanlığı uçurumdan kurtaracaktır. Saçma saçma şeyler söylesinler, yeter ki Kur’an üzerinden söylesinler. Hattâ biri ben Kur’an’ı bozayım derken kendisi düzelir. Bir şair gelmiş, Kur’an gibi bir şey söyleyip Kur’an’ı çürütecekmiş! Ağzı tutulmuş, söyleyememiş ve kendisi Müslüman olmuş. Kur’an’a saldıranlar bile mağlup olur ve imana gelirler, yeter ki insanlar Kur’an’la ilgilensinler.

أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ

(EanNa elLAHa YaGLaMu)

“Allah’ın bildiğini bilesiniz diye.”

Her biriniz düşününüz; hangi aşmalardan geçerek buraya geldiniz?..

Bu yazıları okuyor ve dinliyorsunuz, Kur’an’la artık siz de ilgilenmeye başladınız...

Sam Adian isimli şahıs bana yazıyor; böyle olmalıdır, şöyle olmalıdır diyor... Yüzde seksen anlaşıyoruz. Bizim savunduğumuzu o şimdi bize tavsiye ediyor! Neden? Ona bildiren de bize bildiren de her şeyi bilen Allah’tır. Hatalarımız var ama doğrularımız çok.

Neden hata yapıyoruz?

Hata yapacağız ki birbirimize muhtaç olalım ve birlik sağlayalım. Bizim istihsanla müçtehitlerin içtihadına ve Resulün sünnetine dayanarak vardığımız sonuçları şimdi Kur’an lafızları ile bildiriyor. Bütün onları söyleten ve yaptıran O’dur. Resul O’nun, ümmeti O’nun, bizde O’nunuz; innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn. Biz O’nunuz. Biz başvuruyoruz. “Raciûn” demek müracaat etmek demektir.

مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ

(MAv Fiy elSaMAvVAvTı Va MAv Fıy eLEaRWı

“Semavatta ve arzda olanları”

Kur’an’da “semavat ve arz” kelimeleri yan yana getirildiğinde kâinatımızı ifade eder. Semavat ve orda olanlar şeklinde ifade vardır. Kâinatımızda olanları bir “”da toplamıştır. Bazı yerlerde de semavatta olanları ve arada olanları demektir. Yani orada olanları burada olanları bilir demektedir.

Doğada iki çeşit kanun vardır. Biri sünnetullahtır, yer ve zamana göre değişmez. O kanunları Allah insanları, melekleri, cinleri ve ruhları yaratmadan önce koymuştur. İnsan, melek, cin ve ruhları sonra yaratmış, onlara orada yaşamaları imkanını sağlamıştır. Bu birinci kanunların dışında meleklerin, cinlerin, insanların ve ruhların yaptıkları vardır. Bunlarda Allah’ın iradesinin yanında onların da iradesi vardır. Yerlerde ve göklerde olanlar söylediği zaman, her ikisi birden kastedilir. Hükümleri ayırmamak için bir “Mâ”da toplar. Ayrı “Mâ”larla zikrettiğinde o zaman Allah’ın insanları ve melekleri yaratmadan önce var edip koyduğu düzendir. Arzdaki “Mâ” ise insanların, cinlerin, meleklerin ve ruhların yaptıklarıdır. Allah bunların hepsini bilmektedir. Yani yirminci/yirmibirinci yüzyıldaki ortak ambar ve ortak nakliyenin hükümlerini bilmektedir. Siz de bilin de artık “Adil Düzen”e inanın demektir. Çünkü bugün insanlar “Adil Düzen”i hâlâ ütopik bir düzen olarak kabul etmektedirler.

وَأَنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (97)

(Va EanNA elLAHa BiKulLi ŞaYEin GaLIyMun)

“Ve Allah her şeyi bilendir.”

“Allah semavatta olanları bilir” deyince, orada ifade edilen Allah âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Burada ise ifade edilen “Allah” topluluktur. Onun için “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Topluluk yani insanlık her şeyi bilecektir. Kendisinin ihtiyacı olan her şeyi bilecektir. Yani siz bilin. Yarın tüm insanlık “Adil Düzen”i kabul edecek ve ortak ambarları olacak. Taşra bucakları orada çalışanların olacak.

“Alîmun” kelimesinin nekre olmasından kastedilen O’nun halifesi olan topluluktur.

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 62

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

اعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ وَأَنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (98) مَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ (99) قُلْ لَا يَسْتَوِي الْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَبِيثِ فَاتَّقُوا اللَّهَ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (100)

 

اعْلَمُوا

(iGLaMUv)

“İlmediniz.”

Biliniz” emirdir. Bundan önce de 92’inci âyette “Biliniz ki resulümüze mübin belağdan fazlası yoktur” denmişti. Şimdi de yine “Biliniz” ile başlamıştır.

Bu emri nasıl yerine getireceğiz. Biz bunları nasıl öğreneceğiz? Bir topluluk bir şeyi nasıl öğrenebilir? Hangi kuruluşlara ihtiyacımız vardır? Çoğul emir gelmiştir. Farzı kifaye midir, farz-ı ayn mıdır? Bu emre nasıl uyacağız? Bir defa bildik mi yeterli midir, yoksa devamlı bilmek mi gerekir?

İşte bizim Kur’an’ı yorumlamamız bu demektir.

Beyan budur.

Alacaklı olan kimse dese ki “borcunuza karşılık bana bir ceket alınız”, siz de ceket almayı para ödemeye tercih etseniz, ona sormazsınız, “nerden ceket alayım, ne ile alayım” demezsiniz. Çünkü bu onu ilgilendirmez, onu da siz düşüneceksiniz.

İşte…

Allah bir şeyi emrettiği zaman eğer o mutlaksa, nasıl ifa edileceğini içermiyorsa, onu yerine getirilmesine memur olan yani emredilen kimseye bırakmış demektir. Bunu yapın ama nasıl yapacağınızı da siz düşünün, uygun olan ne ise onu yapın demektir.

Eğer yapılacak şeyi marife getiriyorsa onu yapın diyor. O zaman onu yapmamızı istiyor. “İlmediniz” ifadesinin cemi yani çoğul olarak getirilmesinden anlıyoruz ki birlikte bileceğimiz kastedilmektedir. Hepimiz ayrı ayrı bileceğiz ama aynı zamanda birbirimize öğreteceğiz, birbirimizin bilgisini denetleyeceğiz.

Biliniz” emri yanlışlık yapmayan, doğru yapmak için biliniz şeklinde de olabilir. Bu takdirde bilinizden maksat gereğini yapınız, hata yapmayınız demek olmuş olur. Tamam, ben öğrendim; “Resule tebliğden başkası yoktur” deyip görevin tamamlandığını kabul etmek elbette işin kolayıdır. Bilmek yapmak içindir, amel etmek içindir. Biliniz emri aynı zamanda onu öğrenin de ona göre yapınız; iyi ise yapınız, kötü ise içtinap ediniz demektir.

Kur’an insanlara birçok âyette öğrenmeyi ve bilmeyi emretmiştir. Bunun için bilim müesseselerini geliştirmemiz gerekmektedir. Namaz müessesesi birçok âyetlerde emredilmiştir. Parça parça şekli anlatılmıştır. Bir yerde anlatılmamıştır. Birleştirilip bugünkü namaz müessesesi hâline getirilmesi Resul tarafından öğretilmiştir. Diğer hususlarda bu iş içtihatlar ve icmalara bırakılmıştır. Bizim dört ana ibadete bakarak kıyas yoluyla müesseselerin nasıl oluşturulacağını ortaya koymamız gerekir. Ona göre düzenimizi kuracağız. Neden böyle yapılmıştır? Böyle yapılmıştır çünkü Kur’an’da müesseseler sayılsaydı bitmezdi. Kur’an’da her şeyin meseli darbedilmiştir. Kur’an’da her şeyi anlattık denmiyor, her şeyin meselini yani örneğini darb ettik diyor.

İşte namaz da o örneklerden biridir.

Biliniz” emri için geliştirdiğimiz müessese imtihan müessesesidir. Kur’an “imtihan ediniz” demektedir. Herkes beşikten mezara kadar öğrenecek ve öğretecek. Herkese bilgisi kadar ehliyet verilecek.

Bu imtihanlarda neler sorulacak?

İşte burada ve başka âyetlerde “biliniz” emri varsa, imtihanlarda sorulacak soruların emrini vermiş olmaktadır. İmtihanlara girenlere bu sorular sorulacak. Başarılarına göre onlara not verilecek. Kişiler doğru cevap verebilmek için de devamlı öğrenme ve öğretme durumunda olmalılardır.

Mademki “biliniz” emri hep birden hepimize verilmiştir, o halde öğrenme kadar öğretmemiz de gerekmektedir. Öğrenip imtihan verenlerin veya öğretenlerin toplulukta farklı yerleri olması gerekir. Yoksa bilenle bilmeyen müsavi olurdu. Oysa böyle olmadığını başka âyette bildirmektedir. Fazilet sahibine fazlı verilir denmektedir. Yani bilene hakkının verilmesi gerekir.

Biz resmî meslekî derecesini bilgiye göre yükseltiyoruz. Kredi ve emekliliği buna göre düzenliyoruz. Ayrıca imtihanda başarılı olanların öğretmenlerine bir ücret veriyoruz. İşte, bu buradaki “biliniz” emrinin cem olarak gelmiş olmasından bunlar istidlal edilebilir.

أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

(EanNa elLAHa ÇaDIyDu elGıQABı)

“Allah’ın ikabının şedit olduğunu biliniz.”

Burada “En” harfi getirilmeden iki mefulle “Allah’ın ikabının şiddetli olduğunu biliniz” denmiştir. “Enne” getirilerek ilm fiilini bir mefullü yapmıştır. Mefulü cümle yapmıştır. Bilmemiz gereken Allah’ın ne olduğu değildir. Bilmemiz gereken ikabın şiddetli olduğudur. Yani olaydır. Birinin vasfı değildir. Bu sebeple cümle meful yapılmıştır.

Şimdi ikab ne demektir, azaptan farkı nedir, onun üzerinde durmamız gerekecektir.

“Akb” ökçe demektir. “Ka’b” ise topuk demektir. “Takip etmek” demek izlemek demektir. Bir hayvan ve insan kaybolduğu zaman onu bulmak için bakılır. Takip etme yakalama demektir. “Ukba” ise yakalandığı an veya son demektir, akıbetin sonu demektir. İyi için de kötü için de kullanılır.

İkab” “muakabe”nin mastarı olabilir yahut akabenin çoğulu olabilir.

Arapça kurallı dildir. Kuralların bazıları işlek olur. Her kelimede o kural uygulanır. Bazıları ise kural içinde olur, Araplar onu uygulamazlar. Mesela uçak kelimesi yatak, batak, kaçak, solak gibi kuralla üretilen kelimedir. Daha önce bilinen bir kelime değildir. Uçak icat edildikten sonra ona “tayyare” dediler. Sonra da Türkçede “uçak” dediler.

Kur’an’da Arapçanın kuralları içinde olduğu halde Kureyş Arapçasında işlek olmayan kurallar geçerli midir? O günkü Araplar o kelimeden bir şey anlamaz veya onu anlamaz ama bugün gramer bilen bizler o manâları verebilir miyiz? Bunu kabul edenler vardır, kabul etmeyenler vardır. Biz gerek etimoloji gerekse işlek olmayan kurallara dayanarak hükümler istihraç etmeyiz. Bu sebepledir ki kelimelerin lugattaki manâlarından çok o kökün o kalıp içindeki manâları üzerinde durmayı uygun bulurum. Sıfat-ı müşebbeheler, cemler üzerindeki kurallar daha tam olarak tarafımdan bilinmediği için hatalarım olur ama ben zaten size kesin bilgiler vermiyorum, sadece böyle de düşünebilirsiniz diyorum. Benim anladıklarımı ve görüşlerimi söylüyorum. Bunun manâsı şu değildir; ben bilmiyorum, başkaları biliyor. Kimse bilmiyor. Ben de bilmiyorum. Herkes kendisi için bilir. Siz de kendiniz için bileceksiniz. Benim hatalı olduğumu her zaman bileceksiniz ve sözlerimi takliden değil de tahkiken kabul edeceksiniz.

Taklit mezheplere yapılır. Daha mezhepler oluşmadı. Mezhebin oluşması için en az yüzlerce âlimin bir hayat boyu çalışması gerekir. Dolayısıyla bizim anlattıklarımız sizin taklit edeceğiniz içtihatlar değildir ama yararlanmanız gereken içtihatlardır. Türkiye’de kendisini ehl-i tarik görenler ne hikmetse bizim içtihatlara karşıdırlar da Fransa’dan gelen kanunlara mutidirler! Biz diyoruz ki; günümüz sorunlarını çözen hükümler üretelim de Batı’nın bu karmakarışık ve sorunları çözmeyen kanunlarından kurtulalım. “Adil Düzen” bu çalışmadır. Nedense İstanbul uleması işbirliği yapıp Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirmeye çalıştılar. Onu vazgeçiremediler ama partisini vazgeçirdiler. Şimdi zavallı bir şekilde dolaşmaktadırlar.

İkab” eğer mastar ise çok sert takip eden demek olur. Eğer çoğul ise değişik ama belli sonuçları vardır demektir.

Şimdi burada “şedidü’l-ikabi” marife getirilmiştir. “İkab” kelimesi Kur’an’da yalnız Allah’a isnat edilmiştir. “Şedid” kelimesine veya seri kelimesine muzaftır. Anlamı şöyle anlatabiliriz. Allah insanlara emirler vermiştir. O emirlere uyanlar dünyada ihsan olunurlar, âhirette ikram olunurlar. Emirlere uymayanların dünyada da cezaları vardır âhirette de cezaları vardır. Dünyadaki cezadan bahsederken insanların verdikleri cezadan bahseden mahkemelerin cezasından bahsetmiyor. Pis şeyi içen kimse hasta olur. İçki içen kimse sonunda siroz olur ve ölür. Bu sonuç dünyadaki ikabdır.

“Adil Düzen”e karşı çıkanlara denmiş ki; kanla da olsa kansız da olsa Adil Düzen gelecektir. Bu cümle işte bu manâyı taşır. Zalim düzende insanlar birbirini yer ve bitirirler. Sonra yeni uygarlık, yeni düzen gelir.

وَأَنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

(Va EanNa elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Ve Allah gafur rahimdir.”

Bundan önce Allah’ın şedidü’l-ikab olduğunu marife ile ifade etti. Bunun âlemlerin rabbi olanın ilahi emirleridir. Sünnetullaha uymayanlarının takip edileceğini bildirdi.

Şimdi “vav” harfi ile atfetti, nekre olarak “gafur ve rahim” olduğunu ifade etti. “Allah” kelimesini izhar etti. Orada âlemlerin rabbini, burada ise O’nun halifesi olan topluluğu zikretti.

Doğa kanunları vardır. Sağlığına dikkat etmeyen helâk olur. İçki içen hasta olur. Yaşlanan hasta olur. İlâhi takdir devam eder durur. Onu kimse önleyemez ve durduramaz. Bir de topluluklar vardır. Bu sûrenin ana konusu olan genel hizmet ve kamu görevleri vardır. Onlar ise gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler. Yaşlı hasta olur. Ölecektir. Ölmesi gerekir çünkü artık dünyada yapacağı bir şey yoktur ama insanların, topluluğun onu öldürme yetkisi yoktur. Doktor onu kurtarmaya çalışır, görevi odur.

Kâfirler küfrederler. Onları uyarsan da uyarmasan da yararı yoktur, onlar adam olmazlar ama mü’minlerin görevi tebliğdir, uyarmadır. Bu son ifade bunları söylemektedir.

Bizim görevimiz, Allah’ın halifesi olan insanların görevi gafur ve rahim olmaktır. Kötü insanları iyileştirme ve zararlarını gidermedir. Bizim işimiz onların akıbeti değildir. Akıbet âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir.

Topluluk Allah’ı temsil eder diyoruz.

Peki, topluluk kimdir, topluluğu kim temsil eder?

Topluluk tüm insanları temsil eder. Herkes pazarda malını en pahalı satmak ister, diğer taraftan herkes malları en ucuz almak ister. Sonunda piyasa fiyatı oluşur. İşte bu fiyatı belirleyen Allah’ın halifesi olan topluluktur. Yahut herkes kendine göre takdirde bulunur. Diyelim ki yirmi öğretmen bir öğrenciyi ayrı ayrı imtihan etmektedir. Ona birer not takdir ettiler. Orta değer Allah’ın halifesi olan topluluğun verdiği değerdir.

Sözleşmelerle oluşan anlaşmalar, hukuk, Allah’ın halifesi olan topluluğun takdir ettiği değerdir.

Bunun dışında Allah’ın halifesi olan insanların vekilleridir, temsilcileridir. Herkes birini kendisine temsilci yapar. Temsilci vekil demektir. Ekseriyet seçimi yoktur. Onun yerine bütün vatandaşların temsil edildiği bir meclis vardır. Binde yarım oy alan Ankara’da temsilci olur. Mecliste temsil edilmeyen kimse kalmaz. Vekillerin azli caizdir. Görüşmeler alenidir. Dolayısıyla tüm vatandaşlar vekillerini kontrol altında tutarlar. Beğenmezlerse değiştirirler. O halde böyle bir meclis topluluğu temsil eder. Bu meclisin yaptığı sözleşmeler yani kanunlar Allah’ın halifesi tarafından yapılan kanunlardır. Onun şeriatına, onun emirlerine uyulması gerekir. Beğenmeyen ülkeyi terk eder. Değiştirmek amacı ile muhalefet yapılır ama fiilen uymama diye bir şey söz konusu olamaz.

Topluluk bundan sonra başka bir şekilde daha temsil edilecektir. Topluluğun kararları ortak hakem tarafından alınır. Trafikte sağdan veya soldan gideceğiz. Bunda ittifak ettik ama sağdan veya soldan mı gidelim, onun üzerinde ihtilafa düştük. O zaman ortak bir hakem seçeriz. Ortak hakem bizimle istişare eder. Bizden başkasına danışmaz. İstişarenin arkasından içine gelen ilhamla karar alır. Bu karar da Allah’ın kararıdır. İstişareye katılanlar hakemlere gidip kararı iptal ettirebilirler. İptal ettirmeden önce o karar yürürlüktedir ve geçerlidir.

Topluluğun bir karar şekli de hakemler yoluyla karardır. Başkanın istişarî yolla aldığı kararlar uygulanmadan önce iptal edilir. Ne var ki hakemler değiştirilemez, hakemlerin verdiği kararlar kesindir.

İşte topluluk bunlar tarafından temsil edilir. Bunların aldığı kararlar topluluğun kararlarıdır. Topluluğun kararları da âlemlerin rabbi olan Allah’ın kararlarıdır.

İşte, gafur ve rahim olan Allah böylece icraatını yapmaktadır.

Şimdi nekre olarak gelen “gafur” ile yine nekre olarak gelen “rahim” sıfatları neyi ifade eder? Demek Allah kâinatın rabbi olarak iki şekilde faaldir. Birinci olarak kitabı var, yani sünnetullahlar var, kurallar var, onunla takdir-i ilahi ile kâinat kendi varlığını ve düzenini korumaktadır. Bu kaderdir. Bir de yarattığı kullarını kendisine halife yapmaktadır. Onlar O’nu temsilen işler yaparlar. Bu da O’nun gafur ve rahim olması sıfatlarının tezahürüdür.

Topluluk suç işlenmesini önleyecektir. Bu önleme cezalandırma ve yasaklar koymak şeklinde değildir. Gerekli tedbirleri alarak önleyecektir.

Suçlar nasıl önlenir?

1- İnsanlara çalışma ve yaşam imkânları sağlanır. Meşru yoldan kazançlarını temin edip evlenen ve çoluk çocuk sahibi olanlar suç işlemezler. Gafur olma demek onların suç işlemesini önlemek için onlara meşru yoldan imkânlar sağlamak demektir. Herkese aş ve iş bulma imkânlarını ortaya koyma topluluğun görevidir.

2- Gafur ve rahim olmak demek; eğitmek, bilgilendirmek, tebliğ etmek, inzar etmek ve topluluk içinde kötülük yapmayı önleyecek sosyal baskı kurmaktır. “Bil” emrinin uygulamasıdır. İmtihanlar açacağız ve öyle sorular soracağız ki, insan o soruları öğrenmek için Kur’an’ı tetkik etmek ve öğrenmek zorunda kalacak, böylece eğitilmiş olacaktır. Sonra aldığı notlarla onu mükâfatlandırdığımız zaman gafur ve rahim olacaktır.

3- Adil yargılama sistemini kurmak. Herkesin hukuku bizzat topluluk tarafından korununca kendisi ihkak-ı hakka kalkışmayacak ve suç işlemeyecektir. Adil yargı sistemi yoksa, davalar kırk yıl sürüyorsa, yargı bağımsız, yansız, etkin ve saygın değilse, o zaman oradaki insanlar suç işlemeden nasıl yaşayacaklardır? Allah mikropları yaratmış, görevleri var. Onlar O’nun ikab sıfatını taşırlar. Niçin yapmış? Görevlerini yapsınlar diye. Yapmazlarsa o zaman denge kalmaz. İnsanların doğru yolda yürümemeleri için şeytan taifesi nöbet beklemektedir. Öbür taraftan ise topluluk bu şeytan taifesine göz açtırtmamaktadır.

4- Topluluğun gafur ve rahim olması için hakem kararlarının uygulanması gerekir. Bu da polisle ve askerle olur. Gafur rahim olunuz emirdir. Bu aynı zamanda insanların kötülükten korunmaları içindir. Biz onlara yaptırmayacağız ama zorla yaptıranlara da mâni olacağız.

Burada gafur ve rahim kelimesini atfetmeden kullanmıştır. Eğer haberlerde “ve” harfi konursa iki haber arasında irtibat vardır ama ayrı ayrıdır. Yoksa aynı kimse ve şey kastediliyor demektir. “Selim Rahim geldi” derseniz, selim olan rahim gelmiş olur. “Selim ve Rahim geldi” derseniz, bunlar ayrı ayrı kişiler olur. Burada rahim olan gafurdur demektir. Birbirini tamamlayan vasıflardır. Yani o özelliği taşıyan gafurdur.

Bunun anlamı nedir?

Topluluk cezalandırarak düzen kuramaz. Topluluk suç işlemeyecek hâle getirilir. Suç işlenmişse onları diyetlerle, tazminatlarla kapatır ama onun yanında suç işleyenlerin de suç işlememesi için suçun sebepleri ortadan kaldırılır. Örnek olarak PKK sorununu çözeceğiz. Ne yaparız? Önce yüz dairelik apartmanlar yapar, onları buralara yerleştiririz. Kendilerine apartman içinde iş veririz. Bu rahmettir. İşledikleri suçların diyetlerini ödemeleri için diyelim gelirlerinin yarısını keffarete ayırırız. Yani diyet için keseriz. Ondan sonra mağdur olanlar vardır. PKK’lı olmayıp da öldürülen insanlar vardır. Bunlar PKK tarafından veya Türk ordusu tarafından öldürülmüştür. Bunlar mağdur kimselerdir. Bunlara önce mağduriyetlerini giderici diyet verilir. Sonra da PKK’lılara çalışma imkânı sağlanarak tahsil edebildiği kadarını tahsil eder.

Açık ifade ile PKK’lılara ceza vermek gafurdur. Mağduriyetleri gidermek de rahmettir. Bunların ikisinin birden uygulanması gerekir. Yoksa başarıya ulaşılamaz. Diğer taraftan teslim olmayıp savaşa devam edenlere karşı da jandarma veya asker görevli kılınır. Orda doğa kanunları işler. Yenen ve yenilene göre hareket edilir. Şiddetli şekilde kişiler takip edilerek yok edilir.

İşte, PKK’nın yenilmesi için yüz dairelik programımızın uygulanması gerekmektedir. Bunu yalnız onlar için uygularsak, o zaman suç işlemeyen vatandaşlara gadretmiş oluruz.

Ne yapacağız?

Yüz aile birleşir de ‘biz yüz daireye taşınmak istiyoruz’ derlerse, varlıklarını devlete bırakır, onlar yüz daireye dönüşünce kira alır. Devlet yaptırdığı yüz daireyi onlara lojman olarak verir. Yani suç işlemeyen insanlar da bundan yararlanır. Bunlar ayrıca diyet ödeme durumunda olmayacaklarından suç işleyenlerden daha fazla imkâna ulaşmış olurlar.

Kur’an’ı okuduğumuz zaman her kelime üzerinde bizden ne yapmamızı istiyor diye düşüneceğiz, ona göre şeriatı ortaya koyacağız.

Biz bu manaları nasıl verebildik?

“Şedidu’l-ikabdır”da marife, “gafuru’r-rahim”de ise nekre olmasıyla veriyoruz. Allah’ın Arapça kurallarını çok iyi bildiğine inanıyoruz. Eğer birini nekre diğerini marife yapmışsa, Allah lafzını iki defa izhar etmişse, o zaman kuralları uyguluyoruz, bu neticeler ortaya çıkıyor.

Siz de Allah’ın Arapça gramerini bildiğini kabul ediyorsanız bu kuralları uygulayın ve başka manalar çıkarın ama bizim yaptığımıza yanlış demeye kalkışmayın.

مَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ

(MAv GaLay elRaSUvLi‎ ilLa BeLAĞun)

“Resul üzerinde belağdan baş‏ka bir ş‏ey yoktur.”

İki ş‏ey vardı‎r. Biri ilâhi‎ kanunlardı‎r. Diğeri de topluluğun yukarı‎da anlattığı‎ً‎m karar ‏şekilleri ve mükelleflerin bunları‎ uygulamasıdır‎.

Resul yani‎ baş‏kanı‎n üzerinde…

Hangi baş‏kan?

Bucak baş‏kanı‎, il baş‏kanı‎ ve devlet baş‏kanı‎ üzerinde…

Bunların hepsi birer bucak baş‏kanıdı‎r. İl baş‏kanı‎ yalnı‎z merkez bucağı‎n baş‏kanı‎dır, ilin baş‏kanı‎ değil‏dir. İlin baş‏kanı‎ yoktur, merkezi vardır, ümmü vard‎ır.

Baş‏kanlar ve hakemler sadece söylerler. Onlar‎ın özel korumaları‎ da yoktu‎r. Bucak halkı‎ onları‎ korurlar, baş‏kanlarına ve hakemleri‏ne sah‏ip ç‎ıkarlar. Özel bir gücü olmadığı‎‎ için ona verilen baş‏ka görev de yoktur. Başkan söyler, topluluk onu yer‏ine getirir. Getirmezse o emir‏ler‏ini yerine getirmek için zorlama yapmaz.

Bu mekani‎zma nası‎l çalış‎‏maktadır?

Meclisler, kurallar koymakta ‏şeriat‎ meydana getirilmektedir‏. Planlama yapmakta, bütçeler ortaya koymaktad‎ır. Bu yasamadı‎r. Ne yapılacağına ve nasıl yapılacağına meclisler karar vermektedir. Burada baş‏kanı‎n bir yaptı‎rımı‎ yoktur.

Ondan sonra tüm halk bucak mensubudur. Ona göre kendilerine düşen görevleri yapmaktadırlar. Uygulama gerekmektedir. Gerek yasamada gerek uygulamada çoklu partiler vardı‎r ve sosyal gruplar aralarında dayanışarak gِörevleri‏ni‏ yapmaktadı‎rlar. Burada da baş‏kanı‎n b‏ir yaptı‎rımı‎ yokt‎ur.

Uygulamada yasalara ayk‎ırı‎lı‎k olmu‏şsa halk veya sosyal gruplar, dayanış‎‏ma ortaklık‎ları‎ yargıya gi‏tmekte ve mağduriyetlerini gidermektedirler‏. Yargı‎lama sürecinde geçici hakemlik yapmaktadır. Ancak bunda bir zorlayı‎cı‎lı‎k yoktu‎r.

Sonunda hakem kararları‎na uymayanları‎ yola getirmek ve mağdur olanları‎n mağduriyetlerini gidermek dayanış‏ma ortaklık‎ları‎na düş‏mektedi‏r. Silahlı‎ güçler onlar için vard‎ır. Hukuk düzenin‏de durum böyledir. Hatta savaşta Talut’un hikayesini anlatırken sadece başkomutan atamakta, onunla bir şey yapmamaktadır. Resul sav‏aşa bile gitmemektedir. Kur’an resullerin kı‎tali‎nden değil de nebilerin kı‎tali‎nden bahsetmektedir. Yani‎ resul baş‏kan savaş‏a gitmez savaş‏a baş‏ komutan atar. Bugünkü uygulama da budur. Bizim içtihadı‎mız‎ b‏udur.

Başkanları‎ ilmi ş‏ura s‎ıralama usulü ‏ile atar. Bu atanan baş‏kan meclis ba‏şkanıdır. Devlet baş‏kanı‎ odur. Siyasi baş‏kan‎ ile mesleki baş‏kanlar‎ı‎ o atar. Biri ekonomiden soruml‏udur, diğeri de güvenlikten sor‎umludu‎r. Mecli‏s baş‏kan‎ı bunları‎n meclisteki ş‏uraları‎na da baş‎kanlık yapar. Ahlaki ş‏ura ile ilmi ş‏uranı‎n ba‏şkanları‎ yoktur.

“Adil Düzen İnsanlı‎k Anayasası”‎nda bu açı‎kça belirtilmediği için orada genelkurmay baş‏kanı‎na yer verilmem‏iştir.

Şöyle bir madde yer almalıdır:

Madde-x: Devlet baş‏kanı‎nı‎n asker olmas‎ı gerekmez. Devlet baş‏kanı‎ ülkeni‏n böِlgeleri‏ne b‏irer asker olan komutanlar‎ atar. Onlara biat edenler baş‏kana biat etmiş‏ olur. Komutanları‎n başı‎na başkomutan atar. Kamu görevlerinin sorumlusu odur. Siyasi ş‏uraların bakanları başkomutana bağlıdır. Güvenlik, haberleş‏me, kredi‏leşme ve savunma bakanlıkları‎ ba‏şkomutana bağlı‎dır.

Baş‏kanı‎n ayrı‎ca bir koruma kuvveti olmaz. Baş‏komutan‎ı koruyan kuvvet baş‏kanı‎ da meclisi de korur.

وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ (99)

(Va eLLAHu YaGLaMu MAv TuBDUvNa Va MAv TaKTuMUNa)

Allah ibda ettiklerinizi de ketmettiklerinizi de bilir.”

Burada Allah’ın halifesi olan topluluktan sonra tekrar izhar etmekle âlemlerin rabbi olan Allah’tan bahsetmektedir. Burada âhiretteki düzenin rabbi olan Allah’tan bahsedilmektedir. Birincisinde doğa kanunlarını var eden Allah’tan, ikincisinde dünya düzenini kuran ve insanı kendisine halife eden Allah’tan ve şimdi de adil olan ve ahiret gününün sahibi olan Allah’tan bahsetmektedir.

Halik olan Allah vardır. Sonra rab olan Allah vardır. Bir de din yevminin Allah’ı vardır. Tek olan Allah’tır. Ancak onun bu dört alanda halıkiyeti farklıdır. Birincisinde kendisinden başka kimse yoktur. Resen var etmiştir. Çünkü kendisinden başka kimse yoktu ki onları istihdam etsin. İkincisi ise bugünkü dünyamızdır. Burada ise işleri doğrudan kendisi yapmamakta, yarattığı kullarına yaptırmaktadır. Bunlar insan, melek ve cinler olmaktadır. Kainatı onlar için var etmiştir. Onları yaşatmak ve çalıştırmak içindir. Yoksa kendisinin kâinat fabrikasına ihtiyacı yok, beklentisi de yok.

Üçüncü dönemde ise kâinatı yaratmış ve kullarını orada görevli kılmış. Kimi görevini yapmış kimi yapmamış, onlara avans vermiş, ama şimdi hesaplarını kesme zamanı gelmiştir. Muhasebesi yapılacak ve başka bir hayata, başka bir düzene geçilecektir.

Şimdi şu sorulur: Birden cennete götürse ne olur. Buralarda bizi ne diye sıkıntıya koyuyor diyebilirsiniz.

Bunun cevabı şudur: İnsanların ve meleklerin bu oluşmaya katkıları olsun, mevcut olan malzemeden inşaatı kendileri yapsınlar ve başarılarına kendi emekleri ile sahip olsunlar diye böyle yapmıştır.

Bizim Allah’a sen niye böyle yaptın diye sorma yetkimiz yoktur. Bunu sorabilmek için bizim ondan daha akıllı olmamız gerekir. Biz olanı öğreniriz ve görevimizi yaparız. Neden böyle yapıyor diye kimsenin sorma yetkisi yoktur. Herkes olana razı olmak durumundadır.

İbda” açık demektir. “Badiye” açık alan, çöl demektir.

Ketm etmek” saklamak demek, bir şeyi başkasından gizlemek demektir. Bilgi gizlenmesi de ketmdir. Bazı yerlerde yerden su çıkar. Alt tabakadan gelmektedir. Çıkar çıkmaz çevresi kumluk olduğu için kaybolur. Bazan ıslaklık olur, görünmez bile. Toprağı biraz açarsanız akar, pınar bulursunuz. Bu tür suların oduğu yere ketum denmektedir.

İnsan topluluk içinde yaşayan ve kendi varlığını koruyan varlıktır. Varlığının bir kısmını topluluğa ibda eder, onlarla birleştirir, bazısını ise topluluktan ayırır. Dünyevi sorumluluk toplulukla paylaştığı şeylerdir. Topluluktan gizli olanlarda topluluğun müdahale hakkı yoktur. Mutlak mahremiyet vardır. Her ne suretle olursa olsun başkasının evine izinsiz giremezsin. Mahkeme kararı ile de giremezsin. “Başkasının evine girmeyin” dediği zaman şartlar ne olursa olsun girmeyin demiş olur.

İşte bu ketm ettiği taraftır.

İbda ettiği de toplulukla paylaştığıdır.

Bu dünyada yalnız ibda olanlardan sorumluluk olduğu halde, âhirette ise ibda ve izhar ettiğinden sorumluluk vardır. Bir adamı öldürdünüz. Pişman oldunuz. Kasden öldürdünüz ama siz diyeti ödemek istiyorsunuz. Gidip kasten öldürdüm kısas yapın demiyorsunuz, şibh-i amd ile öldürdüm dersiniz ve diyeti ödersiniz. Maksadı gizlersiniz. Âhirete vardığınızda o ketm ettiğiniz de karşınıza çıkacaktır. “Mâ” harfini tekrar ederek, ketm edilenler ile ibda edilenlerin ayrı şeyler olduğuna işaret etmiş olmaktadır. Bize bunu söylemekle ketm ettiklerini deşmeye çalışmayın demektir, tecessüs etmeyin demektir.

Mutlak adalet ise âhirette kurulacak yargıda verilecektir. Dünyada adaletten çok düzeni korumakla meşgul olun denmektedir. İhkak-ı hakkı önlemek için adil yargıya gerek vardır. Yoksa mutlak adaleti sağlamak mümkün değildir. Bu sebepledir ki kesin ispatlanmayan suçlar cezalandırılmaz.

قُلْ

(QuL)

“Kavlet”

Kavl” sözleşme yapma demektir, mukavele yapma demektir. Yani sohbet olsun diye anlatırsan bu kavl değildir. Hikâye diye anlatırsan o da kavl değildir. Bir teklif içeriyorsa kavildir. Kitap yazılı kavildir. Kendi kendine bir söz verirsen, ağzınla söylediğin zaman kavl olur. Kendi kendine birine 100 lira bağışlamayı düşündün ama ağzınla söylemedin; sen kavletmiş olmadığın için onu yapmakla mükellef değilsin. Ne zaman ki kimsenin olmadığı yerde bile “ben 100 lirayı filana vereceğim” diye dilinle söylersin o zaman kavl olur, o 100 lirayı vermek sana vacip olur.

Demek ki insanın kendi başına da olsa karar alması demek onu dil ile söylemesidir. Mesela kişi eşini boşamaya karar verdi ama ağzından “boşadım” diye bir kelime çıkmadı. Şahitleri topladı, eşini boşamaya şahit olması için toplantıya çağırdı, heyet topladı. “Boşayacak mısın?” diye soranlara, “karar verdim, boşayacağım” dese ama ağzından “eşimi boşadım” diye bir söz çıkmasa boşamış olmaz. Alış-verişler de böyledir. Yazılı kayıtlardaki imza da böyledir. İmza attığı zaman akit tamamlanmış olur.

Bu sebepledir ki “kul” kelimesi bir mef’ul alır. Kendi kendine söylersin. Felak ve Nas Sûreleri böyledir. Oysa Kâfirûn Sûresi’nde “Söyle, ey kâfirler” diyor. “Kul” kelimesinin ikinci mef’ule teaddi etmesi için “Li” harfi getirilmektedir. Burada tek başına söylemek mi yoksa birine söylemek mi söz konusudur? “Lehum” kelimesi mahzuf değilse kendi kendine söyle, mahzufsa onlara söyle denmiş olur.

Âyete her iki türlü mâna verebiliriz. Hazf etmiş olmasının sebebi bu olabilir.

Onlara söyle” deyince “onlar” kimlerdir?

Bundan önce bahisleri geçen kimseler vardır.

“Siz” vardır yani mü’minler vardır. “İ’lemû” emrini verdiği kimseler vardır. İbda ettiğinizi, ketm ettiğinizi bilin dediği kimseler vardır. Burada emrolunan da resuldür. Resulün üzerinde tebliğden başkası yoktur dedikten sonra resule de dönüp diyor ki; sen tebliğini böyle yap, bunu söyleyerek yap diyor.

Burada dikkat edeceğimiz hususlar vardır. Bazı konularda Allah başkan aracılığı ile bize söylemekte, bazen da doğrudan bize hitap etmektedir. “Bilin” emrinde doğrudan kendisi bize emretmektedir. Görevleri bize doğrudan anlatmakta, onun yalnız tebliğ görevi var dedikten sonra, onun aracılığı ile buradaki cümleyi söylemektedir.

Bunun uygulaması da şöyledir. Meclis yasaları yapar, bir kısmını doğrudan halk uygular. Bütün halk bu emre muhatap olur. Yasaların emrettiği işlerin bir kısmını ise başkana söylemekte; başkan da başbakana ve komutana söyleyerek yetkililere yaptırmaktadır. Orada herkes yetkili değildir. Sadece yetkililer o görevi görürler.

Burada da muhatap olan yalnız mü’minler veya müslimler değildir. “Lehüm” zamiri mahzuf olabileceği gibi li’n-nas da olabilir. Ocak başkanı kendi aşiretine, bucak başkanı kendi kabilesine, şa’b/il başkanı kendi şa’bına, ülke başkanı kendi kavmine ve insanlık başkanı ise tüm insanlığa söyleyecektir.

Hazf kabul etmediğimiz zaman her insan böyle söyleyerek kendisini mükellef kılacaktır. Yani Allah ile sözleşme yapacaktır. “Lâilâheillallah” dediği zaman insan Allah ile sözleşme yapmış olur. Onu sözle söylediği andan itibaren mü’mindir.

İçtihatlar da böyledir. Düşündüğün delilleri ortaya koyduğun zaman içtihat değildir. Kavlinizle mesela, “Ben sabah namazlarının sünnetini diğer zaman sünnetleri gibi her zaman kılmazdım. Sonra bir âyette rastladım, vitri sabahleyin kılarsak sabah namazının sünnetini bir daha kılmak gerekmez ama eğer vitri yatsıdan sonra kılarsan sabah namazının sünnetini de kılmak gerekir.” Bu içtihadı yapınca ondan sonra sabah nazlarının sünnetini hep kılarım. İşte siz de bir içtihat yaptığınız zaman, “ben içtihadımı yaptım, sigara haramdır” derseniz bir daha ağzınıza sigara alamazsınız.

Eğer içtihadınız toplulukla ilgili ise o zaman o içtihadınızın söylenmesi yeterli değildir. Yazılı olarak başkana vereceksiniz. Başkan onu ilan ettiği andan itibaren yeni sözleşme hâline gelmiş olur. O zaman içtihadınız değişmiş olur. Bunu da cumadan cumaya yapar.

Görülüyor ki “Bilin” emrini yerine getirirken birçok sorunlarla karşılaştık ve çözdük. “Kul” emrini de yerine getirirken böyle sorunlarla karşılaşacaksınız ve çözeceksiniz. İşte o zaman içtihat yapmaya başlamış olursunuz. Bu belki farz-ı kifayedir ama farzdır.

لَا يَسْتَوِي الْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ

(LAy YaSTaViy eLPaBIyÇu Va  elOayYıBu)

“Habis ve tayyib istiva etmez.”

Suva” iki kişi arasındaki orta yerdir. “Seviye” ise aynı yükseklikte olmak demektir. “İstiva etmek” ölçülendirirken birbirine eşit yapma demektir. Habis ile tayyib bir tutulmaz. Burada habis ve tayyib marife gelmiştir. O halde bilinen habis ile bilinen tayyibden bahsetmektedir.

Kâinat habisler ve tayyibler dengesi üzerine dayanır.

Habis nedir, Tayyib nedir?

Yapıcılar tayyibdir, yıkıcılar habistir. Bazı maddeler vardır ki onlar bize zararlıdır, bizi hasta eder, sağlığımızı bozar; onlar habistir. Bazı maddeler vardır ki onlar sağlığımız için gereklidir, yaşamamızı sağlar; onlar da tayyibdir. Topluluğun yapısını oluşturan birliği sağlayan, gelişmeyi ve yaşamayı temin eden tayyibdir. Buna karşılık topluluktaki ahengi bozan habisdir. Kur’an’a göre muhalefet vardır. Biz onları yok etmeyiz. Onların varlığına karşı çıkmayız. Onların görevi muhalefettir, yıkmaktır, yapmak değildir. O halde onlar habistir. Çoklu grup olup hayırda yarışmada herkes tayyibdir. Yarışmada herkes daha iyisini yapmak ister. Karşı tarafın yaptığını bozmaz. O yapmasın ben yapayım demez. O da yapsın ben de yapayım ama ben onu daha çok yaparak geçeyim der.

Canlılar içinde mikroplar vardır. Onlar yıkıcıdır, öldürücüdür. Çoğalarak insanı hasta ederler, sonra kendileri de helak olup giderler. Oysa yoğurt mayası yıkıcı değil yapıcıdır. Sütü yoğurta çevirerek daha iyi iş yapmaktadır. Varlıklarını da maya olarak sürdürürler.

Kromozomlar tayyibdir, çünkü onlar yapıcıdır.

Oysa virüsler habistir, çünkü onlar bozguncudur.

Evet, habisi de Allah var etmiştir, tayyibi de Allah var etmiştir. Görevleri farklıdır. Birilerinin işi iş görmezleri ortadan kaldırmak, yok etmek; diğerinin görevi ise iyi iş yapmaktır, üretmektir. Varlıkla yokluk eşit olsaydı sorunumuz olmazdı. Oysa kabul ettiğimiz ilke vardır. Varlık yokluktan iyidir. Yokluk varlığa eşit olamaz. Bu bizim ilk kabul ettiğimiz varsayımdır. Kur’an daha beliğ bir şekilde söylemektedir.

Elbette yıkıcılara da ihtiyaç vardır, onlar da görevlidir ama gaye yıkmak değil gaye yapmaktır. Bu sebeple yıkma yapmaya eşit olamaz. Gerek habis gerek tayyib fe’îl vezni üzere sıfat-ı müşebbehedir. Fail veya mef’ul manâsında olabilir. Kötü madde de habistir. Kötülük yapan insan da habistir. Allah insanların da tayyibini ve habisini var etmiştir ama diğer canlılardan farklı olarak insanlar kendi istekleri ile habis veya tayyib olurlar. Diğer canlılar kaderleri sebebiyle habis veya tayyib olurlar. İnsanlar ise kendi iradeleri ile tayyib veya habis oluyorlar. Bu sebepledir ki insanlar iyi olun diye zorlanamaz. Herkes hürdür. Hürriyetini korumalıyız. Kimseyi zorla iyi etmemeliyiz. Onlara da ihtiyaç vardır. Kendileri nereye giderlerse gitsinler, korunmak için zarar verdikten sonra tazmin ettiriyoruz veya ceza veriyoruz. Söyle, insanları hür bıraktık diye iyilerle kötüler aynı kimseler olmayacaklardır.

وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَبِيثِ

(Va Lav EaGCaBaKa KaSRaTu eLPaBIySı)

“Ve habisin kesreti seni i’cab etse de.”

Aceb” kelimesinin iki manâsı vardır. Biri tuhafına gitmek, mantıksız bulmaktır. Diğeri de hoşuna gitmek, ona özenmek, onu sevmektir. Buradaki “ucbe” kelimesine her iki manâyı verebiliriz. İnsanlar nerde çoksa, nerde kalabalıksa oraya doğru maildirler. Sonunda insanlar ekseriyetin bulunduğu yere meylederler. Zamanla iyilikler bozulur ama halk bozuk olduğu zaman oralarda yer alırlar. Hoşuna gitse de habis ile tayyib bir değildir.

Buradaki “Ke” kelimesi herkesin kendisine söylemesi gerektiğini ifade eder. Yani onlara yahut bütün nâsa değil kendine söyle demektir.

Habis kesirdir. Mesela doğru tayyibdir, yanlış habistir ama beynimizde doğrular sayılı yanlışlar milyarlarcadır. 3 çarpı 3 dokuz eder, bu bir tanedir ama yanlışlar pek çoktur.

فَاتَّقُوا اللَّهَ

(Fa itAQUv elLAvHa)

“Allah’a ittika ediniz.”

Böyle söyle diyor. Bu da söylenenler arasındadır ama muhatap belirlenmiştir. O zaman söyle emri de ulu’l-elbaba ait olabilir. Bu şekilde manâlandırdığımız zaman anayasamıza yeniden delil bulmuş oluruz. Habis ve tayyibi tefrik etme işi âlimlere aittir, içtihat ve icma ehline aittir diyoruz. Demek ki habisle tayyib bir değildir.

Öyleyse “ittika ediniz” dendiğinde içtihat yaparken hakka teslim olunuz, neyin habis neyin tayyib olduğunu belirleyiniz denmiş olmaktadır.

Buradaki “Allah” kelimesi topluluk anlamında olduğuna göre içtihat yaparken topluluğa karşı muttaki olunuz, içtihadınızı icmaa karşı yapmayınız demek olur.

O halde bizim icmaa aykırı içtihat olmaz kuralımızı bu âyet teyit etmektedir. İçtihatlar yapılacak ama icmaların içinde kalınarak yapılacaktır. Fukaha bu hususta ittifak hâlindedir. Ehl-i sünnet icmalarında ben bir hataya rastlamadım desem aşırı gitmiş olmam. Onlar bu âyetlere bu manâları vermediler. Mesela ittika edinizi bizim anladığımız gibi anlamadılar ama Hazreti Peygamber’in uygulamasına bakarak hak üzerinde icma ettiler.

يَاأُولِي الْأَلْبَابِ

(YAv EuLiy elLBABı)

“Ey lobları olanlar.”

Kur’an’da “ulu” sahipler demektir. “Zu” sahib demektir. Bunların karşılaştırılması gerekmektedir. “Elbab sahipleri” daha başka yerlerde geçmektedir. Müteşabihi muhkemattan yalnız bunların ayıracağını anlatmaktadır. Bunlara rasih denmektedir. Daha doğrusu rasihler bunlarla birlikte zikredilmektedir.

Rasih ilmî mertebedir. İçtihat mertebesidir.

İnsanlar değişik kabiliyette yaratılmıştır. Kimi âlim olma kabiliyetindedir. Kimi asker olma kabiliyetindedir. Kimi usta olma kabiliyetindedir. Kimi mürşit olma kabiliyetindedir. Yani çevrelerinde sevgiye dayanan cemaati toplar. Başka bakımdan insanlar ikiye ayrılırlar. Kimileri yenilikçidirler. Mustafa Kemal böyledir. Kimileri ise uygulayıcıdırlar. Yenilik yapanlar uygulama yapamazlar. Çünkü onlar her zaman yenilik peşindedirler. Başlattıkları işler hep yarım kalır. Başkaları gelir, onu ısrarla uygular ve kabul ettirir. İsmet İnönü olmasaydı inkılâpların hepsi havaya giderdi.

Benzer şekilde Akevler ve Millî Görüş uygulamasını görebilirsiniz. Akevler eski yaptıklarında ısrar etmiyor, yenilik peşindedir. Kimileri ise statükoyu korumak istemektedir.

Burada anlatmak istediğimiz şudur. Yenilik yapanlar azdır. Yapılan yeniliği yerleştirenler ise çoktur, onlara da ihtiyaç vardır. İşte, yenilik yapma kabiliyetinde olanlar uli’l-elbabdır. Mevcut statükoyu korumak herkesin istediği şeydir. Bazı habisler vardır ki yeri gelince tayyib olur. Bazı tayyibler de zamanı gelir habis olur. Bu değişimleri yapacak yalnız uli’l-elbabdır.

“Uli’l-elbab” burada marife getirilmiştir.

O halde bunların toplulukta seçilip ortaya konması gerekir.

Bunlar kimlerdir?

Biz dayanışma ortaklıkları kuruyoruz. İlmî, ahlakî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları vardır. Meslekî dayanışmada meslek tefriki yapılmaz. Halk mevcut olan meslekî kuruluşlardan istediğine gider, değiştirebilir. Hangi meslekten olursa olsun fark etmez. O halde meslekî kuruluşlar bugünkü tabipler odasına, baroya, mühendisler odasına benzemektedir. Böyle meslekî odalar ihtisas odaları olmayacak mıdır?

Evet, işte bunları halk biat yoluyla değil de dayanışma ortaklıkları elbab sahibini bulur, yenilik yapacak kimseleri bulur. Onları gönderir. Elektrik mühendisleri odasını meslekî dayanışma ortaklıklarının gönderdiği elbab sahipleri teşkil ederler.

Böyle olmasını düşünüyordum ama tam kanaatim yoktu. “Adil Düzen Anayasası”nda yer alıp almadığını bilemiyorum. Almamışsa siz bunu yerleştireceksiniz.

لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (100)

(LaGalLaKuM TuFLı XUvNa)

“İflah edersiniz diye.”

Demek ki “iflah” kelimesini şimdiye kadar yanlış anlıyorduk, siz refaha eresiniz diye yapıyorduk. Oysa “tüflihûn” ve “müflihûn” if’âl babındandır. Refaha erdirirsiniz anlamındadır. Yani elbab sahiplerinin görevi insanlığı refaha götürmek, uygarlaştırmaktır. Odaların görevi yenilik yapmadır, sorunları çözmedir.

Şimdiki odalar sömürme merkezleri hâline gelmişlerdir.

Şimdi şu sorunla karşı karşıya geliyoruz. Ne yapalım da odalar birliğini verimli hâle getirelim? Bugünkü uygulamada yapılacak iş odalar birliğinde çalışacak meclis üyelerini siyasi partiler gönderecek. Onlar da senato gibi çalışacak. Meclise danışmanlık edecek. Oraya seçilen mühendislerin dokunulmazlıkları ve maaşları olacak. Devlet Planlama Teşkilatı da bunların emrinde olmalıdır.

Uygarlaştırma ve felaha götürme ancak odalar birliği sayesinde mümkündür. Ne var ki bu odalar birliği demokratik olmalıdır. Siyasi meclis seçmelidir. Odalar birliğinin muhalefetsiz kabul ettiği hususlar icma olmuş olur. İhtilaf ettikleri hususlarda dayanışma ortaklarının kabul ettiği içtihatlar geçerli olur.

Eskiden senatolar oluşturulup meclislerin denetlenmesi istenmiştir. Birçok ülkede durum böyledir. Kur’an ise senato yerine meslek odalarını getirmektedir. Hüküm Allah’ın olduğu için halktan güç almayan hiçbir kuruluş hükümranlık haklarını kullanamaz. Ancak icma ile sabit olan da artık âlemlerin rabbinin emirleri olduğu için aslın hükmü halefinin hükmünden öncedir.

Demek ki icma ile sabit olan müsbet ilim meclisten ve seçilmişlerden üstündür. Onun dışındakilerde meclisin üstünlüğü vardır. Burada hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin demenin hatalı olduğu ortaya çıkmıştır. Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. Allah onu halifesi olan millete kullandırmaktadır.

Evet, müspet ilmin kesin sonuçları dışında kalan hususlarda hâkimiyet milletindir.

Millî hâkimiyetin üstünde beşeri güç yoktur denebilirdi. İnsanlar bu kadar hata yapabilirler. Kusura bakmamak gerekir.

 

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3008 Okunma
2-MAİDE 3
2807 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2089 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2180 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2072 Okunma
6-MAİDE 11-12
2780 Okunma
7-Maide13-15
2216 Okunma
8-MAİDE 16-17
2252 Okunma
9-MAİDE 18-19
1940 Okunma
10-MAİDE 20-26
2480 Okunma
11-MAİDE 27-31
4444 Okunma
12-MAİDE 32-33
2718 Okunma
13-MAİDE 34-37
1979 Okunma
14-MAİDE 38-41
2891 Okunma
15-MAİDE 42-44
2258 Okunma
16-MAİDE 45-47
3518 Okunma
17-MAİDE 48-50
2332 Okunma
18-MAİDE 51-53
2464 Okunma
19-MAİDE 54-56
2879 Okunma
20-MAİDE 57-60
2285 Okunma
21-MAİDE 61-64
2117 Okunma
22-MAİDE 65-67
2001 Okunma
23-MAİDE 68-69
2336 Okunma
24-MAİDE 70-72
2135 Okunma
25-MAİDE 73-76
2374 Okunma
26-MAİDE 77-79
1853 Okunma
27-MAİDE 80-82
2222 Okunma
28-MAİDE 83-88
1826 Okunma
29-MAİDE 89-91
3127 Okunma
30-MAİDE 92-95
2523 Okunma
31-MAİDE 96-100
2451 Okunma
32-Mide 101-103
2506 Okunma
33-MAİDE 104-105
2126 Okunma
34-MAİDE 106-108
2319 Okunma
35-MAİDE 109-110
3175 Okunma
36-MAİDE 111-115
2646 Okunma
37-MAİDE 116-118
2456 Okunma
38-MAİDE 119-120
2116 Okunma

© 2024 - Akevler