MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2089 Okunma
MAİDE 4-5A

 

 

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 5

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنْ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ فَكُلُوا مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4)

 

يَسْأَلُونَكَ

(YaSEaLUNaKa)

“Senden sual ederler.”

Senden soracaklar... Senden sorarlar... Araplar Türkçede olduğu gibi geniş zaman ve şimdiki zaman sıygalarını ayrı ayrı kullanmaz. Mazi yani geçmiş zaman ve muzari yani geniş zamanı kullanırlar. Geniş zamanda üçünü yani geniş, hâl ve geleceğini kastederler. Senden sordular demiyor, sorarlar veya soruyorlar veya soracaklar diyor.

Buradaki “sen” kimdir, kime soruyorlar?

Elbette sadece Medine halkı değildir. Hazreti Muhammed’in hayatında ona sordukları gibi onun gönderdikleri dailere (davetçilere) de sormuşlardır. Kıyamete kadar da resulün veya nebinin halifelerine soracaklardır.

Demek ki burada sual edilen Kur’an ehlinin âlimidir, yahut bucak başkanıdır.

Soranlar kimlerdir?

Dini dayanışma başkanlarıdır, yahut bucak başkanlarıdır.

Emir ve nehiy bucak başkanını ilgilendiren husustur.

Helal veya haram ise  müçtehitleri ilgilendirir.

Burada sorulan kimdir, müçtehit mi yoksa başkan mı?

Bu âyetler baştan “ey iman edenler” diye başlamıştır, yani mü’minlere hitap edilmiştir.

Burada ise “sen” denmiştir. Mü’minleri temsil eden kimse olmalıdır. İşte bu kimse bucak başkanıdır. Demek ki hitap edilen kişi bucak başkanıdır. Bucak başkanı istişareden sonra bucakta yasaklar koyan demektir. Hazreti Muhammed’in, “Mekke’yi İbrahim harem yaptı, Medine’yi de ben harem yapıyorum” ifadesi bunu gösterir. Başkanların haramları vazetme yetkileri vardır demektir.

Sorulanı tesbit ettikten sonra soranları da tesbit etmeliyiz.

Kim soruyor?

Bunlar Cuma namazı kılan bucak cemaatidir. Onlar soruyor. Çoğul getirilmiş.

Çoğul nasıl soracaktır?

Bir topluluktan biri soruyor ve cevabını kendileri vermiyorsa hepsi sana sormuş olurlar. O halde burada sual eden bucak halkıdır. Fiili muzari ile getirilmiştir. Çünkü bir defa sorulup cevap verilecek bir şey değildir. Kıyamete kadar yeni bucaklar oluşacak, bucakların yeni sorunları olacak ve sorunların çözümü için istişareler yapılıp haramlar tesbit edilecektir. Burada soranların mânâsı sorunları olacaktır demektir. İlle ağızları ile sormaları gerekir. Sorun ortaya çıkar ve sorun için haramların gelmesi gerekir.

Her toplulukta, yalnız bucak topluluğunda değil ocaklarda da her gün yeni sorunlar çıkar ve yeni çözümler gerekir. İnsanla hayvan arasındaki fark budur. İnsan evrim yapan varlık olarak yaratılmıştır. Canlılarda türden türe evrim olmuş, canlılarda yenilik yapılması gerektiğinde melekler onların genetiğinde DNA’ları değiştirdiler ve yeni canlıları meydana getirdiler, böylece canlıların bugünkü evrimi meydana geldi. Yalnız ılık sularda yaşayacak şekilde yaratılan ilk canlılar bugün karalara çıkmış, kutuplarda bile hayat sürer olmuşlardır. İnsan en son ve en çok evrimleşmiş bir varlık olarak yaratıldı. Biyolojik evrim durdu. Onun yerine sosyal evrim başladı. Çıplak olarak yaratılan insan bugün aya gidecek kadar evrimleşmiştir. İşte bu evrime ulaşması her gün yeniliklerle karşılaşması demektir. Yani insan hayatında her gün evrimleşme var, yeni sorunlar var, bu sorunların çözümü vardır.

Sual etmek, sorunlar karşısında kalmak anlamındadır.

Lisanı hâl ile sual ediyorlar mânâsı da çıkar.

Şimdi şöyle bir varsayıma gidilebilir. Emir ve nehiyler, yasaklar ve vecibeler icma yoluyla tesbit edilir. Emir ve nehiyle yönetimin zorlama yetkisi vardır. Yasakların cezaları vardır. Emirleri yapmayanların da yaptırımları vardır. Helal ve haramın yaptırımları yoktur. Ancak haramları yargı korumaz. Bir bucakta yasak olanı yapanların hukukunu yönetim korumaz. Mesela yasak yerde park edilen bir arabayı herkes, yalnız yönetim değil herkes alır ve başka yere koyabilir. Araba sahibi bunu yapanı dava edemez. Haram yere konan arabanın sadece yerini değiştirme hakkınız vardır. Keffaret cezaları vardır. Yani bir kimse kırmızı ışıkta geçerse cezasını kendi isteği ile götürüp trafik vakfına verir.

مَاذَا

(MAvZAv)

“Nedir bu?”

(Onlara ne helal edilmiştir?)

Burada “onlar” dendiği zaman bucak halkı demek olur. İnsanlara değil, yalnız mü’minlere değil, tüm bucak halkına ne helal edilmiştir? Onu soruyorlar.

Burada  bir husus önemlidir. “Ne haram edildi” denmiyor da “ne helal edildi” deniyor. Yani yukarıda haramlar sayılmıştı. Haram aylarında, haram zamanlarda asıl olan haramdır. Helaller sayılmıştır, haramlar sayılmamıştır. Oysa diğer yerlerde ve diğer zamanlarda ise her şey helaldir. Orada da haramlar sayılmıştır. Onun için burada bize haram aylarda veya haram yerlerde ne helal edilmiştir diye soruyorlar. “Za”nın mânâsı da budur. İsmi işarettir. Bu helal olanları göster anlamındadır. Yani sorulmuş olan fiil değil helal olan varlıktır.

Burada başka bir husus daha ortaya çıkmaktadır. Yiyeceklerde beslenme zinciri olduğu, midelerimiz öyle yaratıldığı için bize her şey haramdır. Ancak bize uygun besinler helal edilmiştir. Demek ki hayatta bir şey yaparken asıl olan ibahadır. Eğer haramlığa delil bulamazsak onu helal sayarız. Oysa besinlerde, kıyasen giyimlerde ise asıl olanı haram kabul ederiz. Hazreti Muhammed helal delilledir, haram delilledir diyor. Bu genel kuraldır. Usule ait olduğu için de bizi bağlar.

Ne var ki bu genel ifadenin teferruatına indiğimizde bu âyetten çıkardığımız kural vardır. Her helal ve haramda delil aramamız gerekir. Bulamazsak haram aylarda, haram yerlerde, yiyeceklerde ve giyeceklerde asıl olanı haram kabul ederiz. Delil bulamadığımız için onu haram sayarız. Diğer zamanlarda ve diğer yerlerde ise diğer işleri helal sayarız.

أُحِلَّ لَهُمْ

(EuXılLa LaHuM)

“Onlara ne helal edildi?”

Sûrede “akitleri yerine getirin” dendikten sonra, “size memelilerden geviş getirenler helal edildi” denmiştir. Yani her türlü akit yapılmasının da meşru olduğunu ifade etmiştir. Serbest sözleşme ilkesi getirilmiştir. Sözleşmeleri ve helalleri koruma görevini mü’minlere vermiştir. Bundan önceki âyette ise haramlardan bahsedilmiştir. Şimdi de haramlar içinde helallerden bahsetmektedir. Helalin genel kuralı getirilmiştir. Kendilerine helal edilenleri soruyorlar.

Her bucak ayrı bir topluluktur. İnsanlar hayatlarını bucaklarında geçirirler.

Aşiret birlikte yaşama yeridir, kabile ise birlikte çalışma yeridir.

İnsanların yaşarken ömürleri aşiret içinde geçer. Uykuları ve yemekleri evlerde olur. Ama diğer zamanlarını birlikte geçirirler. Günde beş defa bir araya gelirler, sohbet ederler, bir şeyler öğrenirler.

Çalışma saatlerini ise bucaklarında yaşarlar. Her bucağın kendine göre şeriatı vardır. Ona göre yaşarlar. Şeriatları farklıdır. Bucakta haram olan bir şey diğer bucakta haram olmayabilir. Bu bucakta memurun bih olan şey başka bucakta olmayabilir. Onun için kendilerine neyin helal edildiğini sormaktadırlar.

Bu ne demektir, neden her bucağın şeriatı ayrıdır?

Çünkü sosyal evrim demek şartlara uyma demektir. Diğer canlılar ancak kendilerine uygun yerlerde ve iklimlerde yaşarlar. Yeni yerlerde yeni canlılar üretilir. Yahut seleksiyon yoluyla intibak ederler. Oysa insanlar kendileri değişmeden çevreyi kendilerine uydururlar, çevreyi değiştirirler. Bu sebepledir ki dünyanın her yerinde yaşamaktadırlar. Hattâ uzaya gitmektedirler. Böylece yeni yerlerde yeni zamanlarda yeni kurallar yani helaller ve haramlar ortaya çıkar. Bugünkü insanlar uzaya çıkmışlardır. Aylarca kalabiliyorlar. Aya inmişlerdir. İnsanların araçları bugünkü şartlarda bile güneşin gezegenlerine ulaşmaktadır. Ayda seralar yaparak kentler kurulabilecektir.

İşte bu yeni durum her bucağın ayrı şeriatı olması ile mümkün olmaktadır.

Kur’an’dan önce peygamberler geliyor, her bucağa ayrı şeriat getiriyorlardı. Kitap getiren peygamberler daha geniş toplulukları oluşturuyordu. Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecek, tüm insanlara tek kitap hükmedecek; yeni peygamberler de gelmeyecek ama her bucak kendi içtihat ve icmaları ile sorunları çözecektir.

İşte burada sorulan şudur: Onlara ne helal kılındı?

Bucağımızın düzenini bozmamak için neler yapabiliriz diye soruyorlar.

Yani sorulan soru sorunları nasıl çözeriz anlamındadır.

قُلْ

(QuL)

“Kavlet)

Burada sorulan başkan veya âlim, hayatta olan başkan veya âlimdir. Ölülere sorulamaz. “Sana sorarlar” ifadesi yaşayan kimseye sorarlar anlamındadır. 1400 sene önce ölmüş resule sorarlar denmiş olamaz. Demek ki bu âyetteki “sana sorarlar” ifadesiyle anlıyoruz ki sorulan yaşayan başkandır veya yaşayan âlimdir.

Şimdi burada da “sen söyle” denmektedir. Ölü olan bize söyleyemez. Emret, tavsiye et, bildir gibi ifadeler kullansaydı o zaman o kimse Hazreti Muhammed olabilirdi. Ama “söyle” dediğine göre yaşayan başkan olacaktır.  Bu ifadeden şunu da anlıyoruz ki istişare ile alınan karar istişare ile değişebilir. Halk devamlı sorunlarla karşılaşacak, başkan da istişare ettikten sonra kararını verecektir. O karar o bucak için şeriat olacaktır.

Burada istişareyi de yeniden hatırlamamız gerekir. Bir bucakta halk kendilerine ilmî danışmanlar seçer. Bilmediklerini onlara sorar, onlardan fetva alırlar. İlmî ehliyet yedi yaşında başlar. Demek ki yedi yaşında olanlar dahil herkes ilmî danışman seçmelidir. Bucaklarındaki bir âlime tâbi olurlar. Bir kimse bucak halkının yirmide birinin tâbi olunanı oldu mu, o kimse bucağın âlimidir, müçtehididir. Bunların o bucaktaki sayısı beşten az olmayacak, yirmiden fazla da olmayacak. Bunlar aynı zamanda bucağın ilmî şurasını oluştururlar. Bucakta ayrıca onbeş yaşını doldurmuş halk vardır, bunlar bucak meclisini oluştururlar, her cuma toplantılarını yaparlar.

İşte, bucak başkanı bu ilmî şura tarafından seçilir. İstişareyi yapacak olan meclis budur. Bucak başkanı şura üyeleri yani âlimlerle istişare yapar. O haftanın istişare konularını ortaya koyar, görüşmeyi gelecek haftaya bırakır. Şura üyeleri olan bucak âlimleri hafta içinde kendilerine tâbi olanlarla görüşür ve gerekli görüşleri elde ederler. Hafta gelince başkan bunları sıra ile dinler, gerekirse birkaç defa sıraları yeniler. Böylece başkan bütün halkı ile istiare etmiş olur, “Veşavirhum” daki “Hum” emrine uymuş olur.

Başkan istişarelerini tamamlamakla kararını beyan eder. Bu karar o hafta yürürlüğe girmez. Bir hafta bekler. Hafta içinde karara itiraz eden şura üyeleri olabilir. Bu itiraz yetkisi yalnız ilmî şuraların değildir; diğer meslekî, siyasî ve dinî şura üyelerinin de hakemlere gitme yetkisi vardır. Hafta içinde hakemlere giden olursa o hafta sonu yapılacak muhakeme sonunda hakemler bucak başkanının kararını iptal edebilirler. İptal etmezlerse karar kesinleşir. İtiraz eden olmazsa o hafta, itiraz eden olursa öbür hafta kesinleşir. Başkan cuma günü hutbede kararını ilan eder. İşte o saatten sonra karar yürürlüğe girer.

Buradaki “Kul/söyle” emri başkanadır. Cuma günü başkanın hutbede ilan etmesi demektir. Yaşayan başkan bunu yapacaktır.

İslâm’da mezhepler vardır.

İslâm tarihinde üç mezhep revaç bulmuştur.

1. Bunlardan biri olarak, zahiri mezhepler vardır. Bunlar sadece Kur’an ve hadisteki ifadeleri esas alırlar, içtihadı kabul etmezler. Nass ne diyorsa o bizim kabulümüzdür derler. Bunlar iki kola ayrılır. İbahiyeciler nassta bulunmayan her şeyi helal kabul ederler, diğerleri ise nassta bulunanları haram diğerlerini helal kabul ederler. Bu mezhepler yaşamamış, kısa zamanda inkıraz etmişlerdir.

2. Diğer mezhepler ise batıni mezheplerdir. Bunlara göre de Kur’an’ı okuduğunuz zaman bizim aklımıza ne gelirse o hüküm ona göredir. İlham yeterlidir. Ayrıca usul ve kurala göre istidlal gerekmez. Tarikat ehli böyledir. Bunlar da iki gruba ayrılır. Rabıta vardır. İlhamın şeriat olması için Hazreti Peygamber’den beri gelen şeyhlerden el almış olmak gerekir. Beytiler vardır. Bunlara göre kişi ehli beytten gelmesi gerekir kanaatindedirler.

3. Üçüncü mezhepte olanlar ise içtihat mezhebindedirler. Bunlara göre usule dayanarak nasslardan içtihatlar istinbat edilmektedir. Helal ve haramlar ne yalnız nassla tesbit edilir, ne de ilhamla tesbit edilir; kurallara göre nasslara dayanarak içtihatlarla tesbit edilir.

İcma ilim ve amelde, kıyas ise amelde kesin delildir.

Bunlar da iki gruptur.

Şiiler ehli beytin icma ve kıyaslarını kabul ederler.

Sünniler ise bütün âlimlerin icma ve kıyasını kabul ederler. Âlim olma hususunda ise hükümdarlara takdir yetkisini verirler, halka da kendi mezheplerini seçme yetkisini tanırlar.

Biz Sünni mezhebini benimsiyoruz. Yalnız âlimlerin oluşmasında hükümdarların atama yetkisini kabul etmiyoruz. Halkın onları kendilerine âlim kabul etmesi ile âlimlik ehliyetini tanıyoruz. Bir toplulukta halkın belli nisbette birileri onu kendilerine müçtehit kabul ediyorsa o âlimdir. Başkan da ancak onlardan birisini kendisine müçtehit kabul eder. Onların icmaları geçerli olur.

أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ

(EuXılLa LaKuMu elOayYıBaTu)

“Size tayyibat helal edilmiştir.”

Size” diyerek muhataplara diyor, yani bucak halkına diyor. Her bucak halkının ayrı helalleri ve haramları vardır. Bucak halkına kendi başkanları helal ve haramları bildirecektir.

Haramı tef'îl bâbı ile getirmiştir, “Hurrimet” denmiştir. Helal ise if’al bâbı ile getirilmiştir. Haramda teksir vardır. Yani helal kılma ibahadır. Helali istimal edip etmemekte insanlar serbesttir. Bir şey helaldir diye onu mutlaka yapmamız gerekmez. Oysa haramda tekit vardır. Haram kılınan artık yapılmamalıdır. Bu sebepledir ki helalde insan iradesi vardır. Haramlıkta artık irade kalkmıştır. Bundan dolayı Allah helali if'âl bâbı ile getirmiştir, haramı ise tef'îl bâbı ile getirmiştir. Size helal edilmiştir anlamı sadece günah ve sevap bakımından helal edilmiştir anlamını taşımaz, sizin onu midenizde eritebileceğiniz, sindirebileceğiniz mânâsı da vardır.

Canlıların besinleri diğer canlılardır.

Şöyle ki, kâinat hidrojen atomunun birleşmesi sonucu atomlardan oluşur. Teorik olarak 118 atom çeşidinden oluşur. Bunlardan bazıları ancak suni olarak elde edilmiştir. Ömürleri çok kısadır. Saniyeden de küçüktür. Gönderdiği ışıkla varlığını bilebiliriz. Yüze yakın element vardır, basit cisim vardır.

Bu 100’e yakın elementler birleşerek cansız madde oluştururlar. Bunların birleşmesi yan yana gelmekle kendiliğinden olmaktadır. Bunlara “cansız cisimler” diyoruz.  Bunun dışında sadece karbon yani kömür dört değerlidir ve dördü de eşit bağa sahiptir. Dolayısıyla birbirleriyle birleşip zincir oluştururlar. Bunlar özel şekilde dizilerek canlıların kullanacağı molekülleri oluştururlar. Bu yan yana gelerek kendiliğinden olmaz. Canlı bu maddeleri dizme gücüne sahiptir. Bitkiler güneşten aldıkları enerjiyi kullanırlar. Havadan yanmış kömür olan karbon dioksiti kullanırlar. Su ve diğer maddeleri de kullanarak çeşitli yapıları oluştururlar. Sonra bu yapı parçalanır ama moleküller yine kalmış oluyor. Yani canlı yaratılmadan canlılara ait moleküller yoktur. Canlı molekülleri olmadan da canlıyı oluşturmak mümkün değildir. Camdan bir fabrika düşünelim. Cam üretsin. Başka da cam olmasın. Şimdi fabrikamız olmadığı için camı üretemeyiz. Fabrikamız olmadan da camımız olmaz. Yumurta olmadan tavuk olmaz, tavuk olmadan yumurta olmaz. O halde birisi bize ya tavuk vermeli ya da yumurta. İşte canlılar şimdi kendi kendilerini oluşturuyorlar ama birisi baştan icat etmek zorundadır. İşte o icat edenlere “melek” adını veriyoruz.

Midemize aldığımız herhangi bir canlı parçası bir şeye yaramaz, onu parçalamalıyız, en uygun moleküllere indirmeliyiz. Sonra bedenimize yani kanımıza karıştırmalıyız. Bedenimiz bunu kullanarak canlı hücreleri oluştursun veya hücrelerin işine yarasın.

İşte, canlı parçasını parçalayıp bize yarayacak hâle getirmek ihlal demektir. Allah size helal etti derken sizin için mide ve bağırsaklara öyle mekanizmalar koydu ki onları çözerler ve size yarayışlı hâle getirirler. İhlal etmenin bir mânâsı budur. Haram ise bu sefer onlara karşı da onları bağırsaklardan içeri sokmama mekanizmaları koydu.

Tayyibat”: “Tabe” hoşa giden lezzetli anlamına gelir. “Lezzet” yalnız yiyecek anlamındadır. “Zevk” ise diğer duyu organları da zevktir. Kaşındığınızda zevk alırsınız. “Tayyib” ise tüm hayat için insanın hoşuna giden şeydir.

Canlıların uygun olmayan hallerinde onları rahatsız eden duygular verilmiştir. Zehirli bir gaz varsa kötü kokar, rahatsız oluruz. Bunlar bizim için habis olmuştur. Yani uygun olmayan her şey habistir. Bize zararlı olan, bize zarar veren habistir. Habisin zıttı tayyibdir. Zehirli olan şey habistir. Zehrin tesirini yok eden de tayyibdir. Açlığımızı giderme tayyibdir. İnsan bedeni dört şeye muhtaç olur. İnsanların yiyeceklere, giyeceklere, barınacak yerlere ve yer değiştirmeye ihtiyaçları vardır. Bunları gerçekleştiren tayyibattır.

Burada tayyibatın helal edildiğini bildirmiştir.

Tayyib” kelimesi dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Birbirlerini bütünleme özelliği vardır. Mesela bir insan ben yalnız ekmekle yaşayacağım dese ve başka bir şey yemese yaşayamaz. İnsan birbirini tamamlayan besinler almak zorundadır. “Tayyibat” kelimesi bunu ifade etmektedir. Yemek pişirdiğimizde içine değişik malzemeler koyarız. Böylece besinimizde bütünlük sağlarız. “Tayyibat”ın dişi kurallı çoğul gelmesi tüm hayatımızın bir bütünlük içinde olması gerektiğini ifade eder. Ceket, pantolon, ayakkabı, gömlek, çamaşır hepsi bir bütünlük içinde “tayyibat”tır.

Demek ki yararlı olanlar helal edilmiştir.

Ne var ki onun yararlı olup olmadığını nasıl bileceğiz?

Yararlılık sonuçtur. Tayyib olma bir vasıftır ama belirsiz bir vasıftır. İşte onları belirleyen vasıfları taşıyanlar helal edilmiştir. Sigara gibi zararlı olduğunu bildiğimiz madde haramdır. Ama nasıl zarar ettiğini bilemediğimiz takdirde ona başka maddeleri kıyas edemeyiz. Ancak deneriz. Zarar veriyorsa haram olur. Eğer zarar veren nikotin maddesini tesbit edersek o artık illet olur, o illetin bulunduğu maddeler haram olmuş olur.

Tayyibat” için yemeden önce gözle görürüz. Göze hoş gelir veya hoş gelmez. Gözümüz onu reddetmemişse burnumuza yaklaştırırız. Kokusu kötü gelebilir veya hoşumuza gider. Hoşumuza gittikten sonra ağzımıza alırız. Tatlı ve acı gelir. Tatlı gelirse onu yutarız. Bu sefer midemiz onu kontrol eder, zararlı ise kusarız. Hattâ bağırsaklara geçer, bir kontrol da orada yapılır. Eğer zararlı ise ishal oluruz. Bazen bütün bu barajları geçer, kana karışır. Bu sefer hastalık alametleri ortaya çıkar. Nefesle, terimizle, böbreklerle, bazen de kaşıntı veya yaralarla dışarıya atarız. İşte bu mekanizmalarla biz bize zararlı olan şeyi tesbit ederiz. Ondan sonra bu zararın o maddede hangi cüzünden geldiğini ararız. Tıp ilmi bunu yapar. Çeşitli ilmî araştırmalarla bunları tesbit eder, zararlıların illetlerini keşfeder.

وَمَا عَلَّمْتُمْ

(Va MAv GalLeMTuM)

“Talim ettiğiniz.”

Canlılar arasında uyum vardır. Ayrı türden canlılar birbirlerine dayanarak birlikte yaşarlar. Örnek olarak karıncaları verebiliriz.

“Yaprak kesen karıncaların yuvaları 5 metre derinlikte ve 7 metre genişliğinde olabilir. Karıncalar yuvanın içerisine yüzlerce tünel inşa ederler. Yaklaşık 40 ton toprak kazılır ve dışarıya atılır. Yuvanın yapısı ayrı bir mucizedir. Karıncalar ağaçtan kestikleri bu yaprakları yemezler. Çünkü karıncalar özel bir mantar türü ile beslenirler. Peki karıncalar yemedikleri bu yapraklar ile neler yapacaklardır. Cevap çok ilginçtir. Karıncalar bu yaprakları tarım yapmak için kullanacaklar ve bu hammadde sayesinde mantar yetiştireceklerdir. Bu nedenle yuvanın içerisine binlerce mantar çiftliği kurarlar.”

Demek ki canlılar başka canlıları ehlileştirip onlardan yararlanırlar. İnsanlar için bu çok daha önemlidir. Birçok hayvanları ve bitkileri ehlileştirip onlardan yararlanırız. Bizden kaçmaz bizimle beraber olurlar. Hayvanların öğrenme kabiliyetleri vardır. Biz onlara öğretebilmekteyiz. Ehlileşen hayvanlar yavrularını bizim için eğitmektedirler. Mesela at bizim aramızda doğar, bizim aramızda yaşar. Sonra at yetiştiricileri onu eğitirler. At insanı sırtında en süratli şekilde götürebilir. Bu âyette bu eğitim konusu anlatılmaktadır. Bu eğitimde kuşlar da ehlileştirilmektedir. Hazreti İbrahim bunu yapmıştır.

Papağanlar konuşmaktadırlar. Maymunlara bir çok şey yaptırılabilmektedir. Bu sûrede anlatılan öğretme, köpeklere ve şahin gibi kuşlara öğretilen avlanmadır. Hayvan avını yakalar, kendisi yemez, sahibine getirip teslim eder. Sahibi sonra onu keser ve ona payını verir. Burada şu kural getirilmiş olmaktadır. Eğer av köpeği veya av şahini yakaladığını öldürmez, ondan bir parça yemezse, onu siz yakalamış ve kesmiş olursunuz. Buradan şunu öğreniyoruz ki, bizim yaptığımızı bir makine bir iş olarak yapacak olsa biz yapmış oluruz. Biri robota bir adamı öldürtürse kendisi öldürmüş olur. Müsebbibi değil faili olur. Kısas yaparız.

Bu ifade bize şunu öğretiyor ki hayvanlarda da ilim vardır. Bizim ilmimiz var. Bizim ilmimiz geniştir ama ilim bizde de hayvanlarda da vardır. İçtihat yapmak insana mahsustur. İçtihatla amel etmek insana mahsustur. Zannî delilleri değerlendirme insana mahsustur. Bu sayede amel yaparız. Farklı amel yaparız. Yanlış da amel ederiz. Zamanla yanlışımızı görüp düzeltiriz. İlimde ise yanlış olmaz. Kesindir ve doğrudur. Bu bizde icma ile sabit olmaktadır.

مِنْ الْجَوَارِحِ

(MiNa ELCaVARiXi)

“Carihlerden talim ettikleriniz.”

Carih” yaralayarak öldüren demek, canlıları boğazlayan demektir. Etobur hayvanların çoğu memelileri veya kuşları yakalar. Önce yaralayarak öldürür. Bunlara “carih” veya “cariha” denir.

Demek ki yırtıcı hayvana av öğretilecek ve o hayvanı bizim için yakalayacaktır. “Carih” vasfını kullandığına göre hayvanı yakalar ve yaralarsa, yaralaması zibh şeklinde ise, bizim zibh yaptığımız kabul edilir. Besmele ile salmak besmele ile zibh gibidir. Makinede hayvanı kesersek biz kesmiş oluruz, düğmeye bastığımızda besmele çekmemiz gerekir. Mermiyi attığımızda yaraladığımız hayvanın kanı akarsa o da zibh edilmiş olur. Ehli hayvanlarda zehirlenme yabanilerden daha fazladır. Çünkü onlar daha sert hareket etmekte, daha temiz havada yaşamaktadır. Dolayısıyla o hayvanların zibhe olan ihtiyaçları daha azdır.

Buradan şu soruya da cevap bulabiliriz: Evcil hayvanları, mesela firar eden danayı bir ayıya yakalatsak ve o da yaralasa caiz midir? Yahut kurşun sıktık ama ölmedi, sonra onu kestik. Yukarda sayılan hayvanlara kıyas ederek bunların etlerinin yenmesi caiz olmayabilir.

مُكَلِّبِينَ

(MuKalLiBiYNa)

“Mükellibin olarak.”

Kelb” kelimesi fiil olarak getirilmiştir. “Teklib etmek” köpekleştirmek anlamındadır. Burada teklib edenler kurallı çoğul getirilmiştir. O halde av köpeklerini eğitme topluluğun işidir. Özel eğitim yerleri tesis edilecek ve onlar eğitilecektir. Onlara diploma verilecektir. Bugün av köpekleri çok önemli hizmetlerde istihdam edilmektedir, polisiye ve deprem hizmetlerinde kullanılmaktadır. Kuvvetli koku alma hassaları nedeniyle esrar veya afyonu keşfetmektedirler. Demek ki ehliyetsiz eğiticilik yeterli değildir.

Genel eğitimin bir kuralını burada da buluyoruz. İnsanlar köpeklerini istedikleri gibi eğitebilirler. Ancak onun av köpeği olduğu ve ne gibi işler başardığı ile ilgili bir imtihan merkezi olacak. Orada imtihan edilecekler, ondan sonra onlara ehliyet verilecektir. Bu yalnız köpekler için değil tüm eşya için de geçerlidir. İmtihan veya kontrol sayesinde topluluğun damgasını alacaklardır.

Şimdi bu imtihanlar nasıl olacak, kim yapacak sorusu ortaya çıkar. Soruları kim hazırlayacak? Genel olarak iki türlü imtihan sistemi vardır.

Birincisi, bir dayanışma ortaklığının ehliyet verdiği ve kefil olduğu biri tarafından imtihan edilir ve ehliyet verilir. Sonra eğer zarar verse, ona ehliyet veren tarafından tazmin edilir. İmal edilmiş olan eşyalar da böyledir. Dayanışma ortaklığının kefil olduğu kimse kontrol eder, eğer bozuk çıkarsa o onun dayanışma ortaklığı tarafından tazmin edilir.

Dayanışma ortaklığının oluşması için o toplulukta ona belli sayıda kimsenin, en az oradakilerin yirmide birinin ortak olması gerekir. Böylece o topluluğun bir parçasını teşkil ettiği için onun verdiği ehliyet hepsinin verdiği ehliyet kabul edilebilir. Bu zayıf bir kabuldür.

İkinci imtihan şeklinde ise jüri tarafından imtihan edilir. Dayanışma ortaklıkları birer üye gönderir. Beşten az olmamak, yirmiden de fazla olmamak üzere uzman gönderirler. Bunlar imtihan ederler. Geçer-geçmez oylarını kullanırlar. Geçer oyu kullananlar bir tarafı, geçmez diyenler bir tarafı tutarlar. Geçer diyenler bir hakemi sıralama usulü ile seçerler, geçmez diyenler de bir hakemi sıralama usulü ile seçerler. Hakemler baş hakemi seçer. Hakemler gerekli soruları tevcih eder. Sonunda baş hakem kararını verir.

Bununla beraber bu imtihan da yeterli olmaz, bir dayanışma ortaklığı yetkilisinin buna kefil olması ve garanti vermesi gerekir. Bir av köpeği için böyle bir topluluğu görevlendirenler, insanlar için de elbette bunu isteyeceklerdir.

Demek ki imtihanda bir genel imtihan vardır. Orada taraflar ortaya çıkar. Hakemlere gidilir. Son olarak diplomayı veren yine bir dayanışma ortaklığı olmalıdır.

تُعَلِّمُونَهُنَّ

(TuGalLıMuNaHunNa)

“Onlara talim edersiniz.”

“Mükellibin” "allemtüm"deki “tüm”ün hâlidir. “Tuallimunehunne” ise hâlin sıfatıdır. Cümle hâle sıfat olmuştur. Topluluk talim edecektir. Topluluk neyi talim edecektir?

Ehliyet icma veya istişare ile sabit olacaktır. Köpeğin neleri bilmesi gerektiği toplulukça belirtilecektir. Bu talim edilecek şey hakkında internetten aldığım bir bilgiyi aktarıyorum. Öğretim yöntemlerini anlatmaya başlamadan önce, özellikle tekrar vurgulamak istediğim bir konu var. "Köpek eğitimine başlamadan önce, eğitmeyi düşündüğünüz köpeğinizin ırk, karakter ve cinsiyet özelliklerini iyi bilmeniz ve bu bilginizi, köpek eğitim bilginiz ile sabır, hoşgörü ve çare buluculuk yetenekleriniz ile birleştirerek köpeğinize eğitimi sistemli bir şekilde yüklemeniz gerekmektedir. Bu konulara azami dikkat gösterdiğiniz takdirde, mükemmel derecede eğitilmiş bir köpeğiniz olacaktır.

1. Sözlü Ödül: Köpeğimizin doğru yaptığı hareketler karşısında onun anlayacağı yumuşak ve teşvik edici söylenecek söz (Ör: aferin oğlum, güzel, good girl... gibi).  2. Fiziki Ödül: Yine köpeğimizin yaptığı doğru bir hareket veya verilen komuta uyması durumunda, köpeğimizin sevilmesinden hoşlanacağı bir bölgesine elimizle kısa süreli sevmek (Ör: Boyun altı...). 3. Yiyecek Ödülü: Köpeğimizin doğru bir hareketi yapması durumunda verilebilecek bir yiyecek maddesi. Bu ödül programı ihtisas eğitimlerinde (ağır görev köpekleri eğitimi) yaşlı ve inatçı köpeklerin eğitiminde kullanılmalıdır. Köpeğimizin ileriye dönük yemeğe olan hassasiyetini artıracağından ve dilenme huyunu alışkanlık haline getirebileceğinden normal eğitimlerde kesinlikle uygulanmamalıdır. Ödül programlarının doğru zamanda uygulanması, köpeğin eğitimindeki başarısında hayati önem taşır. Köpeklerimizin ırk ve karakter özelliklerine göre uygulamamız gereken ödül programlarının zamanlaması ile ilgili uygulanacak ödül zamanlamalarının (değişken aralıklı, sabit aralıklı... gibi), mantıklı bir şekilde ayarlamamız gerekir."

مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ

(MinMAv GalLaMaKuMu elLAHu)

“Allah’ın size öğrettiğinden talim edersiniz.”

Demek ki köpeklere ne öğretileceğinin icma veya istişare ile tesbit edilmesi gerekmektedir. Size talim ettiklerinden onlara öğreteceksiniz.

Eğitimde çok önemli husus vardır. Temel, ilk, orta, yüksek ve üstün eğitimler vardır. Burada öğrencilerin neler bileceği toplulukça icma ile sabit olmalıdır. Biz bunlara metin diyoruz. Yani matematik öğrenen bir lise öğrencisi ne öğrenmek durumunda olduğunu bilmelidir. Bunun için tek kitap hazırlanmalıdır. İmtihanların o kitaplardan yapılması gerekir. Bu icma ile sabit olan bilgileri içerdiği için hem kesindir hem de birleştiricidir. Yalnız icmaları öğretirsek bu da duraklatıcıdır. İlerletici, yeni bilgileri artırıcı değildir. İcmanın olması için önce içtihatlara gerek vardır. O halde içtihatlara da yer verilmelidir. Onların da öğrenilmesi gerekir.

Örnek olarak, test imtihanlarında icma ile sabit olan ve tek metinde yer alan bilgiler bütün talebelere sorulmalıdır. Onlardan tek cevap istenmelidir. Ayrıca seçecekleri mezhebe göre de kendi mezheplerinden sorular sorulmalı, onlara da oradan not verilmelidir. Bundan rasihler istisna edilirler. Rasihlere bütün mezheplerden soru sorulacaktır. Çünkü rasihler her söze kulak verip en iyisine uyma ilkesi dolayısıyla bütün mezhepleri bilmek durumundadır. Mezhep olabilmek için nüfusun yirmide birinin kabul ettiği bir görüş olmalıdır.

Burada “min” harfinin getirilmesinden anlaşılıyor ki, her köpeğe her şey öğretilmeyecek, farklı konularda ihtisas yaptırılabildiği gibi farklı derecelerle de imtihan edilebilirler. Yani derece ve ihtisas söz konusudur. İnsanlarda ehliyeti başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün olarak ayırıyoruz. Sonra da bunlar ihtisaslara göre meslekî dereceler alırlar. Köpekler ve diğerleri için üç mertebe olmalıdır. Başlangıç, temel ve ilk mertebelere kadar çıkabilirler. Bunlar ameli kısımdır. Ama orta, yüksek ve üstün mertebeler onlar için söz konusu olmamalıdır.

 

KÖPEK

İNSAN

 

7         Başlangıç

 

10       Temel

0,5

12

1

15        İlk

 

20        Orta                                           

2

24

 

25        Yüksek

3

28

 

30         Üstün

4

32

5

36

6

40

7

44

8

48

9

52

10

56

11

60

12

64

 

63 EMEKLİLİK

13

68

14

72

15

76

16

80

17

84

18

88

19

92

20

96

21

100

 

İnsan yaşı ile köpek yaşı karşılaştırılmıştır

 

فَكُلُوا

(FaKuLUv)

“Eklediniz.”

Yukarıda “helal edildi” denmiş, burada “Fa” harfinden sonra “eklediniz” diye emir sigası getirilmiştir. Helal vücubu ifade etmediği halde, bir daha burada emir sigası ile eklediniz denmesi neyi ifade eder?

Bu helali haram etmeyinizi vurgulamaktır. İnce eleyip sık dokuyanlar şüphe vardır diye helali haram yapmağa kalkışırlar. Kur’an bu tür anlayışı reddetmektedir. Haramı helal yapmak veya helali haram yapmak caiz değildir. Bu sebepledir ki insanlığın icmalarına aykırı içtihatlar geçersizdir. Bir ülke içinde de o ülkenin rasihleri tarafından yapılan içtihatlar geçersizdir. İlde de o ilin fakihleri tarafından yapılan icmalara aykırı içtihatlar geçersizdir. Sonunda bir bucakta da o bucağın zakirleri tarafından yapılan icmalara aykırı içtihatlar geçersizdir.

Bununla beraber  yukarıda talim ettiğiniz de helaldir demiştir. Tayyibata atfetmiştir. Tayyibat olmasa da habis olmadığı için av hayvanlarına veya makinelere yaptırılan şeyler helaldir.

مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ

(MinMAv EaMSaKNa GaLaYKuM)

“Sizin aleyhinize imsak ettiklerinden.”

Sizin aleyhinize imsak ettiklerinden” diyor. “Leküm” denmeyip “aleyküm” denmesinin sebebi, avlaması yeterli değildir, alıp getirmesi gerekmektedir. Sizin üzerinizde imsak etmesi gerekir denmektedir. Avı yakalayıp getirmeden kaçırsa ve o hayvan sonra ölü bulunsa, kan akmış olsa da yenmez. Ağzından kaçırmadan size ulaşması gerekir. Size getirip yanınızda bırakması yeterlidir. İmsak etmenin mânâsı budur.  

“Min” teb’iz içindir. Av hayvanının da her tarafı yenmez, ancak helal olan kısımları yenir. Evcil hayvanlara kıyas edilerek onda ne yenirse avlanan hayvanda da o yenir.

Kur’an’da avlanmadan bu kadar uzun olarak bahsetmesi, bütün makinelerin ve otomatik araçların kullanılmasındaki meşruiyeti ifade etmek içindir. Makinelere ne yaptırsak meşru olur, bunun sınırını belirlemiş olmaktadır. Çağımızın fıkıh kitapları yazılırken bunların üzerinde durmak gerekmektedir. Kur’an’da zikredilen esaslar tasnif edilmeli ve oradaki hükümlere kıyas yapılmalıdır.

وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ

(Va uÜKüRuv iSMa elLAHi GaLaYHi)

“Ve üzerine Allah’ın ismini zikrediniz.”

“Fa” harfinden sonra gelen “Ve” ondan sonrakine atfeder kabul ediyoruz. Yani parantez “Ve”lerde değil de “Fe”lerde açılır. Buna göre Allah’ın ismini zikretme kestikten sonra da caizdir demektir. Yani biri Allah’ın adını unutup bir hayvanı kesse, sonra yerken besmele söylese yine helal olur. Kesildikten sonra söylenen besmele de yeterlidir demektir.

Allah’ın ismini zikretmek, standartlara göre piyasaya sürmek demektir. Bugün bir yerde üretilen mal sonra dünyaya yayılmaktadır. Burada üretilen belki de Afrika’nın ortasında, Sibirya’nın kuzeyinde, Brezilya’nın güneyinde yenmektedir. Artık gelişigüzel mallar piyasaya sürülmeyecek, standartlaşacak, etiketlenecektir.

Bu nasıl sağlanacaktır.

Buradaki emir neyi ifade eder?

Cemaate emrediyor. Yüz hanelik semtlerde üretilen mallar torbalara konmakta ve ilçe laboratuarlarına gönderilmektedir. Orada genel hizmet kontrolörleri malların vasıflarını tesbit etmektedir. Yani torbalara konup üstünde içeriği yazılı etiketler yapıştırılır. Ondan sonra bölge merkezlerine gider, fabrikalarda tasnif edilir, birleştirilir, ambalajlanır, etiketlenir. Ondan sonra dünyaya pazarlanır.

Üzerine Allah’ın ismini zikredinin mânâsı böyle etiketlemektir.

Bugün hâlâ eti kesip canlı et olarak yemekteyiz. Kesimler kontrolle yapılacak. Din adamlarının besmelesi ile kesilecek. Sonra bunlar parçalanacak. Bozulmayacak hâle getirilip pazarlanacaktır. Et kurutulmaktadır. Pastırma veya sucuk yapılmaktadır. Kıyma yapılarak kavrulmakta yahut buzhanelere konmaktadır. Böylece standart hâle getirilecektir.

İşte, üzerinde Allah’ın ismini zikredin demek, topluluğun garantili etiketini yapıştırın demektir. “Fa” harfinden sonra bunun getirilmesi bu anlamı taşımaktadır. “Adil Düzen Anayasası” hazırlanırken bütün bunların yerine gelmesini sağlama amacı güdülmüştür.

وَاتَّقُوا اللَّهَ

(Va itTaQuv elLAHa)

“Ve Allah’a ittika ediniz.”

Allah’a ittika ediniz” ifadesinde içtihat var demektir. Bütün bunlar yapılırken ittika ediniz, yani Allah’ın ismini zikretme şekli sizin içtihadınıza bırakılmıştır. En uygun etiketleme sistemi ne ise onu yapınız demektir. Burada Allah’tan haşyet edeceksiniz, yani vicdanınıza uygun davranacaksınız. Kurallar ona göre konacaktır, kurallar ona göre uygulanacaktır.

Kur’an’ın emirlerine dayanarak önce dayanışma ortaklıkları oluşturuyoruz. Sonra dayanışma ortaklıkları kooperatifler kuruyor. Genel hizmet ortaklıkları oluşuyor. Ortak nakliye ortaya çıkıyor. Kontrolörler ortaya çıkıyor. Kredileşme ortaya çıkıyor. Sonunda imalathanelerin ürettikleri mallar üzerine etiketler konuyor. Bu etiketlere dayanışma ortaklıkları kefil oluyor. Bütün bunlar yapılırken topluluğun hukuku korunuyor, sermaye değil de topluluk düşünülüyor. Üzerine Allah’ın ismini zikredin yani "yazın"ın mânâsı budur.

Bunlar kime emirdir, bunları kim yapacak?

Siz Adil Düden Çalışanları, bu satırları okuyanlar; nelerle görevli olduğunuzu hissediyorsunuz, değil mi? Gücümüz yettiğince buralara doğru adım atmaya çalışıyoruz.

Allah’a ittika ediniz, âlemlerin rabbi olan Allah’a ittika ediniz de hak ne ise ona göre amel ediniz demek olur.

إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4)

(EinNA elLAHa SaRIyGu eLXıSABı)

“Allah hesabi süratli olandır.”

Harfi atıfsız getirilmiştir. İttikanın beyanıdır. Harfi atıfla gelmediğine göre âlemlerin rabbi Allah zikredilmektedir. Neden izhar edilmiş de izmar edilmemiştir?

İttika ediniz, O’nun şeriat kurallarına uyunuz anlamındadır. Burada ise daha geniş mânâ verilmiştir. Oradaki sorumluluğumuz uhrevi sorumluluktur. Buradaki hesap ise doğa kanunlarının sorumluluğudur. İttika ettiğimiz halde de dünyadaki sorumluluktan kurtulamayız. Bir kimse buğday ekeceğine hata ile arpa ekse tarlada buğday bitmez. Ama bu hatasından dolayı Allah’ın huzurunda sorumlu olmaz.

Buradaki “Allah” dünya ve âhiretin Allah’ıdır. Yukarıdaki “Allah” âhiretin Allah’ı olarak zikredilmektedir. Bu sebeple izhar edilmiştir.

Kur’an’ı çağımızın sorunlarını çözecek şekilde anlayabilmemiz için nerede olduğumuzu bilmeliyiz. İnsanlık Hazreti Adem’den başlayıp bugünkü uygarlığa ulaştı. Bu ulaşmada önce çoğaldı, yayıldı, dünyayı kapladı. Sonra birleşmeye başladı. Bucaklar oluşturdu, iller oluşturdu, ülkeler oluşturdu. Şimdi de insanlığı oluşturuyor. Tüm insanlık bir beden oluyor, tek canlı oluyor. Ülkeler, iller, bucaklar birer hücre mesabesinde.

İşte, Kur’an tüm insanları birleştiren ve tek ümmet yapan hükümleri getirmiştir. Ne var ki bundan 1400 sene evvel bugünkü teknoloji olmadığı için hukuken birlik sağlansa da coğrafi olarak sağlanamamıştır. Ancak bugün bu imkanlara ulaşmış bulunuyoruz. Kur’an’ın uygulama mânâsı bugün anlaşılır hâle gelmiştir.

İkinci nokta da şudur. Eskiden insanlar kendileri üretiyor kendileri tüketiyordu. 60 bin yıldır uygarlaşa uygarlaşa bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Artık kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Ürettiğini satıyor, kendisine lazım olanı alıyor. Bunu artık tüm dünya pazarında yapıyor. Bunun başarılması için de bugünkü ulaşım ve haberleşmeye gerek vardır. Kur’an 1400 sene evvel nâzil oldu. 400 sene içinde yorumlandı, o günkü sorunlar çözüldü. Bin sene o günkü içtihatlarla yönetildi. Batı’ya tesir etti ve Batı uygarlığının oluşmasını sağladı. Batı’da gelişen teknoloji bugün Kur’an’ın uygulanmasına imkan sağladı.

Şimdi Kur’an yeni uygarlığı kuracaktır.

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 6

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ (5)

 

الْيَوْمَ

(eLYaVMa)

“Bugün”

El-Yevm” kelimesi Maide Suresi’nde üç yerde geçmektedir. Bundan önceki iki ayette iki defa geçmişti. Birinde, bugün kâfirler artık ümitlerini kesmişlerdir. Diğerinde de, bugün dininiz tamam olmuştur denmiştir.

Şimdi de yine “el-yevm/bugün” tekrar ediliyor ve tayyibâtın helal olduğunu söylüyor.

Üçünde de başka cihetle “el-yevm” denmiş, o sebeple kelime tekrar edilmiştir.

Daha önceki şeriatlar peygamberlerin şeriatı idi. Haram olanları peygamberler veya kitaplar bildiriyordu. Onların zararlı ve yararlı olduğu üzerinde durulmuyordu. Çünkü o günkü insanların bilgileri neyin zararlı neyin yararlı olduğunu tesbit etme seviyesinde değildi.

20’inci yüzyılda ulaşılan teknolojiler sayesinde insanlar artık neyin yararlı neyin zararlı olduğunu tesbit edecek duruma gelmişlerdir. Kur’an bu sebeple artık teker teker yararlı ve zararlı olanları saymıyor. Hayvanlardan “domuz”u, nebati kaynaklardan “üzüm şarabı”nı örnek olarak vermiş, “kan” ve “ölü etini” de haram olarak bildirmiş, ondan sonrasını ise istihsana bırakmıştır.

Kur’an nâzil olduğu zaman henüz Kur’an’ı ilme göre yorumlayacak seviyeye gelinmemişti. İnsanlık daha 1400 yıl peygambere (Hazreti Muhammed aleyhisselâma) muhtaç olarak yaşayacaktı. Nitekim böyle olmuştur. Geçen bin yılın sorunları sünnetle çözülmüştür.

Demek ki sünnetin iki görevi olmuştur.

Biri, Kur’an’ı anlayabilmemiz için sünnetle örnek bir uygulama yapılmıştır.  

Diğeri de, 1400 yıl daha insanlık bazı yönlerden cahiliye döneminde yaşayacaktı. Bu bin yılda da peygamberlik görevi bilfiil devam etti. Hazreti Muhammed’in Kur’an’ı yorumlamadaki irşadı kıyamete kadar devam edecektir. Çağının sorunlarını çözme meselesi ise geçen bin yıl için geçerli olacaktır.

O halde Hazreti Muhammed aleyhisselâmı şöyle tanımlayabiliriz.

a) Kur’an’ı insanlığa ulaştıran nebi Muhammed aleyhisselâm.

b) Medine Devleti’nin Başkanı olan resul Muhammed aleyhisselâm.

c) Bin yılın uygulamasını öğreten elçi Muhammed aleyhisselâm.

d) Kur’an’ın ilk uygulamasını yaparak Kur’an’ı göstererek anlatan son nebi Muhammed aleyhisselâm.

Bunları anlattıktan sonra tekrar kelimemize dönelim. Buradaki “el-yevm” kelimesi tam da 2000’li yılları göstermektedir. Geçmişteki 1400 seneye bu “el-yevm” kelimesi uygun değildir. Bu “el-yevm” ancak günümüzü, üçüncü bin yılın başını içermektedir.

Bediüzzaman ciheti imaniye bakımından görevli benim diyor. Söylediğini tasdik etmemek için bir sebep yoktur. İslâmiyet birinci dönemde sünnete dayalı olarak bir hamle yaptı. İkinci dönemde Yunan felsefesinin etkisi ile insanlar reybe düştüler. Gazali ve Razi gibi âlimler Yunan felsefesini Kur’an’ileştirdiler ve ona “Kelam” dediler.

İslâmiyet ikinci sarsıntıyı yirminci yüzyılda geçirmiştir. Kelam felsefeyi ortadan kaldırmış ve bugünkü müsbet ilmi onun yerine getirmiştir. Ne var ki müsbet ilmi inanmışlar değil de münkirler oluşturdu. Dinler bu dönemde büyük zafiyete uğradılar. Yunan felsefesinin alternatifi olan Kelam ilmi artık bugünün ihtiyaçlarına cevap verememektedir.

İşte, Bediüzzaman’ın yaptığı bugünkü müsbet ilimlerle insanlığı zehirlemekte olan fesadı Gazali’nin yaptığı gibi müsbet ilimlerle giderme işidir.

Bediüzzaman bu başarılı çalışmalarıyla bugün tüm dünyada adını duyurmuştur. Müntesiplerinin açtığı okullarda müsbet ilimler tedris edilmektedir. Görev olarak, Batı’nın müsbet ilimleri istismar ederek yaptığı dinsizlik zehirlemelerine karşı, Bediüzzaman çağın müsbet ilimleri ile cevap vermiştir. F. Gülen’in okulları dünyada başarılı ve kaliteli okullar olarak faaliyettedir. Papa F. Gülen’i kabul etmiş ve onu İslâmiyet’in temsilcisi olarak görmüştür. ABD’deki Teksas Senatosu da onu bu hüviyeti ile takdir etmiştir.

Bediüzzaman, ciheti imaniye bakımından Risale-i Nurlar görevlidir diyor. Böyle diyerek bir gerçeği ifade etmiştir. Risaleler elbette Kur’an gibi bir kitap değildir ama bugünkü bazı önemli sorunları çözen kitaplardandır. Yanlışları veya eksikleri var ama bizim işimiz yanlışlarla değil doğrularladır. Bediüzzaman’ın usulü tamamen doğru usuldür ama elbette ki çağımızın Kelam ilmi tamamlanmamıştır.

F. Gülen cemaati Batı tipi okullar açıyor. Bu devre birinci devredir. Önce Batı tipi okullarda onları geçeceğiz. Sonra Doğu tipi medreseler açılacak; hem de doğuda Saidi Nursi’nin memleketinde açılacak ve işte onlar çağımızın Kelam ilmini ortaya koyacaklardır.

YENİ KELAM İLMİNİN ESASLARI:

  1. Önce Kur’an’ın Allah kelamı olduğu müsbet ilimlerle ispatlanacak. Kâfir olmayanlar kabul edecek. (Bu hususta A4 250 sahifelik bir kitabı (Kur’an’da 250 Mucize) yazmış bulunuyoruz.)
  2. Kur’an’ın onayı ile diğer İlahi kaynaklı Tevrat ve İncil ile Budistlerin ve Hinduların kitaplarının hak oldukları gösterilecek.
  3. Bundan sonra müsbet ilim ile Kur’an’ın anlattıkları arasındaki paralelliklerle insan hayatı değerlendirilecek.
  4. Ondan sonra Kur’an’a dayanılarak âhiret hayatı ve âlemlerin rabbi tanıtılacak.

Şimdi sıra çağımızın sorunlarını çözecek “Yeni Fıkıh”a gelmiştir. Bu husustaki çalışmaları Akevler yapmıştır; halen de yapmaya devam etmektedir...

Biz bu seminerleri o fıkhın yapılabilmesi için hazırlık olarak yapıyoruz.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmalarında bu adım atılmıştır.

Tüm kanunlar yeniden ele alınıp Kur’an’a göre yazılmalıdır.

Bir medrese kurmalıyız. Orada bütün ilimler Arapça okunmalıdır; Kur’an Arapçası ile okunmalıdır.

Ümit ederim ki Fethullah Gülenciler artık bunu yapmaları gerekeceğine kani olacaklar ve Akevler ile işbirliği yapacaklardır.

Bunları niye söyledim, niye yazdım?

Ciheti imaniye ile “Risale-i Nur şakirtleri” görevli ise; ciheti ilmiye bakımından da “Akevler Çalışanları” görevlidir.

Biz başlangıçta buna talip olmayıp ciheti iktisadiyede bunun yapmak istedik ama Allah bize bunu yani ciheti ilmiyeyi verdi.

Keşke bizden daha iyi birileri olsa, biz onlara katılsak, bu farz bizden farzı ayn olmaktan çıksa da, farzı kifaye içinde ilmi çalışmalarımıza devam etsek.

أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ

(EuXılLa LaKuMu elOayYıBATu)

“Tayyibât size helal kılındı.”

Bu surenin başında, size hayvanların behimesi helal kılındı denmiştir. Burada da “tayyibât size helal kılındı” deniyor. Behimenin helalliği Tevrat’ta vardır. Burada da helal kılındı deniyor ve “vav”sız getiriliyor. Yani o helal bu helaldir. Behimenin tayyibât olduğuna işarettir. Behime tayyibât olmakla beraber kural genişletilmiştir. Tüm tayyibeler helal kılınmıştır. Dikkat edilirse “nâsa helal kılındı” denmiyor da “size helal kılındı” deniyor. Yani helal ve haram her mezhep için kendine göredir ve kavmidir, kazai değildir. Onun için “Leküm” kelimesi takdim edilmiştir.

Şimdi “uhille/helal” kelimesine tekrar dönmeliyiz. Canlılar için besinin temel maddeleri aynıdır. C (kömür) H, O (su) N (hava) P (güherçile) Fe, Mg ve diğerleri. Canlı yaratılmadan önce bunların hepsi vardı. Canlı sonraları bunlara uygun şekilde birleştirildi ve dolayısıyla uzvi cisimler oldu. Bugün yer küresinin yüzeyinde iki türlü maddeler vardır. Bir canlı yaratılmadan önce de var olan cisimler, bir de canlı yaratıldıktan sonra ortaya çıkan cisimler. Bunlar moleküller hâlinde vardırlar. Bunlar bir binanın tuğlası, fayansı, harcı gibidirler. Her canlı bunları dışarıdan alır, kendine göre dizer ve benzer canlı olur ve yaşar.

Şimdi, nasıl iktisatta her şeyi bir atölye yapamıyor, birinin yaptığını öbürü satın alıyor, bugünkü uygarlık böyle oluşuyorsa; bunun gibi canlıların da bedenlerinde farklı fabrikaları vardır. Ancak o fabrikalarda işlenebilecek maddeler gereklidir. Her canlı türünün kullandığı malzeme farklıdır. İpek böceği dut yaprağını yer. Arı çiçeklerden bal özü alır. Kurt et yiyebilir. İnsanın da kendisine özgü besinleri vardır, yani kendi bedenindeki fabrikaları ancak onları kullanabilir. İnsan için tayyib olanlar bunlardır. Bedene zararlı veya beden tarafından sindirilemeyen ve kullanılamayanlar tayyib değildir.

İnsanın bir özelliği de besin yelpazesinin geniş olmasıdır. İnsanın besini meyvedir. Elma armut gibi sulu meyveler, fındık buğday gibi kuru meyveler. Bunların yanında insan soğan, sarmısak, lahana, enginar gibi sebzeleri de yemektedir. Oysa bunlar aslında otturlar. İnsan diğer taraftan balık, geviş getiren hayvan ve tavuk etleri gibi etleri de yemektedir. Mantarın zararlısı var, yararlısı var. Şimdi böylece besin çeşidini çoğaltınca onları seçmek de zor olmakta, neyin habis neyin tayyib oduğu kolayca tesbit edilememektedir. Ayrıca birçok yeni hayvan ve yeni meyve türü ortaya çıkmaktadır.

Bugün gelişmiş olan biyoloji ve kimya ilimleri, beslenme ilimleri tayyibât ile habisatı birbirinden ayıracak durumdadır. Halbuki bundan iki asır önce bunları ayırma imkanı yoktu. Onun için Kur’an “bugün” ve özelikle “size” diyor. Yani eski şeriattakilere değil, sadece Kur’an şeriatında olanlara söylemektedir.

Böylece ilmi araştırmalarla amel edileceğine dair bir hüküm ortaya çıkmıştır. Asrımızın gelişmiş ilimlerinden yararlanarak tayyibât olanları tesbit etmemiz ve onları yememiz gerekir. Yine de asıl ve fer’ ayırımı varlığını devamlı olarak sürdürecektir. Örnek olarak burada yalnız yiyeceklere işaret edilmiştir. Giyecekler, barınacak yerler ve diğer eşya için kıyasla hareket edilecektir.

Bir hususa daha işaret etmemiz gerekir. Surenin başında, “size hayvanların behimesi helal kılınmıştır” diyerek helal kelimesi müennes getirilmiştir. Buradaki fail “tayyibât”tır. “Tayyibât” “tayyibe”nin çoğuludur. Burada “uhillet” denmemiş, müennes olarak getirilmemiştir. Kural şudur. Erkeklerin çoğulu dişi tekiller, dişilerin çoğulu ise erkek tekiller gelir. Kur’an’daki pek çok yerde bu örnek mevcuttur.

Bir fabrika nasıl belli oranda ve belli tür hammadde kullanırsa, insan bedeni de böyledir, belli ham maddeleri alır, onları işler, kullanır, sonra atar. Bunlar gelişigüzel maddeler değil, uygun maddelerdir. Nitekim biz yemek pişirirken de her şeyi ölçülü yaparız. İşte bundan dolayıdır ki kurallı dişi çoğul kullanılmıştır. Bazı maddeler vardır ki yan yana gelirse zehir olur, bazı maddeler vardır ki ayrı ayrı alınırsa zehir olur, birlikte ise tayyibat olur. Bunun için bunların yan etkilerini önlemek için ek ilaçlar verilir.

Bu “tayyibât” kelimesi işte bunları açıklamaktadır.

Şimdi bize şunlar sorulabilir: Tayyibi habisten ayıran ilimler gelişmiştir ama bizde yoktur. Batılılar ne söylüyorlarsa biz onu kabul etmek zorunda kalıyoruz.

Buna şu cevap verilir. Yalnız Batılıları değil, herkesi taklit etmek tamamen haramdır. Her bucakta o bucağın âlimleri olacak, onlar içtihat edecek, halk onlara tâbi olacak. İlde fakihler vardır, onlar içtihat edecek, bucak âlimleri onlara uyacak. Ülkede rasih âlimler vardır, onlar içtihat edecek, halk onlara uyacak. Her ülkenin farklı helalleri ve haramları oluşacak. Dünyadaki ilmi araştırmalardan yararlanırız. Halk başka ülkenin müçtehitlerine uyamaz. O ülkenin müçtehitleri başka ülkenin müçtehitlerinin görüşlerinden yararlanabilirler.

Bu sorunun cevabını bundan sonraki âyet vermektedir.

وَطَعَامُ

(Va TaGAvMu)

“Ve taamları”

Canlıların besinleri farklı olduğu gibi toplulukların besinleri de farklıdır. Her topluluğun kendi yaptıkları besinleri vardır. Bununla beraber yeryüzü tüm insanlığındır. Kahve Brezilya’da yetişir, onlardan çok biz kullanırız. Şimdi bugün geliştirilen sistem vardır. Etiket sistemi. Laboratuarlar maddeleri tahlil eder, içinde ne varsa hepsinin yüzdeleri yazılır. Ölçülemiyorsa eser miktarı ile gösterilir. Üretim semtlerde yapılır. Çuvallara konur. İlçeye gönderilir. İlçede çuvallardakiler tahlil edilir, tahlil etiketleri yapıştırılır. Sahiplerine belge verilir, sahipleri belgeleri tüccarlara satarlar. Tüccarlar da fabrikalara satar. Böylece üretilenler standart gıda mamulü hâline getirilir.

İşte, bir yerde üretilen besin dünyanın her tarafına ulaştırılır, insanlar onu yerler. Üretilen ürünün üzerinde adı olduğu gibi üretenin de adı vardır. Kişinin mezhebi de yazılıdır. Böylece biz ehli kitab mezheplerinin yiyeceğini de yiyebiliriz.

İşte, hayvanın üzerinde Allah’ın isminin anılması da, hangi firmanın ürettiği ve kimin kontrol ettiği de yazılı olacaktır demektir.

الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ

(elLaÜIyNa EUvTuv eLKiTABa)

“Kendilerine kitap ita edilenler.”

Kitab” burada marifedir. Kitap yazılı yasa demektir.

Kur’an gibi ilâhi kitaplar Hazreti Nuh peygamberden sonra inzâl olunmaktadır. Kur’an’dan önce kitap verilenler. Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır. Bunlar kendilerine kitap verilenlerdir, yani Allah bunlara kitap göndermiştir. Bunlar Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistlerdir. Uzun yılların etkisiyle bunlar yani bu kitaplar değişmiş ve bozulmuştur. Ne var ki Kur’an kitap olarak bugün bütün gücüyle yerindedir. Ayrıca müsbet ilimler o kadar çok gelişmiştir ki artık bâtıl inançlara yer yoktur.

Dünyadaki bütün dinlerde bir de gevşeme olmuştur, yani hiçbir din mensubu taassupla kendi dinine bağlanmamaktadır. Bunun sonucu olarak gelecekte ortaya çıkan yeni yorumlarla tüm dünya dinleri Hak dine doğru adımlar atacaklardır.

“Ehli kitap” ile “kendilerine kitap verilenler” farklıdır.

Ehli kitap; kanunları olan her topluluk ehli kitaptır.

Bugün ehli kitap olmayan topluluk kalmamıştır.

Kendilerine kitap verilenler ise ilâhi kitapları olan topluluklardır.

Bugün yer altında kazılar yapılmakta, orada bulunan taş parçalarına mânâ aranmaktadır. Oysa bugün yeryüzünde ilâhi dinlere ait pek çok yazılı eserler vardır. Bir ilâhiyat enstitüsü kurulmalıdır; kurulacaktır. Bu enstitüde işbölümü yapılacak ve bu kitaplar ayrı ayrı incelenecektir. Sonra hepsi Kur’an’la ve müsbet ilimle karşılaştırılacak ve ona göre ilişkiler bulunacaktır.

Dünyadaki bütün diller benzerdirler. Her dilde isim var fiil var, fail var mef’ul var, izafet var, tekil var, çoğul var. Bunun dışında birçok kelimeler birbirine benzer. Bunun gibi dinlerde de benzerlik vardır. Her dinde namaz vardır. Her dinde oruç vardır. Her dinde hac vardır. Dinlerde oluşan bu beraberlik raslantı mıdır, yoksa belli bir amaç mı vardır?

“Kendilerine kitap verilenlerin tamamı” deyince, değişik dinler değişik şeyleri helal yapmışlar, haram yapmışlar. Ama insanlık olarak sonunda sağlık bakımından birleşme durumuna gelecektir. Bu âyetlerden şu anlaşılmaktadır. Bazı şeyler vardır ki insanların yiyeceğidir. Mesela tahıl böyledir. Dolayısıyla bunlar insanlık piyasasına ve bütün mezheplere göre helal olacaktır. Bazı yiyecekler ise kavimlerden kavimlere göre değişecektir. Mesela biz salyangoz yemeyiz ama yiyenler için zararlı olduğu sabit olmamışsa haram olmayacaktır. Bazı yiyecekler ise mezheplerden mezheplere göre değişecektir. Etiketlerde mezheplerin damgaları olacaktır. Türkiye’deki yiyecekler var, Hanefilerin yiyecekleri vardır. Yahut Avrupa uygarlığının yiyecekleri var, bir de insanlığın yiyecekleri vardır. Burada “taam/yiyecek” dediğimiz zaman mesela bisküviler, çikolatalar onların taamıdır. Arı kovanından sağılan bal da onların taamıdır. İnekten sağılan süt de onların taamıdır. Onların kestiği hayvanlar da onların taamıdır.

Yukarıda işleme göre helal ve haram anlatılmıştır, burada ise işlemi yapana göre anlatılmıştır. Yani yiyecekte iki şey aranmaktadır. Birincisi, işletmede yemek yapanın yaptığı yemek üzerinde durulmakta, diğeri ise yemek yapma şekli üzerinde durulmaktadır. Bunlar standart hâle getirilecek ve o standartlara göre piyasaya sürülecektir. Mesela bir sucuk fabrikasında müşrik çalıştırılamaz. Bir sucuk fabrikasında kesilmemiş hayvanın eti katılmaz. Piyasaya etiketsiz, kontrolsüz sucuklar ve pastırmalar sürülemez.

Bugün sağlık bakanlıkları gıdaları denetlemektedir. İşlem olarak doğrudur ama usul bakımımdan yanlıştır. Dayanışma ortaklıklarının atadıkları kontrolörlerin denetiminde gıda kontrolü yapılacaktır. İçtihatlara göre sabit olanlar o mezhepte olanlar için helal veya haram olur. İnsanların nasıl dilleri farklı ise yiyecekleri de farklı olacaktır.

Burada başka bir husus ortaya çıkar. Biz mü’minler veya müslimler sokakta etiketsiz sayılan yemekleri yemiyoruz ama yasaklamıyoruz. İsteyen istediğini yiyebilir. Etiketli bir yiyecek zarar verse kontrolörler tazmin ederler. Etiketsiz olanları yiyenler davacı olamazlar.

حِلٌّ لَكُمْ

(XılLün LaKuM)

“Size helaldir.”

Yani onların yiyecekleri bizim yiyeceklerimizdir, bize helaldir demektir.

وَطَعَامُكُمْ

(Va OaGaNukuM)

“Ve sizin taamınız.”

Demek ki bizim taamımız var belli, onların taamları var belli. “Taamün Leküm” denmemiş, “Taam” da marife yapılmıştır. O halde ayrı ayrı etikette yiyecekler olacaktır. Her yemeğe onun dayanışma ortaklığının tarifesi ile ulaşılacaktır. O dayanışma ortaklığının atadığı kontrolörler tarafından kontrol edilecektir. Halk istediği dayanışmanın mamulünü kullanacaktır. Bugün birçok şeyleri insanlar akılları ile oluşturmuştur. Pratikte bunlar yapılmaktadır. Bugün dünyanın her yerinden gelen çayı içiyoruz, bisküviyi yiyoruz.

Kur’an bunlara izin veriyor mu vermiyor mu?

Kimse sormuyor.

Bu âyetler bize büyük kolaylık göstermiştir. Eğer siz onların yemeğini yiyemezsiniz denseydi bugünkü düzene uymuyor, o günkü şartlarda oluşmuş diye Kuran'a eksik derdik. Diğer taraftan serbest olun, istediğinizi yapın demiyor. Diğer taraftan tanınma olayı da vardır. Yani inanç mezhepleri olacak. Firmalar bunların denettikleri mamulleri üretecekler. Halk kendi ahlaki dayanışma ortaklığının kontrol ettiği eşyayı kullanacaktır. Bir de dayanışma ortaklıkları birbirlerini tanıyacaklar; kişinin dayanışması ‘şu dayanışma ortaklığının yiyecekleri size helaldir’ diyecek. Bu suretle her firma sosyal kontrole tâbi tutulduğu gibi her dayanışma da halk tarafından kontrol edilmiş olur. Yalnız kendi mezhebi değil, diğer mezhep mensupları tarafından da kontrol edilmiş olur.

Bugün devletler bu işi yapmakta, Türk firmalarının mallarını ithal etmemektedirler. Bu yanlıştır. Siyasiler bu işlere karışmazlar. Sadece dayanışma ortaklık başkanları beyan ederler. Halk da ister uyar ister uymaz. Silahlar ve gümrükler değil, ortaklıklar konuşmuş olur.

Demek ki Kur’an olayları tanzim etmekte, çözümler üretmekte ama diğer taraftan da uygarlaşma ne kadar ileri gitmiş olursa olsun kolaylıklar getirmektedir.

حِلٌّ لَهُمْ

(XılLün LaHuM)

“Onlara helaldir.”

Burada başka bir şey ortaya çıkmaktadır. Değişik dinde olanlar icmaa aykırı bir anlayışa sahip olmamalıdır. Olursa onlar diğer dayanışma tarafından tanınmaz, yani onların yemeklerini cemaatlerine helal kılmazlar. Dayanışma ortaklıkları bu şekilde birbirlerini kontrol etmiş olurlar. Örnek olarak bir firma içeceğin içine alışkanlık yapan madde katıyor. Örnek olarak kolaya böyle bir madde katıyor ki içenlerde bağımlılık meydana gelsin, çok satayım, çok kazanayım. İşte, kendilerine kitap verilen mezhepler bunların yiyeceklerini kendi cemaatlerine haram ederler. Dolayısıyla onlar kontrol edilmiş olur. İcma ile sabit olan yasakları yapanlar ortak dolaşımdan kaldırılır.

Bunu şöyle izah edelim. Bir semtte üretilen mallar çuvallara konur, sahiplerinin adları yazılır. İlçeye ortak nakliye götürür. Orada kontrol edilir. Belge üreticiye verilir. İşte bu işleme girebilmek için o bucakta bir dayanışma ortaklığının izni gerekir. Hiçbir dayanışma ortaklığının mallarını kabul etmediği kimse o semtte malını üretir ama onun malını ortak nakliye taşımaz. İlçe kontrollerinden çıkan mallar içeriği etiketlerler. Bölgeye gider. Ortak nakliye karşılıksız taşınır. Bölgedeki fabrikalarda üretilince ülkenin diğer bölgelerine gider. İl dayanışma ortaklıkları, ülke dayanışma ortaklıkları izin verir. Eğer ülkeler arasında gidilecekse insanlık dayanışma ortaklıkları izin verir. Böylece bir semtte üretilen mallar dünyaya dağıtılmış olur. Bu bir vakıf tarafından yapılır. Özel nakliye işletmeleri yoktur.

Yollar kişilerin değildir. Yolları topluluk yapmıştır. Topluluk yapınca onu kullanmak da topluluğa ait olur. Topluluk da dayanışma ortaklıklarıdır. Onların izni olmadan kimse bu yollardan ve araçlardan yararlanamaz. Herkesin bir kimliği olacaktır. Kimliği devlet değil dayanışma ortaklığı verecektir. Her bucakta, her ilde, her ülkede ve insanlıkta dayanışma ortaklıkları olacaktır. Bucakta serbest dolaşmak için bucak dayanışma ortaklığı eğer il dayanışma ortaklığından birisine ortaksa, o ilde her yerde dolaşabilir. Eğer il dayanışma ortaklığı ülke dayanışma ortaklığına bağlı ise o da ülkede her yerde dolaşabilir. Dayanışma ortaklığı insanlık dayanışma ortaklığına bağlı ise o zaman insanlıkta dolaşabilir.

Her bucağın, her ilin, her ülkenin kapıları olacaktır. Giriş kartları olacak, o kartlarla herkes kapılardan geçebilecektir. Kimse para ödemeyecek ama kart çalışacak veya çalışmayacak. Bugün otobüse binerken akbille yapılan geçiş kontrolleri sadece bucağa girerken yapılacaktır. Otobüse girerken de aynı kartla giriyorsun. Ondan sonra otobüsün geçiş izni yeterli oluyor. Böylece insanlar dayanışma ortaklıklarının güvencesinde dünyanın her yerinde hiçbir kontrole tabi olmadan gidip gelebiliyorlar.

Eşya için de aynı esas vardır. Dayanışma ortaklıklarının kontrolünden geçen ve onların barkotunu taşıyan mal bedelsiz istenen adrese ulaşacaktır. Hiçbir dayanışma ortaklığının barkotunu taşımayan mal taşınmayacaktır. Arabalara çıkış iznini de dayanışma ortaklıkları verecektir.

Görülüyor ki her şey tam denetim içindedir. Ama çoklu dayanışma sistemi içinde de tam hürriyet vardır. Oysa şimdi bir memurun kararına kalıyor. O da yapamıyor. Sadece engel teşkil ediyor.

Şimdi soruyoruz; bu âyetin istediği “helallik dayanışma ortaklıklarının sistemi” bundan yüz sene evvel uygulanabilir miydi?

İşte bunu için diyoruz ki, Kur’an’ın getirdiği sistem ancak üçüncü bin yılda uygulanabilir. Onun için diyoruz ki, Kur’an’ın “bugün” dediği günümüzdür, 2000 yılından itibaren başlayan yıllardır.

وَالْمُحْصَنَاتُ

(Va eLMuXÖaNAvTu)

“Ve muhsin olanlar.”

Kur’an’da “kilit” kelimesi geçmektedir, Kur’an’da bu kelime anahtar anlamında geçmektedir. Türkçede “kilit” diyoruz. Birbirine uyumlu demektir. Ancak özel şekilde açılır anlamındadır. “Taklit” kelimesi de buradan gelir.

Husn” Yusuf Suresi’nde mahsulün yedi sene içinde saklanması, Enbiya Suresi’nde zırhın koruması, Haşr Suresi’nde kale şeklinde bahsedilmektedir. Bunun dışında iffetli olma anlamında geçmektedir. İki defa erkeklerin muhsinleri, diğerlerinde kadınlar için muhsineler şeklinde geçmektedir.

Bu ifadelerden anlaşılan “muhsen” korunmuş, kilitlenmiş, parolalı manalarına gelir. “Muhsin” ise parola sahibi demek olur.

Muhsan” kelimesini anlayabilmemiz için doğa kanunlarına dönmemiz gerekmektedir. Doğada canlılar ancak eşleşerek yaşarlar. İki kişinin aynı model arabası olduğunu farz ediniz. Birisinin tekerleği patlak, diğerinin ise freni yok. İki araba da yürümez. Bunlar birinden aldıkları tekerleği diğeri ile değiştirseler bir araba sağlam olur. Diğer araba ise hurdalığa atılır. Ondan sonra da tornacılara götürüp bunun gibi yeni araba yapın dense, onlar da ona baka baka yapsa, ikisinin de arabası olur.

İşte, kainatta canlılar eşleşirler, sakatları atarlar, sağlamlarla yeni hücre oluştururlar. Hücre kendi kendine çoğalır, sağlam nesil meydana gelir. Bu sebepledir ki kromozomlar dahil eşleşirler ve sağlam nesil üretirler.

Doğanın ikinci kanunu ise yabancıların eşleşmesidir. Anaç arılar kendi kovanlarındaki erkek arılarla çiftleşmezler, anaç arı dışarı çıkar ve uçmaya başlar. Kokusunu alan diğer kovanların arıları onun peşine takılır. Koşar koşar, biri yakalar ve onunla döllenme olur. Çiçeklerde erkek organlarla dişi organlar vardır ama onlar aynı zamanda olgunlaşmazlar, dolayısıyla aynı çiçeğin tozları dişi çekirdekleri dölleyemez. Rüzgar veya böceklerle gelen başka bitkinin tozları döller. Buna dıştan eşleşme diyoruz.

Eşleşmede ikinci kaideye göre dişi pasiftir. Genellikle tektir. Erkekler çoktur. Erkekler yarışırlar, kim güçlü ise o dişiye ulaşır ve döller. Diğerleri elenip giderler. Arılarda aynı olay meydana gelir, kim önce ulaşırsa o onu döller, diğerleri yarışı terk ederler. Dişi arı çok kötü koku neşrederek öbürlerini uzaklaştırır. Dişinin rahmine milyonlara varan erkek hücreler yarışla girerler. Birçok engelleri aşarlar. Dişi yumurtasının etrafını çevirir, içeri girmeye çalışırlar. Kim önce girerse hemen yumurta sert bir kabuk bağlar, artık başka spermler giremezler. Bunun anlamı şudur. Dişi ancak bir erkekle eşleşebilir. İki erkek hücre bir dişi hücreyi döllerse hayat olmaz. Döllenen de yarışı kazanan erkeğe ait olur.

Erkeklerdeki yarışın kazandırdığı şey türde daima spermlerin başarıya ulaşmasıdır.

Deminki araba misalini ele alalım. Arabalardan biri seçilir,  o araba yerinde durur. Diğer ikinci arabadan en sağlam olan bulunur. Onunla tamamlanır. Canlılarda bu erkekler arasındaki yarışla sağlanmaktadır. Dişinin bütün parçalarından en sağlam olanlar değiştirilmektedir. İlk bölünmedeki hücre atılır. Sonraki bölünmelerden biri gelir.

Şimdi insanlara gelelim.

İnsan sosyal evrim yapan bir canlıdır. Sosyal evrimin temel dayanağı eğitimdir. Anne baba çocuklarına bildiklerini öğretir. Sonra çocuklar büyürler, anne babalarından öğrendiklerine katkılarda bulunarak sosyal evrim gerçekleştirirler. Sonra o katkılarını yaşlı iken olgun nesillere öğretirler. Böylece sosyal evrim gerçekleşir. Bunun olabilmesi için diğer canlılardan farklı olarak insanlar aile içinde doğar, aile içinde yaşar ve aile içinde ölürler. İnsanların tüm hayatları aile içinde geçer.

Aile müessesesinin korunması için insanlara sürekli cinsi ilişki arzusu verilmiştir. Diğer canlılar ancak dönem başlarında dölledikleri halde insanlar sürekli ilişki içindedirler. Bu sayede aile hayatı korunmuştur.

Aile hayatının korunması için insanlar arasında zina yasağı konmuştur. Bir kadın iki erkekle eşleşemediği gibi erkek de gizli eşleşme yapamaz. Çünkü bu yasağa uyulmazsa ileride yakın akrabaların evlenmesi söz konusu olabilir.

Aile müessesesinin korunması için aile ortaklığı yani evlilik müessesesi tesis edilmiştir. Çocuk doğurup büyütme görevi kadına, nafaka temin edip savunma yapma erkeğe verilmiştir. Erkeklere mali külfet yüklenmiş, erkeklere mihir verme zorunluluğu getirilmiştir.

Sonuç olarak zina yasaklanmıştır.

Şimdi zina nedir, onun tarifi gerekir.

  1. Usul veya füru kardeşler, kardeşinin çocukları veya usulün kardeşleri ile ilişki kurmak haram edilmiştir; kuranlar zina yapmış olur. Bunlara süt akrabalar, eşin akrabaları eklenmiştir. Ayrıca kölelere de yasaklık vardır. Kadın kendi kölesiyle evlenemez.
  2. Zinanın ikinci sebebi ise bir kadının aynı zamanda iki erkekle ilişki kurmasıdır. Rahim topluluğun kadına olan emanetidir, onu yalnız bir erkekle ortak edebilir. Birisi ile ilişki kurduktan sonra iddet geçmeden, en az üç ay geçmeden başkası ile ilişki kurmak da zinadır. Böyle yapan bir kadın zina yapmış olur. Buna katılan erkek de zina yapmış olur.
  3. Zinanın üçüncü çeşidi ise gizli yapılan ilişkilerdir. Cinsi ilişkiler kapalı yapılır ama gizli yapılmaz. Gizli yapılırsa, doğan çocukların kimlerle kardeş olacağı bilinemeyeceği için birinci zinaya götürmüş olur.
  4. Kadının mihr almadan, erkeğin mihr vermeden kuracakları ilişki de haram edilmiştir. Bunun belki zina cezası yoktur ama haramdır. Bu haramlığa ilaveten zani ile evlenme de haramdır.

Mihrin hikmetini anlayabilmek için yukarıda hayvanları anlatırken erkeklerin yarıştıkları belirtilmiştir. O halde erkekler yarışacaklar, kadınlar pasif olacaklardır. Hangi erkek güçlü ise kadın o erkekle evlenecektir.

Malezyalı bir başbakan ülkemize gelmiş, birinci karısıyla gelmişti. ‘Kocanız ikinci hanım almış, bu durum sizi rahatsız etmiyor mu?’ diye sormuşlardı. ‘Neden rahatsız olayım, erkeğimin güçlü olduğu anlamındadır’ demişti.

Çok kadınla evlenebilmek için önce güçlü olmak, sonra da zengin olmak gerekir. Zenginlik onun iş yapma kabiliyetini ortaya koyar. Dinde ve ilimde ileri gidenlerin de çevresi oluşmakta, o alanda kabiliyetli olduklarını göstermektedir. Yine de Kur’an mihri esas almıştır. Mihirsiz evlenen kadın, kocasından maddi değerler istemeyen kadın, doğadaki erkekleri ayrıştırma kanunundan uzak olmuş olur. Çok evlenmek isteyen erkekler önce zengin olmak zorundadırlar. Kadınlar da tek eşli koca yerine zengin koca aramalıdırlar.

İşte “muhsan” olan kadın bu kadındır. Yani tek eş dışında bir erkek aramayan kadındır. İddet dolduktan sonra evlilik dışında cinsi ilişki kurmayan kadındır.

Muhsenat” “tayyibat”a atfedilmiştir. “Muhsenat”ta dişi kurallı çoğul kullanılmıştır. Zina yapan erkek cezalandırılmaktadır, kadın gibi cezalandırılmaktadır. Çünkü kadın muhsendir. Ama erkek de muhsindir. Yani kadınların iffetlerini korumak erkeğe aittir. Kadının rahatsız edilmesinden erkekler sorumludur. Kadınlar da zaniyeleri aralarında barındırmazlar. Kendilerini o tür kadınlardan da ayrı tutarak korurlar. Çünkü bu tür kadınların getireceği pislikler tüm aile müessesesini yıkar, hastalıkların yayılmasına sebep olur.

Kadınlar kocalarının başkaları ile evlenmelerine değil, başkaları ile zina yapmalarına karşı çıkmalıdırlar. Böyle bir erkeği derhal boşamalıdırlar, çünkü onlara haramdır.

Bugün ise kadınların çoğu zani kocalarının kendileri ile beraber kalmalarına karşı çıkmamakta, onu erkek için meşru görmekte, kocasının başkası ile evlenmesine ise hemen hemen bütün kadınlar karşı çıkmaktadırlar. Biz bunları söylüyoruz diye bizden ayrılıp gidenler olmaktadır ama biz bunları kendimiz için söylemiyoruz; Türkiye’nin geleceği için, sizin geleceğiniz için söylüyoruz. Allah’ın söylediklerine herkes kulak vermek zorundadır.

مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ

(MiNa elMüEMiNATı)

“Mü’minlerden muhsen olan kadınlardan.”

Mü’min olan kadınlardan muhsen olanlar size helal kılınmıştır.

Buradaki “siz” kimlerdir?

“Ey iman etmiş olanlar”dır. Yani mü’min topluluklardır.

Evlilik müessesesi sosyal müessesedir. Her ne kadar fıkıhçılar basit akitten saysalar bile, topluluklar evliliği basit saymazlar. Evlilikle ilgili birçok resmi merasimler icat edilmiştir. Türkiye’de evlilik yapacakların, eş bulma dışında resmi muameleleri tamamlamaları, dini vecibeleri yerine getirmeleri, ayrıca bir de kademeli örfi adetleri yapmaları gerekir. Sözlü olma, nişanlı olma, nikahlı olma, düğün yapma. Her biri ayrı ayrı merasimlere tabi tutulmaktadır. Bir taraftan evlenmeler zorlaştırılırken, diğer taraftan evlilik dışı ilişkiler yasak olmaktan çıkarılmakta, hatta kutsallaştırılmakta, zinayı serbestleştiren kanunlar çıkarılmaktadır.

Evlilik topluluğa ait bir müessesedir. Onun için dişi kurallı çoğul kullanılmıştır. Evlenmeleri basitleştirmek, boşanmaları da çok zorlaştırmamak gerekir. Ama bu kadının kendisini ucuza harcaması anlamında değildir. Kur’an’da “evli olmayanları evlendirin” denmektedir. Evlendirme demek maddi imkanları sağlama demektir. Bu durum kadının mihirsiz gitmesi anlamına gelmemelidir. Evlenecek yaşa gelen kimseye önce ev temin edilmelidir, sonra da ailesini geçindirecek iş temin edilmelidir. Bugün bu anne baba tarafından yapılmaktadır, oysa topluluk düzeni tarafından yapılmalıdır.

Her şeyden önce, evleneceklere uygun eş bulma aşiretlere düşen bir görevdir. Gelin aşirete gelecektir. Aşiretler zorlama manasında değil ama yardımlaşma manasında evli olmayan erkeklere evlenecek eşleri seçmeleri gerekir. Biz bunu “www.akevler.org” internet sitemizde yapmayı teklif ediyoruz. İnternet sitemizde bir alan açıyoruz.

a) Buraya evlenecek erkek veya kadın arkadaşı olan, veya aşiretinden böyle biri bulunan kimseler için ismini vermeden böyle bir eş aramaktayım diye ilan vermelidir.

b) Erkek aracı ile kadın aracılar bu sayfaları takip ettikten sonra, telefon numaraları ile birbirleriyle görüşmelidirler. İki tarafın durumunu iyice anladıktan sonra, evlendirecek kimselere konularını açmağa karar verdikten sonra her biri konuşmaya karar vermelidir.

c) Konuşma önce anne baba veya kardeşlere intikal ettirilmeli, uygunluğu üzerinde onlardan görüş almalıdırlar. Eğer başkası varsa, yani bir başka aracı çıkmış görüşmeler yapıyorsa beklemelidirler. Onunla görüşmeler bittikten sonra adayları anlatmalıdırlar.

d) Son olarak adaylara anlatılmalı, karşı adaylar iyice tanıtılmalıdır. Sonra bir araya gelip onlar konuşmalıdır. Görülecek açık bir yerde ama seslerinin duyulamayacağı şekilde konuşmalı ve görüşmelidirler.

Biz şimdi internet alanı hazırlıyoruz, sitemizi yeniliyoruz. Bana göre bu konudaki böyle bir alanı da ilave etmemiz gerekir görüşündeyim.

Bundan sonra ne yapmalıyız?

Bundan sonraki iş ise; mâli bakımdan kadın şunları istemelidir.

  1. Onlara oturacakları bir ev alınmalıdır. Onlar faizsiz olarak borçlandırılır,  imkan buldukça öderler. Ödemeyi yaparlarsa ev sonra onların olur, bulamazlarsa öldükleri zaman ev vakfa kalır. Bunun  için bir vakıf kurmalıyız. Çocuk doğduğu andan itibaren kendileri adına ayda kırk-elli-yüz her ne uygun ise anne babası tarafından, yahut akrabaları tarafından hesabına yatırılmalıdır. Evlenecek çağa geldiklerinde evlenenlere bu evlerden verilmeli ve kendilerinden ödemeleri istenmelidir. Ölünceye kadar, hatta kocası öldükten sonra bir sene geçmeden kadın bu evden çıkarılmamalıdır.
  2. İkinci yükümlülük ise mihir yükümlülüğüdür. Asgari mihirden az olmamak üzere kadın mihir istemelidir. Mihirsiz evlenmektense evlenmeden oturmayı tercih etmelidir. Mihirle ilgili kısmı ise onun erkekten olan akrabaları toplanıp taahhüt etmelidirler. Koca kadını boşarsa bu mihri taahhüt eden akrabalar ödemelidir. Kocası öldüğü zaman da diğer alacaklar gibi kadın öncelikle mirastan mihrini almalıdır.
  1. İşte, Kur’an’daki “evlendirin” emri böylece yerine gelmiş olur.

Burada da “muhsanat ve muhsinin” ifadeleri bunları ifade eder, yani böyle müesseselerin oluşturulmasını bize emreder.

وَالْمُحْصَنَاتُ

(Va el MuXÖaNAvTu)

“Ve muhsan kadınlar.”

Burada bu kelime tekrar edilmezdi, “vemine’l-lezine” denebilir, devam edilirdi. O zaman mü’min muhsinelerle kitab verilen muhsinelerden olurlardı. Oysa bunlar ayrı ayrı topluluktur. Yani muhsen olmak şartı ile dışarıdan evlenmek de helal kılınmıştır.

Muhsenat” mutlaktır. İlk bakışta akraba muhsenler de helal olmuş olur. Ancak muhsen olmak için zina etmemek gerekir. Yakın akraba olanlarla evlenmek zina yapmak demek olduğu için onlar istisna edilmiş olmaktadır.

Vav”la iki muhsenat atfedildiğine göre bunlar farklıdırlar.

Hangi seviyedeki kadınlar birbirlerinin muhsenidirler?

Genel olarak bir kabile içindeki kadınlar bir dayanışma içindedirler, bunlar birbirlerini tanırlar. Her kadın çevresi tarafından bilinir. Dolayısıyla bunlar muhsendirler. Bununla beraber, bir kabile içinde değişik din mensupları bulunabileceğine göre muhsen olarak kabul edilen aşiret kadınlarıdır.

Şimdi başka bir sorun ortaya çıkıyor. Kadın Hıristiyan, mü’minle evleniyor. Ne yapılacak, mü’minlerin aşiretine mi gidecek?

İşte burada geleneğin dışında bir içtihat yapıyoruz, o da şöyledir: Evlenen kadın kendi aşiretinde kalacaktır, erkek kadının aşiretine gidecek, orada ev sahibi olacaktır. Yani aşiretin mâlikleri erkekleri olacaktır ama aşiret anaerkillerden oluşacaktır. Böylece evlenen kadın kendi muhsenatı içinde kalır. Hayatımızda kadın akrabalar daha dayanışma içindedirler. Değişik aşiretlerden gelen erkekler aşirette devamlı sosyal evrim yapacaklardır. Bunun böyle olduğunu biz kadınların pasif olmasından anlıyoruz. Buradaki “muhsenat” kelimesinin atıfla gelmesi bunları anlatıyor.

مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ

(MiNa elLaÜIyNa EUvTu el KiTAvBa)

“Kendilerine kitab ita edilenlerden.”

Mü’minler var, kitab verilenler var.

Önce bunlar ayrılmıştır.

İslâm devletinde mü’min olanlar Kur’an düzenini kabul eden kimselerdir, asker olan kimselerdir. Dolayısıyla bu âyet bize Kur’an düzenini kabul etmeyenlerin asker olamayacaklarını ifade etmektedir. Bunlar cizye vererek yaşarlar. Ne var ki kendi devletlerinde kendileri asker olur, mü’min olur, Kur’an ehli kitab verilenler olur. Devletimizde ise ehli Kur’an mü’min olur, onlar kitap verilenler olurlar. Kur’an düzenini kabul edenler ibadetlerini kendi dinlerine göre yapsalar, biz onları mü’min kabul ederiz.

Namaz sadece ibadet değildir, toplanmadır. Zekat sadece ibadet değildir, vergidir. Oruç sadece ibadet değildir, yasaklardan uzak durma eğitimidir. Hac sadece ibadet değildir, büyük kongredir.

Başka türlü söylersek; ibadette iyi bir şey söz konusu değildir. İslâmiyet’te ibadet demek topluluğa uymadır. O halde ibadetleri yönetimden ayırmak mümkün değildir.

Nedir ibadet?

Kur’an okuyacağına İncil okur. Dua ederken Arapça dua edeceğine Latince dua eder.

Şimdi burada “minhüm” der ve kendilerine kitap verilenleri kolayca anlatıyor olabilirdi. Oysa burada kendilerine kitap verilenler ile yukarıda kitap verilenler farklı olduğu için izhar edilmiştir. Yukarıda ekonomik ilişkilerde bulunduğunuz kendilerine kitap verilenlerdir. Burada ise sosyal ilişkilerde bulunduğunuz kitap verilenlerdir.

Ekonomik ilişkilerde bizim malımız ne kadar uzağa giderse o kadar farklılık vardır, o kadar evrimleşmiş oluruz.

Oysa sosyal ilişkilerde ilişkiler önce en yakında olanlar arasında çözülmelidir.

Diyelim ki aşirette uygun eş bulabiliyorsa, aşiret içinde evlenme yapmak daha uygundur. Aşirette varlığını daha uyumlu sürdürür. Aşiret içinde evlenmede uygunluk yoksa, o zaman kabile içinde evlenme daha uygundur. Kabilede yoksa şa’b (il) içinde, orada yoksa kavm (ülke) içinde, orada da yoksa insanlık içinde evlilik gerçekleştirilir. Bununla beraber tamamen serbestlik vardır.

İşte, ayrı cihetten ele alındığı için “ütü’l-kitabe” kelimesi tekrar edilmiştir.

Siz daha başka bir yorum getirebilirsiniz ama mutlaka getirmek zorundasınız; başka yorum getirmeden ‘hayır burada kastedilen bu mânâda değildir’ diyemezsiniz.

مِنْ قَبْلِكُمْ

(MiN QaBLiKüM)

“Sizden önce”

Yukarıda “sizden önce” kaydı yoktu. Burada bu kaydı yapmakla ayrı kitap verilenlerin olduğu açıkça ifade edilmiştir. Eğer daha önce bu kayıt gelseydi, aşağıda da aynı vasıfta olanlar diyebilirdik. Sonra geldiği için gerisin geriye bu vasfı göremeyiz. Birincisi mutlak, ikincisi mukayyettir.

Kimdir bu ikinci kitap verilenler?  

Sizden önce denmek suretiyle bize yakın olanlar kastedilmiştir.

İnsanın iki türlü akrabası vardır. Birincisi, amca çocukları ve yeğenlerdir. Onlar önce gelen ve sonra gelen değildir. Oysa anne babalar, onların anne babaları önce gelenlerdir. Çocuklar ve ondan sonra gelenler ile onların çocuklarıdır. Yeğenler, amcalar sonra veya önce doğmuş olabilirler. Mesela, benim ablamın çocukları vardır, benden büyüktürler.

Buradan hemen sorunumuzu çözmüş oluyoruz.

Hazreti Nuh’tan evvel gelen Şamanistler kitap verilenler değildi ama kıyasla onları da kitap verilenlere idhal edebiliriz. Sonra Hazreti Nuh ile Hazreti İbrahim arasında gelenler kendilerine kitap verilenlerdir. Ama onların içinde bizim min kablimiz olmayanlar vardır. Sonra Hazreti İbrahim’in iki çocuğu Hazreti İshak ve Hazreti İsmail batıda kalmışlar, Katura’dan olan dört oğlu ise doğuya gitmiş, onlar da uygarlık oluşturmuşlardır. Ne var ki o uygarlık bizden önce gelenler değildir. Bizden önce gelenler Hıristiyanlardır. Onlardan önce gelenler de Yahudilerdir. Bunlar bizim min kablimizdir.

Burada nikahta yakın olanlar tercih edilecek, ekonomide ise uzak yakın eşit tutulacak anlamı ortaya çıkmaktadır. Böylece yukarıda koyduğumuz kural burada min kabliküm ile teyit edilmiştir. Ekonomideki uzaklık engelini kaldırmamız için ulaşım ve haberleşme masraflarının sıfıra indirilmesi gerekir. Bu da sebilullah ile yani vakıflarla sağlanmaktadır.

İnternetle evlendirmede aracıların dikkat edecekleri husus bu yakınlıktır. Münasip uzaktan yakını bulundukça sorun orada çözülecektir. İnternete de gerek kalmayacaktır.

Burada işaret edilen başka husus daha vardır. Yeryüzünde iki büyük uygarlık vardır. Biri doğu uygarlığıdır. Bunlar Çin ve Hint uygarlıklarıdır. İkincisi batı uygarlıklarıdır. Bunlar da İslâm ve Hıristiyan uygarlıklarıdır. Kur’an bunlara İsa’ya tâbi olanlar diyor.

İnsanlık dört uygarlık içinde yarışacaktır.

Sermaye uygarlıkları çatıştırıp dengesini kurmaya çalışır.

İslâmiyet ise İbrahimi dinde bunları birleştirip barış içinde aralarında hayırda yarışı önerir, onun kurallarını koyar.

Geçmişte Hint etkin uygarlığa sahipti, bugün kenardadır. Ama bunlar Çin ile yarışmaktadırlar. Biz de Hıristiyanlarla yarışmaktayız. Sonra batı doğu ile yarışmaktadır.

Bu yarışın sağlanması için ocak, bucak, il ve ülkeler şeklinde örgütlenmeliyiz. Diyelim ki 25 devlet Müslümanlardan, 25 devlet Hıristiyanlardan, 25 devlet Hindulardan, 25 devlet de Budistlerden oluştu. Sekiz kıtaya ayrıldık.

Dördü batıda; Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika ve Avrupa.

Dördü de doğuda; Orta Asya ve Sibirya, Çin, Hint ve Avustralya ile Adalar.

Bunların her biri ayrı uygarlık oluşturacaklardır. Bunlar arasında yarış olacaktır. Devletler farklı dinlerde olabilir. Kur’an’ın nasıl üçüncü bin yıl uygarlığını emrettiğini tesbit edeceğiz, ondan sonra ona göre siyasetimizi belirlemeliyiz.

 

Kalan kısma gelecek hafta devam edeceğiz...

 

إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ(5)

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3008 Okunma
2-MAİDE 3
2805 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2089 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2179 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2072 Okunma
6-MAİDE 11-12
2780 Okunma
7-Maide13-15
2216 Okunma
8-MAİDE 16-17
2251 Okunma
9-MAİDE 18-19
1940 Okunma
10-MAİDE 20-26
2479 Okunma
11-MAİDE 27-31
4443 Okunma
12-MAİDE 32-33
2717 Okunma
13-MAİDE 34-37
1977 Okunma
14-MAİDE 38-41
2890 Okunma
15-MAİDE 42-44
2257 Okunma
16-MAİDE 45-47
3517 Okunma
17-MAİDE 48-50
2332 Okunma
18-MAİDE 51-53
2464 Okunma
19-MAİDE 54-56
2878 Okunma
20-MAİDE 57-60
2285 Okunma
21-MAİDE 61-64
2116 Okunma
22-MAİDE 65-67
1999 Okunma
23-MAİDE 68-69
2335 Okunma
24-MAİDE 70-72
2135 Okunma
25-MAİDE 73-76
2373 Okunma
26-MAİDE 77-79
1852 Okunma
27-MAİDE 80-82
2220 Okunma
28-MAİDE 83-88
1826 Okunma
29-MAİDE 89-91
3127 Okunma
30-MAİDE 92-95
2522 Okunma
31-MAİDE 96-100
2448 Okunma
32-Mide 101-103
2503 Okunma
33-MAİDE 104-105
2125 Okunma
34-MAİDE 106-108
2318 Okunma
35-MAİDE 109-110
3174 Okunma
36-MAİDE 111-115
2645 Okunma
37-MAİDE 116-118
2455 Okunma
38-MAİDE 119-120
2114 Okunma

© 2024 - Akevler