MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2522 Okunma
MAİDE 92-95

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 59

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَاحْذَرُوا فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُوا أَنَّمَا عَلَى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (92) لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُوا إِذَا مَا اتَّقَوْا وَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَآمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (93)

 

وَأَطِيعُوا اللَّهَ

(Va EaOIyGuv elLAHa)

“Ve Allah’a itaat ediniz.”

 “Ey iman edenler”le başlayarak içkiden kumardan sakının denmiş ve oradaki “ictinab ediniz” kelimesine karşılık burada “itaat ediniz” denmektedir. “İctinab etme” başka itaat etme başka olarak ifade edilmiştir. İctinab etme şeriata uyma demektir. Kurallar koyar ve o kurallara uyarsanız ictinab etmiş olursunuz.

Hukukta iki sistem vardır.

Roma hukukunda haklar sayılmış ve dışındaki bütün hareketler devlet tarafından teminat altına alınmamıştır, yani haklar sınırlanmıştır ve devlet o sınırlı hakları korumaktadır.

İslâmiyet’te ise haklar sonsuzdur, devlet bu hakları tamamen korumakla görevlidir. Sadece yasaklar ve haramlar sınırlıdır. Devlet haramları korumaz, yasakları da cezalandırır.

Yukarıda haramlar sayılmış ve ictinab ediniz denmiştir, yani şeriat hükümlerine uyunuz, haram olan işleri tek başına yapmayınız denmiştir. Bazı işler vardır ki onlar tek başına yapılır, orada da ictinab etme emre muhalefet etmeyiniz şeklinde anlaşılmalıdır. Mesela “hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz” denmektedir. Bunun anlamı zulmetmeyiniz demektir. İctinab içinde yer alır. Bu şart münferiden yapılması gereken işleri içermektedir.

Topluluğun birlikte olabilmesi için ayrıca birlikte iş yapması gerekir. Burada topluluğa uyulabilmesi için işlerin bir başkanın veya yetkilinin başkanlığında yapılması gerekir. İşte, şimdi emredilen topluluğun başkanlığında yapılan işlerde başkana uyulması emridir. Bu emirde “topluluğa itaat ediniz” deniyor.

Biz topluluğa nasıl itaat edeceğiz?

Bize nasıl emredecek de biz ona itaat edeceğiz?

Bunun usulünü Kur’an öğretmiştir. Kim resule itaat ederse o Allah’a itaat etmiş olur. Kim başkana itaat ederse o da topluluğa itaat etmiş olur.

Burada ve yapılması gereken işlerde sadece birlik sağlanması için başkana itaat etmiş oluruz. Yani başkan sadece birlik sağlar ama kendisi ne yapılacağına karar vermez. Bunun en önemli örneği namazdır. Oruç herkesin ayrı yapması gerekenlerin eğitimidir, “ictinab ediniz” emrine uymayı bize öğretir. Namaz da “Allah’a itaat ediniz” emrine misaldir, onun eğitimini verir. Namazın nasıl kılınacağını, namazda ne yapılacağını herkes iyice bilmektedir. Sadece birlikte hareket etmemiz için imamımız vardır. İmamın yüzü bize dönük değildir. O yapar, biz de ona tâbi oluruz, böylece topluluğa itaat etmiş oluruz.

İmama tanınan bazı yetkiler vardır. Fatiha’dan sonra istediği sûreyi okur, biraz kısa biraz uzun okur. Secdede en az bir “sübhanellah” diyecek kadar kalır veya üç “sübhanellah” diyecek kadar kalır, beş dakika kalmaz. Cemaat bu sınırlar içinde ona itaat eder. Bu kuralların dışına çıksa, mesela Kur’an okuyacağına M. Akif’in şiirini okumağa kalkışsa cemaat namazı terk eder, onun imam/başkan olduğu cemaati terk eder. Başka yerde kendilerine seçtikleri yeni imamın imamlığında maruf namazı kılarlar.

Bir başkan bir ocakta veya bucakta topluluğun kurallarına uymuyor, şeriata göre hareket etmiyorsa, oranın halkı o ocağı veya bucağı terk eder. İmamın imamlığı biter. Kendilerine dışarıda imam seçer ve cemaat olurlar. O imam orasını terk etmişse oraya girer ve o bucağı yeni imamla yaşatmaya çalışırlar. Eğer terk etmez ve cemaatsiz imamlık inadına devam ederse, hakemler kararı ile onun imamlığına son verilir. Yine terk etmezse cemaat onu öldürür. Hakem kararlarından sonra bunu yapar. Bunun için il emniyet teşkilatından silahlı güç yardımını isteyebilir.

Kimse hukuk dışı itaate zorlanamaz. Ne var ki orada kalınarak isyan yapılmaz. Orası terk edilir, hakemlere gidilir. Hakem kararından sonra yeni imamın başkanlığında eğer oradaki ocağın nüfusu otuz kişiden aşağı düşmüşse, eğer oradaki bucağın nüfusu üç binden aşağı düşmüşse, o zaman o bucağı fethetmek meşrulaşır.

“Tav’” kelimesi ağaçtaki olgunlaşmış hurmadır. Elinizle tuttuğunuz zaman size itaat eder. Böylece “itaat” demek onun dediğini yapmak demektir. Demek ki Allah’a itaat şeriata itaattir. Ama bu itaat kuralları bilinen hususlarda başkana itaattir. Hukuk düzenindeki itaat bu tür itaattir. İmamın kendisi değil şeriat kuralları demektir. Başkan eğer şeriata aykırı hareket yaparsa sen itaat etmeyecek, hemen onun topluluğunu terk edeceksin.

Kişiler bu itaatte başkana uyduk diye kendilerini kurtaramazlar. Herkes doğrudan kendisi sorumludur. Hakemlerin karşısında başkana uyma mazereti kabul edilmez.

Bu böyle olunca Ebu Hanife’ye göre imamın namazı fasit olursa cemaatin namazı da fasit olur; diğerlerine göre fasit olmaz. Bize göre de madem ki imamın sorumluluğu cemaate sirayet etmiyor, o halde imamın namazı bozulsa da eğer biz namazı tamamladıksa namazımız tamam olmuş olur.

Ebu Hanife’ye göre de mesela imamın namazda abdesti bozulsa bırakır gider, yerine arkasında olan imam olur ve namazı o tamamlar. Diyelim ki imam ayrılıp gidip abdest aldı, gelip cemaat olmadı. Yine namaz sahihtir. O halde imamın namazının bozulması cemaatin namazını bozmaz, yerine geçen imama itaat ederler. O zaman ayrılıp gitmeye gerek yoktur. Şarkı söyleyen imam terk edilir. En yakın olan imamlığı ele alır ve cemaat namazı tamamlar.

Kenan Evren’in başkanlığı da böyle olmuştur. O günkü yönetim şeriat dışına çıkınca halk yeni imama itaat etmiş ve devletlerini yaşatmaya devam etmiştir. Halkın ona itaati onun meşruluğunu ifade eder. Halk itaat etmeseydi, eski yönetime itaate devam etseydi, o zaman suçlu olurdu. Ama halk ona itaat etti demek onu meşru yolda gördü demektir. Başkan kim olursa olsun, ondan istenen şeriata göre hareket etmesidir. O bir taş gibidir. Kıblenin nasıl hiçbir üstünlüğü yoksa, imamın da hareketlerde birlik sağlamaktan başka bir görevi yoktur.

Kur’an’da resule itaatten bahsedilmektedir.

Burada olduğu gibi Allah’a ve resule itaatten bahsetmektedir.

Allah ve resulüne itaat etmekten bahsetmektedir.

Tek başına Allah’a itaatten bahsetmemektedir. Çünkü resulsüz şeriat hükümlerine uyulur ama itaat edilmez. Çünkü itaat onun emrine itaat olmuş olur. O doğrudan size emredemiyorsa siz ona itaat edemezsiniz. Bu sebepledir ki ölülere itaat edilmez, gaiplere itaat edilmez.

Burada bahsedilen imama itaat o ocağın veya bucağın imamıdır, ölmüş veya gaipteki imam değildir, ölmüş olan imam değildir.

“Resul” kelimesini de biz şimdi “Muhammed” olarak anlayamayız, çünkü ona şimdi itaat edemeyiz. Belki ona biat ederiz. Ümmi nebiye itaat değil ittiba emredilmiştir. Kur’an’da nebiye itaat emredilmemiştir. Nebiye ittiba edilir, itaat edilmez. Çünkü o yönetmekle yetkili değildir. Resul ve itaat kelimeleri Kur’an’da defalarca geçmektedir.

وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ

(Va EaOIyGuv elRaSUvLa)

“Ve Resule itaat ediniz.”

Kur’an’da “Resule itaat” kelimesi geçmeden sadece “Allah’a itaat” kelimesi geçmemektedir ama yalnız başına “resule itaat” kelimesi geçmektedir. “Allah ve resule itaat edin” geçmektedir. Burada olduğu gibi “Allah’a itaat edin ve resule de itaat edin” olarak geçmektedir. Bir de “Allah ve resulüne itaat edin” geçmektedir. “Allah’a itaat edin resulüne de itaat edin” geçmemektedir. O halde yanız dört şekilde resule itaat emredilmektedir.

- Allah’a itaat edin ve resule itaat edin.

- Allah ve resule itaat edin.

- Allah ve resulüne itaat edin.

- Resule itaat edin.

Bunlara ayrı ayrı manâ vermemiz gerekmektedir. Bu âyette geçtiği gibi “Allah’a itaat edin ve resule itaat edin” dendiği zaman namazda olduğu gibi itaattir. “Resule itaat” ise başkanın kendisine de itaat edin demektir. Hangi konularda? Başkana yetki verilen konularda ise ne yapacağına kendisi karar vermektedir. Bir görev yapılacaksa o görevi tevcihte başkana itaat edin. Size görev verdiği zaman görev haram değilse kabul edin. Allah’a itaat emrinde başkanın emrettiği mübah olsa da kabul etmeyin demektir.  Resule itaat emrinde ise mübah olanda da ona itaat edin demektir. Burada ise mübah bir şey yetkisi dahilinde ise ona itaat edin demek olur. Yani Allah’a itaatte başkana sadece şeriatta emredilmiş olan hususlarda birlik sağlamak için emre itaat ediyorsun. Halbuki bu ikinci itaatte başkana verilen yetkiler içinde ona itaat ediyorsun. Kamu görevleri yapılırken başkan kimi görevlendirirse görevi o yerine getirir. Görev yaptığı için ücreti istihkak eder ama görevden kaçamaz. Bu görevin memurun bih olması gerekmez, mübah olması yeterlidir.

İtaat” kelimesi tekrar edilmiştir çünkü itaat şekli başkadır. Birincisinde memurun bih olanın ifasında ona itaat edilir. Yani bize emredilmiş olan emri yerine getirirken ona itaat ederiz. Burada bize değil başkana emredilmiş bir emri yerine getirirken başkan bize emrederse biz ona itaat etmekle mükellefiz. İtaat etmek istemezsek onun cemaatini terk etme durumundayız. Yani ya başkana itaat edilecek yahut onun cemaati terk edilip gidilecektir. Haklar sonra hakemler yoluyla talep edilir.

Eğer başka âyetlerde sadece Allah ve resule itaat ediniz deniyor ve itaat kelimesi tekrar edilmiyorsa, bunun hükmü ise başkanın hakemlikle ilgili görevi vardır demektir. İşler yapılırken niza çıkabilir ama eğer nizadan dolayı durulursa, nasıl trafikte tıkanma olursa işlerde de tıkanma olur. Kan damarı düğümlendiği zaman onu hemen açmazsanız insan ölür. İşte toplulukta böyle nizalar çıkınca başkana başvurulur, başkan ne derse o yapılır. Haklılık ve haksızlığa bakılmaz. Sorun trafiğin açılmasıdır. Sonra haklı ve haksız olanlar hakemlere gider ve haklarını alırlar. Burada başkan re’sen bir şey emrediyor, nizaları giderme durumundadır. Haklı ve haksızı tahkik etmeye vakti yoktur. Bugün bu tür davalar için yargıda zilyetlik davaları olarak zikredilir. Kur’an’da ülü’l-emr buna atfedilmektedir. Allah’a itaat edin. Resule ve emir sahiplerine de itaat edin denmektedir. İşte o görevli olan kimselere de başkana itaat eder gibi itaat etmekle yükümlüyüz.

Dördüncü itaat ise Allah ve resulüne itaat şeklindedir. Bu da yargı kararlarına itaattir. Taraflar birer hakem seçer. Hakemler baş hakemi seçerler. Soruşturmacılar olayı soruştururlar. Soruşturmacıların şehadeti ile hakemler karar verir, bu kararlara da itaat etmek gerekir. Hakemlerin kararlarına herkes itaat etmekle yükümlüdür. Başkanlar da itaat etmekle yükümlüdür. Hakemlerin kararları kesindir. Artık o karar başka bir yerde bozulmaz. Hakemler ve soruşturmacılar aleyhine dava açılabilir. Mahkum olurlarsa onların dayanışması tazmin eder.

İşte, biz itaat kelimesinin dört çeşit geçişini Kur’an’daki âyetlere dayanarak böylece açıkladık. Siz bizden daha iyi açıklarsanız o bizim de makbulümüz olabilir. Ama bana diyemezsiniz ki; senin verdiğin manâ yanlıştır. Doğrusu nedir, onu söylersiniz, sonra hangisi ahsense ona uyarız. “Her söze kulak verirler ve en iyisine uyarlar” âyetine uymamız gerekir.

وَاحْذَرُوا

(Va uXÜaRUv)

“Ve hazer edin.”

Hazer edin” kelimesi Maide Sûresi’nde üç yerde geçmektedir. Biri kafirlerin sözü olarak geçmekte; onlar insanları mü’minlerden hazer ettirmektedirler. İkincisi; Allah bize hazer edin kafirler size kötülük yapmasınlar, korunun, savunun demektir.

Hizr savunma aracıdır. Zırh veya kalkan gibi şeydir. Burada da mef’ulünü hazfederek “hazer edin” denmektedir. Bundan önce “ictinab edin” denmişti. Sonra “intiha edin” denmişti.

İctinab etmek uzak durmak ile bulaşmamaktır.

İntiha ise bulaşılmış bir işe son vermek demektir.

İttika ise korunacak yere girmedir, şeriatın içinde olma demektir.

Burada neden “hazer edin” denmektedir?

İtaat etmemekten hazer edin. Başkan başkanlık yaparken yaptırdığı şeylere itaat etmemekten hazer edin diyor. Hazer etmek tedbirleri almak demektir. Burada verilen bu emir topluluğa verilmiştir. İtaatten sonra teyiden verilmiştir.

Neden “hazer ediniz” emri ile teyit edilmiştir?

İtaat etme herkese emredilmiştir. Kişi yapar ve sorumluluktan kurtulur, yapmazsa sorumlu olur. Çevre onu yapmaya zorlayamaz. Hakem kararından sonra zorlanabilir. Hakem kararı olmadıkça kimse kimsenin işine mâni olamaz. Kişinin malını, canını, işini ve ırzını koruma hakkı vardır. Hakem kararı olmadıkça kimseye dokunamayız.

Bunun bir istisna yeri vardır. Başkanın emrine herkes uyacaktır. Eğer içimizden biri uymazsa bütün cemaat uymamış kabul edilir. Herkes günahkar olur. Diğerleri derhal başkanın etrafında yer almalıdır ve ona uyulmalıdır. Çevre onu uymaya zorlayacaktır. Yahut uymayan kolundan tutulup topluluktan atılacaktır. Burada hakem kararı beklenmez, burada görevli olmak beklenmez. Başkana itaat ettirmekte herkes görevlidir.

Vehzerû” emri bu hükmü koymaktadır.

Biz itaat edeceğiz ama aynı zamanda herkesi de başkana itaat ettireceğiz. İtaat etmeyeni dışlayacağız. Başkan kendi sözlerini geçirmek için ayrıca özel ordu bulundurmaz. Başkanı özel muhafızlar korumaz. Başkanı çevresi korur. Herkes onun muhafızıdır. Kur’an diyor ki; Allah sana ısmeder; Vellahu ye’sımuka minennâs; topluluk seni nâstan korur demektedir. O korusun demektir.

Ya korumazsa?

O zaman o ocağı veya o bucağı terk edeceksin.

Başkan kötü olabilir, başkan zalim olabilir. Hakemlere gidilir ve başkan başkanlıktan azlettirilebilir. Ama o kişi başkan olarak kaldığı müddetçe o topluluğu temsil etmektedir. Ona saldırı Allah’a saldırıdır, topluluğa saldırıdır. Onu savunmak her mü’minin hattâ her müslimin vazifesidir. Hattâ bu konuda kendi hayatını bile tehlikeye atarak koruyacaksın. Orada koruduğun o kişi değildir, topluluktur. Kabile psikolojisinde bu vardır. Kimileri köylerinde birbirleriyle konuşmazlar, hattâ aralarında kan husumeti vardır ama gurbette derhal birbirlerine yanaşırlar. İşte bu hemşerilikte değil başkana itaatte sağlanmalıdır. İslâmiyet kabile dayanışması yerine iman dayanışmasını getirmiştir.

Burada “Ve” harfi getirilmiştir. Bunun anlamı; sadece Allah’a itaat, sadece resule itaat yetmez, her ikisine birden itaat etmek gerekir.

فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ

(FaEiN TaValLaYTuM)

“Tevelli ederseniz.”

Türkçede “ve” harfi yerine “de” harfi vardır. “Hasan geldi Ahmet de geldi” deriz. Bu ve (de) harfini matufun ileyh ile matuf arasında kullanmayız. İkisinin sonuna getiririz. Fiilleri birbirine atfederken araya “P” harfi koyarız, “Ahmet gelip gitti” deriz. İşte buradaki “P”nin karşılığı Arapçadaki “Fe” harfi vardır. Arapça vurgu dili olmadığı için harfler çok kullanılır. Örnek olarak Türkçe de harficer dört veya beş olduğu halde Arapçada Kur’an’da geçen on bir tanedir. Atıf harfleri de çoktur. Bu âyette iki “Ve” iki de “Fe” harfi geçmektedir.

Buradaki “Fe” harfi bundan önce geçen itaat edin emirlerine atfen o emrin hâlini açıklamaktadır. Buna tafsil “Fa”sı demekteyiz. Yukarıdaki fiili yapmazsanız ne olur onu açıklamaktadır. Bu cümle “Fe” ve “Ve” harfi gelmeden gelebilirdi. O zaman kıyas da yapılmaz, sadece buraya ait hükmü içerirdi. “Zeyd adamı dövdü o zulmetti” dediğimizde burada sadece zulmettiğini söylersiniz. Onun zalim olduğunu söylemiş veya başka zaman da zulmettiğini söylememiş olursunuz. “Zeyd adamı dövdü ve ona zulmetti” dediğiniz zaman burada zulmettiğini, başka yerlerde bazan zulmettiğini demiş olursunuz, kıyasla diğer zamanları eklemiş olursunuz. “Fe” harfiyle söylerseniz o zaten her zaman zulmetmektedir demiş olursunuz. Burada “Fe” harfi getirilmiştir. Yani Allah’a itaat etmez resule itaat etmezseniz her zaman durum aynıdır. Hüküm değişmez demektir. Her zaman başkanı cemaati koruyacaktır. Başkanın cemaatinden başka ayrıca koruması olmayacaktır, özel kadrosu olmayacaktır. İşte İslâm’ın başkanı ile zulmün başkanı arasındaki fark burada başlar. Biri sevgiye dayanan cemaate sahiptir, diğeri ise korkuya dayanan cemaate sahiptir.

Veli” arka demektir, sırt veya bel demektir. وَلِيَ arkasına geçti, onu arkasından destekledi, peşine dolaştı demektir. Nasıl çocuğu bıraktığınızda onu gözetirsiniz, bir tarafa gittiği zaman siz de onun arkasından dolaşırsınız; benzer şekilde veli velisi olduğu kimsenin arkasından onun bir yanlış yapmamasını gözetler dolaşır. Eğer siz birini birinin velisini yaparsanın o îladır veya tevliyedir. Bir defaya mahsus yaparsanız îla vardır, sürekli yönetici atarsanız o da tevliyedir. Vali tayin etmek tevliyedir. Vilayeti il yaptılar, kazayı ilçe yaptılar da vali ile kaymakama bir türlü kıyamadılar. Paşa general oldu ama vali guvernör olmadı. “Te” harfi müteaddiyi lazım yapar. Birinci harften sonra gelir. Bu müteaddi fiili lazım yapar. “Te” harfi başa gelirse bu da tevliye fiilini lazım yapar yahut ismi fiile dönüştürür. “Kelleme” konuştu demektir, çokça konuştu demektir. “Tekelleme” kendi kendine çokça konuştu demektir.

Tevelli etmek” demek kendi kendine gerisin geriye dönmek demektir. Yani itaatten vazgeçerseniz demektir. Yani başkanını sen kendin seçiyorsun, topluluğunu sen kendin seçiyorsun. O topluluktasın, o başkanın başkanlığındasın ama yapmıyorsun. İşte bu tevellidir. Başkan cemaatini zorla kendisine itaat ettirmez, cemaat kişiyi başkan yapar ve kendileri itaat ederler. İtaat etmek istemezlerse bırakıp giderler.

Genel olarak toplulukta başkana karşı topluluk birleşir ama yeni başkanda ittifak edemedikleri için başkana itaate devam ederler. Bu normaldir. Başkan bir tarafta halk bir tarafta olacaktır. Halk kendi çıkarlarını düşünecek, herkes kendi hakkını arayacak, başkan ise topluluğun çıkarını düşünecek. Topluluğun haklarını o koruyacaktır. Bu meşrudur. Ama başkana bir saldırı olduğu zaman hepsi birleşip başkanlarını koruyacaklardır. Başkan ayrıcalık yapmayacaktır. Kimse ile daha fazla yakınlık kurmayacaktır. Cemaatin fertleri onun karşısında tarağın dişleri gibi eşit olacaklardır. Eğer böyle yapmaz da bir topluluk başkanlarına sahip çıkmıyorsa bırakıp gidecektir.

فَاعْلَمُوا  

(FaGLaMUv)

“İlmedin.”

Burada da “Fe” harfi getirilmiştir, şarttan sonra getirilmiştir. Şarttan sonra “ve” harfi gelmez ya sadece cevap cümlesi gelir ya da fe ile cevap cümlesi gelir. Fe gelmezse o şart yalnız o olaya mahsus olur. “Gelirsen bir defaya mahsus ikram ederim” demektir. Ama “Fe” ile geldiğinde kural koymuş olursun. “Saat beş olunca git” derken, eğer “Fe”siz söylersen yalnız bugün için git demektir. “Fe” ile söylersen her gün saat beş olunca git demektir. Buradaki “Fe” harfi devamlılığı ifade etmektedir. Her itaatten tevliye etmemizde hüküm budur.

Biliniz” diyor; siz tevelli ederseniz biliniz diyor. Resule söylemiyor, onlar bilsinler demiyor; “siz bilin” diyor. Bunu söyleme görevini ona verseydi, o zaman “bana itaat etmezseniz” diyecek, yine zorlayacaktı, baskı yapacaktı. O asla kimseyi ona itaat etmesine zorlamaz. O sadece söyler veya yapar.

İşte, düzende zorlama yokturun burada açıklaması yapılmaktadır.

Allah doğrudan cemaate itaat edin diyor.  Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olurda bana itaat edin demiyor. Oysa hadiste böyle rivayet ediliyor. Kur’an sözü ile insan sözü arasındaki fark burada ortaya çıkmaktadır.

Şimdi dünyada moda olan demokrasi nedir, Batılılar nasıl anlıyor?

Dört senede, beş senede bir seçim olur... Ekseriyet iktidar olur... İktidar özel muhafızlarla korunur... Karşı gelenler hapishanelere gönderilir...

Oysa İslâmiyet’te bucak başkanları vardır. Başkanlar beş bin kişiye yani tanıdıkları kimselere başkanlık yaparlar. Ayrıca aşiret vardır, on aileden oluşur. Bunlar halkın temsilcileridir. Onlar ona biat etmiş ve onun askeri olmuşlardır. Bunlar semtlerdedir. Orada kendisine biat eden nöbetlilere komuta etmektedir. Başkanı kendi bucağı içinde herkes korumakla yükümlüdür. Başkan halktan biridir. Böyle yerlerde kimse kimseye dokunamaz, çünkü herkes herkesi tanımaktadır ve herkes adım adım yanındakiler tarafından korunmaktadır. Ben böyle hayatı yaşamış bir kimseyim, onun için size kolay anlatıyorum.

Biliniz” emrinden dolayı bunu öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekmektedir. Burada öğrenme ve öğretmenin başkanın görevi olmadığı da ortaya çıkmaktadır. Çünkü doğrudan bize emredilmektedir. O halde siz kendiniz bilin. Dayanışma ortaklıkları içinde bilin anlamındadır. İşte buradaki emir bizi cemaatle namaz kılmaya, ilmî dayanışma ortaklıkları kurmaya götürmektedir. Birbirimize bu bilgileri aktarmakla da memur olmaktayız.

أَنَّمَا عَلَى رَسُولِنَا

(EanMAv GaLay RaSuvLiNa)  

“Sadece resulümüze”

İlim iki mef’ul alır. “Alimtu Zeyden âlimen” denir. Kur’an’da böyle bir cümleyi hatırlamıyorum. Tahkik eder yazarsınız. “Alimtu enne Zeyden âlimun” dersiniz.

Buradaki “” tamim “Mâ”sıdır. Resulü üzerinde farz olan tebliğdir. Bu hususta başka farz yoktur. Yani size itaat ettirmek farz değildir.

Anayasada bir maddemiz vardır. Sıralama usulü ile seçim yapılır. Bu seçim usulü şuna dayanmaktadır. Kimse başkan olmakla vazifeli değildir. Herkes cemaat olmakla görevlidir. O halde herkes kendisini ya yazmaz ya da en sonunda kimse imam olmazsa ‘ben kendi kendime imam olacağım’ der. Sonra bir kişinin aldığı sıraların tersleri toplanır ve daha çok alan ön sıraya geçer ve en çok alan imam olur. Bu kuralın âyeti işte buradadır. Madem ki kimse başkanlığa talip değildir, herkese itaat emredilmiştir. Bu da ancak bu yolla gerçekleşmiş olur.

Enne” ismini nasb eder. “Ma” gelirse nasb etmez. Fiil cümlesi ise fail, isim cümlesi ise mübteda olur. Marife olan “elbelağu’l-mübîn” mübteda, “ale’r-rasûl” haberdir. Haber mübtedaya takdim edilmiş böylece sadece manâsını almıştır. Sadece mübin belağ vardır. Bu sebeple tehir edilmiştir. Buna göre mübin belağ sadece resulümüze aittir de denebilir, bu şekilde de manâ verebiliriz.

İşte burada “resulümüze” diyerek, yukarıdaki resulden iki yönüyle ayırmıştır. Biri zamir göndermeyip kelimeyi izhar etmekle orada itaat edilen resul başka, burada ifade edilen resul başkadır. Bu resul Hazreti Muhammed dahil tebliğ ile görevlendirilmiş insanlardır. Kur’an ehli bir araya gelerek nübüvvet görevini yükleneceklerdir yani tebliğ görevini yükleneceklerdir. Bunların kendi aralarında seçtikleri başkan da onlara resuldür, kavme resul değildir ama kendi cemaatine resuldür. Hazreti İsa resuldür ama İsrail oğullarına resul değildir, Havarilere resuldür. İşte burada “resulünâ” demekle her resule tebliğ düşmez. Tebliğ nebilerden yani âlimlerden oluşmuş ve Kur’an üzerinde birlikte çalışanların başkanına düşer.

Demek ki şimdi Kur’an üzerinde çalışıyoruz. Akevler Yenibosna toplantılarına katılanlar ve Akevler web sitesinde yazanlar nebilerin görevini görüyorlar. Bunlar sıralama usulü ile kendilerine resul seçmelidirler. Bu resul 40 ile 60 yaşlarında biri olacaktır. Bu çalışmaya katılanlar da 10 kişiyi geçmelidir.

İşte onlar sıralama yapacaklar ve onların seçtiği kimse Allah’ın resulü olacaktır. Bunlar bir apartman yapacaklar ve oraya taşınacaklardır. Orada bir kat âlimlerin katı olacaktır. Onlar kendi başkanlarını seçeceklerdir.

İşte onların sıralama usulü ile seçtiği kimse Hazreti İsa gibi resuldür. Bu resulün diğer cemaate olan resullüğü sadece tebliğden ibarettir. Kendisinin başkan olması değil, bir başkanlarının bulunmasını tebliğ gerekiyor. Bu âyetin tebliği yapılacaktır.

Alâ” görevi ifade eder. Yani böyle bir resule belağ düşer.

Henüz on âlim olamamış ve aramızda sıralama yaparak bir başkan seçememişsek, henüz içimizde böyle bir resul yoktur demektir.

“Ey resul sana inzâl olunanı tebliğ et” emri bu sûrede geçmektedir.

Nebilere tebliğ görevi verilmemiştir. Nebiler söyler, isteyen dinler isteyen dinlemez. Ama nebilerin vârisleri olan âlimler kendi aralarında Hazreti İsa benzeri bir başkan seçerler, o başkan tebliğini yapar. Kendisi ben başkan olayım demez, arkadaşları onu başkan yaparlar. “Talip olunmaz verilir” hadisinin manâsı budur.

Mübin” açıklayan demek, ispat eden demek, kanıtlayan demektir.

Erbakan sadece kendisinin ispat edebildiği şeyleri açıkladı. Açık belağ yaptı. Eksiklik; kavil ile fiil arasında bir uyum yoktu. Erbakan’ı arkadaşları başkan yaptılar. Sonra rücu etmeye kalkıştılar. O zaman da o onları dinlemedi. Demek ki bu âyete göre doğru yapmıştır. Resul olduktan sonra o kimseyi biat etmeye zorlamaz ama başkanlığını da bırakmaz. “Resulümüz” diye kendisine izafe etmesi de bundandır. Benim de yakından tanıdığım arkadaşlar Erbakan milletvekili olunca Erbakan’a gidiyorlar, bazı şartlarla başkan yapacaklarını teklif ediyorlar. Erbakan bir gün sonra onların şartlarını kabul ediyor. Başkan oluyor. Bunlar altı kişidir. Sonra baskı geliyor, vazgeçiyorlar. Hasan Aksay’ı zorluyorlar ama Erbakan kabul etmiyor. Hasan Aksay da Erbakan’a itaat ediyor. İşte Erbakan böylece resul oluyor. Ebubekir’i halife yapan Hazreti Ömer’dir. Mustafa Kemal’i devlet başkanı yapan Kazım Karabekir’dir. Buradaki resulün diğer resullerden farkı, Kur’an’ı tebliğ etmeyi gaye edinen cemaatin başkanıdır. M. Kamalak başkan seçilmiştir. Ona muhalefet caiz değildir. Önce Oğuzhan seçilmişse, sonra Kamalak seçilmişse, o zaman Oğuzhan haklıdır. Önce Kamalak ittifakla seçiliyor. Sonra Oğuzhan taraftarları ikilik olsun diye Oğuzhan’ı ortaya çıkarıyor. Yapılan mescidi dırardır. Ama Kamalak’ın da Oğuzhan’ın da gayesi İslâmiyet değil imkanlara vâris olmak ise zaten onların reisi Allah’ın resulü değildir. Fatih de makam ve para için babasının yerini almak istiyorsa Allah’ın resulü değildir. Sadece resul olabilir.

Mü’minlere yol göstermek için bunları yazıyorum.

Saadet Partisi Erbakan’ın partisi ise bu böyledir. Artık ne Fatih’in ne de Oğuzhan’ın ona muhalefeti caiz değildir. Ben bunları onlara mektup yazarak bildirdim. Seçimden önce gönderdim. Bunları söylerken ben söylemiyordum. Madem ki Saadetçiler Erbakan’ın yoluna değil de varlığına vâris olmak istiyorlar, mü’minlerin ve Adil Düzen Çalışanlarının o partide yerleri olmaz. Biz onlara muhalefet etmeyiz ama Adil Düzen Çalışanlarının orada yeri olmaz. Ama bunu Arif Ersoy da anlamıyor. Kamalak da ayrılıp ayrı parti kurmalıdır yahut ben başkan oldum deyip Erbakan gibi siyasete hakim olmalıdırlar. Kendisi Oğuzhan’ın emrine girerse o Allah’ın resulü olamaz, Oğuzhan’ın resulü olur. Ama ben başkanım der de partisinden Oğuzhan’ı uzaklaştırırsa, o zaman o Allah’ın resulü olur. Oğuzhan da kendisi derhal bu davadan vazgeçmelidir. Nitekim Hz. Ali vazgeçmişti.

الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (92)

(eLBeLAĞu eLMuBIyNu)  

“Mübin belağ vardır.”

Evet, demek ki resul olan âlim olmalıdır.

Bizim Erbakan’a siyasette biat etmemiz onun âlim olmasından ileri gelmiştir. O “Adil Düzen”i âlimlerden öğrendi, ondan sonra da tüm dünyaya iblağ etti. Şimdi bu görev Saadet Partisi’de kalacaksa Kamalak’ın öğrenmesi gerekir. Kamalak buna tenezzül etmiyor yahut Oğuzhan’ın emrinden çıkamıyor. Fatih de ilerde bu görevi yüklenebilir. Onun da her şeyi bırakıp “Adil Düzen”i, Kur’an’ı ve Matematiği Arapçasıyla öğrenmeye başlaması gerekir. Babasından daha çok “Adil Düzen”i bilmesi gerekir. Eğer bunlar buna talip değilseler o zaman partileri Ak Parti’den başkası değildir. İsteyen oyunu onlara verir, isteyen oyunu Ak Parti’ye verir. Ama Adil Düzen Çalışanları on kişi olduktan sonra kendilerine bir başkan seçeceklerdir. O başkan Allah’ın resulü olacaktır. Onlar mübin belağı yapacaklardır.

Belağ” marifedir. “Mübin” ile tavsif edilmiştir. Hâl değildir. O da “Adil Düzen”dir. İstanbul Akevler’deki çalışmadır. İzmir Akevler için söyleyeceklerimiz de Saadet Partisi için söylediklerimizdir. Biz bunların hiçbirine muhalefet etmiyoruz. Sadece “Adil Düzen”in bunlarla gerçekleşeceği ümidi çok azdır diyorum.

***

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

(LaYSa GaLav elLaÜIyNa EAvMaNUv Va GaMiLUv elÖAvLıXAvTı)

“İman etmiş ve salihatı amel etmiş kimseler için (cunah) yoktur.”

Bu âyet belki en çok tartışılan âyettir. Yorumu yapılamamaktadır.

Zorluk nerden gelmektedir?

1- Üç defa “âmenû” geçmektedir; bunların ayrı ayrı manâlarının olması gerekir.

2- Üç defa “ittika” geçmektedir; bunların ayrı ayrı manâlarının olması gerekir.

3- İki defa “salih amel” geçmektedir; bunların ayrı ayrı manâlarının olması gerekir.

4- İki defa “Sümme” geçmektedir. “Sümme” bir aralıktır. Üç durum ve iki aralık olmak üzere beş devre anlatılmaktadır.

Bu devreler nelerdir, neyin devreleridir?

Bu hususun tahlili gerekmektedir...

Bundan önceki açıklamamızdan sonra, son durum tahlilinden sonra bu âyete şöyle manâ verebiliriz.

Önce buradaki safhalar “Adil Düzen”i kuranların geçirdikleri üç safhadır, bir de bunlar arasındaki iki fetrettir. Demek ki mübin belağın oluşması bunun için kurulmuş olan kooperatif veya parti veya vakıf üç safha geçirme durumundadır.

Bu safhaların neler olacağı üzerinde düşünmemiz gerekir...

Diğer önemli husus; burada yemelerinde diyerek bu âyet diğer dört safhayı anlatırken yemelerinde cunah yoktur demektedir. Demek ki İslâmî tebliğe girişirken Allah rızası için imkanlar ortaya çıkar. Bunlar sizin tasarrufunuza verilir. Başlangıçta cebinizden harcarsınız ama sonra bol imkanlar doğar.

O imkanlardan siz yararlanabilir misiniz?

Bu husus Akevler’de de Millî Görüş’te de ortaya çıkmıştır. İzmir Akevler’deki imkanlar az olmakla beraber aynı statüdedir. Birçok insan bize sırf İslâmî birer site kuracağız diye katıldı. Namaz kılmayan arkadaşlarım vardı. Beni desteklediler. Ben bunları 63 yaşıma geldiğimde arkadaşlara devrettim, ondan (1990’dan) sonra hiçbir müdahale yapmadım. Onlar da şimdiye kadar o emaneti korudular. Kırk senelik emeklerine karşılık ondan yararlanma hakları var mıdır yok mudur? İşte bu âyet bunu anlatmaktadır. Millî Görüşçüler içinde de durum budur. Erbakan’a tüm dünya büyük imkanlar sağladı. Şimdi o bırakıp gitti. Vârislerinin veya arkadaşlarının onlardan yararlanma imkanları var mıdır? İşte bu âyet bunu anlatıyor. Ben bunu AK Parti için söylemiyorum. Çünkü AK Parti cari düzen partilerinden biridir. Kuruluşları İslâmiyet’i tebliğ veya getirme olmadığı için bu âyet onlardan bahsetmemektedir. Ama Akevler ve Millî Görüş’ü ben yakından takip ettiğim ve bildiğim için söylüyorum; İslâmiyet’i insanlığa tebliğ için kuruldular ve bugünkü seviyeye gelindi.

Gerek Millî Görüş’te gerekse Akevler’de Allah rızası için yer alan cumhur vardır. Onların içinde kendi çıkarları için katılanlar da vardır. Onlardan bazıları haklarını isterler, bazıları da başkalarının haklarını da kendilerine katmak isterler. Yöneticilere düşen isteyenlere haklarını vermektir. Fazlasını vermemeye çalışmalıdırlar. Ama bunun için sonuna kadar uğraşmak gerekmez. Allah onlardan hesabını sorar. Malın peşine düşerek asıl görevi ihlal ve ihmal etmemek gerekir. Erbakan’ın bıraktıkları için çekişenler vardır. Akevler’de böyle bir şey yoktur. Olsun olmasın, fazla titizlik göstererek zamanımızı oralarda harcamamamız gerekir. Ben bunu M. Kamalak ve Fatih Erbakan’a da söylüyorum. Bırakın ganimeti isteyenler paylaşsın. Allah’ın zenginliği bitmemiştir, size daha iyisini verir. Siz eğer Erbakan’ın izini takip edecekseniz “Adil Düzen”e sahip çıkın. Bunun için de “Adil Düzen”i Akevler’den öğrenin. Erbakan öğrendi, ayıp olmadı da, size hiç ayıp olmaz...

Şimdi de İstanbul’da çalışan arkadaşlarımız da yokluk içinde bu çalışmaları yapmaktadırlar. Bir gün gelecek bunların ellerine de buraya katılanların ellerine de milyonlar geçecektir. O zaman bunların bu imkanlardan ne kadar yararlanma hakları olacaktır? Bu âyet bize bunun hükümlerini ortaya koymaktadır. Bu varsayımımızın doğru olup olmadığını anlayabilmemiz için âyete devam edeceğiz, bakalım bize ne gibi bir açıklama yapacaktır.

Ellezîne” ile başlamaktadır. Başka âyette “Ellezîne” geçmemektedir. Burada bahsedilen bir temsildir, bir işe başlayıp da bir yere getirenlerdir.

Kimlerdir bunlar?

Akevler’in kurucuları ve Millî Görüş’ün kurucularıdır. Bu kuruluşlara yokluk zamanında katılanlardır.

İşte burada “iman etme” demek, İslâmî bir sistemin/sitenin oluşması için katılanlar ve İslâmî bir partinin oluşması için katılanlardır. Birinci iman budur.

Amel-i salih” de katılıp burada bu iş için işbirliği içinde amel edenlerdir.

El-Salihât” dişi kurallı çoğuldur ve marifedir. Yani Akevler için veya Millî Görüş için çalışanlar demektir. İkisinin ortak hususları vardır, Adil Düzen Çalışanları demektir.

Amel-i salih, Akevler Kooperatifi için çalışmadır, Millî Görüş için çalışmadır. F. Gülenciler için de durum böyledir. Ben kurulurken var olup sonuna kadar ilişkiyi kesmediğim için bu ikisinden bahsediyorum. Diğerleri hakkında bilgim yoktur. F. Gülen’den ve Abdullah Aymaz’dan başka onlar içinde etkin olup geçmişte ilişkilerim olan kimse de yoktur. Şimdi İstanbul Akevler’e katılmış olanlar da bunlardandır.

جُنَاحٌ

(CuNAXun)

“Cunah yoktur.”

Cunah” kelimesi bir yasaklığın olmadığını bildirir, aynı zamanda  yapılması gerektiğini de bildirir.

Dolayısıyla “Adil Düzen” için çalışan arkadaşların bu maksatla Allah rızası için sağlanan imkanlardan yararlanmalarında bir cunah yoktur, hattâ yararlanmalıdırlar. Örnek olarak mutfak masrafları ortak fondan karşılanmalı ve yemek pişirildikten sonra hazır olanlar yemelidirler. Buraya katılanlar iman etmişlerdir ve amel-i salih işlemektedirler. O halde bu imkanlardan yararlanma hakları olduğu gibi yememezlik yapmazlar. Sofraya oturmalıdırlar.

Safa ve Merve bu hükmün delilidir. Orada da “cunah yoktur” denmektedir. Ama orada sa’y vacip olmaktadır. Burada da durum budur.

Gerek Akevler’in gerekse Millî Görüş’ün imkanlarından aşağıdaki şartları yerine getirmeleri şartı ile yararlanmalarında cunah yoktur; hattâ yararlanmalıdırlar. Yani kendi ihtiyaçlarını gidereceklerdir. İman ve amel-i salihi aksatmamak için yararlanmalıdırlar, imkanları değerlendirmelidirler.

فِيمَا طَعِمُوا

(FıyMAv OaGıMUv)

“Taam ettiklerinde”

Taam etmek” demek yemek yemek demektir. Yani beslenmelerinde bir cunah yoktur. Kendi paylarını istedikleri gibi kullanabilirler. O ayrı ama ortak hesaptan da yiyebilirler. Yemelerinde demekte, başka ücret almalarında dememektedir. İbadetlerde ücret alma yoktur. Haramdır. Sen onlardan ücret istemiyorsun denmektedir. Sadece günlük ihtiyaçlarını gidermede bir cunah yoktur.

Bunlar nelerdir?

Yiyecek, giyecek, barınacak ve dolaşacak için kullanmada mahzur yoktur demektir.

Demek ki bu paralarla kirada isek kira verebiliriz. Bu para ile arabanın bakımını yapabiliriz. Bu para ile eğer imkanımız yoksa elbise yaptırabiliriz. Bunlar tüketim giderleridir. Yetimlerin mallarının gelirlerinden de bu harcamalar yapılabilmektedir. Ama buradan ücret alıp bir daire alamazsınız, biriktirip ayrılırken götüremezsiniz.

Şimdi ister Akevler, ister Millî Görüş’te çalışanlar, yahut F. Gülen cemaatinde çalışanların günlük ihtiyaçlarını gidermeleri kendilerine helaldir, hattâ vaciptir. Para kazanacağız diye ortak maldan kullanmamaları caiz değildir.

Kimler için?

Burada bedenen amel edenler için.

Mâlen destek olanlar ise o yolla cihada katılıyorlar. Onlar haklarını alırlar. Ama burasını kazanç yeri yapmamalıdırlar.

Akevler’e katılanlar dairelerini alırlar, arsalarını alırlar, paralarının değeri korunur ama buradan kâr alıp götüremezler. Burası kâr dağıtan şirket değildir, sermayeye para kazandıran da değildir. Ama ev yapar, üretim yapar, ortakların yaşamalarını sağlar. Akevler’in gayesinde “çalışmada ve yaşamada yardımcı olma” vardır, “servet biriktirmede” değil. Buradaki “Taimû” kelimesi bunu ifade eder. Yoksa “iza ahazû” denirdi.

إِذَا مَا

(EiÜAv MAv)

“…edikçe”

İzâ Mâ” zaman zarfıdır, aynı zamanda şart “Mâ”sıdır. Yani aşağıdaki şartları yerine getirdikçe demektir. “” sürekliliği ifade eder. Yani yararlanma ancak bu şartların devam etmesi şartı ile mümkündür. Sadece “İzâ” geldiğinde bir defa olunca ondan sonra o devam etmez demek olur. Ama şart ile hüküm beraber olmak zorunda ise “Mâ” eklenir.

Adil Düzen Çalışmasına katılacak ve şimdi de o çalışmaya devam etmiş olacaklardır. Bırakmış olanların bundan yararlanma hakları yoktur demektir.

Hakları yoktur derken bunu mefhumu muhalefetle getiriyoruz. Belki hakları vardır ama taam etmeleri vacip değildir de olabilir.

Âyetler yaşanmadıkça anlaşılmaz. Dolayısıyla mefhumu muhalefetle sonuç çıkarmıyoruz. Bu âyetin delaleti ile haklar oluşmaz ama başka sebeplerden haklar oluşabilir.

اتَّقَوْا وَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

(itTaQAV Va EAMaNUv Va GaMiLUv elÖALıXAvTı)

“İttika eder, iman eder ve salih amel eder oldukça …”

İmana salih amel eklenmiştir ve gerek iman gerekse amel-i salih tekrar edilmiştir. İttika şartı getirilmiştir. Bu da ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Yani sıkıntılı hayat geçirilmemelidir. Servet yığmamalıdır ama ihtiyaçlarını eksik etmemelidir.

Bunu kim takdir edecek?

Yine kendisi takdir edecek. İçtihat ve icmalarla oluşacak. Karar verecek ve kararlarına göre herkes kendi ihtiyacını ortak fondan karşılayacaktır. Yalnız kendi şahsi ihtiyaçlarını değil, geçindirmek zorunda olduklarının ihtiyaçlarını da karşılayacaktır. Hattâ çocuklarının okuma masraflarını da ortak fondan karşılayabilir.

İttika” kelimesi eğer Kur’an’da bir yerde geçiyorsa orada içtihatla ve mahalli icmalarla hareket edilecektir demektir. Yani halktan topladıkları cihada katkılarını kullanırken belli ittika içinde değerlendirmelidirler. Onu harcayacaklar ama israf etmeyecekler, başka amaçlarla kullanmayacaklardır. Sözleşmelerinde yazılı yerlerdeki amaçlarda kullanma durumundadırlar.

Burada “iman ve amel-i salih” tekrar edilmiştir. Bundan önceki genel entegre amel-i salihtir. Baştan beri bu işin içinde olmalıdır. Bu ise şimdiki amel-i salihtir. Bir ism-i mevsulün sılası istiğrak içindir, bu ise fiildir. Hâli ifade eder. Yani bu haklardan yararlanmak için şimdi fiilen iman etmiş ve amel etmiş olması gerekir.

Bunun başka mânâsı daha vardır.

O günkü şartlar altında iman ve amel-i salih başka, bugünkü şartlarda başkadır.

O gün amel-i salih partiyi kurmaktı, Akevler sitesini oluşturmaktı. Bugün ise yüz dairelik inşaatlar yapmaktır, amel-i salih.

O gün amel-i salih iktidar olmaktı, bugün ise amel-i salih “Adil Düzen” uygulamasına bir örnek ortaya koymaktır. Şimdi Akevler ve Millî Görüş kadrolarının yaptığı gibi yıllar önceki iman ve amel-i salih değildir. Bugün cari sistemde AK Parti iktidardadır. Kırk sene önceki iman ve ittika o idi. Bugün onun meyvesini devşirmiş bulunuyoruz. Şimdi ise “Adil Düzen”i halk arasına yaymak ve onlara uygulatmaktır.

Onun için bu “iman ve amel-i salih” kavramları tekrar edilmiştir.

O günkü iman İslâm’ın da bir düzen olduğuna iman etme idi.

Bugünkü iman ise o düzenin geleceğine inanmaktır.

O gün köy köy dolaşıp taraftar bulmaktı, dünyaya anlatmaktı; yapıldı.

Bugün ise öğrendiğini göstermedir. Yüz dairelik site kuracağız. Bin dairelik bucak kuracağız. Orada bunları yaşayacağız ve insanlığa göstereceğiz.

Birinci iman ve amel-i salihe katılanların ikincisine katılmaları gerekmez. Ama onların elde edilen varlıklardan ne yararlanma ne de yönetme hakları vardır. Onun için gerek Akevler gerekse Millî Görüşçüler ya yeni iman ve amel-i salihe katılacaklar, ya da ayrılıp gidecekler. Hayır, biz gitmeyeceğiz derlerse kalsınlar. Biz onlarla uğraşmamalıyız. Onlardan bir şey istememeliyiz. Kendimiz yeniden kooperatif kurmalıyız, yeniden parti kurmalıyız.

ثُمَّ اتَّقَوْا وَآمَنُوا

(ÇümMa itTaQaV Va EAvMaNUv)

“Sonra ittika etmiş ve iman etmiş kimseler.”

İkinci “ittika” kelimesi getirilmiş ve burada “amel-i salih” tekrar edilmemiştir. Bundan önceki “iman” imanın devamlığını gösteriyordu ama birinci dönemin imanı idi. İttika o zamanki ittika idi. Aradan zaman geçmiştir yahut dönem değişmiştir. Yani bir fetret devri geçmiştir. 28 Şubat’ta başlayan bu devirle bugüne kadar gelinmiştir. Şimdi yeni dönem başlamıştır. Burada yeniden ittika edeceğiz.

Nedir o “ittika”?

Mirasını devralmaya talip olduğumuz Akevler ve Millî Görüş hareketine zarar vermemeliyiz. Yani biz onların yerine geçmeye, onların yaptıklarını biz yapmaya kalkışmayacağız. Biz yeni göreve talip olmalıyız.

O yeni görev nedir?

“Adil Düzen”in uygulayarak gösterilmesidir.

Akevler devam etmelidir, çünkü o görevini görmüştür ve görevi devam etmektedir.

Biz Saadet Partisi’ne veya AK Parti’ye karşı bir parti kurmamalıyız. Mevcut düzende seçime girmemeliyiz yahut onlarla koalisyon yapmalıyız. Saadet Partisi de madem ki “Adil Düzen”e sahip çıkamıyor, yapacağı iş AK Parti ile birleşmedir. Cihada devam edecekler bize katılmalıdırlar, etmek istemeyenler oradaki görevlere hizipçilik yapmadan devam etmelidirler. Akevler siyasete karışmamalıdır. Nurcular da karışmamalıdırlar. Siyaseti Millî Görüşçüler ve AK Parti yapmalıdır. F. Gülenciler dinî faaliyetlerini yapmalıdırlar.

Yeni Adil Düzen hamlesini İstanbul Akevler yüklenmiştir. Burası devam etmelidir.

İsteyenler o çalışmalara katılsınlar ve devam etsinler, isterlerse buraya gelip “yeni iman ve yeni ittikada” yer alsınlar.

Buradaki “ittika” bizim eskiden yapılmış ve belli merhaleye gelinmiş durumu ifsat etmek değildir. İslâmiyet Yahudiliği ve Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için gelmemiştir. İslâmiyet onların çıktıkları katlara son katı ilave etmiş, binayı kullanılır hâle getirmiş, harap olmaktan kurtarmıştır. Şimdi onlar da kârda biz de. Biz hazır temel bulduk, kat çıkardık. Onlar da parasız çatı buldular ve korundular.

Adil Düzen Çalışanları ne İzmir Akevler’e karşıdırlar ne de Millî Görüş’e karşıdırlar. Onları destekliyorlar ama onların yapmak istemedikleri ileri hamlenin de hazırlığını yapıyorlar.

İkinci “iman” fiilen imandır. “Adil Düzen”e imandır. Faizsiz iş yapmaya imandır. Artık faizli işleri bırakmaya imandır. Amelle birleşmiş imandır. Yeni imandır çünkü  mevcut faaliyetteki düzenden ümitlerini kesip Adil Düzen işletmelerine dönme kolay değildir. Daha bu işe başlayamadık. Ahşap Evler denememiz yarım kaldı. Bakkal/market denemelerimiz yarım kaldı. Portmanto/mobilya üretim ve pazarlama denememiz yarım kaldı. Şimdi yüz dairelik denemeyi başlatıyoruz. Kimse kulak vermiyor. Yani henüz amelî iman Adil Düzen çalışması da gelmemiştir. Dr. Mete Beyi İslâmî hastahaneye fikren de getiremiyoruz.  

İşte üçüncü “iman” budur. Adil Düzen Çalışanları yeniden iman edecekler, İslâmî düzenle de yaşamanın mümkün olduğuna inanacaklardır.

Bugünkü durumumuz budur.

O halde ne yapmalıyız?

Kooperatif içinde bir ortaklık kurmalıyız. Buna iman edenler ortaya çıkmalıdır. İki kişi ile başlamalıyız. İstanbul’daki inanmış firmalara gidip kendilerini ortak etmeliyiz. Onlardan istediğimiz, Adil Düzen Çalışanlarını işyerlerine alsınlar, yarım iş gününde çalıştırsınlar ama tam yevmiye versinler. Geri kalan yarım günlerinde bunlar “Adil Düzen”de çalışsınlar. Bu arkadaşlarımızın onlara iki günlük iş yaptıklarını çalıştırdıklarında göreceklerdir. Bunun için benimle bu firmalara gidecek inanmış insan arıyorum. Yeni iman böyle başlayacak. M. Zübeyir Erol böyle bir iş yapmaya hazırdır sanıyorum. Bize böyle bir işletme bulunuz. İş Yenibosna civarında olsun.

Burada amel-i salih kelimesini tekrar etmedi. Çünkü bu ikinci iman zaten amel-i salihin kendisidir. Yani bu denemede insanlar amel-i salihe inanacaklardır.

ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا

(ÇümMa tTaQaV Va EaXSaNUv)

Sonra ittika ettiler ve ihsan ettiler.”

Demek ki bu çalışmamız da zorluklar içinde olacaktır. Birinci dönemdeki çalışmalarda geçirdiğimiz sıkıntıların fazlasını da yaşayabiliriz. Yüz dairelik inşaatları yaparken aleyhimizde çok çetin faaliyetler olacaktır. Çünkü sömürenlerin sömürme düzenleri bitecektir. Onların elinde şimdi büyük imkanlar vardır. Hattâ Millî Görüşçüleri kullanarak onlara zulüm yaptırabilirler. Onun için “Sümme” getirilmiştir. 28 şubatlar gelebilir ama bu 2002 baharını müjdeler. 28 Şubat Darbesi olmasaydı, M. Yılmaz ve B. Ecevit hükümetleri denemesi olmasaydı, AK Parti bugün iktidarda değil hayatta bile olmazdı. Millî Görüş’ün direnmesi sayesinde beş senelik “Sümme”den sonra 2002 geldi. İleride de buna göre bir “Sümme” gelecektir. Bu sünnetullahtır. Ondan sonra III. bin yılın “Adil Düzen”i kurulmuş olacaktır.

Üçüncü “İttika” burada yeniden gelmektedir. Bu üçüncü dönem “Adil Düzen”in kurulduğu dönemdir. Buradaki tehlike, bu sefer zaferi kazananların birbirlerine düşerek savaşmalarıdır. Sahabeler bile bu durumdan kendilerini kurtaramadılar. O gün çıkan kavgaları hâlâ sürdürüyoruz. Humeyni geldi de Şiileri saldırıdan vazgeçirdi, Erbakan geldi de Sünnileri düşmanlıktan vazgeçirdi de 1400 sene önce başlayan savaş bugün sona ermiş görünüyor. Hâlâ Irak’ta izleri var, hâlâ Türkiye’de istismar edenleri vardır. Akevler bu hususta büyük adım atmıştır. Harun Özdemir bizzat onlarla beraber olarak bu sorunu çözmüş görünüyor. “Adil Düzen” gelmedikçe ocaklar ve bucaklar hukukunu yerleştirmediğimiz süre zarfında huzursuzluklar olacak ve yine “Hüseyin!” diye ağlayacaklardır. Hüseyin 1400 sene önce öldü. Şimdi yaşayacak değildir. Bugün ağlamanın manâsı nedir?..

Demek ki birinci “ittika” kamu mallarını harcarken yapacağımız ittikadır.

İkinci “ittika” ise cihat yaparken mevcut olan müesseseleri yıkmama ittikasıdır.

Üçüncü “ittika” ise kuracağımız müessese içinde çatışmadan ittika etmedir.

Üç dönem nedir?

Birincisi Mekke dönemidir.

İkincisi Medine dönemidir.

Üçüncüsü ise müçtehitlerden sonraki dönemdir, bin yıldan fazla sürmüştür.

Burada imandan bahsetmemektedir. Çünkü artık kazanılan zafer nedeniyle herkes mü’min olmuştur. “Adil Düzen”e inanmayan kalmamıştır. Gayba imana gerek yok çünkü gayb şuhut hâline gelmiştir. Bakara’daki “gayba iman ederler”in mânâsı burada çok daha açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Tevrat dönemi, İncil dönemi ve Kur’an dönemi de böyle dönemlerdir.

Bu dönemin ameli salihi “ihsan”dır. Düzen kurulmuş, herkes mevcut düzende kurallara göre hareket etmektedir. Artık amel-i salihin dışına çıkmak mümkün değildir. Orada yapılacak tek şey işi güzel yapmadır.

İhsan etme” iki manâya gelmektedir. Biri, başkasına ikram etme demektir. Anne babaya ihsan etme böyledir. Yapılan işi güzel yapmadır. İşe sadık olma demektir. Kaliteli mal üretme demektir. O zaman da kamudan kamu görevleri yapanlar paylarını alacaklardır. O zaman da yine ittika edilecektir. Bütçeler dengeli yapılacaktır. Belki bir asır sonraki uygulamalarımız için bugün içtihat yapmıyoruz. Kıyas yoluyla o zaman uygulayacağımızın bazısını bugün uyguluyoruz.

Fiil cümlelerinden sonra “Ve” harfi ile isim cümlesini getirmiştir. Hâl cümlesidir. Gramerciler fâli fiile takdim etmezler. Takdim edilirse o fail olmaz, o mübteda olur. Cümle fiil cümlesi olmaz isim cümlesi olur. Burada da isim cümlesidir. Onun için hâldir. Demek ki gramercilerin kuralı isabetlidir.

وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (93)

 

“Allah muhsinleri hubbeder.”

Hubb” karşılığını beklemeden onun için iyilik istemektir. İhsan edenler yani işlerini iyi yapanlar demektir. Bu ne zaman olur? Düzen iyi ise insanın çıkarları toplulukta istenenleri yapma olur. Dolayısıyla herkes çıkarı olduğu için iyi yapar. Halbuki düzen kötü ise kişilerin çıkarı ile topluluğun çıkarı çatışır. O zaman müslimlere mazeret ortaya çıkar, zaruret sebebiyle haramlar helal olur. Ama mü’minler için durum böyle değildir. Onlar kötü düzeni değiştirmek için savaşırlar ve kendi çıkarlarından vazgeçerler. İşte Allah bunlardan mallarını ve canlarını satın almıştır. Muhsinlerin muhabbetli olduğu düzeni kurmak için çalışırlar. Bunların âhiretteki dereceleri müslimlerin üstündedir.

Adil Düzen Çalışanlarına müjdeler olsun; Allah onların satılmayan çürümüş mallarını ve ölümlü hayatlarını satın alarak onlara eskimeyen cennetteki kasırları vermiştir, ölümlü hayatlarını ölümsüz hayat yapmıştır. Düşünelim; yaşlanmışız, artık ölmek üzereyiz. Küçük çocuklarımız var, torunlarımız var, yetim kalmışlar. Biz onlara bakıyorduk. Şimdi biz öleceğiz. Mallarımızı işletecek kimse yok, satacak kimse yok. Mallarımız yok pahasına satılsa bile yine o çocukların karnını doyurmuyor. Beklemediğimiz zamanda biri geldi, sağlık sigortamızı yaptı, mallarımızı da değer fiyatının on misli fazla parasıyla aldı.

İşte mü’minlerin ticareti böyle bir ticaret.

Böyle bir imkan her zaman olmaz. “Adil Düzen” geldiği zaman artık insanların çıkarları ile çevrenin çıkarı eşit olmuştur. İman gücüne ihtiyaç kalmaz, çıkar paralelliği zaten ihsan yaptırır.

Muhsin” kurallı erkek çoğul gelmiştir. Bir topluluğu ifade eder. Muhsinler bucağı öyle bir bucaktır ki o bucakta herkes kendi çıkarına çalışır. O topluluğun da çıkarı olmaktadır. Ona göre de fazla pay alır. Herkes adalet ister.

Öğretmen arkadaşımız Emine Hocaoğlu sınıfa kızmış, not mu istiyorsunuz demiş, herkese yüz vermiş ama kendisi de dahil kimse memnun olmamış. Ama kararını değiştirme daha kötü olduğu için değiştirmiyor.

İşte muhsinlerin sınıfı öyle sınıftır ki orada herkes adil not alır, herkes adil olduğuna inanır. Bugün maalesef böyle değildir. Öğrenci hakkına razı değil, öğretmen de hakkı vermede çeşitli sebeplerden dolayı adil davranamıyor.

Bugün biz muhsinlerin bucaklarında yaşamıyoruz, biz mü’minlerin odasında yaşıyoruz. Yarın mü’minlerin ocağını kuracağız. Daha sonra mü’minlerin bucağını kuracağız. Sonra da dünya muhsinlerin bucakları ile dolacaktır. Mü’minlerin cihadına gerek kalmayacaktır. Bin sene sonra bizim uygarlığımız yaşlanacak. Şeriat düzeni hayat düzenine uymadığı için herkes fetvalarla bugün içinde olduğu cehennem hayatını oluşturacak. O günün mü’minleri ortaya çıkıp yeni İslâm düzenini getireceklerdir.

Şimdi burada akla başka bir şey gelmektedir.

İhsan nedir?

İslâm nedir?

İslâm barış düzenidir. İnsanlar birbirleriyle savaşmadan hakemler kararına uyarak yaşarlar. Ama günlük hayatlarında ihsan düzeninde olmayabilirler. İnsanlar adil bölüşüm yapmayabilirler. Sömüren-sömürülen düzeni devam eder. Faiz verenler vermeye razıdırlar. Sömürenler de memnunlar, dolayısıyla savaş yoktur. Ama onların bucakları muhsinlerin bucağı değildir. Müslimlerin bucağıdır. Muhsinlerin bucağında ise adil bölüşüm vardır. Muhsinlerin bucağını kurmak demek, Kur’an düzeni ile yaşayan bir bucak kurmak demektir. Bizim yüz dairelik apartmanlar bunu yapacaklardır.

Nasıl yapacaklardır?

O dairede onun altında çalışan insanlar kirasız oturacaklar. Kira işyerinden karşılanacak. Muhsin olmayanlar orada kâr edemeyeceklerinden ayrılıp gidecektir. Kim muhsinse o gelecektir. Yani bu işi “hicret demokrasisi” sağlayacaktır.

Evet, zor anlaşılan bu âyet bize birçok yeni şeyleri öğretti, “muhsinler sitesini” şimdi öğrendik, şimdi yazarken öğrendim...

Kur’an nimetine karşı ne kadar şükretsek bir günü bile karşılayamayız.

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 60

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَيَبْلُوَنَّكُمُ اللَّهُ بِشَيْءٍ مِنَ الصَّيْدِ تَنَالُهُ أَيْدِيكُمْ وَرِمَاحُكُمْ لِيَعْلَمَ اللَّهُ مَنْ يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ (94) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْتُلُوا الصَّيْدَ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ وَمَنْ قَتَلَهُ مِنْكُمْ مُتَعَمِّدًا فَجَزَاءٌ مِثْلُ مَا قَتَلَ مِنَ النَّعَمِ يَحْكُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ هَدْيًا بَالِغَ الْكَعْبَةِ أَوْ كَفَّارَةٌ طَعَامُ مَسَاكِينَ أَوْ عَدْلُ ذَلِكَ صِيَامًا لِيَذُوقَ وَبَالَ أَمْرِهِ عَفَا اللَّهُ عَمَّا سَلَفَ وَمَنْ عَادَ فَيَنْتَقِمُ اللَّهُ مِنْهُ وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (95(

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYu Ha elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar!”

Bu sûrenin başında “Ey iman edenler…” diye başlamış, müteakip âyette de yine “Ey iman edenler…” denmiştir. Burada da “Ey iman edenler…” diyerek 94’üncü âyette tekrar av ile ilgili hükümlere geçmiştir.

“Sayd/av” kelimesi Kur’an’da yalnız bu sûrede geçmektedir. İkisi birinci ve ikinci âyetlerde, diğerleri 94, 95 ve bunlardan sonra geçen âyetlerde geçmektedir. Bu sûre 120 âyettir. Demek ki altıda beşinden sonra tekrar avlanma ile ilgili âyetlere dönmüştür.

Kur’an’ın konuları böyle dağıtmış olmasının hikmeti; avdan bahsederken sadece avdan bahsetmiyor, av örnektir. Üretim sisteminden bahsediyor. Helal ve haramlardan bahsetti. Birçok konulardan bahsetti. Şimdi de avlanma konusuna tekrar dönerek o anlatılanların hepsinin avla ilgili olduğuna işaret etti.

İnsanı tekrar ele alalım. İnsan diğer canlılardan farklı varlıktır. Diğer canlılardan hiçbiri topluluk olarak tek tip değildir. Aslan sürüleri dolaşırlar. Her alanda aslan sürülerine rastlanır. Ama en çok işte o birlikte hareket eden aslanlar topluluk oluşturmuştur. İnsanlar ise yeryüzünde tek topluluk hâline gelmişlerdir. Ümmet-i vahide olmuştur. Diğer taraftan da insanlık alt topluluklara ayrılır, iç içe topluluklara ayrılır. İnsanlık yani nâs kavimlere, kavimler şa’blara, şa’blar kabilelere ve kabileler aşiretlere ayrılır. Nihayet kişi de kendi kişiliğini korur. Yani;

  • Kişi bir taraftan bu birliğin üyesidir.
  • Diğer taraftan herkes özgürdür.

İnsan/kişi sabahleyin işe gittiği zaman topluluğun üyesidir ama akşamleyin evine döndüğü zaman ise özgürdür. Aile hayatı içinde yaşamaktadır. Kademe kademe insanlığın baskısı kalkmış, kendi eşiyle çocukları ile ikili ilişkiler içindedir. Toplulukla olan ilişkisi daha çok ekonomi ile ilgilidir. Yani insan çevreden yararlanırken topluluk içindedir, topluluğun üyesidir. Çevreden uzaklaşınca da özgürdür.

Sûre “akitleri yerine getirin” ile başlamıştır. Topluluğun sözleşmelere dayandığını ifade etmektedir. Bu sûrede iki defa geçmektedir. Yeminsiz akitler ile yeminli akitlerin hükümlerini bu sûrede anlatmaktadır.

Şimdi de “Ey iman edenler…” diye yeniden av ile ilgili hükümlere geçmektedir.

Toplulukların sözleşmelere dayanarak oluşacağı hükmünü istidlâl edebiliriz. Önce on civarında aile bir araya gelip bir “ocak” oluşturmaktadır. Ailenin 3 ile 10 arasında kişiden oluştuğunu kabul edersek, 30 ile 100 arasında kişi bir araya gelerek aşiretlerini yani ocaklarını kurmaktadırlar. Burada sosyal hayat yaşanmaktadır.

Yüz kadar ocak yani bin hane bir araya gelip  topluluk oluşturmaktadır. Bunlar bir “kabile”dir, bir “bucak”tır. Çünkü bunlar her gün iş hayatında birbirleri ile karşılaşmaktadırlar. Yüz kadar kabile birleşerek bir “şa’b”i yani “il”i oluşturmaktadır. Yüz kadar “şa’b” da bir “kavim”i yani bir “devlet”i oluşturmaktadır. İnsanlık da yüz kadar kavimden oluşmaktadır.

İnsanlar beş vakit namazı aşirette/ocakta kılarlar ve sosyal hayatlarını ona göre düzenlerler. Haftada bir kıldıkları cuma namazıyla ve cuma imamı ile de ortak üretme hususunu düzenlerler. Ortak üretimi Kur’an “avlanmak” ile anlatmaktadır. Avlanmanın özelliklerine göre avlanma önce ortak alanda yapılmaktadır, özel mülkiyetin olmadığı yerlerde yapılmaktadır. İkincisi de genellikle avlanma birlikte yapılmaktadır. Bugün avcılıkla geçinme çok nâdir hâle gelmiştir. Kur’an’da avlanma örnek olarak seçilmiştir. Demek ki insanlık doğru istikamette yol almaktadır.

لَيَبْلُوَنَّكُمُ اللَّهُ بِشَيْءٍ مِنَ الصَّيْدِ

(La YaBLuVanNaKuMu elLAvHu Bi ŞaYEin MiNa elÖaYDi)

“Allah sayd etmekten bir şey ile sizi belv edecektir.”

Belv etmek” bileylemek, bilemek, yıpratmak anlamındadır. Sürterek alıştırma da bilemedir. Bir şeyi aşındırarak yarayışlı hâle getirme demektir.

Sayd” kelimesi eğer isimse, marife geldiğine göre yakaladığın avın cüzünde sizi imtihan edecektir anlamı çıkar.

Bunun uygulamadaki anlamı şudur. Bir alan düşünelim. Buranın otları vardır. Otları bize besin olan yabani hayvanlar otlarlar. Bir alanın besleyebileceği hayvan sayısı bellidir. Ondan çok hayvan ürerse otlar yetmez, hayvanlar zayıf hâle gelirler. Doğada onları kurtlar yakalar ve böylece azalırlar. Bu sefer otlar çoğalmaya başlar. Hayvanlar semirirler, güçlenirler, kaçarlar; kurtlar onları yakalayamaz. Sürüler çoğalır, kurtlar açlıktan ölürler. Doğadaki denge böyle devam eder.

İnsanlar ortaya çıkınca kurtları ve ayıları avladılar, bunlar kuzular için tehlike teşkil etmez oldu. Onların yerine insanlar hayvanları avlamaya başladılar. İnsanlar onları avlayamazlarsa zayıflamazlar. Dolayısıyla doğal denge oluşmaz.

İnsanları avlanmada dengede tutmamız için bir düzen geliştirilmelidir. İşte bu düzende avlanan hayvanların bir kısmı topluluğa ait olur. İşte avdan bir cüz, bilinen bir cüz kamuya ait olur. İmtihan edilen cüz burasıdır. Yoksa nekire gelirdi. Bu payın miktarı ayrılarak, avlanmanın ekonomik değeri düşürülerek, avlanacak hayvanların sayısı dengede tutulur.

Bir şeyin” diyor ve şeyi nekire getiriyor. O halde imtihan konusu farklı olabilir. Yasaklar birden fazladır demektir. Konan yasaklar değişik olabilir. Örnek olarak günde üç hayvandan fazlası avlanmasın, şu yaştan küçük olanı avlanmasın, şu mevsimlerde avlanmasın, şu yerlerde avlanmasın, şu cins avlanmasın gibi yasaklar konabilir. Şeyin nekire gelmesi bu yasaklar maslahata göre konacaktır demektir.

Usulde mesalihin delil olup olmadığı tartışılır. Yani biz hükümleri yararlara göre mi koyacağız? Hanefiler ve Şafiiler kabul etmezler, Malikiler ve Hambeliler kabul ederler. Bize göre illetlerin tesbitinde mesalih geçerlidir ama hükümlerin tesbitinde mesalih geçerli değildir. Çünkü illetler hükümden öncedir, hikmet yani yararlılık hükümden sonradır.

Burada haram olanın illetini tesbitte mesalihten yararlanacağız. Yani en uygun düzeni koyacağız. Bugün de avlanmaya birtakım yasaklar getirilmektedir. O yasakların konacağını ifade etmektedir. Şu kadar var ki bunlar için kurallar konur. O haramların dışına çıkınca kişi keffaretini verir ama kişinin arkasına polis takılmaz. Zorunlu cezalar da verilmez. Herkes o yasaklara kendisi ‘bunlar topluluğun yasakladığı şeydir, uyayım’ der ve o sebeple uyar.

Sizi belv eder” diyerek, size mâni olunmaz, siz serbestsiniz ama haram işlemiş olursunuz demektedir. Kişi bu tür fiilleri işler ve keffaretini vermezse, gizli tutarsa ne yapılacaktır, ne ceza verilecektir? Âyetlerin sonlarına doğru ve bundan daha sonraki âyette bununla ilgili hükümler vardır.

Buradaki “Allah” kelimesini âlemlerin rabbi olarak alırsak, böyle yapanların dünya ve âhirette azaba duçar olacağı şeklinde yorumlayarak, bu şekilde tefsir yapanlar tefsiri kolaylaştırmakta, dünyevi hükümleri de rafa kaldırmaktadırlar. Biz fıkhî yorum yapmaktayız. Dolayısıyla buradaki “Allah” kelimesini O’nun halifesi “topluluk” olarak anlıyoruz.

Lam” harfi tekit ve sonunda teşdit nunu ile elbette belv edecektir demesi topluluğun buna ait tedbirleri alması gerektiğini ifade etmektedir.

İnsanların özgürlüğüne dokunmamak gerekmektedir. Ancak topluluğun hayatı tehlikeye girdiği zaman artık insanların özgürlüğü değil topluluğun varlığı tercih edilir. Yani topluluğun çıkarı ile kişinin çıkarı söz konusu olduğu zaman kişinin çıkarı tercih edilir. Ama topluluğun varlığı ile kişinin varlığı söz konusu olduğu zaman ise topluluğun varlığı tercih edilir. Savaşta şehit olmanın anlamı budur. Topluluk kişinin çıkarlarını korumak için vardır ama kişiler de topluluğun varlığını korumak için vardırlar.

İmtihan şekli nasıl olacaktır?

Kişiyi serbest bırakıyorsun, baştan müdahale etmiyorsun, fiili işledikten sonra cezalandırıyorsun. İmtihan yaptığınız kimseye yazarken şöyle yaz böyle yaz demiyorsun. O kendisi istediğini yazar ve sonra ona göre not verirsiniz. Avlanma konusunda ve bütün işler konusunda baştan müdahale etmiyorsunuz. Herkes ne istiyorsa onu yapıyor. Yaptıktan sonra karşılığı ne ise onu veriyorsunuz. İyi iş yapmışsa iyilikle karşılarsınız, kötü bir iş yapmışsa kötülükle karşılarsınız.

Sayd” kelimesini masdar olarak aldığımızda o zaman marifedeki cüzi teb’iz manâsı başka şekil alır. O zaman da avlanma esnasında siz imtihan edilirsiniz anlamındadır.

Birlikte hareket etmede kurallara uyma konusunda imtihan sözkonusudur. Yani üretimde nasıl birlik sağlanacaktır? Üretim de savaş gibidir. Nasıl namazı birlikte kılıyorsak, üretim yaptığımızda da aynı şekilde emir-komuta zinciri içinde hareket etmek zorumdayız. İnsanlar birlikte davranmak istemezler. İşte imtihan orada da kendisini gösterecektir.

Genel kural şudur. Her işin bir sorumlusu olacaktır. İşe o sorumlu kumanda etmektedir. Nasıl namaz kılarken imama itaat ediyorsak, işte de ona öyle itaat edeceğiz yahut namazı terk edip gideceğiz. İmamı paçasından tutup atmayacağız, o rükua giderken biz ayakta kalmakta direnip öyle kalmayacağız. Bu da yine ortak iş yaparken neler yapmamız gerektiğini bize öğreten bir şey olur.

“Istıyad” kelimesi de masdardır, “Sayd” kelimesi de masdardır. Sayd etmek başkası için de yapılır yani avları satarsınız veya bağışlarsınız. İstiyadda ise kendi ihtiyacınız için sayd edersiniz. Bazı fiiller vardır ki onları kendiniz için yaparsanız helaldir. Onları elde edip başkasına devretme haramdır.

تَنَالُهُ أَيْدِيكُمْ وَرِمَاحُكُمْ

(TaNAvLUvHu EaYDiKuM Va RiMAvXuKuM)

“Yedlerinizin ve rumhlarınız ona ulaştığı halde”

İnsanlar yola çıktıklarında azık alırlar. Belli mola yerlerine vardıklarında orası için ayırdıkları kısmı yerler. İşte buna “nevale” denir. “Nail olmak” demek, istediği yere ve şeye ulaşmak anlamındadır.

Elinizin ve rumhlarınızın ona ulaştığı sayd veya şey. Eğer zamiri şeye gönderirsek o zaman bu cümle sıfat olur, sayda gönderdiğimizde hâl olur. Hâl cümlelerinde zamire gerek yoktur. İki ihtimal da aynı derecede mevcuttur. Eydiniz veya rimahınız onu avlamıştır. Avlamayı avcıya değil de araca yaptırmaktadır. Yani aracı fail yapmıştır. Bu takdirde “eydiyküm” kelimesi “enfüsüküm” demektir, siz doğrudan avladınız anlamında olur; “rımahınızın avladığı” dendiğinde köpeklere veya avcı kuşlara avlatılanlar anlamına gelmiş olur. Bu manâyı verişimizin sebebi “eyd” ve “rimah”ın “küm”e izafe edilmesi ve onların fail yapılmasıdır. “Tenalûhu bi’l-eydi ve bi’r-rimahi” denmiş olsaydı hakiki manâsı olurdu. Burada başkasının elleri ile yapamazsınız veya başkalarının âletini kullanamazsınız gibi bir işaret var gibi gelir.

Burada “ev” (veya) değil de elleriniz ve araçlarınızın nail olduğu seylerde sizi Allah belv ediyor denmektedir. Bu avlanılacak alanlara işaret etmektedir. İkisi aynı araç olduğundan “ve” kullanılmaktadır. Bu bir tek şeyi tarif etmektedir.

Rumh” mızraktır. Mızrak ucuna yaralayıcı sert demir benzeri şeyler konan sopadır.

Koşarak hep bir arada ava yaklaşılır, sonra birlikte fırlatılarak av yaralanarak öldürülür. Birlikte iş yapmanın en ileri teknolojisidir. Aynı hızla ekip olarak koşacaksınız. Böylece mızrağı hızlandıracaksınız. Sonra birlikte kollarınızla atacaksınız. Tepki enerjisi ile siz duracaksınız, mızrak ise çok hızlanmış olarak mermi gibi çarpacaktır.

Ortak üretimde bu önemli örnektir; uyumlu hareket.

İşte buradaki imtihan bu hareketi yapmadır. Birlikte üretim yapmadır. Başka âyetlerde salih amel diye bahsediyor, burada da amelin salih olması için bir örnek olarak işaret ediyor.

Burada insanların aralarında bölüşürken haksızlık etme değil, bölüşürken yani topluluğun hakkını ayırırken haksızlık etmeden bahsetmektedir. Ortak üretimde ürünler bölüşülürken orada temsilcisi bulunmayan kamunun payındaki hakkın tesbitinde insanlar imtihan edilmektedir. Bugün bile vergiler beyana göre verilmektedir. İnsanlara çalışırken her hangi sıkıntı yaratacak bir vergilenme yapılmaz. Araba durdurulmaz. Kontroller yapılmaz. Sonradan soruşturma yapılabilir.

لِيَعْلَمَ اللَّهُ مَنْ يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ

(Li YaGLaMa MaN YaPAvFuHUv BiLĞaYBi)

“Gaybde kimin O’ndan korktuğunu Allah bilsin diye.”

Bu cümledeki “Li” harfi “LeYebluvenne”ye mütealliktir. Lam-ı ta’liliyedir. Yani sizi neden imtihan eder? Burada cevaben bilmesi için denmektedir. Bilmenin faili Allah’tır. “Men” ise “Yehafu”nun failidir, “Ya’leme”nin de mef’ulüdür. Fiildeki müstetir zamir “Men”e racidir. “Yehafuhu”daki “Hu” zamiri Allah’a racidir. “Bilgaybi” “Yehafu”ya mütealliktir. “Bi’l-Gaybi”deki “Ba” “Fî” manâsındadır.

Sizin gaybde Allah’tan kimin korktuğunu bilmesi için belv eder.

Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Zamir gönderilmemiştir. Demek ki bundan önceki “Allah” kelimesi ile buradaki “Allah” kelimesinde farklı maksat vardır. Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz. Biri, âlemlerin rabbi Allah’tır. Diğeri de O’nun halifesi olan topluluktur. Birincisine topluluk manâsını verdik. Buna âlemlerin rabbi manâsını vermek gerekir. Bu mümkün değildir. Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah’ın bilemediği bir şey yoktur ki bilmesi için böyle yapılıyor. Buradaki Allah’ın onun halifesi olan insanlar olduğu açıktır. Yukarıdakine de âlemlerin rabbi manâsını verdik.

O halde buradaki fark nerdedir?

İç içe topluluklar vardır. Bucaklar Allah’ın halifesi olan topluluklardır. İller de Allah’ın halifesi olan topluluklardır. Eğer topluluktan kasıt birinde bucak, diğerinde il ise; yahut birinde il diğerinde ülke ise o zaman izhar edilir.

Buradan şunu öğreniyoruz ki;

-Bucaktaki üretimden ilin payı vardır.

-İldeki üretimden ülkenin payı vardır.

-Ülke üretiminden insanlığın payı vardır.

Bunu merkez denetlemez. Halkın yani onların kendi rızaları ile verilir. Murakıplar, denetleyiciler yoktur. Herkes iş yapar. Sonradan tahkik yapılır. Önceden gözetleme yapılmaz.

Yehafu” yani korkmayı tahlil edersek, gelecekte olacaklardan endişe edilmektedir. Çocuk sokağa çıkarsa araba çarpar. Bundan korkup çocuğu sokağa çıkmaktan alıkoymak bir korkunun eseridir. Bir de üzerine saldırmakta olan bir canavarın seni yok edeceğinden korkmaktır. Yani haldeki bir olaydan korkmadır. Toplulukta temel kural şudur. Kişiyi tamamen serbest bırakacaksın. Çocuk hariç, akıl hastası hariç diğer insanlar hür ve özgürdürler. Biz onlara baştan müdahale etmeyiz. Elinden silahı almayız. Polis iyidir vatandaş kötüdür diyemeyiz. İnsanlar daima aynıdır. Her meslekte ve her yerde iyi insan ve kötü insan vardır. Kimin ne yaptığını toplum bilmez. Kişi önce fiil yapacak sonra o fiil sabit olacaktır.

Kişiye baştan büyük sorumluluklar yüklenmez. Önce serbest bırakılır. Eğer başarı ile değerlendirirse ondan sonra onun görevleri, yetkileri ve sorumlulukları yükseltilir. Yani insanın bilgisini imtihanla tesbit edersin, rüştünü imtihanla ortaya koyarsın. Ama insanın ruhi yapısını bilemezsin.

Buradaki “gayb” kişinin görünmediği yerde işlediği şeylerin yanında beyninde olanı bilmemizdir. Dolayısıyla kişileri adım adım serbest bırakır, onun yetkisini çoğaltırız. Bu belvdir. İmtihan, insanda mevcut kabiliyetin tesbitidir. Bir günde yaptığın imtihanla tesbit edersin. Belv ise denemelerden elde edilir. Biz insana tahsiline göre kredi açıyoruz, başarırsa kredisini yükseltiyoruz.

فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ

(FaMaN iGTaDAv BaGDa ÜAvLiKa)

“Bundan sonra kim i’tida ederse.”

Buradaki “Fa” harfi yukarıda anlatılanlara işaret ederek hükmü genişleterek koymaktadır. Yukarıda iki olay anlatılmaktadır. İnsanlara ibtila edileceği yani sınanacağı, diğeri de gaybda Allah’tan havf edenlerin bilinmesi olayıdır.

Burada “bundan sonra kim i’tida ederse” deyince; ya imtihandan sonra kim i’tida ederse anlamındadır yahut bizim onu bilmemiz için ibtila ettiğimizi bildikten sonra kim i’tida ederse demektir. İ’tida iki taraftan olur. Ya imtihan edilen i’tida eder ya da toplulukta bu yetkiyi kullananlar i’tida eder. Yani insanlar suç işlemeden onları yetkililer men etmeye kalkışırlar ya da imtihan edilen imtihanda haklarına razı olmaz daha fazlasını ister. Ne olursa olsun, kim i’tida ederse, ister görevli, ister avlayan yani üretici olsun kim i’tida eder de şeriat dışına çıkarsa denmiş olmaktadır.

Değişmez kural budur; hukuk düzeninde herkes şeriata göre hareket eder, kendi içtihadına göre hareket eder, kimse kimseye karışmaz. Fiil işlendikten sonra mağdur olanlar yargıya çıkarlar ve hakemlerden oluşan yargı ne karar verirse onlar gönül rızası ile uyarlar. Asker ve polis uymayan olursa devreye girer. Hukuk düzenine uymayan topluluktan uzaklaştırılır veya başka ceza verilir.

فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ (94)

(FaLaHUv GaÜABun EaLIyMun)

“Onun için elim azab vardır.”

Herkes gaybda hareket edecektir yani kendi başına hareket edecektir. Kimsenin başına polis dikilmeyecektir. Herkes topluluğa karşı gelmekten çekinecektir. Herkes bilecek ki ben topluluğa ihanet edersem beni var eden âlemlerin rabbine ihanet etmiş olacağım, ben dünyada ve âhirette onun hesabını veririm.

Azab” kelimesi ceza anlamındadır. Türkçedeki ceza karşılık demektir. Azab ise insana eziyet etmektir, ona acı vermektir. Yaptığının karşılığını tattırmaktır. Gayesi dünyada caydırıcılıktır. Âhirette onu kötü huyundan vazgeçirmektir. Beyindeki programları düzeltmektir. Kur’an’da değişik azab şekilleri geçmektedir. Bu âyetlerin üzerinde çalışarak ceza şekilleri ortaya koymak gerekmektedir. Azab insanın acı duyması demektir. Caydırıcılıktan çok ıslah edicidir. Caydırıcı cezalar halkın içinde gerçekleştirilir. Halk onu görür ve fiili  işlemekten vazgeçer. Azab için böyle bir şart yoktur.

Azap daha çok sürgün sitelerinde uygulanır. Onlar için bucaklar kurulur ve oraya sürülür, orada çalışır ve yaşar. Yukarıda anlatılan suç vergi kaçırma gibi fiillerdir. Kişiler bunu işlerlerse farklı işlemlere tâbi olacaklardır. Borcunu ödeyemeyenden borçlanma özgürlüğünü kaldırıyoruz.

Bu tür insanlara ne getireceğiz?

Örnek olarak bunların ancak denetimli iş yapmalarına izin verilir. Bunlar artık bağımsız iş yapamaz, kendileri kendi içtihatları ile iş yapmazlar. Beyanları yetmez. Bugünkü kontrollü hayatı uygularız. Burada azab kelimesi nekre getirilmiştir, bunlara uygulanacak ceza tanımlanmamıştır, görevlinin insafına bırakılabilir.

Bizim bu husustaki içtihadımız, hukuka uymayanları hukuk dışı hâline getirmedir. Sürmek ve sitelerden uzaklaştırmadır. Bu sürme sürgün sitelerine olabilir.

İçimizden biriniz azab âyetlerini konu yapan bir doktora yapmalıdır. Hangi tür fiillere ne tür cezaların uygulanacağı hususu ortaya konmalıdır.

***

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHalLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Bu sûrenin başında ey iman edenler akitleri yerine getirin denmiş, arkasından avlanma âyetlerini ey iman edenler diyerek getirmiştir. İki âyette arka arkaya ey iman edenler denmiştir. Burada da aynı şeyi tekrar etmektedir. İade edilmesi muhatapların farklı olmasından ileri gelir. Ey iman edenler dendiğinde bucak halkına hitap etmektedir. Bana göre bu il, ülke veya insanlık halklarına hitap olabilir yani muhatap değişince hitap tekrar etmiş olur. Orada akitleri yerine getirmekle saydı, aynı âyette anlattı. Sûre üzerinde ilerledikten sonra orada anlatılanların manâsını daha iyi anlamaya başladık. Akitleri yerine getirmekle avlanmak arasındaki ilişki şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Biz bir kurala veya kurallara uyarız. Bu kurallar akitlerle doğar ama hayat yalnız kurallarla değil aynı zamanda o kurallar içinde emir komuta zinciri içinde birlikte hareket etmemiz gerekir. Bu da daha çok üretimde gereklidir. Üretimde kişi istediği zaman topluluğu terk eder. Terkten dolayı zararları sonra hakemlerin kararıyla öder. Ama savaşta savaşı terk yoktur. Terk eden derhal öldürülür.

Sayd birlikte iş yapmaya bir örnek olduğu için anlatılmaktadır, üretime örnektir.

Bundan önce avlanmanın genel hükümleri konmuştur. Bir de yabancıların yani taşralıların avlanması sözkonusudur yani yabancıların iş yapmasıdır. Burada şu sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bir kimse kendi bucağında istediği semte gidip iş yapabilir. Orada istediği alanda avlayabilir. İş hayatı ocaklar arasında bölüşülmemiştir. Avlanma kuralları içinde kaldığı müddetçe sen hangi semttensin diye sormayız. İlçe merkez bucağında oturanlar ilçe içinde diğer ilçeler dahil her yerde iş yapabilirler yani avlanabilirler. Taşra bucağa gidip avlanamazlar. Yani ilçe merkez bucaklarında oturanlar taşra bucaklarda ancak izinli iş yapabilirler. Oysa taşra bucaklarında oturanlar ilçe merkez bucaklarında avlanabilir yani iş yapabilirler. Bu duruma da bazı kayıtlar getirilebilir. İşte  taşradan gelip ilçe merkezlerinde iş yapanlar için kurallara uymak zorunda olanlar hurumda olanlardır. Yani taşra bucaklarından merkez bucaklara gelip gidecekler için bazı işleri yapma yasağı konabilir. O yasak olanları yapmazlar. Yaptıkları takdirde vergi vermek zorundadırlar.

Şöyle açıklayalım. İlçe merkezinde devamlı iş yapanlar ürettikleri malları işletme ambarlarına koyarlar. Vergilerini oradan öderler ama taşradan gelip geçici olarak çalışanlar ürettikleri malların vergisini vermek zorundadırlar. İşte bunların verecekleri vergi burada tanımlanmaktadır. Bu yasak her şey için değildir. Vergiye tâbi mallar için geçerlidir.

Burada vergi konusunda yeni sorun çıkmaktadır.

1) Emekten vergi alınmaz.

2) Kiradan vergi alınmaz.

3) Taşıma araçlarından vergi alınmaz.

4) Hava, deniz suyu gibi sınırlı olmayan doğal kaynaklardan vergi alınmaz. Dolayısıyla bunları taşralılar yapsa da hiçbir yasaklamaya tâbi değildir.

Vergi:

1) Madenler gibi sınırlı kaynaklardan üretim yapanlardan, ormanlardan odun toplayanlardan, avlananlardan alınır.

2) Merada yayılan hayvanlardan.

3) Bir çevrede  ticaret yapanlardan.

4) Kamunun kredisini kullanıp iş yapanlardan alınır.

Taşradan gelen kişi vergiye tâbi işler yapmayacaksa ihramlı dolaşır ve ondan herhangi bir vergi talep edilmez. İstediği zaman vergi mükellefi olur, kayıt yaptırır. Onlar artık her türlü işleri kurallar içinde yaparlar.

لَا تَقْتُلُوا الصَّيْدَ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ

(LAv TaQTuLuv elÖaYDA Va EaNTuM XuRuMun)

“Hurumda iken saydı katletmeyin.”

Evet, taşradan gelip vergiye tâbi olmayanların oradaki doğal kaynaklardan yararlanarak iş yapmaları yasaklanmaktadır.

el-Sayd” burada marife gelmiştir. Yani hangi işlerin yapılmayacağı, ne yapmanın  taşradakiler için meşru olmadığı oradaki yönetim tarafından belirlenmiş olması gerekir. Hazreti Muhammed; “Mekke’yi İbrahim harem yaptı, Medine’yi de ben harem yapıyorum.” demektedir. İşte, hac ile ilgili hükümler bize bu taşra ile merkez ilişkilerini öğretmektedir. Bir ilçe merkez bucağının hükümlerini koyarken işte bu sayd yasağına kıyas ederek koymalıyız.

“Hurum” kelimesi nekre gelmiştir. Her yerin hurum şekli ayrıdır. İl içindeki ilçe sakinleri başka ilçelerde iş yapabilirler. Çünkü onlar ilin vergi mükellefidirler. Taşra bucak sakinleri il vergi mükellefi olmadıkları için onlar için ihramdan çıkma vardır. Başka illerden gelenler için ise müste’men hükmü uygulanır. Yani il sakini birisinin ortağı olarak iş yaparlar. Vergi mükellefiyeti ortağın olur.

Bu hükümler “Adil Düzen Anayasası”nda yer almamıştır.

Sizlerin bunları yerlerine yerleştirmeniz gerekir.

Taşra bucaktakiler vergi mükellefi olarak kaydolup tüm ilçe merkezlerine doğrudan iş yapabilirler. Bu hükümler bölge merkezleri için de geçerlidir. Ülke halkı oraya gelip ülkeye vergi vermek şartı ile her işi yapabilir. Başka ülkeden gelip Türkiye’de iş yapabilmesi için Türkiye’de bir Türk ile ortak olması gerekmektedir. İş yapmamak şartı ile dolaşmak için sadece bir vatandaştan dayanışma iznini almak zorundadır.

وَمَنْ قَتَلَهُ مِنْكُمْ مُتَعَمِّدًا  

(Va MaN QaTaLaHUv MiNKuM MüTaGamMiDan)

“Teammüden onu sizden kim katlederse.”

Ceza hukukunda bir prensip vardır. Bir şey suç sayılıyorsa, kanunda ona karşı bir ceza konmuş olmalıdır. Konmazsa hukuki hiçbir değeri yoktur. Anayasamızın 24’üncü maddesine göre dini istismar etmek suç sayılmıştır. Bu madde kaldırılmamıştır ama ceza kanununda maddesi olmadığı için cezalandırılamıyor. Oysa siyasi partiler kanununda ceza maddesi olduğu için siyasi partiler kapatılabiliyor.

Peki, teammüden öldürmenin cezası nedir?

Eğer dünyevi ceza konmamışsa, o nehy edilmiş olsa da yönetim cezalandıramaz. Burada katl teammüden olmalıdır. Avlanırsa denmiyor da “katlederse” deniyor. Öldürmediği müddetçe avlanma cezaya tâbi değildir. Bir kimse korkutma amacıyla birine silah atsa ama kişi yaralanmazsa ona ceza verilmez. Sadece tehdit hükümleri geçerlidir. Kişi o adamı öldürse kısas yapılmaz, ağır diyete dönüşür. Çünkü kişi nefsini müdafa etmiş olur.

Kasden öldürmesi gerekir. Hataen öldürse o zaman ona bu ceza verilemez. Beraatı zimmet asıldır. Yani mefhumu muhalefetten değil de başka âyetlerin delaletinden bu hükmü istidlâl ediyoruz. Burada bu hüküm ihramda olanlar için konmuştur ama diğer zamanlarda eğer orada o hayvanın avlanması yasaksa veya o mevsimde yasaksa kıyas yoluyla bunların hepsine uygularız.

Karadeniz ormanlarında kara yemiş denilen bir yemiş vardır. Tüm ormanlarda bulunur. Belli mevsimlerde olgunlaşır. Bazı ağaçlar biraz erken olgunlaşır. Oranın sakinleri belli tarihe kadar kara yemişin toplanmasına yasak koyabilirler. Günü gelince herkes ormana dalar ve toplamaya başlar. Kim ne toplarsa. Bugün balık avcılığı için bunu yapıyorlar. Biri daha önce avlanırsa onu cezalandırmıyoruz. Sadece değerini öder. Böylece ister avlarda ister ormanlardan yararlanan kimseler, bedelini ödemek şartı ile her zaman avlanabilirler.

فَجَزَاءٌ مِثْلُ مَا قَتَلَ مِنَ النَّعَمِ

(Fa CaZAEun MiÇLu MAv QaTaLa MıNa elNaGaMi)

“Cezası naamdan katlettiğinin mislidir.”

Ceza” karşılık demektir. İyiliğin cezası iyiliktir, kötülüğün cezası da kötülüktür. Kur’an’da iyiliğin cezası iyiliktir denmektedir. Kötülük için de kimseye yaptığından fazla ceza verilmez. Affedilebilir.

Buradaki ceza yasağı işlemenin karşılığıdır. O halde katlettiği haram değildir. Yani bir kimse yasak mevsimde balık avlamışsa o onun malıdır. Sadece bedelini karşılık olarak verecektir. Keffaret olarak değil karşılık olarak verecektir. Değerinde demektir. Hayvanı değil de değerini verecektir.

” ism-i mevsuldür.

Naam” nimetin çoğuludur. Nimet masdar değil ism-i meful manâsında sıfat-ı müşebbehedir. Müfred marifelerden “Min” gelirse cinsin beyanı olur. “Min” cezanın muteallakı olabilir yahut kateleye muallık olabilir. Katla raci ise tebyin-i cins içindir. “Mislu” cezanın sıfatıdır yahut bedelidir.

Bazı malların piyasada değeri vardır, bazı malların piyasada değeri yoktur. Mesela yerli koyunların değerleri piyasada bellidir ama avlanan yabani koyun için değer yoktur. Onun değeri ona denk değeri olan hayvanla yapılacaktır. Yani fiyatlarda kıyasla değer tesbit edilebilir. Bir malın değeri nasıl tesbit edilecektir?

يَحْكُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ

(YaXKuMu ZaVAy GaDLin MiNKuM)

Sizden adl sahibi iki kişi hükmeder.”

Burada “yakdiru” denmemiş de “yahkümü” denmiştir; yani sadece avlanan avın değerini tesbit etmeyecek, ödenecek miktarı tesbit edecektir. Bu para olabilir yahut oranın şeriatına göre başka bir şey olabilir. Değer de onun bedelinden ziyade az veya çok olmak üzere oranın şeriatında belirtilmiş olur.

Genel olarak bugün avcılık veya toplayıcılık yerine tarımcılık ve çiftçilik yapılmaktadır. Kur’an avcılığı kıyasen toplayıcılığı esas almaktadır, usul kabul etmektedir. Doğa en iyisini yapar. Tarımda ve hayvancılıkta bir dejenerasyon vardır. Dolayısıyla onlar asıl değildir. Ormanlarda zararlı hayvanlar vardır. Biz onları ayıklarız yani onların bizim ormana girmesine izin vermeyiz. Bunun en basit tedbiri tüm ormanı yabani hayvanların giremeyeceği şekilde çevirmektir. Ondan sonra da sürüyü serbest bırakmaktır. Ormanda otlayıp dursunlar. Gece dinlenecekleri kapalı yerler yaparız, gelip yatarlarsa yatarlar. Oralarda ek yemler de verebiliriz ama onları ormanlarda avlarız. Kaçamayanları ayıklarız. Bitkilerden de işe yaramayan zararlı otlar vardır, onları ayıklarız, kalanını serbest bırakırız. Ormandan istediğimizi toplarız.

İşte burada avlayan veya toplayanlar, elde ettikleri miktarın değerini vakfa öderler. Vakıf onların ortak işlerini görür, alanı da korur.

Burada nekre olarak “iki adl sahibi” denmektedir. Bunun anlamı şudur. Onlar adl sahibi olacaklar, çok kimselerden iki kişi olacaktır. Biz bunları 5’ten az olmamak ve 20’den fazla olmamak üzere sayılandırıyoruz. Adl sahibi deyince de onlara ehliyet verilecek yani siz adl sahibisiniz denecektir. Bunu kim verecektir? Adl sahibi olmak ahlaklı olmayı gerektirdiği için ahlâkî dayanışma ortaklıkları verecektir.

Minküm” diyor. Demek ki bu o harem içinde olanlardan olacaktır. Dolayısıyla başka beldeden birileri gelip de orada tesbit yapamaz.

هَدْيًا بَالِغَ الْكَعْبَةِ

(HaDYaN BaliĞa eLKaGBaTi)

“Kabe’ye baliğ bir hedy olarak.”

Burada “Kabe’ye baliğ” denmektedir.

Kabe” bir binanın adıdır. Küp şeklinde olduğu için Kabe denmektedir. Mekke’de Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapılmıştır. Hâlâ durmakta ve milyonlarca insan onun çevresinde dolaşmaktadır. Burası aynı zamanda Mekke’nin merkezidir. Onun çevresinde Mescid-i Haram vardır. Kabe’nin içi artık namaz için kullanılmamaktadır.

Kabe” kelimesi Kur’an’da iki defa geçmekte, ikisi de bu sûrede geçmektedir.

Her bucağın bir merkez mescidi olur, Cuma namazı buralarda kılınır. Burası merkezdir. Buranın yönetimi vardır. Yönetim bir işletmedir. İşte gelirler buraya verilir. Vergiler burada toplanır. Bu cezalar da burada toplanır. Ne var ki takdir devlet memuruna ait değildir, adil sahibi iki kimseye aittir. Bu adil sahiplerini de kişi kendisi seçer. Onların takdir ettiği miktarı öder. Kendi beyanına bağlıdır. Yani kişi ben bunu avladım der. İki diplomalı kişiye takdir ettirir. Onu bucak bütçesine öder. Burada Kabe’den bahsettiği halde biz vakfına yani kamu bütçesine gönderir dedik.

Her bucakta bir beytü’l-mal olacak. Mallar oraya verilecektir. Tarım kentlerinde hayvanların konup beslendikleri yerler de olacaktır. Mesela, örnek olarak benim on koyunum var, yazın meralara yayıyorum. Kış geliyor, evde beslemem gerekir. Bu zor olur. Semtin ortak ağılı olur. Onlara tartarak veririm. Diyelim ki on koyunum var, 200 kilo geldi. Teslim ederim. Bakma masrafı olarak ilkbaharda 150 kiloluk koyun isterim. Böylece ortak bakım yapılmış olur. Yahut onlar kışın etlik olarak kesilmiş olur ama ilkbaharda yenileri alınıp verilir.

Kabe’ye baliğ hedyden bahsettiğine göre Kabe’de bu iş olmayacaktır ama onun mülhakında olacaktır. “Hedy” demesinden anlıyoruz ki sonra aynen iade edilmeyecek, aynı değerde kiloda başka hayvan iade edilecektir. Mekke yönetimi de kendi hayvanlarını bu ambara teslim edecektir. Biz ekonomik hükümler koyarken kent için kolay düşünüyoruz. Oysa hayvancılıkta ve sebzede bu işler nasıl olacak?

İşte Kur’an bu âyetlerle bize bunları öğretmektedir.

أَوْ كَفَّارَةٌ طَعَامُ مَسَاكِينَ

(EaV KafFARatun OaGAMu MaSAKİyNa)

“Yahut keffaret vardır, miskinleri doyurma.”

Yukarıda hedyden bahsetmiştir. Burada miskinin it’amından bahsetmiştir. Nekre olarak getirilmiştir. Sadece takdir için getirilmiştir. Kıyas yoluyla yoksullar vakfına verilecektir demektir. Buradaki “Ev/veya” sayd edeni muhayyer bırakabilir, zava adli muhayyer bırakabilir yahut Mekke yönetimi istediği hükmü koyar anlamındadır. Birinci derecede tercih yapma bucak yönetimine aittir, ikinci tercih bilirkişilere aittir. Onlar tercihlerini yapmazlarsa, mükellef kendisi tercihini yapar.

أَوْ عَدْلُ ذَلِكَ صِيَامًا

(EaV GaDLu ÜAvLiKa ÖıYAvMan)

“Yahut buna adl savm vardır.”

Buradaki “Zalike” yoksulu itama gitmektedir. Bir yoksulu bir gün doyurma bir gün oruca tekabül etmektedir. Bunu diğer keffaret âyetlerinden biliyoruz. Yemin âyetinde “gücünüz yetmezse” demiş ve orucu zaruret yapmıştır. Burada “gücü yetmezse” dememiş ama bunları keffaret olarak isimlendirmiştir. Yani hedyi ibadet yapmış, bunları keffaret yapmıştır.

Dolayısıyla zımnen istita’a vardır.

Önce Kabe’ye göndereceği hedy var, sonra fitre var, sonra ise oruç vardır. Bununla beraber zenginler için para ödemek kolay olduğu için oruç da diğerlerinden öne çıkabilir. O zaman buradaki “Ev/yahut) hakemlere kalmış olur. Endülüs’te böyle bir fiil işleyen hükümdara oranın âlimi ‘senin köle azat etmen bir şey değildir, sen oruç tutacaksın’ diye fetva vermiştir. Bu âyete kıyas yapmış olabilir.

لِيَذُوقَ وَبَالَ أَمْرِهِ

(Li YaZUvQa VaBAvLa EMRiHIy)

“Emrinin vebalini zevk etsin diye.”

Burada zamirle gelmiş olan emir marifedir ve katletmesini ifade etmektedir.

Kur’an’da zevk insanın bir işte duyduğu tattır. Bu kötü de olabilir iyi de olabilir.

İnsanın bedeni vardır, ruhu vardır.

Bedende dört meleke vardır, dışarıdaki olayları ruha ulaştırır. Bunlardan biri hislerdir, beş duyu olarak bilinmektedir. Ağrı ve açlık gibi iç duyular da vardır. İkincisi hafızadır. Hafıza beyindedir, bilinç dışıdır. Bilgileri saklar, insan istediği zaman beynine gönderir. Üçüncüsü harekettir. Beyin emir verir, beden yapar. Dördüncüsü sözlerdir. Beyin emir verir, ağız da söyler. Bundan başka insanın ruhunda dört meleke daha vardır. Bunlardan biri bilinçtir. Ben şimdi kendimi biliyorum, yazıyorum. İkincisi ise zekadır. Yapacak bir şey hakkında emir verirken zekaya dayanarak veririm. Bilinçli bir makina yapılamadığı gibi zeki bir makina da yapılamaz. Zeki bilgisayar olmaz. Üçüncü ise muhaberedir yani başka ruhlarla beden aracılığıyla da olsa ilişki kurar. Onlarla anlaşır, haberleşir. Dördüncü meleke ise zevk melekesidir. Susuzsam su içtiğimde zevk alırım, susuzluğum gider. Derime iğne yaptırdıkları zaman acır yahut kötü haber beni üzer. İşte bunlar zevktir.

Burada “Vebal” kelimesini kullanmaktadır. “İkab” gibi “ceza” gibi kelimeleri kullanmamaktadır. “Vabil” sağanak yağıştır. Sel hâlinde toprağı alıp götürür. İşlerde vebal ise iyiliği alıp götürmesidir. Cezadan çok kârdan zarardır. Rütbenin tenzilidir. Kur’an’da onlar işlerinin vebalini zevk ettiler ayrıca onlara elim azap verildi denmektedir. Böylece vebal ile azabı birbirinden ayırmaktadır.

Bir kimsenin zarara sebep olması vebaldir, suç değildir. Zararı tazmin eder, cezası yoktur. Bu tür fiiller meşru sayılmaz. Bunların cezası da terfi edilmemeleridir.

عَفَا اللَّهُ عَمَّا سَلَفَ

(GaFav elLAvHu GamMAy SaLaFa)

“Selef olanı Allah affetmiştir.”

Faizde de benzer hüküm vardır. Cezalar, keffaretler de dahil olmak üzere ancak cezalar konulduktan sonra işlenirse uygulanabilir. Daha önce işlenmiş fiillere uygulanmaz.

Burada başka bir şey daha ortaya çıkmaktadır.

Av avladığı halde bedelini ödemeyen insana ne ceza verilecektir?

Yukarıda elim azap dendi. Bize göre bu sürgündür. Sürgünün bir çeşididir. Ne var ki bu cezanın verilmesi ancak fiilen suç işlemeye devam ederse sözkonusudur. Tevbe etmiş, artık böyle bir şey yapmıyorsa onu cezalandıramayız yani sürgüne göndermeyiz. Kıyasen bir kimse gittiği yerde nefsini ıslah etmişse tekrar vatanına dönebilir.

Keffaret cezaları suçu hatırlatmadır. Bir daha yapmamasını sağlamadır. Yoksa ceza değildir.

وَمَنْ عَادَ فَيَنْتَقِمُ اللَّهُ مِنْهُ

(Va MaN GAvDa Fa YaNTaQıMu elLAHu MinHu)

“Kim avdet ederse Allah ondan intikam alır.”

Biri size tokat attı. Siz mahkemeye verdiniz. Hakem kısasa mahkum etti. Siz de ona tokat attınız. Bu intikamdır. Affettiniz, tazminatı aldınız, bu da emrin vebalidir. Siz yararlandınız, o da mâli cezasını çekti.

İşte, av avlayıp topluluğun mallarından hukuk dışı yararlandığın için cezasını ödüyor. Sorun yok. Ödemezse o zaman ona verilecek cezadır.

O halde eğer keffareti vermezse veyahut aşırı derecede tahribata giderse, o zaman onun cezası verilmelidir. Topluluk onun cezasını alacaktır.

وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (95)

(Va elLAvHu GaZIyZun Üuv iNTiQAMin)

“Allah intikam sahibidir.”

Allah” burada iade edilmiştir. Birinci intikam bucak başkanının kararıdır. Hakemlere gidebilir. Yahut hakemlerin kararıdır. İkincisi ise il başkanıdır, çünkü güçlü olan odur, cezaları cebren infaz yetkisi ona aittir.

Burada haber nekre geldiği için Allah’ın zatına değil de Allah’ın halifesine de racidir.

Bucaklarda hukuk düzeni kurulur. Hakemler karar verir. Mahkumlar kendi rızası ile icrayı kabul eder. Taşra bucaklarda zabıta kuvveti yoktur. Zabıta kuvveti yani zorla icra gücü ilin ve il başkanının vardır.

Azizdir” intikam da onun görevi ve yetkisindedir.

Bunlar “Adil Düzen Anayasası” hükümlerindendir.

Savunmayı iller yapamaz. Bu da devletin işidir. Devlet savaş yapar. Askeri yönetimi karşı tarafa uygular. İller ise kişiye uygulayabilir. Başkasına uygulayamaz. Men kişidir. Bunu belirtmek için “Minhu” zamiri kullanılmıştır. Yani kişinin kendisinden, akrabalarından veya dayanışmasından değil. Dolayısıyla ceza dayanışması meşru değildir.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3008 Okunma
2-MAİDE 3
2805 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2088 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2179 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2072 Okunma
6-MAİDE 11-12
2780 Okunma
7-Maide13-15
2216 Okunma
8-MAİDE 16-17
2251 Okunma
9-MAİDE 18-19
1940 Okunma
10-MAİDE 20-26
2479 Okunma
11-MAİDE 27-31
4443 Okunma
12-MAİDE 32-33
2717 Okunma
13-MAİDE 34-37
1977 Okunma
14-MAİDE 38-41
2890 Okunma
15-MAİDE 42-44
2257 Okunma
16-MAİDE 45-47
3517 Okunma
17-MAİDE 48-50
2332 Okunma
18-MAİDE 51-53
2464 Okunma
19-MAİDE 54-56
2878 Okunma
20-MAİDE 57-60
2285 Okunma
21-MAİDE 61-64
2116 Okunma
22-MAİDE 65-67
1999 Okunma
23-MAİDE 68-69
2335 Okunma
24-MAİDE 70-72
2135 Okunma
25-MAİDE 73-76
2373 Okunma
26-MAİDE 77-79
1852 Okunma
27-MAİDE 80-82
2220 Okunma
28-MAİDE 83-88
1826 Okunma
29-MAİDE 89-91
3127 Okunma
30-MAİDE 92-95
2522 Okunma
31-MAİDE 96-100
2448 Okunma
32-Mide 101-103
2503 Okunma
33-MAİDE 104-105
2125 Okunma
34-MAİDE 106-108
2318 Okunma
35-MAİDE 109-110
3174 Okunma
36-MAİDE 111-115
2645 Okunma
37-MAİDE 116-118
2455 Okunma
38-MAİDE 119-120
2114 Okunma

© 2024 - Akevler