MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2367 Okunma
MAİDE 73-76

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 49

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ ثَالِثُ ثَلَاثَةٍ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلَّا إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِنْ لَمْ يَنتَهُوا عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (73) أَفَلَا يَتُوبُونَ إِلَى اللَّهِ وَيَسْتَغْفِرُونَهُ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (74)

 

لَقَدْ كَفَرَ

(LaQaD KaFaRa)

“Küfrettiler”

Leqad” tekrar edilerek Hıristiyanların küfrettiklerini zikretmiştir.

“Ahmet geldi. O sözünde durur.” yerine, “Ahmet geldi, Ahmet sözünde durur.” ifadesinin kullanılması, Ahmet, Ahmet olduğu için sözünde durur demektir. Yani Ahmet’i Ahmet yapan sözünde durmasıdır. Sadece haber verme değil, haberin mutlak olduğu, başka türlü olamayacağı demektir.

“Meryem oğlu Mesih Allah’tır” diyenler küfrettiler.

Nasıl küfrettiler?

Allah üçün üçüncüsüdür demiş olmakla küfrettiler.

Kayseri’de staj yapıyordum. Müftü vaaz ediyordu. “Levlâke levlâke lema halaktü’l-eflâk” diye bir hadis nakletti. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın ben elbette kâinatı var etmezdim” diyor. “Gerçi bu hadis rivayet olarak zayıftır ama mânâ itibariyle sahihtir” dedi.

Bu hadis doğru bir hadis olarak kabul edildiği takdirde büyük çelişki vardır. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın” deniyor. Cümle içinde “fîhim” kelimesi olsaydı, cümleyi yorumlayabiliriz. Yani eğer insan olmasaydı, Biz kâinatı ne diye yaratacaktık, ne işimize yarardı? O halde insan olmazsa kâinat yaratılsaydı ne işe yarayacaktı ki. İnsan mükemmel insan olsaydı kâinatı yaratmazdı. O zaman Hazreti Muhammed benzeri kâmil insanlar olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Bunun makul yorumlanması mümkündür. Oradaki “fihim” zikredilmeyince, Hazreti Muhammed Tanrı’dan daha önce olmuş olur. Tanrı Muhammed’in bir hizmetçisi durumuna düşer. O zaman da Muhammed yaratılmamış olur.

Allah’tan başka kadim bir şey kabul etmek Ehli Sünnette küfürdür.

Hıristiyanlar “Allah Meryem oğlu Mesih’tir, başkası değildir” diyorlar. Bundan önceki âyette Hazreti İsa doğrudan tanrı olmuştur, tanrı Hazreti İsa olmuştur. Hiçbir Hıristiyan ben çok tanrıya inanıyorum demez. Herkes böyle inanır. Ne var ki Hazreti İsa’yı da Hıristiyanlar tanrılaştırır. Burada küfür ise bu çelişkidir.

İnsanların beyni bir bilgisayardır. İnsan beyninin en büyük özelliği sayı saymasıdır. Mantık ve matematik hata etmez gerçeklerdir. Üç sözü 3 sayıya tekabül eder. 3 tane 3 de 9 eder. 3 tane 3’ü yan yana koysak, sonra baştan saysak 9’a varırız. Bir kişi çıkıp da “Hayır, üç tane üç 9 etmez, 10 eder” dese, bu kişi kâfir olur. Çünkü hiçbir insanın aklı 3 tane 3’ün 10 ettiğini kabul etmez. Eğer böyle bir şey iddia ediyorsa o kimse kâfirdir. Bir kimse hem yaratılan hem yaratan olamaz. O halde “Sen olmasaydın kâinatı var etmezdim” sözüne inanıp ısrar eden küfretmiş olur.

Böylece “küfretmek” demek, bile bile bildiğinin aksini iddia etmek demektir. Hıristiyanlar bunun için küfrettiler deniyor.

Burada bir hususu daha açıklamamız gerekir. Bir kimsenin küfretmesi için onun kâfir olması gerekmez. Çünkü çoğu zaman bu küfür düşünmeden kabullere dayanır. Bilinçsiz uyulmaktadır. Söz küfürdür ama söyleyen onu bilerek söylememiştir. Kâfirleri taklit etmiştir. Onun için o kâfir değildir.

Uydurulan hadisi hatiplerimiz hâlâ söyleyip durmaktadırlar. Ama onlar bunun dil mânâsını bilerek değil, sadece onun kıymetini yüceltmek için bunu yapıyorlar. Dolayısıyla gerçekte “sen olmasaydın kâinatı var etmezdim” ifadesinin anlamı küfürdür. Ancak bunu savunanlar kâfir değildir.

Benim bu sözümden birçok mü’min kardeşimiz rahatsız olacaktır. Eğer Allah bu âyeti inzâl etmeseydi ben bu konudan hiç bahsetmezdim. Bu âyet Kur’an’da dururken, ben bundan söz etmezsem, ben de küfretmiş olurum.

Matematik ve mantık bilgilerimizi inkâr ettiğimiz zaman bizim yaşama şansımız kalmaz. Bazen matematiğe ve mantığa inanmak, bazen de kâle almamak ise; bazısına inanıp bazısına inanmamak anlamına gelir. Bunun da ne kadar zulüm olduğu yine Kur’an’da bildiriliyor.

Ben şeriata uymasam, o zaman benim bu sözlerimden rahatsız olun. Ama benim bu söyleneni yanış bulmamda bir çıkarım olmadığına göre herkes biraz düşünsün.

Evet III. bin yıl uygarlığı, İslâmiyet’i hurafelerden arındırmakla doğacaktır. Bunun tek miyarı vardır, Ehl-i Sünnetin usulü fıkhına göre Kur’an’ı anlamak, Kütüb-i Sitte’de olmayan hadisleri de hiç kâle almamak. Kütüb-i Sitte’de olan hadisleri de Kur’an’ın muhkem âyetlerine göre ayıklamak.

Bu sözlerimi özellikle Emin Saraç’a ve Hayrettin Karaman’a söylüyorum. Bunların ehl-i takva olduklarına tüm İslâm âlemi şahittir. Bunlar beni yakından tanıyorlar. Bu sözlerimi onların değerlendirmeleri gerekir. Allah’tan başka kimseden çekinmememiz gerekir.

الَّذِينَ قَالُوا

(elLaÜINa QAvLUv)

“Kavl eden kimselere.”

Bakara’da iman eden kimseler (Ellezine yuminune bil gaybi) ve iman eden kimseler (Ellezine yuminune bima ünzile ileyke) “vav” ile atfedildiği için orada iki grup ayrı ayrı gruplardır. Burada ise “kavl edenler” kelimesi iade edilmiş ama aralarında “ve” harfi getirilmemiştir. Dolayısıyla ikisi de aynı gruptur. İkincisi birincisinin bedelidir. Yani Hıristiyanların kahir ekseriyeti Hazreti İsa’nın tanrılığına kanidir, onun tanrılığını izahta birbirlerinden ayrılmaktadırlar. “Ve Kâlû” denmemiş de “Ellezîne Kâlû” denmiştir.

Kur’an birer örnek alır ve ona dair hüküm koyar, diğerleri ona kıyas edilir.

Burada Hıristiyanlar örnek alınmıştır. Her topluluğun kendine göre küfrü vardır. Kıyas yoluyla onlar da kendi küfürlerini bulmalıdırlar.

Yeryüzünde bugün ilâhi din olarak beş din vardır:

Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve İslâmiyet.

Bunların hepsi tek Tanrı’ya inanıyorlar. Bunların hepsi âhirete inanıyorlar. Dolayısıyla cennetin kapıları hepsine açıktır.

Ne var ki bunların hepsine hurafeler karışmış, içlerinde bâtıl itikatlar yer almıştır.

Bugün elimizde tüm İslâm dinini yani tüm ilâhi dinleri hurafelerden ayıklama gücümüz ve imkanımız vardır.

Bunun için Allah bize iki imkan vermiştir.

Birincisi Kur’an’dır ve onun beyan ilmidir.

Diğeri de müsbet ilimdir. İnsanların her günkü hayatta elde ettikleri kesin sonuçlardır. Üç liradan 3 kilo patates alan kimse 10 TL vermez. Kişi olarak da iki yüzlü olmamalıyız, münafık olmamalıyız. Hayatımızda kabul etmeyeceğimiz bir mantığı dinde de kabul etmemeliyiz. Çok iyi bilmemiz gerekir ki, beynimizdeki matematiği de bize öğreten Allah’tır.

Dinlerden hak dinler vardır, bâtıl dinler vardır.

Acaba hangi din haktır, hangi din bâtıldır; bunun ayıracı nedir?

Babalarımızın dinini hak olarak kabul etmek küfrün kendisidir.

O halde başka aracımız nedir?

İşte, başka araç müsbet ilimdir. Müsbet ilimce teyit edilmiş dinler hak dinlerdir. Müsbet ilmin verilerine uymayan dinler bâtıl dinlerdir. Peygamberlerin mucizelerini görerek onlara inanmak da müsbet ilmin verisidir. Hazreti İbrahim peygamber eğer ateşte yanmamışsa, bu onun peygamber olmasından dolayıdır. Evet, biz Hazreti İbrahim’in ateşte yanmadığını görmedik ama biz Kur’an’ı gördük. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gördük. Kur’an ondan böyle bahsetmektedir. O halde biz de inandık. Bu ilme aykırı değildir. İlme aykırı olan peygamber olmayanların da ateşte yanmayacaklarını söylemektir. Yani peygamberin mucizesini mucize olmaktan çıkarmaktır.

Büyük dinler bir araya gelip ortak üniversiteler oluşturmalıdırlar. Bunlar kendi dinlerinin kitaplarını ilmin ve Kur’an’ın ışığı altında yeniden yorumlayıp ona göre metinler oluşturmalıdırlar.

Bugün artık dinler birbirlerini tanımalıdırlar. Müslümanlar diğer dinleri, diğer dinler de İslâmiyet’i tanımalı, hak din olduğunu kabul etmelidirler. Dört büyük din ve Tevrat dini insanlığın hidayeti olması gerekir. Bunu yapmak zorundayız. Yoksa ateizm mikrobu cenazemizi kaldırtır. Bediüzzaman ve Fethullah Gülen bu adımları attılar. Papalık da bu adımlara katıldı. Diğer dinlerin buna karşı çıkacaklarını sanmıyorum. Şimdi yapılacak iş İstanbul’da dinler arası diyalog için bir kurultay oluşturup yeni adımlar atmadır.

Bunu ilim yapacaktır.

Bana sorarsanız bunu Akevler yapacaktır. Çünkü müsbet ilme göre Kur’an’ı yeniden yorumlayan yalnız Akevler’dir. Akevler bu dinlerin hak dinler olduğunu kabul etmektedir. Hayrettin Karaman ve Emin Saraç buna katılırlarsa, onlar maddi imkanı bulurlar. Kur’an’ı okuyup okuyup geçmemeliyiz. Artık uygulamalıyız.

Bir gün (Ensar Vakfı Genel Merkezi’nde, Vakıf Başkanı / RNE) Ahmet Şişman’ın davetlisi olarak Hayretin Karaman’ın, Sabahattin Zaim’in ve İstanbul Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu bir toplantıdaydık. İslâm âlemini aydınlatacak 100 âlimi bir araya getirelim, onlar da 5 veya 10 âlimi seçsin. Onlar bir dergide yazılar yazsın. Herkes kendi görüşünü yazsın. İslâmiyet artık ele alınsın demiştim.

Benim bu önerim “Demokrasi Kongresi”ne çevrildi, bizi de davet etmediler, sulandırıp önerimizi tarihe gömdüler! Yukarıdaki önerimi de yine tarihe gömmek isterler. Emin (Saraç) ve Hayrettin (Karaman) beyler bu tür münafıkça hareketlere meydan vermemelidirler. Verirlerse Akevler’i katmazlar ama zaten katılmamalıdır da.

إِنَّ اللَّهَ ثَالِثُ ثَلَاثَةٍ

(EinNa elLAHa ÇaLiÇu ÇaLaÇaTin)

“Allah üçün üçüncüsüdür.”

Ebu Hanife Allah’ı tarif ederken, Allah birdir ama sayılardan bir değildir. Ondan sonra devam ediyor; Allah’ın sağı solu, yukarısı aşağısı, önü arkası yoktur. Allah’ın geçmişi ve geleceği de yoktur. O her yerde vardır ama O mekân içinde değildir. O’ndan başka her şey zaman ve mekân içindedir ve mahluktur.

Bu söylenenleri anlamak zordur. Ne var ki bugün varılmış sonuçlar vardır. Bundan 14 milyar yıl önce kâinat yoktu, zaman yoktu, mekân yoktu, madde yoktu, enerji yoktu. Dolayısıyla Allah’a zaman ve mekân izafe etmek mümkün değildir.

Sayı kavramına göre sayıları biz icad ediyoruz. İki türlü sayı vardır. 1+1=2 eden matematikteki sayı vardır. Kur’an’da buna “vahit” deniyor. Bu sayı ile Tanrı’nın bir ilgisi yoktur. Çünkü o tektir ama çoğalan tek değildir. Mantıkta tarif edilen 1+1=1 dir şeklindedir. Tanrı bu birlerden birdir, sayılamaz.

İnsanlar, sayılmayan, ehad olan bir kavramı kolayca kavrayamadıkları için onu çoğaltmışlardır. Kâinatı Allah olarak gören tabiatçılar bu ayırımı bilememektedirler. Allah bir bütündür. Parçaları yoktur. Oysa kâinat atomlardan oluşmaktadır. Bugün kâinatın atomlardan oluştuğu da kesinleşmiştir.

İşte, kelamcılar hâlik ile mahluku ayırmışlardır. Hâlik ehaddır, mahluk ise vahitlerden oluşmaktadır. Yani sayılan şeylerden oluşmaktadır. Sayıların başka bir özelliği de kesir sayılar olmasıdır. Her sayının cüzü vardır. Cüzlerin toplamı bir etmektedir. 3*1/3=1 eder.  0 ile sonsuzun çarpımı =1 edebilir. Zihnimizde 0 ve sonsuz vardır. Ama gerçekte kâinatta ne sıfır vardır ne de sonsuz vardır. 0 yokluk değildir. Yok olsa bile yokluk diye bir şey yoktur. Onun için Kur’an’da yok anlamında bir kelime yoktur.

Kur’an’da deniyor ki; evvel O’dur, âhir O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur. Nerede olursanız olun sizinle beraberdir.

İşte bu âyeti yorumlayan Hint felsefesi her şeyin Tanrı olduğunu iddia etmiş ve birin tezahürü kabul etmiştir. Haklı tarafı, her şeyde Allah’ın varlığı ve birliği görülmektedir. Madem ki mahluk vardır, o halde hâlik de vardır. Madem ki mahluklar arasında büyük ahenk ve birlik vardır, o halde hâlik tektir.

Buraya kadar Hıristiyan ve Hindular ile aramızda fark yoktur.

Fark nerde başlar?

Fark mahluku tanrı kabul etmekle başlar. Maddiyun mahluku hâlik kabul eder, ruhiyyun ise hâliki mahluk kabul eder. Aslında onlar birleşmiş olurlar. Marks ile Muhyiddin-i Arabi’nin iddia ettikleri şey aynıdır. Marks kâinatı şuursuz bir tanrı olarak görür. Tanrıdır çünkü her şeyi eksiksiz var etmiştir. Ama şuuru yoktur. Kendiliğinden öyle yapmaktadır. Muhyiddin-i Arabi de her şeyi Tanrı’nın cüzü görür, Tanrı’yı şuurlu kabul eder. Burada da fazla ayrılıkları yoktur. Çünkü şuur kelimesini farklı tarif edersin, şuur var veya yok dersin.

Ehl-i Sünnetin anlayışına göre ise hâlik hâliktır, mahluk mahluktur. Her şeyin hâlikı Allah’tır ama mahluk hâlikın cüzü değildir. Cüz olabilmesi için ondan kopup ayrılması gerekir. Oysa kâinat O’ndan kopmuş değildir. Kâinattaki tagayyür O’nun tagayyürü değildir. Cüzü olsaydı O’nda tagayyür olması gerekirdi.

Hâlikiyetin tarifi şöyle yapılır: Kendisinde bir şey değişmeden başka şeyler yapan hâliktır. Böyle bir varlığın var olduğunu kâinatı görerek biliyoruz. Bir başka kanun da; değiştirmeden bir şey değişemez. O halde Allah değişebilen bir şey olsaydı O’nu değiştiren bir şeyin bulunması gerekirdi. Bu sefer tanrı o olur, bu ise mahluk benzeri olurdu.

Hıristiyanlar, Allah üçün üçüncüsü olan birdir demekle 3’ü 1’e eşit kıldılar. Dolayısıyla bu çelişkidir. Çelişkiyi insan aklı kabul etmez. Kabul eden küfretmiştir.

Tevrat’ta İsrail oğullarının Yahudilerin oğulları olduğu zikredilmiştir.

İnsan oğlu kâinatta Allah’ın halifesidir. Cinler, melekler ve ruhlar da böyledir. Peygamberler Allah’ın resulleridir. Başkanlar da topluluğun resulleridir.

İnsanlar,  Allah’ın halifesi ve elçisi olmayı kolay bir şekilde anlayamazlar.

Elçi kimdir?

Oğul babanın halifesidir. Bu şekilde teşbih yapılması küfür olmaz. Nitekim rahim ana demektir, rauf da baba demektir. Allah’ın bütün sıfatları mecazidir. Bu sayede O’nu değil O’nun yapıklarını benzeterek anlarız. Ebu Hanife şöyle devam ediyor: O’nun gözleri var ama bizim gözlere benzemez, O’nun elleri var ama bizim ellere benzemez, O’nu sözleri var ama bizim sözlere benzemez.

وَمَا مِنْ إِلَهٍ

(Va MAv MiN EiLAvHin)

“Ve ilâhtan hiç kimse yoktur.”

Buradaki “Ve” oysa demektir. “” “Leyse”ye müşabih “Mâ” değildir. Çünkü illa ile istisna edilmiştir. İsim cümlesidir.

Buradaki “vav” beyan vavı olabilir. Yani onlar böyle dediler ama söyledikleri doğru değildir. Ben size haber veriyorum, bir olan ilâhtan başka ilâh yoktur. Yahut da bu cümle hâl cümlesi olabilir. Oysa bir olan ilâhtan başka ilâh yoktur mânâsı çıkar.

İki mânâ arasında büyük fark vardır. Bir olan Tanrı’nın tekliğini biz aklımızla biliriz. Çok Tanrı’nın olması aklen muhaldir demektir. Diğeri ise; aklen üç tanrının olması da mümkün ama siz bunu bilmiyorsunuz, şimdi size haber veriyorum, bir olan Tanrı’dan başkası yoktur. Matüridi ve Mu’tezile, ilâhın tekliği aklın zaruri sonucudur diyorlar. Yani Tanrı’nın tek olması gerektiğini zaten akıl bilir diyorlar. Hıristiyanlar da bunu biliyorlar. O sebeple üç tanrı var demiyorlar, üçü bir tanrıdır diyorlar.

Nefiy Ması umumisini nefyeder. Hiç yok, asla yok demektir.

Min” gelmesi, hiçbir türünden hiçbir cinsinden yok demektir.

İlâh” kelimesi “ELH”den “LVH”den gelmiş olabilir. Her ikisi de bir şeyin görünmemesi için örtülen örtü demektir. Her yerde her zaman var olduğu halde görünmemesinden dolayı ilk insanlar O’na görünmez anlamını vermişlerdir.

Vedalar’da O’nun her yerde olduğu ama görünenlerin O’nu örttüğü, görünmez olduğunu belirtilmektedir. Tanrı bu görünen âlemin dışındadır, verâsındadır. Bizim gözlerimiz ise ancak bu âlemde olanları görebilmektedir. Dolayısıyla, nasıl birbirimizin ruhunu bedenimiz örtmüştür, ancak bedenlerimizle görüşebiliyorsak, Allah’la bizim aramızı da kâinat örtmüştür, onun aracılığı ile görüşüyoruz.

Bir insanla karşılaştığınızda onun dilini bilmezseniz işaretleşirsiniz. İnsanlar olarak da Allah’tan gelen işaretleri alıyoruz ve veriyoruz. Madem ki bu satırları yazıyorum, bana bunları yazma gücünü veren biri vardır. Doğayı görüyorum ve alıyorum, doğaya da etki ediyorum. Ama O’nu göremiyorum, O Tanrı’dır.

İşte O görünmez kimsenin tek olduğunu da bu âyet ifade etmektedir. Kur’an’ı tetkik ettiğimiz zaman onun bir beşere ait söz olmadığı çok açık olarak görülmektedir. Kur’an’da da bir tek ilâhtan başka ilâh olmadığı ifade edilmektedir. O halde O ilâh tektir.

“Câe Raculün” derseniz, iki mânâsı vardır. Tanımadığımız bir racül geldi demiş olursunuz. Yahut bir racül geldi, iki racül değil demiş olursunuz. “Câe raculün vahidün” dediğiniz zaman onun bir olduğunu tasrih etmiş olursunuz. Burada da “İlâhun Vahidun” ile tek ilâhlık ifade edilmiştir. Kendisinin nekire olarak zikredilmesi görünmez olmasından ileri gelir.

إِلَّا إِلَهٌ وَاحِدٌ

(EilLAv EiLAHun VaXıDun)  

“Bir tek ilâhtan başka”

Bir odaya girdiğimizde, kenarda örtülü bir şey gördüğümüzde, örtünün altında bir şeyin olduğunu biliriz, hattâ şeklini ve büyüklüğünü de tahmin edebiliriz ama ne olduğunu bilemeyiz. Yaşadığımız kâinat da böyledir. Bir örtüdür. Tanrı’yı örten bir örtüdür ama içindekinin ne olduğunu bilememekteyiz. Ama her zerre hem O’nun varlığını bildirmekte, hem de aynı varlığın olduğunu bildirmektedir. Çünkü görünen kâinat içinde tam bir uyum vardır, küçük bir çarpıklık bile yoktur. Bu durum bize O’nun tek Tanrı olduğunu gösterir.

Örnek olarak, kâinat kütlesi 0.911/ 10^32 gr olan parçacıklardan oluşmuştur. Her biri bir fabrikadan çıkmıştır. Çevremizde gördüğümüz tüm varlıklar hep onların oluşmasından ibarettir. Bu parçacıkların hareketleri de hep bir sayı ile olmaktadır. Bu parçacıkların ulaşabilecekleri en büyük hız 3*10^10 cm/saniyedir. Bütün parçacıklar için aynıdır.

Planck sabiti = 6.626 * 10^-34 J s dir.

Tüm kâinat bu parçacıklardan örülmüştür. Bunların 1638’i birleşir, hidrojen atomunu yapar. Tüm madde hidrojen atomlarının birleşmesinden elde edilmiştir. Sonra bunlardan karbon ve hidrojenden oluşan DNA’lardan tüm canlılar oluşmuştur. Her insan ayrı bir varlıktır ama hepsinin yapıları aynıdır.

Artık kimse kâinatın iki ayrı varlığın eseri olduğunu söylemiyor.

Bugün müsbet ilimlere akılları ermeyenler müsbet ilme değil de Marks’a inanıyorlar.

Demek bir tek görünmeyen varlık vardır.

وَإِنْ لَمْ يَنتَهُوا

(Va EiN LaM YaNTaHu)

“Ve intiha etmezlerse.”

İnsanlar kendileri iyi olsunlar da Hazreti İsa’nın tanrı olduğuna inansınlar, yahut Hazreti Muhammed’i tanrılaştırsınlar, ne fark eder, diyebilirsiniz. Ne var ki insan aklı eğer müsbet düşünmezse şeriatı kenara atar, Allah’tan başkasına ibadetle dalalete düşer.

İnsanlık son iki, hattâ üç asırdır, Avrupa’da büyük mücadele geçirmiştir. Kilisenin bâtıl inancı ile aydınların ateist lâiklik anlayışı arasında kalmış ve bocalamıştır. Ateistler doğru bir şey yakalamışlardı, müsbet düşünme anlayışı. Ama aynı zamanda çok yanlış bir anlayışları vardı, Tanrı’yı dışlama. Bu çatışmada kilise mağlup oldu. Ne var ki müsbet ilimle Kilise’nin savunduğu Tanrı ve âhiret anlayışı da ispat edildi. Bugün müsbet ilmi kavramış kimse ne Tanrı’yı ne de âhireti inkâr eder. Âhiret hakkında az şeyler söylenmiştir ama âhiret de Tanrı kadar açıktır.

  1. Önce dört boyutlu, beş boyutlu uzay ispatlandı. Geçmişte olanlar yok olmadı, orada kaldı. Gelecekler var olmuyor, ilerde duruyor. O halde âhiret de gördüğümüz dünya kadar gerçektir.
  2. Kâinatta hiçbir şey yok olmamakta ve yeniden var olmamaktadır. Bedenimiz parçalanıyor ama yok olmuyor. Kilomuz azalmıyor. Ruhumuz tektir, parçalanamaz, yok olmaz ama bedenden ayrılıyor, başka yerde bulunuyor. Ruhun tekrar bedene dönmesi için bir engel düşünülemez. Yeniden dirilme uykudan uyanma kadar basittir.
  3. Kâinatta gelişme kanunu vardır. Yapraklar dökülür ki yazın daha iyisine yer açılsın. Daha iyileri gelsin diye ölme vardır. Nitekim canlılarda evrim vardır. Kâinat da doğmuştur, gelişmektedir, yaşlanacaktır ve ölecektir. O halde ondan daha ileri bir kâinat doğacaktır.
  4. İnsan beyni hep öldükten sonra yaşamayı istemektedir. Buna ilk yaratılıştan beri inanmış, ona göre mezarlık yapmıştır. Canlıda aldatmaca yoktur. Böyle bir arzu böyle bir şeyin olacağına delildir. Büyük dinlerin kitapları hep bunları söylemektedir.

Yirminci yüzyıl müsbet ilimlerin kemale erdiği bir asırdır. Artık müsbet ilmin kanıtlamadığı bir şeyi bugün kabul etmemiz mümkün değildir.

Mucizeler dönemi Kur’an’dan öncesine aittir. Onun da müsbet ilme aykırı bir tarafı yoktur. Tanrı’nın insanlara lütfettiği delillerdir.

Tanrı yapamaz değil, Tanrı gelişigüzel iş yapmaz diyoruz. Bu müsbet ilmin ortaya koyduğu gerçektir. Hikmeti olmayan bir şeyi Allah yapmaz, abesle meşgul olmaz. Böylece Kilise’ye ve Hıristiyanlara artık Hazreti İsa’nın ilâhlığı iddianızdan vazgeçin diyor.

عَمَّا يَقُولُونَ

(GanMAv YaQUvLUvNa)

“Kavl ettiklerinden”

Kur’an bize haber veriyor, “kavl ettiklerinden” diyor, yani onlara bu hususta taviz vermememizi emrediyor.

Benim Kilise ve Hıristiyanlığa büyük saygım vardır. Onların başarıları beni mutlu etmektedir. Onlara yapılanlar Müslümanlara yapılanlar kadar beni üzmektedir. Bu âyet olmasaydı, onlar hakkında ve mü’minler hakkında bu konuları hiç açmazdım. Uzlaşmaya çalışırdım. Ne var ki Kur’an şiddetli bir şekilde bunlara bu hususları anlatmamızı istiyor. Evet, Hıristiyanlar ve diğerleri bu şekilde insanı tanrılaştırmaktan vazgeçmezlerse diyor, Kur’an. Burada şuna dikkat etmemiz gerekmektedir.

Söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse diyor. Kendilerine ne olacağını bildirmektedir. Yaptıklarından değil söylediklerinden diyor.

Evet…

Mü’minlerin yapacakları şey vardır. Tanrı’dan başka mukaddes hiçbir şey yoktur. Tanrı’nın dışında her şey O’nun kanunlarına tâbidir. O’nun sünnetinde tebdil veya tahvil bulunmaz. Tanrı ise her şeye kadirdir. Beyninizden ne geçerse onların hepsini O yapabilir.

Evet…

Tanrı tanrıyı yapamaz. Ama bizim düşündüğümüz tanrıları hep var etmiştir. Her insan kendisini tanrı görebilir. Yalancı tanrıları zaten var ediyor. Gerçek olan Tanrı’yı zaten biz düşünemiyoruz. O zaten var edilmesi de düşünülemeyendir.

Evet…

Açık ve net olarak Kur’an diyor ki; artık Hıristiyanlar Hazreti İsa’nın tanrı olduğuna, üçün biri olduğuna dair iddialarından vazgeçsinler.

لَيَمَسَّنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ

(La YaMasSanNa elLaÜIyNa KaFaRUv MiNHuM)

“Onlardan küfretmiş olan kimselere messedecektir.”

Evet…

Bu iddialarından dolayı Hıristiyanlara elim azab isabet etmiştir.

Hıristiyanlar dünyada kimsenin görmediği azabı daha Pavlus zamanında Romalılar tarafından görmekteydiler. Sabrettiler. Sonunda Roma dize geldi ve Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra Germenler tüm Avrupa’yı istila ettiler. Hıristiyanlar sabrettiler. Germenler Hıristiyan oldu. Ondan sonra en büyük bela Aydınlanma Çağı dedikleri son beş yüz yıl içinde oldu. Dünyaya hükmeden Kilise küçüldü, küçüldü, Vatikan’a sıkıştı. Şimdi yeniden Kilise ortaya çıktı. ABD’de Protestanlık, Avrupa’da Katoliklik, Rusya’da Ortodoksluk yeniden etkili olmaya başladı. Bu yeni dirilişin başarıya ulaşması için kiliselerin rönesans yapmaları gerekmektedir. Bunun için artık müsbet ilmin ışığında dinlerini hurafelerden ayıklamaları, sonradan dine giren Pavlusvari Hıristiyanlıktan vazgeçmeleri gerekir. Vazgeçmezlerse, Kur’an, onlardan küfreden kimselere elim azabın çarpacağını bildirmektedir.

Âyette tekit vardır. Başta “Lam” vardır, sonra tekit “Nun”u getirilmiştir. Yani bu iddialarından vazgeçmedikleri zaman mutlaka cezalandırılacaklardır.

Burada gelecek sigası kullanılmıştır. Kur’an gelecekten haber vermiştir. Kur’an nâzil olduğu zaman Bizans süper güç idi. Bu âyet indiği zaman da İranlıları yenmişti. Roma’da henüz yenilik hareketi yoktu ve Papalık dini imparatorluğun zirvesinde idi. Onlara bu tebliği yaptı ve “elim azabın messedeceğini” bildirdi. Sonra ne oldu? Müslümanlar önce Kuzey Afrika ve Endülüs’ü aldılar. Germenler istila ettiler, Avrupa’da inkılâplar oldu, dinsizler siyasette başarı elde ettiler. Kilise küçüldü, neredeyse yıkılacak hâle geldi. Demek ki Kur’an’ın o zaman verdiği haber tahakkuk etti.

Ellezîne Keferû”yu  burada tekrar etti. Bilmeden  Allah’ın üç olduğunu söyleyenlere azab isabet etmeyecektir. Asıl azabın isabet edeceği kimseler küfredenlerdir. Bile bile küfürde olanlardır. Bu sebepledir ki teb’iz ederek “minhüm” denmiştir.

Son beşyüz yıldır Hıristiyanlar büyük zulüm görmektedirler. Ama bir taraftan da dünyaya yayılmışlardır. Bugün insanlığın üçte biri Hıristiyandır. Yani görünürde Hıristiyanlık yok oluyormuş gibi olmuş ama gerçekte zafer kazanmıştır.

Bu durum neyi gösteriyor?

Allah Kilise’ye diyor ki; Hıristiyanlar doğru yoldadırlar ama siz yanlış yoldasınız. Çünkü Hıristiyanlar size bakarak Allah üçtür diyorlar. Onlar bunu bilmeden yapıyorlar. Allah da onların önlerini açıyor. Ama siz küfrediyorsunuz, bile bile bunu yapıyorsunuz. Onun için size elim azap gelmektedir.

Bu uyarı dünden daha çok bugün yapılmaktadır.

Kur’an geldiği zaman uyarı sadece vahyî idi. Kur’an’a inanmayan kilise mensupları mazur idi. Bugün ise ikinci uyarı gelmiştir. Müsbet ilim uyarısı gelmiştir. Hazreti İsa Tanrı’nın oğlu olamaz. Üç bir olamaz. Bu bilgiyi başka kavimler keşfetmedi, bizzat kendileri keşfetti. O halde kendilerine Allah’tan doğrudan uyarı gelmiştir. Artık hak olan doğruları söyleyin. Benzer uyarı Şiilere de gelmiştir. Mehdi gelmeyecektir. Ehli Sünnet de hiçbir delilleri olmadığı halde içtihadı nesh etmekle bugünkü duruma düşmüştür. Şiilerin de hiçbir delilleri olmadığı halde Mehdi hikâyesini uydurmuşlar ve bugünkü duruma düşmüşlerdir.

Evet…

İnsanlık bâtıl inançları terk etmeli, insanlar aklıselime ve müsbet anlayışa gelmelidir. Türkiye’de Diyanet İşleri ve din eğitimi müsbet düşünmeyi benimsemiştir, ne var ki müsbet düşünmeyi henüz kavrayamamıştır.

عَذَابٌ أَلِيمٌ

(GaÜAvBun EaLIyMun)

“Elim bir azab”

“Sıkıcı bir azab.”

İnsanın diğer canlılardan en büyük farkı; diğer canlılar ya topluluk hâlinde yaşarlar, üyelerin kişilikleri kaybolmuştur, ya da ayrı ayrı yaşarlar, bu sefer de toplulukları yoktur. İnsanlar ise hem topluluk hâlinde yaşarlar hem de kişiliklerini korurlar. Gündüz birlikte çalışıp üretirler, sonra ürettiklerini bölüşüp evde birlikte tüketirler. Hayatlarının bir kısmını topluluk içinde, bir kısmını ise kendi başlarına geçirirler.

Bundan başka, diğer canlıların oluşturduğu toplulukta örgütlenme yoktur. Bir kovanda bir ana arı vardır, hep o yönetir. Oysa insanlar kendi içlerinde topluluklar oluşturmuşlardır. On aileden oluşan aşiretler (ocaklar) kabileleri (bucakları), kabileler şa’bları (illeri), şa’blar kavimleri (ulusları) ve kavimler da insanlığı oluşturur.

Demek ki insanlık hem bağımsız ayrı ayrı yaşamakta, hem de tümü birden bir topluluk oluşturmaktadır. Ocaklar birlikte yaşamayı, bucaklar birlikte çalışmayı, iller iç güvenliği, ülkeler dış savunmayı ve insanlık da uygarlaşmayı sağlar. Aralarında işbölümü vardır. Birbirlerine hükmetmezler, sadece dayanışma içinde olurlar.

Yirminci yüzyıla kadar insanlığın tek topluluk hâline gelmesi imkansız gibi idi. Ulaşım, haberleşme, elektronik, bilgisayar teknolojileri henüz gelişmemişti. Bugün ise artık dünya tek köy gibi olmuştur. İşte, müsbet ilimde artık kimsenin inkar edemeyeceği bir kesinliğe ulaşılmıştır. Şimdi yapılması gereken iş, her dinin kendi varlığını koruması ama diğer dinlerle insanlık içinde uzlaşmaya çalışmasıdır.

Tüm insanlar inançta bir olacaklardır. Çünkü müsbet ilmin verilerine göre inanacaklardır. İnsanlığın icması imanın dayanağı olacaktır. İnsanlar ikiye ayrılacaklardır; mü’minler ve kâfirler. Mü’minler Allah’a ve âhirete inanıp salih amel işleyecekler. Salih amelden maksat, insanlığın birlikte yaşaması için gerekli amel demektir. Herkes öyle iş yapacaktır ki yaptıkları diğerlerinin yaptıklarını tamamlayacaktır. Ortak ürün ortaya çıkaracaklardır. Bunu kabul edenler müslimdirler. Bu birliği sağlayabilmek için de müsbet ilmin verilerine uymaları gerekir. Buna uymayanlar da olacaktır; onlar kâfirdirler.

Sonunda bu âyetler bizi bir yere getirmiştir.

Kâfir demek, müsbet ilim verilerine inanmayan kimse demektir. İşte onlara “elim bir azap” ulaşacaktır. Sıkı ayakkabı giyerseniz size eziyet verir ama sizi helâk etmez. O halde Allah’ın burada bildirdiği azap öldürücü azap değil, üzücü azaptır. Nitekim Hıristiyanlık âlemi pek çok üzücü azap içinde kalmıştır ama helâk olmamıştır. Aksine çok güçlenmiştir.

Şimdi Said-i Nursi’nin yorum usulünü uygulayalım.

Burada azabın hafif olacağına dair işaretler vardır.

a) “Messetmek”ten bahsetmektedir. Mess fiili kullanılmadan onlara elim azap vardır denebilirdi. Demek ki şöyle dokunup geçecektir. Tarihte hep böyle olmuştur.

b) “Ellezîne Keferû”yu iade ederek sadece küfredenlere messedeceğini, bilmeden buna kail olanlara dokunmayacağını ifade etmiştir. Tarihte de böyle oldu, Hıristiyanlar refah içinde yaşadı.

c) “Minhum” denmiş, küfredenleri etmeyenlerden ayırmıştır. İnsanlık Hıristiyanlığın zulmünden yararlanmış ve uygarlaşmıştır. Hıristiyanlık insanlığa rahmet olmuştur.

d) “Azab” kelimesi tatlı demektir. Demek ki aslında tat veren bir azab. Yok eden, helâk eden bir azab değil, iyileştiren bir azab. Elinize diken battığı zaman acı duyarsınız. Dikeni çıkar anlamındadır. Dikeni çıkarınca da rahat edersiniz. Buradaki acı sizin iyiliğinize olan bir acıdır. Size eziyet için verilen acı değildir.

e) “Azab” nekre gelmiştir. Nekrelerde asgarisi kabul edilir. En az azab demektir.

f) “Elîm” demek, sıkıcı ve öldürücü olmayan azab demektir.

Allah Hıristiyanların tüm bâtıl inanç içinde olan inançlarından ve bu anlayışlarından vazgeçmelerini istemektedir. Yoksa dertten başlarını kurtaramayacaklarını bildirmektedir.

Erbakan’ın bazı konulardaki başarısızlığının bir sebebi de kendisinin kutsallaştırılmasıdır. Aslında Erbakan’ın istediklerinin hepsi olmaktadır. Ama Allah onları yapmayı ona nasip etmedi. Bir de Tayyip Bey kadar başarılı olsaydı, o zaman Millî Görüşçüler Hıristiyanlardan da beter olurlardı. Allah ne yapmıştır? Millî Görüşçülere elîm azabı tattırmaktadır. Çünkü onlar bazı tutumlarıyla putperest oluyorlar.

***

أَفَلَا يَتُوبُونَ

(EaFaLAv YaTUvBUvNa)

“Tevbe etmeyecekler mi?”

Allah adeta onlardan rica ediyor. Artık günü geldi. Siz bize tevbe edin ki biz de size tevbe edelim. “Fa” harfini getirerek, durum bu iken, tarihte defalarca bu azapları tatmış iken, simdi size rica ediyorum. Gelin, inat etmeyin, tevbe edin. İnsanlık artık üçüncü bin yılın aydınlığına ulaşsın. Ne duruyorlar, tevbe etsinler diyor. Bize soruyor, hâlâ tevbe etmeyecekler mi diyor. Bizim onlara tebliğ yapmamızı, bunu haber vermemizi emrediyor. Ben bunu yani bu emri size ulaştırıyorum, siz de tanıdıklarınıza ulaştıracaksınız, onlar da Hıristiyanlara ulaştıracaklardır. Böylece tebliğ onlara varacaktır.

Tevbe” kelimesi Kur’an’da üç şekilde gelmektedir. Biri günahlardan tevbe anlamına gelip vazgeçmek, bırakmak demektir. Lâzım bir fiildir. Kalkmak, oturmak gibi tevbe etmek de öyledir. Nasıl odadan çıkılır ama oda harf-i cersiz mef’ul olarak gelmezse, günahlar da terk edilir. Ama gaye günahların yok edilmesi değildir. Gaye bizim günahlardan uzak olmamızdır. Yani kötülükler kalacaktır. Biz kötülüklerden uzak olacağız. Gaye bizim iyi olmamızdır, yoksa kötülüklerin yok olması değildir.

Tevbe” kelimesi ikinci olarak da “ilellahi” olarak gelmektedir. Yani kötülükleri bırakıp iyiliklere gitme asıldır. Burada tevbe kötülükleri bırakmaktan çok iyilikleri yapmadır. Bir partiden ayrılıp başka partiye gitmektir. Gaye partiden ayrılmak değil, daha iyi partiye gitmek olmalıdır. Parti kötü olduğu için değil, diğeri daha iyi olduğu için ayrılmadır.

Bugün ne yapılıyor, bir parti tutuluyor. Kötü de olsa ondan ayrılmak ihanet sayılıyor. Oysa partiden ayrılmak için bulunduğun partinin kötü olması gerekmez, yeni partinin daha iyi olması yeterlidir.

Tevbe” kelimesi bir de “Alâ” ile kullanılmaktadır. Bu da bize gelenlere doğru bizim de gitmemizdir. Yani gelenlere siz sonradan geldiniz, bize tâbi olun değil, eşit şartlar altında kabul görme anlamındadır. Birisinde “İlâ” birisinde “Alâ” getirilmiştir. Bu Allah’ın yüceliğini göstermektedir. Allah da insanı kendisine muhatap alıyor ve onun gelişini karşılıyor.

Allah kâinatta her şeyi çift yarattığı gibi Kur’an’da geçen kelimeler de çifttir. “Tevbe” kelimesinin eşi “rücu”dur. İkisi de dönme anlamındadır. İkisi de “İlâ” ile kullanılmaktadır. Bunlar arasında bir fark olmalıdır. Rücu fiilîdir. Tevbe ise kalbîdir. Tevbede ona doğru yönelme vardır. Rücu ise doğrudan ona varmadır. Tevbe eşya için getirilmez, rücu ise eski duruma dönülmesi anlamında eşyada getirilir. Müracaatta soru sorma vardır, bir talepte bulunma vardır. Tevbede ise soru yoktur, talep de yoktur.

إِلَى اللَّهِ

(EiLa elLAHi)

“Allah’a”

Allah’a dönülecektir. O’na doğru yönelinecektir.

O’na yönelme nasıl olacaktır?

Allah Batılılara çok büyük ihsanlarda bulunmuştur. Önce Hıristiyanlığı baştan insanlığa onlar yaymışlardır. Ondan sonra müsbet düşünme mantığını onlar götürmüşlerdir.

Gerçi müsbet düşünme usulü Hazreti İbrahim aleyhisselamdan itibaren başlamış, Yunanistan’a intikal etmiş, bütün kuralları ve anlayışı Kur’an’ın öğretimi ile İslâmiyet’te ortaya konmuştur. Ancak insanların bir şeye inanmaları için onu göstermek gerekir. Müsbet ilim Mezopotamya’dan beri vardır. Müsbet ilim sanayide meyvesini ancak yirminci asırda elde etmiştir. Ulaşım, haberleşme, aydınlanma, hesaplama ancak yirminci yüzyılın sonlarında insanların eline geçmiştir. Şimdi cepteki hesap makinesini herkes kullanmaktadır. Okuma yazma bilmeyenler bile rakamları hesap makinesine yazmadan sonuçları elde etmektedir. Bu durum insanları müsbet düşünmeye inanmak zorunda bırakacaktır.

Uygarlığa değişik uluslar katkıda bulunmuşlardır. Iraklılar, Mısırlılar, İbraniler, Çinliler, Hintliler, Tükler. Daha ileride daha da bulunacaklardır. Ama uygarlaşmanın meyvesini Avrupalılar devşirdiler. Tarihte bu açıdan en çok anılacak kimseler onlar olacaklardır. Ama onların başarıları kadar pislikleri de vardır. İnsanları tanrılaştırmak, tanrısız bir uygarlığı kurmak, karşılıksız para çıkarmak, faizi meşrulaştırmak, zinayı takdis etmek gibi; başka hiçbir uygarlıkta meşru sayılmayan âdilikler de onların eseri olmuştur.

İşte, artık bu saçmalıklardan rücu etmeleri gerekiyor; Allah’a yani şeriata yani “Adil Düzen”e dönmeleri gerekiyor.

وَيَسْتَغْفِرُونَهُ

(Va YaSTağFiRUvNaHUv)

“Ve ona istiğfar etmeyecekler mi?”

İstiğfar etmek” demek, geçmişte yaptıkları yanlışlıkları düzeltmek demektir.

Batı birden değişmelidir. Önce Kilise yeniden ortaya çıkmalı, geçmişte yapılan yanlışları düzeltmelidir. Batının geçmişte yaptığı en büyük hata müsbet ilme cephe almasıdır.

Kilise iki büyük hata yapmış, ikisini de İsrail oğullarının fitnesi ile yapmıştır.

Bunlardan birincisi Pavlus’un saptırması ile Allah’ı üçlemesiyle yapılmıştır. Bunun günahından kurtulması için Papalık ilmî bir araştırma yaptırmalıdır. İncil’de böyle bir şey olmadığını ortaya koyduktan sonra, doğrusu ne ise onu ortaya koymalıdır. Bunu yaparken Kur’an’ı tasdik etmelidir. Hıristiyanlığın Hak dini olduğunu kanıtlamak, Hazreti Meryem’i ve Hazreti İsa’yı kendi gerçek yerlerine oturtmak için Kur’an’dan yararlanmalıdır. Bu çalışma Hıristiyanlığı bozmaz, küçültmez, aksine kendi aslî yerine getirir. Bugünkü Papalık bunu yapmıştır. Son Papa Türklerin İbrahimî dinden olduğunu söylemiştir. Bu Kur’an’ın dediğini tasdikten başka bir şey değildir. Papa Benedikt de İstanbul Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiş, “Ben âlemlerin rabbine dua ettim” demiştir. Bu da camilerin ilâhi mabetler olduğunu tasdik etmedir. İşte bu gerçeğe dayanarak Hıristiyanlar aydınlanmalı ve artık teslis inancı çelişkisinden kurtulmalıdırlar.

Kilise ikinci hatasını da müsbet ilme cephe almakla yapmıştır. Kiliseyi yıkmak için sermaye papazları satın almış, onlara müsbet ilme cephe aldırmıştır. Kilise mensupları âlimleri yakmışlardır. Bu hatasından dolayı Kilise nerdeyse yok olacak duruma gelmiştir. Bu tutumundan bugün fiilen vazgeçmiştir ama müsbet ilimlere henüz sahip çıkmamıştır. Artık müsbet ilme sahip çıkmalıdır.

Ne yapmalıyız?

Bugün dünyada müsbet ilim hâlâ din aleyhinde kullanılmaktadır. Din kitapları Darwin’in evrimine karşı çıkmaktadırlar. Oysa Darwin’in evrim teorisi Kur’an’ı ve İncil’i tasdik etmektedir.

Ne diyor bu kitaplar?

Kâinat yoktu. Altı devrede yaratıldı. En son insan yaratıldı. Tevrat bunu çok açık bir şekilde söyler. Kur’an’da, “Ben yeryüzünde halife yaratacağım” dendiğine göre, demek ki yeryüzü varmış. İnsan en son yaratılmış. Yunan filozofları ve ateistler ise insanın hep var olduğunu iddia etmişler ve yaratıcısına gerek görmemişlerdir. Oysa Darwin canlıların ilkel durumdan bu duruma geldiğini ispatlamıştır. Bundan üç milyar yıl önce canlının olmadığı ortaya çıkmıştır. Darwin insan yaratılmamış demiyor, insan canlıların evrimi sonunda yaratılmıştır diyor. Demek ki ihtilafımız varsa yaratılış şekli üzerindedir, yoksa yaratılışta değil. Bizim davamız Tanrı’nın varlığının ispatıdır. Madem ki kâinat yaratıldı, öyleyse Tanrı vardır. Kalan ise bilgi hatası olur.

İşte, yeni kuracağımız ilim merkezleri ile insanlığa müsbet ilmin ilâhi kitapları nasıl tasdik ettiği öğretilecektir. “Bin Dil Üniversitesi” bunu sağlayacaktır. Bin Dil Üniversitesi aynı zamanda İlâhî kitaplar üniversitesi olacaktır.

Kilise’nin ikinci istiğfarı ise müsbet ilimdeki hata istiğfarıdır. Gülen Cemaati bu mantığı yenmiştir. Çünkü dini cemaat olarak örgütlenmemiştir, okullar ve üniversiteler olarak örgütlenmiştir. Kilise ilim adamlarının buluşlarını ödüllendirmelidir. Böylece ilim adamlarının buluşlarına sahip çıktığını göstermelidir. İlk ödüllendireceği kimseler de Adil Düzen Çalışanları olmalıdır.

Hattâ bu ödüllendirme sadece papalığın ödüllendirmesi olmamalıdır.

İstanbul’da bir kooperatif kurmalıyız. Bu kooperatif bir vakıf olmalı, sadece çalışması ortaklık şeklinde olmalıdır. Bu vakfa dünyanın tüm dinleri ortak olmalı, buraya katkıda bulunmalıdır. Bu vakıf araştırma merkezi gibi çalışmalıdır. Buluşu olan buraya baş vurmalı ve Nobel benzeri mükafatlar almalıdır. Böylece dinin ilme karşı olduğu intibaı sona ermelidir. Artık insanlar gerçekleri dinsizlerden değil dindarlardan öğrenmelidirler.

İstiğfar böyle sağlanır. Bu çalışmaların sonucu şudur. Allah bize bildirmekle kıyas yoluyla tüm insanlığa ulaştırmamızı istemektedir.  Ortak üniversite kurun demektedir.

Bunları yapmak için büyük büyük oylara veya paralara gerek yoktur.

Örnek olarak Saadet Partisi bunları kolaylıkla yapabilir.

Onlar ne yapıyorlar?

Bizi nasıl susturacaklarına dair çalışıyorlar. Bir de AK Parti’ye saldırıyorlar.

Asıl tevbe ve istiğfar etmesi gerekenler Millî Görüşçülerdir.

وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (74)

(Va EalLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Allah gafurdur, rahimdir.”

“Allah’a tevbe edin ve O’na istiğfar edin” diyerek Hıristiyanlara ve tüm büyük dinlere mensup olanlara, kâinatın rabbi olan Allah’ın emirlerini yerine getirin demektedir.

Allah” kelimesi ise insanlığı kastetmektedir. Yani siz eğer bu inkılâbı yaparsanız zannetmeyin ki Hıristiyan âlemi dağılacaktır. Hıristiyan âlemi ve diğer din mensupları gevşeyeceklerdir. Tüm insanlar şunu bilmelidir ki siz hak yoldasınız. Allah vardır ve âhiret de haktır. Ama sizin diğer söyledikleriniz yanlıştır ve gericiliktir. Bu sebeple sizi bırakmıyor ama onları da bırakamıyor. İki doğru arasında ve iki yanlış arasında gidip geliyor. Eğer siz Kur’an’ı tasdik eder ve müsbet ilmi kabul ederseniz tüm Hıristiyanlık âlemi ve insanlık bayram yapacaktır. Allah’a ve âhirete olan imanları ziyadeleşecektir.

Bunun için artık isyandan da vazgeçilmelidir. Başta faiz kaldırılmalı, karşılığı olan para çıkarılmalıdır. Sonra zina kaldırılmalı, İslâmî aile müessesesi getirilmelidir. Tek evlilik, boşanma zorluğu, zina serbestliği, mihir ve miras sorunları İlâhi şeriata göre çözülmelidir. Böylece ekonomik ve sosyal yapısıyla üçüncü bin yıl uygarlığı huzur içinde yaşanmış olur.

Gafur” ve “Rahim” kelimelerinin nekre olması bize bu mânâları verdiriyor.

Papa, “Türkler İbrahimî dindendir” dedi. Avrupa Parlamentosu üçte iki oranında tasdik etti. Tüm insanlık halk olarak dünyaya yeni bir ışık bekliyor. Bu ışığı yakmayı da Allah Vatikan’daki Papa’ya emretmektedir. Bizim görevimiz de bunu ona ulaştırmak olmalıdır.

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 50

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

مَا الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ وَأُمُّهُ صِدِّيقَةٌ كَانَا يَأْكُلَانِ الطَّعَامَ انظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمْ الْآيَاتِ ثُمَّ انظُرْ أَنَّى يُؤْفَكُونَ (75) قُلْ أَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَمْلِكُ لَكُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَاللَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (76)

 

مَا الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ

Ma eLMaSIyXu iBNu MaRYaMa

“Meryem oğlu Mesih değildir.”

“Mâ” nefy edatıdır, ‘değildir’ anlamındadır. “Lâ” da aynı mânâdadır. “Lâ” geleceğe vurgulayarak nefy eder, “Mâ” ise geçmişe vurgulayarak nefy eder. Her ikisi hâli de (şimdiki zamanı da) içine alır.

Hazreti İsa’nın tanrı olmadığı, Tanrı’nın oğlu olmadığı da ifade edilmiştir.

Allah kâinatı yaratmış; kâinatı şuurlu varlıklar olan insanlar, melekler, ruhlar ve cinler için yaratmıştır. Bu dört varlığın yapıları aynıdır. Kâinatın zâhiri var, bâtını vardır. Her varlığın kendi hızı var, bir de dalgasının hızı vardır. Suda yürüyen geminin bir kendi hızı var, bir de dalgasının hızı vardır. Varlıkların da kâinatta kendi hızları ve dalgalarının hızları vardır. Dalga hızı varlık hızından daha fazla olabilir. Arabanın önce sesini duyarız, sonra arabanın kendisi gelir. Halbuki denizde giden gemi öndedir, dalgaları yana ve arkayadır.

Kâinatta da böyle iki çeşit varlıklar vardır. Kendi hızları dalgalarının hızlarından daha yavaş olanlar vardır. Bunlar cinler ve insanlardır. Bazılarının kendi hızları dalga hızlarından daha fazladır. Bunlar da melekler ve ruhlardır.

Doğanın değişmez kanunu vardır. Dalga hızı ile varlık hızının çarpımı sabittir. Işık hızına eşittir. Işıkta dalga hızı ile kendi hızı eşit olmuştur.

Bunun dışında hızları ışık hızından az olan varlıklar vardır. Bunlar insanlar ve cinlerdir. Işık hızına yakın olanlar vardır. Bunlar melekler ve cinlerdir(ruhlardır). Yani kâinatta dört çeşit şuurlu varlık vardır. Bunlardan başka bir varlık olarak yalnız Allah vardır.

Bunu niye anlattım?

Bütün insanların yapıları aynıdır. Cinlerin de kendi aralarında aynıdır. Ruhların da kendi aralarında yapıları aynıdır. Meleklerin de kendi aralarında aynıdır. Meryem oğlu Hz. İsa da böyledir, son nebi Hz. Muhammed de böyledir. İnsandır. İnsan canlıdır. Düşük hızda zâhir âlemde canlıdır. Sadece bâtın âlemdeki düşük hızda olan ruhla birleşmiştir. Bütün insanların ruhları Tanrı’dandır. Bütün insanların bedenleri maddedendir.

إِلَّا رَسُولٌ

(EilLAv RaSUvLun)

“Resulden başkası değildir.”

Resul” sarkık, salınmış anlamındadır. Bir ipin ucundan tutar da akan dereye bırakırsanız, ipin bir ucu sizde olur, diğeri ise suyun akıntısına uyar. Gönderdiğiniz elçi bir taraftan size bağlı kalır, diğer taraftan gönderilen kimse ile bağlantısını kesmez.

Allah insanları yaratmıştır. Onlarla konuşmaktadır. Biz nasıl ağzımızla konuşuyorsak, Allah’ın ağzı da diğer insanlar olmaktadır. Allah benim beynime bir şeyi ilham eder, ben de onu size söylerim. Sizin beyninize bir şey ilham eder, siz de bana söylersiniz. Şimdi konuşan ben ve seniz ama bize söyleten ise O’dur. Nasıl ben ağzımla söylüyorsam, Allah da benim ağzımla sizin ağzınızla söylüyor demektir.

Topluluklar da başkanlarının ağzı ile söylerler. Bir toplantıda başkan konuşur, diğerleri dinler ses çıkarmazlarsa, onlar söylemiş olurlar. O halde başkanlar topluluğun resulüdürler.

Kur’an gelmeden önce bazı topluluklara başkanlarını kâinatı var eden Allah atıyordu. Bunlara “Allah’ın resulü” denmektedir. Bugün ise artık Allah kendisi resuller atamamaktadır. Halk biat yoluyla veya seçim yoluyla başkanlarını seçmektedir. İnsan zaten Allah’ın halifesi olarak yaratılmıştır. Allah hak ve görevlerini topluluğa havale etmiştir. Topluluk da elçisini seçmektedir.

Âlemlerin rabbi Allah’ın görevlendirdiği başkanlar halka resul olduklarını ispatlamak için mucizeler göstermişlerdir. Kimi ateşte yanmamış, kimi ölüleri diriltmiş, kimi değneği yılan yapmış. Hazreti Muhammed’e ise Kur’an mucize olarak verilmiştir. Kur’an mucizedir. Böylece bize de mucizedir. Hazreti İsa’nın mucize gösterdiğini de Kur’an’dan öğreniyoruz. Artık şüphemiz kalmıyor. Kaldı ki iki milyar insan ataları ile 2000 sene onun gösterdiği yoldan ilerlemiştir. İnsanlık onun sayesinde bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Bu durum dahi onun hak peygamber olduğunu ispat etmeye yeterlidir. Hıristiyanların en büyük delilleri Kur’an’dır. Çünkü Kur’an onların resullerini tasdik etmiştir. Kur’an da kendisinin İlâhi söz olduğunu ispatlamaktadır. Bu yalnız Hıristiyanlar için söz konusu değildir, Budistler ve Hindular için de doğru olan bir şeydir.

Resul” nekredir. Mürsel mânâsınadır. Mürsel ism-i mef’ûldür. Resul ise sıfat-ı müşebbehedir. Yani bir kimseyi bir iş için gönderirsiniz, bu mürseldir. Bir de devamlı elçi tayin edersiniz, onların içinde kalır, bu da resuldür. Bu anlamda vali resuldür. Merkezden atanan müfettiş ise mürseldir.

Allah insanı bebek olarak yaratır. Anne babasına görev verir, onu on beş sene eğiterek yetiştirirler. Ondan sonra delikanlı olarak artık kendi hayatını kendisi yaşar. O zamana kadar anne babasının emrinde olduğu halde, ondan sonra kendi yolunu kendisi çizer. Suç işlerse ceza görür, çalışırsa kendisi kazanır. Bu yalnız insanlara has bir şey olmayıp tüm canlılar böyledir. Civciv anne babasının hazırladığı yumurtadaki besinleri yiyerek yumurtadan çıkar. İnsanda bu eğitim yaşı en uzundur.

İnsan diğer canlılardan farklı olarak kendi türünde uygarlaşmaktadır, yani devamlı olarak gelişmektedir. İnsan yaratılmış, bebeklik ve çocukluk devrelerini geçirmiştir. İnsanlar kendi başlarına yaşama kabiliyeti olmayan bir varlık idiler. İşte bu sebeple Allah onlara peygamberler gönderdi. Melekler geldi, ne yapacaklarını öğretti. Böylece geliştiler ve on beş yaşına geldiler. Sonra olgunluk çağına geldiler. Kur’an nâzil oldu ve nebilik sona erdi.

Artık melek gelmiyor, insanlara ne yapacaklarını öğretmiyor. Onbeş yaşını dolduran çocuğun artık velisi olmaz. Velilik yapmak istese bile artık çocuklar onları dinlemez.

Bugün resuller gelse bile, insanlar kendi akılları ile sorunlarını çözdükleri için onları dinlemezdi. Hattâ bu sebepledir ki peygamberleri inkâr modası yaygınlaşmıştır. İnsanlar; biz biliyoruz, yapıyoruz diyorlar. Şaşkınlar; size bu bilmeyi ve bu yapmayı kim öğretti? Sizden öncekiler bilmiyordu, yapamıyordu da siz niye biliyor ve yapabiliyorsunuz?

Hazreti İsa da bunlardan bir resuldür. Genetik yapısı ve kromozomları diğer insanlardan farksızdır. Bütün resuller bizim gibi birer beşerdir. Sadece melekler gelip onlara bazı özel bilgiler vermekte, onlar da o bilgileri çevreye aktarmaktadırlar.

Şimdi şu soru ile karşı karşıya kalırız: Allah neden her birimize ayrı ayrı hitap edip konuşmamaktadır, neden aramızdan seçtiği bazı kimseleri resul yapmaktadır?

Biz bir araya gelip de birlikte yaşadığımızda içimizden birini başkan yaparız. Böylece birliği sağlarız. Hepimiz başkan olamayız. Bir kovanda milyona yaklaşan sayıda arılar vardır ama bir ana arı vardır, kovanı o yönetir. Peteklerde anaç arı için gözeler vardır. Eğer anaç arıya bir şey olsa hemen bir gözeyi harekete geçirirler ve yeni anaç arı ortaya çıkar. Çıkmazsa milyona yakın arı birkaç gün içinde dağılır ve ölür. Peteklerin gözelerinde birden çok anaç arı yumurtası vardır. Eğer ikinci arı ortaya çıksa arılar derhal onu öldürürler. Çünkü iki anaç arı olursa kovan dağılır. İşte, insanlar arasında birlik sağlanması için içlerinden birini resul yapıyor ve ona hitap ediyor.

Başlangıçta haberleşme ve ulaşım imkanları olmadığı için çok resuller gelmiş, her kavme resuller gelmiştir. Şimdi ise haberleşme ve ulaşım imkanı sağlandığı için tek kitaba ve tek peygambere indirilmiştir. Hazreti Muhammed tüm insanların resulüdür ve Kur’an da tüm insanlığın kitabıdır. Eskiler nesh edilmemiş, onlar teyid edilmiştir. Değişik kitaplar Kur’an’da birleştirilmiştir. Kaybolanların doğrusu getirilmiştir. Allah diğer kitapların tahrifine de bu sebeple izin vermiştir. Onlar tahrif edilmeseydi yeryüzünde birden fazla kitap olacaktı. Böyle bir durum da birliği bozardı.

Görülüyor ki vücudumuzda her şey ölçülü olarak yerli yerindedir. Ne fazla ne eksiktir. Fazla olursa kanser olur, eksik olursa helâk olur. Bunun gibi sosyal yapıda her şey ölçülü ve gerekli miktarda vardır. Hepsi takdiri İlâhi ile olmaktadır.

Evet, Hıristiyanlığı Pavlus bozmuştur ama Pavlus’un Hıristiyanlığı bozmasına Allah müsade etmiştir.

Neden?

İnsanlık Allah’a inanmaktadır ama aynı zamanda putlara da tapmaktadır. Hıristiyanlık bozulmasa insanlar onu kabul etmeyecekler, putperest kalacaklardır. Şimdi eksik de olsa tek Tanrı’ya inanmaktadırlar. Böylece Hıristiyanlık kolayca dünyaya yayılmıştır. Şimdi insanlığı bâtıl inanıştan vazgeçirmek kolay olacaktır.

Gelecekte ne olacaktır?

Gelecekte ya papalık/patriklik mensupları bu yanlış inanıştan vazgeçecekler, Hıristiyanlar papalarına uyarak küfür ve şirkten vazgeçecekler, ya da Protestanlık gibi yeni mezhepler ortaya çıkacak, halk o mezheplere geçecektir. Bu bâtıl inanış devam edemez. Bu sebepledir ki Avrupa’da kiliseye gidenlerin sayısı yüzde 5’lere inmiştir. Kilise’nin canlanmaya başlaması Kur’an’a yaklaşması ile olmaktadır. Kur’an’a yaklaşmak demek İncil’e yaklaşmaktır. Göklerin ve yerin rabbine dua etmenin mânâsı budur.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ

(QaD PaLaT MiN QaBLiHi ElRuSuL)

“Onun kablinde resuller geçmiştir.”

Bu söz Kur’an’da iki peygamber için geçmiştir. Bunlardan biri Hazreti İsa’dır, diğeri de Hazreti Muhammed’dir. Bu ifadede peygamberliğin sona erdiğine dair işaret vardır. Şöyle ki, “resuller” ahd için olabilir. Kur’an’da sayılan resuller kastedilmiş olur. Yahut Tevrat’ta geçen resuller olabilir. Bu takdirde burada işaret edilen yalnız Tevrat’ta adları geçen peygamberlerden haber verilmiş, geçmeyenlerden söz edilmemiş olur. Nekre olarak gelseydi, üç dört resul geçmiş olurdu. Bu mânâ verildiğinde şu soruya cevap bulmakta zorlanırız. Neden yalnız Hazreti İsa ile Hazreti Muhammed hakkında bu sözler söyleniyor da diğer peygamberler hakkında bu ibare kullanılmıyor?

Buna cevap olarak şu söylenebilir.

Tanrılaştırılan peygamberler yalnız Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed’dir. Onun için bunlar hakkında bu ifade kullanılmıştır. Eğer harf-i tarif istiğrak için ise o zaman bunların son peygamber olduklarını ifade etmiş olur. Olardan önce bütün peygamberler geçmiş demektir. Eğer resul müfret olsaydı, istiğrak için geldiğinde bütün peygamberler kendilerinden önce geçmiş olacaktır. O zaman kendisi peygamber olamayacaktır. Nerden peygamber olacaklar, kendilerinden önce peygamberlerin hepsi gelip geçmiş olur. Resulü marife olarak çoğul kullandığında ahd için gelirse bilen kimseler kastedilmiş olur ve bunlar ikiden çoktur. Eğer istiğrak için ise bütün peygamberlerden söz edilmiş olur ama içlerinden 1 veya 2 peygamber hariç bırakılmış olur. Çünkü çok için istigrak var. 1 veya 2 çok içinde değildir.

İşte, Hazreti İsa için bu ifade iki resul hariç onun dışındaki bütün resuller ondan önce geçmiştir denmiş olur. Bu iki resulden biri Mesih olan İsa’dır, diğeri de Mehdi olan Muhammed’dir. Bu ifade Hazreti Muhammed için de getirilmiştir. Anlamı kendisinden başka bütün peygamberler geçmiştir denmiş olur. Yani Hazreti Muhammed bu halv etmiş olan resuller içinde değildir.

Bu şekilde mânâlandırdığımızda Hazreti İsa’dan sonra ne doğuda ne batıda nebi bir resul gelmiş değildir. Yani kadiyanilerin iddia ettiği gibi Hz. İsa’dan sonra vahiy almış resuller yoktur. Hazreti İsa’dan sonra yalnız Hazreti Muhammed gelmiştir. Dışarıda kalan yalnız iki peygamber olabilir.

Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar nebiler ve resuller gelmiştir. Nebiler Allah’tan vahiy almışlardır. Melek onlara gelmiş ve tebliğler yapmıştır. Bunlardan bazıları resul olmuştur. Bunlar resullerdir. Mucizeler göstererek insanlığı Allah’ın kitabına çağırmışlardır. Kur’an’dan sonra artık meleklerin vahiy getirdiği nebiler yoktur. Nebi olan resuller de yoktur. Nebilerin yerini âlimler almışlardır. Resullerin yerini de başkanlar almışlardır.  

وَأُمُّهُ صِدِّيقَةٌ

(Va EumMuHUv ÖıdDIyQaTün)

“Ve annesi de sıddıkadır.”

Fiil cümlesinden sonra isim cümlesi gelmiştir.

Buradaki “Ve” hâl vavıdır.

Hazreti Meryem Hazreti İsa’nın annesidir. Kendisine vahiy gelmiştir. Peygamberliği beraber icra etmişlerdir. O da nebidir. Burada “annesi de sıddıkadır” denmektedir. Sadıkadır denmemiştir. Sadıka olunca iffetlidir anlamı çıkabilirdi. Oysa “sıddıka” kelimesi sıfatı müşebbehedir. Bir rütbeli meslektir. O halde sıddıklık da resullük gibi, nebilik gibi bir rütbedir. Nebilikten ayrı rütbedir. Hz. Yusuf, Hz. İbrahim ve Hz. İdris için getirilmektedir. Nebi sıddık denmektedir. Ayrıca nebiler ve sıddıklar diye bahsetmektedir. Demek ki sıddık nebiden başka bir rütbedir. Ayrıca sadık kelimesi de getirilmektedir.

Hazreti Meryem sıddıka idi. Sıddıka aynı zamanda yakın dost demektir. Örnek olarak ele alalım. Bir kimse bir işe giriştiği zaman ona katılan yakınları olur. Onlar sıddıktırlar. Hazreti Muhammed’in eşi, sıddıkası idi. Hazreti Ebubekir ve Hazreti Osman da onun sıddıkları idi. Hazreti Ali de sıddıkı olmuştu. Mustafa Kemal’in sıddıkları vardı; İsmet (İnönü) Paşa, Fevzi (Çakmak) Paşa ve Kazım (Karabekir) Paşa. Hazreti Meryem de Hazreti İsa’nın sıddıkası idi.

İnsan bir işe giriştiği zaman eğer sıddıkları varsa başarıya ulaşır. Nitekim Hazreti Muhammed’in resullüğünü eşi Hazreti Hatice ile arkadaşı Hazreti Ebubekir çevreye kabul ettirmişlerdir.

Biz İzmir’de Akevler’i kurmaya başladığımızda beş kişi merkez idik: Ahmet Tahir Satoğlu, Ahmet Bülbül, İhsan Emci, Osman Eskicioğlu ve Süleyman Karagülle.

Şimdi de İstanbul’da böyle sıddık arkadaşlarla beraberiz.

Herkes ben sıddıklardan mıyım değil miyim diye kendisi karar versin.

Artık şimdi Allah’ın atadığı resul yoktur. Sıddıklar bir araya gelecekler ve kendilerine resul seçeceklerdir. Bunlar sıddıklardan olacaklardır.

Kur’an’da sıddıklar, nebiler, şehidler diye zikredilmektedir. Nebilerle sıddıkları kurallı çoğulla getirdiği halde, şehidleri kuralsız çoğulla getirmektedir. Nebiler ilim üretenlerdir. Alimler planlama yaparlar. Bunların birbirlerine olan dayanışması bilgi bakımından yani haber verme bakımındandır. Sıddıklar ise birbirlerine ilim vermez, birbirlerini fiilen desteklerler. Kur’an’da  nebiler ve sıddıklar ayrı ayrı çoğul olarak getirildiğine göre bunlar ayrı ayrı kuruluşlar olacaktır. Meclisler ayrı, yöneticiler ayrı topluluklardır. Meclisler şeriatı ortaya koyarlar. Bunlar nebilerdir. Hükümet ise uygular, bunlar sıddıklardır. Şüheda ise yargıyı temsil eder. Böylece bugünkü üç kuvvet ortaya konmuş olmaktadır.

كَانَا يَأْكُلَانِ الطَّعَامَ

(KAvNAv YaEKuLAvNı elOaGAvMa)

“Onlar taamı ekl ediyorlardı.”

Hıristiyanlar, Tanrı üçün birleşmesidir diyorlar. Hazreti Meryem’i Tanrı’nın eşi kabul ediyorlar. Bunu açıkça söylemiyorlar, onu kutsal ruh olarak görüyorlar.

Burada “ikisi de yemek yiyorlardı” denmektedir. Buradan anlıyoruz ki Hıristiyanlar Hazreti Meryem’i de tanrı kabul etmektedirler. Her gün yemek yiyen birisi nasıl tanrı olur? Göstermelik yiyorlardı derseniz, o zaman sahtekar oluyorlar. Nereden bakarsak bakalım, ne Hazreti İsa ne de Hazreti Meryem tanrı değildir. Nedense insanlar bir türlü Tanrı’ya inanmamakta, kişilere inanmayı yeğlemektedirler.

Tanrı kendisi güçtür. Ne yaparsa yapsın bir besinle beslenmez. Oysa Tanrı’nın dışındakiler bir iş yaptıklarında kendilerinin emrine verilmiş olan gücü harcarlar. Anahtarı çeviren kişi lambayı yakar ama lambayı yakan elektriktir. Elektrik de barajdan gelmiştir. Barajdaki suyu da güneş oraya çıkarmıştır. Güneş ışığı yanan hidrojenden gelmektedir. Hidrojeni O yaratmış. Verdiği zaman enerji verme özelliğini vermiştir. Birleşir ve enerji üretir. Yani güneş de beslenmektedir. Hâsılı, kâinatta beslenmeden herhangi bir iş olmaz.

Yalnız bu dünyada değil, âhiretteki durum da böyledir. Orada da yiyeceğiz, orada da besleneceğiz, elbiseler giyeceğiz ve öyle yaşayacağız. Melekler ve cinler için de durum bundan başkası değildir.

Tanrı kendiliğinden var olan, kimse tarafından var edilmeyen varlık olduğu gibi, kendiliğinden güçlü olan ve besine ihtiyacı olmayan varlıktır. O’nun dışındaki varlıkların hepsini birisi var etmiştir. Yaptıkları işleri de kâinatta bulunan potansiyel enerjiyi harcayarak yapmaktadırlar. İş yapmak için enerjiye ihtiyacı olanlar mahluk, ihtiyacı olmayan haliktır.

Hazreti İsa ve annesi yediklerine göre enerji harcıyorlardı. O halde onlar tanrı değildir.

Kur’an burada Tanrı’yı en ileri bir şekilde tarif etmektedir. Kâinatta mevcut parçacıklar vardır. Onlar ilk yaratıldığından beri aynı sayıdadır, artıp eksilmemektedir. Bir de parçacıkların hızları vardır. En büyük hız ışık hızıdır. Değişik şekilde dağılmış hızlar vardır. Kâinattaki hızlar karesi toplamı da artıp eksilmektedir. Yaratıldığı tarihten bugüne kadar hep aynı kalmıştır. Değişen dağılıştır. Başlangıçta düzgün iken zamanla dağılmaktadır. Kâinat ışıktan ısıya doğru gitmektedir. Tam ısıya dönüştüğü zaman kıyamet olmuş olacaktır.

انْظُرْ

(uNJuR)

“Nazar et”

Nazar etmek” bakmak demektir. Başını o tarafa çevirerek gözleri oraya doğrultmaktır. Delilleri değerlendirmek de nazardır. Yani dışarıda çıkan olaylardan hükümler çıkarmak da nazardır. “Rey” insandaki kavramlarla değerlendirmedir. “Nazar” ise görünenleri değerlendirmedir.

Mesela, hayvanları sayıp “burada on koyun var” denirse, bu saymadır. “İki koyun kaybolmuş derseniz, bu nazar etmedir. “Koyunlar canlıdır, bunlar da koyundur, o halde bunlar da öleceklerdir” derseniz, bu yalnız “nazar” değildir, burada “rey” de vardır. Koyun kavramı, canlı kavramı, ölüm kavramı hep reylerden ibarettir. “Bunlar koyundur” demek nazardır.

Hazreti İsa ve Hazreti Meryem’in yemek yemeleri rey değil nazardır. Yemek yiyorlar, o halde bunlar tanrı değildir demek de rey kabilindendir.

Nazar etme” bir şeyi gözetmek anlamındadır. Nazar eden ne olacağını merak eder. Olacağı beklemek de nazardır. Burada “nazar et” denmektedir.

“Söyle, ondan sonra da bekle” denmiş olmaktadır.

كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمْ

(KaYFa NuBayYıNU LaHuM)

“Onlara nasıl beyan ediyoruz.”

Onlara nasıl beyan ettiğimize nazar et.

Yukarıdaki ifadeler gaip zamiri ile getirilmiştir. Burada onlara beyan edildiği ifade edilmektedir. Demek ki bize verilen haberleri onlara ulaştırmamız gerekmektedir.

Evet…

Kur’an tüm insanlara ulaştırılmalıdır, hem de tüm bu açıklamalarımızla...

“Kul/söyle” emri müfrettir, yani tekildir. Her mü’min bunu yapmalıdır. “Bin Dil Üniversitesi”ni kurup söylemeli ve oraya insanlar getirip eğitmeliyiz. Onlardan mü’min olanlar Kur’an’ı onlara ulaştıracaklardır.

Kimileri bizim anlattıklarımızı masal, hikâye, ütopya kabul etmektedirler. Kur’an düzeni gelecektir. İnsanlar artık ilâhi düzeni kuracaklardır. Allah insanları var etmiş, onları başıboş bırakmamıştır. Böyle dönemler hep gelmiş ve geçmiş, ondan sonra İlâhi düzen gelmiş, büyük uygarlıklar oluşmuştur. Bizim görevimiz İlâhi vahyi insanlara ulaştırmaktır. Önce yapmak, yani yaparak göstermek, sonra yapılanları ve görünenleri anlatmak...

Bugün Adil Düzen çalışanlarının ümitleri hemen hemen hiç yoktur...

Benim de 1960’larda son derece ümidim kırılmıştı...

Ben o zaman şunu yaptım. Ben Allah’ın dediğini yapayım, ondan sonrası bana ait değildir dedim. O zaman cihada girişenlerin hemen hepsi böyle idi. Çok kısa zamanda kooperatifi kurduk. Partiyi kurduk, beklenmedik hızla siyasete hakim olduk. Hep büyüdük. Hiç küçülmedik. Bizi kapattılar ama daima fiilen biz galip geldik. Kenan Evren müdahaleyi bizim lehimize yaptı. Turgut Özal bizden yana iktidar oldu. Bugün AK Parti bizim devamımız gibidir. Müslimler artık kendilerinin de diğerleri kadar başarılı olabileceklerini biliyorlar. Şimdi tek eksiklikleri vardır, “Adil Düzen”in ne olduğunu bilmiyorlar.

Onlar yaşlandılar, yeniden öğrenme imkanları yoktur. Gençlerin öğrenmeleri gerekir. Gençler de İngilizce öğrenme, Amerika’da mastır yapma, orada doktor olma peşindeler. Oysa Kur’an okuyup Allah’ın beyanlarını öğrenmeleri gerekir.

Beyan etme” kelimesi açıklama şeklinde tercüme edilmektedir. Arapçada beyan ispatlama demektir. Yani delilleri ortaya getirerek bir şeyi kanıtlamadır. Nitekim burada da Hazreti İsa ve annesinin tanrı olmadığı ispatlanmaktadır. Delili yemek yemeleri olarak ortaya koymaktadır.

الْآيَاتِ

(EaLEaYAvTi)  

“Âyetleri”

Âyetleri nasıl ispatladığımıza bir nazar et.

Âyet” yollara konan levhalardır, işaretlerdir. Onların doğru olduğu ispatlanmaz; konur, halk da ona inanır, ona göre hareket eder, sonunda istediği yere varır.

Allah’ın gönderdiği kitaplar birer âyettir. Naklî olarak olayları ve yapılacakları bildirmektedir. Âyet nedir? Tek olan ilâhtan başka tanrı yoktur. Hazreti İsa Allah’ın oğlu değildir. Bunlar kesin sözlerdir. Çok açık ifadelerdir. Sonra bu sözler delillerle ispat edilmektedir. O delil de onların yemek yemeleridir.

Bizim görevimiz Kur’an’ın âyetlerini müsbet ilmin verileri ile ispatlamaktır. Allah’ın gösterdiği ispat yollarını kullanmaktır. İşte bunlardan birini Allah yapmıştır. “Onlara” demekle bizim bu usulleri öğrenip onlara katmamız gerekmektedir. Kur’an’ın âyetlerini, Kur’an’ın kesin ifadelerini, muhkem beyanlarını müsbet ilmin verileri ile ispatlayıp onlara aktarmamız gerekmektedir.

“Âyât” kurallı dişi çoğuldur. Kur’an bir bütündür. Kur’an bir projedir. Beyanımız da o bütünlük içinde olmalıdır.

Yemek yiyenlerin Tanrı olamayacağı ilkesi Tanrı ile mahluk arasındaki farklılığı da ortaya koymaktadır. Filozoflar ve kelamcılar Tanrı’nın vacibu’l-vücud olduğu üzerinde çokça durmuşlardır, mutlak iktidarı üzerinde durmamışlardır. Kur’an’da “muktedir” kelimeleri geçmekte, hepsi Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir. Tanrı muktedirdir. Biz ise mukaddiriz. Yani biz güneş enerjisini kullanarak iş yaparız. Allah ise kendi kendine kudret sahibidir. İftial bâbı kendi kendine iktidarı ifade eder. Yani Allah başka bir enerjiyi harcayarak iş yapmaz. Biz ve bütün diğer canlılar ise mevcut olan bi’l-kuvve enerjiyi harcayarak iş yapabilir. Oysa Tanrı başka bir yakıt kullanmadan iş yapar. Halikın binefsihîdir.

Tanrı’nın varlığını ispata bu yoldan gidilebilir.

Bir üniversitenin hocaları ilan etmişler ve demişler ki; biz de canlı yaratıyoruz! Artık Tanrı ile yarışıyoruz! Karşı olanlar görmek için toplanmışlar. İddia sahiplerinden biri sahneye çıkmış, canlıyı nasıl yarattıklarını anlatmaya başlamış… “Maddeyi alırız ve …” der demez, karşı taraf kalkmış, “Allah’ın maddesini kullanmayın, kendiniz madde üretin!” demiş. Yarışma veya gösteri de orada bitmiş.

Biz yalnız maddeyi kullanmıyoruz, aynı zamanda enerjiyi de tüketiyoruz.

Kâinat ölümlüdür.

ثُمَّ

(ÇümMa)

“Sonra”

Yani nazar edip onlara ulaştırdıktan, onlara gerçekler anlatıldıktan, ispat edildikten sonra demektir. Bu “Sümme” kelimesi nazardan sonra, bir şeyler yapıldıktan sonra demektir. Yani “Sümme” yalnız zaman sonrasını ifade etmez. Aradan başka olaylar geçtikten sonra demektir. Arada geçen olay hazfedilmiştir. Biz onu takdir ederiz. Buradaki hazfedilen takdir, nazar ettikten ve onlara tebliğ ettikten sonra ifadesidir.

انْظُرْ

(UnJuR)

“Nazar et”

Bir daha nazar et.

Nazar” kelimesi tekrar edilmiştir.

Nazar edilen yer farklı ve başka, nazar şekli de farklıdır.

Biri Allah’ın âyetlerini ispat şeklini öğrenmek ve onlara anlatmak, ispatlamak şeklindedir. Diğeri ise onların nasıl davranacaklarını gözetlemektir.

İki bakış arası ifade edilecekse, birinci nazar ile ikinci nazar farklı olduğu için tekrar edilmiştir. Ayrıca fiillerde zamir gönderilmez, sadece “ve” harfi ile fail veya mef’ul atfedilir. Eğer fail ve mef’ul hazfedilecekse o zaman fiil tekrar edilir. Bu sebeple burada “Unzur” kelimesi tekrar edilmiştir. Yukarıda Allah’ın ispat şekline nazar et diyor. Burada ise onların yaptıklarına nazar et deniyor.

أَنَّى يُؤْفَكُونَ (75)

(EanNAv YuEFaKUvNa)

“Nereden ifk olunuyorlar.”

Fek” alt veya üst çene demektir. Kapanarak yakalayan tuzaklara “ifk” denmektedir. Tuzak anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Alt ve üst çenenin birleştiği yerdir. Mastar olarak ters çevirmek mânâsı almıştır.

İfk” kelimesi yanıltma anlamındadır. “Ufuk” kelimesi ile akrabadır. Göğün ufukta birleştiği zannedilir ama oraya varınca öyle olmadığı anlaşılır. Herhangi bir olay karşı tarafı kandırmak için yapılırsa bu ifk olur. Doğrudan yalan söylemezsin ama öyle hikâyeler anlatırsın ki o başka bir şeye inanır. Onu hile ile kandırmış olursun. Bu ifktir.

Ennâ” nereden demektir. “Eyne” nereye demektir. Tercümelerde hem nasıl diye tercüme ediyor hem de meçhul fiile malum mânâsını veriyorlar, nasıl dönüyorlar şeklinde tercüme ediyorlar. Bunlar hatalı tercümelerdir. Tefsirlerde de buna benzer mânâlar görülür. Oysa “nerden kandırılıyorlar” anlamındadır. Bunlar samimidirler ancak geçmişte kandırılmışlardır, hâlâ bu kandırılmışlığın içindedirler demektir.

Yani biz onlara gerçekleri anlatacağız. Hazreti İsa’nın sadece resul olduğunu, tanrılıkla ilgisi olmadığını anlatacağız, bunu delillerle ispat edeceğiz. Onlar yine de bizim söylediklerimize inanmayacaklar, anlamayacaklar. Biz bu sefer onların bu hatalara nasıl düştüğüne bakacağız, onların sosyal ve psikolojik durumlarını değerlendireceğiz.

“Nazar et, nazar et” diyerek bunun üzerinde çokça durmamız gerekmektedir.

Bugün yeryüzünde Müslümanlar mânen Hıristiyanlar da maddeten hakim durumdadırlar. Dünyada biz anlaştığımız takdirde Budistler ve Hindular da yanımızda yer alacaklardır. O sebeple onlarla özel olarak ilgilenmemiz gerekmektedir. Bu sebepledir ki onlar nasıl kandırılıyor, o hususa bakın deniyor.

Bu kandıranlar kimlerdir?

İsrail oğullarıdır. Onları müsbet ilimlerden uzak tutarak kendileri onları dinsizleştirme fitnesinde tutmuşlardır. Bu hususu onlara iyice anlatmamız gerekir.

Tanrı bu kâinatı yaratmıştır. O halde Allah’ın kitabında kâinatla çelişen bir şey olabilir mi? Yanlış olanı yine ilmî metotlarla ispat etmeliyiz. İspat edemiyorsak, onlar ispat ediyorsa, artık bizim reddetmemiz mümkün olmaz.

Avrupa üniversitelerini İsrail oğulları kurdular. İslâmiyet’ten aldıklarını Batı’ya aktardılar. Kilise bunlara karşı çıktı. İsrail oğulları haklı oldukları için galip geldiler. Avrupa’yı dinsizleştirmeye başladılar. Yüzde 95’i Hıristiyanlıktan vazgeçmişlerdir. Ama Papalık artık ilme muhalefeti bırakmıştır. İslâm düşmanlığını bırakmışlardır.

Şimdi onları hak inanışa getirmemiz gerekir.

Yalnız ilmî ispat yetmez. Bu durumlarını siyasi yönden de düşünmeliyiz, siyasi tedbirler de almalıyız. Önce “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmamız gerekmektedir. Dünyanın değişik ülkelerinden getirdiğimiz insanlar burada eğitilir. Televizyon neşriyatı yaparız. Okullar, üniversiteler kurarız. Efkarı umumiye artık olgunlaşır. O zaman da Papalık inkılap yapar, 2000 senelik bâtıl inanış ortadan kalkar. Şiilerin de böyle bâtıl inanışları vardır. Humeyni buna karşı çıkmadı ama naibi imam nazariyesi ile fiilen bunu aşmıştır. İnsanlık artık bâtıl inanışları aşıp ilâhi kaynaklardan yararlanma seviyesine çıkmalıdır.

***

قُلْ

(QuL)

“Söyle”

Hazreti İsa’nın tanrılığı meselesi örnek gösterilerek tüm putperestliklerden vazgeçilmesi gerektiği anlatıldı.

İsrail oğullarına “Ey Beni İsrail” diye hitap etmiş ve onları doğrudan muhatap almış olduğu halde, Hıristiyanlara karşı “Kul” emriyle bizi aracı yapmıştır. Bu suretle Hıristiyanlarla Müslümanların bir olduğu kabul edilmiştir. Hazreti İsa’ya; sana tâbi olanları kıyamete kadar kâfirlerin üstüne çıkaracağım vâdi ile maddi gücün onlarda olacağı ifade edilmiştir. İslâmiyet’ten önce Hıristiyanlık süper güç olmuştur. İslâmiyet’ten sonra Hıristiyanlık ikinci güç olarak varlığını sürdürmüştür. Haçlı Seferleri ile en parlak dönemlerinde Müslümanlara saldırdıklarında bile, İslâm âlemi onları mağlup etmişlerdir. Bugün de güçte Müslümanlar Hıristiyanlardan geridirler. Ne var ki maddî varlık onlarda, manevî varlık Müslümanlardadır. III. bin yıl uygarlığı bunların birliktelikleriyle sağlanacaktır. İsrail oğulları ise ayrı bir kavim olarak kendi varlıklarını sürdüreceklerdir. Bize “onlara söyle” denmiş olmasından anlıyoruz ki; bizim onlarla işbirliği yapmamız ve onları hakka çağırmamız emredilmektedir.

Hıristiyanlık Batı’da henüz başarılı bir durumda değildir. İnsanlar sosyal ahlâklarını korumakta iseler de kişisel ahlâkları son derece bozulmuştur. Aile müessesesi neredeyse yok olacak duruma gelmiştir. Zina kutsallaştırılmaya başlanmıştır. Çocuk yapmamaktadırlar. İnkıraz etmektedirler. Faiz onlar için tek kazanç aracı hâline gelmiştir. Sömüren ülkeler arasında yaşamaktadırlar. Sömürülen kalmayınca varlıkları da sona erecek fecaat içindedirler.

Bu durumlarından kurtulmak için ahlakta İncil’e, düzende ise Kur’an’a sarılmalıdırlar. Komünizme sarıldılar oldu da, Kur’an’a sarılsalar ne olur.

Bu “Kul”u kim söyleyecek?

Bir vakıf kurmalıyız. Hıristiyanların, Hinduların ve Budistlerin katıldığı bir vakıf kurmalıyız. Bu vakıfta ilmî araştırmalar yapılmalıdır. Kitaplar yeniden ele alınmalı ve asılları tesbit edilmelidir. Ona göre yorumlanmalıdır. Sözler değiştirilmese bile anlamları ilme göre yorumlanmalıdır.

Kur’an’da Hazreti Muhammed’den, Hazreti Musa benzeri bir resul olarak bahsedilmektedir. Yani Hazreti İsa’nın yerine değil Hazreti Musa’nın yerine gelmiştir. Tarikat peygamberi değil şeriat peygamberidir.

İnsanlık tek şeriat üzerinde olacaktır ama tek tarikat üzerinde olmayacaktır. Bizim Yahudilikten alacağımız bir şey yoktur ama Hıristiyanlıktan öğreneceğimiz şeyler vardır. Yalnız Hıristiyanlık değil; Hinduizm de Budizm de tarikat dinleridir. Şeriat dinleri değildir. Şeriat dini olarak Tevrat ve Kur’an vardır. Tevrat Kur’an’ı yorumlama bakımından yararlanacağımız kitaptır ama şeriat hükümleri günümüzün icma ve içtihatları ile ortaya konacağı için de füruda bizim ona ihtiyacımız yoktur. Kur’an ise icma ve içtihat müesseselerini getirdiği için tek dayanağımızdır. Sünnet ve Kur’an’ı anlamada bize yardımcı olacaktır.

أَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ

(Ea TaGBuDUvNa MiN DUvNı elLAvHi)

“Allah’tan başkasına mı ibadet edersiniz?”

Hıristiyanların Mesih Allah’tır veya Allah üçüncüdür demelerini ele almış, bunun küfür ve şirk olduğu anlatılmıştır. Hazreti İsa ve annesinin birer insan olduğu açıklanmış, delillerle ispat edilmiştir. Sonra da onların nasıl kandırıldıkları ifade edilmiştir. Onlara tarihî gelişme anlatılmıştır. Önce Pavlus Hıristiyanları Hazreti İsa’ya taptırmaya başlatmış, sonra da batılı düşünürler Marks’a varıncaya kadar onları dinsizleştirmek istemişlerdir.

Onlara ne yapılmıştır?

Ya peygamberlere ya da diktatörlere taptırılmışlardır.

Allah’ın halifesi olan insanlığa hizmet edeceklerine, kapitalizmde sermayeye, sosyalizmde siyasilere taptırılmıştır. Bu iki güç de İsrail oğullarının gücü idi, çeneleri veya kolları idi. Bugün hâlen onların emrinde insanlığı ateşe vermektedirler.

Demokrasi sayesinde siyasi güçlerini kaybettiler ama mâli güç hâlâ onların emrindedir. Hâlâ faiz parası ile biz şimdi tuvalete gidebiliyoruz. Tüm dünyayı tahsildarsız emrine almış, kendisine taptırmaktadır.

Allah Hıristiyanlara, Hintlilere, Çinlilere bu gerçekleri anlatmamızı bize emretmiştir. Sözü söylemelerden yapmalara getirmiştir. İbadet etmek demek köle olmak demektir, O’ndan başkasına iş yapmamak demektir. Köle ile işçi arasındaki fark birinin geçici olmasıdır. Bugün gidersin, kişinin işini yaparsın, ücretini alırsın. Oysa köle isen hiçbir yere gidemezsin. Bugün karşılıksız dolar tabanlı para tüm insanlığı emrine almış, ona ibadet ediyoruz. Elimize aldığımız banknotun bize ne zararı ne de yararı vardır. Ama biz ona ibadet ediyoruz.  İnsanlığa ve topluluklara değil, ekonomik veya siyasi sömürünün aracı olan kâğıt parçasının esiri durumunda kölelik yapıyoruz. Ayetteki siz, bizi de içerisine aldığı için (tağlib) Allah’tan başkasına mı ibadet edeceğiz? Sermayeye ve siyasete mi tapacağız? Biz insanlığa yani Allah’ın halifesine ibadet etmeliyiz.

Açık ifade ile hareket edecek olursak, Allah para olarak altın ve gümüşü var etmiştir. Karşılıksız para değil, karşılığı olan para kullanmalıyız. Bizim paramız altın olmalıdır. Her şey altına dayandırılmalıdır. Küçük paralar gümüş olmalıdır. Altın paranın gümüşle olan değeri altının gümüşle olan değeri hâline gelmelidir.

İstanbul’da bir kredileşme kooperatifini kurmalıyız. Kooperatifin kuyumcu üyeleri “altın bonosu” çıkarıp kooperatife vermelidirler. Altın bonoyu getirenlere altını vermelidirler. Sonra altın bono gümüşle alınıp satılmalıdır. Bunun dışında ülkelerde çalışma kooperatifleri kurulmalı, “imar bonosu” çıkarılmalıdır. Sonra illerde hizmet kooperatifleri kurulmalı, “demir bonosu” çıkarılmalıdır. Bucaklarda işletme kooperatifleri kurulmalı, “buğday bonosu” çıkarılmalıdır. Mübadele aracı bunlar olmalıdır. Bunlar da işletme senetleri karşılığı çıkarılmalıdır. İşletme senetleri de ambara giren mal karşılığı çıkarılmalıdır. Dolayısıyla para ambara konmuş mallar karşılığı olmalı yahut yapılan yapılar karşılığı olmalıdır. İşte bu para karşılığı olan paradır. Allah’ın halifesi olan insanın emeğiyle ürettiği değer karşılığıdır. Bunu yapmak Allah’a tapmaktır. Karşılıksız para ile yaşamak ise sermayeye veya siyasete tapmaktır, onlara ibadet etmektir.

Biz her gün sadece ve sadece karşılıksız paraya hizmet ederek yaşamıyor muyuz? Bu yaptığımız işlerden sonunda sömürü sermayesi yararlanarak dünyayı sömürmüyor mu?

Sermaye devletlere altın karşılığında para çıkaracağını vaat etti. 1970’lere kadar sözünde durdu. Ondan sonra adeta tanrılığını ilan ederek karşılıksız dolar çıkarmaktadır. Doların ve ona bağlı paraların borçlusu yoktur, karşılığı da yoktur. Bu Tanrı’ya ortak olmaktır. O parayı kabul edenler yani bizler de müşrikiz. İşte şimdi Kur’an bize bunu söylüyor. Bizim böyle söylememizi emrediyor, böyle düşünmemizi emrediyor.

مَا لَا يَمْلِكُ لَكُمْ

(MAv LAv YaMLiKu LaKuM)

“Sizin için hiçbir güce sahip olmayana”

Burada “Men” değil de “” getirilmiştir. Yani insanlar görünürde Hazreti İsa’ya ibadet ediyorlar, gerçekte ise karşılıksız dolara hizmet ediyorlar. Hıristiyanlar kandırılmış, aldatılmış ve karşılıksız para onlara para olarak kabul ettirilmiştir. Evet, altınla değiştireceğiz dedikleri halde şimdi değiştirmiyorlar. Bizi kandırdılar, şimdi putlara taptırıyorlar.

Buradaki “” karşılıksız para anlamına geldiği gibi haç işareti anlamına da gelmektedir, heykeller ve resimler anlamına da gelmektedir. Kendilerine kutsiyet verilerek heykellere ve resimlere saygı göstermek putperestliktir. Ölmüş insanların mezarlarına gidip medet ummak putperestliktir. Onların bize ne yararı ne de zararı vardır.

ضَرًّا وَلَا نَفْعًا

(WarRan Va LAv NaFGan)

“Ne zararı ne de yararı olan”

Evet, önce ölü olan kimselerin bize ne yararı ne de zararı vardır. Onların ne heykelleri, ne resimleri, ne de mezarları bize ne zarar verir ne de yarar verir. Anıtkabiri ziyaret etmek ve Mustafa Kemal’e saygı duruşu yapmak ne kadar putperestlikse, haç çıkarmak Eyüp Sultan’ı ziyaret etmek de böyledir. İşte insanlığın böyle bâtıl inançlardan ve onlara tapmaktan, onlara iş yapmaktan kurtulması gerekmektedir.

O halde ne yapmalıyız?

Bugün TL kullanmazsak ekmek alıp yiyemeyiz.

Peki, parayı kullanmayalım mı?

Cebindeki 20 liranın bugünkü değeri bellidir. Dolayısıyla 20 liranın içinde gerçek değerler vardır. Onun ne olduğu bellidir. Bugün bu parayla kuyumcuya gittiğiniz zaman, bunun karşılığında size şu kadar gram altın veririm diyor. Ancak onun yarın veya daha sonra değerinin ne olduğu bilinmemektedir. O halde alışverişi TL üzerinden yapacağız ama borçlanmayı altın veya gümüş üzerinden yapmalıyız. Tasarruflarımızı ortak hesaplarda birleştirip altın hesabına yatırmalıyız.

Kur’an bunları bize emrederken yalnız Müslüman olarak değil tüm büyük dinlerin mensubu olarak emretmektedir. Faiz yalnız bize değil İsrail oğullarına da haramdır. Onlar da artık sömürüden ve Tanrı’ya ortak koşmaktan kurtulmalıdırlar.

Ölmüş insan Hazreti İsa da olsa, artık bize bir zararı ve bir yararı yoktur. Getirdikleri ise onun değil Allah’ın bize olan tebliğidir. Dolayısıyla sünnete uymak şirk değildir. Çünkü onun öğrettikleridir. Ama Allah’ın emirleridir. Şirk olan onun şahsından istimdattır. Biz Hazreti Muhammed’den imdat istemeyiz. Biz onun için dua ederek onun imdadına koşarız. Mezarlara gidip onlardan şefaat istemek şirktir. “Ya Rasulallah!” demek şirktir. Çünkü o duyamaz. Bu sebepledir ki Ehli Sünnet Kur’an okuduğu zaman ruhlarına hediye eyledik sen vâsıl eyle ya Rabbi diye dua ederler. Sen kabul eyle ya Muhammed demezler. Hıristiyanlar ise Hazreti İsa’ya dua ederler. Müslümanlar arasında da bütün şirk ifadeleri kullanılmaktadır. Dikkat ederseniz insanlar hayatlarında değil de öldükten sonra putlaştırılıyor. Mustafa Kemal’e hayatında kimse tapmıyordu. Mustafa Kemal’e tapma işi kendisinden sonra başlamıştır. Hayatında ise korkusundan itaat ediliyordu.

İslâmiyet’te doğum günleri ve ölüm günleri kutlanmaz. Hazreti İsa’nın doğum günü yılbaşıdır. Onun doğumu mucizedir. Onu bayram günü yapabiliriz. Ramazan Bayramı vahyin başladığı gündür. Kurban Bayramı vahyin tamamlandığı gündür. Bizim için mukaddes olan günler onlardır. Cuma günleridir. Onun dışında doğmak ve ölmek adi olaydır. Bütün din mensupları Kur’an’ı esas alarak bâtıl inançlardan kurtulmalıdırlar.

وَاللَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (76)

(Va EalLAHu HuVa elSaMIyGu eLGaLIyMu)

“Allah semi’ ve alîmdir.”

Haberler nekre geldiği zaman o özelliğin mübtedada olduğunu ifade eder. Ama haberleri marife gelince o zaman haberin yalnız mübtedada olduğunu ifade etmiş olur. Burada şu deniyor. Bilen ve işiten yalnız Allah’ın kendisidir. Başka bilen ve işiten yoktur. Her şeyi bilen ve işiten yalnız O’dur. Ölülere dua etmeyiniz, yani ölülere hitap etmeyiniz, çünkü onlar duymaz ve işitmez.

Bundan önceki “Allah” kelimesine O’nun halifesi olan topluluk mânâsını verdik. Burada ise kâinatın var edicisi Allah mânâsını veriyoruz. Bunun için izhar edilmiştir. Fiil cümlesinden sonra geldiği için bu isim cümlesi hâl cümlesidir. Yani işiten yalnız Allah, bilen yalnız Allah olduğu halde, biz bize zararı ve yararı olmayanlara mı ibadet edeceğiz? Deftere ya defter deyip onu muhatap mı almalıyız? Bizi şimdi Mustafa Kemal değil Abdullah Gül idare ediyor. Geçmiştekilere tapmak demek şimdikileri saymamak demektir.

Hüve” zamiri gelmiştir. Üç tane marife kelime yan yana gelmiştir. Ortadaki mübteda ile de beraber olabilir. Haber ile de beraber olabilir. Haberle beraber olduğunu göstermek için Türkçede kişi anlamında bir “Hüve” getirilmiştir.

Haberleri ayrı ayrı atıfsız da gelebilir, atıfla da gelebilir. İkincisi birincinin sıfatı da olabilir. Burada iki şekilde mânâ verilebilir. Allah işiten olan kimsedir. Bilen olan kimsedir. Yahut Allah bilip işiten kimsedir. Yani ya Allah’ın iki vasfı vardır veya bir birleşik vasfı vardır. Burada duracağımız konu bilen ve işitendir ifadeleridir. Allah’tan başkasına mı ibadet edeceğiz, işini yapacağız dedikten sonra işiten sıfatını ortaya koymuştur. Amelde yalnız fiil vardır. Kavil yoktur. İbadette ise hem fiil vardır hem kavil vardır demektir. Kavillerinizi işitir, fiillerinizi bilir demektir. Görür yerine bilir denmiş olması, kalbî fiillerimizi de yani düşündüklerimizi de bilir anlamındadır.

Bu âyet bize Hıristiyanlarla bir olup ölülere tapma hastalığından kurtulmamızı ve Altın bono çıkarmamızı emretmektedir. Kur’an’ı yorumlarken hepsi sonunda Allah bize bunları niçin anlattı, ne yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz ve sorunlarımıza çözüm bulmalıyız. Şarkı dinler gibi Kur’an’ı dinlememeliyiz.

 

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3001 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2174 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2770 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4426 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2323 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2871 Okunma
20-MAİDE 57-60
2273 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2367 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1820 Okunma
29-MAİDE 89-91
3115 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2446 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma