MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2210 Okunma
Maide13-15

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 13

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَى خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(13)

 

فَبِمَا نَقْضِهِمْ

(Fa BiMAv NaQWıHıM)

“Nakzetmelerinden dolayı.”

Bundan önceki âyette İsrail oğullarından misak alındığından bahsetmiş, o misakta konan müeyyidelerden söz edilmişti. Her sözleşme yapıldığında sözde durulmadığı zaman ne müeyyide uygulanacağı anlatılmış, uymayanların yolun sevaını idlal ettikleri bildirilmişti.

Şimdi “Fa” harfi getirilerek yolun sevaından (ortasından) ayrıldıkları ve o sebeple onların bugünkü hallere düştükleri anlatılmaktadır. Burada isim cümlesi fiil cümlesine “Fa” harfi ile atfedilmektedir. Bundan önceki cümlede, kim bundan sonra küfrederse o yolun sevaından dalalet etmiş olur denmiştir.

Bu cümleyi iki şekilde anlarız.

1. Oradaki “Men” ismi mevsuldür, küfreden kimse demektir. O takdirde onların içinden dalalet edenler olduğu anlatılmış olur. Burada “Fa” harfinden sonra bir cümlenin takdirine gerek kalmaz.

2. Oradaki “Men” şart anlamındadır. Genel kural anlatılmaktadır. O takdirde kim küfrederse dalalet etmiştir denmiş olur. Umumi olarak dalalet edip etmediğinden bahsedilmiş olur. O zaman “Fa” harfinden önce mahzuf bir cümle takdir ederiz, “minhum men kefere” hazfedilmiş olur, yani onlardan küfredenler oldu. O zaman burada “Fa” harfi mahzuf olan cümlenin tafsili olur. Dolayısıyla dalalet ettiler, o dalaletleri de şöyledir denmiş olur. Sonuç olarak ister hazf kabul edelim ister etmeyelim, “Fa” harfi onların dalaletlerini anlatmaktadır.

Nakz” kelimesi ism-i mef’ul almış bir masdardır. Cümle fiil cümlesi kabul edilebilir. Fiil fiile atfedilmiş olur.

” harfi getirilmeden de cümle söylenebilirdi.

O halde burada neden “” harfi gelmiştir?

Alusi’ye bakalım:

 { فَبِمَا نَقْضِهِم مّيثَ??قَهُمْ } أي بسبب نقضهم ميثاقهم المؤكد لا بشيء آخر استقلالاً وانضماماً? فالباء سببية? و (ما) مزيدة لتوكيد الكلام وتمكينه في النفس? أو بمعنى شيء كما قال أبو البقاء? والجار متعلق بقوله تعالى: { لَّعَنَّ?هُم }  

(Misakları nakz ettiklerinden dolayı) yani başka bir şey olmaksızın müstakil ve munzam olarak müekked olan misaklarını nakzetmeleri sebebiyle ve () kelamın tekidi nefsinde temkini içine ziyade kılınmıştır. Yahut şey anlamınadır. Ebu’l-Beka’ böyle diyor. Câr (leannahum)a mütealliktir.

Yani burada “”nın anlamı, nakzdan doğan sonuçlar sebebiyle denmiş olur. Sadece sözlerinde durmadıkları için ceza verilmiş olmuyor, sözlerinde durmamaları nedeniyle öyle sonuçlar ortaya çıkar ki, nakzedenler lanetlenmiş olurlar.

Allah kâinatı yaratmıştır, kurallar içinde yaratmıştır. Örnek olarak ateş ısıtır ve yakar. Taş düşer. Kendiliğinden olan şeylerde oluş böyle değildir. Bazen düşer, bazen düşmez; kimi düşer kimi düşmez. Oysa kâinatta her şey kurallara tâbidir. Canlılar bu sayede varlıklarını sürdürmektedirler. Yoksa ot bazen zehir bazen besin olsaydı, canlılar var olabilirler miydi?

Doğa kanunları sayesinde tüm canlılar varlıklarını sürdürüyorlar.

İnsanlar da sosyal kanunlar içinde yaşarlarsa, o zaman kurallar içinde yaşamış olurlar ve kurallar sayesinde varlıklarını sürdürürler. Sosyal kuralların temeli sözleşmelerle ortaya çıkar. Sözleşme yaparsınız, sonra ona uyarsınız. Bunlar sosyal kanunlar olur ve insanlar o suretle yaşarlar.

Kur’an insanlardan bir şey istemektedir; insanlar verdikleri sözlerinde dursunlar.

Münafığın alametleri anlatılırken, “sözünde durmaz ve emanete ihanet eder” denmiştir.

Buradaki “” harfi bunu ifade etmiştir.

Bir toplulukta halk konuştukları zaman yalan söylerse, bizim basın/medya gibi yaparsa, söz verip yerine getirmezse, emanetlere ihanet ederse, kamu mallarını yağmalarsa; o topluluk varlığını sürdüremez. İmanın temel şartı; söylerken doğru söylersin, sözünde durursun ve emanetlere ihanet etmezsin. İşte o zaman sen mü’minsin.

مِيثَاقَهُمْ

(MıyÇaQaHuM)

“Misaklarını.”

Allah insanı yaratmış, ona kişilik vermiş, onu muhatap almış, onunla misak/sözleşme yapmış. Bu ne büyük bir makamdır. Ancak insanlara bu şerefli makamı terk etme yetkisi de vermiş. Bunu niye yapmış? Sözlerinde duranlar ile sözlerinde durmayanlar birbirlerinden ayrılsın diye yapmıştır. Bu suretle insan adeta kendi kendisini var etmiş gibi olur. Allah insanı sadece kendisine halife yapmamış, adeta kendisine benzetmek istemiştir.

Allah’la yapılan misakı âlemlerin rabbi olarak aldığımızda, fert olarak ne kadar ağır yükler yüklenmiş olduğumuzu anlarız. Bunu toplulukla yapılan misak olarak anlayabiliriz.

Ocağımızın halkı ile yaptığımız misak var; ocağımızın kurallarına uyacağız, ocak başkanlarını dinleyeceğiz. Bucak, il, ülke ve insanlık içinde de kurallara uyar ve yetkilileri dinleriz. O zaman o topluluk içinde kalma ve o topluluğun nimetlerinden yararlanma hakkımız olur. Eğer topluluğun kurallarına uymayacaksak, topluluğun başkanına itaat etmeyeceksek, o zaman o topluluğun içinde yerimiz nedir? Oralardan sürülmek!

Topluluk nasıl oluşacaktır?

  1. İki kişi yan yana gelince biri başkan olur veya geçici olarak başkanlık yaparlar. Anlaşma yaparak kararlar alırlar. Bu kararlar kural olmaya başlar. Bunlara başkaları da katılmaya başlar.
  2. On kişi olduklarında kendilerine artık devamlı olarak başkanlık yapacak olan kimseyi seçerler. Ona biat ederler. Böylece aşiret/ocak oluşur.
  3. Sonra aşiretler birleşir kabile/bucak olur, kabileler birleşir şa’b/vilayet/il olur, şa’bler birleşir kavm/ülke olur ve sonunda nâs/beşeriyet/insanlık oluşur.
  4. Bütün bunlar temel olarak sözleşmelere dayanır. Biat da bir sözleşmedir. Merkez bucaklar vardır. Orada yaşayanlar merkez bucakların başkanlarına itaat ederler. Taşra bucakları ise bağımsızdırlar, kendi şeriatlarını kendileri oluştururlar, kendi başkanlarını kendileri seçerler ve topluluğu oluştururlar. Bunların hepsi “misak”tır.

Daha evvel Allah İsrail oğullarından misak almıştı. Merkezden atamalarla başkanlar seçiliyordu. Kur’an bunu kaldırdı. Şimdi iki kişi bir araya gelince kendilerine başkan seçerler, birini başkan yaparlar. Daha önce şeriat vahiy ile tesbit ediliyordu, şimdi ise serbest sözleşmelerle tesbit ediliyor, edilecek.

Merkezi bucaklar olsun, taşra bucakları olsun, topluluğun misakı içindedirler ve misaka uyacaklardır. Misakı/sözleşmeyi nakzederlerse bırakıp gideceklerdir.

Hem misakı nakzedecek, hem de o topluluk içinde yaşayacaklar; bu mümkün değildir. Öyle olursa sonunda herkes nakzeder ve ortada topluluk diye bir şey kalmaz.

لَعَنَّاهُمْ

(LaGanNAvHuM)

“Onları lanetledik. Onları dışladık.”

İnsanlar nasıl dışlanacaklardır?

  1. Önce dışlanmış olan kimselerle kimse konuşmaz, kimse alışveriş yapmaz. Böylece dışlanmış olur. İnsan çevresi ile ilişki kurmadıkça, onlarla alışveriş yapmadıkça yaşayamaz. Hazreti Peygamber dışlamayı uygulamıştır. Bu dışlama uzun sürerse kişi topluluğu terk eder gider, böylece lanet edilmiş olur.
  2. Lanetin ikinci uygulanış şekli hukukun onu korumamasıdır. Mahkemeye gidip dava açamaz. Onun aleyhine dava açılmaz. Onun kanı heder olur.
  3. Kur’an hükümlerini kabul etmeyenlere hiçbir görev yüklenmez. Biz onlardan hiçbir talepte bulunmayız, sadece sözlerinde durmalarını isteriz. İki olay vardır. a) Biri diğerinin malını çalmak için eve hırsız olarak saldırır. Saldırıya uğrayan savunma durumunda kalır. Bu kişi muhakeme edilir ve verdiği zarar ortadan kaldırılır. b) Bir de kişi söz verir ve sözünde durmaz. Size zarar vermemiştir, sadece sözünde durmamıştır. Buna bir ceza, bir müeyyide uygulanmaz, sadece dışlanır, cezası budur. Lanet etmiş olması bu demektir. Kimse başkası ile yaşamak zorunda değildir. Sözlerinde durmayanlar ayrılıp giderler. Topraklarını bölüşebiliriz.
  4. İnsan için ideal olan kendi iradesi ile yaşamasıdır, günahı ile sevabı ile Allah’ın huzuruna çıkmasıdır. Başkalarına zarar vermemek şartı ile kimseye zor kullanılmamasıdır. Bunun için kabul edilen temel araç ayrılıktır. Eğer yönetime onlar hakimse biz oraları terk eder gideriz. Yönetime biz hakim isek, o zaman da onları dışlar ve onların gitmelerini sağlarız. Savaş, hicret etmemize izin vermezlerse veya gitmezlerse o zaman başlar. Özlük haklarını da koruruz. İsrail oğullarının sürgünden sürgüne gitmeleri, hâlâ doğru dürüst vatan ittihaz edememelerinin sebebi, verdikleri sözlerde durmamalarıdır. Verilen sözler tutulmalıdır. Mü’minler zarar da etseler mutlaka sözlerinde durmalıdırlar.

وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً

(Va CaGaLNAv QuLUvBaHuM QaSiYaTan)

“Ve kalblerini kasiye yaptık.”

Lanet ettik ve kalblerine kasiye doyduk.

Kalb” merkez, santral demektir. İnsanda iki ana merkez vardır. Biri göğüste kan dolaşımını sağlayan merkezdir. Diğeri de insanın başında, sadrında olan sinir sisteminin merkezidir. İnsanın tüm düşünceleri buralarda oluşur. Beyin bilgisayardır.

İnsanlarda tuhaf bir olay vardır. İnsan eğer tarafsızsa, saplantı içinde değilse, devreler normal çalışmaktadır. Eğer insan kötü bir şey yapmaya karar vermişse, artık onun elektrikî devreleri kilitlenir ve bir türlü değiştiremezsin. İnsanın doğru düşünebilmesi için önce beyninde olan her şeyi silmek ve yeniden kurgulamak gerekir. Bilgisayar bazen takılır ve her seferinde yanlış yapar. Bunun tedavisi için bilgisayarı kapatmak ve yeniden açmak gerekir. Geçmişte İmamı Gazali (d. 1058 - ö. 1111) ve Dekart (Descartes; d. 31 Mart 1596 - ö. 11 Şubat 1650) aynı metodu uygulamışlardır. Her şeyi baştan denetlemiş, o sayede doğru düşünme imkanına ulaşmışlardır. Marx ve ateistlerin görevi vardır. Allah bunun için yeryüzüne Marksistleri ve ateistleri göndermiştir, ateizmle insanlığın beyinlerini temizlemişlerdir. İnsanlık şimdi ateizmden yeniden teizme geçmektedir.

“Kasv” kelimesi “kavs” kelimesi ile akrabadır. “Kavs” yay demektir. Eğersiniz, bıraktınız mı tekrar eski yerine döner, bir türlü yeni şekil almaz.

Kasvet” ise hiç eğilmez, katı kalır demektir. Yaş bir sopayı eğersiniz ama kuruduğu zaman artık eğilmez. İşte, “kasvet” demek, kurumuş, odun olmuş demektir.

İnkılabın olması için beynin yeniliğe açık olması gerekir. Eski bilgileri ve anlayışları beyinlerinden atmalıdırlar.

Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra İslâmiyet’e hatalı anlayışlar yerleşmeye başlamış, bundan 400 sene evvel bu anlayışlar had safhaya ulaşmaya başlamıştır. İslâm âlemi bunun için gerilemeye başlamıştır. Yanız İslâmiyet değil, dünyadaki tüm insanların beyinleri katılaşmış idi. İşte sosyalizm/komünizm bu katılaşmış düşünceyi yıkma faaliyetidir. Şimdi tekrar Asrı Saadet’teki İslâmî anlayışa, Kur’an anlayışına dönülecektir.

يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ

(YuXarRiFUvNa eLKaLiMa GaN MaVAWıGıHIy)

“Kelimeleri mevzilerinden tahrif ediyorlar.”

“Harf” bir şeyin bir parçası, bir yanıdır. Dağın harfi dağın bir yamacıdır. Kur’an’ın değişik kıraatlerine “harf” denmektedir. Kelimede bulunan sesleri gösteren işaretlere ve onların delalet ettiği kısımlara “harf” denir. “Kelime” cümlenin harfi değildir. Bir makinanın parçaları harf değildir. Çünkü parçalar ayrı ayrı elde edilir ve satılır. Harf ise bir varlığın ayrılmayan ve sökülmeyen kısımlarıdır.

Tahrif etmek” parçalar eklemektir.

Örnek verelim. Kur’an’da “Ey Muhammed” diye bir ifade yoktur. “Sen” vardır. Kişi ona “Ey Muhammed” diye kelime eklerse, bu tahriftir; “Habibim Muhammed” derse, bu tahriftir. Parçaların yerlerini değiştirirsen bu da tahriftir. “Harb” kelimesi  buna akrabadır. “Harb etme” mânâsındaki kelime buna akrabadır.

Kelim” “kelime”nin çoğuludur. Kelimeleri tahrif ediyorlar.

Kelime” cümledeki sözdür. Kelime de harf gibidir. Yani bir varlığı elde ettiğimizde onu istediğimiz şekilde parçalayabiliriz. Mesela arabayı alıp sökmeye başlarsınız, vidaları gevşetirsiniz. Söker dağıtırsınız, sonra onları bir araya toplarsınız. İşte bu parçaların adı “kelime”dir. Oysa bir kelimeyi alır da onun harflerini ayırırsanız kelimeyi parçalamış olursunuz, ayrı ayrı mânâları olmaz. Mesela bir tekerleği ikiye ayırırsanız tahrif etmiş olursunuz, tekerleği arabadan sökerseniz teklim etmiş olursunuz.

Onlar kelimeleri tahrif ediyorlar, yani parçaları bozuyorlar.

Mevzilerinden, konuldukları yerlerinden tahrif ediyorlar.

Bugün birçok Kur’an kelimesi tahrif edilmiştir. “İslâm, iman, şeriat, salat, zekât” kelimeleri asıl mânâlarını kaybetmiştir. Aynı şeyi Yahudiler de yapmıştır. Tevrat’ın önce İbranicedeki mânâlarını tahrif ettiler. Sonra onları tercüme ederken de yeni mânâları ile tercüme ettiler, böylece aslından farklı yeni Tevrat ortaya çıktı.

Müslümanlar olarak biz, genellikle Tevrat’ın sözlerinin tahrif edildiğini söyleriz, oysa insanlar Kur’an’ın sözlerini değil mânâlarını tahrif etmişlerdir. Sonuç olarak bu duruma geldiğimizde bizimle Yahudiler arasında bir fark kalmamış olur.

Buradaki “mevadı’” ile kullanıldığı mânâ kastedilmektedir. Sen bir cümle söylediğin zaman kelimeleri oralara yerleştirmiş olursun. Usulde buna “istimal” denir. Sen bir şey kastedersin; o ya bunu anlayamaz, ya da anlar ama değiştirir. İşte buna “tahrif” diyoruz.

Kur’an’ın tahrif edilmeden anlaşılması için İslâmi ilimler geliştirilmiştir.

  1. Kur’an’ın söylediği mânâda anlaşılması için sünnete göre anlama sistemi esas alınmıştır. Sünnetin tesbiti ise hadis ilimleri ile olmuştur. Yaklaşık iki asır sonra hadis âlimleri ortaya çıkmışlardır. Ravilerden hadisleri toplamışlar ve ona göre kitaplar oluşturulmuştur.
  2. Sonra Arapça ilimler geliştirilmiştir. Böylece Arapça olan Kur’an’ın  anlaşılması için Arap dilinin özellikleri ortaya çıkmıştır.
  3. Bundan sonra âlimlerin ittifakları ve ihtilafları incelenmiş; fıkıh, kelam, tasavvuf oluşturulmuştur.
  4. Bugüne geliyoruz. Tüm bu çalışmalar elimizde. Ama sorunlar çözülmüyor. Şimdi biz Kur’an’ı anlamak için yeniden yola koyulduk.
  1. Basit bir misal vereceğim.

Arapçada “siz” kelimesini ifade etmek amacıyla erkekler için “hüm” ve “küm”, kadınlar için “hünne” ve “künne” kullanılır. Ayrıca “hüm” ve “küm” kadın erkek karışımı için de kullanılır. Genel kural şudur. Kur’an’da karine yoksa “hüm” ve “küm”ün içine hem kadınlar hem de erkekler girerler. Bundan miras âyetleri müstesnadır. Orada erkeklerden bahsederek “siz” demekte, kadınlardan bahsederek “onlar” demektedir. Kadın erkek mirası farklı olduğu için bu ifade tarzı ile çok kısa yoldan miras taksim edilmektedir. Buna göre yani Kur’an’a göre baba mirası çocuklar arasında erkeklere iki, kızlara bir verilerek taksim edilecektir. Ama annenin mirası ise çocuklara eşit olarak paylaştırılacaktır. Buna başka delil de, anadan kardeşlerin mirasında erkek veya kadın ölür de mirası taksim edilecekse eşit taksim edin denmektedir. Oysa babadan kardeşlerin taksiminde ise yalnız “in imriün” denmekte “imraetün” denmemektedir. O halde baba mirası taksim edilirken kızlar bir, erkekler iki alacaklardır, ama ana mirası taksim edilirken kız erkek eşit alacaktır.

Kur’an’da açıkça böyle dendiği halde, fıkıhçılar hep ana mirasını baba mirası gibi taksim etmişlerdir. Oysa yukarıdaki yorumlama usulünü o devrin âlimleri koymuşlardır.

Demek ki şimdi biz Kur’an’ı yeniden anlayacağız ama onların bize öğrettikleri usullerle anlayacağız. Böylece kelimelerin mevzilerinin tahrifinden kurtulacağız.

Biz nasıl Kur’an’ı yeniden gerçek anlamını anlama çabasına girmiş isek Yahudiler de girmelidirler. Biz Kur’an’ı anlarken Tevrat’tan yararlanıyoruz. Onlar da Tevrat’ı Kur’an’a göre anlamaya çalışmalıdırlar. Yani Tevrat’ta tahrif edilen veya edilmeyen kısımları Kur’an’la ve bugünkü müsbet ilimle karşılaştıracak ve ona göre asıl anlamlarını anlamış olacaklardır.

وَنَسُوا حَظًّا

(VaNaSUv XajJan)

“Ve hazzı unuttular.”

Kur’an’da “haz” ve “nasib” kelimeleri geçmektedir. Kur’an’ın yorumlanmasında karşılaşılan en önemli sorun Kur’an’da geçen kelimelerin tariflerini yani sınırlarını belirlemektir. Kur’an konuşma diliyle nâzil olmuştur ama bize emredilen onu mantık diliyle anlamaktır. Çünkü konuşma diliyle uygulamak mümkün değildir. Mantık dilinde de değişme ve gelişme olmaz. Dolayısıyla Kur’an konuşma diliyle indirilmiştir, her devir ve her zamana göre yorumlanır ve hayatta ona uyum sağlanır. Ama uygulayabilmemiz için de onu mantık diline çevirmemiz gerekmektedir. Onu da biz yaparız ve uyarız.

Şimdi “haz” ve “nasib” kelimeleri arasında acaba nasıl bir sınır koyacağız, “nasib” kelimesi ile “haz” kelimesi arasındaki farkı nasıl bulacağız?

Önce ikisinin Kur’an’da geçtiği kelimelere bakar, ona göre tanımlar yapmaya çalışırız.

Şimdi miras âyetlerini ele alalım. Erkekler için babalarının akrabalarının bıraktıklarında nasib vardır diyor. Kadınlar için de bir nasib vardır. Burada “nasib”den bahsetmektedir. Oysa erkeğin payı kadının iki katıdır derken, orada “haz”dan bahsediyor. Demek ki mirasta “nasib” sahipleri vardır, bir de “haz” sahipleri vardır. Nasib sahipleri ashabı faraizdir, yani terekeden belli olan payı alırlar. Mesela kadının payı 1/8’dir, erkeğin payı ¼’tür. Oysa çocukların hazzı nasib sahipleri aldıktan sonra kalanı bölüşmedir. Bunlara bakiyeci denmektedir.

Burada “paylarını unuttular” diyor. İşbölümü içinde bölüşme şöyle olmaktadır. Bir mahallede biri bakkal açarsa diğeri fırın açar, biri doktor olursa diğeri muhasip olur. Demek ki bunlar haz sahibidirler. Herkes aynı işi yapıyorsa onlar da nasib sahibidirler. Çok yapan çok alır, az yapan az alır. Erkek kadın arasındaki pay farkı aldıkları görevden dolayıdır. Erkek nafaka ile yükümlü olduğu için onun hazzı ikidir.

مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ

(MinMAv ÜuKiRa BiHIy)

“Kendilerine zikredilenden paylarını unuttular.”

Demek ki işbölümü dolayısıyla dinler farklı görevler yüklenmişlerdir. Yahudilerin ayrı, Hıristiyanların ayrı, Budistlerin ayrı, Hinduların ayrı hazları ve görevleri vardır. Biz mü’minlerin görevleri de ayrıdır. Ticaret Yahudilerin ise, sanayi Hıristiyanların ise, tarım bizim olabilir. Biz tarımımızı geliştirmeliyiz. Sanayide onları geçmeye çalışmamalıyız. Onlar da tarımı sömürü altına almaya çalışmamalıdırlar.

Burada “Min” harfi getirilmiştir. Yani anlatılanların bazılarını unuttular mânâsındadır.

”yı âm olarak anlarsak, bir fabrikada işbölümü yapanlar kendilerine düşen işi yapacaklar, başkalarının yapacakları işlere karışmayacaklar ama fabrika içinde kimin ne yaptıklarını da bileceklerdir. Çünkü bilmezlerse o zaman işlerini kime yaptıracaklarını bilmezler. Her doktor kendi ihtisasını bilecektir. Ancak teşhiste yalnız kendi hastalığının teşhisini değil, bütün hastalıkların teşhisini bilecektir. Hastasını muayene ederken bu hastalık bana ait değildir demeyecek, bu hastalık filan ihtisasa aittir diyecektir. Bu kural tamirci için, avukat için de geçerlidir. Yahut teşhisi başka doktorlar, tedaviyi başka doktorlar yapacaktır.

Aile hekimliği budur.

Bizim bakkalımız bu teşhis kısmını yapmaktadır. Üreticiler tedavi ile meşguldür.

Bütün bu hükümler buradaki “Mimmâ”dan çıkmaktadır.

وَلَا تَزَالُ

(Va Lav TaZavLu)

“Ve zâil olmazsın.”

Buradaki “Te” harfi muhatap tesidir. Mü’minlerden her birine hitap etmektedir. Yahut mü’minlerin başında olan resule hitab etmektedir.

Zâil olmak” zeval bulmak demektir. “Zeyl” ek demek, etek demek, son parça demek, yolun sonu demektir. Sen onların hainliklerinin son bulduğunu göremezsin, hep ihanet ederler anlamındadır.

تَطَّلِعُ

(TaoOaLiGu)

“Muttali olursun.”

Tulu etmek” demek doğmak demektir. “İttila” iftial bâbıdır, kendi üzerinde doğmak anlamındadır. Yani kendin kendini aydınlatırsın, bilmediklerini bilir hâle gelirsin demektir. Yani her zaman onların hainliklerini kavrarsın, anlarsın. Onlar sana kötülük yapmak isterler. Biz sömürü sermayesinin hainliklerini ortaya koyarken bize komplocu derler.

Biz olanları söylüyoruz. Kur’an bize, siz onların hainlikleri ile her zaman karşılaşırsınız demektedir. Sosyal olaylar gölge gibidir. Görünürler ama elle tutulamazlar, ölçülemezler, alınıp satılamazlar. Ama gölge de vardır.

Bir topluluğun başka topluluğa ihanetleri de böyledir, küfürleri de böyledir. Elle tutup da ‘hah, işte budur, al’ diyemezsin ama onu yaşarsın. Sosyal olaylarda varılan sonuçları görürsünüz, yaşarsınız. Onu doğru görüp teşhir etmek gerekir.

İşte bunun için “tettali’u” kelimesini kullanmıştır.

عَلَى خَائِنَةٍ مِنْهُمْ

(GaLAy PAeEiNaTin MinHuM)

“Onların hainliklerine muttali olursun.”

Buradaki “Min” izafet minidir, “hainlik” nekredir, “onlar” marifedir. “Min”siz izafet olsaydı, hainlik de marife olurdu. Hainlikte sen onun iyiliğini istediğin, ona iyilik istediğin halde, onlar kötülük isterler ve kötülük yaparlar. Zor durumda iken size vurup giderler.

Müslümanlar tarih boyunca Yahudileri korumuştur.

  1. Önce Araplar Yahudileri küçümseyip onlara düşmanlık ederken, Kur’an onları seçkin kavim yapmış, onları ululamıştır. Medine devletinde onlara yer verilmiş, onlar hukukta eşit hâle getirilmiştir. Onlar ne yaptılar? Hendek Savaşı’nda, ölüm kalım savaşında karşımıza geçtiler, ihanet ettiler.
  2. Sonra da rahat durmadılar, ihanetler yaptılar, Hayber Savaşı oldu.
  3. Kudüs’e giremezlerken, onlara Kudüs’te Hıristiyanlardan daha çok imkan tanındı.
  4. Avrupa, Yahudileri kesmeyi ibadet sayarken Osmanlı Devleti zamanında İstanbul’a sığınmış ve yine varlıklarını rahatça sürdürmüşlerdir. Sonra Hıristiyanlarla bir olup Osmanlı Devleti’nin kökünü kazımışlar ve tüm Müslüman ülkeleri dinsizleştirmeye başlamışlar, Avrupalılar tüm Müslüman ülkeleri müstemleke yapmışlardır.

İhanetleri hâlâ devam etmektedir. Filistin’de kan gövdeyi götürüyor. İki tarafı silahlandırıp savaştırmaktadırlar. İşte bu da onların hainlikleridir.

Hıristiyanlarla bugün canciğer dostturlar, birlikte İslâm âlemini yok etmeye çalışıyorlar. Hattâ yalnız Hıristiyanlarla değil Çinlilerle de işbirliği hâlindedirler.

Yahudiler neler yaptılar?

  1. Haçlı Seferleri sonunda Avrupa’da zenginleşmeye başlayınca önce Avrupa’nın huzurunu bozdular. Avrupa derebeylik içinde yaşıyordu. Küçük küçük beylikler içinde beyler vardı, kilise vardı. Herkes kendi vadisinde huzur içinde yaşıyordu. Papa bunların dengesini sağlıyordu. Zenginleşince ilk iş olarak derebeylikleri birleştirerek ulus devlet yaptılar. Dinde reformu icat ederek kiliseyi parçaladılar.
  2. Ulus devletleri oluşturduktan sonra uluslararası savaşları, mezhepler arası savaşları bunlar arasına soktular. Yüz yıllarca süren savaşlar oldu. Bunlar yetmemiş gibi, önce krallıkları desteklerken, şimdi krallıkları yıkmak için demokrasiyi icat ettiler. Kralları devirip inkılaplarla oluk oluk kan akıttılar.
  3. Yetmedi; bu sefer sosyalizmi/komünizmi icat ederek, kralları yıkıp kapitalizm ve sosyalizm içinde dünyayı tek devlete götürmek istediler.
  4. En büyük hainlikleri olarak; aile düşmanlığı, din düşmanlığı, mülkiyet düşmanlığı ve devlet düşmanlığını had safhaya çıkarmışlardır.

Dinsizliği başarmak için Yahudiler neler yaptılar?  

  1. Önce mabetleri müzelere çevirttiler, ibadet etmeyi ayıp hâline getirdiler. Bir makamın var mı, namaz kılmazsın; zengin misin, namaz kılmazsın!
  2. Medreseleri kapattılar, Kur’an ilimlerini okumak hâlâ yasak. Onun yerine lâik tedrisat dedikleri dinsiz tedrisat yaptırdılar. İlkokuldan başlayarak doktora tezlerine kadar olan bütün merhalelerde hep din düşmanlığı yaptılar.
  3. Tüm neşriyatı, televizyonu, her türlü medyayı ve haberleşme araçlarını hep dinsizlik için araç yaptılar. Sahneleri, sinemaları, tiyatroları ve ilgili yerleri hep çıplak kadınlarla doldurarak insanlığın iffetini yok ettiler.
  4. Bunlar yetmemiş gibi; din adamlarını satın aldılar, ilme aykırı fetvalarla dini insanların gözlerinden düşürdüler. Hâlâ Türkiye’de bile evrim karşıtı insanlar vardır.

İşte, bunların hainlikleri saymakla bitmez. Ahlaksız bir kitap yazarsanız Nobel mükafatı alırsınız. İşte, sen bunların bu hainlikleri ile her zaman karşılaşacaksın.

إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ

(EilLAv QaLİLan MiNHuM)

“Onlardan azı müstesnadır.”

Çoğu bu hainlikler içindedir. Ama hepsi değil, içlerinde gerçek mü’min olanlar vardır, gerçeği söyleyenler vardır. Üzeyir Garih gibi insanlar vardır. Onlar bugün baskı içindedirler, seslerini çıkaramıyorlar. Sömürü sermayesinin gücü bunları sindirmiştir. Onlar bugün çok azdır ama vardırlar.

Gelecekte “Adil Düzen” geldiği zaman bu az olanlar ortaya çıkacaklar, “Adil Düzen”in yanında yer alacaklar, böylece karşı taraf yenildiği zaman bunlar İsrail oğullarına hakim olacaklardır. Gelecek dünyada İsrail oğullarını bunlar temsil edeceklerdir. Bugün azlar ama yarın çok olacaklardır.

Topluluklar iktidarın ve gücün arkasında olurlar. Bugün hainler güçlüdür, onlarla beraberdir ama yarın hainler gidince İsrail oğulları bu iyilerin arasında yer alacaklardır. Böylece iyiler çok olacaktır. İsrail devleti oluşacak ama savaşçı değil, barışçı bir topluluk olacak, III. bin yıl uygarlığında yerlerini alacaklardır.

İsrail oğulları kıyamete kadar seçkin halk olacaklardır. Hainler zaman zaman ortaya çıkacak, bu hainliklerin cezası olacak, sürülecekler, öldürülecekler ama içlerindeki iyiler sebebiyle varlıkları hep devam edecek ve insanlığa hizmet edeceklerdir.

III. bin yıl uygarlığında bunlar neler yapacaklardır?

  1. Tekel oluşturmadan rekabet içinde insanlığın uluslar arası ticareti hep bunların elinde olacaktır. Bunu onlar da biliyorlar, sadece onların büyük sermayeleri vardır.
  2. İlimde yine onlar öncü olacaklardır. Çünkü onlardan biri bir şey buldu mu onu desteklerler, böylece âlimler onlarda yerilmez, teşvik edilir, iltifat edilir. Oysa başka uluslarda, hele bizde biri bir şey buldu mu ona saldırırlar. Biz bunun bir örneğiyiz. Herkes bizim aleyhimizde! Neden aleyhimizde? Çünkü biz Kur’an ilimleri ve çağımız sorunlarının çözümleri üzerinde çalışıyoruz...

İsrail oğullarının hainlikleri bitmiş değildir. Bugün bizim sesimizi kısanlar yarın bunları bir Yahudi âliminin buluşları imiş gibi ortaya çıkarırlar ve insanlık bu bilgilerle sömürülür. Neden? Çünkü tüm insanlar zavallıdır, haindir. Yoksa Müslümanlar ve diğer insanlar Kur’an’a sahip çıksa, onların hainlikleri zarar veremeyecektir.

Evet, İsrail oğulları daha önceleri olduğu gibi 500 senedir hainlik içindedirler. Ne var ki bu ihanetleri bugünkü uygarlığı doğurmuştur. Evet, Avrupa uygarlığı İslâm uygarlığı ile Hıristiyan uygarlığının sentezinden  doğmuştur. Bu sentezi yapan İsrail oğullarıdır.

İsrail oğullarının bilgisi ve parası olmasaydı bugünkü Avrupa medeniyeti doğmazdı. Çünkü Müslümanlar Viyana’ya kadar gittiler ama adaleti götürdükleri için herhangi bir değişme ve hareket olmamıştır. Avrupa’daki kanlı çatışma bugünkü uygarlığı doğurmuştur.

Bunların hepsi takdir-i ilâhidir. Geçmişte olanların hepsi hayırdır. Barışta ölseler de, savaşta ölseler de hepsi ölecektir. Sonunda insanlığa katkımız ne olmuştur, onu düşüneceğiz.

فَاعْفُ عَنْهُمْ

(FaGFu GaNHuM)

“Onlardan affet.”

Buradaki “Fa” nereye atıftır? “İllâ kalilen minhüm”de mahzuf cümle vardır. "La yehunun" onlar ihanet etmezler. Madem ki hainlikleri yoktur, o halde onları affet anlamı çıkar. Madem ki hain değildir neden affedelim, suçları yok ki affedelim. Evet, onlar hain değildirler ama zarar vermişler, ihanet edenler içinde olmuşlar, seslerini çıkarmamışlardır. Ama fiilen onların hainliklerine katılmamışlardır.

Onları kurtarmış olacaksınız, yaptıklarını da affedin demek olur.

Kıyas yoluyla bu kuralı Ergenekonculara, Balyozculara uygulayabiliriz. Evet, onlar içinde hainler vardı, belki de hainler çoktu ama sonunda hain olmayanlar vardı. O hain olmayanların sayısı belki de azdı ama sonunda zafer onların oldu ki başaramadılar. Orduda hainlere uyanlar olmuşsa onları affetmemiz gerekir. Allah’ın emri budur.

“Adil Düzen” iktidar olunca bunlar mahkum olmuşlarsa da onlar affedilecek. Ayrıca onları haksız yere hapsettiklerinden onlara bunu yapanlar tazminat ödeyeceklerdir. Bunu yaptıran hain İsrail oğulları da affedileceklerdir. Çünkü Kur’an bize böyle emrediyor.

İbni Haldun ve onu izleyen Durkheim diyorlar ki, cinayetler sosyaldir, kişilere suçu topluluk işletir. Bugün büyük kentlerde yaşayanlar bunu bilmezler. Çünkü kentlerde sosyal baskı yoktur, insanlar bağımsızdırlar.

Ben kapalı bir toplulukta doğdum ve onbeş yaşıma kadar dışarı çıkmadım. Üniversiteyi bitirinceye kadar sadece okullara gittim. Burada töreler vardır, kurallar vardır.

Misal olarak şöyle diyelim:

  1. Birisi birine kızdığı zaman küfreder; ananı şöyle, karını böyle...
  2. Bunun karşısında olan kişi ne yapmak zorundadır? Buna vurmak zorundadır. O da ona hakaret etse geçerli değildir. Sana küfredene senin yapacağın sopayı indirmektir.
  3. Buna karşılık senin ilk yapacağın iş sopa yemeden sopayı çevirip ona vurmaktır. Yani o seni döveceğine sen onu dövmüş olursun. Ama o sana vurdu ise artık onun karşılığı senin onu dövmen değildir.
  4. Buna karşılık senin yapacağın iş onu ya vurup yaralamaktır, yahut öldürmektir. Ondan sonrasında ise “kan davası” denilen karşılıklı öldürmeler sürüp gider.
  1. Bu töredir.

Eğer sen bunu yapmazsan o toplulukta yaşayamazsın. Herkes seni dövmeye başlar. Her yerde alay edilir olursun. Kimse sana kız vermez, kimse senin kızını almaz.

İşte, İbni Haldun ve onu izleyen Durkheim’ın anlattıkları budur.

Peki, bunları yapanlara ceza vermeyecek miyiz?

Ceza vermek de bir töre olabilir. Madem ki bu böyledir, yapılacak iş, düzen aynı kalmışsa, o düzenin töresine göre cezalar verilmelidir, affedilmemelidir. Ama eğer düzen değişmişse, suçun düzenin kötülüğünden geldiğini kabul edeceksin ve onları affedeceksin.

Buradaki “affet” emri budur.

Affet” müfret olarak gelmiştir. “Affedin” denmemektedir. Demek ki affetmek yetkisi başkana aittir, savaşan komutana aittir; mahkemelere ait değildir. Mahkemeler ancak barışta işlenen suçlara bakar, sivillerce işlenen suçlara bakar, savaşta işlenen suçlara bakmaz, kıyasla askerlikte işlenen suçlara bakamaz.

Hain sömürü sermaye sahipleri, istedikleri şekilde kurallar icat ediyor ve şimdi Türkiye’de askerleri sivillere muhakeme ettiriyorlar. Yarın “Adil Düzen” iktidar olunca bunları yapanları affetme yetkisi o günkü yönetime ait olacaktır.

Evet, bir düzen değişecekse, tüm anayasa ilga edilip yeni anayasa yapılacaksa, o anayasaya dayanan kanunlar yeniden ele alınacaksa, artık ondan önceki suçlar savaşta işlenmiş kabul edilecektir. Başkanlar tarafından affedilecektir.

Başkanların affetmediği kimselerin durumları ne olacaktır?

Savaşta başkan resen ceza verecektir. Ama düzen değişikliklerinde başkan re’sen ceza veremez. Yeniden muhakeme edilir ve adil mahkeme tarafından ceza verilir.

Demek ki Ergenekoncular askerler tarafından affedilebilir. Ama Genelkurmay affetmemişse, o zaman  muhakeme edilir ve mahkum edilebilirler. Bugün de buna benzer uygulama sözkonusudur, Genelkurmay’ın izniyle askerler muhakeme edilmektedir.

Buradaki “Fa”yı “illâ kalilen”e değil de, “lâ tezalü haineten”e atfedebiliriz. O zaman onların hepsini affet demektir. Yani genel kanun çıkar, suçlarını sil demektir. Bu takdirde düzen değişince her şey sıfırdan başlar. Ondan sonra işlenmiş suçlar cezalandırılır. Daha önceki suçlar affedilir.

Evet, “Adil Düzen” geldiğinde ne olacaktır?

  1. Tevrat’ta sınırları çizilmiş Filistin İsrail oğullarına verilecektir. Onların dış güvenliğini biz sağlayacağız. İç yönetimlerinde serbest olacaklardır. Birkaç vilayete ayrılacak ve kendi aralarında 12 sıbt olacaklardır.
  2. Dünyada gümrükler ve vizeler kalkacak, burası merkez olmak üzere dünyada ticarete devam edeceklerdir. Faizlerine ve faizciliklerine müsade etmeyeceğiz. Tekel oluşturmalarını önleyeceğiz. Ama onun dışında diğer insanların sahip oldukları hukuka sahip olacaklar, sermayeleri ve bilgileri olduğu için de yine dünya ekonomisine hakim durumda olacaklardır.
  3. İlmî çalışmalar devam edecektir. Arapça olarak eserler vereceklerdir.
  4. Dünyadaki Yahudiler Filistin’e taşınacaklar. Ancak kıta merkezlerinde ve uluslar arası yol şeritlerinde malikaneleri bulunacaktır, ticarethaneleri olacaktır.

وَاصْفَحْ

(Va iÖFaX)

“Ve safh et.”

Safha” kelimesi Kur’an’da 8 defa geçmektedir. Dördünde affet ve safh et denmektedir. “Safha safha” adım adım demektir. “Musafaha etmek” kucaklaşmak veya tokalaşmak demektir. Burada onları affet, onlardan uzak dur demektir.

Bu kelimede denge kanunu vardır. Yer güneşe yaklaştığı zaman sıcaktan yeryüzü kavrulur ve hayat olmaz. Yer güneşten uzaklaştığı zaman da yeryüzü donar yine hayat kalmaz. Bu sebepledir ki on gezegenin içinde yalnız yerde yani dünyada hayat vardır. Diğer gezegenler ya daha sıcaktırlar hayat yoktur, ya da daha soğukturlar yine hayat yoktur.

Her şey böyledir. Evler çok uzak olsa hayat zorlaşır, evler bir olsa yine hayat olmaz. O halde bizim İsrail oğulları ile ilişkilerimiz dengede olmalıdır. Onlarla kopmamalıyız ve onları dışlamamalıyız ama onlarla tamamen iç içe de olmamalıyız.

Yalnız İsrail oğulları değil, tüm insanlar birbirleri ile safha safha durumunda olmalıdır. Ocak, bucak, il ve ülke olarak gruplanmamız ve merkez bucakların oluşması buna dayanır. “Adil Düzen” yapılanmasında taşralar dışarıda olmayı, merkezler ise uzaklaşmamayı sağlar.

Uzlaşma ve barış içinde insanlar safha safha ayrı olmalıdırlar.

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (13)

(EinNa elLAHa YuXıbBu eLMuXSiNIyNa)

“Allah ihsan edenleri sever.”

Allah burada bizlere ihsanı da öğretmektedir. Affetmek ve dengede olmak.

Kuvveti üstün tutan felsefede iktidarda olanı indirip yerine kendin geçmeyi hedefler. Düşmanı yok edip mirasına konmak ister. Oysa hakkı üstün tutan kimseler iktidarda olanların adil olmasını sağlar, orada durmalarını ister. Düşmanlarının yola gelmesini, barış içinde olmasını ister. Gözleri ganimette değildir.

İşte “ihsan” budur. İyilik olmasını istemek “ihsan”dır.

Bir tarla vardır. İki kardeşe yetmemektedir. İki kardeş kavga edip biri diğerini yeniyor. Yenilen çekilip yok olur. Öbürü yaşamaya devam eder. Düzen böyle kurulur.

Oysa ihsanı isteyen kardeş diğerine diyor ki: “Kardeşim, bu toprak bugünkü haliyle bizi geçindirmez, bunu biliyorum ama birbirimizle kavga etmemiz gerekmez. Gel anlaşalım, birlikte bu tarlayı sera yapalım. O zaman üç-dört misli mahsul alırız. Biz geçiniriz, çocuklarımız ve torunlarımız da geçinir.”

İşte “ihsan” budur.

Ne var ki, “ihsan” tek başına veya ikili olmaz, ancak bir topluluk hâlinde olabilir. Onun için “ihsan” kelimesi “el-muhsinîn” şeklinde kurallı çoğul olarak gelmiştir. “Adil (Ekonomik) Düzen”i kurmamız bunun için gerekiyor. Bunun için kooperatifler kuracağız, bunun için vakıflar kuracağız, bunun için dernekler kuracağız ve bunun için partiler kuracağız. Gayemiz başkalarından bize aktarmak değil, başkaları ile birlikte ileri gitmektir.

Muhabbette ihsan vardır. Sevdiğiniz kimse kötülük yapsa siz onu görmez, devamlı affedersiniz, hep ona iyilik istersiniz. Biz de İsrail oğullarını seveceğiz, hep onların iyiliğini isteyeceğiz, onların kötülüklerine mâni olarak onları kurtaracağız.

Bakınız, biz şöyle diyebiliriz: Şimdiye kadar bizi sömürdünüz, şimdi de biz size hayat hakkı tanımayacağız. Sizin insanlığa yaptığınız gibi biz de sizin elinizden bütün malları ve sermayeyi alabilirdik. Ama biz öyle yapmayacağız. Sizi faizden uzaklaştıracağız, sizin tekel kurmanızı önleyeceğiz; sonra yaşamanıza imkan verecek ve ticaretinizi destekleyeceğiz.

İşte “ihsan” budur.

Biz size “ihsan” ederken Allah da bize “ihsan” edecektir.

İsrail oğulları bir kavmi temsil ederler. Onlara ait hükümler uluslara ait hükümlerdir. Kıyas yoluyla bütün diğer uluslarla mü’minlerin ilişkisi benzer şekilde olacaktır.

Dinlere örnek de Hıristiyanlıktır. Diğer Budizm ve Hinduizm dinleri mensupları ile olan ilişkilerimiz de Hıristiyanlarla olan ilişkiler gibi olacaktır.

Kur’an Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bahsediyor, diğer uluslardan bahsetmiyor. Din olarak da Hıristiyanlıktan bahsediyor, diğer dinlerden bahsetmiyor.

‘Neden?’ diye sorulduğunda cevap açık ve kolaydır.

Kur’an örnek bir ulustan ve örnek bir dinden bahsediyor. Diğer uluslarla ve diğer din mensupları ile olan ilişkiler kıyas yoluyla tesbit edilecektir.

III. bin yıl uygarlığını kuracak olanlar Türkler değil Türkiye halkları olacaktır, Türk ulusu bu hizmeti oluşturacaktır.

Ulus, bir vatan üzerinde oluşmuş, aynı dili konuşan ve aralarında hukuk düzenini oluşturmuş topluluktur. Yani ulus dile ve hukuka dayanır, ırka dayanmaz. Yargıları ortak olacaktır ama farklı sözleşmeleri olacaktır. Herkes Türkçe bilecektir ama Türkçe bilmeleri diğer dilleri bilmeleri için bir mâni değildir.

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 14

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَمِنْ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمْ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمْ اللَّهُ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ(14) يَاأَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثِيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ مِنْ الْكِتَابِ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ قَدْ جَاءَكُمْ مِنْ اللَّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ(15)

 

وَمِنْ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى

(Va MiNa elLaÜIyNa QAvLUv EnNAv NAÖaRAy)

“Ve biz nasarayız diyen kimseler.”

Önce mü’minlerden alınan misaktan bahsedilmişti.

Sonra Yahudilerden alınan misaktan bahsedildi.

Şimdi de Hıristiyanlardan…

Kavimleri ve dinleri içine alan mü’minlerin görevleri anlatılmıştı.

Sonra bir ulus örnek olarak ele alındı ve İsrail oğulları anlatıldı.

Şimdi de bir din ele alındı ve örnek olarak anlatılmakta...

Mü’minler için; Allah’ın nimetini ve sizinle muvasaka ettiği misakını zikrediniz denmiştir.

Yahudiler için ise; Allah İsrail oğullarının misakını almıştı.

Burada ise; “biz nasarayız” diyen kimseler şeklinde geçmektedir.

Bunun anlamı şudur ki Yahudiler kavme dayanmaktadırlar, din onlar için uluslarını yaşatma aracıdır. Allah da onları kavim olarak seçmiştir.

Hıristiyanlar ise kavmî topluluk değildir, dinî topluluktur.

Mü’minler ise ne dinî ne de kavmî topluluktur, yeryüzünün güvenini ve barışını sağlayan bir topluluktur. Her dinden ve her kavimden insanlar İslâm devletinde yer alırlar. Yapıları farklı oduğu için onlara farklı şekilde hitap etmiştir.

وَلَقَدْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ

“Allah İsrail oğullarından misak almıştı.”

وَمِنَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُم

“Biz nasârâyız diyenlerden misak ahzettik.”

İki misak şeklindeki farklılıklara dikkat ederek iki topluluk arasındaki farkları bulmaya çalışalım.

Yahudilerden alınan misakta “lekad” getirilmiştir. Oysa burada “lekad” kelimesi getirilmemiştir. “Kad” mazide tahkiki ifade eder. “Ve” geçmişte alınmış ve hâlen devam etmektedir demektir. “Kad”sız cümleler birer haber cümlesidir. Misakın devam edip etmemesinde tekit yoktur.

Bunun anlamı şudur ki, İsrail oğulları Allah’a olan misaklarını unuttuklarında yaşama şansları yoktur. Oysa Hıristiyanlar Hıristiyanlığı bıraksalar da bu dünyada yaşama şansları vardır. İsrail oğullarından misakın Allah tarafından alındığını bildirmiştir.

Burada “biz misak aldık” denmektedir.

Allah eğer bir şeyi değişik kimseler aracılığı ile yani kanunlar içinde yaptığını ifade edecekse “biz” der, adeta yanında birileri varmış gibi söyler. “Allah” dendiğinde eğer âlemlerin rabbi kastedilerek söyleniyorsa, aracılara daha az yer verir demektir. O halde Allah İsrail oğullarından doğrudan misak almıştır. Oysa Hıristiyanlardan alınan misak tarihi gelişme içinde alınmıştır, dolayısıyla “biz aldık” denmektedir.

Bu dolayısıyla almak ne demektir?

Misak” daha çok siyasi bağlılıktır ve anlaşmadır. Hıristiyanlar din olarak Allah’la siyasi misak akdetmemişler, sonra Bizans İmparatorluğu’nun Hıristiyan olması ile bu görevi yüklendiler. Yani doğal tarihî gelişme ile bu görev onlara verilmiş oldu. İstanbul fethedildikten sonra Roma yine güçlü devlet olarak devam etti. Bugün de yeryüzünün güvenliğini Hıristiyanlar sağlıyor. Bu görev tarihî gelişmelerle onlara verilmiş olmaktadır. Onun için “biz aldık” deniyor.

Yahudilerden misak alırken, “Beni İsrail’in misakını ahzettik” denmektedir. Oysa burada Biz nasârâyız diyenler denmektedir. Onların misakı ırkidir. Ataları misak vermişler, çocuklar da misak içinde yer almışlardır. Oysa Hıristiyanların misakı kavlidir. Yani kendileri söz vererek bu misak ahz edilmiştir. “Nasârâyız” demekle bu onlardan ahz edilmiş oluyor. Yani biri fıtri misaktır, diğeri kesbi misaktır.

Burada önce “Biz nasârâyız” deniyor. Sonra onların misakı alınmıştır.

Min” teb’iz için gelirse, o zaman bu misak bütün Hıristiyanlardan değil, bugünkü Hıristiyanlardan alınmıştır, Katolik ve Protestan Hıristiyanlardan alınmıştır. Ortodokslar da buna katılmışlardır. Bunlar savaş yaparken biz yağmacılık yapacağız diye savaş yapmadılar; tam tersine dünyanın huzurunu ve düzenini korumak için yaptılar. Sözleri böyle idi. Bugün tüm Hıristiyanların anayasalarına bakın; hepsi laik, hepsi demokrat, hepsi insan hakları için savaş veren devletler. Bunlar bu sözlerle ortaya çıktılar. Madem ki anayasalarında bunları yazdılar, o halde bunlar söz verdiler.

Nasârâ” kelimesi özel isim olarak değil de, yardım eden anlamındadır. Bunun için nekredir. Bunlar “biz Hıristiyanız” değil de, “biz yardımcıyız” dediler. Böyle demeleri ile bu misakı almış olmaktadırlar.

Kur’an’da bu deyim yani “biz nasârâyız” deyimi iki defa geçmektedir. İkisi de Maide Sûresi’nde geçmektedir. İkincisinde mü’minlerle olan ilişkileri ve onların iyilikleri anlatılmaktadır. III. bin yıl medeniyetini bunlar kuracaklardır; Hazreti İsa’ya tâbi olanlar.

Ellezîne” getirilmiştir. Hem söylenen sözler bellidir, hem de söyleyenler bellidir.

Marifedir.

Ahd içindir.

Burada kastedilen biz nasârâyız diyenler, Papalığın yanında yer alan Hıristiyanlardır.

Kâlû” kelimesi kullanılmışsa da, marife olarak “en-nasârâ” getirilmemiştir.

Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi; bunlar biz Hıristiyanız demekteler ama bugünkü hâlleriyle Hıristiyanlıkları sözde kalmaktadır. Onun için onların en iyi tavsifleri “biz nasârâyız” diyenler olarak vasıflandırılmalarıdır.

İkincisi ise; Hıristiyan olmadan ziyade “yardımcıyız” demeleridir. Kime yardımcı olacaklar? Kur’an ehline yardımcı olacaklardır. Havarilerin Hazreti İsa’ya yardım etmeleri gibi; Hıristiyanlar da “Adil Düzen”i kuracaklara yardımcı olacaklar. Belki de biz üreteceğiz ama onlar uygulayacaklardır. Bunlar gelecekler, “biz nasârâyız” âyetlerinde bunları onlara anlatacağız. Burada ise onların kötü durumlarından bahsedilmektedir.

Evet, “misaklarını ahz ettik” deniyor, yani onlardan sözlerini aldık.

Batılılar beş yüz senedir insanlığı ileri götürmek için hareket ettiklerini ileri sürmektedirler. “İnsan hakları” diyorlar, “barış” diyorlar, “güvenlik” diyorlar. Yaşamlarında dinsiz de olsalar, Tevrat ve Kur’an’ın getirdiklerini dillerine getiriyorlar. Ateizmi bile insan hakkı olarak savunuyorlar. Belki bunları kalbleri ile söylemiyorlar ama madem ki söylüyorlar, artık o misak olmuştur.

İşte bu misak bugünkü Hıristiyan âleminden Allah tarafından alınmıştır.

Onlar ne sözü verdiler?

Demokrasi sözü verdiler.

Başka…

Laiklik sözü verdiler, sosyallik sözü verdiler, liberallik sözü verdiler.

Bunların Kur’an’daki karşılığı: Demokrasi=Şeriat, Laiklik=İslâm, Sosyallik=Hak, Liberallik=Adl, Hukuk Düzeni=Ahkam-ı Şer’iye.

İşte, bunlar kendi dilleri ile Kur’an’ın istediği şeylere sahip çıkıyorlar.

Şurasını belirtmemiz gerekir ki, bu kavramları Hıristiyanlara İslâmiyet’ten aktaranlar Yahudilerdir. Yahudiler samimi değildirler. Bu kavramları istismar ederek insanlığı sömürmek istemektedirler. Hıristiyanlar ise bu kavramlara samimiyetle bağlıdırlar. Bunun sonucunda ileride III. bin yıl medeniyetini birlikte kuracağız.

فَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ

(Fa NaSUv XaüÜan MimMAv ZukKiRUv BiHIy)  

“Onlara zikredilenden payı unuttular”

Evet, biz söz aldık, onlar ise unuttular. Paylarını değil de, verdikleri sözün bazısını unuttular. Verdikleri sözün bazısını yerine getirdiler, bazılarını yapmadılar. Hıristiyanlar çocuk oyuncağı gibi oldular, ne söylenirse onu yaptılar. Önce kilise mensupları müsbet ilmin verilerine karşı çıktılar. Dünya yuvarlaktır diyenleri asmaya kalkıştılar. Faiz ve zina gibi haramları helal hâle getirdiler. İnsan hakları kavramını kendi çıkarlarına yorumladılar. Onlara bütün bu fenalıkları yaptıranlar İsrail oğulları olmuştur. Haçlı Seferlerini tezgahlayan hep sermaye olmuştur. Oysa onlara her şey anlatılmıştı, hep doğru şeyleri benimsemişlerdi.

Hıristiyanlık tarihte üç safha geçirmiştir.

İlk safhada üç yüz yıl en ağır şartlar içinde ezildiler. İnsanlık tarihinde Sovyetler de büyük zulümler yapmışlardır, ancak Hıristiyanlara yapılan zulümler onun kat kat üstünde olmuştur. Bu birinci dönem baskı dönemi, sabrın bittiği dönemdir.

Sonra ikinci dönem başlamıştır. Pavlus’un oluşturduğu İncil dışındaki öğretilere göre bozulan Hıristiyanlık rağbet görmeye başlamıştır. Sonunda Hıristiyanlık Roma/Bizans İmparatorluğu’nun dini olmuş, o zaman da Hıristiyanlık zulüm aracı olmuştur.

Daha sonra Hıristiyanlığa karşı cephe alınmış, parçalanmış ve güçlü Hıristiyan devletler birbirlerini yemişlerdir. İşte, şimdi bu âyet onların bu durumlarını anlatmaktadır.

Benzer tarihî gelişme Risale-i Nur şakirtlerince yapılmıştır. Said-i Nursi Hazreti İsa gibi evlenmemiştir. O da birkaç havari bırakmıştır. Hazreti İsa gibi onun da mezarı yoktur. Hazreti İsa gibi şeriatla değil imanla meşgul olmuştur, şeriat değil tarikat üzerinde durmuştur. Nur şakirtleri de Hazreti İsa’nın müntesipleri gibi çok ağır zulümler görmüşlerdir. Sonra Pavlus gibi Fethullah Gülen ortaya çıktı, düzenle anlaştı, bugünün Bizanslılarıyla anlaştı. İslâmiyet ılımlı İslâmiyet olmaya başladı. Bu anlayış bugünkü insanlığın resmi mezhebi olmak üzeredir. Bozuluyor, bozulduğu kadar da büyüyor.

İşte, unutulan bu ahz idi.

Yani Hıristiyanlar Hazreti İsa’yı bırakıp takiyyeci Pavlus tarafı oldular.

فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ

(Fa EĞRaYNAv BaYNaHUMu eLGaDaVaTa Ve eL BaĞDAEa)

“Onların aralarında bağdaı ve adaveti iğra ettik.”

Buradaki “Fa” sebep-sonuç “fa”sıdır. Yani kendilerine anlatılanları unuttuklarından dolayı biz de aralarında düşmanlıkları iğra ettik. Yani insanlar eğer kendilerine verilen görevi unuturlarsa aralarında bağda’ iğra olunur.

Cumhuriyet hükümetleri İslâmiyet’i unutarak, savaş esnasında verdikleri sözleri unutarak, “laik düzen” adı altında dinsizlik yapmaya başlamışlardır.

Aralarında ne olmuştur?

Bağda’ ve kin başlamıştır. Önce Kazım Karabekir ile Mustafa Kemal’in arası açılmış, sonra İsmet İnönü ile Mustafa Kemal’in arası açılmış, sonra Celal Bayar ile İnönü, sonra Celal Bayar ile Mareşal Fevzi Çakmak, sonra Demokrat Parti ve CHP, sonra Kürt-Türk gibi gruplanmalar meydana gelmiştir.

Benzer çatışma Ak Partililer ile Saadet Partililer arasında olmuştur; çünkü onlar verdikleri sözleri unuttular, “Adil Düzen” sözünü unuttular.

Hıristiyanlar arasında da böyle beşyüz yıllık kanlı savaş devam etmektedir.

Ğera” veya “Ğıra” yapılan zamk demektir. Zamkın özelliği şudur. Moleküller arasına girer ve onlar arasında çözülmez bağlar oluşturur. Birbirlerini de çektikleri için yapışır kalırlar. Buradaki iğradan maksat kişilerde doğan duygulardır.

Saadet Partililer AK Partililere düşmanlık yapmaktadırlar. Oysa AK Partililer onlara bir şey yapmadılar. Ama Saadet Partililer kendilerine verilen görevi, başka bir ifade ile verdikleri “Adil Düzen” sözünü unuttular.

Bizim partilerimizi defalarca kapattılar. Biz ne yaptık? Yenilerini kurduk, her seferinde daha güçlülerini kurduk. 28 Şubat “Millî Görüş”e darbe indirilmesi amacıyla yapılmıştır. Ne oldu? “Millî Görüş” şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadır; Cumhurbaşkanı Millî Görüşçü, Başbakan Millî Görüşçü, Meclis Başkanı Millî Görüşçü. Şimdi de ordu artık Millî Görüşe karşı değil, üniversite Millî Görüşe karşı değil, yargı şimdilik yarı yarıya.

Ne var ki bunların hepsi, AK Parti de Saadet Partisi de “Adil Düzen”i unuttular.

İşte şimdi kalblerinde yer alan adavet ve bağda’ buradan gelmektedir.

Hıristiyanlar da Hıristiyanlıklarını unutunca ne oldu? Beşyüz senedir birbirleriyle savaşmakta, milyonlarca insan ölmektedir. Şimdi yavaş yavaş dine dönmeye başlamışlardır. Düşmanlık da ortadan kalkmaktadır.

İğra” kelimesi ile ifade edilen mânâ çok iyi anlaşılmaktadır. Kanser olursan eğer, o yayılmamışsa, vücuda dağılmamışsa, yani iğra olmamışsa, o yeri söküp atarsınız ve tedavi olursunuz. Ama eğer bir yerde toplanmış kanser hücrelerini çeviren zar patlamışsa artık o bütün vücuda dağılır ve onu tedavi etmek mümkün olmaz veya zor olur.

İşte, “bağda’ ve adavet” artık tüm fertlere yayılmışsa, bütün Hıristiyanların içlerine girmişse, onu tedavi etmek hemen hemen mümkün olmaz.

Bağda’” ve “Adavet”ten bahsedilmektedir.

İkisi de düşmanlığı ifade eden kelimelerdir.

Bağda’” kelimesine çok yakın akraba olan bir kelime vardır: “Ğadab”; sadece harflerin yererli değişmiştir. “Ğadab” Fatiha Sûresi’nde geçmektedir

Bağda’” Kur’an’da beş yerde geçmektedir. Biri “adavet”siz, diğeri ise “adavet” kelimesi ile beraber geçmektedir. Bunlardan üçü bu sûrede geçmektedir. Mümtehine Sûresi’nde bulunan biri Hazreti İbrahim peygamberin kıssasında geçmektedir. Burada geçen üçü Yahudiler, Hıristiyanlar ve mü’minler arasındaki “bağda’”dan bahsetmektedir.

Bağda’” hissî düşmanlıktır, “Adavet” ise fiilî düşmanlıktır.

Savaşan iki topluluk birbirlerine kin beslemeyebilir, bir defa savaş başlamıştır. Karşılıklı öldürme dışında bir olay olmamaktadır. Mesela İranlılarla Iraklılar arasındaki savaş böyleydi, “buğz” yoktu ama “adavet” vardı. Bazen da “adavet” olmayabilir ama “buğz” olabilir. Birbirlerinden hoşlanmaz, nefret edebilirler. Genellikle ikisi birden olmaktadır. Demek ki hem iki ayrı şey anlatmaktadır, hem de ikisinin birden olduğu hâli anlatmaktadır.

İğra” kelimesi Hıristiyanlar için, "İlka" kelimesi ise İsrailoğulları için kullanılmaktadır. “İğra” demek mevzi olandan çıkmış, bütün vücuda yayılmış demektir. “İlka” ise mevzi olarak bulunan bağda’ ve adavet/düşmanlık demektir.

Demek ki Hıristiyanlarda bağda’ ve düşmanlık halk arasında yayılmıştır, kişiler birbirlerinin düşmanı durumundadır. Ulusal düşmanlıktır. Oysa İsrail oğullarında gruplaşma şeklindeki düşmanlık vardır.  Kişiler arasında, kitleler arasında düşmanlık vardır. Bu ikisini de Allah koymuştur. Oysa insanlar arasında içki ve kumarın kendisi fiil olmuştur. İçki ve kumar kendileri açısından düşmanlığa sebeptir. Oysa İsrail oğulları ile Hıristiyanlar arasındaki düşmanlık ise Allah’ın misakı bozmaları sebebiyle koyduğu adavettir.

Bağda’” ve “Adavet” marifedir. O halde bilinen bağda’ ve adavettir.

Demek ki misakı bozmanın sonuçları ve içki kumarın sonuçları doğal ve sosyal kanunlara bağlı sonuçtur. Sözde durmamak demek, anarşi demek, karışıklık demektir. İçki ve kumarda da benzer doğal sonuçlar ortaya konmaktadır.

Şimdi daha açık bir şekilde söyleyebiliriz ki, topluluk şeriata ve kurallara uyma demektir. Sözleşmeler yapılacak ve onlara uyulacak. Toplulukla yapılan sözleşmeler Allah ile yapılmış sözleşmelerdir, uyulacak. Uyulmazsa topluluk olmaz. Düşmanlık olur, anarşi olur.

Demek ki, Türkiye’nin doğusundaki PKK ve anarşi olaylarının asıl kaynağı şeriatın yani hukukun yürürlükte olmamasıdır.

Neden hukuk devleti oluşmuyor?

Bugün organ naklinde karşılaşılan en büyük sıkıntı uyuşmazlıktır. Çünkü her vücudun kendine has hücrelerini tanıma araçları vardır. Yabancı bir şey vücuda girdi mi derhal harekete geçer ve onu dışlar. Parmağınıza diken batsa, biz onu çıkarmazsak akyuvarlar çevresinde toplanırlar. Orasını yumuşak ve kaygan hâle getirir ve dikeni zamanla dışarı atarlar. Bir topluluk kendi şeriatını, kendi töresini kendisi oluşturmazsa, o topluluk onunla mücadeleyi başaramayınca helâk olur.

O halde PKK’nın kaynağı cumhuriyet döneminin dışarıdan aktarılan kanunlarıdır.

Geçmişteki isyanlar da böyledir. Başka ülkelerde yapılan içtihatlar ülkeye yani bünyeye uymadığı için isyanlar olmuştur.

Sahabeler arasındaki kavga da buradan oluşmuştu. Olanlar Medine’de değil Irak’ta olmuştur. Sonra Irak’ta geliştirilen fıkıh sayesinde asırlarca huzur gelmiştir. Ancak devletin büyümesi ile zamanla yeniden uyuşmazlıklar meydana geldi.

O halde PKK’yı ortadan kaldırmanın yolu “bucak sistemi”dir. Her bucak kendi şeriatını kendisi ortaya koyacak. Bu şeriat Allah’la yapılan misaktır. Buna uyan bucaklar yaşar, uymayanlar elenip giderler.

إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ

(EiLAv YaVMı elQıYAMaTi)

“Kıyamet yevmine kadar.”

Kur’an burada açıkça Hıristiyanların kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerini ve aralarında düşmanlık olacağını bildirmiştir. Bu âyetin 1400 sene önce inmiş âyet olduğunu düşünün. O tarihlerde Batı Roma İmparatorluğu yıkılmak üzeredir. Kuzeyde bulunan paganist Germenler ve Hunlar Roma’yı tehdit etmektedir. Roma da yine kuzeyden gelen saldırılara karşı kendisini koruyamaz durumdadır. Bizanslılar yani Rumlar da İranlılarla yapılan savaşlarda yenilmiş, perişan olmuş bir durumda. İşte, buna rağmen yeryüzüne Hıristiyanların hakim olacakları, aralarında da düşmanlık olacağı bildirilmiş ve ısrar edilmiştir.

Sonra ne oldu?

İslâmiyet’in zuhuru ile Hıristiyanlık dışındaki dinler etkilerini kaybetmiştir.

Germenler Roma’yı işgal eder ama Hıristiyan olurlar. Böylece Roma İmparatorluğu yıkılmış ama Hıristiyanlık yayılmıştır.

Bir taraftan İslâmiyet gelişirken öbür taraftan Hıristiyanlık yayılıyordu.

Batıda teknoloji gelişmiş ve bu sayede dünyayı işgal etmişler, hattâ İslâm ülkelerini bile hakimiyetlerine almışlardır. Amerika dev bir devlet olmuştur. Bugün yeryüzüne Hıristiyanlık hakimdir. Hattâ Yahudileri dinlerlerse Müslümanları soykırımına uğratacaklardır. Ne var ki son beşyüz yılın savaşları Hıristiyanların kendileri arasında geçmiştir. Galip gelmişler ama kendi aralarında kanlı savaşlara devam etmişlerdir.

Kur’an ne yapıyor?

Bu gerçekleri bize bildiriyor. Kur’an bu durumun kıyamete kadar devam edeceğini bildirmektedir. Uygarlık Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında devredip duracaktır. Bir ara Ye’cüc ve Me’cüc gelse bile, uyarlık bu son iki din arasında devredip duracaktır.

وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمْ اللَّهُ

(Va SaVFa YuNabBiEuHuMu elLAHu)

“Ve Allah ileride onlara tenbi’ edecektir.”

Allah ileride onlara yaptıklarını bildirecektir.

Önce Hıristiyanlara zulüm yapılmıştır.

Sonra Hıristiyanlık devlet dini olunca bu sefer de onlar zulüm yapmışlardır.

Tarih, Papalık zamanında yapılan zulümleri destan yapmıştır.

Biz “sevfe” ile daha çok ahiret mânâsını vermekteyiz. Dünyada da kendi zamanlarında değil sonra anlaşılacaksa, o zaman “sevfe” kelimesi getirilir. Biz burada bu mânâyı vermekteyiz. Hıristiyanız diyenler, yani bugünkü Avrupalılar ve Amerikalılar da benzer zulmü İsrail oğullarının âleti olarak yapmaktadırlar.

Bugün yeryüzünde en büyük zulmü yapmaktadırlar. Ne var ki bunu Hıristiyanlar değil, “biz Hıristiyanız” diyenler yapmaktadırlar; Hıristiyanlara da yapmaktadırlar.

Tevrat ve Kur’an’ın getirdiği mefhumları kendileri bulmuş gibi ortaya koymakta, sonra da söylediklerinin sahtesini yapmaktadırlar.

“Demokrasi” deyip ekseriyet sistemi ile azınlığı ezmektedirler.

“Laiklik” deyip din düşmanlığı, Kur’an düşmanlığı yapmaktadırlar.

“Sosyal güvenlik” deyip sigorta şirketleri ile sömürmeye çalışmaktadırlar.

“Liberallik” deyip karşılıksız faiz parası (kâğıt para) ile dünyayı sömürmektedirler.

Bütün bu yaptıkları yarın kendilerine haber verilecek, tarafsız insaflı âlimler bunları teker teker ortaya koyacaklardır.

Müslümanlar arasında Emevilerle başlayan zulüm günümüze kadar gelmiştir. Yarın “Adil Düzen” geldiği zaman tarihte Kur’an’ı nasıl tahrif ettiklerini ortaya koyacaktır.

Hıristiyanlar arasında Pavlus’la başlayan tahrifat günümüze kadar gelmiştir.

Artık Papalık Pavlus Hıristiyanlığını bırakıp Hz. İsa Hıristiyanlığına geçecektir. Geçmişte yapılanlar bir bir ortaya konacaktır. Zaten bugünkü tarih araştırmaları da bunları ortaya koymuştur.

Evet, yeni dünya doğmaktadır, ortalık aydınlanmaktadır. Gerçekler bir bir ortaya çıkacaktır. Gerçek Hıristiyanlar, gerçek Budistler, gerçek Hindular, gerçek İslâmiyet ortaya çıkacak, hatalar bir bir düzeltilecektir.

Burada if’al bâbı değil de tef’il bâbı kullanılmış ve “Se” değil de “Sevfe” getirilmiştir. Yani bunlar birden ortaya çıkmayacak, adım adım zamanla ortaya çıkacaktır. Bunları Allah bildirecektir. Yani başkaları değil, kendi aralarında çıkacak ilim adamları yine kendilerine bildirmektedir. Tarihte işlenmiş hatalar ortaya çıkacak, bizzat kendileri bu hataları öğrenecekler demektir. Onlar anlayacaklardır. Bu hususta Avrupalılar çok ileridedirler, Hıristiyanlar ileridedirler.

Avrupalıların bugünkü çıkmazı kendilerini İsrail oğullarından kurtarmamalarıdır. Savaşları onlar çıkardılar, Avrupa’yı onlar dinsizleştirdiler, en büyük zulmü ve iftiraları onlar yaptılar. Bugün artık onların hakimiyetleri bitmek üzeredir. Sovyet halkı daha tam uyanmadı ama bugünkü yöneticileri bunların farkındadırlar. AB farkındadır. ABD halkı farkındadır. Bütün bu gerçekleri yeni yeni anlamaya başlamışlardır.

بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ (14)

(BiMAv YaÖNaGUvNa)

“Sun’ etmiş olmaları sebebiyle.”

“Sun’ ettikleri bildirilecektir” denmiyor;

Sun’ ettikleri sebebiyle onlara anlatılacaktır” deniyor.

Ne anlatılacaktır, ne yapmış oldukları anlatılacaktır?

Nasıl birbirlerine düşmanlık ettikleri, İsrail oğullarının onlara nasıl savaşlar yaptırdığı, nasıl hileler yaptırdığı, nasıl zulümler yaptırdığı anlatılacaktır.

Burada “Ya’melûn” denmiyor da “Yasna’ûn” deniyor.

Amelde siz yaparsınız, iyi veya kötü olur. Sizi ilgilendirmez. Sonuç kadere aittir, tarihe aittir, topluluğa aittir. Sun’da ise senin ne amel ettiğin değil ne ürettiğin önemlidir. Onların ne işler yaptıkları değil, ürettikleri sonuçların ne olduğu  bildirilecektir.

Burada başka bir şeye işaret vardır. Bunlar zahirde kötülük olmuştur ama bu sayede uygarlaşma meydana gelmiştir. Beşyüz senedir Avrupa Yahudi sermayesinin oyuncağıdır ama bu sayede de bugünkü uygarlık doğmuştur. Avrupa devletleri birbirlerine karşı savaşmışlardır ama bu sayede de savaşçı topluluk olmuş, dünyaya uygarlığı yani İslâmiyet’i götürmüşlerdir. Savaşlar onları güçlü kılmıştır. İmparatorluklar yıkılmış, millî devletler kurulmuştur.

Birinci Cihan Savaşı dünyaya hakim olan üç büyük imparatorluğu yıkmış, hakimiyeti Ruslara ve İngilizlere vermiştir. İmparatorluklar gitmiş, yerine dikta rejimler ortaya çıkmıştır. Ama artık hanedanlık anlayışı ortadan kalkmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın insanlığa hediye ettiği şey ulusal devletlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de böylece ortaya çıkmıştır.

İkinci Cihan Savaşı ise dikta rejimlerine son vermiş, ulusal devletler bağımsızlıklar kazanmışlardır.

Evet, bütün bunlar “Adil Düzen”e  doğru atılmış dev adımlardır.

İşte Hıristiyanların sun’ ettikleri yani yaptıkları bunlardır. Onlar kötü niyetle yola çıkmışlar ama sonunda hayırlı iş olmuştur. Dünyanın zorla Hıristiyanlaştırılması da şeriata aykırıdır ama insanlık için hayırlı olmuştur.

***

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ

(YAv EHLa eLKLiTABı)

“Ey kitab ehli”

Böylece ulus uygarlığına İsrail oğullarını örnek vererek, dinler uygarlığına da Hıristiyanlığı örnek vererek insanlığı bugünkü hâle getirmektedir.

Şimdi de Kur’an uygarlığını anlatacaktır. Ne var ki burada anlatılacak olan çağımızın Kur’an uygulaması değil de, bundan 1400 sene önce ortaya çıkan İslâmiyet’i anlatacaktır. Bizim için o da Hıristiyanlık gibi bir dindir. Tüm ehli kitaba ve biz de dahil hepimize Kur’an’ın ilk nâzil olan şeklini anlatmaktadır.

Ey ehli kitab” diyor.

Kimler ehli kitaptır?

  1. Kur’an’ın örnek olarak anlattığı İsrail oğulları ehli kitaptır. Kıyas yoluyla ulusal devletler seviyesine çıkmış bugünkü devletlerin hepsi ehli kitaptır, çünkü bugünkü devletlerden hiçbirisi kanunsuz yönetilmemektedir; hepsi hukuk devleti yani kitap devletidir. Kur’an burada bize başka bir şey anlatmaktadır. Hukuk düzeni ancak yazılı hukukla tedvin edilir. Batılılar “hukuk düzeni” diyorlar, Kur’an ise “kitap düzeni” yani “kanun düzeni” diyor. Halk kişilere değil de kanunlara uyuyorsa, mevzuata uyuyorsa, onlar ehli kitaptır. Türkiye gibi yazılan başka yapılan başka olsa bile, yine de Türkiye ehli kitaptır.
  2. Sonra dinî uygarlığı anlatmıştır. Yazılı kitapları olan dinler de ehli kitaptır. Bunlar dört grupta toplanır; Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler.

Bunun dışında sosyalizm, kapitalizm, faşizm gibi laik düzene göre devlet oluşturanlar varsa ve onlar da kanun devleti iseler, onlar da ehli kitaptırlar.

Kitab”ı burada ahd için aldığımızda, bütün semavi kitaplar tek kitap olarak kastedilmiş olur. Bu anlayış da kabul edilebilir. Ama buradaki harfi tarif istiğrak için alınırsa, tüm kanunları olan topluluklara hitap etmiş olur. Yani bugün Birleşmiş Milletler’e kayıtlı devletlerden bahsedilmektedir.

Bu hitap insanlara hitaptır, tüm insanlığa hitaptır. Onlara özel olarak Kur’an anlatılmaktadır. Burada anlatılanlar bugünkü Müslümanlar değildir. Onlar da ehli kitaptır.

Burada anlatılan 1400 senedir uygulanmış olan İslâmiyet değildir. O kıyas yoluyla Hıristiyanlara benzetilerek öğrenilecektir. Burada anlatılan Kur’an’ın ilk nâzil olduğu zamanki durum, o günkü İslâmiyet’tir. O yalnız o gün yaşayanlara değil, kıyamete kadar tüm insanlığa nâzil olmuştur. Geçmiştekiler paylarını aldılar. Şimdi, III. bin yıl medeniyetini kuracak olan bugünkü ulus devletlerle bugünkü büyük dinlerden nasibi olanlar anlayacak ve uygulayacaklardır. O halde o son peygamber bugün gelmiş ve Kur’an’ı getirmiştir kabul edeceğiz ve insanlık içinde III. bin yıl medeniyetini kuracağız.

Görüyorsunuz ki biz hep aynı şeyleri söylüyoruz ama yeni şeyler söylüyoruz. Kur’an bize değişik mânâları ile aynı şeyleri anlatmaktadır; Kur’an’ı ve diğer kitapları nasıl anlayacağımızı bize ve tüm insanlara anlatmaktadır.

قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا

(QaD CAEaKuM RaSULUvNa)

“Size resulümüz gelmiştir.”

Evet, buradaki resul Hazreti Muhammed’dir.

Size geldi” deniyor. Ehli kitaba geldi. Eski peygamberler kendi kavimlerine gelmiştir, kendi dinlerine gelmiştir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ise Arapların resulü değildir, Müslümanların resulü değildir; kâffeten li’n-nâs rahmettir. Yani Hazreti Muhammed Arabistan’a gelmiş ve İslâm dinini orada tedvin etmiştir. 1400 senedir kendilerine Müslüman diyenler onu kendi peygamberleri yapmışlardır. Yani Hazreti Musa Yahudilerin, Hazreti İsa da Hıristiyanların peygamberi olmuştur. Hazreti Muhammed de Müslümanların peygamberidir. Ne var ki o zaman öyle idi. Şimdi ise O ölmüştür ama O’nun bıraktığı sünnet tüm insanlığa hitap etmektedir. Yani şimdi rahmeten li’l-âlemindir. Yalnız O değil, diğer peygamberler de öyledir ama onların sünneti yeniden ortaya çıkmamaktadır.

Şimdi önemli bir sorunla karşılaşmaktayız. Kur’an sahabelerin ona titizlikle sahip çıkmasıyla zamanımıza kadar hiç değişmeden gelmiştir. Sahabeler hadisleri aktarmaya fazla önem vermemişlerdir. Hazreti Peygamber Kur’an’ın dışında bir şey yazmamalarını emretmiştir. Ondan sonra gelen hadis âlimleri büyük ayıklamalar yaparak sünneti asrı saadete kadar götürmüşlerdir. Ne var ki onlar da bazı hatalar yapmışlardır.

Bugün yalnız Müslümanların değil, tüm insanlığın sünneti yeniden ele alması gerekmektedir. Bunun için takip edilecek yol şudur.

  1. Hadis ilminde 6 seçilmiş kitap vardır; Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Ebu Davud ve İbni Mace. Bunların hadis âlimleri olduklarında icma vardır. Bu kitapları ele alarak buralardaki hadisleri ilmî bir sistemle değerlendirmemiz gerekecektir. Diğer hadis kitaplarından gelen rivayetler bu hadis kitaplarındakileri açıklıyorsa değerlendiririz. Uygun gördüğümüz üzerinde dururuz. Ama bu altı kitapta geçen hadislerin üzerinde durmamız gerekmektedir.
  2. Bu hadislerde ilk yapacağımız inceleme, kendi aralarında çelişki var mıdır, ona bakacağız. Bunun için önce Kuran'a uyan hadisleri rivayet edenlere ön sıralarda yer veririz. Çelişkili olan hadisleri ravilere göre ayıklar, onları da Kütüb-ü Sitte’nin dışına çıkarırız.
  3. Bundan sonra hadislerde rivayet edilip Kur’an’a uymayan hadisleri de çıkarmamız gerekecektir. Mesela, Hazreti İsa’nın öldüğü Kur’an’da açıkça yazılı olduğu halde, hâlâ yaşadığı iddiası hadis kitaplarından çıkmalıdır.
  4. Hadis kitaplarına uygulayacağımız başka bir metotla müsbet ilimlere uymayanları çıkarmamız gerekir. Mesela, Hazreti Muhammed’e ait olduğu iddia edilen tüm mucizeler devre dışı bırakılmalıdır. Mesela Ay’ın yarılması böyledir. Bunlar o zaman olmuş olabilir, onlar için mucizedir ama bize mucize değildir. Dolayısıyla o hadisler bize gelmemiştir.

Hâsılı, bütün ehli kitap, yani insanlık ele alıp incelemektedir. Tüm tarih incelendiği gibi Hazreti Muhammed aleyhisselâmın resullüğü de ilmen incelenmelidir.

يُبَيِّنُ لَكُمْ

(YuBayYiNu LaKuM)

“Size tebyin eder.”

Önce resulden bahsetmektedir. Sonra Kur’an’dan bahsedecektir.

Genel olarak kitaplar kollektif olarak zamanla oluşur. Oysa Kur’an’a Hazreti Muhammed’in öğrettikleri dışında bir harf bile ilave edilmemiştir. Dolayısıyla “Kur’an” dendiği zaman onun zamanla oluşmuş yorumları değil, bizzat Hazreti Muhammed’in getirdiği kitap ele alınmaktadır. Yorumlar da onun yorumlarına uygun olmalıdır. Biz ona çok şeyler katacağız ama kattıklarımız bize aittir, bizden sonra gelenlere ait değildir.

Kur’an’dan sonra gelenler Kur’an’ın açıklanmasında ve uygulanmasında büyük katkıları olan kimselerdir ama bize nâzil olan yani şimdi bize hitap eden Kur’an Hazreti Peygambere inen Kur’an’dır.

كَثِيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ

(KaÇIyRan MımMAv KuNTuM TuPFvNa)

“Hafyettiğinizin çoğunu size tebyin eder.”

Resul sadece Kur’an’ı getirmemiş, Kur’an’ın beyanını da yapmıştır.

Onların gizledikleri nedir?

Topluluk bir şeye inandırılır. Bunu kim yapar, nasıl yapılır; orası zor anlaşılır. Din adamlarında bir hastalık vardır, halkın hoşuna gitmeyen bir şey olursa onu gizlerler, ters çevirip anlatırlar. Örnek olarak Müslümanları ele alalım. Kur’an tefsirlerini yaparken hep ‘Habibim Ya Muhammed’ diye başlarlar âyetleri yorumlamaya; Kur’an sanki sadece Hazreti Muhammed’e indirilmiş de biz ondan yararlanmakta imişiz gibi! Oysa Kur’an her okuyucuya, her inanana hitap eder. “Sen böyle yap” dediği zaman bizzat o insana “sen böyle yap” demektedir, yoksa birçok mükellefiyet sadece peygambere yapılmış olurdu.

İslâm dünyasında yerleşmiş birtakım Kur’an’da olmayan, hattâ aksi olan kanaatler vardır. Bunları okurlar, anlarlar ama anlatmazlar. Çünkü yadırganacaklardır.

Ehli kitap da geçmişte bunları yapmıştır. Tamamen bâtıl olan itikatlar öyle yerleşmiştir ki, insanlar aksini söyleyemezler.

Humeyni çağımızın çok büyük inkılapçısıdır. Önce İran’ın on dört asırlık anlayışını yıkmıştır. İran Müslümanları tüm Müslümanları siyasete sokmuştur. Oysa onlara göre mehdi gelmeden Şiilerin siyaset yapması haram kabul olunuyordu. Sonra Sünni-Şii çatışmasına son vermiştir. Ehli kıble olarak birlikte ibadete başlanmıştır. İlk defa Müslümanların iktidarı elde etmelerine imkan sağlamıştır. Durum böyle iken, bâtıl itikat olan mehdinin gelmesi hususunda ses çıkaramamıştır. İran halkı hâlâ kayıp mehdiyi bekliyor!

Papa Jan Pol ve şimdiki Papa 16’ncı Benedict Hıristiyanlığın doğru anlayışı üzerinde adımlar atmışlardır ama Hazreti İsa hâlâ tanrı olarak takdis edilmektedir!

Resul Hazreti Muhammed aleyhisselâm bu tür bâtıl inanışlara şiddetle karşı çıkmış, onların uydurdukları şeyleri açığa çıkarmıştır.

Bunların neleri gizlemekte olduklarını tam anlayabilmemiz için onları yakından incelemek ve Hıristiyan halk inanışını bilmemiz gerekmektedir.

Biz şimdi insanlığa şunu teklif ediyoruz: III. bin yıla girerken dinler kapitalizm ve sosyalizm ile en aşağı duruma getirildi. Dindar olmak hâlâ ayıp sayılmakta, hâlâ yasak bulunmaktadır. Bir orgeneral camiye girip namaz kılamıyor. Kenan Evren, namaz kılmadığını beyan ederek, ben Allah’a hesap verirken sen öyle şartlar oluşturdun ki ben namaz kılmak istediğim halde kılmadım diyerek mazeret beyan edeceğim demiştir.

Önce bu duruma neden düştük, niçin mağlup olup hakir göründük?

Çünkü biz butlan içine daldık. Tarihe daldık.

O zaman Allah sormadı da şimdi neden sordu?

Çünkü müsbet ilimlere ancak bugün ulaştık, yani doğruyu ve yanlışı  ayıracak ilimlere yeni vardık. Oysa bundan 200 sene evvelki bilgilerimiz 2000 yıl öncesinden farklı değildi. Tebliğ şimdi geldi. Şimdi yeni gelen bu tebliğe uymak zorundayız. Her şeyi müsbet ilmin verileri içinde yeniden ele almamız gerekmektedir.

مِنَ الْكِتَابِ

(MiNa eLKiTABı)

“Kitabdan”

Buradaki “Min” nereye taalluk etmektedir? “Tuhfuna”ya taalluk edebilir. Kitabdan gizledikleriniz anlamında olur ki, onlar kitabdan gizlemişlerdir.

Kitab” marifedir. Bunun anlamı bilinen bir kitaptan bazı kısımları gizlediniz deniyor. O takdirde ahd içindir. İncil kastedilmektedir. Diğer dinler muhatap alınmamaktadır. Halbuki biz “Ehli Kitap” deyince ehli kanun olarak anladık. Öyleyse buradaki “Min” gizlediklerinize atfedilmemektedir. Buradaki “Min” tebyin ederse, açıklananlara atfedilmektedir.

Kitab”dan maksat Kur’an’dır. Resul size Kur’an’dan beyan edecektir. Yani Hazreti Muhammed sadece Kur’an’ı uygulayarak açıklamakla mükelleftir ve sadece Kur’an’ın bildirdiklerini size tebliğ etmiştir. O halde “size resulümüz gelmiştir” diyerek önce Kur’an’ı getiren kâffeten li’n-nâs olarak resuldür. Sonra onun risaleti de Kur’an’ı size ulaştırmak ve anlatmaktan ibarettir. Esas olan kitaptır, Kur’an’dır. İnsanlık Kur’an’a davet edilmektedir.

Varsayalım ki Kur’an Allah’ın sözü değildir, Hazreti Muhammed kendisi uydurmuştur. Yeryüzünde en çok okunan, basılan, yayınlanan, şerh edilen, açıklanan bir kitabı okumazsanız başka neyi okuyacaksınız. Allah’ın insanlardan istediği her sözü dinlemeleri, tetkik etmeleri ve buldukları hakka uyup beyan etmeleridir. Müslümanların dini anlayışları da dahil olmak üzere, tüm dinleri yeniden ele alıp hataları ortaya koymamız ve hakkı bulmamız gerekmektedir.

İşte “Adil Düzen” çalışmaları bu çalışmadır.

İnsanlık müsbet ilimlere dayanarak ilâhi kitapları yeniden yorumlayacaktır. Tarihte onlara yüklenen bâtıl inançlar ve kabuller ortadan  kalkacaktır.

وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ

(Va YaGFu GaN KaSIyRin)

“Ve çoğunu da affeder.”

Burada “kesir” kullanılmıştır. Daha fazla anlamında değil, mutlak çok anlamındadır.

Demek ki “çoğu” dediğimiz zaman Türkçede daha fazlası anlaşılmaktadır, Arapçada onun için ekserisi kelimesi geçmektedir. “Kesir” çok anlamındadır.

Affetmek” ne demektir? “Affetmek” demek kesmek, koparmak demektir. Cezayı kısaltmak veya silmek demektir.

Kur’an onların gizlediklerinin bir kısmını açıklamakta, bir kısmından ise bahsetmemektedir. Onların düzeni insanları kandırmak ve yalan söylemektir. Bizim düzenimiz ise doğrular üzerine oturmaktadır. Anketler yapılmakta, insanların görüşleri öğrenilmektedir. Diyelim ki AK Parti’nin oyları yüzde 30’un altına düştü. Bunu açıkça beyan eder. Ama bir başka parti kendisinin oylarını yüksek göstererek gerçeği gizler. İşte bu iki davranıştan biri İslâmîdir, diğeri değildir. AK Parti de öyle yaparsa onunki de İslâmî değildir.

قَدْ جَاءَكُمْ

(QaD CAEaKuM)

“Size gelmiştir.”

Burada harfi atıf getirilmeden “Kad Caeküm” tekrar edilmiştir. Çünkü bahsedilen resulün gelişi ile kitabın gelişi aynıdır. Tekrar edilmesinin sebebi bedel olduğunun tekididir.

İslâmiyet sadece Kur’an değildir, Allah tarafından gönderilmiş dört kaynağı içermektedir.

  1. Resul gelmiş, kitabı hayatında uygulayarak insanlara Kur’an uygulamasının örneğini vermiştir.
  2. Resul Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı getirmiş ve tebliğini  yapmıştır. Artık kıyamete kadar ana delil Kur’an’dır.
  3. İlimle onun beyanı yapılarak mânâları açık bir şekilde anlaşılmıştır. Kur’an’da geçen bir kelimeyi ele alalım, mesela “Tûr-i Sina”yı  ele alalım. Kur’an’da bu kelime geçmektedir. Buranın neresi olduğunu nasıl bileceğiz? İşte bunu ilimle bileceğiz.
  4. Sonra Kur’an asılları zikretmiş, fer’lerin hükümlerini bulmayı bize bırakmıştır.

Resul Hazreti Muhammed aleyhisselâm bize bütün bunları getirmiştir. Getirdiği bir “sistem”dir, bir “düzen”dir, bir “medeniyet”tir. Tarihte evrimler olmuştur.

  1. Hazreti Nuh aleyhisselâm ilk defa kentleşmeyi başlatmıştır. Ümmetini köy hayatından kent hayatına geçirmiş, yazılı şeriatı ortaya çıkarmış ve uygulamıştır.
  2. Hazreti İbrahim peygamber müsbet ilim metotlarını geliştirerek tüm insanlığı müsbet ilimde birleşmeye davete etmiştir.
  3. Hazreti Musa peygamber şeriat düzenini getirerek yönetimde insanlığı genel barışa çağırmıştır.
  4. Hazreti Davut peygamber ekonomide, bilhassa ulaşımda devletçiliği getirmiş, insanlığı tek ümmet yapma yolunda önemli adım atmıştır.
  5. Hazreti İsa peygamber ise insanlığa laikliği öğretmiştir.
  6. Sonunda Hazreti Muhammed aleyhisselâm gelmiş ve daha önceki peygamberlerin yaptığı inkılapları birleştirerek tek devlet yapısında uygulamıştır.

Şimdi ise sıra bizdedir. Görevimiz peygambersiz ilk medeniyeti kurmaktır.

Sıra ehli kitabın yani kanun ehlinin, hukuk ehlinin birleşmesi sonunda ortaya çıkacak medeniyete  gelmiştir.

Bunlar dört delile dayanacaklardır.

-“Kitap” Kur’an’dır, ilk delil Kur’an’dır. Eski kitaplara da bakılacak, onlardan da yararlanılacak; onlar Kur’an’ın anlaşılmasında yardımcı olacaklardır.

-“Sünnet” bütün peygamberlerin uygulamalarıdır.

-“İcma” ise bugünkü müsbet ilimdir, ittifak edilen ilimdir.

-“Kıyas”: Sonra bütün sorunlar tümevarım yani “kıyas” yoluyla çözülecektir.

مِنَ اللَّهِ نُورٌ

(MiNa elLAHı NuvRun)

“Allah’tan bir nurdur.”

Nur” “cae”nin failidir.

Minellahi” de câr ve mecrur olarak mutaallaktır, Allah’tan gelmişlerdir.

Minellahi” “Nur”un zarfı olabilir, ikisi birden mef’ul olur. Bu takdirde mânâsı gelenin Allah’tan bir nur olmasıdır.

Nuru getiren biz olmuş oluruz. Yani ehli kitap olan tüm insanlık birleşip müsbet ilmin ışığında “Adil Düzen”i ortaya koyacaklardır. Müsbet ilme dayandığı için Allah’tan nurdur. Müsbet ilim de Allah’tan gelmiştir.

Yani Allah insanlara iki şekilde hitap eder:

-Biri nakil yoludur,

-Diğeri akıl yoludur.

Aklı veren de Allah’tır, onu düşündüren de Allah’tır.

Aynı okullardan mezun ve zekaları da eşit olan iki arkadaş bir matematik problemini çözmeye çalışıyorlar. Biri çözüyor, diğeri çözemiyor. İşte bu durum doğa kanunlarıyla izah edilemez, çünkü doğa kanunu herkes için eşittir.

Tarihte peygamberler gelmiş, bir şeyler söylemiş, söyledikleri gerçek olmuş...

Tarihte filozoflar gelmiş, bir şeyler söylemiş, doğru çıkanlar olmuş...

O halde ilim de Allah’ın insanlığa lutfudur.

“Minellahi”deki “min” “caeküm”e müteallik olabilir.

O takdirde nur Allah’tan gelmiştir. Bizim aktif rolümüz olmayabilir.

Bu şekilde anlaşıldığı zaman Adil Düzencilere görev düşer; Kur’an’ı çağlarına göre ilim ile tafsil edeceklerdir, ehli kitaba biz götürmüş oluruz. Böyle anladığımızda, o zaman Erbakan gibi görevli birisi çıkacak, tebliği o yapacaktır.

Her iki mânâ verilebilir.

Nur” ne demektir?

Aydınlık demektir. Eski şeriatlarda doğrudan doğruya çözümler gelmiştir. Sünnet de çözümleri içeriyordu. İçtihat ve icma müesseseleri sonradan ortaya çıkmıştır. Çıkacağını Kur’an bildirmiştir. “Birinci Kur’an Medeniyeti” içtihat ve icmayı getirmiş ama kendisi içtihat ve icmaya değil sünnete dayanıyordu. Şimdi “İkinci Kur’an Medeniyeti” yani “III. Bin Yıl Medeniyeti” içtihat ve icmaya dayanıyor yani “nur”a dayanıyor. Sorunların nasıl çözüleceğini öğreten içtihat ve icma müesseselerini de ayırmıyor.

Nur” nekredir. Her uygarlığın kendine has icma ve içtihatları olacaktır. Dolayısıyla size onlardan biri gelmiştir.

وَكِتَابٌ مُبِينٌ (15)

(Va KiTAvBun MuBIyNun)

“Ve mübin kitab gelmiştir.”

Burada gelen nekre olan “kitab”dır, beyan eden, açıklayan bir “kitab”dır.

Kur’an’da Kur’an’dan bahsederken nekre kitab kullanıldığı yerler olmuştur. Çoğu müfessirler bu tazim ve takbih içindir derler. Dilde bu da vardır. Ama biz bunu böyle açıklamıyoruz. O zaman hükmen arabiyyen olmaz. Yeni şekildeki bir ifade yeni hüküm içermelidir. Kur’an’ın muazzam olması veya olmaması bakımından bir hüküm çıkaramayız.

Biz ise buna şu mânâyı veriyoruz: Kur’an lafzıyla bir defa nâzil olmuştur ve kıyamete kadar bir harfi bile değişmeyecektir. Ama mânâsı böyle değildir. Her bin yılda bir yeniden nâzil olacaktır. Çünkü yeni uygarlığa sıfırdan başlayacağız. Evet, sahabelerle başlayan icma ve içtihatlar “Birinci Kur’an Medeniyeti”ni kurmuştur. Şimdi “İkinci Kur’an Medeniyeti”ni kurarken biz yeniden içtihatlara başlayacağız. O içtihatlardan bazıları icmalara dönüşecektir. Her yeni bin yıl medeniyetinde içtihat ve icmaları ile Kur’an yeniden nâzil olacaktır.

Buradan başka bir şey daha öğreniyoruz ki, içtihat ve icmalar yazılı olmalıdır.

Biz bunu şöyle uygulanabilir hâle getiriyoruz: Müçtehit sene içinde içtihadını yapar, Ramazan’dan önce başkana tevdi eder. Başkan bayram günü bunu yayınlar. Kurban Bayramı’na kadar iptal için diğer müçtehitler hakemler nezdinde dava açabilirler.  

  1. Kendisinin diğer içtihatlarla çelişkisi varsa,
  2. İcmaa aykırıysa,
  3. İcma ile sabit doğa ve sosyal kanunlara aykırıysa,
  4. Zararı var veya abes bir hükümse;

Hakemler tarafından iptal edilir.

İcmalar da Ramazan Bayramı’ndan önce ilan edilir. Kurban Bayramı’na kadar muhalif olan çıkmazsa icma akdedilmiş olur.

İşte bunlar yazılı hâle gelince onlar da “kitab” olmuş olur.

Mübin/açıklayan kitap” yani Kur’an’ı yorumlayan içtihat ve icmalardan oluşmuş kitap.

“Nur” usul ise “mübin kitap” da fürudur.

“Kitab-ı mübin”in nekre olması, her topluluğun farklı kanunlarının olmasındandır. Tek tip düzen yerine, çoklu hukuk sistemi demektir.

Roma’da tek hukuk sistemi vardı.

İslâmiyet çoklu hukuk sistemini getirmiştir.

Batı’da aydınlanma başlayınca çok hukuklu sistem gelmiştir. İslâmiyet’in etki etmesi yıllarına Avrupalılar “aydınlanma çağı” diyorlar; Kur’an da burada “nur” diyor.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3001 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2173 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2770 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4426 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2323 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2871 Okunma
20-MAİDE 57-60
2273 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2366 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1820 Okunma
29-MAİDE 89-91
3115 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2446 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma