MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
1851 Okunma
MAİDE 77-79

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 51

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُوا أَهْوَاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَأَضَلُّوا كَثِيرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ (77)

 

قُلْ

(QuL)

“Kavl et.”

Kur’an’ın muhatabı kimdir?

Bir kitap yazarsınız, onu piyasaya çıkarırsınız. Muhatabınız kimdir? Kim okursa odur. Yahut kitabı birilerine gönderirsiniz, muhatabınız odur. Kitabı götüren muhatabınız değildir. Yani postacı götürdüğü kitabın içindeki yazılanlara muhatap değildir.

Kur’an’ı Cebrail getirmiştir. O sadece postacıdır. Muhatap değildir. Oysa Hazreti Muhammed Kur’an’ı hem okuyup uygulamakla mükellef kimsedir, hem de mübelliğdir, yani elçidir. Elçi sadece postacı değildir. O aynı zamanda içeriğini anlatmakla mükelleftir ve kabul edenle birlikte uygulamakla mükelleftir. Böyle olunca buradaki “Kul” emrinin birinci mef’ûlü Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed arkadaşlarına Kur’an’ı tebliğ etmiştir. Arkadaşları bize tebliğ etmişlerdir.

İşte, Kur’an’ı her nesil tebellüğ edecek, uygulayacak, tebliğ edecek, kabul edenlerle birlikte de uygulayacak. Ahlâkî uygulamayı şahsen yapacaktır. İçtimaî uygulamayı ise birlikte okuyanlar içinde uygulayacaklardır.

Ferdî uygulamada “Kul/söyle” emri kendi kendine söyle şeklinde yorumlanabilir. Yahut rabbine söyle denebilir. Böyle âyetler de vardır. Ama genellikle başkalarına söyle şeklindedir. Beş vakit namaz kılanlar birbirlerine söyleyebilirler. Yahut imamları cemaatine söyler. Sonra Cuma imamları vardır, onlar da kendi cemaatlerine söylerler. Bunun dışında bucak başkanları başka bucak başkanlarına söylerler. Merkez il bucakları oluşur, onlar kendi halklarına veya başka il başkanlarına söylerler. Ülke merkez bucaklarının Cuma imamları vardır, onlar da kendi kavmine söylerler veya başka devletlerin başkanlarına söylerler. Nihayet Mekke merkez bucağının imamı tüm insanlara hitap eder.

Yani…

Buradaki emir kademe kademe hepimize aittir. Şimdi bunları söyleyecek bir imamımız yoktur. Farzı kifaye olan emir yapan olmadığı için hepimize farzdır.

Ne farzdır?

İşte bu “Kul” emrini yerine getirmek farzdır. Bunun için bir aşiretimiz olacak, o aşiretin başkanı söyleyecek. Bir kabilemiz olacak, o kabilenin başkanı söyleyecek. Bir şa’bımız (ilimiz) olacak, o şa’bın başkanı söyleyecek. Bir kavmimiz (devletimiz) olacak, o kavmin başkanı söyleyecek. Nihayet bir insanlık imamı olacak, o insanlığa söyleyecek.

Sadece söyleyecek, bir şey yapmayacak.

Nasıl söyleyecek?

Bin Dil Üniversitesi’ni kuracak, oraya gelenlere söyleyecek. Onlara Arapça öğretecek, onlara söyleyecek. Onlar da ülkelerine gittiklerinde kendi başkanlarına söyleyeceklerdir. Böylece bu “söyle” emri yerine gelecektir.

Biz şimdi birkaç kişiyiz. Bütün bunları yapacak gücümüz yok gibidir. Oysa biz yapmayacağız, Allah yapacaktır. Biz sadece bize düşeni yapmalıyız.

Akevler olarak biz bunun denemesini yaptık. İzmir’de Akevler Kooperatifi’ni kurduk. Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalıştık. Tüm mü’minler cihat yaptı. Allah’a hamd olsun bugünkü duruma ulaştık. O günleri bilmeyenler, bu günlerin kıymetlerini bilemezler. O gün yaşananlar romanlaştırılmalıdır. Halka anlatılmalıdır. Bugün yaşananlar da tarihleştirilmelidir.

Şimdi ben yazıyorum. Siz de katkılarda bulunuyorsunuz. Biz söylemiş oluyoruz. “Kul/söyle” emrini yerine getiriyoruz. Bu emirde yapacaklarımız vardır.

  1. İnternet sitemizi daha çok geliştirmeliyiz. “Adil Düzen” ile ilgili tüm yayın ve makaleler orada yer almalıdır. Sitemizi tanıtmalıyız. Ali Bülent Dilek kardeşimizin yaptığı gibi maillerle insanlara ulaştırmalıyız.
  2. İnterneti takip edemeyen kimselere, yolda ve her yerde okuyabilmeleri için haftalık dergimiz olmalıdır. Bir televizyon ile bu dergi arasında işbirliği olmalıdır. Dergide yazılanlar orada anlatılmalıdır. Abonelerin ödedikleri bedeller televizyonla bölüşülmelidir. Bu amaçla televizyonları ziyaret edip önerilerde bulunmalıyız.
  3. Kooperatiflerde uygulamalar yaparak “Adil Düzen”in çalışmasını göstermeliyiz. Bir bakkalı, bir atölyeyi “Adil Düzen İşletmesi” olarak çalıştırmalıyız. Bunu nasıl yapacaksak hep birlikte yapmalıyız.
  4. Nihayet “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmalıyız.

Biz yapmaya niyet edelim, Allah bize imkanlar verecektir.

Bizi bütün bunları yapmaya işte bu “Kul/söyle” emri mükellef kılıyor.

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ

(YAv EaHLa eLKiTAvBı)

“Ey Ehli Kitab”

Bu Ehli Kitap kimdir? Kime söyleyeceğiz?

İki şekilde mânâ verebiliriz. Ya ahd içindir deriz, o zaman Hıristiyan gibi bir kavimden bahsetmiş olur. Yahut bütün Ehli Kitaptır. Bunu anlayabilmemiz için söyleyeceğimize bakarız. Bir de bundan önce benzer ifade ile karşılaştırırız.

Bundan önce Ehli Kitaba hitap ettiğinde siz Tevrat’ı ve İncil’i ikame etmedikçe denmişti. Yani oradaki Ehli Kitap Hıristiyanlardı. Çünkü Tevrat ve İncil ile amel etmekle yalnız Hıristiyanlar mükelleftirler. Yahudiler İncil’le amel etmekle yükümlü değildirler.

Demek ki burada hitap edilen onlardan farklıdır. Bütün Ehli Kitap olanlardır. Yani buradaki “Lam” istiğrak içindir.

Kimdir bunlar?

  1. Kur’an ehlidir. Sünni’si, Şii’si, Alevi’si, Kadyani’si; Kur’an’ı İlâhi kitap kabul eden herkes bu hitabın içindedir. Hepsine söylememiz gerekir.
  2. Hıristiyanlar, Budistler, Hindular ve Yahudiler, kendilerine kitap verilenlerin hepsi Ehli Kitaptır, bunlar buna dahildir.
  3. Bugün devletler kurup yasaları olan ve bu yasalara dayanarak ülkelerini yöneten bütün devletler Ehli Kitabın içindedir.
  4. Devletleri olmasa bile dinî cemaatleri olan ve kitabı olan topluluklar, mezhepler ve tarikatlar da muhatabımızdır.

Hitap edeceğimiz kimseler madem ki bütün hukuk düzenini kabul etmiş topluluklardır; biz bunu nasıl başaracağız, onlara nasıl ulaşacağız?

Bin Dil Üniversitesi’ni kuracağız. Çok katlı binalar inşa edeceğiz. Her katta on daire olacak. Her apartman yüz daire içerecek. Yüz apartman bizim Bin Dil Üniversitesi’ni oluşturacaktır. Bunun kurulması zor değildir. Devletin bize 20 bin dönümlük arazi vermesi yeterlidir. Biz orasının imarını çıkarırız ve yarısını satarız, yarısı ile İstanbul’da Bin Dil Üniversitesi’ni kurarız. Bunun için bir kişiye ihtiyaç vardır. Bu bir kişi; “Allah bana bunu kurmayı emretti, ben O’na tevekkül ederek yola çıktım, malımla ve canımla bunu başarmaya çalışacağım.” diyecektir. İşte bu bir kişi yeterlidir.

Neden üniversiteye ihtiyaç vardır?

Karşı tarafın sorunlarını çözmezsek, onlara söylediklerimizin hiçbir yararı yoktur. Madem ki Kur’an’dan sonra Cebrail gelmeyecektir. Madem ki peygamberlerin yerini âlimler almıştır, o halde bu işi de üniversite yapacaktır ama bugünkü üniversiteler değil, “Adil Düzen Üniversiteleri” yapacaktır.

N. Erbakan’ın ve F. Gülen’in eksiklikleri buradadır; mevcut düzende siyaset yapma, mevcut üniversitelerde ilim yapma... İslâm düzeninde siyaset yapılacak, İslâm düzeninde ilim yapılacaktır... Allah’ın takdiri öyle imiş, dolayısıyla yapılanları eleştirmiyorum, sadece bundan sonra yapılacaklar hakkında görüşlerimi söylüyorum.

İslâm üniversitelerinin temeli olan ilim kitapları Arapça olacaktır. Matematikten ve fizikten başlanarak tüm kitaplar Kur’an Arapçası ile yazılacaktır.

“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” üzerinde Yenibosna’da çalışmaktayız. Her cümleye Kur’an’dan delil getirmekteyiz.

Bu çalışma ileride bütün kanunlar için yapılacaktır. Ondan sonra da bütün ilimler için yapılacaktır. Bir iki örnek vereyim.

Kur’an’da diyor ki, leyl neharı geçemez. Nehar leyli geçemez denmiyor. Oysa başka âyetlerde leyli nehara neharı leyle ilac ederiz diyor. Leyl ve nehar gece ve gündüz mânâsında olduğu gibi madde ve enerji -ışık enerjisi- anlamındadır. O zaman bu âyetlerin mânâları şöyledir. Madde ışığı geçemez. En büyük hız ışık hızıdır. Bugün bu kural çok iyi bilinmektedir. Leylin nehara neharın leyle, maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüşmesidir. Bugünkü atom bombası maddenin enerjiye dönüştürülmesidir. Siyah cisim ışığı emer, bu da ışığın maddeye dönüşmesidir.

İşte…

Gelecekte bu üniversite Kur’an’a dayanarak müsbet ilmi teyit edecektir. Ayrıca üniversiteler yaparak öğretim yapacaklardır. Okuyanlar aynı zamanda iş yapacaklar ve meslek sahibi olacaklardır. Gittikleri yerde iş yaparak gösterecekler ve öyle söyleyeceklerdir.

لَا تَغْلُوا

(LAv TaĞLUv)

“Guluv etmeyiniz.”

Galeyan” kelimesi hareketli anlamındadır. “Tuğyan” kelimesi de taşma anlamındadır. Tuğyan da kabın dışına çıkmasıdır. Yemeği kaynattığınız zaman su fokurdamaya başlar, bu galeyandır. Yemek kazanın dışına çıkar, o tuğyandır. Biri kendi içinde karışmadır, biri başkalarına zarar vermedir.

Bir borudan su akıtırsanız aynı istikamette hareket eder ve su gelir. Basıncı artırırsanız daha çok su gelir ama basıncı daha çok artırırsanız bu sefer galeyan olur. İleriye gideceklerine kendilerine çarpar ve çok yüksek basınç olduğu zaman su gelmez olur. Bir sokakta da durum budur. Trafikte arabalar belli sıklığa ulaşıncaya kadar akar, fazla araba olursa bir kaza olur ve trafik tıkanır. Topluluk için de kurallar böyledir. Kuralsız topluluk olmaz ama fazla kurallı, sıkı kurallı topluluklar ise galeyana gelir, tüm kural ve disiplinden uzaklaşılmış olur.

Her şeyin aşırısı aksine tepki verir. Kurallar olacak ama aşırı kurallar olmayacak. Kanunlar olacak ama okunamayacak ve uygulanmayacak kanunlar olmayacak. Bugün mevzuat o kadar çoğalmış ve genişlemiştir ki, kanunlar yazılır ve bir yerde uygulanır, sonra unutulur gider. Bu durum mevzuatta galydir. Çaya yeterince şeker atarsanız uygundur ama aşırı şeker atarsanız o zaman o çayda galy edilmiş olur.

Allah peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. İnsanları ne tamamen boş bırakmıştır, ne de sıkı disiplin içinde onları hareketsiz bırakmıştır. Polis rejimi sıkı bir rejimdir, guluvdur. Vatandaşların suç işlemesine mâni olur. Bunu da başaramaz, kendisi suç işlemeye başlar. Yargısız topluluklarda herkes istediğini yapar ve yine topluluk oluşmaz. Oysa hukuk düzeninde insanların suç işlemelerine imkan verilir. Suç işlemesi önlenmez ama suç işledikten sonra cezası verilir. Suç işlemeye mâni olma galydir, suç işlendikten sonra ceza vermemek de tuğyandır. Biz buna “ifrat” ve “tefrit” diyoruz. Kur’an “furut” diyor. Faizi serbest bırakmak tuğyandır, bey’i yasaklamak galydir.

فِي دِينِكُمْ

(FIy DIyNıKuM)

“Dininizde”

Düzeninizde galy yapmayın, düzeninizi kaynatmayın. Halk birbirine zarar verecek hâle gelmesin, kuralsız hareketlere mecbur olmasın.

“Dana” Türkçedeki inek yavrusu anlamındadır, annesinin memesini emmek için ona yaklaşır. “Deyn” borç demektir. Ben size bir şey veririm, karşılığında alacaklı olurum. Yahut dana annesinin sütünü alacaklıdır. Hayvanlarda borç ve alacak kavramı yoktur. Yenen, yenileni yer. Oysa insanlarda borç ve alacak kavramı vardır, hak ve zulüm kavramı vardır.

“Deyn” borç demektir. “Hak” da alacak demektir. “Lehe deyn, aleyhe deyn” ve “lehe hak, aleyhe hak” kelimeleri aynı mânâlar taşır. Sadece “deyn” dendiği zaman aleyhte hak anlaşılır, “hak” dendiği zaman da lehe deyn anlaşılır.

Düzen borçlanmalarla kurulur. Şöyle ki, insanlar birlikte üretip ayrı ayrı tüketirler. Bir işletmede çalışırlar; işletme borçlu, çalışanlar alacaklı olurlar. Pay belgesini alırlar, bakkala gelip pay belgesini vererek alacaklarını tahsil ederler. İşte bu pay belgesi yani para borç belgesidir. Adı dinardır. Yani dine, düzene mensup demektir.

Din/düzen borç ve alacak kurallarını içermektedir. Düzen böylece oluşmaktadır. Eskiden Allah’ın peygamberleri gelir, onların öğretisi ile düzen oluşurdu. Sonra siyaset adamları geldi, krallar düzenleri oluşturdular. Şimdi ise sermaye sahipleri paralarıyla ilim yaptırmakta, paraları ile propaganda yaptırmakta ve istedikleri düzeni oluşturmaktadır. Sermaye dün Arap ülkelerinde dinsiz diktatörleri üretti ve ona göre düzen oluşturdu. Şimdi onlara gidin demekte ve oralara yeni düzen getirmeyi istemektedir.

Kur’an ise “Dininizde” diyerek halkın kendi düzenlerini kendilerinin oluşturacağına işaret etmektedir. Yoksa “Fi’d-Dîni” derdi.

Peki, topluluklar dinlerini yani düzenlerini nasıl oluşturacaklardır?

Bunun için dört ana kademe vardır. Kur’an bunları tedvin etmiştir.

  1. İçtihatlar. Herkes kendi dinini/düzenini kendisi içtihat ederek ilan eder; onunla muamele yapmak isteyen kimse bilir ki onun içtihatları bunlardır, ona göre onunla ilişkiye girer. Bir otobüs bileti alan kişi biletteki içtihatlara uyar, firma da uymak zorundadır. İşte böylece içtihatların toplamı dini/düzeni oluşturur. Başka kanunlara bile gerek kalmaz. Burada sorulacak bir soru vardır: Bilet alan ile satan arasında ihtilaf olursa kimin hukuku geçerlidir? Diyelim ki dolar verdi ve bilet aldı. Eğer semen üzerinde yani bedel üzerinde ihtilaf olursa parayı ödeyenin hukuku geçerli olur. Eğer bilet üzerinde ihtilaf olursa firmanın hukuku geçerli olur. Bugün uluslararası mahkemeler vardır. Onlar böyle karar verirler.
  2. İki kişi sözleşme yaparlarsa onlar arasında sözleşme hükümleri geçerli olur. Kimler sözleşmeye katılırsa onlar için o sözleşme dindir, onların düzeni odur. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler böyle ortak sözleşmelere sahiptirler. Onların o sözleşmeleri dinleridir/düzenleridir.
  3. Bazen anlaşmaları gereken yerlerde anlaşamayabilirler. Örnek olarak haftada bir gün toplanalım üzerinde anlaştılar ama hangi gün toplanacaklarına anlaşamadılar. Kimi Salı diyor, kimi Çarşamba diyor. O zaman ortak hakem seçerler. Hakem istişare eder ve vekaleten karar alır. Vekilin kararı aslın kararı olduğu için ittifak etmiş olurlar. Buna da “istişârî karar” diyoruz.
  4. İstişarede alınan kararlar daha çok uygulama ile ilgilidir. Bunun dışında kuralların denetlenmesi gerekir. Alınan kararlar uygulanamıyorsa iptal edilmesi gerekir. İşte bunu yapan da hakemlerden oluşan yargıdır. Zamanla mevcut mevzuatın zulüm olduğunu ileri sürenler hakeme giderler. Korunmasını isteyenler de hakem seçerler. Hakemlerin ortak kararları geçerli olur. O kurallara uymak zorunluluğu kalkar.

Demek ki düzende iki şekilde galeyan olur. Biri yaptığımız içtihatlarda, sözleşmelerde, istişârî kararda ve hakemlerin kararlarında galeyan etmeyiniz. Aşırı bağlayıcı sıkıcı kurallar koymayınız. Sonra da uygularken bunları çok sıkı bir şekilde uygulayarak düzeni bozmayınız. İşte bu sebepledir ki şeriatta tedbirler alınmıştır.

  1. Hükümdarların kanun yapma yetkisi yoktur, mevzuat koyma yetkisi yoktur. Hükümet mevcut kanunları uygular, kendisi kanunlar koymaz. Bakanlar genelgeler yayınlayabilir. Bunlar bakanlıklardaki çalışanları bağlar, halkı bağlamaz.
  2. Beraatı zimmet asıldır. Kimse borçlu olmadığını ispat etmekle mükellef değildir. Alacaklı alacağını ispat etmek durumundadır.
  3. Cezada kesinlik esastır. Bunun için dört âdil soruşturmacının tanıklığı olmadıkça kişi mahkum edilmez. Cezaların önce belli olması gerekir, takdirle ceza verilemez.
  4. Hakemleri taraflar seçer ve hakemler yalnız geçmişte cereyan eden olaylar üzerinde davacı ve davalı bulunan konularda ve yalnız o konuda karar verirler. Hakemler de hakemlerin denetimindedir.

غَيْرَ الْحَقِّ

(ĞaYRa eLXaqQı)

“Hakkın gayrisi”

Gayre’l-Hakki” burada istisna değil mef’uldür. “Gayre’l-Hak” bir deyimdir Hakkın gayrisini galeyan ettirmeyin, dininizde/düzeninizde haktan başka bir şey olmasın demektir. Bir yemeğe eğer karbonat karıştırırsanız köpüklenir. Düzeninizde haktan başka bir şey olmasın, başka bir şey karıştırmayın demektir. Bir ülkenin ülke içindeki borç ve alacakları dışında yani hak dışında düzen içinde hiçbir şey yer almamalıdır. Mantığın kuralları vardır.

Gayr” kelimesi dışında anlamındadır. “Gayre” takyidi sıfat olur. “Kuzulardan gayri koyunlar kurban” olur dersek, burada kuzu olanlar kurban olacak koyunlardan hariç tutulmuştur. “Kadın erkekten gayrıdır” dediğimiz zaman ise tavsifi sıfat olur. Kadın erkek değildir demek olur. Birincisinde istisna vardır, ikincisinde ise istisna yoktur.

Marife olarak getirdiğimizde tavsifi olur. Nekre olarak getirdiğimizde takyidi olur. “Hakkın gayrisi olanı yapmayın” dediğimizde marife olmuş olur. “Hak olmayanı yapmayın” dediğimizde marife olur.

صاحبت رجلا غير بخيل      Ben bir adama cimrilik halinde olmaksızın arkadaşlık ettim. Yani o arkadaşlık esnasında cimrilik yapmadı demek olur.

صاحبت رجلا غيرالبخيل     Bana cimri olmayan bir adamla arkadaşlık ettim. Gayre olduğu için marifeye sıfat olur.

صاحبت الرجل غير بخيل     Ben bildiğiniz adama cimrilik yapmaksızın arkadaşlık ettim. Yani o cimrilik yapmadı. Haldir.

صاحبت الرجل غيرالبخيل     Ben cimri olmayan o adamla arkadaşlık ettim. Burada gayre marifeyi de tavsif etmektedir.

Bu âyette “Gayre’l-Hak” sıfattır ama mevsufun yerine geçmiştir. Mevsuf zikredilmemiştir. Zikredilmeyen marife de olabilir nekre de olabilir.

Bildiğiniz hak dışı olanları yapmayınız mânâsı verilebilir. Bu takdirde galeyan ettiren marifedir. Mesela Hazreti İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu sözleri böyledir. Yahut hak olmayan hiçbir şeyi yapmayınız mânâsı verilebilir. Biz bu mânâyı veriyoruz.

Evet…

Tüm Ehli Kitap, tüm hukuk düzenini kabul eden topluluklara diyoruz ki, hak dışında bir şey düzeninizde olmasın. Düzen kurulurken olmasın, düzen uygulanırken olmasın.

Evet…

İnsanlığın kavlî icmalarına aykırı içtihat veya icmalarını uygulayan devletlere karşı uyarma görevimiz vardır. Devlet içinde de ülkenin kavlî icmalarına uymayanları uyarma görevimiz vardır. İlin icmalarına uymayan bucakları uyarma görevimiz vardır.

Uyarılara kulak vermezlerse ne yaparız?

Hakemlere gideriz. Hakemler değişik müeyyide uygulayabilirler.

  1. Kendilerinden başka kimseye zararları yoksa biz onların içtihat ve icmalarına karışmayız.
  2. Kendilerinin dışında sadece maddî zararları varsa maddî zararlar onlara ödetilir.
  3. Kendileri dışında olanlara maddi zararları dışında sosyal zararları varsa onlarla siyasi ilişkilerimizi keseriz.
  4. Zinada fuhşun yayılması gibi çevreye kötülük yayılacaksa onun hakkında hakemler savaş kararını verebilir.

Ehli Kitaptaki lamı cins için yapınca, sonuç olarak buradaki hakkın gayrisine yer vermememiz gerekmektedir.

Müçtehitler ayrı ayrı içtihatlar yapıp kendi fıkıhlarını ortaya koyacaklardır. Sonra aynı ülkenin müçtehitleri arasındaki içtihatlar birleşir ve icma olur. Ayrı ayrı ülkelerde ortaya çıkan icmalar birleşirse insanlık icmaı olur.

İşte buradaki marife olan haklar icmaları ifade eder. Yunanlılarda insan aklı hakkı bulurdu, İslâm uleması ise insan aklının tek başına hakkı bulamayacağı ama icmaların da mutlak hak olduğunu kabul etmişlerdir.

İcmaa aykırı içtihatlarınızı düzeninize karıştırmayın denmiş olur. Sünni mezhepler icmalara aykırı olan içtihatların geçersiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunu neye göre yapmışlardır? Akla dayanarak yapmışlardır. Başka âyetler de vardır. Mesela, mü’minlerin sebili dışında yol edinirler diyerek mü’minlerin sebilini icma olarak anlamışlardır. Doğrudur.

Burada hak kavramına da işaret etmektedir.

وَلَا تَتَّبِعُوا

(Va LAv TatTaBiGUv)

“Ve tâbi olmayınız.”

Bu âyette icma içtihat düzenini anlattı. Hukuk düzeninin kurallarını öğretti. Nasıl hukuk düzeni içinde olacağımız anlatıldı. Yeryüzüne “Adil Düzen” olan hukuk düzenini getirmekle mükellef olan mü’minlere Adil Düzen Çalışanlarına tebliğ emrini verdi. Düzende galy etmeyin dedi. İcmalara aykırı kurallar olmasın dedi. Bundan sonra da içtihat etme zorunluluğunu getirmektedir.

İnsan içtihat yapar ve içtihadı ile amel ederse, hata yapsa bile o ameli makbuldür. Ama içtihat yapmadan gelişigüzel hareket ederse, o isabet etse bile mecur olmaz.

İn’am ettiklerinin mustakim sıratına denmektedir. Bu sırat icmadır. İcmalara aykırı olmayan içtihatlardır. Hayvanlar içtihatsız hareket ederler. Avı görünce saldırırlar. İnsanlar ise içtihatla hareket ederler, haram mı helal mi diye tartarlar. Burada men edilen insanların da hayvanlar gibi hislerine göre sürüklenmeleridir.

أَهْوَاءَ قَوْمٍ

(EaHVAyEa QaVMin)

“Kavmin hevalarına”

Haviye” uçurum demektir. Rüzgarın hareketi hava hareketidir. “Rıh onu heva eder” diyor. “Heva” kelimesi nefsin istediklerine delâlet eder. Hevanın bir özelliği vardır, nerde boşluk bulursa orasını doldurur. Çevreyi kendisine uydurmaz, kendisi çevreye uyar. Nefis de böyledir. Çevreden gelen etkilere kapılır, ona uyar.

İnsanın beyninde iki algı melekesi vardır. Biri fikirlerdir, diğeri de hislerdir. Fikirler bilinci oluşturur, hisler zevki oluşturur. Öbür taraftan da iki türlü etkileşim vardır. Doğa yani insan dışı varlıklarla doğa kanunları içinde etkileşiriz. Anahtarı çevirip lambamızı yakarız veya çevirir söndürürüz. Elmayı yer karnımızı doyururuz. Diğer ilişkimiz ise insanlarladır. Onlarla dil ile ilişki kurarız ve anlaştığımız sürece birlikte yaşarız. Fikir melekemiz yani aklımız bize topluluk içinde bağımsız yaşamamızı öğretir. Hislerimiz de arzularımızı ortaya koyar. İşte, sadece arzularına tâbi olanlar hem kendi geleceklerini helâk ederler hem de topluluklarını helâk ederler. Fikir tarafımız ise geleceğimizi dengede tutar, şimdi de diğer fertlerin hukukunu gözetir. Bunun için insan aklı ile nefis çatışma içinde dengededir. Allah’ın bizden istediği hevaya tâbi olmamamızdır.

Kavm” burada nekre gelmiştir. Kavimlerde heva daha belirgindir. Kişilerde heva çevre tarafından bastırılmaktadır. Oysa kavimler birbirlerinin dillerini bilmedikleri için sosyal baskı olmamaktadır. Gelecekte bu sosyal baskının oluşması için şunlar yapılacaktır.

Aşiretin her katında televizyon bulunacak, televizyonlarda konuşma saatleri belli olacaktır. Beş vakit namazdan evvel Kur’an’da “zikredin” denmektedir. İşte bu zikir konuşma olacaktır. Ayrıca günde dört saate yakın da gece sohbetleri olacaktır. Burada bucak merkez ocağına bağlanacaktır. Ayrıca il merkez ocağına bağlanacaktır. Ayrıca devlet ocağına bağlanacaktır. İnsanlık merkez ocağına bağlanacaktır. O imamların konuşmaları takip edilecektir. Onar dakikalık konuşmalarla bu birlik sağlanmış olacaktır. Hakem kararları dışında icmalara da uyan kimselerle bir tek ümmet oluşturacaklardır. İç içe topluluklar oluşacaktır. Nasıl insan bir taraftan hür, bir taraftan da fert ise, ocaklar ve bucaklar içinde hem bağımsızdırlar hem topluluğa tâbidirler. Bucaklar içinde de öyledirler. İller ülkeler içinde hem bağımsız hem de topluluğun ferdidirler.

Evet…

Herkes içtihat yapacak ve özgür yaşayacak. Diğer taraftan herkes icmalara uyacak ve topluluğu oluşturacaktır. Mahalli icmalar merkezdekilerin nezdinde içtihatlar gibi olacaklardır. Bunlar Kur’an’ın diğer dinlerden farklı olarak getirdiği içtihat ve icmalardır. Bunu kaldırdınız mı Kur’an’ı da diğer dinler seviyesine indirmiş olursunuz. “İçtihat caiz değildir” diyenler “Kur’an’a gerek yoktur” demiş olurlar.

Onlara tâbi olmayın denmiyor, hevalarına tâbi olmayın deniyor. Meşru hak içinde uyulması gereken yerlerde onlara uymamız nehy edilmiyor.

قَدْ ضَلُّوا

(QaD WalLUv)

“Dalalet etmişlerdir.”

Kavmin sıfatıdır. “Kad” kelimesinin gelmesi dalaletleri devam ederken anlamındadır. Onların dalaletleri sürüp giderken onların hevalarına uymamamız gerekir denmektedir.

Bir kişinin hevası onun içtihatsız hareket etmesi demektir. Toplulukta ise çevresi ne istiyor ona göre hareket ediyor. Kendi başına kaldığında canı ne istiyorsa ona göre hareket ediyor. Bu kişi dalalettedir. Çünkü hareketleri hep çelişki içindedir. Falanla olduğu zaman onun istediği işleri yapmaktadır. Filanla olduğu zaman da onun istediği işleri yapmaktadır. Kendi başına kaldığında da kendi istediği işleri yapmaktadır. Kendi istedikleri de her gün değişmektedir. Oysa Allah insanları öyle yaratmıştır ki topluluk içinde ameli salih yapmalıdır. Yani herkes plana göre hareket ettiği zaman ameli salih olur. Herkes kendi keyfine göre hareket ettiği zaman hiçbir şey meydana gelmez.

Yine Allah insanı öyle yaratmıştır ki zaman içinde yaptıkları birbirlerine uymalıdır. Bugün traktörle sürmüşse yarın ekmelidir. Ertesi gün onu hayvanlardan korumalıdır. Böyle uyumlu iş yapmazsa yani plana göre hareket etmezse yaşayamaz. İçtihat demek plan ve projeye uyma demektir. Plan ve projeyi de insan içtihadı ile kendisi yapmaktadır. Ama plan ve proje olmaktadır. İslâmiyet’i anlamak için içtihat ve icmaları anlamak gerekir. İçtihadı kapatmakla Kur’an’ı kapatmış olursunuz. İçtihatsız Kur’an sadece bir nağme olur.

Topluluğun hevası ise halkın şeriata uymamasıdır. Yani herkesin keyfî hareket etmesidir. Bunun iki sebebi olabilir. Biri, kurallar iyidir ama halk kurallara uymamaktadır. Diğeri ise kurallar kötüdür, bunun için halk uyamamaktadır. Yaşlanan topluluklarda hayat değişmiştir. Oysa kurallar eskidir. Kurallar hayata uymamakta, bunun için de halk kurallara uyamamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu halkı şeriata aykırı hareket ediyor idiyse, işte bundan dolayı öyledir. Bugün AK Parti şeriat dışı hareket ediyorsa, topluluk kanunları çiğniyorsa, bunun sebebi bunlardır.

Ankara’da bizimle görüşen milletvekili ve Ahmet İyimaya’ya (TBMM Adalet Komisyonu Başkanı) 10 anayasa sorununun çözümlerini verdik.

Asker-sivil ilişlikleri, terör, yargı bağısızlığı, basın (medya), dokunulmazlık, borçlar, işsizlik, köylerin boşalması, yapılaşma ve kayıt dışı sorunları.

 

Madde 3- Anayasaya aşağıdaki ek maddeler eklenmiştir:

 

Asker-Sivil İlişkisi

Ek Madde 1- Türkiye, merkezleri Samsun, Edirne, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Konya, Sivas, Afyon ve Ankara olmak üzere 12 bölgeye ayrılmıştır. Merkez illerde Türk orduları bulunur. Orduların askerleri ve komutanları o bölgeden olmayan erkek vatandaşlardan oluşur. Görevi dış saldırılara karşı bölgeyi korumaktır. İç güvenlik yerel yönetimlerin kendi halklarından oluşturacağı zabıta kuvvetleri ile korunur. Sıkıyönetim illerde yerel yönetimin daveti ile ordu yönetimi ele alır ve askeri kurallarla kamu güvenliğini sağlar. Görevinin bittiğine yerel yönetim karar verir. Sıkıyönetimin süresi ile değişmemek üzere yerel yönetim sıkıyönetim karşılığı orduya uygun bedel öder. Herkes askeri eğitimini devlet içinde yapar. Kanunen belirlenen müddet içinde devlet içinde hizmetini yapar. Kalan müddeti il zaptiyesinde yapar.

 

Terör

Ek Madde 2- Bölge merkezleri dışında kalan yerlerde nüfusları 300 binden az ve 1 milyondan fazla olmamak üzere bağımsız iller kurulur. Taşra illeri kendi yasalarını kendileri yaparlar, kendi yöneticilerini kendileri seçerler, kendi iç güvenliklerini kendi kurdukları güvenlik teşkilatıyla sağlarlar. İllerin resmî dilleri aynıdır. Lise öğrenimini il dilleri ile yaparlar. İllerinde bulunan küçük ve orta işletmelerin vergilerini kendileri alırlar. Taşra illerine girmek, yerleşmek, iş yapmak için oranın yasalarına göre hareket edilir. Girişler onların iznine tabidir. Merkez iller tüm Türk vatandaşlarına serbesttir. Her zaman girip çıkabilir, oralarda yerleşebilir, orada çalışabilirler. Buradaki işletmelerin vergilerini devlet alır.

 

Yargı Bağımsızlığı

Ek Madde 3- Davalı ve davacı ehliyetli hakemlerden birer tane seçer. Başhakemi hakemler seçerler. Verdikleri kararlar kesindir. Hakemler aleyhine hakemlere gidilebilir. Mağdurların mağduriyetleri mahkum olan hakemlerin partileri tarafından giderilir.

Kamu adına dava açma yetkisi siyasi partilere aittir. Siyasi partilere bütçeden aldıkları oy nispetinde yargıda kullanmak üzere tahsisat ayrılır. Bu tahsisatlar kamu hukukunu savunan partilerin avukat ücretlerine ayrılır. Savcılık kurumu kamu avukatlığı şekline dönüştürülür ve duruşmada taraf olarak yer alır. Güvenlik illerde kurulan il güvenlik teşkilatına aittir. Polis soruşturma yapar. Serbest soruşturma sistemi getirilmiştir. Soruşturmacıların ücretlerini siyasi partiler öderler. Özel hukuk soruşturmasını da bunlar yaparlar. Hakemler soruşturmacıların şahadeti ile karar verirler. Mevcut mahkemeler soruşturma (tahkik) ile tahkim işlerini yürütürler. Hakimler soruşturma yapamazlar ve resen karar veremezler. Dava sürecini ve duruşmaları yönetirler ve dava ile ilgili her türlü kayıtları tutarlar.

 

Basın

Ek Madde 4- Yazar ve yayıncıların oluşturduğu basın ve yayın kooperatifleri devletçe desteklenir. Kooperatiflere ait tesisler için reel faizsiz krediler verilir. Ödeyemezlerse tesisleri ellerinden alınır, başka bu maksatla kurulmuş kooperatiflere verilir. Dağıtım devletçe karşılıksız yapılır. Bir kişi ancak bir basın-yayın kooperatifine ortak olabilir.

 

Dokunulmazlık

Ek Madde 5- Akademik kariyer yapmış olanlar, kurmay subay olanlar, milletvekilliği, bakanlığı, valiliği ve yüksek hakimliği yapanlar üstün hakemlerden oluşmuş yüce divanın izni ile yargılanabilirler. Yüce divan üyeleri siyasi partiler tarafından atanırlar. Her yüzde beş üye için bir hakem üye seçilir. Partiler oylarını birbirlerine aktarabilirler. Hakemler milletvekilleri arasından seçilir. Milletvekili olarak kaldıkça ve partisini değiştirmedikçe hakemliği sona ermez. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer.

 

Borçlar Sorunu

Ek Madde 6- Devlet iç ve dış borç edinebilir. Borç faizsiz kredileşme ilkesi içinde olmalıdır. Borç altına kota edilmiş TL üzerinden alınır. Borç verilene de o ülkenin parası ile borç işlemi yapılır. Devlet bütün borç ve alacaklarını altına kota eder ve faizlerini sıfırlar. Faizli dış borçlarını iç borca, faizli borcu kredileşme borcuna çevirerek para borcunu maaş borcuna, borcu iştirake çevirerek kapatır.

 

İşsizlik Sorunu

Ek Madde 7- Herkesin resmî ücreti vardır. Üretimde resmî ücreti kadar kredi alma hakkı vardır. Bu ücret işçiye ödenip işveren borçlandırılır. İşçileri çalıştıracak kadar hammaddenin bedelini de devlet kredi olarak öder. Kredi reel faizsizdir. Mamul değerlenince kredi borcu itfa edilir. Halka nüfus başına ön ödemeli sipariş kredisi verilir. Siparişlere göre üretim kredilendirilerek planlama yapılmış olur.

 

Köylerin Boşalması Sorunu

Ek Madde 8- Tarımda çalışanların tarımdan artırdıkları zamanlarını değerlendirecek şekilde küçük sanayi işletmeleri kurulur. Bunlar kar amaçlı işletmeler değildir. Mamul mallarını KİT’ler satın alır ve pazarlar.

 

Yapılaşma Sorunu

Ek Madde 9- İhtiyaca göre proje yapılır. Projeye göre arsa üretilir. Arsaya göre planlama yapılır. Devlet tarafından üretilen projeleri uygulayacaklara parasız verilir. Arsa bedeli de müteahhitlerden değil müşterilerden tahsil edilir. İnşaatta çalışan işçilere resmi ücret ödenir.

 

Kayıt Dışı Sorunu

Ek Madde 10- 500 civarında nüfusu olan köylerde Tarım Kooperatifleri, kentlerde Sanayi Kooperatifleri kurulur. Semt içinde tüm ödemeler semt senetleri ile yapılır. Senetler semt kasalarında arz ve talep kanunlarına göre alınır ve satılır. Nüfusu 5000 civarında olan yerlerde Bucak İşletmeleri Kooperatifleri, Nüfusu 500 bin civarında olan yerlerde İl Hizmet Kooperatifleri, ülkede Çalışma Kooperatifi, İstanbul’da Kredileşme Kooperatifi kurulur. Bucak Kooperatifleri kendi çıkardıkları Buğday Bonolarını, İl Hizmet Kooperatifleri kendi çıkardıkları Demir Bonolarını, Ülke Kooperatifi kendi çıkardığı İmar Bonosunu ve İstanbul Kooperatifi kendi çıkardığı Altın Bonosunu ödeme aracı olarak kullanır. Kooperatiflerin ilçelerde kurdukları borsalarda Bono Senetleri TL ile arz ve talep dengesiyle alınır ve satılır. İlçelerde orta işletmelerin, bölgelerde büyük işletmelerin çıkardıkları İşletme Bonoları kendi kasalarında kooperatif bono senetleri ile alınıp satılır. Tüm kayıtlar kooperatiflerin genel hizmetleri tarafından yapılır.

Bu sorunların hepsi topluluğun heva sorunudur. İnsanların kötü olmasından değil, “düzen”in “bozuk” yani “adil” değil de “zalim” olmasından ileri gelmektedir.

مِنْ قَبْلُ

(MiN QaBLu)

“Daha önce”

Kable” ve “Ba’de” kelimeleri “Min” ile de getirilir “Min”siz de getirilir. “Kable” kelimesi izafetle gelir. Muzafun ileyh hazfedilince zammeye mebni kılınır.

Buradaki “Kablu”dan sonra hazfedilmiş bir ifade vardır. Zamir gibidir. Zamirden farkı, daha önce geçmiş olması gerekmez. Marife isim gibi mahzuf olanın muhatap tarafından bilinmesi yeterlidir.

Burada hazfedilen “zalike’l-vakt” mânâsında bir kelimedir, bundan önce demektir.

Min” kelimesi de teb’iz içindir. Bu vakitten önce ama bütün zaman içinde değil de o zamanın birinde demek olur.

O halde burada kastedilen geçmiş zamanın bazısında demek olur.

Bir topluluk eğer hakem kararlarına uymamışsa, hukuk düzenini bir defa da olsa bozmuşsa, o topluluk artık heva içindedir. Ta ki tevbe etsin.

Şimdi Türk ordusunu ele alalım. 1950’de, 71’de,  80’de ve 28 Şubat 1997 müdahale etmiştir. Bu müdahaleler askerler kötü olduğu için değildir, düzenin bozuk olmasından müdahale etmek zorunda kalmışlardır. AK Parti düzeni değiştirmek için uğraşmamaktadır. Oysa o müdahaleye kendileri sebep olmuşlardı.

Kur’an bize onların hevasına uymayın, çünkü onlar dalalette olmuşlardır diyor.

Bu sebepledir ki bu seminerlerde sürekli olarak onları uyarıyoruz.

وَأَضَلُّوا كَثِيرًا

(VaEaWalLUv KaÇIyRan)

“Ve çoğunu idlâl ettiler.”

Yalnız kendileri dalalette olmadılar, aynı zamanda başkalarını da idlal ettiler, hem de çoğunu idlal ettiler.

Hukuk dışına bir defa çıktınız mı artık hukuk kalmaz. Hukuk kendisini hukuk düzeni içine getiremez. Bugün asıl muhakeme edilmesi gerekenlerin o günün savcıları ve yargıçları olduğu, otel odalarında müdahaleleri finanse edenler olması gerekirken; onlar ellerini kollarını sallayıp dolaşıyorlar, milletin oylarıyla iktidara gelenler onların yanında.

Eğer bir hukuk düzeni bozulursa onu ancak iktidar düzeltir.

Sivil iktidar düzeltmezse, o zaman askerler düzeltir.

Askerler devreye girince artık hukuk kalmaz.

Bugün muhakeme edilecek hususlar şunlardır: O zaman hukuk düzeni dışına çıkılmış mı idi? Vergi kaçırılıyor mu idi? Rüşvet veriliyor mu idi? Yukarıda saydığımız on sorun 28 Şubat’ta var mı idi? Var idiyse sivil yönetim buna çare buldu mu?

Bence asıl sorumlu olan o günün devlet başkanı olan kişidir. Kurumlar arası çıkan ihtilafları çözmek onun görevi idi. O ise yavuz hırsız misali o günkü hükümeti bertaraf etti. Sorun çözülseydi diyeceğimiz bir şey olmazdı. Ama sorun çözülmedi. Hem hukuk dışı hareket etti hem de sorun çözülmedi. Onu da muhakeme edemezsiniz, çünkü cumhurbaşkanları sorumlu değildirler, hukuken sorumlu değildirler.

En iyisi eski defterleri karıştırmamak gerekir. Müdahaleden sonra yargı, üniversite, sivil kuruluşlar, hepsi idlal edilmiştir.

وَضَلُّوا عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ (77)

(Va WalLUv GaN SaVAEi elSaBIyLı)

“Ve sebilin ortasından dalalet etmişlerdir.”

“Yoldan ayrılmışlardır” denmiyor, “yolun ortasından ayrılmışlardır” deniyor. Hem de “Min” denmiyor, “An” deniyor. Yani yolun ortasını da berbat etmişlerdir. Yani düzeni bozmuşlar ama ortasını bozmuşlar, kenarlar kalmıştır demektir.

Tam da 28 Şubat’ın anlatılmasıdır. Hukuk düzenini bozdular ama devleti yıkmadılar. Bundan dolayı “An” gelmektedir.

El-Sebil” burada marifedir. Yani bilinen maruf düzenin ortasından ayrılmışlardır.

Bunu İstiklâl Savaşı’ndan beri yapılanlara teşmil edebilirsiniz. Savaş sonrası şeriat devletini kurmak gerekirken, Batı düzeni dikta düzenler oluşturulmuştur. Ne var ki bunun suçlusu o zamanın yöneticileri değil, o zamanın medrese âlimleridir. Çünkü onlar o günkü yönetime İslâm düzenini sunamamışlardır.

28 Şubat’ın suçluları da askerler değil, R. Tayyip Erdoğan’a “Adil Düzen”i hemen bırakman gerekir diyen arkadaşlarımızdır. Akevler’in yaptığı İslâm düzeni değildir diyorlar, kendileri de bir düzen getiremiyorlar. Batıdaki düzenlerden birine benzetiyorlar. O halde askerlere müdahale edin diyorlar.

Bu âyetler bize hukuk düzeninin ne olduğunu öğretmektedir, Ehli Kitapları tarif etmektedir. Sovyetler anayasalarında çok iyi şeyler yazdılar ama uygulayamadılar. Çünkü sermaye Sovyetleri oluşturdu. Onlara gerçek sosyalizmi değil, zulüm sosyalizmini uygulattı, din düşmanlığı yaptırdı, aile düşmanlığı yaptırdı, mülkiyet düşmanlığı yaptırdı. Oysa gerçek sosyalizmde serveti zenginlerden alıp halka bölüştürme varken, onlar halktan alıp önce devlete verdiler. Şimdi de özelleştirme teranesiyle sermayeye aktarmak istiyorlar ve aktarıyorlar da. Sovyetlerdeki huzursuzluğun kaynağı budur.

İnsanlık ancak hak düzenine, peygamberler düzenine, İslâm düzenine, “Adil Düzen”e gelmekle kurtulur. Ne var ki bunu bilmek gerek. Bu görev de biz Adil Düzen Çalışanlarına verilmiştir. Sorumluluk bize aittir. Şimdi yukarıdaki on çözümü okuyun ve tartışın.

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 52

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ (78) كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ (79)

 

لُعِنَ

(LuGıNa)

“Lanet olundu”

 “Lain” yabani hayvanları korkutup kaçırmak amacı ile tarlalara veya çardakların üzerine astıkları korkuluktur. “Lanet etmek” demek korkutmak ve kaçırmaktır. Toplulukta herkesin ondan uzaklaşması, konuşmaması, dışlamasıdır.

Lanet olundular” denmektedir. Meçhul kelimesi ile getirilmektedir. İki türlü lanet vardır. Biri fiilen lanettir. Bir yerden, bir memleketten nefy edersiniz. O kimse bir daha o yere giremez. Bu aynı zamanda nefy etmedir. Nefy edilenin cezası eğer geri gelirse öldürülmesidir. Yani kişi o bucağa veya ilçeye girmemek şartı ile kişiye dokunulmaz ama eğer o ülkeye girerse onun hukuku korunmaz. Onu öldüren, soyan, döven kim olursa olsun ona karşı dava açılamaz. Fiilî lanet kişinin topluluktan uzaklaştırılmasıdır. Kavlî lanet ise dil ile yapılan lanettir. Yaygın olan mânâsı budur.

Dil ile lanet etmek dille ona lanet ettiğini ve dışladığını bildirmektir. Ben artık senin dostun değilim, benim seninle ilgim kalmadı, seninle konuşmak istemiyorum demektir.

İsrail oğulları yeryüzündeki insanları dışlarlar; onları muhatap almazlar, basında yazdırmazlar, televizyonlara çıkarmazlar, iş hayatında onların gazetesini dağıtmazlar, onların mallarını satmazlar, onları toplantılara çağırmazlar.

İşte onların bu yaptıkları mü’minlere lanet etmektir.

Lisanen lanetin yanında kalben lanet vardır. Tüm insanların onlardan nefret etmeleridir. Onlardan hoşlanmamasıdır, sevmemesidir, dışlamasıdır. Ne var ki onları fiilen dışlamak mümkün değildir. Öyle bir düzen oluşmuştur. O kadar hakim olmuşlardır ki bugün onları lanetlemek mümkün değildir. Hattâ lisanen lanetlemek de zor olmaktadır.

İşte İsrail oğullarının durumu budur. Tüm insanlar onları kalben lanetlemektedir. Ama çoğunun dille lanetlemek elinden gelmiyor, fiilen lanetlemek ise hemen hemen imkansız hâle gelmiştir. İsrail oğulları bunu bildikleri için kimsenin kendilerini sevmelerini istememektedir. Şimdiki tek silahları korkutmaktır. İnsanları korkutarak fiilen lanetlemelerini önlemektedirler. Tarihte pek çok defalar bu lanetlenmeye uğramışlardır ama şimdi o kadar güçlüler ki kimse onlara dokunamıyor.

Bugün siyasi güçlerini kaybetmişlerdir ama ekonomik güç hâlâ onlardadır. Bu ekonomik gücü de diğer insanların bilgisizliklerinden yararlanarak ellerinde tutuyorlar. Yavaş yavaş öğreniyorlar. Kendi aleyhlerine yazılan yazıları destekliyorlar. Böylece insanları o sayede korkutabiliyorlar. Onlara samimi olarak çatanlar onları güçlendiriyorlar.

Erbakan’ın onların zulüm mekanizmasını anlatmasını baştan istemişlerdir. Böylece tüm dünyaya ve Müslüman âlemine onların yenilmez olduğunu anlatmıştır. AK Parti işte bu korkunun mahsulüdür. Madem onlar bu kadar güçlüdür, o halde bizim yapacağımız onlara teslim olmadır. Onlarla bir oldukları için on senedir iktidardadırlar. Bununla beraber bu teslimiyet sayesinde onların şerrinden korunmaktadırlar. Erbakan’ın çıkışları ne yapmıştır? Erbakan onları lanetlemiştir. Kendisine cephe almışlar, kendi milletine bile dışlatmışlardır. Ama onların Yahudileri lanetlemesi sonunda onların lanetlenmesine götürmüştür.

Bugün artık dünya uyanmıştır. Eski Sovyet (SSCB) devletleri şimdi çok iyi bilmektedirler ki Çar’ı deviren İsrail oğullarıdır. Onun için itibarları iade edilmiştir. Sosyalizmi getiren ve kötü bir şekilde uygulayan İsrail oğullarıdır. Bu sebeple Rusya Devlet Başkanı Putin İslâm Konferansı’na katılmak istemiştir. Amerikan halkı Obama’yı başkan seçmiştir. Fransa da Sarkozy’i yeniden seçmeyebilir.

İşte şimdi İsrail oğulları yeniden lisanen de ve fiilen de lanetlenmektedir. Yani geçmişte kalben lanetlendiler, şimdi lisanen lanetleniyorlar. Yakında fiilen de lanetlenirler.

Failleri  zikretmemiş, meçhul sigası ile lanetlendiklerini ifade etmiştir.

الَّذِينَ كَفَرُوا

(elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanlar.”

Küfredenler lanetlendiler.

Kimler lanet olundu?

Küfretmiş olanlar. Lanetin naibi failidir. Küfreden, nankör olan kimsedir. Bile bile aksini iddia eden de kafirdir. Madem ki Allah onlara akıl verdi, konuşma imkanı verdi, gerçekleri de öğretti. Bu nimetlere karşı şükretmeleri gerekirken onlar bunu gizleyerek küfranı nimet etmektedirler. Onun için kafirdirler. Aslında nimeti inkar etmek, nankörlük yapmak ne ise bildiği halde bildiğini doğru söylememek, bile bile aksini iddia etmek de nankörlüktür. Allah’ın nimetlerini inkardır. Onun için o da küfürdür. Aynı mânâdadır.

Bugün tekel sermayenin başardığı bir şey vardır; basını (medya gücü) ile parası (ekonomik gücü) ile insanları bâtıla inandırmaktır. İnsanları birbirine düşürüp aralarında kavga ettirmektedirler. Devletler gruplara ayrılmışlardır. Karşı grupla savaştadır. Bu gruplanmaların dayandığı bir gerekçe yoktur. Devlet içinde gruplar vardır, birbirleri ile savaştadır. Yarışma içinde değil çatışma içindedirler. Karşı partilere kan ve kin kusmaktadırlar. Parti içinde de gruplar vardır. Aralarındaki hasımlık partiler arası hasımlıktan daha ileridedir. Günümüzde CHP ve Saadet Partisi bunun örneğidir.

Akevler içine dönelim. Arkadaşlar şahsi saldırılardan bir türlü vazgeçemiyorlar.

Benim anlamadığım, şeytan ve onların yandaşı olan küfretmiş olanlar bu işi nasıl başarıyorlar. Bunları yakından tanımasam bunların da kafir olduğuna hükmederim. Bunları çok çok yakından tanıdığım, samimi mü’min olduklarını bildiğim için öyle bir şeyi zan bile etmiyorum. Beş vakit namazı halisane kılan kimsede küfür olmaz. Göstermelik kılanlara bir şey demiyorum ama öğle vakti geldiğinde kendi kendilerine öğle namazını kılıyorsa bu insan ne münafıktır, ne kafirdir.

Öyleyse bu inat nedir, bu saldırı nedir?

Bunu çözmüş değilim. Bana saldıranları biliyorum ki kendi çıkarları için değil, Allah rızasını kazanmak için saldırıyorlar. Onun için benim onlara olan sevgim artıyor.

Siz Adil Düzen Çalışanları da böyle yapın. Medine devri gelinceye kadar, hak tebeyyün edinceye kadar bir yanağınıza vurana öbür yanağınızı çevirin ve sabredin. İslâmiyet’i tebliğe devam edin. Tartışın ama fiilî lanette bulunmayın.

Allah bunu da bizi imtihan etmek için yapıyor. Lisanî muhalefete hep tahammül etmeliyiz. İktidar olduğunuzda aleyhimizde ne söylerlerse söylesinler, gücümüz yetse de saldırmamalıyız. Kardeşlerimizin arasında mevcut olan ayrılık bir gün sona erecektir. Allah kalblerini telif edecektir.

Ben öğrencilik yıllarımdan beri iki cemaati kalbimle destekledim. Bunlardan biri Risale-i Nur şakirtleridir, diğeri de Süleyman Tunahan şakirtleridir. Bunlar arasında çekişme vardı. Bir türlü yakınlık sağlayamadım. Sonra Millî Görüşçüler ortaya çıktı. Fethullah Gülen ile Necmettin Erbakan’ı bir araya getirmeye çok çalıştım. İkisiyle de birinci derecede yakınlığım vardı ama başaramadım. Bu sefer Nursilerle Süleymaniler birleştiler, Süleyman Demirel’in yanında bize karşı cephe aldılar. Sonunda Erbakan’a karşı AK Parti’de birleştiler, “Adil Düzen” mirasına kondular.

Demek oluyor ki zamanla kafir olmayanlar arasında birlik sağlanacaktır. Bu sebeple Adil Düzen Çalışanları sabırlı olmalıdırlar. Fikirde tartışma olacak. Şahıslara saldırılmayacak. Fiilî ayrılık asla olmayacaktır. Bunu başarırsak, o zaman “Adil Düzen”in öncüleri oluruz.

مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ

(MiN BaNIy EiSRAEİYLa)

“İsrail oğullarından”

İsrail oğulları” Yakup oğullarıdır. Yakup aleyhisselamdan Yakup’a adıyla bahseder. Yakup aleyhisselam çocuklarından İsrail oğulları olarak bahseder. Kur’an’da 52 defa “İsrail” geçer. 4*13=52 dir. Bunun ikisi “İsrâil” olarak geçer, 50’si “İsrail oğulları” olarak geçer. 16 defa “Yakup” geçer, ikisi “Yakup oğulları”dır. Hazreti Muhammed’in de iki ismi vardır; Muhammed ve Ahmed. Hazreti İsa’nın da birlikte kullanılan Mesih ve İsa ismi vardır.

Neden iki isim kullanılmıştır?

İki ismin getirilmesinin sebebi vardır. Aralarında mânâ farkı vardır. “Yakup” dendiği zaman kendi hayatını ilgilendiren ve dolayısıyla zamanın peygamberi olarak zikredilmektedir. Oysa “İsrail” dendiği zaman kader-i ilâhinin ona verdiği görev esas alınmıştır. Nasıl Abdullah Gül’ün iki ismi vardır; Abdullah ve Cumhurbaşkanı. İsrail’in de iki mânâsı vardır. Bu sebepledir ki “Yakup oğulları” deyince 12 oğlu anlaşılır. “İsrail oğulları” dendiği zaman günümüzde de en etkin kavim olan bir topluluk anlaşılır.

Buradaki “Min” teb’iz için olabilir. Yani İsrail oğullarından küfredenler lanet olundular denmiş olur. Yani biz herkesi lanetlemeyeceğiz, yalnız küfredenleri lanetleyeceğiz. Sarkozy’e kızıp Fransızları lanetlemeyeceğiz, yalnız kafir olanları lanetleyeceğiz. Devletle olan ilişkilerimizi azaltabiliriz ama halkla olan ilişkide değişiklik yapamayız. Devletle ilişkiyi keseriz, halkıyla ticari ilişkileri kesemeyiz, birine kızıp başkalarını cezalandıramayız.

Lanet olunanlar bütün Yahudiler değil, onlardan sadece belli Yahudilerdir.

Kimlerdir bunlar?

Bugün bunlar ABD’deki 200 aileden oluşan sömürü sermayesinin sahipleridir. 500 senedir ele geçirdikleri üstünlüklerini hep dinsizlik ve haksızlık üzerinde kullandılar, hep savaş ve fesat üzerinde kullandılar. Bugünkü uygarlığı İsrail oğulları getirdi ama onların içinde bazıları tarihî zulmü işlediler. Lanet olunanlar bunlardır.

Biz Kur’an’ı bugün nâzil olmuş kabul ettiğimiz için bugün bunlardır. Gelecekte başkaları olacaktır. Geçmişte başkaları idi.

Demek ki tekel sermaye lanetlenmiştir. Tebbet suresinde bildirildiği gibi bunlar kuruyup etkileri yok olacaktır. Tohumlar gibi sporlar gibi bekleyip gerektiği zamanlarda yine ortaya çıkacaklardır. Şimdi “lanet olundular”ın mânâsını daha iyi anlıyoruz. “Helak oldular, yok oldular” denmiyor, “dışlandılar” deniyor. Varlıkları yok olmayacak, etkileri yok olacaktır. İnsanlık onları lanetle anacaktır, hayırla yâd etmeyecektir.

Buradaki “Min”in “Luine”nin mef’ulü olması da caizdir. Meçhul fiillerde fail hazf olur, mef’ul nâib-i fail olur. Eğer fail de zikredilecekse o zaman fail mef’ul olur. Başına “Min” getirilir. “Darabe Zeydün Ahmede” derseniz, Zeyd Ahmet’i dövdü demiş olursunuz. İsterseniz “Duribe Ahmedü” dersiniz ve faili zikretmezsiniz. Çünkü döven bilinmiyor olabilir veya bilmeyebiliriz. Eğer failini de zikretmek istersek failin başına “Min” getirerek zikrederiz. “Duribe Ahmedü Min Zeydin” dersiniz; Ahmet Zeyd tarafından darb edildi. Bunu neden yaparız? Fail veya mef’ulün önemli olduğunu vurgulayacaksak, bunları takdim ve tehir ederek vurgularız. “İyyake Na’budu” deriz, “Na’buduke” demeyiz. Bu takdim ve tehirle fiili vurgulayamayız. Fiili vurgulamak için meçhul fiil kullanırız. Failin başına “Min” getiririz. Bu takdirde “Min Beni İsrail” küfredenlerin zarfı olmaz, teb’iz için gelmez. “Luine”nin mef’ulü olur. “Min” de ibtidai gaye anlamına gelir.

Bu takdirde küfredenleri lanetleyenler Yahudiler olur. Günümüzde bu mânâyı verirsek Yahudilerin hepsi kafir değildirler, sömürücü değildirler. Yahudi sermaye sahipleri ile bir olan tüm kafirler kastedilmiş olur. O zaman bu lanetlenenler arasına Masonlar da dahil olmuş olurlar. Gerçekten halk arasında Masonlar da kalben Yahudiler kadar mel’un sayılıyorlar. Bunun için kendilerini hep gizlerler.

İmanlı Yahudiler, imanlı İsrail oğulları da bunlardan bizardırlar. Kalben onlar da lanet ediyorlardır. İsrail Devleti’ni kurdular. İnsanları yerlerinden yurtlarından ettiler. Onlar bulundukları memleketlerinde zengindiler, refah içindeydiler. Şimdi İsrail’de her gün can korkusuyla yaşıyorlar. Onun için İsrail oğulları da kafirlere lanet etmektedirler. Her iki mânâ da doğrudur.

İkinci mânâyı verdiğimizde “Adil Düzen”in işi gelecekte kolaylaşacaktır.

Mahir Kaynak’ın tahlillerine göre ABD Yahudileri ikiye ayrılmışlardır; sömüren Yahudiler ve üreten Yahudiler. Obama üreten Yahudilerin yanında. Obama İsrail’in sadık dostu olduğunu söylemektedir. Biz de öyle olmalıyız. Filistin’deki savaşlara son vermeliyiz. Filistinlileri başka yerlerde yerleştirmeliyiz. Parayı da Yahudilerden almalıyız. Dünyanın yarısına Müslümanlar hükmediyor. Toprağa ihtiyaçları yoktur. Filistin ise Yahudilerin vatanıdır. Allah onlara vaad etmiştir. Onlardan kafir olanlarla olmayanları birbirlerinden ayırmamız gerekir.

Biz, Kur’an ne söylüyorsa onu yapmamız gerekir. Başkalarının isabetli veya isabetsiz yorumları bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren Kur’an’ın bize söyledikleridir. Âyetleri okuyup teemmül etmeden saldırma aracı yapmak yanlıştır.

Evet, burada Masonlara da hitap olmuş olmaktadır. Ben daha İzmir’e yeni gittiğimde (1960’lı yılların başında) konferans vermiş, ben Masonluğa gizli örgüt olduğu için karşıyım demiştim. Bana gelip bir gün Mason olmamı teklif etmediler. Etseydiler; açık örgüt olun gelirim derdim. O halde Amerikan Yahudilerinin yanında Masonlar da gizlilikten vazgeçmelidirler. Sahte raporlarla sağlam insanları akıl hastası yapmaktadırlar. Yapmadıklarına biz kani olmalıyız. Bunu da ancak gizli toplantılar yapmamaları ile biliriz. Ben gizli toplantılara katılamam.

عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ

(GaLay LiSAvNı DavVUvDa)

“Davud’un lisanı üzerine”

Lisan” kelimesi Kur’an’da “Bi” harfi ile getirilmektedir. “BiLisani” denmektedir. Sadece bir yerde, burada, “Alâ Lisani” denmektedir. “Bi” harfi ile getirilmesi gerekirken “Alâ” ile getirilmesinin sebebi onu Hazreti Davud’un isimlemiş olmasıdır. Hazreti Davud’un dili ile lanet ediyorlar diyerek lanet edenlerin Yahudiler olduğu ifade edilmektedir. Hazreti Davud’un dili ile bugünkü İsrail oğullarını lanet ediyorlar veya insanlar onlara lanet ediyor.

İsrail oğulları dünyaya iki defa hakim olmuşlardır. Birincisinde Hazreti Davut aleyhisselam zamanında hakim olmuşlardı ve İbranice konuşuyorlardı. Bir de şimdi Hıristiyanlık zamanında hakimdirler. Bugün de İbranice konuşuyorlar. Arada İbranice unutulmuştu, kimse konuşmuyordu. Bugün konuşuluyor.

Hazreti Musa aleyhisselam Mısır’dan çıktığı zaman henüz İbranice oluşmamıştı. Mezopotamya’da Arapçanın kökü olan Akadca konuşuyorlardı. Mısır dili de Arapça kökenli idi. İsrail oğulları her iki dili de biliyorlardı. Tevrat Akadca diliyle nâzil olmuş olabilir. Hazreti Musa’nın Tevrat’ı Akadca olabilir. Hazreti Musa’dan sonra Kenanca yaygınlaşır. Aramca dili doğar ve yaygınlaşır. Aramcadan Arapça doğar, sonra da İbranice doğar. İbranicenin oluşması Davut aleyhisselâm zamanındadır. Arapça ve Akadca dillerinden ayrı dil olarak oluşur. Musa aleyhisselâmın Tevrat’ı sonra Akadcaya çevrilmiştir. Hazreti İsa’ya kadar da İbraniceyi Yahudiler korurlar, sonra ölü dil hâline gelir. Bugün yeniden diriliyor.

Buradan anlıyoruz ki, Kur’an’ın burada bahsettiği lanet edilenler veya edenler İbranicenin konuşulduğu zamandır. O halde burada anlatılan bugünkü İsrail oğullarıdır.

وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ

(Va GIySAy iBNı MaRYaMa)

“Ve Meryem oğlu İsa”

Hazreti İsa peygamberliğini annesi ile yapmıştır. Annesi de nebidir, sıddıkadır. Dolayısıyla onlar hep birlikte anılırlar.

Bugün de Hazreti Meryem’e Hazreti İsa kadar önem verilir.

Burada “Lisan” kelimesini iade etmemiştir. Demek ki kastedilen Hazreti Davud’un veya Hazreti İsa’nın söylediği değil, bunların ortak dilidir. Eğer kastedilen onların söyledikleri olsaydı o zaman lisan kelimesini iade ederdi. Çünkü ikisinin lisanları ayrı olacaktı.

“Ve” ile cem edilmiş olmasıyla bunların ikisinin aynı dili konuştukları anlaşılacaktır. O halde İncil İbranicedir ama Hazreti Musa’nın Tevrat’ı İbranice değildir. Ve İbranice ile Hazreti İsa’dan sonra lanet olunacaklardır. O da ancak bugündür. Çünkü arada İbranice konuşulmamıştır.

İbranice diliyle lanet edilenler kimledir?

Kafirlerdir.

İsrail oğulları veya başka kafirlerdir.

Yani Yahudi ve Hıristiyan olanlardan kafirlerdir.

Birinci ve İkinci Cihan Savaşları, sosyalizm ve kapitalizm bu lanetin eseridir. İsrail oğulları dendiği zaman onların emrinde olan Hıristiyanlar ve Masonlar da dahil olmuş olur. Lanet olundular. 20. asır onların savaş meydanları hâline geldi. Samimi Yahudiler ve samimi Hıristiyanlar kapitalizmden de sosyalizmden de nefret ettiler. Papa Jan Pol sosyalist bir ülkeden (Polonya’dan) gelmedir. Sabırla kafirlerle mücadele etmiştir. Bıraktığı halef de bu mücadeleye devam etmektedir.

Bu âyete benden başkaları nasıl mânâ vermişlerdir?

Alusi burada lanet edenin Allah olduğunu söylemektedir. Bu görüşe katılmıyoruz. Lanet edenin Hazreti Davut ve Hazreti İsa olmadığı hususunda ise bizim görüştedir.

ذَلِكَ

(ÜavLiKa)

“Bu”

Yani lanet olunmalarının sebebi nedir?

Kafir olanlar veya İsrail oğullarından kafir olanlar lanet olunmaktadırlar.

Buna işaret etmektedir.

Zamirler zikredilmeyen mânâlara işaret olarak gönderilmez. İşaret sıfatları ise daha önce lafzen zikredilmese de anlatılanlara gönderilir. Bu bundan dolayı böyle oldu deriz. Araplar ise eğer cümlenin lafzına işaret ediyorlarsa o zaman “Za” kelimesini kullanırlar. “Ahmet geldi, zor konuştu, sesi çıkmıyor, bu onun nezle olmasından dolayıdır” dedikleri zaman “Zake”yi kullanırlar. Ama “Ahmet Hasan’ın öldüğünü söyledi, bu yaşlıdır” deyişlerinde “Zalike”yi kullanırlar. Türkçede hep “Bu”yu kullanırız.

Lanet olunmalarının sebebi izah edildiği için “Zalike”yi getirmiştir.

بِمَا عَصَوْا

(Bi MAv GaÖaV)

“İsyan ettiklerinden dolayıdır.”

İsyan etmek” sopayı kaldırmak demektir. Karşı çıkmak, ayaklanmak demektir.

Tarih boyunca Yahudiler hep fitne çıkarmışlar, her seferinde de tedip edilmişlerdir. Mevcut düzene alenen karşı çıkmamışlar, silahlı saldırıda bulunmamışlar; fitne yapmışlardır, halkı isyana kışkırtmışlardır.

Mübaşir varken müsebbibe ceza verilmez ama mübaşir yoksa müsebbibe ceza verilir. Bugün insanlar birbiriyle savaş hâlindedir, devletler savaş hâlindedir, partiler savaş hâlindedir. Bir partide gruplar savaş hâlindedir. Bir toplulukta kişiler savaş hâlindedir. Akevler çalışanları bile savaş hâlindedir!

Ne var ki, öyle durum oluşmuştur ki herkes haklı ve zorunlu olarak böyledir.

Peki, suçlu kimdir?

İşte, tek suçlu sermayedir.

Çünkü bu savaşı besleyen basındır.

Basını körükleyen ve kışkırtan da sermayedir.

İsyan eden mübaşir olarak İsrail oğulları değildir ama müsebbip olarak İsrail oğullarıdır. Mübaşiri bulamayınca müsebbibi cezalandırırız.

Birisi fitne çıkardı, neşriyat yaptı, kışkırttı, adam öldürüldü. Öldüren bulunamayınca kışkırtan yazar suçludur. Diyetini öder. Ama katil bulunursa kışkırtan cezalandırılmaz.

Yahudilerin lanet olunmaları isyan etmeleri sebebiyle değil isyan ettirmeleri sebebiyledir. Asilerin de bulunamaması sebebiyledir.

وَكَانُوا يَعْتَدُونَ (78)

(Va KAvNUv YaGTaDUvNa)

“Ve i’tida ediyor idiler.”

“’ada” iki yakadan biridir. Vadinin iki yakasıdır.

Savaşta karşılıklı cephe kurulur. Birbirlerini yok etmek isteler. Orada artık haklı haksız aranmaz. Karşı cephede kim varsa yok edilmek istenir.

Hukuk düzeninde suçlu olan insan cezalandırılır. Kimsenin yükü kimseye yüklenmez. Kimse başkasının yaptıklarından dolayı cezalandırılmaz. Bu sebepledir ki katil yakalanacak diye ailesine veya yakınlarına baskı yapılmaz. PKK’ya yataklık edenler suçlanamaz. Çünkü onlar suç işlemediler. Suçluya yedirmek ve içirmek ise suç olmaz.

“Ya’tadu” iftiâl bâbındandır. “Ada” kelimesinin başka mânâsı adım atmadır. Geçişli fiillere müteaddi denir. “Ya’tadu” demek, sınır aşıp başkalarına da etki etmek demektir. “Taaddi etmek” demek, karşı taraf size etki etmediği halde sizin ona etki etmenizdir. Sürtünme kuvvetleri oluşturma taaddidir. Hareket etmese böyle bir kuvvet yoktur. Ama hareket ettiği takdirde karşı kuvvet oluşur. “Ta’di” kelimesini sürtünme olarak anlarsak, “İ’tida” kelimesini daha kolay anlarız.  “İ’tida etmek” kendine sürtünme kuvvetlerini çekme anlamına gelmiş olur.

Suriye’yi düşünelim... Suriye halkını yönetime karşı kışkırtıyor ve isyan ettiriyor. Sonra yönetim de isyanı bastırıyor. Bu sefer diyor ki; sen zulüm yapıyorsun! Oysa isyanı bastırmasa Libya’da olanlar olacaktır, halk onu linç edecektir.

Karşı taraf bize iftira ediyordu. Sonunda beraat ediyorduk. Kanunlarda iki madde vardır. Bir kimse başka bir kimseye iftira eder de ispat edilmezse iftira edene fiilin cezasının yüzde sekseni verilir. Başka bir madde vardır. Herkesin savunma hakkı vardır. Hakkını istemek iftira değildir. Bize sıra gelince birinci maddeyi uygularlar, ispat edemediğimiz bir şeyi iddia etsek hemen cezalandırmak isterlerdi. Onlara gelince hakkını korurlardı!

İşte isyan ve i’tida böyle bir şeydir. Bir taraftan kışkırtırsın, sonra onu korursun.

Kışkırtsa da zarar olur, kışkırtmasa da zararda olur.

İran’la Irak arasında sekiz sene süren savaş oldu. Saddam’ı ayarladılar ve saldırttılar. İki ulusu savaştırdılar. İranlılar mağlup olmayınca Saddam’ı idam ettiler! Kim isyan ettirmiş? Onu kışkırtanlar ve sonra da onu asanlar. İşte sermayenin lanetlenmesi bu sebepledir. Çünkü onlar fitne fesat çıkarmakta ama kendileri uzakta oturmaktadırlar.

İsrail oğullarının bu tarihi fitnesi bitmeyecektir. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarında önce savaştırdılar. Sonra da masaya oturtup aslan payı almaktadırlar. Sosyalizm ve kapitalizmi kendileri kurdular. İsyan ettirdiler. İmparatorlukları yıktılar. Sonra da zulmettiler.

İ’tida etmek” demek, kendi düşmanını kendin üretmen demektir. Kapitalizmi öyle yaptı, sosyalizmi kendisi üretti, şimdi herkes onlardan nefret ediyor.

***

كَانُوا

(KavNUv)

“İdiler, oldular veya dırlar”

Arada atıf harfi getirilmeden “Kânû” denmektedir. Demek ki o konunun tekrarıdır. İ’tida etmeleri burada izah edilmektedir. “Kânû” getirilmeden “Yetenahevne” denseydi de yine “İ’tida”nın yorumu olurdu. Ne var ki burada i’tida yorumlanmamış, yorumlanan mu’tedi olanlardır. Yorumlanan fiil değildir. Onların yapısı anlatılmaktadır.

Bundan sonra da yine bir “Kânû” gelecektir. Üçü ayrı ayrı durumlarını anlatmakta ama birbirlerinin durumunu anlatmakta, bir şeyin üç yanı anlatılmaktadır.

Eskiden böyle idiler anlamına gelir.

Şimdi böyledirler anlamına gelir.

Eskiden değildirler ama sonra böyle odular anlamlarına gelir.

İsrail oğulları çokça incelenmesi gereken bir topluluktur. Değişik zamanlarda değişik sıkıntıları yaşamışlardır ama varlıklarını nasıl korudular? Tevrat’a sarılarak.

Araplar da Kur’an’a sahip çıkıp bizi dışlayabilirlerdi. Onlar ise şimdi Kur’an Arapçasından nasıl uzaklaşalım diye onunla uğraşmaktadırlar!

لَا يَتَنَاهَوْنَ

(LAv YaTaNAHaVNa)

“Tenahi etmiyorlardı.”

Nehy etmek” son vermek demektir. Nihayet sondur. Marufu emretmek, münkeri nehy etmek mü’minlerin görevidir. Marufu emretmek demek verilen sözleri yerine getirmek demektir, icmaları zorunlu kılmak demektir.

Marufu anlamak için sözleşmelerin durumuna bakalım. Sözleşmeler vardır. Herkes onlara uyacaktır. Yönetim sözleşmelere uymayanları uyduran bir kurumdur. Biz halk olarak kurallar içinde yaşamaya karar verdik. Aramızda kurallara uymayan olursa onu lanet edebilmemiz yani bizden uzaklaştırmamız için askeri birlik oluşturmamız gerekir. Vergi veririz, onlar da bizim hukukumuzu yani sözleşmelerimizi korurlar. Sözleşmelerin tamamı maruftur. Zımni sözleşmeler de maruftur. Topluluğumuza yeni katılan bebek de bizimle sözleşme yapmıştır. Gelmesine sebep olmasaydık.

Sözleşmede yasaklanan şey münkerdir. Çünkü bu topluluğun kuralları içine girmemektedir. Sözleşme dışındakileri yapmak suç değildir. Onları yapmayı yasaklarsak o zaman yeni sözleşme yapılmamış olur. Yani hukuk sözleşmelerden ibarettir. Devlet bu sözleşmelere uymalarını emreder. Sözleşme dışında kalan şeylere zorlamaya karşı da yönetim durur. Ben sözleşmelere uymak zorundayım. Ana sözleşme dışında ne varsa, maruf olmayan ne varsa hepsi münker değildir. Kimsenin kimseyi maruf dışında zorlama yetkisi yoktur. Bunun yorumuyla yasakladığımız şeyleri nehy ederiz. Yasaklamadığımız şeyleri nehy edeni de nehy ederiz.

Şimdi kim emredecek ve kim nehy edecektir?

Mü’minler emredecek, mü’minler nehy edecek. Müslimlerin böyle bir yetkileri yoktur. Yani askerlik yapan nehy edecek, askerlik yapan emredecek.

İsrail oğullarında hepsi asker idiler. Onlarda müslim-mümin ayırımı yoktu. Onların hepsinin nehy etmeleri gerekir.

Yani… Dünya Yahudileri Amerika’daki sermaye Yahudilerini faizden nehy etmelidirler, karşılıksız para çıkarmadan nehy etmelidirler, dünyaya silah satıp onları savaştırmaktan nehy etmelidirler, gümrükleri ve vergileri icad eden sermayeyi bu pisliklerden nehy etmelidirler.

Nehy etmeseler ne olur?

İşte o zaman da onlar da mel’un olurlar.

Üzeyir Garih’i öldürenler bunun için öldürdüler, çünkü o onları nehy ediyordu.

عَنْ مُنكَرٍ

(GaN MünKaRin)

“Münkerden”

Cahil bilmeyen demek değildir. Bilmemek özürdür. Cehalet ise özür değildir. Cehalet öğrenmemek demektir. Bilmeyi reddetmek demektir. Yahut bilip de bilmemezlikten gelmek demektir. Dolayısıyla cehalet ilmin menfisi değildir. Bunun için ayrı isim verilmiştir. Türkçede cehaletin karşılığı bir kelime olmadığı için biz cahilliği bilmemek şeklinde anlıyoruz.

Nekre de marife olmayan demek değildir. Öyle olsaydı “Lem yu’ref” denirdi. Münker demek sözleşmelerde yer almayan şeyi sözleşmede imiş gibi varsaymaktır. Sözleşmeler dışında kalan şeyleri hukuka ithal etme demektir. Adeta yabancı demektir.

Vücudumuzda hücreler vardır, maddeler vardır. Onlarla var oluruz. Ama dışarıdan bir mikrop gelirse o münkerdir. Yani vücudun dışındaki maddeler münker değildir. Vücudun içine giren maddeler münkerdir. Vücudun içine yabancı madde girebilir. Şu şartla ki, normal yollardan vücudun maruf hâle getirdiği madde olur, o zaman girer. Organ naklinde böyle yapıyorlar. Önce maruf hâle getiriyorlar, sonra naklediyorlar.

Münkerden nehy etmeliyiz. Maruf olmayan hukuk dışında kalan bilinmeyenleri de içerir. Oysa münker hukuk içindeki bilinmeyenleri içerir. Sözleşmede olmadığı halde sözleşmelerde vardır şeklindeki davranışları içerir. Yani anti demokratik hareket münkerdir. Hukuk dışı baskılar münkerdir.

فَعَلُوهُ

(FaGaLUvHUv)

“Onu fi’lettiler”

Bakınız, burada mü’minlerden nehy etmeleri, birbirlerini nehy etmeleri zikredilmiyor. Fi’lettikleri münkerden birbirlerini nehy etmeleri gerekmektedir. Münkerin kendisi nehy edilmiyor. Münkerin marife hâline getirilmeden yapılması nehy ediliyor. Önce çiğneyeceğiz, sindireceğiz, ondan sonra kana vereceğiz. Yoksa iğne ile üzüm suyunu şırınga etsek ölürüz.

İşte, içtihat yapmak demek münkeri maruf hâle getirmek demektir. İçtihattan evvel kıble münkerdir, ne tarafta olduğu bilinmemektedir. İçtihattan sonra kıble maruf hâle gelir, maruf olunca artık onunla amel edilmesi caizdir, hattâ sevaptır. Buradaki “Fealûhu” kelimesi buna açıkça delalet etmektedir. Halbuki başka yerlerde Allah size marufu emreder münkeri nehy eder deniyor. Sizden bir ümmet olsun marufu emretsin ve münkeri nehy etsin diyor. Burada ise yaptıklarından nehy emredilmektedir.

Münker nekredir. Buradaki zamir münkere gitmektedir. Münker kelimesinin sıfatı olmaktadır.

Şunu yaptılar diyemeyiz. Ne yaptılarsa onu birbirlerine nehy etmediler.

Bunları ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor.

O halde İsrail oğullarının dışlanmaktan kurtulmalarının tek yolu vardır. Sömürü tekelini kendileri yok etmelidirler. Amerika’da Obama taraftarları bu işe başlamışlardır. Dünya Yahudileri bunları desteklemelidirler. İsrail devleti de onların yanında yer almalıdır. Onlar da Kur’an’a ve Tevrat’a kulak vermelidirler.

Bunu İstanbul Yahudileri yapmalıdırlar. Bu sermayeye düşmanlık değildir. Aksine, onları da çıkmazdan ve lanetten kurtarmadır. Bu İsrail Yahudilerine asla karşı çıkma değildir. Tam tersine İsrail’e barışı getirmedir. Masonlar da bu gerçekleri görmelidirler. Tevbe edip faizden vazgeçmelidirler.

Bunu nasıl yaparız?

İstanbul’da bir “kuyumcular kooperatifi”ni kurarız. Kuyumcular “altın sertifika” çıkarır. Altın sertifika piyasada altın gibi dolaşmaya başlar. Halk dolar yerine altın sertifikayı tercih eder. Gideriz, devletten dağları, boş arsaları satın alırız. Devlet borçlarını öder. Biz de bu arsalar üzerinde inşaata başlarız. Bu sefer “imar senedi” çıkarırız. Parasız inşaatlar yaparız. Tüm dünya ülkelerinden işçi getiririz. Böylece İstanbul ekonomi merkezi olur. Sonra gidip Mısır’la anlaşırız, Filistinlilere orada yani Sina’da devlet kurarız. Anadolu’nun sularını oraya akıtırız. Böylece İsrail devleti de artık savaşmaktan kurtulur. Bu sefer İsrail devleti ticaret merkezi olmaya başlar. Amerikan Yahudileri de oraya gelir.

Görülüyor ki, biz “Adil Düzen gelecektir” derken “biz getireceğiz” demiyoruz. Allah getirecektir. Yahudilerin de eliyle getirir veya Zencilerin veya Eskimoların. Biz olacakları söylüyoruz, kimin yapacağını iddia etmiyoruz.

Hak gelmedikçe bâtıl gitmez. Sermayeye düşmanlıkla bir yere varılamaz. Biz faizsiz ekonomi sistemlerini kurduğumuz zaman kimse faizle bir iş yapmaz. Yapanlar da ya faizsiz sisteme geçerler yahut silinip giderler.

Faizsiz sisteme geçmemiz için de tüm insanlığı bu sisteme çağırmamız gerekir. Bu gelir bu gelmez, bu kötüdür bu iyidir demememiz gerekir.

Bu çağrıyı yapabilmemiz için de önce bizim öğrenmemiz, sonra yapmamız, sonra anlatmamız, ondan sonra onları çağırmamız gerekir.

Cengiz Demirci ile Lütfi Hocaoğlu tartışsınlar ama yapacaklarımızda tartışsınlar. Adil Düzen Çalışanları bâtıl inançtan uzak tutmak için isim vermeden olanları anlatmak yerindedir. Hocaoğlu eleştirir. Cengiz’in (Demirci) de hataları ortaya koyup yanlışları düzeltmesi ona farzdır. Ancak onun da kendisi hata edebilir. Onun için kimse kimseye saldırmamalıdır.

Duamız, Saadetçilerin ve Ak Partililerin “Adil Düzen”i bizden daha çok öğrenmesidir.

لَبِئْسَ

(La BiESa)  

“Kötü oldu.”

Kur’an’da buna benzer kelimeler geçmektedir. Hayr ve şer, nef ve zarar, hüsn ve su’, hak ve bâtıl, hata ve savab, kizb ve sıdk, ceza (mükafat) ve ikab…

Bi’se”nin karşılığı “ni’me”dir. “Bi’se” burada önce fiilin sıfatı olarak gelmiştir. “Ni’me” işlerin iyi gitmesi, her şeyin yerli yerinde olmasıdır. “Bi’se”yi de buna karşı olarak düşünürsek, işlerin kötüye gitmesi demektir. Yahudiler bi’se oldu denmektedir. Düzenleri kötüdür demektir.

Tarihî gelişmeyi ele alalım. İsrail oğullarının iyileri vardı, kötüleri vardı. İyileri iyi işler işlediler ve bugünkü uygarlığı doğurdular.

Bunlar kimlerdir?

Osmanlı Yahudileri vardı, Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde büyük hizmetleri olmuştur. Abbasi dönemi Yahudileri vardır, İslâm uygarlığının oluşmasında hizmetler yaptılar. Bunların içinde kötü olanlar vardı. İşte onların kötülükleri şer getirmiştir.

Bunlar ne yapmıştır?

Avrupa’yı beşyüz senedir kana boyamaktadırlar. Kilise’ye karşı düşmanlık, ahlâksızlığı yayma, balolar, genelevler, çıplaklık, ahlâksızlık hep bunların fitnesidir. Karşılıksız para ve  sömürü düzeni bunların fitnesidir.

Bunlar ne yaptılar?

Bugünkü çıkmaz dünyayı oluşturdular. Sosyalizm bunların eseridir. Faşizm bunların eseridir. Bu badireyi en ucuz atlatan Türkiye olmuştur. Almanlar, Japonlar mahvolmuşlardır. Arap ülkeleri kan ağlamıştır. Hindistan ve Pakistan hâlâ zulüm içindedir. Müstemleke sistemini bunlar icad ettiler. Sonra müstemlekeciliği yıktılar, onun yerine banka sömürüsünü getirdiler. Gümrükler ve vizeler bunların fecaatidir. İşte, fecaat derecesindeki bu fitneler hâlâ devam etmektedir. Kur’an bize bunları haber vermektedir.

Sovyetleri bunlar kurdular. Hitler’i bunlar çıkardılar. Hâlâ sosyalizm-kapitalizm çatışması devam etmektedir. Türkiye’deki başörtüsü zulmü bunların eseridir.

Bunları bu kadar büyütmek onlara hizmet değil midir?

Evet… Allah bu küçücük kavmi seçmiş ve Kur’an’da uzun uzun anlatmaktadır. Onların yaptıkları kötülükleri haber vermektedir. Böyle anlatılması gerekir. Allah anlatmaktadır. Necmettin Erbakan da bu işi yaptı, onların kötülüklerini tüm dünyaya anlattı. Bunun üzerine insanlık uyandı.

Şüphesiz her şeyi yapan Allah’tır. Şeytanı var eden de Allah’tır. Bizim görevimiz bize verilen görevleri yapmaktır. Kur’an ne diyorsa onu yapmalıyız. Onların hepsini bir çuvala koyup birden saldırma yerine, gerçekler ortaya çıkmalıdır. Kötü İsrail oğulları ile biz değil onlar yani kendileri mücadele etmelidirler.

مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ (79)

(MAv KAvNUv YaFGaLUvNa)  

“Yapıyor oldukları”

Kur’an onların yaptıklarının kötü olduğunu söylemektedir. Yani İsrail oğullarından küfretmiş olanlar ne yapmışlarsa kötü yapmışlardır; bugün de kötü yapmaktadırlar.

“Mâ Yef’alûn” denmemiş de “Mâ Kânû Yef’alûn” denmiştir.

Kötülük bugün de vardır. “” buna delalet eder. “Fealû” değil de “Yef’alûn” denmiş olmasından dolayı geçmişte yapanlar bugün de devam ediyor demektir, yani kötülükteki etkileri devam ediyor demektir.

Kur’an İsrail oğulları ile bizleri fazlaca bilgilendiriyor. Uygarlaşmayı basit olarak görebiliriz. Bugünkü dünyanın Batı’nın bir eseri olduğunu sanabilirsiniz. Oysa uygarlık çok basittir. Bir şeyi bulduktan sonra onu kullanmak çok kolaydır ve basittir. Ama onu bulmadan önce ilkel yaşamaya mecbursunuz.  Bugün insanlık son derece ilerlemiş durumdadır.

Bundan elli sene önce ben düşüncelerimi dile getirirken insanların bundan önce nebati topluluklar oluşturduğunu, hayvani topluluğa ancak yirminci yüzyılda elektriği kullanmakla geçtiğini söylüyordum. Şimdi fikrim değişmiştir. Çünkü hayvanlar bizim kullandığımız yüksek gerilimli elektriği kullanmıyorlar. İnsan topluluğunun asıl hayvanlar seviyesine yükseldiği dönem yirminci yüzyılın sonlarıdır, bilgisayarın bulunmasından sonradır.

İnsanlığın bu seviyeye gelmesi ancak Allah’ın bazı kavimleri seçmiş olmasından dolayıdır. Sümerler olmasaydı, Hazreti Nuh peygamber gelmeseydi, insanlık şimdi mağaralarda yaşıyor olacaktı. Sümerlilerin devamı Iraklılardır. Kimse onlara bir öncelik tanıyor mu? Kur’an’ı Arap kavmi getirdi. Kimse onlara kıymet veriyor mu? Allah İsrail oğullarını küçük bir topluluk yaptı ama çok büyük güç verdi. İnsanlık içinde görevleri vardır. Şeytan olsalar bile biz şeytanı öldüremeyiz, sadece şerrinden korunmak için şeytana uymayız.

Şimdi şu sorulabilir: İsrail oğulları ne kötülükler yaptılar ki lanet olundurlar, bi’se olan fiiller nelerdir? Bunun cevabını 500 sene içinde aramamız gerekmektedir. 500 senedir ne yaptılar, ne gibi kötülükler yaptılar?

İsrail oğulları Avrupa içine gidip yaşayamıyorlardı, Hıristiyanlar onlara hayat hakkı tanımıyordu. Yahudiler Avrupa’ya Müslümanlarla beraber girdiler. Müslümanlar yenilince de Avrupa’dan Osmanlılara sığındılar. İslâm’ın girdiği ülkelerde Yahudiler var olmuşlardır. Sermaye olarak adlandıracağım bundan sonraki bölüm İsrail oğullarından küfredenlere aittir.

Yahudiler 500 sene Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırdılar. Yalnız Müslümanları değil, o ülkelere sermaye ile girdiler ve Avrupa kavimlerini birbirleri ile savaştırdılar. Bugün de bütün yaptıkları savaştırmadır. Devletleri savaştıramıyor, besledikleri gizli mafyaları savaştırıyorlar. Dokunulmaz yer olan ABD’de bile mafya vardır. Huzurlu bir dünya yoktur. Bunu düzenleyen tamamen tekel sermayedir.

Karşılıksız para doları ile dünyayı istediği istikamete sürüklüyor. Bunu bu haliyle yenmek mümkün değildir. Mesela Çin’i ele alalım. Eğer şimdi Çin’e gitsen bile kendi parası ile otele yatırmaz, dolar ister! Sovyetler de öyleydi, güya sosyalistti, güya sermayeye karşıydı!

Peki, Amerika’da Çin parası geçerli değil de Çin’de niçin yalnız Amerikan parası geçerli olmaktadır?!.

Bunu nasıl sağlıyor?

Yöneticileri satın alıyor. Halkın istemediği kimseleri başa geçiriyor. Sonra onların orada kalmaları için o ne diyorsa onu yaptırıyor.

28 Şubat’ı yapan kimdir?

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dir. Asker cumhurbaşkanı olsaydı 28 Şubat olmazdı. Bugün A. Gül orada oturuyor ama diken üzerindedir, onların istediklerini yapmasa ertesi gün oradan iner. Halk seçmedi mi? Halk seçti ama askere bir üflese ertesi gün asker koşa koşa onu indirir. Neden? Çünkü muvazzaf orgeneraller hapiste. O asker seni korur mu? Peki burada suçlu kimdir? Asker değildir. A. Gül hiç değildir. Yargı da değildir. Suçlu olan bu düzendir. Bu zalim düzen ancak böyle yürümektedir.

Bu âyetin bize öğrettikleri şudur: İsrail oğullarından küfredenlerle küfretmeyenleri birbirlerinden ayırmamız gerekmektedir. Küfretmeyenler, eğer bizimle bir olmak isterlerse, bizim onlarla bir olmamız gerekiyor. Bizim Yahudileri dışlamamız yanlıştır, bütün Yahudileri de onlardan yani küfredenlerden görmemiz yanlıştır.

Ders alacağımız başka bir şey de şudur: Küfretmiş olan Yahudilerin oynadıkları oyun vardır. Sarkozy’e bir şey söyletir, buna karşılık biz tüm Fransızları karşımıza alırız. Obama bir şey söyler, biz tüm Amerika’yı karşımıza alırız. Bu yanlıştır. Sabırlı olmalıyız. Şimdilik kimseye düşman olmamalıyız.

Şimdilik bizim işimiz “Adil Düzen”i ortaya koymaktır, “Adil Düzen”i öğrenip yaşamaktır. Adil Düzen Partisi’ni kurmalıyız ama gayemiz bu düzende iktidar olmak olmamalıdır. Erbakan’ın yerinde olsaydım ben hükümete girmezdim. Meclis’te kalır, Meclis Başkanı olurdum.  Hükümete başka arkadaşlarımı verirdim. Mesela, R. Tayyip Erdoğan orada olurdu, Turgut Özal koalisyonda olurdu. Ben talebelerle “Adil Düzen”i delilleri ile öğrenir, yeni anayasayı yapardım.

Bunun niçin söylüyorum?

Yarın sizin elinize fırsat geldiği zaman Millî Görüş’ün o zaman düştüğü tuzağa düşmeyesiniz diye söylüyorum.

Sermayenin yaptığı başka bir hata vardır. Muharref Yahudilik itikadınca, insanlar hak sahibi değiller, onlar hayvanlar mesabesindedirler. İnsanların cennete girmeleri de söz konusu değildir. Asıl cennete gidecekler kendileridir. O halde şeriat yalnız Yahudilere gelmiştir. Diğer topluluklar için günah diye bir şey yoktur, sevap diye bir şey yoktur. Bu mantık içinde Marks’a yeni dünya düzenini hazırlattı, finanse etti, yayınladı.

Marks’a göre;

  1. Evlilik müessesesi yoktur. Nasıl hayvanlarda yoksa, insanlarda da yoktur. O halde aile kalkmalı. Doğan çocuklar kreşlerde büyütülmeli. Bugün hayvanlarda da evlilik müessesesinin olduğu ortaya çıkmıştır. Bitkilerde bile evlilik vardır.
  2. Marks ikinci olarak aile olmayınca ulus da yoktur, şeriat da yoktur demektedir. Herkes kendi istediği gibi yaşar. Hayvanlarda şeriat mı var? Milyonlara varan arılar bir kovanda yaşamıyor mu?  
  3. Paraya ve mala da gerek yok, işçiler çalışsın, herkes istediği gibi yaşasın.
  4. Tabi ki bunlara gerek olmayınca dine de gerek yoktur.

İşte dünyayı bu fikrî yapı ile bir asır kana boyadı.

İşte bu da onların yaptıkları işlerden biridir.

Lanetlenmelerinin ana sebebi de budur.

O Yahudiler bunun için lanetlendi.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3006 Okunma
2-MAİDE 3
2804 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2087 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2178 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2070 Okunma
6-MAİDE 11-12
2777 Okunma
7-Maide13-15
2214 Okunma
8-MAİDE 16-17
2249 Okunma
9-MAİDE 18-19
1938 Okunma
10-MAİDE 20-26
2476 Okunma
11-MAİDE 27-31
4440 Okunma
12-MAİDE 32-33
2715 Okunma
13-MAİDE 34-37
1976 Okunma
14-MAİDE 38-41
2888 Okunma
15-MAİDE 42-44
2255 Okunma
16-MAİDE 45-47
3513 Okunma
17-MAİDE 48-50
2330 Okunma
18-MAİDE 51-53
2462 Okunma
19-MAİDE 54-56
2877 Okunma
20-MAİDE 57-60
2283 Okunma
21-MAİDE 61-64
2111 Okunma
22-MAİDE 65-67
1998 Okunma
23-MAİDE 68-69
2333 Okunma
24-MAİDE 70-72
2133 Okunma
25-MAİDE 73-76
2372 Okunma
26-MAİDE 77-79
1851 Okunma
27-MAİDE 80-82
2219 Okunma
28-MAİDE 83-88
1825 Okunma
29-MAİDE 89-91
3125 Okunma
30-MAİDE 92-95
2518 Okunma
31-MAİDE 96-100
2447 Okunma
32-Mide 101-103
2502 Okunma
33-MAİDE 104-105
2123 Okunma
34-MAİDE 106-108
2315 Okunma
35-MAİDE 109-110
3172 Okunma
36-MAİDE 111-115
2643 Okunma
37-MAİDE 116-118
2452 Okunma
38-MAİDE 119-120
2112 Okunma