MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2174 Okunma
MAİDE 5B-6A

 

 

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 7

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ (5)

 

إِذَا

(EiÜAv)

“Edince, ettiğinizde”

İza” zaman zarfıdır. Şartı da içerir. Diğer zarflardan farkı şudur. Birisine 50 TL ücret verirsiniz, ‘cuma günü bana gel, çalış’ dersiniz. Verdiğiniz para onun çalışması için sebeptir. Cuma günü sadece zarftır, vücup için illettir. Eğer baştan para vermemiş, sadece akit yapmışsanız, Cuma günü çalışırsa 50 lirayı istihkak eder. Cuma günü zarftır ama aynı zamanda şarttır. Çalışırsa onu istihkak eder. “İn” yani “ise”den farkı; “ise” yani “İn”de olup olmaması söz konusu değildir. Halbuki “İza”da olması beklenmektedir. Olması gerekmektedir. Bu durumda “İn” değil de “İza” getirilmesiyle “onlarla evleniniz ve ücretlerini veriniz” denmektedir.

Kur’an’ın başka âyetinde “sizden eyamayı evlendiriniz” denmektedir.

Oradaki “sizden”in anlamı nedir? Mü’min olması mı, yoksa aşiretinizdeki kimseler mi, kabilenizdeki olan kimseler mi kastedilmektedir?

Buradan anlıyoruz ki, oradaki “sizden” sizin dininizde olanları değil de, sizin aşiretinizde olanları, kabilenizde olanlar anlamındadır.

Burada “İza” kelimesinin gelmesi, ister mü’min olsun ister müslim olsun, sizden önce kitap verilenlerden olanları da evlendiriniz denmiş oluyor.

Burada bir şey daha anlamış oluyoruz.

Hıristiyan ve Yahudilerle evlenmemiz helal kılınmıştır.

Burada bir soru akla geliyor: Hindu ve Budistlerle de evlenebilir miyiz?

Evet, onlarla da evlenebiliriz, ancak onları evlendirmekle mükellef değiliz.

Oysa Hıristiyan bir kadın kocasız olsa, onunla evlenmek aynı zamanda vecibedir.

آتَيْتُمُوهُنَّ

(EAvTaYTuMUvHUnNa)

“Onlara ita ettiğinizde.”

Siz verdiğinizde denmektedir. Kocası verirse demiyor. Gerçi fiildeki zamir çoğul, mef’ul de çoğul olursa, her biri her birine ait olur. “Eşleriniz” dendiği zaman herkesin kendi eşi anlaşılır. Öyleyse neden çoğul getirilmiştir? “Sizden biri heladan gelirse”de olduğu gibi; “sizden biri evlenirse” şeklinde olabilirdi. Çünkü evlilik sosyal müessesedir. Önce evlenmek asıldır. Çünkü evlilik farzdır. Sonra evlilik  birtakım yasakları ve farzları içermektedir.  

Evlilik çocuk yetiştirme ortaklığıdır.  Çocuk topluluğa aittir, 15 yaşına geldiği zaman topluluğa ait olacaktır. Demek ki evlilik topluluğa ait borcun eda edilmesi için yapılan akittir. Sadece karı-koca arasındaki akit değildir. Sonra, kadındaki rahim kadına ait değildir, topluluğa aittir. O sebepledir ki zina yasaklanmaktadır. Çünkü kadın rahmini kendisi var etmemiştir, Allah ona vermiştir. Bütün canlılarda olduğu gibi insanda da korumuştur.

Burada başka bir şart getirilmiştir, evlenen erkek mutlaka kadının ücretini verecektir. Ücret vermeden evlilik caiz değildir. Evlilik demek; 1) evlendirmek farzdır, 2) evlilik dışı ilişki yasaktır, 3) evlilikte kadına mutlaka ücreti verilmelidir, 4) evlilik sıhri akrabalıkları doğurur. Boşanma bu akrabalığı bitirmez. Usul ve füru’ ile evlenmeleri caiz değildir.

Evli olanlara nafaka vermek ayrıdır, onlara mihir vermek ayrıdır.

Mihir nedir?

Mihir, topluluğa ait olan rahmi muhafaza eden kadına ödenen muhafaza ücretidir. Yani sen topluluğa ait olan rahmine sahip çıktın, onu korudun; öyleyse senin buna karşılık mihir alman gerekir demektir.

O zaman evlenmeyen kadına da mihir verilmesi gerekmez mi?

Gerekmez, çünkü muhafaza etmiş ama aynı zamanda hapsetmiştir. Topluluğun malını topluluğa teslim etmemiştir. Dolayısıyla kadın mihri ancak evlendikten sonra istihkak eder.

أُجُورَهُنَّ

(EuCUvRaHunNa)

“Ücretlerini”

Burada çoğul çoğula izafe edilmiştir. Her kadın kendi ecrini alacaktır. Bu ecri koca ödeyecektir. Ancak koca aciz kaldığında topluluk onu ödeyecektir.

Şöyle bir sorunla karşı karşıya kalırız.

Koca mihrin ödenmesinde aciz kalırsa mihri kim ödeyecektir?

Elbette bunu onları evlendirmekle mükellef  olan kimseler ödeyecektir.

Kimdir bu evlendirmekle mükellef olan kimseler?

Burada yanlış anlama mevcuttur. Genel olarak evlendirme mükellefiyeti anne babasına verilmektedir. Bu yanlıştır. Çocuk 15 yaşına geldiği zaman baliğ olur ve artık tam ehliyete sahip olur. İster erkek ister kız olsun, artık onun işlerine karışmaya kimsenin yetkisi yoktur. Her türlü kararları alıp uygulamakta tam hürdür. Sorumluluk da kendisine aittir. Ne annesi, ne babası, ne kardeşi, ne oğlu yaptıklarından sorumlu değildir. Sorumlu olunmayan yerde yetki de yoktur, görev de yoktur. O halde evlendirme görevi başka müesseseye aittir.

  1. Bu müessese aşiret olabilir. 10’a yakın aileden oluşan ocak/aşiret sakinleri aralarındaki evli olmayanları evlendirmekle mükelleftirler. Ne var ki o zaman mihir ödemek de onlara düşer. Ev yapıp yerleştirme de onlara düşer. İş bulma da onlara düşer. Bu yükü bir aşiret/ocak taşıyamayacağına göre, bu yükü ocakta tutmak vus’unun üstünde yük tahmilidir, âyete aykırıdır.
  2. O zaman bu yük kabileye yani bucağa düşmektedir. Bunun için bucaktaki bütçede buna bir fon ayırmamız çözüm olacaktır. Bu fon hangi fasıldan olacaktır.
  1. Fakirlik faslından olabilir. Yeni baliğ olan bir genç nereden zengin olacak, zengin ise sorun yoktur. Demek ki fakirlik faslından düşen pay ile bu mihir ve nafaka ödenebilir. Ancak yetmeyeceği için gelecek yıllardan mahsup etmek üzere kendisine karz-ı hasen verilir. Mihir meselesi böyle çözülür.
  2. Nafaka ise miskinler faslından çözülür. Eğer koca miskin ise ona mesakin faslından pay verilecektir. Bu paylar nüfusa göre dağıtılır. Evli olan kadınlara verilemez, kocalarına verilir. Kadın zengin olsa da koca karısına nafaka hakkını bu fasıldan alır. Bu borç olmaz.
  3. Amilin ve müellefe-i kulub fasıllarından buraya bir şey aktarılamaz.
  4. Garimin yani borçlular faslından aktarılabilir. Çünkü mihir borçtur, ödeyememiştir. Onlara öncelikle verilebilir.

Bu ayrıcalığın tanınması başka bir sorun getirmiştir.

Borçlular faslından yardım alabilmek için borç meşru yoldan edilmelidir. Kumarda iflas edenin borcuna borçlular faslından pay ayrılmaz. O halde ödemede borçlar arasında ayrıcalık tanıyoruz. Demek ki mihir borcuna da ayrıcalık tanıyabiliriz.

Yine başka bir fıkhi sorun daha çıkmaktadır. Madem ki evlendirmek farzdır. Mihir de topluluk tarafından karşılanmalıdır. O halde mihir borcundan dolayı hacr edilemez. Fıkıhta da hüküm böyledir.

Kıyas yapılarak, kefalet borcundan dolayı hacr edilmediği gibi kefalet tarafından borcu ödenmiş biri de hacr edilemez. Kefil ödediği borçtan dolayı hacrini isteyemez.

Fıkıh ancak sistemi öğrenmekle öğrenilir.

Yoksa kanunlarla başkalarının içtihadı uygulanamaz.

Bu sebepledir ki ilçelerde zakir hakemler bulunacak; bunlar hakemlik yaparken çözülmüş meseleleri uygulayacaklardır. Çözülmemiş meseleleri bölgedeki fakih hakemlerden soracaklar, onların fetvaları ile hükmedeceklerdir. Bölgedeki hakemler de çözemiyorlarsa, kıta merkezindeki rasihlere soracaklardır.

Bugün hakimin kararı temyiz edilmektedir. Yani karardan sonra bozulmaktadır. Oysa İslâmiyet’te karar almadan önce hakemler müçtehitlerinden fetva almaktadırlar.

Ucurahunne” kelimesi Kur’an’da altı defa geçmektedir. Biri süt annelerine verirken ücretlerdir. Diğeri ise kocaların karılarına ödedikleri ücretlerdir. Bir yerde de ücretleri yerine sadukaları denmektedir. Saduka sadaka demektir. İslâmiyet’te mecburi vergi yoktur. Kişi kendi isteğiyle vergisini verir. Vermezse, başkana olan sadakatini göstermemiş olur. Sonunda ve sonuç olarak onun canı korunur ama malı korunmaz. Kadın da kocasına sadıktır. Bu sebeple kocasının da ona sadık olması gerekmektedir.

“Ücret” ile “sadukat” arasında ne fark vardır?

Ücret zamanla orantılı olarak artmaktadır. Oysa saduka bir defaya mahsus olarak verilmektedir. Ücret bütün nikahlarda geçerlidir. Oysa saduka nikah için bir defa tahakkuk etmektedir. İslâm nikahı ile evlenme hem müminlere hem de müslimlere meşrudur. Muta nikahı da böyledir. Muta nikahında ücret vardır, mihir yoktur.

Miras var mıdır?

Miras hükümleri Nisa Suresi’nde geçmektedir. “Yaeyyuhennasu” diye başlamaktadır. O halde müslimlerin de İslâm nikahı ile evlenmeleri gerekmektedir. Onlar arasında da miras vardır. Miras sadece muta nikahında yoktur.

Buradan şu sonuca varabiliriz. “Sadukat” kelimesinin geçtiği âyet mihri, diğeri ise mihirsiz de olsa ücreti içermektedir. “Nıhlaten” kelimesi geçmektedir. İki türlü mihir vardır. Biri peşin ödenen (muaccel) mihirdir. Bir de ileride ödenen (müeccel) mihirdir. Mihir dört şekildedir.

  1. Muaccel müsemma mihir. Hemen ödenecek olan belli mihir. Bunun nıhla olması gerekir, yani asgari mihirden az olmaması gerekir.
  2. Muaccel gayri müsemma mihir. Bu insan diyeti gibi midir? Yoksa herkese göre değişir mi? Kadına göre mi, yoksa erkeğin varlığına göre mi değişir? Bi’l-maruf dendiğine göre asgari mihir değildir. Madem biri nıhla diğeri maruftur, bu örf hakemlerin takdirine bırakılmamış, topluluğun belirlemesi istenmiştir. Demek ki bucaklar asgari mihri tesbit ettikleri gibi, belirlenmemesi hâlinde de bir mihir tesbit edeceklerdir. Bu kocanın mal varlığı ile alakalıdır.
  3. Müsemma olan müeccel mihirlerin de asgarisi belirlenmiş olmalıdır. Fark yapılabilir mi, fark yapılırsa faizi olmaz mı? Talep edilmeyen borçtur. Yani ancak boşanma olursa talep edilebilmekte, boşanma olmazsa ancak miras taksiminde talep edilebilir.
  4. Müsemma olmayan muaccel mihirde özel hüküm geçerli olacaktır.

Şöyle ki, mirasta eşlerin payı altıda birdir. Tereke ikiye ayrılır, yarısı vârislere kalır. Onlar çocuklardır, bire iki bölüşürler. Yarısı ise vârislerin dışında en yakın akrabalara kalır. Bu da anne baba ve eştir. Üçü eşit olarak bölüşür. Kadın erkek eşittir. Ancak ödenmiş mihrin iadesi zor olduğu için mihrin iadesi yerine payda tenzilat yapılacaktır. Biz şu hükümler üzerinde durulmasını öneriyoruz. Henüz kesinleşmiş içtihadım değildir.

  1. Müsemma muaccel mihirlerde asgarisi belirlenmelidir. Bu marufla olacaktır. Her bucak bu asgari miktarı ayrı olarak belirler. Herkes için eşittir. Zengin fakir aranmaz.
  2. Müsemma müeccel mihirde boşanma olursa müsemma mihir alınır. Asgarilik şartı mahfuzdur.
  3. Müsemma müeccel mihirde ölmesi hâlinde kadın mihrini alır ve sonra dörtte veya sekizde bir vâris olur. Erkek mihir verir, sonra dörtte bir vâris olur.
  4. Müsemma olmayan mihirde taraflar altıda bir alırlar ve mihir ödemezler.

Kadınlara verilen mihire “saduka” ve nafakaya “ücret” diyoruz. Süt anneler için de ücret denmektedir. Demek ki nafaka ile ilgili hükümler işçilikte ücretle ilgili hükümleri de içermektedir. Bazı hükümleri karşılaştırabiliriz.

  1. Ücret belirlensin belirlenmesin, çalışan ücreti istihkak eder. Kirada durum böyle değildir. Kirada kira belirlenmemişse iare olur.
  2. Ücret anlaşmalarında asgari ücret esastır. Asgari ücretten az yapılan anlaşmalar geçersiz olup asgari ücretle ödeme yapılır.
  3. Malların veresiye satışları gayrimeşru olduğu halde işçilik tecil edilebilir. Tecilden önce talep edilemez.
  4. İş anlaşmasında işçi peşin para alamadığı işi yapmayabilir. Yani işçiye peşin ödeme asıldır. Nikahın akdinde mihiri olmadan kendisini teslim etmeyebilir.
  5. Müsemma olan mihir muacceldir. Müsemma  olmayan ücret muacceldir. Yani mal satılınca ödenir. Satılmadan talep edilemez.

Şimdi başka konulara da işaret etmemiz gerekmektedir.

Nafaka bakımından eşler eşit midir?

İslâm nikahında eşittir. Koca ne yerse kadınlar da onu yerler. Muta nikahında ise her biri ile ayrı ayrı anlaşmaya göre ödenir. Mihirde eşitlik şartı yoktur.

Burada şöyle bir soru ile karşılaşılır: Erkek, muta nikahı ile evli olan bir kadına İslâm nikahı ile evli olan kadından daha az nafaka verebilir mi?

Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz.

Muta nikahı ile de evli olsa eşinin pişirdiği yemeği yeme hakkı vardır. Erkek malzeme temin eder, kadın yemek pişirir. O halde erkek kendi yediğini İslâm nikahı ile evli olan kimseye de yedirmekle mükellef olduğu için nafaka muta nikahındakinden az olamaz. İslâm nikahı ile evli kadın farklı talep edebilir.

مُحْصِنِينَ

(MuXÖıNIyNa)

“Muhsin olarak.”

İhsan etmek” korumaya almak demektir.

Kadın muhsandır, Erkek ise muhsındır.

Kadın muhsandır demek, artık başka erkekle evlenemez demektir. Boşanması ve iddetini doldurması gerekir demektir. Erkek muhsındır, yani onu korumaya almıştır demektir. Erkeğin muhsınlığı da, karısından gizli başka kadınla evlenemez demektir. Nikahta şahitliğin şartı aleniliktir. Bunun sebebi şudur. Yeniden evlenen erkeğin eski karıları ayrılıp gitme haklarına sahiptirler. Onların bu haklarını kesmek zulümdür. Onun dışında, doğacak çocukların nesepleri çok açık bilinmelidir. Aksi halde kardeşler evlenmiş olurlar.

Fıkıhçılar muhsından maksat evli olmak şeklinde yorumlamaktadır. Oysa burada evlenebilmenin şartı olarak değil, vasfı veya hâli anlatılmaktadır.

Muhsın olmanın başka mânâsı da evli hâle gelip artık boşanma dışında evliliğin feshi yoktur. Yani kadın iddeti beklemeden başkasıyla evlenemez. Boşanmış olsa bile karısının nafakasını ve suknasını temin etmek kocaya aittir.  Kadını korumak erkeğe ait oduğu için faili meçhul cinayetlerde diyeti kocasının âkilesi öder.

Burada “muhsanat”ta olduğu gibi “muhsının” kelimesi de kurallı erkek çoğul olarak geçmektedir. Kadını koruma görevi erkeğin asabesine aittir. Yani yalnız koca değil, akrabalar da birlikte kadınları koruyacaklardır. Din ayırımı gözetmeksizin insanların karı koca oldukları belirlendiğine göre insanların inançlarına asla baskı yapılmayacaktır demektir. İnsanlar anladıkları şekilde inanacaklar ve yaşayacaklardır. Karı koca hukuku da inançlara göre değil, şeriata göre düzenlenecektir demektir. Bugün nasıl bir fabrikada çalışırken senin inancını değil yaptığın işi nazarı itibara alıyorlarsa, evlilikte de durum budur. Bu sebepledir ki zina meşru yapılmaz. Yani hiçbir bucak zinayı meşru yapmaz. Zinanın meşru olması çevreyi de ifsad eder. Zinayı meşru kılan topluluk şirk içindedir. Oraya girmek de yasaktır. Onlar bize gelirlerse öldürürüz. Biz de onlara gidemeyiz.

Avrupa topluluğunda (AB) durum nasıldır?

Onlar Katolik nikahı ile evlidir. Birden fazlasıyla evlenemezsiniz, karınızı boşayamazsınız da. Onlar bekarların zinasını kabul etmiyorlar. Onlar resmi olmayan nikahı nikah kabul etmiyorlar. Bu sebepledir ki “Adil Düzen”in en çok uğraşacağı husus bu konudur. Ne var ki kendi düzenini kurduğu, zinayı kendi anlayışı şeklinde tarif ettiği zaman bu sorun da çözülecektir. Dünya bugün bu konuda da cahiliye dönemini yaşamaktadır.

Zina demek, bir kadının gizli veya evlenmesi yasak olan birisiyle cinsi ilişki kurması demektir. Buna zina cezası verilir. Evlenmeleri meşru olan kimselerin aleni akitle cinsi ilişki kurmaları zina değildir. Kadın için konan vecibe, iddet doldurmadan bir başkasıyla ilişkiye girmemesidir. Bu durum ihsan durumudur. Yakınlısı ile ilişkide bulunan zina yapmış olur. Bu durum erkek veya kadın için değişmez. Bir de gizli ilişki zinadır. Kadın ve erkek için değişmez. Kadın muhsandır. Erkek de muhsındır.

غَيْرَ مُسَافِحِينَ

(GaYRa MuSaFIXIyNa)

“Müsafihîn olmaksızın”

Mesfuh” akan kan için kullanılmış bir sıfattır. Dışarıya atma demektir. İlk anda mânâsı meninizi dışarı akıtmayın mânâsında anlaşılmaktadır. Bu mânânın verilmesi kadınlar için söz konusu olamayacağı için burada “safah”ın başka mânâsı olmalıdır.

İslâmiyet’te çocuk aldırmak cinayettir. Bu fiili işleyenler onda bir diyet öderler. Azl yani çocuk yapmamak ise meşru sayılmıştır. Gerçi Kur’an’daki birçok âyetler bunu yasaklamaktadır. Bunların başında veletlerinizi imlak haşyetiyle öldürmeyiniz denmektedir. Öldürmedeki yasaklığın illeti imlak haşyetidir. O halde çocuk yaparsak nasıl geçiniriz deyip çocuk yapmamak men edilmiştir. Çünkü infak topluluğa ait bir görevdir. Başka sebeplerle; ilim yapmak, kazanıp zekat vermek gibi sebeplerle çocuk yapmamak meşrudur; bu sebeplerle evlenmemek de meşrudur.

Müsafıh olmaksızın” denmektedir ve bu kurallı çoğul yapılmaktadır.

Toplulukların çocuk yapma yasağı getirmeleri gayri meşrudur. Çin’de bir çocuktan fazlasını yapmak yasaklanmıştır. Buradaki musafih olmaksızın mânâsını verebiliriz. Kadınlar için de benzer mânâ verilebilir. Çok çocuk yapan kadınların birbirlerini kınadıkları görülmüştür, çocuk yapmayı kötü bir şey gibi kabul ettikleri görülür, çok çocuk yapan kadın, kadınlar arasından kınama vesilesi olur.

Sefahat” kelimesini eğlenme, zevk alma anlamında kullanmaktayız. Yani evlilik sadece zevk için değil de, aile müessesesini kurmak ve çocuk yetiştirmek amacıyla tesis edilmelidir. Bu sebepledir ki eşler arasında çocuk yapmamak üzere yapılan evlilikler gayri meşrudur. Şartı iptal edenlere göre şart bâtıldır, evlilik sahihtir. Akdi iptal edenlere göre akit bâtıldır. Kelime burada erkek kurallı çoğul getirildiği için topluluğun o şartı bâtıl sayacağı anlamındadır. Yoksa nikahı yasaklayacağı anlamına gelir ki bu elbette meşru değildir.

İnsanlar sosyal evrim yapacak şekilde yaratılmışlardır. Evrim demek işbölümü demektir, beraber olmak demektir; bu da kurallara uymak demektir. Kurallara uymak demek yenilik yapmamak demektir. Demek iki zıt şey arasındadır. Bir taraftan kurallara uyacak, diğer taraftan kuralların dışında kalarak evrim yapacaktır. Bunun için insan çalışmada kurallara uyacak, yaşamada kurallar dışında içtihat yaparak evrim yapacaktır. İşte bu sebepledir ki insan aile içinde yaşar, ilk yaratıldığı günden bugüne kadar aile içinde yaşamıştır.

Diğer canlılar ancak olgunlaşıncaya kadar anne babaları ile yaşadıkları halde, insan aile içinde doğar, aile içinde büyür, sonra kendisi aile kurar ve aile içinde ölür. Bu sayede sosyal evrimi gerçekleştirir. Çünkü evrim demek, eski şeyleri öğreneceksin, keşifler yapacaksın, sonra yenilikleri öğreteceksin.

İnsan ilk 33’lük yıllarında öğrenmekle vaktini geçirir. Sonraki 33’lük yıllarında keşifler yapar, evrime katkılarda bulunur. Son 33’lük yıllarında da öğrendiklerini öğretir.

İşte, beşikten mezara kadar öğrenmek ve öğretmek durumunda olduğumuz için aile dışında kalamayız. Aileler ve ailelerin oluşturduğu aşiretler bu aktarma işini başarmaktadırlar.

İnsanlar aile müessesesini yaşatmak zorunda oldukları için sürekli cinsi arzu duymaktadırlar. Oysa diğer canlılar ancak döllenecekleri zaman böyle arzu duyarlar. Yine aile müessesesini yaşatmak için zina yasağı getirilmiştir. Bu suretle insanlar evlenmeye zorlanmaktadırlar. İnsanların evlenecek şekilde yaratıldıklarına dair biyolojik delil bekaret zarıdır. Diğer canlılarda bekaret zarı yoktur.

İşte, evlenmek insanların zevklerini tatmin için değil, aile müessesesini yaşatmak içindir. Aile deyince sadece çocuk yapan müessese demek değildir.

Ailenin görevleri şunlardır.

  1. Çocuk yapıp yetiştirmek.
  2. Yaşamada işbölümü yapmak; kadın ev işlerini, erkek dışarıdaki işleri yapar.
  3. Küçüklük, yaşlılık, sakatlık veya hastalık durumlarında dayanışma içinde olmak.
  4. Eğitimi gerçekleştirerek sosyal evrimi sağlamak.

İşte bu görevlerin yerine getirilmesi için evlilik gerekmektedir.

İnsanın sırf zevk almak için evlenmesi haram edilmiştir. Zevk alma ailenin oluşması için bir illettir, hikmet değildir.

Kadının da erkeğin de evlilik müessesesinin mânâsını bilmesi ve ona göre evlilik yapması gerekmektedir. Muhsın ve muhsan olma aile içinde işbölümünü ifade eder. Dayanışma ise gayri musafıh olma anlamını getirir.

Evlilerin meşru evlilik yapabilmeleri için öncelikle evlilik anlaşması yapmalıdırlar. Eşlerinden ne isteyeceklerini baştan bildirmelidirler.

İkincisi ise çıkan nizalarda hakemlere başvurmalıdırlar. Hakemin birisini erkek, diğerini kadın tarafı seçmelidir. Baş hakemi hakemler seçmelidir. Onların kararlarına uymanın Allah ve resulünün kararına uymak olduğunu bilmelidirler. Hakemler bir taraftan sözleşmede olan hükümlere göre hükmederler, diğer taraftan sözleşmede hüküm yoksa kendileri hükümler koyup hükmederler. Kelimelerin kurallı çoğullarla getirilmiş olması sözleşme ve hakemlik müessesesinin yaşatılması gerektiğini de içerir.

وَلَا مُتَّخِذِي

(Va Lav MütTaPiÖIy)

“Ve müttehiz olmaksızın.”

Hazv” gevşemiş kulaktır. Hayvanlar yorulunca kulakları aşağı düşer. Mecazi olarak pes demek, teslim olmak demektir. Açık el de avuç da hazvdır. Avuçladığınız zaman “ehz” olur. “E” harfi tadiye için veya nefy içinde olabilir. Zamanla sondaki “vav” harfi düşmüş, “elif” yok olmuştur. Ezel zail olmaz demektir. “Ahad” hududu olmayan demektir. “Eman” mena içinde olmak demektir. Avuçlamak veya almak mânâsında olan “ehz”ın iftial bâbı “ittihaz” olur. “Hemze” burada “te”ye dönüşür.

Burada Fatiha’daki kalıp kullanılmıştır, “gayr”dan sonra “ve la” gelmiştir. “Gayr” ile “la” birlikte gelmiştir. “Gayri insanin” demek, insan olmayan her şey, ayrı ayrı her şey demektir. “La insan” insan olmayan demek, insanın dışında topluca her şey demektir. Fatihadakinde marifenin lamı vardır. İstiğrak vardır. Diğerinde ise nekrenin istiğrakı vardır. Yani müsfih olunmayacak. Yani dört amaçtan hepsine uyulması gerekmez. Birisi gerçekleşiyorsa evlik yapılır demektir. Oysa müttehiz olma “la” ile getirilmiştir.

Fatiha’da “mağdubun aleyhim” “gayr” ile “dallin” “la” ile gelmiştir. Mağdubun aleyhim olanlar kâfirlerdir, bile bile karşı çıkanlardır. Dallin olanlar ise münafıklardır, yani karşı çıkmıyorlar ama şaşırmaktadırlar, yanlış yoldadırlar.

Şimdi şöyle düşünebiliriz. Mağdub olanlar aynı zamanda dallindirler. Dalaletin karşıtı hidayettir. Her dallin mağdub değildir. Mantık olarak şu ortaya çıkar. Dallin, in’am edilenlerin  menfisidir. Mağdub olanlar ayrıdır. O halde “la” ile gelenler menfi, “gayr” ile gelenler ayrı olanlardır.

Demek ki müsafih olanlar aynı zamanda müttehizi ehdandır. Ama her müttehizi ehdan müsafih değildir. Ehdanın tarifini böyle yapacağız.

İttihaz etmek” edinmek anlamındadır. Evlilik dışı dost edinmemek şartıyla denmiş olur.

أَخْدَانٍ

(EaODANı)

“Ehdanın müttehizi olmaksızın.”

Bu sûre haram ve helalleri saymaktadır. Bir bucağın helal ve haramlarını oranın ilmi şurası icma ile veya istişare ile belirler. Ne var ki bunların kararları şeriata uygun olmalıdır.

İşte, bunlar Kur’an’ın bu sûrede yasa yapacaklara koyduğu sınırlardır. Biz kendi bucağımızda bu sınırlamalara uyarız. Başka bucaktakilerin uymaması hâlinde bizim onlara baskı yapma hakkımız yoktur.

“Hadene” kadınla olan cinsi ilişkiyi başkasına anlatma şeklinde ifade edilmiştir. Kadınların cinsi cazibelerini kazanç yapma amacıyla teşhir etmesi şeklinde anlayabiliriz. Onları kazanç aracı yapmayın anlamına gelebilir. Yorumlarda dost edinme anlamı verilmekte ise de o mânâ tamamen yakıştırma mânâsıdır.

Bu kelimeye en yakın olan kelimedir. Bu deri parçasıdır. Kadınlar için korunma bezidir. Bu takdirde kadınların cinsi ilişki kurmadan sadece meta alarak kullanılmasıdır.

Bana göre kelime “ehaze” kelimesiyle akrabadır. “Ehzan” fe'lân vezni üzeredir. Mecazi mânâsı onları temettu (flört) aracı yapmayın demektir. Zinaya kurbet etmenin mânâsı da budur. Zina cezası ancak duhul ile tahakkuk eder ama onun dışında zinaya götüren fiillerden de kaçınmak gerekir.

Zinanın tarifinde yakınlarla veya gizli yapılan ilişki şeklinde tanımladık. Sirkatte (yani hırsızlıkta) gizlilik vardır; zinada da vardır. O halde bunların illeti iki olmuş olur. İlletleri aynıdır ama hükümleri farklıdır. Biri mânâda olan gizlilik, diğeri ise fiilde olan gizliliktir. Bununla berber sırdaş edinmeyin mânâsını verenler vardır. Bu takdirde gizli ilişkide bulunmayın anlamı çıkar.

وَمَنْ

(Va MaN)

“Ve kim”

Buradaki “Ve” harfi nereye atıftır?

Kur’an’daki âyetler ormandaki ağaçlar gibidir. Birbirleriyle alakası bulunmayan  cümleler peş peşe gelir. Buradaki bu cümlenin yeri nedir, ne dersiniz?

Bu atfı bulabilmemiz için “Men/kim?” kelimesinden istimdat etmemiz gerekir. Bundan iki âyet önce ‘kim iztirar içinde kalırsa’ demiştir. Burada ‘kim küfrederse’ getirmiştir.

Şimdi  cümleleri sıralayalım:

  1. Önce helal ve haramlar anlatılmıştır.
  2. Sonra üst üste önce “el-yevme/bugün” diyerek kâfirlerin meyus olduklarını ve dinin ikmal edildiği anlatılmıştır.
  3. Bundan sonra “kim iztirar içinde kalırsa” diye bahsedilmiştir.
  4. Sonra helal ve haramın nasıl anlaşılacağı hususu anlatıldı.
  5. “El-yevm” ile bu âyet başladı ve diğer dinlerin helal ve haramları anlatıldı.
  6. Bu arada nikahtan ve zinadan bahsedildi.
  7. Son olarak iman ve küfürden bahsedildi.

Bu “vav”ın “femenizturra”ya bağlantısı bu âyetin başında da “el-yevm” kelimesinin geçmiş olmasıdır. “Men”le bağlantı belirtildiği gibi “el-yevm” kelimesi ile de hatırlatılmış oldu.

Kur’an bize fıkhı değil, usulü fıkhı öğretmektedir; yani bize kanunları değil, kanunların nasıl yapılacağını öğretmektedir Memur olan biz değil meclis olmaktadır. Biz meclisin kararlarına göre yani kanunlara göre hareket edeceğiz. Ne var ki bu meclis Büyük Millet Meclisi (TBMM) değil, “bucak meclisi”dir, bucak şurasıdır. Tekli ekseriyet kanunları değil, mezheplerin içtihatlarıdır.

Değişik mezheplerin ve değişik bucakların kanunları içinde nasıl yaşayabileceğimiz anlatılmaktadır. İşte yukarıdaki iç içe sıralamanın mânâsını böylece daha iyi kavrarız. Birincisi ıztırar kuraldır. Yani kurallar normal kurallardır. Her türlü ilişkilerde kural vardır, kurallara uyulur. Ama on milyar insanın uyacağı tek kurallar sistemi olamayacağı için önce kurallarda ihtilaf esas alınmıştır. Sonra da değişik hukukun uygulandığı dünyada birlikte yaşayabilmemiz için ıztırar istisnası getirilmiştir. Ona göre uygulama yapmamız gerektiği anlatılmıştır. Şimdi de ıztırarı istismar edeni belirtmektedir. Yani ıztırar dışında kurallara uyulacak, sadece iztırar mazeret sayılacaktır.

يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ

(YaKFuR Bi eELIyMANı)

“İmanda küfrederse.”

Önce buradaki “Bi” harfini ele alalım. “Bi” “Fi” mânâsında olabilir, yani iman içinde iken küfrederse, nankörlük ederse, kurallara uymazsa denmiş olur.

Demek ki küfretmeyi ikiye ayırmış olacağız.

İçimizde küfredenler vardır. Bizim şeriatımıza uymayanlar vardır.

Bir de ayrıca kendi aralarında olduğu zaman bizim şeriata uymayanlar vardır.

Burada, bizim aramızda iken kurallara uymayan demektir.

Vergi kaçıran demektir...  Cizye vermeyen demektir...

Burada küfür nasıl tesbit edilecektir?

Ağır ve ezici vergileri kaçırma böyledir.

Bir köy muhtarı şöyle yapmış. Köye yol yapacak. Başlamış, bir yere kadar götürmüş ama yol inşaatı bir türlü bitmiyor. Köyde ölen insanlar var, onların emekli maaşlarını vekaleten o almaktadır. Onları sağ gösteriyor ve onların emekli maaşlarıyla köyün yolunu bitiriyor. Ama sonra da onun muhtarlığı bitiyor. İşte bu ıztırar mıdır? Bir yönetici bunu yapma yetkisine sahip midir? Kendine hiçbir menfaat sağlamıyor. Sadece bitmemiş yolu onunla tamamlayarak devlete de halka da kolaylık sağlıyor.

Sömürücü sermaye öyle kanunlar hazırlıyor ve empoze ediyor ki, küçük ve orta ölçekli müteşebbisler ortadan kalksın, kendi tekeli mutlak olsun.

*

Bu şartlar altında 1960’larda giriştiğim işlerde hep başarısızlığa uğradım. Sonunda tek başıma bu sorunu çözemeyeceğime karar verdim. Arkadaşlarıma bir konut-yapı kooperatifi kurmayı önerdim. Ev sahibi olalım diye ortak oldular. Bu arada ortaklara İslâmi bir site oluşturmayı önerdim, şeriata göre site kurmayı önerdim. Böylece kooperatife iki amaçla katıldılar.

Kimileri ev sahibi, arsa sahibi olmak amacıyla katıldı.

Kimileri de İslâmi site olsun diye katıldı.

Benim gayem de şeriata uygun iş hayatı başlasın ve insanlar vergi kaçırmak, rüşvet vermek zorunda kalmasınlar şeklindeydi. Kırk sene sonra sekiz milyon liralık mal varlığımızın yarısı satıldı, nakit para ele geçti.

Mevcut İzmir Akevler Yönetim Kurulu ile çetin tartışmalar yaptım. Hiçbir yetkim olmadığı halde benimle tartıştılar.

  1. Ben; ortaklardan isteyenleri çıkaralım, geri kalanlara sormayalım, biz bununla eksik kalan faizsiz kredileşme müessesesini kuralım, hedefimize varalım dedim.
  2. Yönetim kurulu şöyle bir karar aldı: Kırk senedir ortakların çoğuna bir şey yapamadık. Satalım, kendi haklarını verelim, kendi istekleri ile kalan olursa onlarla devam ederiz, yoksa tasfiye edelim şeklinde olmuştur.

Zaruret nerde?

Benim dediğim olursa, kooperatif tüzel kişilik olarak gayesine ulaşmış olur ama ayrılmak isteyen ortaklar hileli yoldan onlara haber vermeyerek istemeden ortaklıkta kalırlar. Eğer yönetim kurulunun dediği olursa, ortaklar kısmen memnun olurlar ama bu sefer de kooperatif hedefe ulaşmamış olur. Benim bugünkü içtihadıma göre; bugün insanların hukukunu korumak değil, insanlığı “Adil Düzen”e götürmek gerekmektedir. Yönetim kurulunu buna ikna edemedim.

Ara yol bulduk; herkese soracağız, isteyenlerle devam edeceğiz...

*

İşte bu tür hareketlerde zaruret ortaya çıkar. İçtihatla hareket edilirse sorun yoktur. Ama çıkarı için hareket eden varsa, yani devamda çıkarı olduğu için devamı savunuyorsa veya tasfiyede çıkarı olduğu için tasfiyeyi savunuyorsa; işte bu iman içinde küfürdür. Nankörlüktür. Bunların durumu ne olacaktır?

Gerek verdiğim örnekte muhtarın yaptığı, gerekse bizim yaptıklarımız zarurettir. Ama zaruret olmadan zaruret kabul edilirse işte bu âyetin bahsettiği husustur. Şimdi bu “ve” harfinin ne kadar önemli mânâlar içerdiği her halde daha açık olarak anlaşılmış olacaktır.

Birçok ahvalde kişilerin özel hakları ile kamunun hakları böyle çatışır hâle gelir.

O zaman ne yapılmalıdır?

Şimdiki topluluğun çıkarı gelecekteki halkın çıkarıdır.

Şimdiki halkın çıkarı gelecekteki topluluğun çıkarıdır.

O halde bunlar dengede kalmalıdır.

Dört çıkar karşılaştırılacak ve karar ona göre verilecek. Bunun için fıkha ihtiyaç vardır. Bunun için Kur’an’a ihtiyaç vardır. Şeriata teslim olmayanlar, kendi akılları ile şeriattan daha iyi işler yapacaklarını sananlar bunun için çıkmazdadırlar. Nasıl tıp okunmadan doktor olunamazsa, nasıl fen okunmadan mühendis olunamazsa; fıkıh okunmadan da sorunlarımız için çıkar yol bulunamaz.

İman içinde küfür işte budur.

Kur’an’a inandıktan sonra hâlâ heva ve hevesle kararlar almak iman içinde küfürdür.

Bugünkü Türkiye iman içinde olduğu halde küfür içindedir.

Bi” harfi “Fi” mânâsında değil de âlet mânâsına da gelebilir. Yani imanı esas alarak, onu istismar ederek küfrederse, ben haklı iş yapıyorum derken haksızlık yaparsa anlamına gelir. Her halükârda imanda küfür sözkonusudur.

فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ

(FaQaD XaBiOa GaMaLuHUv)

“Ameli hubut etmiştir.”

Fa” harfi “Men”in cevap “fa”sıdır. “Kad” kelimesi yakın zamanı, şimdiki hâli ifade eder. Yani o işte başarıya ulaşamamıştır. Muhtar örneğinde muhtar başarıya ulaşmıştır, çünkü yolu yapmıştır. Demek ki başarıya ulaşmasaydı kötü niyetli olacaktır. İzmir Akevler de kötü niyetli değildir. Ümit ederim ki başarıya ulaşacaktır. Başarıya ulaşması demek, ayrılanların ayrılması, kalanların da daha samimi bir şekilde işlerine devam etmesi demektir.

Burada “Men”e zamir gönderildiği için müfrettir. “Men” ise müfredi/tekili de cemi/çoğulu da ifade eder. Bu cem nekrenin şümulü mahiyetinde değil, el-istiğrakı mahiyetindedir. Yani Türkçede onların amelleri hubut emiştir şeklinde tercüme edebiliriz.

Kur’an diyor ki; bizim için cihat edenlere yolumuzu gösteririz.

Akevler’deki tartışma Allah için olmuştur. Sonunda ittifak hâlinde karar alınmıştır. Çünkü zorla insanları savaşa götürmek olmadığı gibi, zorla da Allah yoluna sürükleme yoktur. Kırk sene sonra yeniden biat almak gerekir. Hudeybiye’de Hazreti Muhammed yeniden biat almıştı. Buna rağmen sonra Hazreti Peygamber’in anlaşmasına karşı çıkılmış, direnilmişti.

Burada asıl konu şudur. 1967’de kurduğumuz kooperatife herkes farklı amaçla ortak oldu. Yolumuz Afyon iline kadar birlikte geldi. Çetin günleri arkada bırakarak şimdi Afyon’a gelmiş bulunuyoruz. Kimi Konya’ya, kimi Antalya’ya, kim Eskişehir’e, kim de Ankara’ya gitmek üzere yola çıktı. Adil olan herkesin yoluna devam etmesidir. Ne var ki herkes kendi tarafına gidecek araba bulacak mıdır? O da belli değildir.

Anladık ki herkesin gayesi bir, o da mesela iş bulmak olabilir. O halde bunların oturup istişare etmeleri, tartışmaları ve en çok iş bulma ihtimali ne tarafta ise o tarafa gitmeleri gerekir. İşte bugün bunu yapamadık. Çünkü Akevler’e ortak olanların temsilcileri yoktur.  Aradan bu kadar sene geçmiş, kimi ölmüş, kimi uzağa gitmiş, kimi bize kızmış görüşme yapamıyoruz. O halde sorunu istişare ile çözemeyince, dağılmaktan başka bir çözüm olabilir mi?

Burada zaruretin sınırları ve yöneticilerin tercihleri üzerinde bir öğreti vardır. Meselelerin üzerinde tartışırsak, o zaman Kur’an’ı daha iyi anlarız. Müçtehitler böyle yapmışlar, onlara sorular gelmiş ve onlar da fetvalar vermişlerdir. Aynı zamanda bunları yazmış ve tasnif etmişlerdir. Bugün de mahkemeler içtihat yapmaktadır. Yargıtay kararları ile cumhuriyet mevzuatı oluşmaktadır. Ne var ki bu kararlar devletimizi kırk sene süren davalara götürmektedir. Oysa Kur’an’ın gösterdiği yolda insanlık 1400 sene uygarlaşmaya devam etti.

İslâmiyet için cihat yapan kimselere tavsiyem şudur. Durmadan Kur’an okuyarak sorunları çözsünler. Kur’an’ı okumayacaklarsa  cihada girişmesinler. Kur’an okudukça, zaman zaman insanların ne kadar dalalette olduklarını gördükçe üzülmesinler. Yarın İslâm düzeni geldiği zaman onların hepsi gerçeği görecekledir.

Muhammed Suresi’nde de, bu surede de amellerin hubut edeceği bildirilmektedir. Kur’an düzeni dışında bütün ameller hubut edecektir. Yukarıda anlattığım üzere, yola çıktık ve Afyon’a kadar geldik. Artık ayrılık zamanı gelmiştir. Biz bizim yolumuza, diğerleri de kendi yollarına devam edeceklerdir. Benim dinim bana, sizin dininiz size deniyor. Diğer dinler çoktur. Bizim dinimiz ise tektir, o da mustakim sırattır.

Buradaki “Kad” amellerin hubut edeceği hükmü bu dünyaya aittir. O halde amellerimiz hubut ediyorsa, o zaman iman içinde küfürdeyiz demektir. Bunun anlamı şudur; başarısızlığımızı  başkalarında değil kendimizde bulmalıyız. Herkes; başaramıyorum, öyleyse iman sebebiyle küfürdeyim yahut iman içinde küfürdeyim diye düşünmesi gerekir. Ne var ki başarı için acele etmemek gerek, başarısızlığa teslim olmamak gerek.

Tekrar Akevler’e dönelim. Akevler’in bugüne kadar başarılı olup olmadığı belirsiz durumda idi. İzmir Akevler bugün başarmış durumda görünüyor. Çünkü kimsenin yapamadığı bir şeyi yapmıştır. Demir çimento değerini esas almış ve hesapları onunla tutmuştur. Kırk sene sonra insanların haklarını belirlemiştir. Hesap eksiksiz çıkmıştır. Sonunda adil bölüşüm sistemini ortaya koymuştur. Kırk sene önce alınan kararlara bugün harfiyen uyulabilmiştir. Bunların hepsi başarıdır.

Şimdi yeni nesle yeni hamle ve yeni hareket gerekecektir.

وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ

(Va HuVa Fi eLEaPıRaTi)  

“Ve o âhirette.”

Evet, bugün “Adil Düzen”e doğru ilerlerken, dünyadaki durumumuza, amellerimizin hubut edip etmediğine bakabiliriz ve nerede olduğumuzu bilebiliriz.

Ahiretteki durum ne olacaktır? İman içinde küfürde olma ahirette bizi nereye götürecektir? Ahiret hayatını yeniden hatırlayalım.

  1. Dünyada hiçbir şey yok olmaz. Değişir, başka şeye döner ama yok olmaz.  Hattâ yeni bir şey de yaratılmaz. O halde kainat yok olmayacak, varlığını değiştirse de devam edecektir. Ruhlar da birer varlık olduğuna göre onlar da yok olmayacaktır. Aksine delil getirmek ahiret yoktur diyenlere düşer. Vardır diyenler için istishab demektir. Yok olmama ilkesi vardır.
  2. Dünyada gayesi olmayan abes bir şey yoktur. Her şey kendi amacına doğru ilerlemektedir. Bu kainat ölüme doğru gitmektedir. Ölüm ise yeni hayat içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür ki ilkbaharda daha gür olarak yenileri çıksın. Madem ki kainat ölüme gitmektedir, o halde sonra yeniden doğuş vardır.
  3. İnsan âhiretten sonra varlığı doğal olarak kabul etmektedir. Ateistler de atalarına saygı gösteriyorlar, onlara mezar yapıp kutsuyorlar. Lenin yoksa onun neyine saygı gösteriyorsunuz? Kainatta canlılar olmaz şeyi arzulamazlar. Madem ki insan var olmayı arzulamaktadır, o halde var olma gerçekten vardır.
  4. Bugün dört ve beş boyutlu uzay keşfedilmiştir. Hareketin olması için dört boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. İradeli hareketin olması için beş boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Bunun anlamı şudur. Yani geçmişte olanlar yok olmamıştır, orada duruyor. Gelecekte olanlar da vardır. Biz oraya doğru gidiyoruz. İstanbul’dan İzmir’e giden yolcu Bursa’ya varmışsa, onun için Yalova tarihtir, yok olmuştur; Balıkesir de henüz yoktur. Oysa Yalova da oradadır, Balıkesir de oradadır. Hiçbir şey var olmuyor yok olmuyor, sadece biz yer değiştiriyoruz. Ölüm trenden inme gibidir; bizim dünya trenimizden inen adamı biz ölmüş kabul ediyoruz! Eşini ve akrabalarını, kitaplarını ve eşyalarını bırakıp indiği için biz onun yok olduğunu sanıyoruz, oysa yok olmuyor, sadece ahirete gidiyor.
  5. Ahireti kabul etmediğimiz taktirde kâinatı var etmiş olan gücün zalim olması gerekir. O güç bize bu sıkıntıları neden çektirsin, neden zalimleri mazlumlara musallat etsin? O’nun çok güçlü olduğunu bugün çok iyi biliyoruz. O halde bu durum O’nun beceriksizliğinden değildir. Bugün bilgisayarlarla biz bile adalet sağlıyoruz. Oysa O’nun bizden binlerce kat fazla bilgisayarı bildiğini görüyoruz.
  6. Bunların hiçbirisi olmasa bile, Allah peygamberler göndermiş ve onlar ileride bunlar olacaktır demiş ve olacakların hepsi gerçekleşmiştir. Onların hepsi âhiretten haber vermişlerdir. Öyleyse doğruluklarının sabit olması, onların şehadeti ve âhiret için yeterlidir.
  7. Son olarak Kur’an gelmiş, kendisinin İlâhi kitap olduğunu ilmi mucizelerle ispat etmekte ve âhiret hakkında çok belirleyici bilgiler vermektedir.

مِنْ الْخَاسِرِينَ (5)

(MiNa eLPaSiRıyNa)

“Hasirlerdendir.”

Bu dünyada kaybedecek, âhirette de kaybedecek. Yani müslimlerden de olamayacaktır. İmandan sonra küfrederse demiyor, “iman içinde küfrederse” diyor. Onun bu dünyada yaptığı boşa gidecek, âhirette de zarar edenlerden, hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

Saadet Partisi ve AK Parti istişare etmiyor!

Bunun için bu dünyadaki amelleri hubut edecek, âhirette de hüsranda olacaklardır.

İzmir Akevler’dekiler istişare ettiler. Hata ederlerse belki bu dünyada başarılı olmayabilirler ama âhirette hüsranda olmayacaklardır. Çünkü istişare ettiler ve istişareden sonra verdikleri kararlarında hata etmiş olabilirler. O hatayı Allah yaptırdığı için hata etmeleri gerekiyormuş demektir. Dolayısıyla hataları dünyadaki başarıyı geciktirebilir ama onları âhirette hüsrana uğratmaz.

Hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye insanları hüsrandan kurtarır.

 

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 8

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ مِنْهُ مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(6)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olan kimseler.”

Bakara Suresi’nde “Ey İsrail oğulları” diye hitap etmiş, onlara eski emirlerini hatırlatmış, yeni emirler vermiştir. Şimdi ise İsrail oğullarının yerine geçecek olan kimselere “Ey iman edenler” diye hitap etmektedir.

Uygarlaşmayı Hazreti Nuh peygamber başlatmıştı, birinci bin yıllık uygarlık Hazreti Nuh’un örnek uygarlığıdır. Yani tüm dünyanın uygarlığı yerine Mezopotamya uygarlığıdır. Bununla beraber bu örnek uygarlık Mısır’a tesir etmiş ve Mısırlılar ilk kuvvet uygarlığını kurmuşlardır. Mısır’da başlayan uygarlık Anadolu ve İran’da da kendisini göstermiş ama iklimin müsait olmaması nedeniyle o günkü teknoloji ile yeni uygarlık şeklinde ortaya çıkmamıştır. Mezopotamya’dan MÖ 2000 yıllarında Hindistan’a ve 1500 yıllarında Çin’e gitmiş ve orada da yeni uygarlık doğmuştur. Bering Boğazı’ndan geçenler Amerika’da uygarlık kurmuşlardır. Böylece Mezopotamya uygarlığından kopanlar dünyada bağımsız uygarlıklar geliştiriyorlardı. MÖ 2000 yıllarında Hazreti İbrahim aleyhisselâm ve onun zürriyetinden gelen peygamberler ikinci ve üçüncü uygarlıkları kurdular. İbrani uygarlığı ve Hıristiyanlık İsrail oğullarının uygarlıklarıdır. Bundan sonra Kur’an uygarlığı ortaya çıktı.

Kur’an uygarlığı artık bir kavmin uygarlığı değildir. İman eden kimselerin gönüllü olarak katıldığı uygarlıktır. Yani saltanattan cumhuriyete geçilmiştir. Merkezi yönetimden halk yönetimine geçilmiştir. Demokrasi gelmiştir.

İşte, şimdi de “Ey iman edenler, ey inananlar” diye sık sık tekrar edilerek kıyamete kadar sürecek olan yeni uygarlık anlatılmaktadır.

Bundan önce helal ve haramlar anlatılmış, tayyibatın helal habisatın haram edildiği bildirilmiştir. Bucaklar kurulacak, bucaklarda bir alim başkan olacak, istişare yapacak ve helal ile haramlar konacaktır. Araf Suresi’nde bunlar anlatılmıştır. Burada da önce helal ve haramlardan bahsedilmiştir. Şimdi ise tayyibatı ve habisatı belirleyecek teşkilat anlatılmaktadır; bu görev nasıl yerine getirilecektir?  

إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ

(EiÜAv QuMTuM EiLa elÖaLAvTi)

“Salata ikame ettiğinizde.”

İza” kelimesi şartı içeren ve istikbale ait zarf olan bir kelimedir. Yapılacağı kararlaştırılmış bir fiil olduğu zaman gelir. Namazın ikamesi daha önce emredilmiş, “Salatı ikame edin” denmiştir.

Salat” marife olarak zikredilmiş, Kur’an’la, sünnetle ve icma ile şekli tesbit edilmiştir. İşte o sizin bildiğiniz “salata/namaza kıyam ettiğinizde” denmektedir.

“Namazı ikame edin” ifadesi müteaddi  if’al bâbıyla yapılmıştır. Burada ise “İlâ” ile müteaddi yapılmıştır. “İkame”de bizzat namaz kılmak vardır, burada ise namaza yönelme vardır. Gaye mugayyaya dahil olmadığı için namazdan evvel bu işleri yapın anlamına gelir.

Burada kıyam edenler çok ama kıyam edilen müfrettir. Hepsi aynı hedefe gitmektedir. Farz ibadetlerin yanında münferit ibadetler de vardır. Zekatın münferidi fitredir. Haccın münferidi umredir. Namazın münferidi vitirdir ve farz dışındaki diğer namazlardır.

Cemaatle yapılan farz ibadetler yanında neden tek başına ibadetler de farz kılınmıştır?

Beraber yerine getirilirken acemilik çekilmesin diye böyledir. Bunlar ev ödevleridir. Gayesi yine topluca ifadır. Onun için cemaatle yapılması söz konusudur. Yani biz sünnet namazları kılarken de abdest alacağız. Çünkü sünnetleri kılarken cemaatle ne yapmamız gerektiğini ev ödevi olarak yapıyoruz. Sonra onun aynısını tekrar etmekteyiz.

فَاغْسِلُوا

(FaĞSiLUv)

“Gaslediniz.”

“Mesh” yalnız ıslatmadır. “Gasl” ise suyun deriden akmasıdır. Meshte sadece derinin ıslanması söz konusudur. Gasilde ise suyun kiri alıp götürmesidir.

Buradaki “Fa” harfi “İza”nın cevabıdır. Namaz kılmaya niyet ettiğinizde gaslediniz demek olur. “Gasil” çoğuldur, “Vücuheküm” de çoğuldur. Çoğula çoğul mef’ul yapılınca herkes ayrı ayrı yapacaktır. Ne var ki bunu yaparken aynı zamanda bir birliktelik vardır. Yani abdest yerlerini topluluk hazırlayacaktır. Böylece su şebekelerinin oluşturulması, kuyuların açılması, suların bölüşülmesi topluluğun işidir. Onun için burada çoğul getirilmiştir. Tarihte topluluklar suların bulunduğu yerlerde toplanmışlardır. “Karye” suların yığıldığı çukur demektir. Hazreti Musa’ya kuyunun açılması öğretilmiştir. Bugün yeraltı suları barajlarda yığılmakta, borularla nakledilmekte ve evlere dağıtılmaktadır. İşte, İslamiyet’te bu tesislerin oluşturulmasına bu emirle başlanmıştır.

Bugün yeryüzünün en önemli sorunu su sorunudur. İçme sularının temini artık uluslararası vakıfların konusu olmuştur. “Adil Düzen” iktidar olduğunda, buradaki bu emre uyularak su sorununu bütün insanlık içinde çözmelidir.

Fıkıh kitaplarında suyun satılması yasaklanmıştır. Kişi kendi tarlasında çıkan suyu kullanma hakkına sahiptir. Ne var ki artan suyu satamaz, boşa akıtmak durumundadır. Yani sular ihtiyaca göre kullanılır, artanlara sahip çıkılamaz. Size tuhaf gelebilir ama meradaki otlar da böyledir. Hayvanını otlatırsın ama otları toplayıp satamazsın. Enerji de böyledir. Odun da böyledir. Ormandan ağaç kesip kullanabilirsin ama onları kesip satamazsın. Av hayvanları da böyledir. Şimdi, buradaki “gasledin” sözü bize sular üzerideki topluluğun haklarını bildirmektedir.

Bugün her şey para ile alınıp satılmaktadır. Yollar da paralı hâle getirilmektedir. Kapitalistler her şeyi paralı yapmaktadırlar. Sosyalistler de her şeyi parasız hâle getirmeğe çalışmışlardır. Kuran ise konularına göre bazılarını özel mülkiyete bırakmış, bazılarını ise kamu mülkiyetine koymuştur. İşte bunların neler olduğunu tesbit etme yetkisini de topluluklara, içtihada ve icmaya bırakmıştır. Bucaktan bucağa, ülkeden ülkeye değişecektir.

وُجُوهَكُمْ

(VuCUvHaKuM)

“Yüzlerinizi gaslediniz.”

Vech/yüz” kelimesi üzerinde ihtilaf edilmiştir. Görünen yerdir denmiş, çenenin altını bile yüz sayanlar olmuştur. Biz vechi re’ste yani başta olan bir yer olarak tarif ediyoruz. Yaratılışta çıplak olan, kadınlarda açık bulunan yerlere “vech” diyoruz. Kadınların kapalı olmayan yerleri erkekler için de yüzdür. Boğaz sınır olduğundan, sınır asıla dahil kabul edilmediği için bize göre hariçtir. Kadınlar için de yüzlerinin görüneni göstermeleri helal kılınmıştır. Bizim tarifimize göre kulaklar da vech içindedir. Ne var ki kulaklar vechin sınırındadır. Saçlı olmadığı için baş kısmına dahildir. Vechin de sınırında olduğu için vech de değildir. Bağımsız bir uzuv olarak da ele almayız. Çünkü mesh veya gasledilmiş re’sin yani başın içindedir. O halde ara bir hüküm uygularız. Kulakları gasletmek farz değildir ama istiabla mesh farzdır. Yüzde ise yıkama gerekmektedir. Saçlı olan kısımda meshin istiabı yani kaplanması gerekmez.

Kulak gibi müşkül olan ağız vardır. Ağız yüzden midir, yoksa değil midir? Oruçlu iken de ağzımıza su alıyoruz, sonra dışarı çıkarıyoruz. Demek ki içten değildir. Onların da çalkalanması gerekmektedir. Bize göre ağzın çalkalanması da farzdır. Burun ise ağıza kıyas edilemez, çünkü buruna su alma olağan değildir. Sünnet kabul edilebilir.

Burada misvak kullanma hususunun da irdelenmesi gerekir. “Siyabını tethir et” emrindeki emir; necasetten uzak tut mu, yoksa kirleneni yıka anlamında mıdır? Kirlenince yıka anlamındadır. Rüczden hicret ifadesi atıfla getirilmiştir. Matuf matufun aleyhten ayrıdır. O halde elbisemizin kirlenmesi halinde onu da yıkamak farzdır. Yüzümüzde kir olmadığı halde yıkamak emrolunduğu gibi elbisemizde de kir olmasa bile değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu şartlar altında ağzınızda bulunan kalıntıları fırçalayıp uzaklaştırmak, yani fırça kullanmak da farzdır. Hazreti Peygamber de bunun üzerinde çokça durmuştur. Günde bir defa da olsa yeterli midir, yoksa her abdest alınırken fırçalanması mı gerekir, yahut hiç olmazsa gusülden sonra mı fırçalanması gerekir?

Bugünkü imkanlar oluşuncaya kadar sıkıntı olmasın diye fırçalamak farz değildir. Ama bugünkü imkanlar elde edilince her abdestte fırçalamayı doğru bulurum. Bunun için kutulu fırçayı kullanmalıyız. Elbisemizin bir yerinde ona özel cep yapmalıyız. Her abdest aldığımızda dişlerimizi fırçalamalıyız. Macun kullanmak gerekmez, macunun günde bir defa kullanılması hasen olur.

Çocuk eğitimi, bunlara çocuklar tarafından küçük yaşta başlanmasıdır. Süt dişlerin düşmesinin sebebi budur. Çocuklar süt dişlerini de temiz tutması için fırçayı kullanmalıdır. Yani çocuklar diş fırçasını kullanmaya alışsınlar diye insanlarda süt dişler dökülmektedir. Bununla beraber bu hükme tam varabilmemiz için hayvanlarda süt dişler dökülmemelidir.

وَأَيْدِيَكُمْ

(Va EaYDiYaKuM)

“Ve kollarınızı.”

Türkçede “el” dediğimiz zaman bileklere kadar olan kısma denmektedir, “kol” dediğimiz zaman da bilekten sonraki kısımdır. Arapçada da böyle iki kelime vardır. “Zira” kol demektir. “Yed” ise el demektir. Türkçede “el ayak” dediğimiz zaman kol ile bacağı da kastederiz. Aksini yapmayız. Çoğu kelimelerin iki mânâları vardır; dar mânâları, geniş mânâları. Mesela, “re’s” dediğimiz zaman iki şeyden birini kastederiz. Saçlı olmaksızın “re’s’ olduğu gibi gövdenin üstündeki yüz ve başın ortak adı da “re’s”dir. “Hüve” erkek için “odur. “Hiye” kadın için “o”dur. Ama eğer ikisi birden kastedilecekse o zaman “hüve” kullanılır. Burada geniş mânâdaki “hüve” ile dar mânâdaki “hüve” müşterek kelimedir. Karine ile hangisinin anlaşılacağı bilinmektedir.

“Ellerinizi yıkayın” dediğimiz zaman sadece bileğe kadar yıkamamız gerekseydi dirseklere kadar denmezdi. Dar mânâda anlar, bileklere kadar yıkama ile yetinirdik. Nitekim “hırsızın elini kesin” dendiği zaman dar mânâda anlarız ve bilekten keseriz. Çünkü farzlarda ve cezalarda en hafifi geçerlidir.

Buradaki “yed” kol ve el mânâsında mıdır, yoksa sadece el mânâsında mıdır, yani dar mânâda el mi yoksa geniş mânâda el midir? Bunu kolayca biliriz, çünkü dirseklere kadar denmiştir. Türkiye’de “Tahran’a kadar git” denmez, Türkiye’de “Ankara’ya kadar git” denir. O halde dirsek dar mânâsındaki elin içinde olamaz, geniş mânâda el anlamındadır.

إِلَى الْمَرَافِقِ

(EiLa eLMaRAvFıQı)

“Dirseklere kadar.”

“Refik” arkadaş demektir. “Mirfek” arkadaşlık yeri demektir. Kol ile ayrılır. Omuza bağlı olan kola arka kol denmektedir. Bir de el ile arka kol arasında olan kol vardır, buna da ön kol denmektedir. Arka kolda tek kemik, ön kolda iki kemik vardır. İkisini birleştiren yere “mirfek” denmektedir.

Merafik” arkadaşlık yerleri demektir. “Merafik” “mirfek”in çoğuludur.

Dirseklerin de yıkanması gerekmektedir. Müçtehitler gereklidir diyorlar. Bunu şöyle açıklıyorlar. Geniş mânâda ellerinizi yıkayın emri omuza kadar yıkanmasını gerektirir. “İlâ” kelimesi geriye almaktadır.

“Ankara’ya Kırıkkale’ye kadar gidiniz” dersek, Kırıkkale’nin sınırına kadar gidersiniz. Ondan sonrasına gitmeniz gerekmez. Ama “Ankara’ya Sincan’a kadar gidiniz” dersek, Sincan’a da girmek gerekir. Çünkü Ankara Sincan’ı da içine almaktadır.

Şimdi iki organımızın yıkanmasını emretmektedir.

Acaba bunun hikmeti nedir?

İnsan çıplak yaratılmıştır. Tüyleri yoktur. Onun yerini elbise almıştır. Elbise vücudu örter ve dışarıda gelen kirlilikten korur. Bundan istisna edilen iki uzuv vardır; yüz ve eller. Bunların açık olması gerekir. Çünkü yüzümüz kulak, burun, ağız ve göz gibi duyu organlarını taşımaktadır. Ellerimizle de iş yaparız. Bunları elbise ile kapatırsak hayatımız zorlaşır. Bu açık olan yerleri zaman zaman yıkamamız gerekir ki tozdan ve diğer kirliliklerden bunlar korunsun. Bu durumda abdest uzuvları demek, açık olan ve elbise ile örtülü olmayan uzuvları yıkamak demektir.

Burada şu soru sorulabilir.

Kollarımız dirseklere kadar mı açıktır, yoksa bileklerimize kadar mı açıktır?

Dirseklere kadar açıksa, kadınlar dirseklere kadar kollarını açabilirler demektir. Yoksa ancak ellere kadar açık olacaktır. Bu âyetin ifadesi ile kadınlar dirseklere kadar açabilirler.

Buna şöyle cevap verilmektedir.

Asıl açık olan bileğe kadardır. Ne var ki yıkanırken ellerimizi kullanıyoruz. Dirseklere kadar açmazsak elbisemiz kirlenir. O halde dirseklere kadar emri açıklık illetinden değil de, ittikadan dolayı, yani korunmadan dolayı emredilmiştir. O halde kadınlar ancak bileklere kadar açabilirler. Buna cevap olarak kadınlar da abdest alırken açmak zorunda olacaklardır, yoksa açık yerlerde abdest alamazlar, o da onlara harec olur.

Bu tartışmalara bizim vereceğimiz cevap örflerdir. Kadınlar örfte dirseklere kadar açık geziyorlarsa, o zaman açık gezebilirler. Ama onların örfünde bileklere kadar açıksa, o zaman kollarını da açmamalıdırlar.

Yıkanmada başka sorunlar çıkar.

Bir kimse eline kına koysa ve bu deriyi kaplasa yıkanmış olur mu?

Diş kaplaması yapıldığı zaman dişim de yıkanmış olur mu?

Önce, kına deriye nüfuz etmekte, artık derinin bir parçası hâline gelmektedir. Meşru ise abdeste mâni bir şey yoktur. Deriye nüfuz etmeyip ruj gibi kaplıyor, sonra çıkarılıyorsa, bu hususta ne fetva vereceğiz? Meşru olup olmaması ayrı bir tartışmadır. Ancak gasil olmamaktadır. Yani su hücrelere temas edip onlara girmektedir. Gasil sadece temizlik için ise örttüğü için abdest geçerli olmalıdır. Ama yıkanmanın başka amacı da vardır.

Soğuk su ile ıslanan vücutta soğuma meydana gelir ve kan içeriye gider. Sonra normal durum olunca orasını ısıtmak için kan oraya hücum eder. Böylece kan basıncında değişiklik olur. Dolayısıyla yıkanmanın, sürekli yıkanmanın temizlik dışında da etkisi vardır. Bunun için yeter büyüklükte uzuvların yıkanması gerekir. Bunu esas aldığımızda, deriyi ıslanmadan ortaya koyan kaplama üzerinde yıkama geçerli olmaz. Diş ve saç için durum böyle değildir.

وَامْسَحُوا

(VaMSaXUv)  

“Meshediniz.”

Meshediniz” “gaslediniz”e atfedilmiştir. “Gasil” suyun akması anlamında olduğu halde, “mesh” sadece ıslatılması, hattâ değmesi anlamındadır.

Abdestin iki rüknü vardır; gasil ve mesh. Yüz ve eller yıkanacak, baş ve ayaklar meshedilecektir. İki uzuv yıkanacak, iki uzuv meshedilecektir.

Kuru olarak elin sürülmesi de mesh midir? Yoksa mesh bir şeyi bir şeyin üzerine sürmek midir? Suyu derinin üzerine sürmek meshtir. Toprağı deriye sürmek meshtir.

Süleyman aleyhisselâm, hayvanları bana getirin onları sıvazlayayım demişti. Burada sadece elleri sürme olacaktır. Teyemmümde ise “saiden tayyiben” denmektedir. Orada sürme anlamına gelebilir.

Mesh su ile sıvazlamak mı, susuz sıvazlamak mıdır?

Mest üzerine meshte bir şey kullanmıyoruz. Susuz mesh ediyoruz. Baştaki meshin de böyle olması anlamında mıdır?

Meshin hikmeti nedir?

Su ile veya toprakla mesh ettiğimizde, deriyi ıslattığımız veya toprak sürdüğümüzde başka yararları olabilir. Mestlerin üzerine meshte elbette böyle bir yarar yoktur. Sadece ayak yıkamayı hatırlatma anlamını taşır. Sıra ile kontrol etmemiz gerekir.

Mesh etmek genellikle elle yapılır. Dolayısıyla meshetme kökü elle meshetmeyi de içermektedir. Nasıl “külü” dendiği zaman ağzımızla demekse, meshetmek de elle meshetmektir. Yürümek de ayakla yürümektir. Konuşmak da dille konuşmaktır. Görmek, gözle görmektir. Mesh de böyledir. “Mesh” kelimesi müteaddidir, bir şeyi meshedersiniz.

بِرُءُوسِكُمْ

(BiRuuSiKuM)

“Re’slerinizi”

Buradaki “Bi” “Fi” mânâsındadır. Belirli yerinde anlamındadır. Başın tamamı söz konusu olsaydı “ruuseküm” derdi, “bi” gelmezdi.

Başın meshi üzerinde ihtilaf vardır. Kimi en küçük sürme yeterlidir, kimi başın dörtte biri yeterlidir diyor, kimi de tamamı gereklidir diyor.

Bizim kanaatimiz şudur. Abdest uzuvlarının, açık olan yani elbise ile örtülmeyen uzuvların yıkanması veya meshedilmesi gerekir. Başı açık gezenlerin başlarının tamamını mesh etmeleri gerekir. Başın aşağısına sarkan saçların meshi gerekmez. Başını tamamen örtmeyen, kısmen görünenlerin başlarının dörtte birini meshetmeleri gerekir. Başını örtenlerin ise sadene ayaktaki mesh gibi elle işaret etmeleri yeterlidir.

Burada başka bir konu ortaya çıkıyor. Kadınların başlarını örtmeleri farz mıdır?

Kur’an’da baş örtülerini omuzlarına sarkıtsınlar denmektedir. Bunun başka mânâsı yakalarını, omuzlarını ve göğüslerini göstermesinler demektir. Bunu da başörtüleri ile yapsınlar denmiş olmaktadır. Kur’an’da, cahiliye dönemi gibi teberrüç etmesinler diyor. O halde saçlara değişik şekiller vererek süslenmek haram kılınmıştır. Baştan aşağı sarkıtılmış saçlar da haram edilmiştir. Başında arkaya taranmış düz saçların görünmesinde bir mahzur olmamalıdır. İşte bu takdirde dörtte bir kadar mesh yeterlidir.

Bununla beraber Kur’an’da “ondan zahir olanın dışında” ifadesi geçmektedir. Giyinmede topluluğun kurallarına göre örtünmek gerekir. Kadının kendisini belirleme şeklindeki giyinişi Kur’an tarafından men edilmiştir.

Bugün oluşmuş bir moda vardır. Erkekler saçlarını kısaltmakta, enselerinden almaktadır. Kadınlar saçlarını uzatmaktadırlar. Böylece kişinin kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmaktadır. Biz erkeklerin saçlarını uzatmalarını, kadınların da saçlarını kısaltmalarını haram görürüz. Asıl haram kılınan erkeklerle kadınların birbirinden fark edilmemeleridir. Başörtüsü de bunu ifade eder. Kadınların pantolon giymesi meşrudur. Ne var ki üstlerinde etek olması gerekir. Kadınların takı takması meşrudur. Erkeklerin yüzük dışında takı takmaları, küpe takmaları haramdır.

Örtünme, edep yerlerinin kapatılması anlamında erkeklere ve kadınlara farzdır. Bunun dışında giyim örfe tâbidir. Elbisemiz ise aynı zamanda mesaj aracıdır. Kadın veya erkek olduğunu belirtmesi gibi, evli olup olmadıkları gibi, İslâm nikahı ile mi yoksa muta nikahı ile mi evli olduklarını veya hangi nikahla evli olmak istediklerini gösteren elbiseleri giymek gerekmektedir. Ayrıca tahsil derecelerini, mesleklerini, mensup oldukları toplulukları ifade eden elbiseler giyilmelidir.

Burada tartışılan başka konu da şudur. Kur’an’da “ğassilu” demeyip “fagsilu” denmiş olması nedeniyle farz olan bir defa yıkamaktır. İki defa, üç defa yıkamak müstehap mıdır, sünnet midir? Cünüplükte teşdit sigası da getirilmiştir. Demek ki bir defa vücudu ıslatmak farz, çok defa ıslatmak da sünnettir. Kıyas yoluyla abdest için de aynı şeyi söyleriz. Bu elbiseler için de doğrudur. Bir defa ıslatarak yıkamak farzdır. Ama daha fazla yıkamak da sünnettir.

Tartışılan konular bunlar değildir. Gerek boy abdestinde gerekse abdestde üç defa yıkanmasının sünnet olduğunda icma vardır. Dolayısıyla bizim gasle kıyasla abdestin de üç defa yıkanacağının sünnet olması sadece bu icmanın Kur’an’a dayandığını göstermek içindir. Yoksa sünnetliğinde bir ihtilafımız yoktur.

Asıl ihtilaf şuradadır. Başa üç defa meshetmek de sünnet midir? Bu hususta ihtilaf vardır. Kimileri sünnettir demektedirler. Kimileri de istiab, yani tamamını meshetmek sünnettir demektedir. Üç defa mesh sünnet değildir. Bize göre saçların düzeltilmesi, uzun saçlılar için ve uzun sakallılar için taranması sünnettir. Üç defa meshin fazla anlamı yoktur.

وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ

(Va EaRCuLaKuM EiLay eLKaGBaYNı)

“Ve ayaklarınızı topuklara kadar.”

Ricl” ayak demektir. Topuklara kadar olan kısmın adıdır. Ondan sonrakinin ismi “sak”dır. Türkçede “bacak” denmektedir; “ayak” dediğimiz zaman bacağı da içine alır.

Bacakla yürümeyiz, ayakla yürürüz. Demek ki “ricl”in iki anlamı vardır. Dar mânâdaki anlamı topuklara kadardır. Geniş mânâdaki anlamı ise kalçaya kadar olan kısımdır.

Ayakların yıkanması istenmektedir.  Bu “meshediniz”den sonra gelmiştir. O halde ayaklar da mesh edilecektir. Ne var ki üstün ile de okunduğu için aynı zamanda gasledilecektir demektir. Bu şöyle izah edilmektedir. İlk olarak  ben bu mânâyı verdim sanmıştım. Subütül müsellemde bu konu çok açık bir şekilde anlatılmıştır. “Manası topuğa kadar giyilmiş ayaklarınızı meshediniz. Topuklara kadar giyilmemiş ayakların üzerinde mesh yoktur. Buna işaret etmektedir. Bu en uygun açıklamadır.” (Cilt 2/196)

Hem esreli hem üstün okunması iki hâli ifade eder. Ayağınız çıplaksa yıkayınız, ayağınız giyilmişse meshediniz. Topuklara kadar yıkayınız yahut topuklara kadar giyilmişse meshediniz.

Kur’an’da birçok konuda kendiliğimden yorumlar yaptım. Burada olduğu gibi benim gibi yorumlayan başkaları da olmuştur. Bunun anlamı şudur ki; biz kurallara uyarken yorumladığımızda aynı sonuca varıyoruz. Birbirimizden habersiz olarak aynı sonuca varıyoruz. Demek ki önce kurallar doğrudur. Sonra da Kur’an gerçek kurallara göre yorumlanacak şekilde nâzil olmuştur.

Şimdi şu soru cevaplanmalıdır.

Asıl olan ayakların giyilmesi midir, yoksa asıl olan ayakların çıplak olması mıdır?

İlkel topluluklarda ayakların çıplak olması asıldır. Çünkü ayakkabı imalat teknolojisi yoktur. Ben köyümde büyürken ayaklarımız çıplak olarak gezerdik. Karla karışık çamurda bile çıplak ayaklarımla on dakikalık mesafeye gidip koyunları getirdiğimi hatırlıyorum.

Şimdi ise 15 liraya ayakkabı aldım, giyiniyorum. Demek ki iki saatlik emekle bir sene giyilecek ayakkabı alabiliyoruz.

Bugün artık çıplak ayaklı yani ayakkabısız kimse yoktur demektir. Demek ki ileri medeniyette ayakların giyinilmiş olması asıldır.

İşte bu sebepledir ki Kur’an’da ayakların mesh veya yıkanmasını başı meshten sonraya almıştır. İki kıraatle her ikisini de tedvin etmiştir.

وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا

(Va EiN KuNTuM CuNuBan)

“Ve cünüp iseniz.”

“Cenb” yan demektir. “Cenb” ayrı demektir. “Ecnebi” yabancı anlamındadır.

Cunub” kelimesi mastardır. Uzaklaşmak demektir, yan çizmek demektir. Mastar isim hâlinde gelmiştir. Cenabet olan anlamındadır. “Cenabet” meninin adıdır. Dışarıya atıldığı için bu adı almıştır. Sperm erkeğin yumurtası demektir. Hayız olmak da cünüplüktür.

Cünüp olursanız” demek, erkek veya dişi hücreleri dışarıya çıkarmış iseniz demektir. İnsanlarda cins şarj meydana gelmektedir. Boşalmakla deşarj olmaktadır. Vücudun içinden ifrazat olmaktadır. Sinirler gerilmektedir. Su ile yıkanıldığı takdirde bu gerginlik ortadan kalkmakta, vücuttan ter yoluyla atılan ifrazat da temizlenmektedir.

Cünüp olanın yıkanmasındaki başka hikmet ise cinsi ilişkilerin dengelenmesidir. Sık ilişki aşırı doyumluluk meydana getirmekte, bu da eşleri birbirlerinden soğutmaktadır. Nasıl acıktığınız zaman daha zevkle yemek yerseniz, aralıklarla cinsi ilişki de eşleri birbirlerine yaklaştırmaktadır. İnsanlar hayvanlardan farklı olarak sürekli cinsi arzu duymaktadırlar. Bu arzunun dengelenmesi için de hayızlı ve yıkanmadan ilişki farz kılınmıştır. Çok eşli olanların ikinci eşle temas etmeden önce yıkanmalarını bu illetten dolayı gerekli görürüm.

Kadınların cünüp olmaları demek hayızlı olmaları demektir.

Diğer taraftan kadın erkek ilişkisinde meni gelmese dahi yıkanmak gerekir. Duhul yeterlidir.

Bu husus aşağıdaki beyanlardan istidlal edilmiştir.

فَاطَّهَّرُوا

(Fa ioOahHaRUv)

“İthar ediniz.”

Tefeül babıdır fa tatahharu denmiştir. “Te” “Ta”ya dönüşmüş, idgam olmuş, vasıl hemzesi gelmiş, kıraatta düşmüş. İyice yıkanın denmektedir. Üç defa yıkanın. Yahut her yerinizi yıkayın demektir. Bu sebepledir ki abdestte ağız ve burunun gaslini farz görmektedirler. Ağızla burunu cünüplükten yıkanmada farz görmektedirler. Bence üç defa da yıkanılması farz olmuş oluyor. Ne var ki bir defa yıkayan da cünüplükten çıkmış olur.

Bir malı ambalajı ile teslim etmek farzdır. Ama ambalajsız teslim de geçerlidir. Teslim alan almaktan imtina edemez. Belki ambalaj farkını ister.

Birçok emirler vardır ki farzdır ama şart değildir.

Üç defa yıkamak da böyledir.

Demek ki temizlik için iki şey emredilmiştir.

Biri açık olan uzuvlarımızın yıkanması, diğeri de bütün bedenin yıkanması.

Burada bütün bedenin yıkanması için illet olarak cünüplük gösterilmiştir. Abdest için illet ise namaza kıyam etmek gösterilmiştir. O halde günde beş veya altı defa abdest alacağız. Cünüp olduğumuzda yıkanacağız.

Cünüp olmuyorsak, kadınlar hayızdan kesilmişlerse veya erkekler de yaşlanmışlarsa yıkanmaları gerekmez mi?

Bunun cevabını verebilmemiz için iddet meselesine bakmalıyız.

İddetin sebebi çocuğun olma ihtimalidir. Bunun başka sebebi de vardır. Kadın bir erkekle cinsi ilişki kurduğu zaman onun suyunu bedenine alır ve bedenini o erkekten gelen çocuğa hazırlar. Başka erkeğin suyunu alınca bedende çatışma meydana gelir, genlerde bozulma meydana gelir ve yeni virüslerin veya mikropların üremesine sebep olur. O sebeple çocukları olmasa bile yani kadın hayızdan kesilse bile üç ay iddet beklenmesi emredilmiştir.

Temizlikte cünüp olmasa bile yıkanmak gerekmektedir.

O halde her namaz kılınmadan evvel abdest alınması gerekir.

Her cuma günü de boy abdesti alınmalıdır.

Bunun için pratik olmalıdır. Namaz kılındıktan sonra tuvalet yapılmalıdır. Namaz beklenmelidir. Çünkü o takdirde tuvalet meşgul olur, cemaat oluşmaz. Bununla beraber müstehab olanı her namazdan önce abdesti yeniden almaktır. Ancak bunun için de sadece el ve yüzün bir defa yıkanması ve ayaklara meshedilmesi gerekir. Tuvaleti hemen boşaltmalıyız. Böylece abdest alacaklara imkan hazırlamalıyız. Girip de dakikalarca tuvalette kalmak diğerlerinin hukukuna tecavüzdür. Bu bilinmedir. Ayakları da o saatlerde yıkamak haram olmasa bile mekruhtur.

Cumayı neden gusül için sebep yaptık?

Beş vakit namaza kıyas ettik. Zaten namaza kıyam ettiğinizde dendiği için Cuma namazına kıyam ettiğinizde daha fazla yıkanın anlamı çıkar.

وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى

(Va iN KuNTUM MaRWAy)

“Ve hasta iseniz.”

Gerek cünüpte gerekse hastalıkta çoğul kullanılmıştır. Yani insanların yıkanabilmeleri için abdest alınacak yerler tesis edilmelidir. Ayrıca yıkanma yerleri de tesis edilmelidir. Tuvalette duş alma imkanı olmalıdır, elbise çıkarma imkanı olmalıdır, kilitlenebilmelidir. Hastalık da böylece topluluğun ilgilenmesi gereken bir mevzudur. Hastaya bakmak insanlara mahsus bir vecibedir, farzdır.

Kime farzdır?

Genel olarak ailesine bu vecibe yüklenmiştir. Yahut devlet yapmaktadır. İkisi de yanlıştır. Hastaya bakmak görevi aşirete/ocağa aittir. Her aşirette/ocakta mescit bulunur. Mescitte hastaların gündüz kalacakları yer olur. Aşiretin, apartmanın, ocağın, semtin kadınları nöbet beklerler. Böylece hasta ve çocuklar da bakılmış olur. Doktor ise aşirete, apartmana, ocağa gelir, orada muayene ve tedavi eder. Ancak özel hastalar revire ilçeye götürülüp orada muayene edilir. Daha ağırları bölge hastahanelerine gider. Başı ağrıyan hastahaneye gitmez.

Bu âyet bize sağlık işleri ile topluluğun meşgul olması gerektiğini ifade eder.

Herkesin bir sağlık danışmanı vardır. Bunlar semtlerde bulunur. Kendilerine her zaman danışılır. Bu sağlık danışmanı aynı zamanda ilçedeki doktorun temsilcisidir. Telefonla görüşerek kişinin sağlıkla ilgili olan problemini çözer. Gerekirse doktor gelir, muayene eder. Acilse ilçeye götürülür. Sağlık vakıfları tarafından karşılanır. Hasta herhangi bir ücret ödemez. Tuvaletler de paralı olamaz, olmamalı.

أَوْ عَلَى سَفَرٍ

(EaV GaLay SaFaRın)

“Yahut seferde iseniz.”

Sefer” geceyi dışarıda geçirecek kadar uzağa gitmek anlamındadır. Sabahın ağarma vaktine şahit olursanız anlamından gelmektedir. Fiil olarak getirmeyip “kâne” fiili ile getirmiş olması, belli mesafede misafir olma anlamına gelir.

Alâ” kelimesi yakın yolculuğun misafirlik olmadığını ifade eder. Bu uzak mesafe üzerinde Hazreti Peygamber’in uygulaması vardır. Yani bir yere gitmiş ve orada sefer namazını kılmıştır. Bunun dışında bir açıklaması yoktur. Kimileri bir, kimileri iki, kimileri de üç konaklama yeri olarak tanımlamışlardır.

Eskiden 6 saatlik mesafelerde konaklama yerleri tesis edilirdi. Halk altı saat yürür ve konaklardı. Bazen 12 saat gider ve konaklardı. Hayvanların otlayıp istirahat etmeleri gerektiği için günde 6 saatlik mesafeden fazla gitmezlerdi.

Çöl yolculuğunda deve yürüyüşü, dağlık yerlerde at yürüyüşü esas alınır. Denizlerde de sallı kayıklar esas alınmıştır. Hızlı veya yavaş yürüme yerine mesafe esas alınmıştır.

Muhammed Hamdi Yazır ise bugün otomobil yolculuğu esas alınmalıdır diyor. Uçak yolcuları için sefer söz konusu olamaz demektir.

Biz ise seferin hikmetini “meşakkat” değil “yabancılık” olarak alıyoruz. İlinden ayrılan misafirdir. Sefere de bucağından ayrılması ile başlar.

Şu anlaşılmaktadır. Artvin’in Camili bucağında oturan kişi Hopa’ya gidecekse misafir değildir ama Samsun’a gidecekse misafirdir. Misafirliği Camili bucağından başlar.

 Kur’an’da hastalık ve misafirlikten söz edilmektedir. Biri kişinin kendisinden gelen arızadır. Biri de çevreden gelen arızadır. Fıkıhçılar bunu arazı semaviye arazı arziye diye ayırmaktadırlar. Bu ayırımı biz de kabul ediyoruz. Sosyal arazlar vardır, doğal arazlar vardır. Kur’an yıkanma konusunda ikisini de zikretmektedir.

أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ

(EaV CAvEa EPaDün MiNKuM MiNa eLĞAEiTi)

“Yahut sizden biriniz gaitten gelirse.”

Burada hitabdan gaybe cemden müfrede udul etmiştir.

“Gaitten gelirseniz” denmemiştir. Çünkü gaitten gelme toplulukla ilgili bir konu değildir. Herkes kendisi gaitten gelecektir. Bu sebeple topluluğa ait hususlar birlikte sayılmış, misafirlik de toplulukla ilgili kabul edilmiştir. Çünkü birlikte hareket edilecek, yollar ve konak yerleri bedelsiz olacaktır. Hattâ yakıtlar da parasız olacaktır. Oysa tuvaletten gelme ise kişiseldir. Diğer taraftan gait burada marife gelmiştir. Gelişigüzel çukur değil, bizim “tuvalet” dediğimiz yerdir. Tuvaletlerin yapılması da emredilmiş bulunmaktadır. Avrupa’da 20’nci yüzyıla kadar evlerde tuvalet yoktu. Herkes evinde bir kap içine pisler, sonra sokağa atarlardı. Çöpçüler onları toplardı. İslâmiyet’le yakın temas kurunca evlere ortak tuvalet yapmaya başladılar. Almanya’da eski evlerin çoğu ortak tuvalete sahip idi. İslâmiyet’te ise her evin tuvaleti vardır. Bugün bu yaygınlaşmaktadır. Belki her odanın tuvaleti olacaktır. Müfret getirilmiş olması bundan dolayıdır. Gaitin marife olması ise bunların gelişigüzel çukur değil, doğrudan tuvalet olmasından ileri gelmektedir.

Burada önemli husus vardır. Hazreti Peygamber su ile tuvalet yapmamıştır, taşla yapmıştır. Doğudakiler hâlâ taşı da kullanırlar. Ama biraz sonra su ile tuvalet yaygınlaşmıştır. Tuvaletin gaitle adlandırılması da başka hikmete mebnidir. Tuvalet suları bir çukurda toplanacak, orada arıtılacak, ondan sonra akarsulara verilecektir. Tuvalet sularının doğrudan akarsulara veya denizlere akıtılması kirlilik yaptığı için haram kılınmıştır. Bunun en iyi örnekleri İzmir Körfezi’nde ve İstanbul Halici’nde görülmüştür.

Burada “gait” kelimesinin başka önemli anlamı daha vardır. Almanya’da akarsulara baktığınızda simsiyah akan akarsular tüm çevreyi kirletmektedir. Kur’an’da insanların yaptıklarından dolayı karalarda ve denizlerde fesat zuhur etmiştir deniyor. Bugün en büyük bela çevre kirliliğidir. Batı’daki çevreci bir profesör demişti ki; siz çevre kirlenmesine çare bulun; işsizliğe aşsızlığa biz çare bulmuş olursunuz!

İşte, çevre kirliliğine çözüm bulundu. Sanayi artıklarını akarsulara, havaya, toprağa karıştırılması haramdır. Bunlar bir araya getirilecek, çukur kazılacak ve gömülecektir. Derin çukurlara gömülecek. Örnek olarak, atom enerjisi artıkları derin çukurlara gömülecektir. Bunlar sonra çıkartılarak ham madde olarak da değerlendirilebilir. Demek ki sanayi atıkları sulara karıştırılmayacak, çukurlara gömülecektir.

Burada başka bir istidlal daha yapıyoruz. Cünüplük için teyemmüm ile hadesten taharet için teyemmüm aynı teyemmümdür. Her ikisinde de zikretmektedir. Demek ki cünüp olan abdestini bozmuş olmuyor. Yoksa evleviyetle delalet edeceği için teyemmüm için ayrıca zikretmeye gerek olmazdı.

أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ

(EaV LaMaSTuMu elNıSAEa)

“Yahut nisanızla lems ettiğinizde.”

Burada yine çoğul kullanılmıştır. Evlilik işlerinin topluluk işi olduğu ve yıkanma müesseselerinin toplulukça yerine getirilmesi gerektiğidir.

Cinsi ilişki Kur’an’da dört şekilde ifade edilmiştir.

Mübaşeret etme: Cinsi ilişkide bulunma ve çocuğun olması için gerekli inzalin olması.

Duhul: Cinsi ilişkinin olması ama inzalin olmaması.

Mülamese etmek: Duhul olmasa bile birbirinin teması sonunda inzalin vaki olması.

Temasın Olması: İnzalsiz ve duhulsüz olsa bile birbirlerine temasla zevk almaları.

Bunların hükümleri ayrı ayrıdır. Zıharda temas men edilmiştir. Cünüp olmak için inzal esas alınmıştır. Eşlerden birisinde inzal yeterlidir. Duhul olduğunda inzal olmasa da gusül gerekir hükmü evleviyetle çıkarılır. Çünkü eşlerden birinde inzal olmadığı halde yıkanması gerekiyor. “Lames”in mufaale babında olması bunu ifade eder. Birisinin yıkanması gerekiyorsa diğerinin de yıkanması gerekir.

فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً

(Fa LaM TaCıDUv MAvEan)

“Su bulamazsanız.”

Uçurumun altında akan su buldunuz ama onu kullanamıyorsunuz. Türkçede bu “bulmak”tır; “bilmek” kelimesine akrabadır. Halbuki Arapçadaki “bulmak” ona gücü yetirmek anlamındadır. Vucdu demektir. İcad etmek de bu anlamdadır. Bulamazsanız onu kullanamazsınız demektir. Bir hastaya eğer su zararlı ise onu vecd etmemiş olur.

“Felen Tecide” denmiyor, “Felem Tecide” deniyor. O halde su bulacağım diye beklemeyeceksiniz. Teyemmüm edeceksiniz. İnsan ezan sesinin gittiği yere kadar mesafede ise oraya gideceksiniz, abdest alacaksınız veya yıkanacaksınız. Ondan daha uzaksa gitmeniz gerekmez. Tehir etmeniz de gerekmez.

Kur’an’ın bize yüklediği bir şey vardır. Daha iyisini yapacağım diye ertelemek, bekletmek yoktur. Çünkü kaybolan zaman daha iyisini yer ve bitirir. Bu sebepledir ki içtihattaki hatadan sorumluluk yoktur. Arabanız hareket ederken dur, yanlış var diyemeziniz; arabayı kenara çekinceye kadar devam edeceksiniz. Hastanız var, tedavide şüphem var diyemezsiniz. Hastaya gerekli şekilde acilen müdahale edersiniz, sonra araştırmanıza devam edersiniz. Namaz bize işte bunları öğretmektedir.

İbadetler birer eğitim müessesesidir. Nasıl hareket edeceğimizi örnekler göstererek öğretmektedir. Madem abdest için bekleme yoktur, diğer işlerde de böyledir. İçtihat yapacak ve zaman kaybetmeden uygulama yapacaksınız. Yoksa trafiği tıkarsınız.

فَتَيَمَّمُوا

(Fa TaYamMaMUv)

“Teyemmüm ediniz.”

“Yem” durgun akarsudur. Boğaz (İstanbul ve Çanakkale) gibi denizler de yemdir.

Teyemmüm etmek” sürünmek anlamındadır. Toprak sürünün veya su sürünün anlamına gelir. Yetecek kadar suyunuz yoksa veya yıkanmanız için yeterli suyunuz yoksa, o zaman ellerinize ve yüzünüze süreceksiniz demektir.

Bu şekilde anladığınız zaman su ile meshedeceksiniz demektir. Bu benim içtihadımdı.

İcmaa aykırı içtihat geçersiz olduğu için bu içtihadım da geçerli değildir. Yani, ben diyorum ki; az su varsa avucu ıslatıp sürme da geçerlidir. Bilhassa tayyıb sait bulması zor ise su ile ıslak eliyle sürmek teyemmümdür. Ancak bununla benim amel edebilmem için bu konuda çağımızın müçtehitlerinin icmaı gerekmektedir. Bir icma ancak icma ile değişebilir.

Teyemmüm etme “ümm”den de gelebilir. Kendi kendinize tâbi olan anlamına gelir ki, eli sürme mânâsı çıkar. İşaret etme anlamına gelebilir, ima ediniz demek olur. Mestlerin üzerindeki mesh bu tür bir teyemmümdür.

O halde burada iki meshi ayırmamız gerekir. Biri elle sadece dokunmadır. Bu meshtir. Biri de her tarafa dolaştırmadır. Bu da teyemmümdür. Bu nedenledir ki burada meshi değil teyemmümü zikretmektedir. Yüz de kaplanacak, eller de kaplanacak.

Bu hususta da ihtilaf vardır. Teyemmüm kelimesinden çok sahabelerin tatbikatı ile buna kani olmuşlardır. Bir de tahfif, yarılama sistemi ile olur. Zaten başın ve ayakların meshi terk edilmiştir. Burada da tümü kaplamazsa eksik kalır diyorlar.

Biz ise bunu teyemmüm ediniz demiş olmasıyla izah ediyoruz. Baştaki meshte de her tarafın kaplanması gerekmediğine yine buradan istidlal ediyoruz.

Burada, yukarıda işaret ettiğimiz bir hususu açıklayarak tamamlayalım. Cünüplük ile abdestsizliğin ayrı ayrı olduğu yukarıda anlaşılmıştı. Her ikisine aynı teyemmüm getirilmiştir. Biri diğerinin içinde olsaydı evleviyetle delalet dolayısıyla ikisinin zikri zaid olurdu. Buradan çıkan mânâ meninin pis olmadığıdır. Gerçekten Hazreti Peygamber meni bulaşmış çamaşırını yıkamadan giymiştir. O halde meni temizdir. Meni temiz olunca yumurta da yani kadının yumurtası da temiz olur. Bunun fıkhi sonucu olarak erkek hayvanın husyeleri yenir. Kuşların yumurtaları da yenir. Temizdir. Daha ileri giderek cenin de yenir, haram değildir; çünkü o da gelişmiş yumurtadır. Balık yumurtaları en makbul yiyecek kabul edilir.

صَعِيدًا طَيِّبًا

(ÖaGıDan OayYıBan)  

“Said tayyib.”

Zararlı olmayan, yararlı olan said, yani toprak. “Said” yokuş demektir, çıplak kayalık demektir. Üzerinde toprak olsun olmasın, yer demektir.

Buradan çıkaracağınız sonuç şudur. Teyemmüm edeceğimiz yer organik olmamalıdır. 100’e yakın elementin doğal birleşmesi olmalıdır. Üzerinde toprak olsun olmasın, önemli değildir. Ne de düz olmalı. Dik veya yatık olmalıdır. Tahtadan duvara el sürmekle teyemmüm olmaz ama kerpiçten sıvaya veya demirden saça sürmekle teyemmüm olur. Şu kadar var ki, yatalak bir kimse başkasının yardımı olmadan duvara varamıyorsa, kendisi zarureten battaniye üzerine veya elbise üzerine elini basarak teyemmüm edebilir. Teyemmüm için özel tuğla bulundurmak doğru değildir. Namaz için özel âlet kullanılamaz.

Burada “tayyib” şartı getirilmiştir. Zararlı madde olmamalıdır. Pislikler de bulaşmamış olmalıdır. Temiz tozu  sürünüz demek olur. Tefeul bâbı olunca sürünüz demek olur. Yağı teyemmüm edin deyince, yağı sürünüz anlamı gelmiş olur.

فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ

(Fa uMSaPUv Bi VuCUvHiKuM)

“Vecihlerinizi  meshedin.”

Fa” harfi tafsil içindir. Yani bize teyemmümün nasıl yapılacağını tarif etmektedir. Vechinizi mesh ediniz. Burada bunun ifade edilmesi meshin tamamen yapılması gerekmez mânâsı verilebilir. Ancak sonunda onla denmesi ile  mesh edilecek. Yani ellere sürülecektir. Kola sürülecektir. İstiab yani tamamen kaplanması teyemmüm kelimesinden anlaşılmaktadır.

“Vech”in tanımı yukarıda yapılmıştır. Kulakları mesh etmek gerekmez. Çünkü orada zaten müşkül idi. Tahfif olunca müşküller düşer. Bu da usulün bir kaidesidir. Kesin olanlar terk edildiğine göre kesin olmayanlar hayda hayda terk edilir.

وَأَيْدِيكُمْ مِنْهُ

(VaEayDiYaKuM MinHu)

“Ve ondan yedlerinizi”

“Onunla meshediniz” demesiyle teyid ediyor. Sadece işaret olsaydı burada “onunla” demeye gerek yoktu. Nitekim başka âyette “minhu” kelimesi geçmemektedir. Biri mukayyed, biri mutlaktır. O zaman iki hâle atfedilir. Mutlakta istiab gerekmez. Mukayyedde istiab gerekir. Bu durumda eğer hasta toprağa ulaşamıyorsa o zaman istiabda gerekmez, sadece el ile işaret eder, yeterlidir.

“Allah hareci murad” etmez ifadesi üzerinde fazlaca durmamız gerekiyor ama bugünkü dersimiz sona erdi, buraya sığmadı.

 

مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(6)

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3001 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2174 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2770 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4426 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2323 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2871 Okunma
20-MAİDE 57-60
2273 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2366 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1820 Okunma
29-MAİDE 89-91
3115 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2446 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma