MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2111 Okunma
MAİDE 119-120

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 75

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قَالَ اللَّهُ هَذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (119) لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا فِيهِنَّ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (120)

 

قَالَ اللَّهُ

(QAvLa elLAvHu)

“Allah kavletti.”

Maide Sûresi “akitleri yerine getirin” emri ile başlamış, sözleşmelere dayalı oluşacak bucaklara ait hükümleri anlatmıştır. Hukukun temeli olan yargı ile ilgili hükümleri koymuş ve sonunda âhiretteki sorgulamayı anlatmaya başlamıştır. Bununla hem bütün bu hükümlerin âhirette sorulacağına işaret etmekte, hem soruşturma örneği verilmekte, hem de “Adil Düzen” kuruluşunda Hıristiyanların oynadığı rollere işaret etmektedir.

Önce resulleri cem edip onlardan hesap sorulacağını ifade ettikten sonra, Hazreti İsa ile ilgili soruşturma örneğini vermiştir. Hazret İsa’ya verilen mucizeler anlatılmış, Havarilerin sofra istemesi açıklanmıştır. Bunları anlatıp geçmişi hatırlattıktan sonra; “Sen mi beni ve annemi ilâh yapın dedin?” diye soruşturmanın sadedine gelinmiştir.

Hazreti İsa da bu soruya net ve açık cevap vermiş, önce “Ben böyle bir şey söylemedim” demiştir. “Ben hayatta iken de böyle bir şey yapmadılar, ondan sonrasını sen bilirsin” diye cevap vermişti. Hazreti İsa sonunda açık dille “Bunlar senin kullarındır, sen bilirsin ama mağfiret edersen sen aziz ve hâkimsin” demiş ve mağfiretini istemiştir. Yani ümmetine sahip çıkmıştır, günahkâr olsalar da onları korumuştur.

Demek başkanlar tabii olarak onları korumakla, onların affını sağlamakla yükümlüdürler. Yargı huzuruna çıktıkları zaman halkın savunucusu olacaklardır. Suçluların cezalarının mağfiretini isteyeceklerdir. Savcıların görevi cezalandırmak değil suçluları savunmak olmalıdır. Mağdur olanlar zaten davacı olacaklardır. Savcıya gerek yoktur ama insan daima günah işlemektedir. Her insan işlediği suçtan cezalandırılsaydı şimdi herkes hapishanede olurdu. Devletin görevidir. Dayanışma avukatları sanıkları koruyacaklardır, savunacaklardır. Gerekirse mağdura diyet verip affını sağlayacaklardır. Devlet de bu diyete katılabilir demektir. Mesela garimîn faslından diyet verilip suçlu cezadan kurtarılabilir.

Şimdi de Allah Hazreti İsa’ya cevap veriyor. Onun bu mağfiret talebine Allah cevap veriyor. Böyle talepleri hemen hemen her peygamber bu dünyada yapmıştır. Âhirette de Hazreti İsa yapacaktır. Bu da âhirette şefaat müessesesinin cüzi de olsa varlığını gösterir. Başkan tebaası için mağfiret talep edebildiğine göre baba da çocukları, hoca talebeleri için böyle talepte bulunabilir. Resulleri ve şeyhleri tanrılaştırmadan onların mutlak şefaatleri olmadığını bilerek insanların gönlünü almanın elbette âhirette yeri olacaktır.

Şimdi merakla elbette Allah’ın cevabını beklemekteyiz...

Ne yapacak?

O şirk koşan Hıristiyanlar için onlar senin ehlin değil mi diyecek, yoksa Hazreti İbrahim peygambere verdiği cevaba benzer zalimler nimetime ulaşamazlar mı diyecek?

Bugünkü Hıristiyanlar âlemi bu âyeti dört gözle mütalaa etmelidirler. Çünkü onların âhiretteki hâli anlatılmaktadır.

هَذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ

(HAvÜAv YaVMu YaNFaGu elÖADıQIyNa ÖıDQuHUM)

“Bu, sadıklara sıdklarının menfaat verdiği yevmdir.”

Allah şimdi Hazreti İsa’nın “Onlar senin ibadındır onlara mağfiret et” isteğine cevap vermektedir. Bu yani içinde bulunduğumuz güne “dönem” denmektedir. “Yevm” “Yem”den dönüşmüş bir kelimedir. “Yem” Nil gibi zamanla taşan büyük durgun akan nehirdir. Periyodik olarak taşması ile diğer ırmaklardan ayrılmaktadır. Zamanın döngüsünü göstermektedir. Sonraları 24 saatin adı olmuş, daha sonra da sadece nehar için de kullanılmaktadır. Kur’an’da leyaliye ve eyyamin atıfları yapılmaktadır. Müfret olarak daha çok dönem anlamındadır.

Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğu müsbet ilmin delilleri ile sabittir. “Kur’an Mucizeleri” olarak saydığımız 250 sayfalık kitap çalışmamızda bunlar gösterilmiştir. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ispat ettikten sonra onun söylediklerini doğru kabul etmemek de ilme aykırı olur, Allah’ın durup dururken yalan söylemesi anlamına gelir ki, bunu kabul etmemiz mümkün değildir.

İşte, Kur’an bize Allah’ın âhiret hakkında verdiği haberleri şöyle iletmektedir.

-Allah hiçbir şeyi oyun olsun diye boş yere yaratmaz. Görevi olmayan, fonksiyonu olmayan bir parça dahi bulunmaz. Bugünkü müsbet ilimlerle biliyoruz ki her şeyin bir görevi var, yaratılışın hikmeti var. O halde bu kâinatın da görevinin olması gerekir.

-Yine Kur’an bize bildirmektedir ki kâinat bir canlı gibi doğmuştur, gelişmiştir, yaşlanmaktadır ve ölecektir. Müsbet ilim de Kur’an’ın bu söylediklerini şüpheye mahal kalmaksızın ispat etmektedir.

-Bütün gördüğümüz hayattaki ölümlerin hepsi daha ileri bir hayata hazırlık içindir. Yaşlanmış ağaç yıkılır, çürüyenin yerine yeni ağaç oluşturur. O halde kâinatın ölümü de daha ileri hayat içindir.

-Evet, bu dünyadan gideceksiniz, daha ileri hayata gideceksiniz. Öldüğünüz yerde tekrar dirilecek ve sizi size hayatınızda arkadaşlık eden üç melek tarafından alınıp mahkemeye götürüleceksiniz. Orada sorguya çekileceksiniz. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa karşılığını bulacaktır, zerre kadar kötülük yapmışsa onun da karşılığını bulacaktır.

İşte Hazreti İsa’ya “Bu” diye işaret ettiği gün o soruşturma ve yargılama günüdür. Sonunda bir sevap on sevap sayılmak şartı ile eğer sevap tarafı ağır gelirse cennete gidecektir. Sevap tarafı hafif gelirse o da cehenneme gidecektir. Bu Kur’an’ın bildirdiği haberlerdendir. Kur’an’ın ilâhi kitap olduğundaki kati deliller karşısında bunlara inanmamak küfür olmaktadır.

Yevm” izmarla gösterilemediği için “Yevm” kelimesi izhar edilmiştir. Bugün denmektedir. “Elyevmu yevmun yenfeu” şeklinde söylemek bizim söyleyeceğimiz cümle olmaktadır. Allah bunun yerine yevmi iki defa tekrar etmemek için “Hâzâ Yevmu” diyerek veciz ifade kullanmıştır. “Yevmu” kelimesi cümleye muzaftır. Cümle nekredir. O halde “Yevm” de nekredir. “Yevmun” deyip tenvinle ifade etmek beliğdir. “Darabtu racülen likefere” demek fasih Arapça değildir. “Darabtü racülen kefere” demek fasih olur. Evet, diğer kıraatler de mevcuttur. Biz sadece bu kıraat üzerinde manâlandırmaya çalışacağız.

Yevmu Yenfeu” isim, fiil cümlesine muzaf olmaz, yevme hem mu’râbdır hem de fiil cümlesine muzaf olabilir. Mübteda mahzuftur. “Yevmu” kelimesi haberdir. Mübteda hazf olununca “Hâzâ” mübteda olmuş olur. Haberdeki yevm mahzuf olan yevmi çok açık şekilde göstermektedir. Bugünün nasıl gün olduğunu anlatmaktadır. Sadıklara sıdklarının menfaat verdiği gündür.

Nef'” bir şeyi taşımak için eşyaya takılan ip veya deriden elektir. Onsuz taşımak mümkün olmaz veya zor olur. Zararın zıddıdır. Zarar ise zor gören katarakt olmuş kişidir. Nef’ ve zarar, zararı nef’in menfisi olarak alabiliriz.

Kâinatta hiçbir şey yok olmamaktadır. Mesela yediğimiz bir elmanın bir zerresi bile kaybolmamaktadır, onun yararı yani nef’i azalmaktadır. Soğuktan sizi koruyan elbisenin korumasına nef’ denmektedir. Açlığını gideren şeylerin açlığı gidermesine nef’ denmektedir.

Tüm canlılar varlıklarını menfaatle korurlar. Âhirete vardığımızda bizim için beklenen sonuç burada ifade edilmiştir. İnsanlar hep günah işleyerek yaşarlar. Örnek olarak herkes yiyerek yaşamaktadır. Yemek demek diğer canlılara zarar vermek demektir. Yani her insan doğduğu günden itibaren borçlu olarak yaşar. İnsan âhirette bunun bedelini ödeyecektir, bunun hesabını verecektir. Bunu Hazreti İsa’ya tapmakla, onun ölümü ile değil de başka yararlı araç kullanacaktır. Kendisine yararlı olan şeyleri taşımak için araçlara ihtiyacı vardır.

Sadıklara sıdkları yarayacaktır. Onun sayesinde borçlarını ödeyeceklerdir. Kendi sıdkları ile yararlanmış olacaklardır. Demek ki âhirette kizbe karşı olan sıdk ile biz kurtulacağız, bizim azığımız sıdk olacaktır.

O halde sıdk nedir?

Sıdk” söylediği sözde duracağını belgeleyen bir teminattır. Kocanın karısına verdiği mehir sadakadır. Boşamayacağını, doğacak çocuğu ile baş başa bırakmayacağını ifade eder. Bir bucak başkanına verilen pay da sadakadır, ona bağlı olduğunu ve itaat edeceğini temin eder.

“Kizb” ise bir tür nebatın boyasıdır. İçini göstermeyen, farklı gösteren şeydir. İnsanın içindekini saklaması, bildiği ve inandığı şeyin aksini söylemesi kizbdir.

Sıdk ve kizb sözün vasfı olmuştur. “Sende şimdi kaç lira var?” diye sormasan da, “Bende 200 lira var” desen, cüzdanını açsak, içinde gerçekten 200 TL çıksa bu sıdktır. Siz “100 liram var” deseniz, cüzdanınızı açsak, içinden 200 lira çıksa veya 50 lira çıksa senin sözün kizbdir. Sıdk ve kizb söylenen sözün gerçeğe olan uygunluğudur diyebiliriz.

قَالَ سَنَنْظُرُ أَصَدَقْتَ أَمْ كُنْتَ مِنَ الْكَاذِبِينَ (27)

27- “Bakacağım sıdk mı ettin yoksa kaziblerden misin?” mealindeki âyette kizb ile sıdkın birbirine zıt olan iki kavram olduğu açıkça ifade edilmiştir.

Müşkil bir sorun vardır.

a) Bir kimsenin cebinde 200 lirası var. Bunu da doğru biliyor. Bu durum gerçek bildiğine uymaktadır. Burada kişi sadıktır.

b) Cebinde 200 lirası var, bunu biliyor ama bilerek 100 liram var diyor. Bu kişi de kazibdir. Bu hususlarda ihtilaf yoktur.

c) Cebinde 200 lirası var ama kendisi 100 lirası var sanıyor. Kaç liran var sorusuna 100 liram var diyor. Bu kişi sadık mıdır kazib midir? Söylediği söz yanlıştır ama kendisi söylerken yalan söylemiyor, doğru söylüyor. İşte müşkülat buradadır. Bu sorunun çözülmesi çok önemlidir.

Hindistan’daki bir köylü biliyor ki inek tanrı değildir, tanrı olmadığını bile bile ona tanrı diyor. Bunun kazib olduğunda şüphemiz yoktur. Ama o Hindu ineğin gerçekten tanrı olduğuna kanidir, onun için o ona tapıyor. Burada bildiği şey yanlıştır ama kendisi yalancı değildir, çünkü o öyle zannediyor. Bu durumda ne olacaktır? O kişi tanrı bildiği şeye tapıyor, dolayısıyla cennete mi gidecektir yoksa tanrı olmayana taptığı için cehenneme mi gidecektir?

Kelamcılar onun cennete gidemeyeceğine kaniler. Biz ise bu görüşe katılmıyoruz. Şöyle istihsan ediyoruz. Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez, kimseye de zerre miskal zulmetmez. Madem ki o kişi ineği tanrı bildi ve onun emirlerine uydu, o halde o mü’mindir, cennete gider. Kâfir demek bile bile aksini yapmak demektir. İneğin tanrı olmadığını bildiği halde onu tanrı kabul edip tapma küfürdür diyoruz. İstihsanla ortaya koyduğumuz bu hükmün çözümünü bu âyette de bulabiliriz.

Hıristiyanların Hazreti İsa’nın ve annesinin ilâh olmadığını bildikleri halde onlara ilâh imiş gibi ibadet etmeleri küfürdür. O Hıristiyanların cehenneme gideceklerini söyleyebiliriz. Ama gerçekten Hazreti İsa ve annesinin ilâhın cüzü olduklarını zannediyor da ona ibadet ediyorlarsa o Hıristiyanlar yalancı değildirler. O halde onların durumu ne olacak? Hazreti İsa esasen bunu soruyor. Allah da buna cevap veriyor.

“Sıdk” kelimesine vereceğimiz manâ bu sebeple çok önemlidir. Eğer cebinde 200 Lirası olup da 100 lirası olduğunu söyleyen kimse sadıksa, o halde yanlış bildikleri için Hazreti İsa’yı ilâh ittihaz edenler de sadıktırlar. Cennete gideceklerdir. Yok, 200 lirası olduğu halde bilmeden 100 lira diye söylemişse bu söz yalandır. O halde söyleyen de yalancıdır dersek 2000 yıllık Hıristiyanların hepsini cehenneme göndermiş oluruz.

Bu hususta Kur’an’a başvurup bu konuyu aydınlatmamız gerekir.

إِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ (1)

“Sana münafıklar geldiklerinde biz şehadet ederiz ki sen Allah’ın resulüsün dediler. Allah senin O’nun resulü olduğunu biliyor ama Allah şehadet eder ki onlar kâzibdir.” (63-1)

Bu âyette münafıklar doğru söyledikleri halde inanmadıklarını söyledikleri için yalancı olmuşlardır. Doğru söylesen bile eğer inanmadığını söylersen yalancı isen, o halde yanlış söylesen bile inandığını söylersen sen sadık olursun.

Kıyas yoluyla inandığı halde yanlış da olsa inandığını söylüyorsa o sadıktır.  Çünkü kizb sıdkın zıddı değil menfisidir.

İşte, Allah Hazreti İsa’ya diyor ki, sadık iseler yani gerçekten öyle zannediyor idilerse sorun yok, kendileri sadık oldukları için onlara mağfiret edilecek ve cennete götürülecekler. Onlara menfaatleri olacak, yani sadece zarar görmeyecekler, bundan yararlanacaklardır.

Yani bir iş yaparsınız, suç olur, ceza görürsünüz. Bir iş yaparsınız, boşa gider ama cezası da yoktur. Ama bir iş yaparsınız, menfaatlenirsiniz, size yararı vardır.

İşte, sadıklar için yarar vardır.

Sıdkuhum” kelimesinde burada kendi sıdkları denmiş olmaktadır. Yani sıdk olması gerekmez, kendilerine göre sıdk olması yeterlidir. Yani sıdklarının objektif olması gerekmez, sübjektif olarak sıdkları yeterlidir demektir.

Bu anlayıştan dolayıdır ki Sıffin savaşında karşı karşıya gelen sahabelerden ölenlerin iki tarafını da şehit sayarlar, çünkü onlar hak bildikleri bir şey için savaştılar, Allah için öldüler diyorlar. Demek ki Haçlı Seferleri yapan Hıristiyanlar da Haçlı Seferleri karşısında savunan mü’minler de, iki taraftan sadık olanlar cennete gideceklerdir. Kendi çıkarları ve yağmacılık için savaşıp Allah için savaşıyoruz diyenler de yalancıdırlar. Onların cehenneme gitmeleri haktır. İster İslâm cephesinden ister Hıristiyan cephesinden olsun hüküm değişmez.

Bugünkü uygarlık Haçlı Seferleri sayesinde oluşmuştur. Kudüs’ü almak için savaşmaya gelen Hıristiyanlar İslâm uygarlığını öğrendiler. Buradan aldıkları malları Avrupa’ya götürdüler, tekniklerini geliştirdiler. Öğrendikleri barut ve pusula sayesinde coğrafya ve astronomi ile ABD’yi fethettiler. Ayrıca İslâm uygarlığının lâikliğini gördüler. Bu savaşlar olmasaydı insanlık hâlâ orta çağda yaşamış olacaktı. O halde gerçekte hepsi haktır. Zaten onları takdir eden insanlar değil Allah’tır. Dolayısıyla Allah’ın onları kasıtlarına göre mükâfatlandırması veya cezalandırmasından başka bir şey düşünülemez.

Bugün uygarlığı Hıristiyanlar dünyaya götürmüşlerdir. Bu görevi Allah onlara vermiştir. Biz götürseydik “Adil Düzen” doğmazdı. Bin sene önceki içtihatlar içinde boğulup giderdik. Onlar götürdü ve şartları hazırladı. Şimdi yeni içtihat ve icmalarla “Adil Düzen” dünyaya yayılacaktır. Olan ne varsa takdir-i İlâhidir, iyidir. Burada bizim için görevimizi doğru yapıp yapmadığımız söz konusudur.

لَهُمْ جَنَّاتٌ

(LaHuM CanNAvTun)

“Onlar için cennetler vardır.”

Eğer imanlarında sadık iseler, gerçekte yanlış da olsa inandıklarını savunmuş ve bildiklerini yapmışlarsa onlar için cennetler vardır. Duanı kabul ediyorum, onları mağfiret etmekle kalmayacak, onları bana ibadet edenler gibi mükâfatlandıracağım diyor Allah.

Lehum” kelimesini başa alarak onlar için cennetler vardır diyor, sıdkları boşa gitmeyecektir diyor.

Cennât” kelimesi kurallı dişi çoğuldur. Yani birbirine uyumlu, birbirini tamamlayan bahçeler denmektedir.

Yüz ailelik semtler oluşturduğumuz zaman tarım semtlerinde işbölümü yapacağız. Değişik semtler değişik ziraatlar yapacak ve birbirlerini tamamlayacaklardır. Her köy cennet olacak ama diğer köylerle uyumlu olacaktır.

Cennâtin” nekre gelmiştir. Değişik gruplar için değişik cennât olacak, herkes kendi grubunun cennâtında yaşayacak demektir.

Bir insan bir hücreden oluşmuştur. Her hücre bir cennetse insan vücudu cennâttır. Tek insan vücudu olmayıp çok insanlar olduğunda cennât nekre olur. Canlılar arasında bir vücutta olduğu gibi işbölümü ve dayanışma vardır. Bir canlı dayanışması cennât olmaktadır. Başka bir ifade ile âhirette de ocak, bucak, il, ülke ve insanlık örgütlenmesi mevcut olacaktır.

تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ

(TaCRiY MıN TaXTıHav eLEaNHAvRu)

“Tahtlarından nehirler cereyan eder.”

“Bahr” durgun su demektir. “Nehir” ise akan su demektir.

Enhar” marife gelmiştir, yani yaşayanların bildiği sular ırmaklar demektir. Bugün yer altında da yer üstündeki gibi suların aktığını biliyoruz. Yer üstünden yapılan ölçümlerle onların akış yerlerini tayin ediyoruz. “İçinde” demeyip “tahtında” denmesiyle yeraltı suları, yerin altındaki akarsular ifade edilmektedir. “Min” getirilmiş olması her tarafında değil belli yerlerde akar manâsına gelmektedir. Alttan gelen kaynak sular da anlaşılabilir. Yani ırmaklar pınar şeklinde kaynar denmiş olur. Bunun dışında borular içinde akan sular anlamına da gelir.

Biz daha çok bu manâ üzerinde duruyoruz. Yağmur sulaması yerine künk sulamasının yapılması gerekir diyoruz. Toprağın altına künk koyar ve içine su doldurursanız, bitkilerin kökleri onun etrafını sarar ve israfsız olarak suyu harcarlar. Hele bu künk tuzlu suları süzerse o zaman yağmur sularına da gerek kalmaz, çoraklaşma da olmaz. Demek ki gelecekte ve âhirette süzme yapan künkler icat edilecek, seralarda bitkiler yetiştirilecektir. Çölün ortasında veya ayda su zayiatı vermeden ziraat yapılabilecektir.

Âhiretteki sulama teknolojisi de bu kadar ileri seviyede olacaktır demektir. Biz bunları öğrendiğimiz zaman kıyamet olacaktır.

خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا

(PAvLiDIYNa FIyHAv EaBaDan)

“Orada ebediyen halid olacaklardır.”

Evet, Hıristiyanlar kıyas yoluyla tüm insanlık âleminin sadık olanları sıdklarından dolayı cennete gideceklerdir. Oralarda ebediyen kalacaklardır. İşte bu anlayış sayesinde “Allah’ın rahmeti her şeyi kaplamıştır” âyetine manâ verebiliriz.

Kâinat rahmettir. İnsanlık rahmettir. Cennet rahmettir.

Evet, cehennem de rahmettir. Allah insanları onlara eziyet etsin diye yaratmamış, onlara iyilik olsun diye yaratmıştır. Ceza da eziyet de rahmettir, azap da rahmettir. Çünkü o sayede insan eğitilmekte ve derece verilmektedir. Kimi kolay kazanır ve yaşar, kimi zor kazanır ve yaşar ama yaşar. Âhirette de kimi kolay yaşar kimi zor yaşar ama hepsi yaşar, dolayısıyla hepsine rahmet vardır.

Âhiret dünya hayatına çok benzemektedir. İnsan yine insandır. Canlı yine canlıdır. Yine beslenme vardır. Bu dünyadan farkı orada ebedilik vardır, ölüm yoktur. Bunu sağlamada Allah için hiçbir zorluk yoktur. Bugün insanı bayıltıyoruz, ameliyat yapıyoruz, uyanıyor ve böylece hiç acı çekmeden tedavi olmuş oluyor. Bir yabani koyun yavrusu doğduktan iki saat sonra annesi kadar hızlı koşabiliyor. Bugün nasıl bir insanın iki arabası olabiliyor, birini tamire verip diğerini kullanabiliyorsa, aynı şekilde bir insanın iki bedeni olabilir, biri onarılırken diğeri ile iş yapabilir. Yani âhirette doğa kanunları değişmeyecek, doğa imkânları ruhun ebediliği ilkesi içinde daha kolay sürecektir. Karada yaşayan hayvanlara kanat taktığınızda nasıl göklere çıkabiliyorsa, üç boyutta yaşayan insan da dört boyuta geçebilecektir.

رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ

(RaWıYa elLAHu GaNHuM)

“Allah onlardan razı olmuştur.”

Rıza ile irade” fıkıhta çokça incelenmiştir. Cebir insanın dışında bir şeyin olmasıdır. İnsanın parmağını tutup koparsanız bu cebirdir. Burada ne irade vardır ne de rıza vardır. Oysa kangren olmuş parmağımızı kestirdiğimiz zaman burada irade vardır ama rıza yoktur. Kangren olmasaydı parmağımı kesmezdim dersiniz. Kumar oynayan insan kendi iradesi ile kumarda kaybeder ama kaybedenin rızası yoktur.

Birçok olaylar vardır ki hem rızanız hem de iradeniz olur. Bazen sizin isteğiniz dışında sizin için bir şey yaparlar, siz razı olursunuz. Kâinatta ne oluyorsa Allah’ın iradesi ile olmaktadır. İnsanların küfürleri de O’nun iradesi ile olmaktadır. Allah’a küfretmek isteyen küfretsin demiş, öyle irade buyurmuş ama küfretmeye razı değildir. Açık ifade ile biz Allah’ın iradesi dışında bir şey yapamayız ama O’nun rızası olmayan işleri O’nun iradesi ile yaparız.

Demek ki Allah sadık olan Hıristiyanlardan razıdır. Yeryüzünde olmuş olan olaylar Allah’ın iradesi ve takdiri ile olmaktadır. Cüzi irade verdiği insanların onu sıdkları yönünde kullanmalarından da razıdır.

وَرَضُوا عَنْهُ

(VaRaWUv GaNHu)

“Ve onlar da ondan razı olmuşlardır.”

Sıdklarının kendilerine menfaat vermesinden onlar da razı olmuşlardır.

Dünyada da Allah en büyük nimetleri Hıristiyanlara vermiştir. Roma uygarlığını onlar kurdular, bugünkü uygarlığı da onlar kurdular. Tarihlerinden ve ilâhi nimetlerden razıdırlar.

Sadıkların sıdklarının menfaat verdiği kimselerin Hıristiyan olması kaydı yoktur. İfade geneldir.  “Vav” veya “Fa” harfi getirilmeden söylenmiştir. Genel kural söylenmiştir. Yani Hazreti İsa’ya cevaben o gün tanıtılmıştır. Sadık olan herkesin sıdkı kendisine menfaat verecektir. Bunun mefhumu muhalefeti sadık olmayanların yararlanamayacağı anlamındadır. O manâları kabul etmediğimiz bilinmektedir. Hazreti İsa’ya söylendiğine göre ibare ile Hıristiyanlar için söylenmiştir, işaret ile bütün insanlar için söylenmiştir. Cennete giden herkes cennete gittiği için razıdır. Cehenneme giden kimseler ise cehenneme gittiklerinden razı değildirler. Onlar kumarda kaybedenler gibidirler.

ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (119)

(ÜAvLiKa eLFaVZu elGaJIYMu)

“Bu azim fevzdir.”

Bu” menfaate işaret etmiş olabilir yahut sıdka işaret etmiş olur. Sıdka işaret etmesi daha yakındır. Çünkü mezkûr olana işaret hükmen mezkûr olmayana işaretten evveldir.

Sıdk zikredilmiştir. Nef' zikredilmemiştir.

Fevz” güneşten koruyan gölgeliktir. Yapı veya bez olabilir. “Fevz etmek” gölgeliğe girmek demektir. Kumar oynarken zar kazandıran olursa fevz etmiş olur. Fevzi menfaat olarak düşündüğümüzde menfaat geçici kazançtır, fevz ise devamlı gelirdir. Yani size bir yumurta ikram ederlerse yararlanırsınız ama size bir tavuk hediye ederlerse her gün menfaatlenirsiniz. Bu faizdir. Ribaya bu sebeple faiz demişlerdir.

Zalike” tekil erkek ismi işarettir. Müennes çoğullara da işaret edilebilir. Cennete de raci olabilir. Bu manâyı şu sebeple veriyoruz. Menfaatin kendisi sıdkı azim olmaz şedit olur.

Azimun” kelimesi ancak bir şeyin veya mekânın sıfatı olabilir. O takdirde “Lehum Cennatun”daki cennete raci olmaktadır. Erkeklerin çoğuluna müennes tekil ile zamir yapılmaktadır. Bunun benzeri de dişi çoğullar erkek zamirle de zamirlenebilir. İşaret zamirleri için bu kural geçerli midir? Zamir yerine geçen işaret zamirleri için geçerli olmalıdır.

Bu konular birer doktora çalışmasını gerektiren konulardır. Biz sadece varsayım olarak söylüyoruz. III. bin yıl uygarlığı kuracaklara çalışılacak yerleri gösteriyoruz.

“Azm” kemik demektir. “Kebir” zamanda büyük yani daha yaşlı anlamına gelir, kıdemli anlamına gelir; mekânda bedenen büyük, vücutça büyük anlamına gelir. “Azim” ise cesamette mekânda büyük demektir, şiddet ve tesirde büyük demektir. “Âli” ise rütbede büyük demektir. Burada cennet veya o hal azim fevz olarak getirilmiştir. Bu çok büyük bir gölgeliktir.

“Zalike”deki işaret kendisinden sonra gelen “El-Fevz”e işaret olabilir. “El-Azim” ise haber olabilir. Yahut “Zalike” mübteda “El-Fevz” haber olabilir. “El-Azim” de fevzin sıfatı olabilir. O zaman fevz gölgelenmek anlamına gelir.

Kur’an’da gölgeden çokça bahsedilmektedir. “Onlar zilal içinde muttakidirler” deniyor. Eğer âhirette gece yoksa o zaman gölgelik yerler vardır. Gölgelikte biz güneşten korunacağız demektir. Cehennem de gölgeliği olmayan çöl gibi olacaktır. O zaman Kur’an’daki “Nâr” kelimesi sıcak anlamında mecazi olur. Zaten “sa’ir” yani sıcak da denmektedir.

Âhiret hakkında, bilhassa cehennem hakkında daha fazla bilgi edinmek için âyetler üzerinde bu yönüyle çokça durulmalıdır. Bizim bugünkü ihtiyacımız düzen olduğu için buna vakit ayıramıyoruz.

***

لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ

(LilLAHi MüLKü elSaMAvVAvTı Va elEaRWı)  

“Semavat ve arzın mülkü Allah’ındır.”

Bu sûrede buna benzer âyetler daha önce iki defa daha geçmişti. Allah Meryem oğlu İsa’yı, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etse kim ne yapabilir dedikten sonra;

وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)

“Semavat ve arzın ve aralarında olanların mülkü Allah’ındır, istediğini halk eder, Allah her şeye kadirdir.” diyerek, Allah’ın kudretini ve Hazreti İsa’nın yaratılışı üzerine işaret etmektedir. Hazreti İsa’nın mucizeliği yalnız babasız yaratılmasından dolayı değildir, onun çocukluktan itibaren başlayıp bütün hayatında gösterdiği ve diğer insanlarda olmayan özellikleridir. Bu aynı zamanda âhiretteki ölümsüz insanın nasıl var olacağına da bir örnektir. Yani genlerimizde yapılacak değişikliklerle ölümsüz hâle getirileceğiz ama aynı zamanda yine insan kalacağız. Ondan sonra da;

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (40)

“Bilmez misin ki semavat ve arzın mülkü Allah’ındır. İstediğine azap eder, istediğini mağfiret eder. Allah her şeye kadirdir.” Şeklinde ifade edilmiştir. Burada da affın, mağfiretin sınırı yoktur. Yani isterse müşrikleri de affedebilir ama onlara cezalarını çektirdikten sonra af söz konusu olabilir.

Şimdi de burada benzer âyet tekrar edilmektedir. Âyette anlatılanlar tüm insanlar için söz konusu olmakla beraber ikisinde Hazreti İsa ile ilgili olanları anlatmaktadır. Birincisinde Hazreti İsa’yı da cezalandırabileceğini, ikincisinde ise Hazreti İsa’ya tapanların hükmü de O’na aittir, cezalandırabilir, affedebilir demek istenmektedir.

Şimdi bu âyetleri alt alta yazalım ve karşılaştıralım.

            وَ لِلَّهِ   مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ   وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ                       وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ                 يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (40)

             لِلَّهِ    مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ   وَمَا فِيهِنَّ                                          وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (120)

Âyetlerin ortak noktası, insanların Allah’ın işlerine karışmalarıdır. Adalet gereği cezalandırırsa neden zulüm yapıyor derler, merhametiyle affederse neden adalet gözetmiyor derler. Bizim kâinatta bir ortaklığımız yoktur. O bir düzen kurmuş ve biz o düzen içinde var olmuşuzdur. O neden böyle yaptı neden şöyle yaptı diye tartışmadan önce bizim kâinat içindeki yerimiz nedir, ben ne yapmalıyım diye düşünmemiz gerekir. Bir bakarsın ki herkes aklına uymayana itiraz eder, Allah’ın yaptıklarını veya söylediklerini eleştirmeye başlar.

Bu âyetler arz ve semavatın mülkü Allah’a aittir, O her şeye kadirdir, bu genel hükme örnek vererek anlatmaktadır.

İki âyetin özelliği ikisinin de Hazreti İsa ile ilgili konuları örnek vererek anlatmasıdır.

Birinci âyette Allah’ın Hazreti İsa’yı da cezalandırma gücüne sahip olduğunu, dolayısıyla İsa’nın tanrı olamayacağını belirtmektedir. Bu âyette de sıdkları olan sadıklar dışındakileri cezalandırabileceğini anlatmaktadır ama af da edebileceğini ifade etmektedir. İkinci sırada yer alan âyette ise mü’minlere yer vermektedir. Hırsız olan kimseyi Allah’ın mağfiret edeceğini zikretmeden önce söylenen bir sözdür.

Kur’an’da benzer âyetlerde küçük değişiklik yapılır ama bir harfi dolu dolu manâlar ifade eder. Hıristiyanlarla ilgili iki âyette tekitler olmadığı halde mü’minlerin affı söz konusu olduğu zaman tekitler yaparak benzer şey söylenmektedir. Hıristiyanlarla ilgili iki âyetten Hazreti İsa’yı ilgilendirende cümle bağımsız âyet değildir ve âyet ayrıdır ve arada harfi atıf yoktur.

Burada atıf harfinin getirilmemesi, daha önceki cümle ile ya çok yakından ilgisi vardır ya da tamamen ayrıdır. O takdirde atıf harfi getirilmez. Allah’ın Hazreti İsa’yı da cezalandırabileceği âyetinde ve harfi ile atıf yapılmış, böylece bu cümle cezalandırmada Allah’ın hâli yapılmıştır. Burada ise sûrenin âyeti olarak müstakil yapılmış, âhirette Allah’ın istediğini affedebileceğini, istediğini cezalandırabileceğini ifade etmiştir.

Hırsızların da affedilebileceği âyeti teyitle getirilmiştir. İnkâr hemzesi ile soru cümlesi olarak getirilmiş, “bilmiyor musun” diyerek insana doğru düşünmesi hatırlatılmıştır. Mef’ûlü isim cümlesi yapılmış ve “Enne” getirilmiş, bir de Lehu” denerek mülkiyetin Allah’a ait olduğu teyit edilmiştir. Hırsızın kolunu keseceksin sonra da mağfiret edeceksin. Buradaki çelişki arz ve semanın mülkü Allah’ın ifadesi ile teyit edilmiştir. Allah’ın her şeye kadir olduğunu belirtmiştir. Hırsızın kolu hemen kesilmemektedir. Miktar ile sınırlandırılmaktadır. Yani belli miktardan az ise sadece tazmin ettirilmekte, kolay kesilmemektedir. Ayrıca bize göre dört şahidin şehadeti ile sabit olmalıdır. Malı çalınan adamın davacı olması gerekmektedir. Hırsızlığı meslek edinip edinmediğine bakılmalıdır demektir.

Burada ise sadık olmayanların da affedilebileceği yahut cezalandırılabileceğini ifade etmiş olduğu “Enne” ile teyit edilmemiştir.

Hırsızlık âyetinde “semavat ve arz” denmiş, aralarından denmemiştir. Oysa Hıristiyanlıkla ilgili âyetlerde birinde “vema beynehuma” denmiş, birinde “vema fîhima” denmiştir. Semavat ve arzın içinden bahsetmektedir.

Semavat ve arz üç boyutlu uzayımızın adıdır. Bir bütündür. Oysa içinde olanlar o bütünün parçalarıdır.  Birlik ve çokluk vardır. Kâinat birlik içindedir. Eksiği olmayan bir canlıdır. Bir varlıktır. Oysa içindekiler ise ayrı ayrı varlıklardır.

“Beynehuma”nın manâsı ise tamamen başkadır. Işık hızına çıkan varlıklarda zaman ve mekân sıfıra doğru yaklaşır. Zaman ve mekânları tamamen yok olmaz. Ancak bizim kâinatımıza göre o kadar küçüktürler ki bizim için yok hükmündedirler. İşte ışık hâlinde olan varlıklar aralarında olan varlıklardır.

Bir mıknatısı ele alın, mıknatısın kendisi cevherdir. Kâinatta böyle cevher olan parçacıklar vardır. Onlar yer işgal ederler, bir yerde iki parçacık bulunmaz. Bu arzdır. Mıknatısın bir de etki alanı vardır. Oraya konan demirleri çeker. Bu da semadır. Her atomun bir çekirdeği vardır. Bu arzdır. Bir de çevresinde 7 tabakadan oluşmuş etki alanı vardır. Orası da semadır. Yerin cevheri ve seması da aynıdır. Işık hızına çıkan varlıkların cevherleri etkisiz hâle gelir ve durdurulamazlar. İşte ışık ne semadır ne de arzdır. Sema ile arz arasında olandır.

Bunu başka türlü şöyle açıklayabiliriz. Her cismin bir kendi hızı vardır bir de dalgasının hızı vardır. Bunların çarpımı ışık hızının karesine eşittir. Işık hızından küçük olan dalga arzdır. Işık hızından yüksek olan dalga da semadır. Işığın kendisi ikisi arasındadır. Işık da semavat ve arz içindedir. Dolayısıyla içinde olanlardan kasıt ışık yani Allah’ın nuru olabilir.

Hazreti İsa’dan bahseden âyette istediğini halk eder diyerek Hazreti İsa’nın farklı genetikte yaratılışından bahsetmektedir. Burada ise âhirette istediğini cezalandırıp istediğini affedeceğini ifade etmektedir, dolayısıyla birincisinde “ne isterse onu halk eder” cümlesi olduğu halde burada böyle bir cümle yoktur.

Hırsızı da affedeceğini ifade eden âyette “dilediğine azap eder, dilediğini mağfiret eder” cümlesi vardır. Oysa Hıristiyanları anlatırken bu zımnen böyledir. Mefhumu muhalefet değil de kıyası kabul ettiğimiz için her üç âyette bu cümle hükmen vardır. Yani cümlenin ibaresi dilediğini affetme dilediğini de cezalandırması söz konusudur.

Allah hiçbir şeyi kötülük olsun diye yapmaz. Ceza verse bile yine cezalandırılan kimsenin lehinedir. Kangren olmuş uzvu keserler. Onun kötülüğü için değil iyiliği için keserler. Dolayısıyla kâinat Allah’ın azabı değil Allah’ın rahmetidir.

Diğer iki âyette Allah lafzı iade edildiği halde burada iade edilmemiş zamir gönderilmiştir. Burada ifade edilen âlemlerin rabbi Allah’tır. Diğer ikisinde ise devlet yönetiminde de benzer usuller uygulanmalıdır.

Burada neden zamir gönderilmiştir, Allah denmeyip O denmiştir?

Çünkü burada anlatılan âhiretteki Allah’ın mülküdür ve oradaki kudretidir. Artık orada insanın hilafeti söz konusu değildir. Dolayısıyla burada zamir gönderilmiştir.

Demek ki kamu yönetiminde de kamunun affetme ve cezalandırma yetkisi vardır. Kanunları yaparken yönetimi içinde ceza hükümleri koyma yetkisi vardır demektir. Yani tazir cezaları koyabilir demektir.

Kur’an burada önemli hususa işaret etmektedir. Batı özel hukukta İslâm şeriatını adapte etmiştir. Bugünkü Batı hukuku Tevrat ve Kur’an hukukundan başka bir şey değildir. Ceza hukukunda ise Tevrat’ta ve Kur’an’da olmayan Mısır hukukuna uygun hapishane sistemi geliştirilmiştir. Âhirette onlara bu hususta soru sorulacak mıdır? Siz neden böyle yaptınız denecek midir? Burada da sadıkların sıdkı kuralı geçerlidir.

Bucaklar kendi hukuk düzenini kendileri kurarlar. İstedikleri ceza hukukunu oluştururlar. O bucakta kalanlar ona göre hareket etme durumundadırlar. Beğenmiyorlarsa hicret ederler. O halde Kur’an bu sûrede Batılıların ceza sistemine de meşruiyet vermektedir.

İslâm düzeni barış düzenidir. Her bucak bağımsızdır. Hicret demokrasisi vardır. Bucaklar arasındaki yarış hangisinin daha doğru olduğunu gösterecektir. Artık merkezi güç tarafından yalnız teorik tartışmalarla değil yerinden yönetim ve yerinden yönetimde hicret denetlemesi ile sorunlar çözülecektir.

Her üç âyetteki son cümlede “Allah’ın her şeye kadir olduğu” ifade edilmektedir. “Kadir” kelimesi nekredir. Demek ki kulların da kısmi iktidarları vardır. Yönetimin kamu düzenini ve hukuk düzenini serbestlik içinde düzenleyeceğini ifade etmektedir.

“Kadir” kelimesi ölçülü demektir. Türkçede miktar olarak kudret olarak geçmektedir. “Kadir” kelimesinin manâsı Allah her şeyi ölçülü yapan, israf etmeyen, eksik de bırakmayan kimsedir demektir. Kamu da böyle yapmalıdır. Kâinatta bir potansiyel güç vardır. Güneş bu gücün merkezi olmaktadır. Ölçülü şekilde kullanılması suretiyle bu düzen varlığını sürdürmektedir.

Bu sûrenin baştan beri bir bucak yönetimini anlattığını söylemiştik. Sûrenin bu son cümlesi o yönetimin anayasası olmaktadır. Her şey ölçülü ve dengeli olmalıdır.

Ekonomideki arz ve talep kanunları da böyledir. Serbest piyasa sayesinde üretilenler ölçülü olmalıdır, tüketilenler ölçülü olmalıdır. Bir mal pahalandığı zaman üreticiler çoğalır tüketiciler azalır, bir mal ucuzladığı zaman üreticiler azalır tüketiciler çoğalır. Piyasa mal stokları hep aynı kalır.

Van gölü kapalı havzadır. Yani dışarıdan su gelmektedir. Dışarıya da su gitmektedir. Diğer yerlerde olduğu gibi orada da gölün seviyesi hep aynı kalmaktadır. Çünkü güneş suyu buharlaştırınca gök bulutla kaplanır. Güneş ışığı göle inmez. Bulutlar yağmura dönüşür. Yeni buhar gelmeyeceği için hava açılır. Bu sefer güneş göle iner. Böylece gölün seviyesi aynı kalır.

İşte ölçüden kastımız budur.

“Adil Düzen” demek denge düzeni demektir. Her sahada arz ve talep kanunlarını çalıştırabilirsek işte o zaman biz de kadir oluruz. Yalnız ekonomide değil her sahada arz ve talep kanunlarını çalıştırmamız gerekir. Mesela doktor sayısı planlama ile değil ihtiyaca göre oluşmalıdır. Oysa bunu yapmak zordur. Çünkü bir doktor yirmi senede yetişmektedir. Yirmi sene sonraki ihtiyacı bugün nasıl bileceğiz?

Bu sebepledir ki “kadir” kelimesi sadece kuralları içermez, direksiyonu da ifade eder. Şoför ne yapar? Viraja göre direksiyonu çevirir. Yani şeriat ve yönetim demektir. Allah’a itaat etmek, resule itaat etmek demektir. Bunlar “Kadir” kelimesinin içerdiği manâlardır.

Bu sûre “akitleri yerine getirin” emri ile başlamış, “Allah’ın her şeye kadir olduğu” ile bitmiştir. Yasalar ve yönetim topluluğun varlığını ve yapısını oluşturur. Böylece 7 milyar insan için (ortalama olarak 7 000 olarak düşündüğümüz) bucak sayısı 1 milyon etmektedir. Yani yeryüzünde 1 milyon yarışçının katıldığı uygarlık yarışında bulunuyoruz demektir.

Yarışmalar nasıl yapılacaktır?

1- Bucaklar arası serbest göç olduğuna göre başarılı bucaklara halk gitmek isteyecek ve o bucak güçlenecektir. Nüfusu 10 bini aşınca bölünerek çoğalacak, başarısız bucaklar ise azalarak tasfiye edilecektir.

2- Başarılı bucaklarda ortalama ömür uzun olacaktır. Yani insanlar refah içindedir demektir.

3- Başarılı bucaklarda bir kimsenin çalışması ile daha çok insan yaşar demektir, karnı doyar demektir.

4- Başarılı bucaklarda suç oranı düşük olur demektir. Örnek olarak adam öldürene öyle ceza koyabiliriz ki orada hapishanede bulunanların sayısı en az olur. Hapis cezasını uzun yaparsanız çok kişi hapishanede olacaktır ama caydırıcılığı olacaktır. Dolayısıyla az adam öldüren olacaktır. Cezayı az yaparsanız öldüren çok olur ama hapishanede az kalınacaktır. O halde ceza miktarı mahkûmların en az olduğu kadar olmalıdır. Bunu bulan bucak başarılı bucak olacaktır.

Kur’an ne yapıyor?

Bir milyon insanı yarışa sokuyor ve yarışı kaybedenleri azaltıyor, kazananları çoğaltıyor. Hangi şeriatı halk isterse o şeriata göre bucağın kurulması imkânı uygarlaşmanın sırrını vermektedir.

Kur’an’da bunlar yok, siz uyduruyorsunuz, zorlayarak manâ veriyorsunuz diyenler olacaktır. Siz de uydurun, siz de zorlayın, siz de bir düzen ortaya koyun; o da uygulansın, ona göre de bucak kurulsun.

Hıristiyanlıkta şeriatın bulunmaması lâik düzenin oluşması imkânını vermektedir. Bu hususta Kur’an hükümlerini en kolay Hıristiyanlar uygulayabilir. Kur’an onlardan yalnız bir şey istemekte, diğer yaptıklarını affedeceğini bildirmektedir. Ama teslise hayır diyor. Bunu bırakırlarsa III. bin yıl uygarlığının kurucularından olacaklardır.

Evet, teslisi bırakan Hıristiyanlar olacak ve Kur’an ehli onlarla bir olarak III. bin yıl uygarlığını birlikte kuracakladır.

 

 

 

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org (0532) 246 68 92

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3005 Okunma
2-MAİDE 3
2803 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2086 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2177 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2069 Okunma
6-MAİDE 11-12
2776 Okunma
7-Maide13-15
2213 Okunma
8-MAİDE 16-17
2248 Okunma
9-MAİDE 18-19
1937 Okunma
10-MAİDE 20-26
2475 Okunma
11-MAİDE 27-31
4439 Okunma
12-MAİDE 32-33
2714 Okunma
13-MAİDE 34-37
1975 Okunma
14-MAİDE 38-41
2887 Okunma
15-MAİDE 42-44
2254 Okunma
16-MAİDE 45-47
3511 Okunma
17-MAİDE 48-50
2329 Okunma
18-MAİDE 51-53
2460 Okunma
19-MAİDE 54-56
2876 Okunma
20-MAİDE 57-60
2282 Okunma
21-MAİDE 61-64
2109 Okunma
22-MAİDE 65-67
1997 Okunma
23-MAİDE 68-69
2331 Okunma
24-MAİDE 70-72
2131 Okunma
25-MAİDE 73-76
2371 Okunma
26-MAİDE 77-79
1849 Okunma
27-MAİDE 80-82
2217 Okunma
28-MAİDE 83-88
1824 Okunma
29-MAİDE 89-91
3123 Okunma
30-MAİDE 92-95
2517 Okunma
31-MAİDE 96-100
2446 Okunma
32-Mide 101-103
2501 Okunma
33-MAİDE 104-105
2122 Okunma
34-MAİDE 106-108
2314 Okunma
35-MAİDE 109-110
3171 Okunma
36-MAİDE 111-115
2642 Okunma
37-MAİDE 116-118
2451 Okunma
38-MAİDE 119-120
2111 Okunma