MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2447 Okunma
MAİDE 116-118

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 73

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَإِذْ قَالَ اللَّهُ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ مِنْ دُونِ اللَّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلَا أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (116)

 

وَإِذْ قَالَ اللَّهُ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ

(Va EiÜ QAvLa elLAHu YaGiSa eBNa MaRYaMA)

“Hani Allah Ey Meryemoğlu İsa demişti.”

İnsan yeryüzünün halifesi olarak yaratılmıştır. Diğer canlılardan farkı vardır. Önce yeryüzünde yayılmış tek bir ümmettir, tek bir canlıdır. İnsandan başka böylesine yayılmış büyük bir canlı yoktur. Yeryüzündeki tüm canlılar da bir hücreden çoğalmışlardır ve tüm canlılar yeryüzünün tek canlı birliğini oluştururlar. İnsanlardan daha uzun ömürlü, daha büyük gövdeli canlılar mevcuttur. Doğmuştur, yaşamaktadır, yaşlanmaktadır ve ölüme gitmektedir.

İnsanlar aynı kromozomu taşıyan canlı türüdür. Aynı türde olanlar topluluklar oluştururlar. Bunlar arasında dayanışma ve yardımlaşma vardır, birbirlerini yeme yoktur. Diğer canlılar da bir yuvada bir başkan altında birleşirler. İnsan farklıdır. İnsanlar hem bir yuvada birlik oluştururlar hem de iç içe topluluklar oluşturur ve tüm insanlık tek varlık olur. İnsanların aralarında “barış düzeni” vardır.

İnsanlık bundan 60 bin sene önce ortaya çıkmış bir türdür. Bir anne babadan çoğalarak bugün yedi milyardan fazla sayıya ulaşmışlardır. İnsanoğlunun geliştirdiği teknik sayesinde de tüm yeryüzü bir yuva hâline gelmiştir. Bundan sonra da böyle devam edecektir.

Allah insanları yaratmış, diğer hayvanlardan farklı olarak onlara kalıcı hafıza vermiş, ortak diller oluşmuş, hafıza bu sayede nesilden nesle intikal etmektedir. Yazının bulunması ile topluluğun hafızası doğmuş, bugün bilgisayar ve internet sayesinde ortak hafızaya kavuşulmuştur.

İşte bu tek canlı belli evrimler geçirerek bugünkü hâle gelmiştir.

Ateistler dahi insanlıktaki evrimin dine dayalı olarak oluştuğunda ittifak hâlindedirler. Dine dayalı olmasını ilkel kabul ediyor, dinsizleşmeyi ilerilik olarak görüyorlar ama geçmişin dine dayandığını inkâr edemiyorlar. Denemişler, insanlığın dinsiz dönemler geçirdiğini, dinin sonradan icat edildiğini ileri sürmüşlerse de, buna dair en küçük bir delil bulamamışlardır. İlk insandan itibaren mezarlar var, ibadet vardır. Bugün de tanrısız herhangi bir ilkel kabile bulunamamaktadır.

Uygarlaşma kıyamete kadar devam edecektir. Bu uygarlık hareketi Doğu ve Batı uygarlıkları olarak devam edecektir. Hazreti İbrahim peygamberin Katura adlı hanımından doğan dört oğlu doğuya gitmiş ve orada İbrahimî din olarak Brahmanizm’i tesis etmişlerdir. Sonra onların içinden Buda çıkmış ve Budistler Brahmanizm’i beşerileştirmişlerdir. Brahmanlar dinlerinde değişiklik yapmış ve Hindu dinine çevirmişlerdir. Bugün milyara varan müntesibi bulunan Budist ve Hindular vardır. Bunlar da varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceklerdir. Ne var ki bu dinler dünya düzeninden çok kişisel ahlâkla ve riyazetle meşgul olacaklardır, düzenlerini laiklik ilkesi içinde bulunduracaklardır.

Batıda iki büyük din vardır. Bunlar Hıristiyanlık ve Müslümanlıktır. Bunlar kişi ahlâkı ve eğitimden çok düzen üzerinde gelişeceklerdir. Yeryüzünde düzendeki gelişmeler bunlar tarafından sağlanacaktır.

Kur’an uygarlığı hukuk ve yönetim üzerinde, İncil uygarlığı ise sanayi ve ekonomi üzerinde varlık gösterecektir.

İşte Maide Sûresi bu uygarlığın nasıl olacağını anlattıktan sonra sonunda bu uygarlıkta yer alacak olan Hıristiyanlığın tarihî macerasını özetleyerek son bulmaktadır.

Soruşturma ile ilgili hükümleri ortaya koyduktan sonra Allah’ın âhirette Hıristiyanlar hakkında nasıl soruşturma yapacağı örneği ile sûre son bulmaktadır.

Burada iki şey öğretilmektedir. Biri uygarlıkları Müslüman ve Hıristiyanların oluşturacağı, sofra ile yani ekonomi ile ilgili kısımların daha çok Hıristiyanlar tarafından geliştirileceğine işaret etmektedir. Diğer taraftan da soruşturmanın nasıl yapılacağını anlatmaktadır. Önce âhirette bütün peygamberleri toplayıp onlardan raporlar alınacağı bildirilmiş, örnek olarak da Hazreti İsa’nın âhiretteki ifadesi verilmiştir.

Meryemoğlu İsa’nın soruşturulması iki bölümde yapılmaktadır. Önce bilinenler ona tekrar edilmekte ve anlatılmaktadır. Bunlar belli deniyor ve sonra da soru soruluyor. Bu senin ümmetin sana ve annene tapmaya başladılar, bunu sen mi onlara söyledin deyip ikinci bölüme geçilmektedir. Birinci bölümün başında hani Allah Meryemoğlu İsa’ya demişti diye başlamış, Hazreti İsa’nın hayatı hikâye edilmişti. İkinci bölümde “ve” harfi ile atfederek hani ey Meryemoğlu İsa diyerek soruşturmanın ikinci safhasına geçilmiştir.

Kur’an konuları böyle tasnif eder. Bir konudan diğer konuya geçtiği zaman “ve” harfi ile aynı kelime veya kelimeleri kullanarak oraya atıf yaptığını anlatır. Arada geçen uzun başka sözler içinde kolayca nereye atıf yapıldığı anlatılmış olur.

أَأَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ

(Ea EaNTa QuLTa LinNAvSı)

“Nâsa sen mi kavl ettin?”

Soruşturmada önce olayları anlatırsın, sonra soruşturduğun kimseye asıl soracağını sorarsın. Burada Hazreti İsa’ya bir tanık olarak mı sormakta, sanık olarak mı ifadesi alınmaktadır? Bu açık değildir. Seni ve anneni ilâh ittihaz ettiler, buna sen mi sebep oldun, bu durum nedir diye soruyorsa sanık olarak ifadesini alıyor. Eğer öyle değil de bu suçu işleyenlerin bu suçu işlediklerinde bir mazeretleri var mıdır, sen böyle bir şey söyledin mi? Bu takdirde şahit olarak dinlenmiş olacaktır. Seni bunlara şahit kıldık demesinden bunu anlarken burada şahit olarak ifade almaktadır.

Bu örneğin verilmesinden anlıyoruz ki soruşturma esnasında kimse ne sanık ne de tanıktır. Soruşturmacı sanık olarak veya tanık olarak ifade almaz. Bilgisine müracaat edilecektir. Toplanan bilgilerin sonunda kimin suçlu olduğu ortaya çıkacaktır. Baştan kimse suçla itham edilemez, kimse de ibra edilemez. Bu hükmün böyle olmasının hikmeti, kişiyi baştan sanıklıkla itham etmek de suçtur.

Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde savcı lâiklikten benden ifade almıştı. Baştan bana önce senden “tanık” olarak ifade alacağım, gerekli görürsem “sanık” olarak da ifade alabilirim dedi. Sonra sanık olarak ifademi almadı. İşte bunu söylemek gerekmez, kimseden sanık olarak ifade alınmaz ama sanık olduğuna sonunda karar verilir.

Buradaki soru hemzesi tevbih için kabul edilirse neden söyledin anlamı çıkmış olur ki o zaman sanık olarak sorulmuş olur. Bundan anlıyoruz ki başkanlar da soruşturmaya alınır ve soruşturma sonucu suçlanabilir. Yine buradan şunu öğreniyoruz ki başkanlar halkını gözetmektedir, yanlış yola sapmışlarsa onları uyaracaktır. Başkan aynı zamanda halkı toptan yanlış istikamete gitmesin diye önlem alacaktır.

Açık istihbarat örgütü kurulmaktadır. Her vatandaş yanlış gördüğünü bu istihbarat örgütüne bildirecektir. İtham edilenin ve itham edenin dosyasına bu itham konur. İtham edenin adı bildirilmemiş olabilir. İtham edilen cevap yazarsa bu cevap da her ikisinin dosyasına konur. Soruşturma yapacaklar da sorularını yazılı olarak sorarlar. Soruşturma yapılanın verdiği cevaplar hem kendilerinin dosyasına hem soruşturma yapanın dosyasına konur.

Başkan bu yolla elde ettiği bilgileri değerlendirerek sokaktaki söylentilere son vermek için uyarı yapar. İşte bunu yapan başkan artık sorumluluktan kurtulur. Başkanın görevi doğru bilgiyi halkına ulaştırmaktır. Halkın görevi de başkanın söylediğini tasdik etmektir. Başkanları yanlış söyleyebilir ama kendisi de yanlış bilebilir. Başkanın istihbaratı var, oysa kendisinin yok. O halde ona inanmak zorundadır. Başkanı yalan söylüyorsa onun bucağını terk etmek farzdır. Başkanın söylediklerini tekzip etmek caiz değildir, sadece kendisine bildirebilir.

Yine bu âyetten anlıyoruz ki başkanlarının söylediklerine inanmakla yükümlü olunca yanlış hareketleri mazur olacaktır.

Hazreti İsa’ya o kadar mucizeler verildikten sonra eğer o ben ve annem ilâhız demişse, halk da bunu kabul etmişse, o zaman halkın bunu benimsemesi doğrudur ve mazurdur.

Yine burada nâsa sen mi söyledin dendiğine göre tüm nâsa nebidir. Hâlbuki başka yerde İsrail oğullarına resul denmektedir. Hazreti Muhammed de öyledir, Araplara resuldür, kâffeye irsal edilen nebidir. Kur’an başka yerde kendi kavminden başkasına uyarıcı yapmadık demektedir. O halde Hazreti Muhammed ve Hazreti İsa kendi kavimlerine hem nebi hem resul, tüm insanlığa her ikisi nebidir. Buda’nın tebliğlerinin de öyle olduğu görüşündeyim.

اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ

(İtTaOiÜUvNIy Va EumMiYa EiLAvHaYNı)

“Beni ve ümmimi iki ilâh ittihaz edin.”

Sen mi nâsa “beni ve annemi iki ilâh ittihaz edin” dedin. Tesliste baba, oğul ve ruhü’l-kudüs vardır. Yani üç ilâhtan biri Hazreti Meryem değildir, Hazreti Meryem’e gelen ruhtur. Hazreti Meryem artık bir kadın değildir. Hıristiyan teologları bu hususta tam açık değildir. Üçüncü tanrı Meryem’dir veya değildir demiyorlar. Orasını müphem geçmekle beraber üçüncü ilâh Meryem olarak ele alınmaktadır.

Hıristiyanlar kendilerini çok tanrılı bir din olarak kabul etmiyorlar, Tevrat’ın ve İncil’in bildirdikleri bu hususta çok kesin olduğu için üç tanrılı din olarak ortaya çıkmıyorlar.

Hazreti İsa Allah’ın yeryüzündeki tezahürüdür. Onun iki kişiliği vardır. Bedenî kişiliği imparatorluktur. Ruhi varlık ise papalıktır. Bunlar Hazreti İsa’nın dünyadaki halefleridir.

Burada işaret edilen teslis akidesinden çok tanrı yapıp onlara ibadet etmektir. Hıristiyanlar Tevrat’la da amel etmekle mükelleftirler. Ne var ki bu emirlere uyamayınca insanlar Hıristiyanlıktan vazgeçer duruma geliyorlar.

İşte, kilise Hıristiyanları Hıristiyanlıkta tutmak için kolaylık getirmiştir. Hazreti İsa’yı ve annesini sevmek, takdis etmek cennete gitmek için yeterlidir. O asılmakla Hıristiyanların bütün günahlarını yüklenmiştir. Ne günah yaparsan yap Hazreti İsa ile Hazreti Meryem’e haç çıkarınca sorun bitecektir. Haç çıkarırken önce çenenin altına getirirler, bu baba tanrıyı temsil eder. Sonra sağa doğru Hazreti İsa’yı işaretlerler, sonra da sola getirerek Hazreti Meryem’i işaretlerler. Bunlara sevgi ve saygıyı bildirirler. Böylece onun şefaatine ulaşırlar. Böylece onlara göre bütün günahları affedilmiş ve silinmiş olur.

Hıristiyan teologlar tek olan tanrının üç hâline getirilmesini de insan birdir ama sağı var solu var şeklinde açıklamaktadır. Burada üçlüğü baş ve sağ sol olarak düşündüğümüz zaman insanın tek olması, onun organlarının olması anlamına gelmez. Tanrı birdir ama yeryüzünde iki görüntüsü vardır, papalık ve krallık.

O halde onlara göre Hazreti İsa’nın bedeni tanrının oğlu değildir, Hazreti İsa’nın ruhu tanrıdır. Yeryüzünde oğlu olarak görülmüştür. Hint felsefesinde de buna göre tanrı her şeydir.

Başka ifade ile her şey tanrıdır ama biz onu öyle görmemişizdir. Biz tanrıyı öyle gördükçe yeryüzünde dönüp dururuz. Görüntülerden kurtulup tanrıyı benim benliğimde gördüğüm zaman gerçek tanrıyı görmüş olurum ve o zaman bu dünyadan kurtulur onun cennetine giderim.

Benzer olay Müslümanlıkta olmuştur. İslâmiyet Mekke kentinde doğdu. Medine kentinde ilk uygulaması yapıldı. Sonra da o dönemin en ileri uygarlık merkezi olan Irak’ta olgunlaştı. Şeriat yerleşik halka göre oluştu. Türklerin bir kısmı Semerkant gibi kentlerde oturuyorlardı ama çoğu göçebe idi. Yerleşik düzene göre oluşmuş şeriatın köylerde uygulama imkânı yoktu. İşte Türk âlimleri buna bir çözüm buldular. Esas olan imandır, amel geçicidir. İmansız gidenler hep cehennemde kalacak, iman edenler cehenneme gitseler bile cezalarını çekip kurtulacaklardır. Böylece göçebe halkını İslâmiyet’te tuttular.

İşte bu göçebe halkın değişik ekolleri oluştu, bunlar tarikat idi. Sonra Türkler İslâm düzenine hâkim olunca medreselerin yanında tarikatlar gelişti. İslâmiyet’in başlangıcında tarikat yoktu. Araplar böyle bilmiyorlardı. Kur’an’da tarikatın tamamı vardı. Türklerin tarikat hakkında fazlaca bilgileri olduğu için Kur’an’ın tarikat kısmını kolay anladılar. Bugün hâlâ onlar hâkimdirler. Kur’an Hıristiyanlıkta bu bâtıl anlayışı düzeltmek için bize burada bunları anlatmaktadır.

Tarikat da şeriat kadar önemlidir. Kur’an şir’aten ve minhac demektedir. Şir’at şeriattır. Minhac tarikattır. Ahbar şarilerdir. Ruhban rahiplerdir. İhtida şeriattır. İttika tarikattır. Savamı’ şeriat yeridir. Salâvat tarikat yerleridir, tekkelerdir.

Hâsılı, Kur’an için tarikatla şeriat aynı seviyede önemlidir. Kur’an’ın önce şeriat olarak uygulanması, sonra tarikat olarak uygulanması gerekmektedir. Mü’minlerin görevi şeriattır. Tarikat ise kurallar içinde değil ilham içinde gelişmektedir.

Bizi tarikata karşı görenler vardır. Biz tarikat ile şeriat arasını ayırmıyoruz. Bir müslim veya mü’min olarak şeriatla mükellef olduğumuz gibi tarikatla da mükellefiz. Sigara içen şeriata uyarak onu bırakır, canı yine sigara içmek ister ama sigaranın kötülüklerini öğrenir ve onun yerine kendisini iyi şeylere alıştırırsa sonra sigaradan nefret etmeye başlar. İşte insanlar şeriatla mükelleftir ama sigaradan nefret edecek tedbirleri de almaya çalışmalıdırlar.

Ne var ki tarikat ve şeriat önderleri farklıdır. Şeriat önderleri Hazreti Musa’nın yolundan, tarikat önderleri Hazreti İsa’nın yolundan giderler. Usulleri ve metotları farklıdır. Birbirlerini anlayamaz ve kavrayamazlar. Birbirlerinin işlerine karışmamalıdırlar. Tarikatçılar ahlâklı insan yetiştirirler, şeriatçılar da bu ahlâklı kişileri ekonomide ve siyasette değerlendirirler. Biri malzeme imalatçısıdır, diğeri ise inşaatçıdır.

Tarikatçılar şeriatçıların işine karışır, şuna bu görevi ver buna bu görevi ver derlerse, bu hatalıdır. Şeriatçılar da sen böyle dersler ver derlerse, böyle demeleri hatalıdır.

Biz tarikata karşı değiliz, tarikatın şeriatçıların işlerine karışmasına karşıyız. Biz tarikatçılara sahip çıkmalıyız, onların özgürlüklerini sağlamalıyız. Ahlâklı yetişen kimselere imkân sağlamalıyız. Onlar da bizi desteklemelidirler. Ama tam tersi olmuştur. Biz hep onları destekledik ama bazı tarikat şeyhleri bize alenen cephe almışlardır.

مِنْ دُونِ اللَّهِ

(MiN DuvNı elLAHı)

“Allah’ın dunundan.”

Dun” kelimesi yakını anlamındadır. İki zıt manâsı vardır. Ona yakın anlamındadır. Onun dışında olan anlamındadır. Gayr dediğiniz zaman onun dışında olan her şey veya ondan ayrı kopuk bir şey demektir. “Dun” dediğiniz zaman hem onun dışındadır hem de aynı zamanda ona yakındır. Burada “Min Gayrillah” denmemiş de “Min Dunillah” denmiştir. Çünkü Hıristiyanlar Allah’tan başkasını ilâh ittihaz etmiyorlar, O’nun dışında ilâh ittihaz etmiyorlar. O’nunla beraber O’nun yanında ilâh ittihaz ediyorlar. Bundan dolayı “gayr” değil de “dun” kelimesi kullanılmıştır.

Şeriatla tarikat arasındaki başka en büyük fark, tarikatta farklı hükümler vardır yani herkes için ayrı olan hüküm vardır. Düzen böyle oluşur. Eğer biz kişilere göre farklı hükümler koyacak olsak o zaman nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Dolayısıyla kural hepsi için aynı olacaktır. Ne var ki her yerde ortak kurallar geçerli olmaz. Çocuklara elbise alırken herkese aynı elbise alamazsınız, büyüğe büyük, küçüğe küçük elbise alacaksınız. Terziye dikiş makinesi, makineciye torna, mobilyacıya kalınlık makinesi gerekmektedir.

Şeriatçılar herkese uygulanacak kurallarla ilgilenirler, tarikatçılar ise her insanı ayrı ele alıp onun ihtiyaçlarına ve kabiliyetine göre muamele yaparlar. Kişilere ibadete geçildiği zaman o şeriattan çıkar. Kişilere, hele ölmüş kişilere yapacağınız ibadet sadece onu sevmek olur. İslâmiyet’i bir düzen kabul etmeyenler “Kur’an haftası” değil de “kutlu doğum haftası” icat etmişlerdir.

“Bugün size dininizi/düzeninizi ikmal ettim” âyeti nâzil olduğu zaman Yahudiler şaşırdılar. “Böyle bir âyet bizde olsaydı” dediler. Bir Yahudi gelip bunu bir Müslüman’a söylemiş, bize gelseydi biz onu bayram yapardık demiştir. Sahabe de biz zaten bayram yapıyoruz, bu âyet Kurban Bayramı günü gelmiştir, ayrıca Ramazan Bayramımız da Kur’an’ın nâzil olmaya başladığı zamandır demiştir.

İslâmiyet’te mukaddes olan Hazreti Muhammed değil Kur’an’dır. Onların Kur’an’ları yoktur, onların nüzul ve ikmal tarihleri yoktur. Dolayısıyla Hazreti İsa’nın doğumunu bayram yapabilirler. Hazreti İsa’nın doğumu da gerçekten mucizedir. Hazreti Muhammed’in ise doğumu değil, peygamber olması mucizedir. Mevlitlerin İslâmiyet ile hiçbir ilgisi yoktur, bidat-ı seyyiedir.

İşte Allah’ın dununda yani yakınında ama ondan olmayan ibadetler bunlardır. Tanrı edinmeler bunlardır. Biz bunları söylüyoruz diye rahatsız olanlar vardır. Biz bunları kendi kendimize söylemiyoruz, tarihî ve Kur’anî gerçekler olarak söylüyoruz. Aksini ispat edecek deliliniz varsa, getirin Kur’an’dan, bize de okuyun, biz de inanalım.

قَالَ سُبْحَانَكَ

(QAvLa SuBXAvNaKa)

“Sen sübhansın diye kavl etti.”

Hazreti İsa bu soruya cevap verirken “Sen sübhansın” demektedir.

Sübhan” kelimesi bir deyimdir, Arapların ve Kur’an’ın kullandığı bir deyimdir. “Sebh etmek” yüzmek ve uçmaktır. “Tesbih etmek” yüzdürmek ve uçurmak anlamındadır. Zamanla hakiki manâsını kaybetmiş, mecazi manâsı gerçek manâsı olmuştur.

Sübhan” demek eksikliklerden arınmış olmak, her şeyi mükemmel yapmak demektir. “Sen sübhansın” denmektedir. Fiil olarak tesbih getirilmektedir.

“Sebeha” yüzdü demektir. “Sebbehe” yüzdürdü demek olur. Batmaktan kurtardı demektir.

Biz tesbihe şöyle manâ veriyoruz. Kâinatın düzenini kurup yaşatmak, düzen içinde bulundurmak Allah’ın işidir. Allah bunu kendisi yapmıyor, kullarına ve eşyaya havale ediyor. Onlar Allah adına o işleri yapmış oluyorlar. Bunlar dolayısıyla Allah’ı eksiklik ve noksanlıktan tenzih ediyorlar, yükseltiyorlar, çıkarıyorlar.

Şöyle diyelim. Yetiştirmekte olduğunuz bir delikanlı var. Sizin borcunuz var. Çalışıyor, kazanıyor, günü gelince sizin borcunuzu ödüyor ve sizi borçtan kurtarıyor. Böylece sizin borcunuzu zamanında ödediği, sizi borç ödemekten kurtardığı için sizi tesbih etmiş oluyor. Bunun gibi Allah da kendisinin yapması gereken işleri kendisi yapmıyor da kullarını eğitmek yetiştirmek için görevleri onlara havale ediyor. Dağlara, denizlere, aya, güneşe havale ediyor. Onlar görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlar. Siz oğlunuza borç ödemeyi havale edersiniz ama arkadan takip edersiniz ve eğer o bu görevi yerine getirmezse siz kendiniz ödersiniz. Allah da böyle yapıyor. İşleri kendisi yapmayıp eşyaya ve insana, meleklere havale ediyor ama yakından takip ediyor, eğer onlar yapmazsa kendisi tamamlıyor yani borçlu kalmıyor.

İşte, “sübhaneke”nin manâsı budur. Evet, biz görevimizi yapmaya çalıştık ama yapamamışsak sen zaten eksik bırakmazsın. Sen daima eksiklikten uzaksın.

Bu manâ için sübhanellahi kullanılır ve bu yalnız Allah için söylenir. Sübhan olan Allah’tır. Sübhan olan başka varlık yoktur.

Arapçada mevcut bazı kelimeler vardır ki onlar yalnız Allah için söylenebilir. “Tanrı” nev’ ismi olduğu halde “Allah” özel isimdir. Başka hiçbir varlık için söylenmez. Çoğulu, tasgiri veya tenisi yoktur. “Ehad” kelimesi de böyledir. Sayı olarak ehad yalnız Allah için söylenebilir. Racülün ehadün söylenemez. “Es-Samed” kelimesi de yalnız Allah için sıfat olabilir. Varlığını bir şey almadan ve vermeden sürdüren, başka hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir. Oysa enerjinin atomlara, atomların da mekâna ihtiyacı vardır.

İşte, “sübhane” kelimesi de böyledir. Hiç eksiği olmayan, noksan bir iş bırakmayan yalnız Allah’tır. Mensubdur. Yahut fethaya mebnidir. Kelime sülasidir. Arapçada isim fiil manâsına kullanılmağa başlanınca üstünlü olur. “Nime hellümme” böyledir.

Hazreti İsa burada “Sen Sübhansın” derken şunu söylemektedir. Sen izin vermeseydin, sen istemeseydin onlar böyle bir şey yapamazdı. Benim seni sübhan kılmam mümkün değildir. Benim böyle bir gücüm yoktur. Ben onu söylesem de söylemesem de bu kadar büyük işleri yapamazdım. Senin büyük iraden bu işleri böyle yaptı. Ben basit bir kulum. Böylece Hıristiyanların yaptıklarına sahip çıkmamaktadır.

مَا يَكُونُ لِي

(MAy YaKUvNu Lİy)

“Benim için olamaz.”

“Mâ Kâne” geçmişte olmadı demek olur. “Lâ Yekûnü” gelecekte olamayacak anlamındadır. “” geçmişi “Yekûnu” ise geniş zamanı ifade eder. Dolayısıyla manâsı hâl veya geniş zamanı ifade eder. Benim için geniş zamanda olmaz, geçmişte olmaz, gelecekte de olmaz. Bu ne demektir? Yani benim gücüm söylemeye yetmez. Ben senin elçinim, senin istemediğini ben söylesem bile O bana izin vermez derim. Çünkü sen sübhansın. Bu görevi bana verdin ama sonra sen beni takip ettin. Eğer bir yanlışlık yapsaydım elbette düzeltirdin.

Peygamberlerin masumiyeti buradan gelmektedir. Allah peygamberi göndermiş, ona mucize vermiş ve insanlara Allah’ın elçisi olduğunu kanıtlamıştır.

İnsanlar ne yapacaklar?

Buna inanacaklar. Eğer yanlış yaptığı halde Allah düzeltmezse o zaman Allah insanları dalalete sürüklemiş olur. Hâlbuki Allah bundan sübhandır. Bir resul O’nun dediğinden başkasını yapamaz. Yani orada ona irade-i cüz’iye verilmemiştir. Senin şah damarını koparırız âyeti bunu ifade etmektedir.(69/46)

İkinci manâ da; benim buna gücüm yetse bile benim bunu yapmam uygun değil, ben bunu yapmam, itaat ederim demiş olmaktadır. Bu ikinci manâ ilk bakışta daha uygun gibi görünse de “sübahaneke”den sonra gelmesi birinci manâyı teyit eder. Bu kuraldan dolayıdır ki bizim peygamberlerin sünnetine uymamız gerekmektedir.

أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ

(EaN EaQUvLa MAv LaYSa Lİy BiXaqQın)

“Bana hak olmayanı söylemem”

Benim bana hak olmayanı söylemem olamaz denmektedir. “En Ekûle” söylemem olamaz, buna gücüm yetmez. Sen sübhansın, böyle bir şey söylememe imkân vermezsin.

” herhangi bir sözü söylemem mümkün olmaz. “Liye” benim için denmektedir. Buradaki “Lam” benin yetkim kudretinde değildir demektir. “Liye” hak demek, lehine olan hak demektir. “Ellezî aleyhi’l-hakku” denmemektedir, “Ellezi liy bi hakkin” denmektedir. Oysa burada “Bi Hakkin” denmektedir, benim içinde hiçbir hakkım olmayan bir şeyi söyleyemezdim. Burada resuller ve nebilerin hataları ve yetkileri içinde içtihatlarında eksiklik olabilir. Ama icma ile sabit olan, mütevatiren bize ulaşacak bir hatayı resuller yapmazlar. Yapsalar bile o düzeltilmiştir. “Bi” harfi talil için kullanılır. “Min Hakkin” getirirseniz teb’iz için gelir. Nev’de teb’iz için gelir, talil için gelmez. “Bi” ise teb’iz için gelir. Yani küll içinde küçük parça anlamındadır. Türde değil hak olanda küçük bir parça yani öyle bir konu ki orası hata kabul etmez.

Kelamcıların kuralı vardır. Amelle ilgili hükümler zannî olur ve herkes içtihadına göre amel eder ama iman için icma gerekir. İcma ile sabit olan bir gerçeği müdafa ederken öldüğünde şehit olursun ama içtihatla sabit olan bir şey için cihat yapmak haramdır. Sadece senin ona göre amel etmen caizdir. Başkasının içtihadı ile mukallit değilsen amel bile edemezsin. İşte buradaki “Bi” harfi kelamcıların bu anlayışını teyit etmektedir.

O halde III. bin yıl uygarlığına giren insanlık bildiklerini yenilemiştir. Mekke’de bin âlimden oluşmuş bir üniversite kurmamız gerekir. Buraya dört büyük dine mensup olanlar sayıları nisbetinde âlimlerini göndereceklerdir. Bu ilim adamları iki kere ikiden başlayıp bütün bildiklerini ittifakla kitaplara geçirecek ve bunu dünyaya ilan edecekler. Dünya üniversite âlimlerinin bu icmalarla hakemlere gitme hakları olacaktır. Delillere dayalı olarak itiraz edilirse hakemler bunu icmadan çıkarabilirler.

İşte, büyük dinler icma ile sabit olanlar üzerinde birleşmelidirler. Bunları savunmamız, bunlar için cihat yapmamız caizdir. Yoksa kendi kendine bu kesindir deyip kimse cihada hak kazanmaz. Bu sebeple icma ile sabit olana “maruf” denmektedir. Münker de; o hususta bilgimiz olmadığına yani o cümlenin yanlış olduğunda icma olursa o münkerdir. Marufu emreder, münkeri nehy ederiz.

إِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ

(EiN KüNTu QuLTuHu)

“Bunu söylemişsem.”  

İn” şart harfidir. Maziye de gelse geleceği ifade eder denmektedir. Oysa burada maziden bahsetmektedir. O halde “İn”den sonra hele “Kâne” fiili gelirse geçmişi ifade eder demektir. Buradaki zamir cümleye gitmektedir. Demek ki “Kâle”den sonra gelmiş olan cümlenin başında “En” vardır, mahzuftur. Zamir “En” ile yapılan masdara gitmektedir.

Şimdi Allah’a “Sen mi dedin?” sorusuna cevap verirken burada kendisini savunmaktadır. O halde ifade verirken, soruya cevap verirken herkes kendisini savunacak ve cümleleri de söyleyecektir. Bir şeyin bilinmesi başkadır, söylenmesi başkadır. Cümlelerin çok önemi vardır. “Ben filanla evlenmeye karar verdim” diyor, o da “Ben de onunla evlenmek istiyorum, razıyım” derseler, iki taraf da evlenme hususunda iradeleri olduğunu beyan etmişlerdir. Ama bu nikâh olmaz. “Ben seninle nikâhlanmaya talibim” dese, o da “Ben de senin talebini kabul ettim” dese, işte o zaman nikâh akdedilmiş olur.

Bir kimsenin Müslüman olması için kalben kabul etmesi yeterli değildir, ağzı ile söylemesi gerekmektedir. Kur’an’da “Kûlû Âmennâ” denmektedir.

Hazreti İsa’nın öyle bir şey söylemediğini Allah bilmektedir. Hazreti İsa da bilmektedir. Buna rağmen yine Allah sormaktadır. Hazreti İsa da hayır, böyle bir şey söylemedim demektedir. Böylece burada bize soruşturmanın nasıl yapılacağını öğretmektedir.

Hazreti İsa’nın bu sözünden sonra Hıristiyanlar sorumlu tutulacaklardır.

Bilinmesi yeterli değildir, söylenmesi gerekmektedir.

فَقَدْ عَلِمْتَهُ

(FaQaD GaLİmTaHuv)

“Sen onu bilmektesin.”

Burada “Kad” kelimesi gelmiştir. “İn”den sonra gelen fiili mazinin başına “Kad” gelirse o maziyi ifade eder.

Örnek olarak “İn raeytu fülane fe alimtuhu” dersem, eğer ben onu görürsem ben onu görmeden önce bilmiş olacağım demektir. Ama “İn raeytuhu fekad alimtuhu” dersem, ben eğer geçmişte görmüşsem o zaman ben onu bilmekteyim demiş olurum.

Hazreti İsa burada ben öyle bir şey söylemişsem sen onu bilmektesin demiş olmaktadır.

Buradaki “Hu” zamiri ise “Kultu”daki masdara gitmektedir. Demek ki bir fiilden sonra o fiilin masdarına masdar zikredilmese de zamire raci olur. Çünkü her fiilde mefulü mutlak olarak masdar mukadderdir. Çünkü söyleseniz cümle belagatini kaybetmez.

Arapça grameri tesbit edilirken Kur’an’da böyle kullanılan örnekler bulunur, ihtilaf edilemeyen örnekler bulunur ve bu sayede gramer kuralları oluşur.

Herkes Kur’an üzerinde baştan başlayıp “Ruhu’l-Kur’an” çalışmamızda kelimelerin vezinlerini ve cümlenin irabını, zamirlerin nereye raci olduğunu, harfi atıfların neye atfettiği hususunu bir defa hatmederek okumalı, ondan sonra kuralları öğrenmelidir.

Hazreti İsa’nın burada “Sen bilmektesin” demesi, muhasebe ile sabit olan bilgidir. Topluluğun olaylardaki bilgisi muhasebedir. İnsanlar sözlerini de muhasebeye geçirmelidirler. Yani eğer bir sözün bizi bağlamasını istiyorsak o sözü muhasebeye geçirmiş olmamız gerekir. Sözü söyleyen alacaklı, muhatap ise borçlu olur. Sözün borçlusu olur. Söze zamir gittiğine göre demek ki söz borç olabilmektedir, varlıktır.

İnsanlar konuşurken akıllarına geleni söyleyeceklerdir. Bu sözler onları bağlamayacaktır. Mesela R. Tayyip Erdoğan “dini bir” dedi, suç sayıldı. Sonra “dilim sürçtü” dedi. Bu söz artık suç sayılmaz ama bunu yazılı bir belgeyi okuyarak söylemişse veya bu konuşması muhasebeye verilmişse, “ben bu sözün arkasındayım” demişse, o zaman bu söz onu bağlar ve suç olur. Benzer hükmü zina iftirasında da koyabiliriz. Kendisine sorulduğunda ısrar ederse o zaman iftira etmiş olur ama ima yoluyla bir şey söylediği zaman müfteri olmaz.

Soruşturmada önce şifahi olarak soruşturulur ve bilgi edinilir. Sonra yazılı olarak kendisine tevcih edilir. Yazılı olarak verdiği ifade ise artık kesinlik kazanır ve sözlerden dolayı söyleyen sorumludur. Bildiği halde şehadetini gizleyen de gizlediği için sorumlu olur. Ne var ki bu gizlemeyi tevcih edilen soruya verdiği cevapta yazılı olarak verdiği cevapta aramalıdır. İşte duruşmalı soruşturma bunun için vardır. Herkesin bildiğinin tevsik edilmesi gerekir. Suale cevap vermeyen kimsenin hapis baskısına alınması meşru kılınabilir.

تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي

(TaGLaMu MAv FIy NaFSIy)

“Nefsimde olanı sen ilmedersin.”

Nefs” kelimesi soluk alma anlamında “nefes”ten gelir. Kişi anne karnında iken solumamakta, annesinin ciğerleri ile yaşamaktadır. Doğar doğmaz kişi hava almakta ve ciğerler şişmektedir. İnsanın sağ doğup doğmadığı bu sebeple çok kolay anlaşılmaktadır. Ölen insanın da nefesi durmaktadır. İnsanın hayatı alınan nefesle tesbit edildiği için yaşayan insana “nefs” denmektedir. İnsan öldüğü zaman da ruhu devam etmekte, nefsi ise sona ermektedir. İnsanı tarif ederken maddeciler insanı yalnız bedenden ibaret görmekte, ruhçular da yalnız ruh olarak görmektedirler. Kur’an’a göre insan ruh ve bedenin birlikteliğidir. Ruh bedenden ayrıldığında insanın kişiliği olmaz.

İnsan yok mu olmaktadır?

Hayır, insan yok olmamaktadır. Ancak bizim mekânımızdan ve zamanımızdan ayrılmakta, sıfır zamanı yaşamaktadır. Dolayısıyla ölen artık bizim kâinatımızda yoktur.

“Nefsimi bilirsin” denmiyor da, “Nefsimde olanı bilirsin” deniyor, yani benim kişiliğimde olanı bilirsin denmektedir.

Kişiliği kavrayabilmemiz için bir senaryoyu resimleyen filmi ele alalım. Filim binlerce şeffaf resimden oluşmaktadır. Arkasından ışığı düşürdüğünüz zaman perdede o resim gölgesi düşer. Her resim bir andır ama resimlerin toplamı bir filmdir.

Bunun gibi insan doğumundan ölünceye kadar yaşar, dört boyutlu uzayda kendi heykellerini bırakıp gider. Sonunda bir film gibi birçok heykellerden oluşmuş yapısı ortaya çıkar. Bu zaman içindeki oluş insanın nefsini oluşturur. Yani anlık varlığımız değildir. Geçmişten başlayıp geleceğe uzanan bir heykel filmin kendisidir.

“Benim nefsimde olanı sen bilirsin” diyor.

Yani ben neler yaptıysam hepsini bilirsin demektir.

Burada eksik bıraktığım bir şey vardır. Yukarıda anlattığım heykeller dizisi insanın bedenini anlatır, onun hayatını anlatır. İşte bedenin bu akışına ruh da refakat etmiştir ve o bedeni yaşamıştır. İşte o bedeni yaşayan varlık nefistir. Bedenin özelliği hayattır. Ruhun özelliği ise nefistir.

Nefsi şöyle tarif edebiliriz. İnsan ruh ve bedenin birleşmesinden oluşan varlıktır. Bedende ruhla irtibat kurabilecek özellik vardır. Bu da hayattır. Ruhta da bedenle irtibat kuracak özellik vardır, bu da nefistir. Hayat ve nefis ayrı varlıklar değildirler. Bunlar beden ve ruhun özellikleridir. Ruhla beden doğrudan irtibat kuramamaktadır. Bedendeki hayat ile ruhtaki nefis aracılığı ile irtibat kurabilmektedir.

Nefiste birlik vardır. Şöyle ki, ben çocukluğumdan bugüne kadar değişik hallere girdim ama ben değişmedim. Şu tarihte doğdum, şurada okulu bitirdim, şu işi yaptım diyorum. Ben yani nefsim onların hepsinin birlikteliğidir.

Bedende erkeklik ve dişilik var olduğu halde ruhta erkek ve dişilik yoktur. Ruhta erkeklik ve dişilik olmadığı, nefis de ruhun özelliği olduğu için onda da erkeklik ve dişilik yoktur. Kadın ve erkek arsındaki fark ruhi değil bedenidir. Kişi olarak da ikisi aynı kişiliğe sahiptir. Bundan dolayıdır ki hukukta kadın ve erkek arasında kişilik bakımından bir fark yoktur.

Nefsimde olanı bilirsin” demek, geçmişimi ve geleceğimi bilirsin demektir. Yani Allah insanı bütünü ile bilmektedir. İnsan da kendisini hafızası ile bilmektedir, başkaları ise bilmez. Filmini çeksek bile insanın o hareketi yaparken ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilemeyiz. Melekler bile bilmez. Ancak beyin bilgisayarında kaydedilenleri okuyabilirler ama Allah hepsini bilir.

Burada bir şeye işaret etmemiz gerekmektedir.

Acaba hayvanlarda da ruh var mıdır, nefis var mıdır?

Hayvanların ruhu olsa bile nefisleri yoktur. Onların ruhları sadece mevcut olan programları uygular. Bunun bilincinde olabilirler, acı duyabilirler ama karar verme yetkileri yoktur yani projede değişiklik yapamazlar. Oysa insan karar verme özelliğine sahiptir. İşte böylece hak ve görev sahibi olmuştur.

Kişilik kazanma demek adeta tanrılaşmadır. Tanrı’nın insanlar üzerinde hak ve görevleri vardır. İnsanın Tanrı’ya karşı hak ve görevleri vardır. Allah onu kendisiyle hesaplaşacak bir varlık kılmıştır. Halife olmanın manâsı budur.

وَلَا أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ

(VaLAv EaGLaMu MAv FIy NaFsiKa)

“Ve ben senin nefsinde olanı bilmem.”

Kur’an Allah’ın da nefsi olduğunu ifade etmektedir. Yani insan kendisine ruh üflenmekle Tanrı’ya doğru yaklaştırılmaktadır, Tanrı’nın halifeleri oluşturulmaktadır.

Nasıl bir vilayette vali, hattâ bir köyde köy muhtarı devleti temsil ediyorsa, insanın bedeninde de ruh Tanrı’yı temsil ediyor. Tanrı değildir ama Tanrı’nın temsilcisidir, vekilidir. Bu sefer zamandan ve mekândan münezzeh ve erişilemez bilinemez. Tanrı da gayb âleminden şuhud âlemine inerek O da kişilik kazanmaktadır. Kâinatı yaratmadan önce O’nun kişiliği yani ruhların ruhu vardır ama kişiliği yoktur çünkü kendisinden başka kimse yoktur. Başka bir ifade ile nasıl ruh bedenle ilişki kurmadan kişiliği yoksa Allah’ın da hâlık olmadan kişiliği yoktur.

İslâm devletinde kişilerin devlet karşısında eşit kişiliği vardır. Yani kişinin devlete karşı hukuku vardır, devletin de kişiye karşı hukuku vardır. Bunlar eşit haklara sahiptir. Yani devlet olduğu için herhangi bir imtiyazı yoktur. Bu sebepledir ki İslamiyet’te savcı ile avukat aynı yerde oturmalıdırlar. Bugün ise savcı hâkimin yanında oturmaktadır. Allah da artık kişi olmuştur ve kâinat içinde eşit hukuka sahiptir, nefsi olmalıdır.

Aradaki fark bilgi bakımından vardır. O her şeyi bilmektedir, oysa kişi devleti bilmemektedir. Yani devlet kişiyi bilecektir ama kişi devletin sırlarını bilmeyecektir. Kişi kendi dosyasını her zaman görebilir ama başkasının dosyasını bilemez, göremez. Ancak kişi izin verdiği takdirde gizli dosyası görülebilir.

Devletin başı da dâhil eğer başkasının dosyasını göremezse devlet nasıl görmüş olacaktır? Herkes kendi haklarını ispat etmek için dosyasını belge olarak sunabilir. Lehine delil kullanabilir ama başkası onun dosyasını dosya sahibi aleyhine delil olarak kullanamaz. “Sen benim nefsimde olanı bilirsin ama ben senin nefsinde olanı bilemem”in manâsı budur.

Soruşturmacılar dosyalarını saklar ve dosyalarına göre şehadet edebilirler. Sonra kendilerini savunurken de o dosyalarını kanıt olarak gösterebilirler ama soruşturmacıların kendi dosyaları kendi aleyhlerine delil olamaz.

Allah kâinat içinde bir varlık, bir kişi, bir nefis olarak görülmektedir. Artık diğer kişilerden farklı değildir. Şeytanı O yaratmıştır. Görevi O vermiştir. Kendi takımına karşı bir takım oluşturmuştur. Artık Allah kendi takımı ile şeytanın takımının karşısındadır. Şeytan gibi o da nefis olmuştur. Tanrılık hüviyeti ile aramızda bulunmamaktadır, bizim gibi görevli bir kişi olarak bulunmaktadır.

“Şeytan Allah’ın aduvvudur” derken şeytanın hizbi Allah’ın hizbine karşıdır. Karşı takımda o oynamaktadır. Allah âhirette de bu sünnetinde değişiklik yapmayacaktır. Bu sebepledir ki Hazreti İsa ile bir kişi gibi konuşmakta, bilmiyormuş gibi sorular sormaktadır.

Evet, biz mahlûkuz, O’nun karşısında hiçiz. Kâinatın büyüklüğü içindeki yerimizi, kâinatın yaşı içindeki yerimizi düşündüğümüz zaman bunu hemen anlarız.

Üniversitede iken bir arkadaşımız şöyle demişti: Benim en çok canımı sıkan güneş sistemini düşünürken yerin çapını sıfır kabul ediyoruz. Galaksimizi düşünürken de güneş sistemini sıfır büyüklükte kabul ediyoruz. Kâinatımızı düşünürken de galaksimizin büyüklüğünü sıfır kabul ediyoruz. Bu durumda bizim durumumuz ne olacak diyordu.

Dahası vardır. Dört boyutlu uzay içinde kâinatımızın büyüklüğü sıfırdır. Beş boyutlu uzayda da dört boyutlu uzay sıfırdır. O halde bizim Tanrı’nın yanında herhangi bir varlığımız söz konusu olamaz ama Allah bize kişilik vermiştir, bizi muhatap almaktadır ve O’na karşı davalı ve davacı olabilmekteyiz.

إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (116)

(EinNaKa EaNTa GalLAvMu elQuLUBı)

“Yalnız sen gayblerin allamısın.”

Gayb” iki şekilde olmaktadır, ya mekânda uzakta olur, oradan bize haber gelmez ya da zamanda uzak olur, geçmişin karanlıklarında veya geleceğin bilinmezlikleri içinde bulunur.

Allah insanları beden içine koymuş, bedendeki organlarla onu çevreye âlim yapmıştır. Kendisi de zuhur ederek varlıkları ve çevreyi var etmiştir. Allah kâinatı terk etmemiş, bunlardan ilgisini kesmemiş, bir kişi olarak aralarında çokluk içinde devam etmektedir.

Çokluk içinde ne demektir?

Allah nefisle ve her yerle ayrı ayrı kişi olarak varlığını sürdürmektedir. O yerde başka ilahtır, O gökte başka ilahtır. O benimle beraber iken başka bir ilah olarak seninle de beraberdir. Kendisi tektir ama kâinattaki görüntüsü ve buluşması çoktur. Allah her şeye muktedir iken sünnetini değiştirmemekte, kâinatta kurallar içinde görünmektedir. Bunun sebebi; insanlar, melekler, cinler ve bütün canlılar ne olacağını bilsinler ve yapacaklarına karar versinler diye böyle yapmaktadır.

Eğer sünnetullah olmasaydı biz varlığımızı sürdüremezdik. Bu bakımdan biz ile Allah eşit hâle gelmişizdir. Su yüz derecede kaynar, bizim için de kaynar Allah için de kaynar. Biz bu sünneti değiştiremeyiz, O ise değiştirmez. Fiil olarak aynı kanunlara tabiyiz ama ilimde böyle değildir. Bizim bilgimiz cüzidir, O’nunki küllidir. Bizim bilgimiz zannîdır, O’nun bilgisi katidir. Bizim bilgimiz ihtimalidir, O’nun bilgisi hisabidir. Bizim bilgimiz izafidir, O’nun bilgisi mutlaktır. Biz cisimlerden gelen dalgalarla bize göründüğü kadarı ile biliriz, O varlıkların zatlarını ışıksız ve sessiz bilir. Yani Allah ilim bakımından mahlûku ile bir görünmüyor.

Burada kastedilen “Ke” kâinatın var edicisi Allah’tır. Harfi tarifle gelmiştir. O’ndan başka kimse allâmu’l-guyub” değildir. Peygamberler de değildir.

İşte, Hazreti İsa sorulara tanık ve sanık sıfatıyla cevap vermektedir.

Allah Hıristiyanlardan yalnız bir şey istemektedir. Tanrı’nın kulu olmak.

Hazreti İsa nedir? Resuldür, yeryüzünde O’nun görevlisidir. O sadece O’nun emirlerini insanlığa ulaştırmıştır. Öldükten sonra da ne olduğunu bilmemektedir. Çünkü onlar gayb ilimlerindendir. Hıristiyanlık bu sorunu çözmek zorundadır.

Müslümanların da buna benzer takıntıları vardır. Bin sene önce oluşmuş mezheplere göre çözülmüş problemlerle ve o zamana göre oluşmuş fıkıhla günümüzün sorunları çözülemez.  Onların usulüyle bizim günlük problemlerimizi çözmemiz gerekir. Müslümanlar da bu tutuculuktan vazgeçmelidir.

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 74

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلَّا مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (117) إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (118)

 

مَا قُلْتُ لَهُمْ

(MAv QuLTu LaHuM)

“Ben onlara kavl etmedim.”

Allah Hazreti İsa’ya soru soruyor; sen mi onlara ‘beni ve annemi ilâhlar yapın’ dedin diyor. O da cevap veriyor; ‘Hayır, benim böyle bir şeyi söylemem mümkün değil, söylemedim’ diye savunmuştur. Önce kendisini savunmuştur. Ondan sonra da onların ne söylediklerini anlatacaktır. Kendi hayatında olanın hesabını verecektir. Ben yalnız şunları söyledim diyecektir.

Tanık ve sanık olarak ifade verirken kişiler kendi yaptıklarını anlatacaklardır. Sorulan konularda kendi ilişkilerini anlatacaklardır. Sorguya çekilen herkes bildiklerini anlatacaktır. Sonunda soruşturmacı bir kanaate varacaktır. Bu kanaat çok açık olmalıdır. Kanaatin sebepleri soruşturma dosyasında yer almalıdır. Soruşturmacı bilse bile, soruşturmacı bilmiyormuş gibi dinleyecek ve dosyaya geçirecektir. Bu dosya hakemlerin huzuruna gidecek, hakemler dosyayı yeterli gördükleri zaman onun şehadetini kabul edeceklerdir.

Allah bildiği halde yine Hazreti İsa’ya soruyor, Hazreti İsa da sanık olarak kendisini savunuyor, ayrıca tanık olarak da bildiklerini anlatıyor.

Buradaki zamir bundan önceki âyette geçen sen mi nâsa söyledin âyetindeki nâs kelimesine racidir. Orada İsrail oğullarına sen mi söyledin denmiyor, nâsa sen mi söyledin deniyor. Hazreti İsa tüm insanlığa gönderilmiş bir nebidir, getirdiği İncil tüm insanlığın kitabıdır. Hayır, ben insanlara böyle bir şey söylemedim diyor.

Romalılar Hıristiyanlığı Milattan Sonra 300 yıllarında kabul etmişlerdi. Böylece Hıristiyanlar süper güç olmuşlardır. Kur’an nâzil olduğu zaman da süper güç idiler. İranlıları yenmiş ve tek güç olarak kalmışlardır. Abbasilerin ortaya çıkması döneminde de süper güçlüklerini korumuşlardır. Abbasiler ikinci süper güç olmuşlar yahut eşit güç olmuşlardır.

Hıristiyanların ikinci güç olmaya başlamaları Malazgirt Savaşı ile başlar, Osmanlıların İstanbul’u fethetmesi ile ikinci güç olurlar. Ne var ki bu üstünlük iki üç asır sürer. Bugün de tek süper güç hâlindedirler. Hıristiyanların bu üstünlükleri Kur’an’da bildirilmiş, sana tâbi olanları kıyamete kadar üstün yapacağız denmiştir. Bugün de Hıristiyanlar nüfusları en çok olan din mensuplarıdırlar.

Biz uygarlıkta daima üstün olacağız. Kur’an her zaman muzaffer olacaktır. Bu üstünlük “silah üstünlüğü” olmayacaktır, “savaş üstünlüğü” olmayacaktır, “barış üstünlüğü” olacaktır. O sebepledir ki dinler İslâm dininde oldukları halde bugün yalnız Kur’an ehline “müslim” denmektedir.

Hiçbir silah gücü olmayan Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu’nu ele almışlar, Roma’yı Hıristiyanlaştırmışlardır. Roma’yı fetheden ve imparatorluğunu yıkan Cermenler Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Böylece papalık Avrupa’nın mutlak hâkimi olmuştur. Bugün de Avrupa Birliği papalık etrafında toparlanmaktadır.

Görülüyor ki tarihî zaferler “silahın” değil daima “imanın” olmuştur.

Sovyetler yarım asır gibi zamanda ikinci süper güç olmuşlar ve ateizmi benimsemişlerdi ama bugün sahneden çekilmişlerdir.

Hazreti İsa Allah’a ifade verirken bütün bu Hıristiyanlığın azametinden baştan haberdar edilmiştir. Sana tâbi olanları kıyamete kadar üstün kılacağız haberi ile işin basit olmadığını biliyordu. Kur’an’da da “Allah nurunu tamamlayacaktır” âyetiyle İslâmiyet’in uygarlıkta birinci olacağı bildirilmiştir. Bugünkü Batı uygarlığı hukukta ve yönetimde İslâm uygarlığının Batı’da bozularak uygulanmasından ibarettir.

Batı dünyası Müslümanlarla ilk defa Endülüs’te karşılaşmış, daha sonra üniversiteleri medrese örneği içinde açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Viyana kapılarına doğru ilerlemesi karşısında Hıristiyanlar kendilerini yenileme ihtiyacında hissetmişler, Rusya ve İngiltere Osmanlı modeli laik model ilkesini benimsemişler, bu sayede büyük imparatorluklar olmuşlardır. Bugünkü Batı’da mevcut olan tüm müsbet anlayış tamamen İslâmiyet’in Batı’ya öğrettikleridir. Ne var ki en büyük dinsizlik de onlardan çıkmıştır.

İşte, Hazreti İsa’ya sorulan soru içinde aslında bugünkü sosyalizm ve kapitalizm de vardır. Hazreti Meryem’i ilah ittihaz etmek, Hazreti İsa’yı ilah ittihaz etmek demek sosyalist olmak ve kapitalist olmak demektir. Hıristiyanlar da Hazreti İsa’da iki kişilik taşımaktadır. Ruhani kişiliği “papalık” bedeni kişiliği de “krallık” temsil eder. Oğul siyasi güç ise anne de ekonomik güçtür. Hazreti İsa sosyalizmi temsil ediyorsa Hazreti Meryem de kapitalizmi temsil ediyor. İşte Hazreti İsa bunu reddediyor. Ben onlara papalığa tapın, imparatora tapın demedim. Ben onlara kapitalizme sarılın, sosyalizme sarılın demedim demektedir.

Bu manâları kıyas yoluyla verebiliriz.

Onların iyi şeyleri nasıl istismar ettiklerini anlatmaktadır.

إِلَّا مَا أَمَرْتَنِي بِهِ

(EilLAv MAv EaMaRTaNIv BiHi)  

“Yalnızca bana emrettiğini söyledim.”

“Emrettiğini emrettim” demiyor, “Sen bana ne emrettinse ben onu söyledim” diyor.

Ne emretmiş?

Söylemeyi emretmiş, emretmeyi emretmemiş.

Burası çok önemlidir. Resuller ve nebiler söylemekle mükelleftirler, emretme yetkileri yoktur. Tebliğ resullere, hisab (hesap) Allah’a aittir.

Başkanların görevleri sadece söylemektir. Hâkimlerin görevleri sadece karar vermektir. Onların zorlama görevleri yoktur.

Zorlama görevi topluluğa aittir, dayanışma ortaklıklarına aittir. Onun için kolunu kesin diyor, sopa vurun diyor; kolunu kes demiyor, sopa vur demiyor. Askeri düzende ise başkana itaat vardır, komutanların emretme yetkileri vardır.

Adil Düzen Çalışanları bunu iyi bilmelidirler. Onların görevleri “Adil Düzen”i ortaya koymaktır. Küçük çapta yüz dairelik bir apartman veya on apartmanlık bucak çapında uygulamayı göstermektir. Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi; deneyerek “Adil Düzen”i doğru anlayıp anlamadıklarını bilecekler, aksaklık çıkarsa Kur’an’a dönecekler, hangi manâ vermede hata ettiklerini bulacaklar ve içtihatlarını ona göre değiştireceklerdir. Uygulamaya bunun için gerek vardır.

İkincisi de; halka teorileri anlatamazsınız, onlara göstererek anlatmak gerekecektir. Bu da ancak yaparak ve göstererek gerçekleşebilir.

Burada “Bihi” hazfedilmemiştir. Çünkü ikinci mef’uldür. Hazf fail veya birinci mef’ul olunca caiz olur.

“Mirar” acı bir ağacın adıdır, kabuklarından ip yapılır. “Mürre” bu ağaçtan yapılan ipin adı olmuştur. İpin bükülmesinden tekrarlanan şeylere “Merre” denmektedir, gelip geçmek anlamındadır. Sonra “Emera” söz geçirdi veya sözünü dinletti anlamında kullanılmaya başlanmıştır, emir buyurmak anlamındadır.

“Merve“ yumuşak taş demektir. “Emerve“ yumuşattı, demektir. Sonra “vav“ düşmüş, sülasiye dönüşmüş, sözünü geçirme anlamında buyurmak manâsını kazanmıştır. Emirde cebir yoktur. Kişi emredene karşı değil, şeriata karşı sorumludur.  Hukuk düzeninde amir hatırlatıcıdır, münzirdir.

Emir” kelimesi iki mef’ullü olabilir. “Emerahu en ittakı” ittika et diye emretti denebilir yahut “Emerahu bien yetteki” ittika etmeyi emretti anlamındadır. “Li” ile de gelebilir, “Emerahu littakva” takva etmesi için emretti.

Bi” harfi tahsis için gelir, sadece bunu emret anlamına gelir. Bu sebepledir ki burada “Bi” harfi ile gelmiştir. Ben sadece emrettiğini söyledim, fazla bir şey söylemedim, eksik de bir şey bırakmadım.

Başkanların yasa yapma yetkileri yoktur. Yasa sözleşmelerden oluşur ve bu meclisin işidir. Hükümetin işi ise yasaları uygulamaktır. Batılılar bu kuralları ‘kuvvetler ayrılığı’ şeklinde anayasalarına yazdılar ama hilesini bulup yine yasaları hükümetler yapmaktadır. Hükümetlere de kanun teklifi yapma yetkisi verilmiştir. Hükümetin teklif ettiği kanunlar önce görüşülmektedir. O kadar çok kanun teklifi var ki meclis milletvekillerinin veya grupların kanunlarını görüşememektedir. Dolayısıyla yasama da fiilen yürütmenin emrine verilmiştir.

أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ

(ENi uGBuDu elLAHa)  

“Allah’a ibadet edin diye söyledim.”

“Allah’a ibadet edin diye söyledim. Başka bir şey söylemedim.” Bu terkib Allah’ın bedelidir yani sen bana bunu emrettin, ben de onlara yalnız bunu söyledim diyor.

“Amel etmek” vardır, “ibadet etmek” vardır.

Amel birinin işini yapması, karşılığında ücret almasıdır. İnsanlar arasında amel etmek ve ücret almak meşrudur. Amelde çalışan tüm emeğini değil sadece o işi yapan emeğini satmıştır. İşverenin amel edenin başka iş yapmasına karışması caiz değildir.

Abd” ise başkasının özel işçisi olmaktır. Abd olan efendisinin işlerini görür, onun izni olmadan başkasının işini göremez. Abdın bütün ihtiyaçlarını efendisi karşılar.

Roma’da kölelik kişinin kişiliğini kaybetmesidir. Nasıl bir insan devesine sahipse Roma’da da sahibi kölesine sahiptir. Onu isterse öldürebilir.  Kölenin kimseye karşı dava açma yetkisi yoktur. Nasıl deve mahkemeye müracaat edemezse, köle de mahkemeye müracaat edip dava ikame edemez, köle adına da dava açılamaz. Deve adına lehine veya aleyhine dava açılamaz. Dava yalnız insan aleyhine açılır, insan lehine açılır. Roma’da köle insan sayılmadığı için dava açılamazdı.

İşte, Kur’an bu şekildeki bir köle anlayışını kaldırmıştır.

Avrupalılar da böyle bir köle anlayışını yasaklamışlardır.

İslâmiyet’teki kölenin kişiliği vardır. Biri onu öldürse kısas yapılır. Efendisine her zaman dava açar, mahkemeye gider. Başkalarına karşı da efendisinin izni olmadan dava açar. Aleyhine de ona dava açarlar. Mesela hırsızlık yapsa kölenin kolu kesileceği gibi cinayetlerde de mağdur olan köledir. Kısas talep etme hakkı kendisine aittir.

İslâmiyet’te kölenin ekonomide malikiyet hakkı yoktur. Savaş esiridir. Ülkemizde onun mülk edinme yetkisi yoktur. Onun geçinmesi sahibine verilmiştir, sahibi de onu çalıştırma hakkına sahiptir. Hem de bugün olduğu gibi sosyal hakları korunarak sahibidir. Yani bugün işçilerimizin Türkiye’de sahip oldukları haklara İslâmiyet’te köleler efendilerine karşı sahiptir. Bugün işçiler nasıl izinsiz başka işler yapamıyorlarsa, İslâmiyet’te de köleler izinsiz başkalarının işlerini yapamazlar. Batı’daki kişiliği olmayan kölelik anlayışı İslâmiyet’te tamamen ortadan kalktığı gibi, Batı’daki işçilik İslâmiyet’te sadece harp esirleri için tanınmıştır.

Genellikle İslâm fıkıhçıları köleden doğanları da köle kabul etmektedirler. Bu hususta Kur’an’da delil aramadım ve içtihadî bir hükmüm yoktur. Ne var ki köleliğin sadece savaşla olduğunda Kur’an’da delil ve icma vardır. Çocuklar da savaş esiri değilse yani sonradan doğmuşlarsa onların da köle olmaması asıldır. Arkadaşlarımız araştırmalarını bu gibi günlük konulara yöneltmelidirler. Kölelerin çocukları köle olabilirler.

İşte, Fatiha Sûresi’ndeki “Biz yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden istiane ederiz” ifadesinden anlıyoruz ki, mutlak köleliğin İslâmiyet’te olmadığı açıktır. Köle değil rakaba vardır ve yalnız savaş esirleri rakaba yapılabilir.

Hazreti İsa da Allah’a ibadet etmelerini insanlara söylediğini söylemektedir. Yalnız Allah’a ibadet etmenin sosyal hayattaki uygulaması meselesine gelince, herkes topluluğun işçisidir. Tüm alışverişi toplulukla yapar. Yani kişi bir malı satarken topluluğa ait malı satmıştır. Birisinden mal alırken de topluluktan almıştır. Allah’ın halifesi olarak almakta, sonra da topluluğa vermektedir. Bunun içindir ki tüm nakitleri devlet korumaktadır. İşte burada kapitalizm sona eriyor. Kapitalistler malları mülk sahiplerinin sayarlar, sosyalistler de devlet görevlilerinin sayarlar. Oysa mülk topluluğundur. Halk ve görevliler o mülkü korumak ve yönetmekle görevlidirler. Ücret olarak da ondan yararlanmaktadırlar. “Mülkün maliki sensin” âyeti bunu ifade eder. Yani bu âyetle Hazreti İsa Hıristiyanlara sosyalizmden ve kapitalizmden vazgeçin demektedir. Öyle söylemiş. Bu ifade bizim iki ilâhın kapitalizm ve sosyalizm olduğu anlamını teyit eder. Çünkü başka âyetlerde namaz kılma ve oruç tutma ibadetten ayrılmıştır. O halde Hıristiyanlar Hazreti Meryem ve Hazreti İsa’ya nasıl ibadet edeceklerdir? Haç çıkarmak ibadet kabul edilirse namaz ibadet olmalıdır. Hâlbuki Kur’an namazı ibadet saymıyor.

رَبِّي وَرَبَّكُمْ

(RabBIy Va RabBaKuM)  

“Benim ve sizin rabbiniz”

“Benim ve sizin rabbiniz olan Allah’a ibadet edin.”

Burada ibadet tarif edilmektedir. Fatiha Sûresi’nde de âlemlerin rabbine ibadet edilecektir. Yani ibadet Allah’ın rab sıfatına karşı yapılan bir ameldir.

Biz zayıf olarak doğuyoruz. Allah bizi topluluk içinde yetiştiriyor. Sonra biz de çocuk yapıp onları yetiştiriyoruz. Allah’a yani topluluğa borçlu olarak borcumuzu ödüyoruz.

Fatiha’da bu biraz yorumla anlaşılmakta, burada ise doğrudan ibadet emrine işaret olarak “rabbim ve rabbiniz” kelimesi kullanılmıştır.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nın ilk maddelerindeki ifade şöyledir: Yeryüzü insanlığındır. İnsanlar atalarından aldıkları yeryüzünü kullanarak yaşarlar. Onu imar ederek çocuklarına devrederler. Anayasamızda böyle bir madde vardır. İşte bu Allah’a ibadettir. İmar sözü de rab sözünün delaleti ile sabit olmaktadır.

Hâkimiyet ne zenginlerin, ne yöneticilerin, ne de siyasilerindir. Hâkimiyet topluluğundur. Bu sebepledir ki “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü doğrudur. Yoksa hâkimiyet kayıtsız şartsız devletindir denirdi. Kur’an’daki “Allah” sözünün O’nun halifesi olan ulusu da ifade ettiğini bilmeyenler bu cümleyi küfür kabul ederler. Oysa bu cümle doğrudur. Hâkimiyet halkındır denseydi, hakimiyet ekseriyetindir denseydi yanlış olurdu.

İşte Batılıların bir türlü kavrayamadıkları nokta burasıdır. Servet tüccarların değildir, memurların da değildir. Hepsi topluluk adına onun başında kayyumdur, onun yönetimiyle ve muhafazasıyla mükelleftir. Bu hizmetinden de ihtiyacı kadar yararlanma durumundadır. Bu sebepledir ki israf kişi varlıklı olsa da haramdır.

Yani İslâmiyet solcuların istediği düzeni kurmuştur. Ne var ki burada devlet görevlileri yetkili kılmamıştır. Herkes kendi içtihadı ile görev alır ve yapar. Hukuk kuralları içinde yetkiler oluşur. Sosyalistler sermaye sahiplerinin yerine devlet görevlilerini koyuyorlar. Bunun hatalı olduğunda Marks bilinçlidir. Onun için Marks ideal devlet şeklini sosyalizm olarak anlamaz. Onun geçici olduğunu, ondan sonra ideal devlet şeklinin komünizm olduğunu söylemektedir ama komünizmin ne olduğunu söylememektedir.

İşte, “Adil Düzen” Marks’ın temenni ettiği ama ne olduğunu bilmediği düzendir. O da yalnız Allah’a ibadet etmektir. Topluluğun temsilcisi olarak hareket etmektir. Topluluğa borçlanıp topluluktan alacaklı olmaktır. Çocuklar anne babalarından aldıkları ile insanlığa borçlanırlar, büyüdüklerinde çocuk yetiştirerek insanlığa borçlarını öderler. Böylece Allah’ın rab sıfatı yeryüzünde tecelli eder.

Bu sözleri Hazreti İsa Havarilere tüm insanlığın temsilcisi olarak söylemekte, onlar da yeryüzüne dağılacak ve söyleyeceklerdir. Sonra imparatorluklar oluşacaktır. Buharlı gemiler ve barutlu silahlar sayesinde dünyaya hâkim olacaklar ama onlar kendilerine söylenenleri unutacak, iki ilâha yani kapitalizm ve sosyalizme tapacaklardır.

Maide Sûresi’nin sonunda Allah bize bunları anlatmaktadır. Maide Sûresi yerel yönetimi anlatmaktadır. Aşireti, karyeyi, semti ve beldeyi yani ilçeyi anlatmaktadır. Bugün insanlığın ulaştığı gelişmelerde istikrarın böyle sağlanacağını anlatmaktadır.

Sovyetler iki yönetim kurdular. Kentlerde sabhozlar oluşturdular, büyük fabrikalar kurdular. Köylerde ise kolhozlar kurdular. Yeltsin sosyalizmi yıkınca bunları ortadan kaldırdı. Fabrikaları özelleştirdi, köylerde de kolhozları dağıtıp toprakları köylülere verdi. Tekel sermaye gelip bunları ucuz ucuz alacaktı. Sovyet halkı direndi ve bunları satmadı. Sabhozlar dağıldı gitti, yerine bizde olduğu gibi halk tipi üreticiler ortaya çıktı. Bu işletmeleri kurmayı da Türkler öğrettiler. Batı tipi büyük sanayi de oluşmadı. Kolhozlar ise varlıklarını gayri resmi olarak devam ettirmektedir.

İşte, Maide Sûresi bu doğal yapının hukukunu koymaktadır.

İsrail devleti kurulduğu zaman kabul ettikleri ekonomik denemelerden dördü ayakta kalabildi. Biri Sovyetlerdeki kolhoz tipi uygulamadır. Çin’de sosyalizm dağılmadı. Sermayeye iş yapma imkânı verildi. Çin’deki üretimin nasıl olduğu hakkında bilgimiz yoktur. Çin de tetkik edildiği zaman Maide Sûresi’nin şeriatını koyduğu yerel birimlere doğru gidiş olmalıdır. Hindistan’da da yerel yönetim gelişmiştir.

Bu sebeple diyoruz ki şartlar tamam olmuştur. Kur’an’a göre bir site kurduğumuz zaman tüm dünya onu birden kabul edecek ve yeryüzü Kur’an nuru ile aydınlanacaktır.

وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا

(Va KuNTu GaLaYHiM ŞaHIyDan)

“Ve ben onların üzerinde şehid idim.”

Hazreti İsa Havarilere İncil’i ve Tevrat’ı öğretiyor, hiçbir uygulama yapmıyor. Hazreti Musa da öyle yapmış, Mısır’da hiçbir uygulama yapmamıştı. Hazreti Muhammed de Mekke’de hiçbir uygulama yapmadı. İzmir Akevler’deki başarısızlığımızın sebebi, biz daha kendimizi olgunlaştırmadan, bilmeden büyük işler yapmaya başladık. Dolayısıyla başarısız olduk. Oysa Hazreti İsa ve diğer peygamberler başarılı oldular. Çünkü onlar öğrendikten sonra uygulamaya başladılar. Hıristiyanlar hâlâ kendilerini yetiştiriyorlar. Onlar da bilmediklerini uyguladılar. Büyüdüler ama bozuldular. Sıra şimdi öğrendiklerimize ve öğrendiklerine son şekli vererek “Adil Düzen” etrafında birleşip yeniden oluşmaya gelmiştir.

Hazreti İsa “ben onlara şahittim” demiyor, “şehittim” diyor. Bu bize çok önemli bir görev vermektedir. Biz tebliğle kalmayacağız, tebellüğ edenlerin yalnız Allah’a ibadet edeceklerinin de soruşturmacısı olacağız. İşte biz bunu sağlayamadık. Ne var ki biz resul değiliz. Melekler gelip bize vahiy vermemektedir. İçtihat yapıyoruz ve söylüyoruz. Bizim denetleme yetkimiz yoktur. İşte bizim peygamberlerden farkımız budur. Onlar mutlak cemaatler oluşturdular. Biz ise cemaat oluşturmuyoruz, ilim yapıyoruz, sistemleri oluşturmaya çalışıyoruz. Yani şehid değiliz. Hazreti İsa şehid olmuş ama hayatında olmuştur. Ondan sonra da Hıristiyanlar istediğini yapmışlardır.

مَا دُمْتُ فِيهِمْ

(MAv DuMTu FIyHıM)

“Ben onlarda devam ettiğimde”

Burada “İza küntü fîhim” veya “Meta Küntü Fîhim” denebilirdi. Bunun yerine “Mâ Dumtu Fîhim” denmiştir. Bunun anlamı, ben onların içinde göreve devam ederken demektir.

İçlerinde olmak başkadır, içlerinde göreve devam etmek başkadır. Bir emekli de içlerinde olur ama göreve devam etmemiş olur. Buradan şu hükümler çıkar. Bir soruşturmacı olayları takip etmek ve kayıtları tutmak zorundadır. Görevli iken bunu yapacaktır. Emekli olunca artık takip etmek zorunda değildir. Bugün nasıl belgeleri noter saklıyorsa, “Adil Düzen”de de belgeleri şehitler yani soruşturmacılar saklar. Kendisinden sonra da vasiyet ettiği kimseye devredilir. Belgeler onlarda korunur. “Adil Düzen Anayasası”nda bu hükümler yer almaktadır. Kur’an’daki delili de bu “Dumtu” kelimesi olmaktadır.

“Küntü” kelimesi yerine “Dumtu” kelimesi getirildiğine göre farklı manâsı vardır. İşte yorumcu o farklı manâyı bulmaya çalışır. Siz başka bulursunuz, ben başka bulurum. Sizin içtihadınız benim içtihadımdan farklı olur. Uygulamalarımız da farklı olur.

فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي

(Fa LamMAv TaVafFaYTaNIy)

“Beni vefat ettirdiğinde”

Allah Hazreti İsa’yı ne zaman sorguya çekmektedir?

Âhirette bütün resulleri topladığı zaman sorguya çekmektedir. Onların arasında Hazreti İsa’ya da soracaktır. Orada Veİz” demeyip “İz” demektedir. O halde bu tekrar İsa geldiği zaman soracaktır anlamında değildir, ahirette soracaktır anlamındadır. O halde Hazreti İsa’nın vefatı ilk vefattır. Kur’an’da manâları aynı kelimelerle zikredilmektedir.

Vefat ve mevt...

Bunlar arasında fark vardır.

Bu fark nedir?

İlk baktığımız zaman “vefat” yalnız insanlara getirilmektedir. Oysa “mevt” bütün canlılar için getirilmektedir. Canlılarda gerçek ölüm vardır. Beden dağılmakta ve kendisi kalmamaktadır. İnsanın bedeni de böyledir. Toprak olunca çürüyüp gitmektedir. Oysa insanın ruhu ışık hızına yükselmekte, kendisinde hiçbir değişiklik olmamakta, tekrar sonra bedene dönmektedir. Dolayısıyla insanın bedeni “mevt” eder, insanın ruhu ise “vefat” eder.

إِذَا جَاءَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لَا يُفَرِّطُونَ  “Mevt onlara gelince resullerimiz onu vefat ettirir” âyetinde mevtin gelmesinden bahsedilmektedir. Bu canlının canlılığını yitirmesidir.

İnsan canlanınca ona ruh üflenmekte, böylece insan olmaktadır. İnsan diğer canlılardan farklıdır. Bugün insanlar insansız uçak yaptılar, insansız araç yaptılar. Allah ise bütün canlıları ruhsuz yapmıştır. Bir sinek ruhsuz olarak her türlü hareketi yapabilmektedir. Yalnız insanın ruhu vardır. Melek, cin ve insan dışı da ruhlar vardır. İşte insan bedeni insana verilmiştir ve insanın ruhunun emrindedir. Mevt bedene gelince melekler de ruha gelirler ve onu alıp ışık hızına çıkarıp yola çıkarırlar. O kıyametten sonra tekrar o bedene gelecektir. Kıyamette öldüğü bedenle gelecektir. Hayat öldüğü anda başlayacaktır. Çünkü öldüğü andaki beden orada olacaktır. Ruh öldüğü andaki hayatı dördüncü boyutta yaşamaya başlayacaktır.

Soruşturma dönemi bittikten sonra insanlar cennete veya cehenneme gidecekler.

Kur’an’da mevtin vefat ettirdiğini de zikretmektedir. En önemli âyet Allah’ın insanı ölümü esnasında vefat ettirdiğini ve uykuda da vefat ettirdiğini ifade etmektedir. Ruhun bedenden uzaklaşması ölümden sonra ve uyku esnasında olmaktadır. Eğer mefhumu muhalefeti kabul edersek uyku ve ölüm dışı vefat olmamalıdır. Kıyas olarak alırsak ölümden başka veya uykudan başka da vefat olması gerekir.

Hazreti İsa’nın vefatını kıyas yapabilmemiz için ortak bir illet bulmamız gerekir. Bu da ruhun bedenden ayrılmasıdır. Uykuda da ölümde de bu olmaktadır. Uykuda beden ölmeden ruh ayrılmaktadır. Ölümde ise beden ölünce ruh ayrılmaktadır. Hazreti İsa’nın tekrar dünyaya geleceğini kabul ettiğimiz zaman bedenin ruhtan ayrılması, ayrı bir yere gitmesi vefattır. Bedende uyku hâline sokulması gerekir. Bu da beden ışık hızına çıkarsa onun da ömrü uzar ama milyon sene bir güne inebilir. Böyle düşündüğümüzde bedeni ve ruhu ayrı olan Hazreti İsa bir gün beden dünyaya dönünce ruh da gelip uykudan uyanır gibi tekrar bıraktığı yerden hayata devam edebilir. Bunda herhangi bir zorluk yoktur. “Teveffeytenî”den beni öldürdün anlamı çıkmaz.

Bu manâyı vermemizi önleyen “beni vefat ettirdin” kelimesi değildir. Hazreti İsa’nın gelmeyeceğine delâlet eden bundan sonraki ifadedir. “Beni vefat ettirdikten sonra sen rakıyb oldun” demektedir. Demek ki Hazreti İsa ondan sonrasını bilmemektedir, âhirette de bilmemektedir. “Ondan sonrasını ben bilmiyorum” demektedir. O halde dünyaya gelmemiştir. Gelseydi mücadelesini vermiş olur, o mücadelede olacak olayları da anlatmış olurdu. Yoksa bildiklerini saklamış olur. Başka âyetler daha vardır. “Sen öleceksin de onlar yaşayacaklar mı? Senden önce hiç kimseyi huld yapmadık.” (21/34)

Hazreti İsa’nın tekrar geleceği inancı nereden doğmuştur?

Yahudiler İsa Mesih’in geleceğini bekliyorlardı. Gelince inanmak işlerine gelmedi.  Beklediğimiz bu değildir, bundan sonra gelecektir dendi. Ona resul diyemediler, çünkü Hazreti Zekeriya peygamber benden sonra İsrail oğullarından bir nebi daha gelmeyecek demiştir.  Ona Mehdi dediler. Hâlâ ona inanmaktadırlar.

Hazreti İsa İncil’de kendisinden sonra uyarıcı birinin geleceğini, şeriatı onun getireceğini söylemiştir. Hazreti Muhammed’in gelmesini benimsemek istemeyen insanlar bunu yani Hazreti Muhammed’in gelme müjdesini Hazreti İsa’nın kendisinin geleceği şeklinde yorumladılar. Böylece onlar da hâlâ Hazreti İsa’yı bekliyorlar.

Asıl acayip olan şudur ki; Hıristiyanların beklediği Mehdi Hazreti Muhammed, Yahudilerin beklediği Mesih Hazreti İsa olduğu halde, Müslümanlar da hâlâ Mesih ve Mehdi bekliyorlar!?

Âyetlerin açık delaleti ile Hazreti İsa ve Mehdi gelmeyecek, “hadiler” gelecektir. Bunun aksini iddia etmek Kur’an’ın açık âyetlerine muhalefettir.

كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ

(KuNTa EaNTa elRaQIyBu)

“Rakıyb sen oldun.”

Rakıyb olmak” ensesinde olmak demektir. Onu gözetlemek demektir. “Rakabet etmek” aynı zamanda hakkı gözetmek demektir yani hakka riayet etmek demektir.

Rakıyb” kelimesi gelmiş ve burada isim cümlesine “Kâne” getirilmiştir. “Allah âlimdir” de dersiniz. “Ahmet âlimdir” dediğiniz zaman bu anda Ahmet âlimdir ve âlimliği devam etmektedir demektir. Allah âlim olmaktadır. Yani “Kâne” ile getirirseniz devamlılığı ifade eder. Sonradan olma anlamında değildir. İsim cümlesinin tüm zamanlara istiğrakını ifade eder.

“Er-Rakıyb” nekre gelirse başkası da rakıyb olabilir anlamındadır. Yani Hazreti İsa hayatta iken Allah da rakıyb idi, Hazreti İsa da rakıyb idi ama öldükten sonra yalnız sen rakıyb oldun, yalnız sen rakabette kaldın anlamındadır.

“Şehid” ile “rakıyb” arasındaki fark şudur. Şehitte geçmişte olan şeyleri tesbit eder, bilgi olarak bulundurur, kendisi müdahale etmez, sadece gözetler. Rakıybda ise aynı zamanda müdahale de edebilir.

Hazreti İsa’dan sonra Allah Hıristiyanlığı gözetlemiş ve aynı zamanda yön vermiştir.

Bunu şöyle ifade edelim. Köylerde ark yaparlar. Su arkın içinde akıp gider. Bu suya bekçiler koyarlar. Akan suya müdahale etmez ama akan su arktan taşarsa müdahale edip onun taşmasını önler. İşte bu rakıybdır.

Allah da kâinatı yaratmış, kurallar koymuş, her şey kendi kuralları içinde akıp giderken insanlar bazen tarihi akış istikametinden sapıtırlar. İşte o zaman Allah müdahale eder ve tarihi kendi akışına çevirir.

Hazreti İsa, rakıyb olan, müdahale yetkisi olan ben değildim, hele öldükten sonra hiç değildim, murakıb olan sendin. Yaptılarsa yaptılar, sen izin verdin de onun için yaptılar. Şimdi bana ne diye soruyorsun der gibi haklı olduğu yerde yüksek perdeden konuşuyor.

Soruşturmacılara ifade verirken, haklı olduğu yerde hakkını savunan kimse suçlanmaz. Soruşturmada kişi bir şey söylediği zaman iftira ettin deyip suçlanmaz. Diyelim ki bir soruşturmacı birinin zina yaptığını soruşturuyor, kişi bildiğini söylüyor ama dört şahit getiremiyor, buna iftira cezası verilemez. Bu sebepledir ki soruşturma gizlidir. Sadece soruşturmacıya söyler, o da kimseye söylemeden kendi dosyasında işaretler. Söyleyen suçlu olmaz. Dört şahit olup da mahkemeye gidip şehadet etmedikçe soruşturmacı açıklarsa iftira cezasına soruşturmacı çarptırılır. Bu sebepledir ki basında çıkan herhangi bir haberden yazar sorumludur.

Evet, Hıristiyanların Pavlus’un teslis inancını kabul etmeleri Allah’ın izniyle olmuştur. Allah istemeseydi ona o sözü söyletmez, Hıristiyanlar da onun arkasından gitmezlerdi. Allah öyle olmasını murat ettiği için Hıristiyanlar 2000 sene böyle hatalı bir dünyada yaşadılar. Bu sayede bugün iki milyar insan Hıristiyandır. İnsanları zorla Hıristiyan yapmışlardır. Bunu yapanlar gerçek Hıristiyanlar değildir, Allah’ın şeytan benzeri vazifeli kıldığı kimselerdir. Komünizm de böyle gelmiştir. İnsanları yola getirmek için tufana ihtiyaç vardır.

عَلَيْهِمْ

(GaLaYHiM)

“Onların üzerine”

Lehte rakıybler vardır, aleyhte rakıybler vardır.  Lehte olanlar onların iyiliğine rakabet ederler, onları korurlar. Aleyhte olanlar ise onların kötülük yapmasını önlerler.

Hazreti İsa aleyhlerindeki rakabetten bahsetmektedir. Sen onları neden bu kötülüklerden men etmedin de şimdi bana soruyorsun demek istemektedir.

Bu şekildeki bir muhavere kişi ile devletin kamunun eşit hukukuna sahip olduğunu göstermek içindir. Yargının karşısında vatandaşla topluluk eşit haklara sahiptir. Onun için savcı da davacıların sandalyesinde oturacaktır, hâkimin/hakemin yanında oturamaz.

Fatih Sultan Mehmet bir sebepten Hıristiyan bir mimarın kolunu kestirir. Hıristiyan mimar Fatih’i kadıya şikâyet eder. Kadı padişahı ve mimarı mahkemeye çağırır. Fatih mahkemeye gelir ve kadının yanında oturur. Kadı, “Sen de oraya geç begüm!” der, onu sanık sandalyesinde oturtur. Kolunun kesilmesine karar verir, ancak bunu kamu adına yaptığı için kısas cezasını diyete çevirir. Bugün ise savcı hâkimlere talimat vermektedir.

وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (117)

(Va EaNTa GaLAy KulLi ŞaHıyDin)

“Ve sen her şeye şehidsin.”

Kur’an böyle birbirine yakın manâları olan kelimeleri birlikte zikrederek aralarındaki farka işaret etmektedir.

Ve sen her şeye şehidsin” deniyor.

Şehid” müdahalesiz gözetleme demektir. “Şehid” kelimesi nekre getirilmiştir. Mef’ulünü takdim etmiştir. “Şehid” kelimesi sıfatı müşebbehedir. Fiil gibi amel eder. Fiile benzediği için müşebbeh denmiştir. Takdim etmesi ibarenin her şeye ait olmasından dolayıdır. Her şeyin üzerinde sen nesin sorusuna değil, sen neye şehidsin sorusuna cevaptır.

Buradaki “şehid” kelimesi “âlim” kelimesi manâsında kullanılmaktadır. Âlimden farkı, şehidin şehadete yetkisinin olması yani mahkemede onun şahitlik yapacağı anlamına gelir. Âlim ise bilir ama onun şehadeti her zaman kabul edilmez.

“Rakıyb” kelimesi marife geldiği halde “Şehid” kelimesi nekre gelmiştir. Şehadette hasr yoktur. Rakabette ise hasr vardır. Yani müdahale yetkisi yalnız Allah’a aittir, topluluğa aittir. Yöneticiler müdahale ile durduramazlar. Yargı kararı gerekir.

***

إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ

(EiN TuGaüÜıBHuM FaEinNaHuM GıBAvDuKa)

“Azab edecek olursan onlar senin ibadındır.”

Hazreti İsa “sanık” ve “tanık” olarak ifadesini vermiş ve söyleyeceklerini söylemiş, sıra “hükme” gelmiştir. Sözlerini orada bitirmemekte, Allah’a ne yapması gerektiğini söylemektedir. Azap edersen hatalı iş olur diyor, çünkü onlar senin ibadındır. Onlar İsa’ya taparken de sana taptılar, sana ibadet ettiler. Öyle bildikleri, yanlış bildikleri için kapitalizmi ve sosyalizmi ilâh ittihaz ettiler. Onlar aslında iyiyi arıyorlardı. O kadarını bulabildikleri için öyle yaptılar. Azap etmemelisin. Azap edersen senin kullarına azap etmiş olursun. Azap burada “tazib” kalıbı ile ifade edilmiştir. Yani hiç azap verme demiyorum diyor Hazreti İsa ama öyle azabı da fazla uzatma. Suçlu ile suçsuz elbette bir olmayacaklardır. Hatalarının cezasını az çok tadacaklar ama gayeleri sana ibadet olduğu için affetmen gerekir diyor.

İşte biz buna dayanarak diyoruz ki, Hindistan’da ineğe ibadet eden biri samimiyse, ineği hâlık kabul ediyorsa, öyle zannediyorsa, o ineğe değil Allah’a ibadet etmektedir. Ameli salih de işlemişse cennete gidecektir. Çünkü o kâfir değildir. Bildiğinin aksini yapmamaktadır. Doğru bildiği bir şey yapmaktadır. Nasıl içtihatta hata etse sorumlu değilse, imanda da hata etse sorumlu değildir.

Gerçi kelamcılar buna şiddetle muhalefet ediyorlar. İmanda hata olmaz, oradaki hatada af olmaz demektedirler. Oysa Kur’an kâfirlerin de günahlarının affedilebileceğini bildirmekte, sadece müşrikleri istisna etmektedir.

Biz müşriki anarşist kabul ediyoruz. Şöyle diyebiliriz. Kâfir bildiği halde aksini iddia edendir, kavlen günah işleyendir. Bunların bizim aramızda yaşama hakları vardır. Çünkü bunlar bize zarar vermemektedirler. Ama müşrikler aynı zamanda bize fiilen zarar verip hakem kararlarını da kabul etmeyenlerdir. Bunların günahlarını affetmeyeceğini Allah bildirmektedir. Yani müşriklik fiilîdir, küfür ise kavlîdir.

Yerinden yönetim ilkesine ve çoklu sosyal gruplara bunun için ihtiyacımız vardır. Biz isteriz ki birlik bozulmasın, topluluk dağılmasın ama kişiler de hür olsun. Kişiler kendilerinin yollarını kendileri çizsin. Biz, insanlar bize zarar vermiyorlarsa, başkalarına zarar vermiyorlarsa istedikleri gibi yaşasınlar diyoruz. Sonunda niyetlerine göre hesap vereceklerdir. Niyetlerinin ne olduğunu biz bilemeyiz; bilsek bile bizim onlara niyetlerine göre ceza verme yetkimiz yoktur. Sadece bize zarar veriyorsa ona karşı kısas hakkımız doğar. Devlet bizim hukukumuzu koruyandır. Yöneticiler topluluğu oluşturmaz, topluluk yöneticileri ortaya çıkarır. Yöneticiler topluluğu kendilerine uydurmaya kalkışırlarsa şirk işlemiş olurlar. Devletin başkalarına zarar vermeyenlerin özgürlüklerini kısıtlama yetkisi yoktur.

وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (118)

(Va EiN TaĞFiR LaHuM FaEinNaKa EaNTa eLGaZİyZu elXaKİyMu)

“Ve mağfiret edersen aziz ve hâkim olan sensin.”

Mağfiret etmek” suçun cezasını vermemektir. “Affetmek” ise fiili suç saymamaktır. Verdikleri zararları, yaptıkları zulümleri bağışlarsan hükmeden sensin denmektedir.

Hıristiyanların çok büyük günahları vardır. Önce Roma İmparatorluğu Hıristiyan olunca Hıristiyanlık adına büyük zulüm yapmışlardır. İnsanları zorla Hıristiyan etmişler, Hıristiyanlık adına halka işkence yapmışlardır. Sonra aralarında mezhep kavgaları çıkmış ve bu sebeple birbirlerini kırmışlardır. Bu iç savaş yetmedi, Haçlı Seferleri ile Müslümanlarla soykırıma varan derecede çatışma içine girmişlerdir. İspanya’da Endülüs Emevilerinin yapıları duruyor ama Emevilerden yani Müslümanlardan kimse yoktur, soykırıma uğramışlardır. Bitmedi, barut ve pusula sayesinde yeryüzüne hükmeden Hıristiyanlar gittikleri yerlerde soykırıma sebep olmuşlardır. Ondan sonra da ateizmin dünyada öncüleri olmuşlardır yani irtidat etmişlerdir.

Şimdi âhirete vardığımızda bu kadar zulüm gören insanlar vardır.

Bugün zulmeden sermayedir ama onların ordularına dayanarak zulmetmektedir.

İşte Allah bunları mağfiret edecek, Hazreti İsa bunu söylüyor.

Peki, o kadar insana yapılan zulüm ne olacak, bu kadar günah ne olacak?

Allah için bu çok kolaydır. Mazlum olanlara bire on sevap yazar ve böylece adaletini de göstermiş olur. Zalimler de cennete gider, mazlumlar da. Ne var ki birileri bodrum katında, birileri de köşklerde olur.

Âyette dikkat edersek “İn” şartından sonra fiili muzari getirilmiştir. Bu da istimrar içindir. Sadece birkaç günahlarının mağfireti değil tüm günahlarının mağfireti söz konusudur. Sonra “Fa” harfi ile şartın cevabı gelmiştir. Bu da devamlılığı ifade eder.

İnne” getirilerek tekit edilmiştir.

İnneke Ente” ile tekit edilmiştir.

 “Aziz” ve “Hâkim” sıfatları marife gelmiştir.

Aziz” saygınlığı dolayısıyla sözünü dinleten, söylediği sözü çevresindekilere onlara herhangi zorlama gücü kullanmadan kabul ettiren kimse demektir.

Bu hususta en çok izzet sahibi insanlar ahlâk adamlarıdır, şeyhlerdir. Hiçbir maddi güçleri yoktur, paraları yoktur, siyasi güçleri yoktur, hattâ dişe dokunur ilimleri yoktur. Ama onları seven müritleri son derece saygılıdırlar ve söz dinlerler. İkinci saygın kişiler siyasilerdir. Onları düşmanlarından koruduğu için liderlerini saygıyla dinlerler. Zenginler de onlara ikram ve ihsanda bulunuyorlarsa, onları darlık zamanında gözetiyorlarsa saygın olurlar. İlim adamalarının sözleri saygındır ama kendileri saygın değildir. Çünkü ilim tartışmaya dayandığı için ilim yapanlar birlikte çalıştıkları kimselerin ilimde sözlerini dinlemezler. Vardıkları sonuçlar gerçekler olduğu için isteseler de istemeseler de uygularlar.

İşte, Allah kahhardır zorla herkesi dinletme gücüne sahiptir ama izzet vasfını sever, kullarının rızaları ile sözlerini dinlemelerini ister.

Âhirete geldiğimiz zaman herkes herkesten şikâyetçi olacaktır. Kendilerine yapılanları Allah’tan bilecek, kötülükleri birbirlerinden bileceklerdir. Allah kulları ile pazarlığa oturacaktır. Şu kulum sana bu kötülüğü yaptı, ben onu mağfiret etmek istiyorum, sana ne ihsan edersem razı olursun? Hayır, ben onun cezalanmasını istiyorum, ihsanını istemiyorum diyemeyecektir. Çünkü Allah’a karşı o gün çok saygılıdır. Mü’minler zaten dünyada da saygılı idiler. Orada Allah’ın ihsanını reddedecek değildirler. Diğerleri ise zaten günahkâr, cehennem azabı onları bekliyor. Allah’ın ihsanına o kadar çok muhtaçtırlar ki kabul etmemeleri mümkün değildir.

İşte, Hazreti İsa diyor ki; tazip edersen kullarındır, pek uygun olmaz ama mağfiret edersen sen bunu çok kolay yaparsın, çünkü sen azizsin, senin sözünü herkes seve seve dinler ve birbirlerini affederler. Evet, Hıristiyanlar zulmettiler, bu doğrudur ama zulmedilenler de pek kusursuz ve günahsız değildirler.

Hâkim” hükmeden demektir. Yine de hükmeden yalnız sensin, azap etmeyi istersen bizim diyecek bir sözümüz yoktur. Çünkü biz kuluz, eksiklerimiz olan kuluz. Savunmamızı yaptık ama hüküm senindir. Bizim gücümüz yalnız hükmünde inkıyat kadardır.

Hıristiyanların bir inancı vardır. Hazreti İsa çarmıha gerilmekle bütün Hıristiyanların günahlarını çekmiştir. Ümmetinin affı için çarmıha gerilmiştir. Dolayısıyla Hıristiyan olmak cennete gitmek için yeterlidir. Günahkâr olmak cehennem için yeterli değildir. Mevlit yazarı da Hıristiyanların bu inancını taklit etmiş ve Hazreti Muhammed’in de ümmetine ‘va ümmetim, va ümmetim’ diye yalvardığını yazmaktadır.

Bu âyet bunların bu inanışlarını doğrular gibidir.

Hazreti İsa ümmetini savunmaktadır. O halde her topluluğun başı kendi ümmetinin hukukunu korumak durumundadır, onları savunmak durumundadır. Ümmeti söz konusu olunca hakem değil taraftır. Hâkim olan hakemlerdir.

Burada Allah soruşturma yapmaktadır. Soruşturmacıları yerinde konuşturmaktadır. Bu sebeple şahitlikle ilgili âyetlerden sonra gelmiştir. Hazreti İsa da ümmetin sorumlusu olarak ümmetini savunmaktadır.

Burada başka bir şey öğreniyoruz. Topluluğun kurucuları öldükten sonra da o topluluğun başkanı olarak kalmaktadır. Yani âhirete vardığımız zaman yalnız bir nesil değil bütün nesiller birden sorguya çekileceklerdir. Yani toplulukta devamlılık asıldır. O halde topluğu kuranların başkanlıkları sonuna kadar devam eder.

Osmanlı imparatorluğu diyoruz.

Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal de bizim kurucu başkanımızdır. Ona tapmamak, bugünkü işlerimize karıştırmamak üzere onun adını devletimiz için isim yapabiliriz. Ona tapmayız. Onu günümüzün sorunlarına karıştırmayız. Çünkü rakıb olan Allah’tır, o değildir. Şehid olan Allah’tır, o değildir. Bizim ona olan saygımız ona hakaret etmemek, onu düşman saymamak, yaptığı yanlışları varsa onları da düzeltip onun günahını hafifletmektir. Madem ki Allah onu İstiklâl Savaşı’nın başkomutanı yaptı, madem ki onu kurucu devlet başkanı yaptı, biz de onun kurduğu devlet içinde varlığımızı sürdürüyoruz, ona saygılı olmamız gerekir. Ama onu tanrılaştırmamalıyız, onu günümüzün sorunlarını çözen gaybı bilen biri kabul etmemeliyiz.

Bu ilkeye dayanarak biz sünnetleri ikiye ayırıyoruz. Kur’an’ı uygulayarak yorumlama şeklindeki sünnet bizi bağlar çünkü biz Kur’an’ı ondan öğrendik. Ama bir insan olarak veya bir başkan olarak aldığı kararları ve yaptığı içtihatları bizi bağlamaz. O tanrı değildir. O gaybı bilmez ve gelecekten haberdar değildir.

Sahabelerin icmaları da böyledir. İcmaların bir kısmı Kur’an’ı yorumlama mahiyetindedir. Buradaki icmaları bizi bağlar ama kendi zamanındaki sorunları kendi akıl ve isteklerine göre çözmede icma etmişlerse o icmalar bizi bağlamaz. Bunu ben söylemiyorum, Osmanlıların meşhur usul otoritesi olan Molla Hüsrev, “Mirkat” isimli eserinde böyle söylemektedir. Kur’an bunu teyit etmektedir. Hadiste de, “Benden sonra sözlerimi çoğaltıp rivayet edecekler; Kur’an’la karşılaştırın, uyuyorsa alın, uymuyorsa reddedin.” deniyor. Sünneti delil kabul ediyorsak bu söz de sünnettir, ona uymamız gerekir.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3002 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2174 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2771 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4427 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2324 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2872 Okunma
20-MAİDE 57-60
2274 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2368 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1821 Okunma
29-MAİDE 89-91
3117 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2447 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma