MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
4427 Okunma
MAİDE 27-31

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 21

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ (27) لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِي إِلَيْكَ لِأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ (28) إِنِّي أُرِيدُ أَنْ تَبُوءَ بِإِثْمِي وَإِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ وَذَلِكَ جَزَاءُ الظَّالِمِينَ (29)

 

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ

(Va uTLu GaLaYHiM)

“Ve onlara tilavet et.”

İsrail oğulları denizi geçmiş, Sina’da Tevrat’ı almışlar ve kendilerine yer aramak için kuzeye doğru gitmişler. Filistin’e geldiklerinde Hazreti Musa onlara; işte Allah’ın vaat ettiği mukaddes topraklar burasıdır, buraya girin demiştir. Hazreti Musa’nın kavmi ise girmeyi reddetmişler, sen ve rabbin savaşın demişlerdi. Allah da onları kırk yıl çöllerde dolaşmaya mahkum etmiş, böylece cezalandırmıştı. Gaye sadece ceza verip eziyet etme değildi. Ceza bir eğitim idi. Kırk yıl o kavim çöllerde olgunlaşacak, ondan sonra Hazreti Musa’nın şeriatını yaşatacak seviyeye ulaşacaklardı. Demek ki cezada birinci gaye caydırıcılıktır, yani başkalarının benzer suçu işlememeleridir ama bir diğer hikmet suç işleyenin ıslah edilmesidir.

Onlara tilavet et” deniyor. Buradaki “onlar” İsrail oğullarıdır. Bakara Suresi’nde İsrail oğullarına doğrudan hitap etmiştir, burada ise “sen onlara tilavet et” diyor. Aynı şekilde bize de bugünkü İsrail oğullarına yapacağımız tebliği bildirmektedir.

Ve” harfi nereye atıf yapmaktadır?

“Ey ehli kitap” hitabına atıf olabilir. Yani biz “Besmele” ile “Ey ehli kitap” diyerek Yahudilere ve Hıristiyanlara hitap ederek onlara Allah’ın tebliğini doğrudan ulaştırıyoruz.

Şimdi de Allah bize diyor ki; onlara tilavet et, onlara söyle!

Bu  atıfta bir hazf kabul etmek zorunluluğu vardır. Birinci hazf ya ehle-l kitabın başında kul hazf olmuştur. Orada “söyle”, burada “tilavet et” demiş olmaktadır. Bu takdirde biz âyetleri okuduktan sonra Adem’in iki oğlu kıssasını bizim dilimizle anlatmalıyız. Örnek olarak bunu senaryo yapar, film hâline getirir, böylece onlara tilavet etmiş oluruz. Yani yukarıdaki âyetleri okuyarak bunları da piyes hâline getirerek onlara anlatma durumundayız.

Onlara tilavet et” denmektedir.

Neden “onlara tilavet et” diyoruz?

Çünkü onlar şeriat dışı işler yapıyorlar. Güya kendi kafaları ile şeriat oluşturuyorlar. Ölüm cezasını kaldırıyorlar. Oysa kısasta hayat vardır. İnsanlar eğer ölüm cezası ile cezalanmazlarsa, insanların nefsi müdafa hakları doğar, onlar da adam öldürürler ve böylece düzen kalmaz, devlet kalmaz. Bu sebeple bize “onlara tilavet et, onlara anlat” denmiş olmaktadır.

Sorun nerden doğmaktadır?

Hıristiyanların şeriat kitapları yok. Kendilerini serbest görüp güya hukuk oluşturuyorlar. Yahudilere göre Tevrat yalnız İsrail oğullarının kitabıdır. Bu konuda Hıristiyanlarla sorunları yok. Oysa bizim Kur’an’ımız var, biz Kur’an’la hükmedelim diyoruz. Onlar ise biz akılla hükmedelim diyorlar. İşte, bugün mevcut olan bu ana tartışma konusunun çözülmesi için Adem oğullarının hikâyesi anlatılmaktadır.

نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ

(NaBaEa iBNaY EAvDaMa)

“Adem’in iki oğlunu onlara anlat.”

Nebe’” geçmişte olanları aktarmadır. “Haber” ise gelecekte olacakları anlatmaktır.

İki kardeşi ele almaktadır. İki kardeş arasında nasıl ölüme götüren hareketler olduğunu bildirmektedir. Şeriatta konan her hüküm insan fıtratına uygundur. Sizin nefsinizden uydurduğunuz hükümler ise insan fıtratına aykırıdır. İki oğul hikâyesini anlatmasının sebebi insanın ruhi yapısına önem vermiş olmasındandır. Ayrıca iki kardeşten bahsederek en yakın insanların bile birbirlerini çok basit şekilde öldürdüklerini anlatarak, insanlar arasında kısas olmazsa dengenin olamayacağı anlatılmaktadır. Hazreti Adem’in iki oğlu olarak örnek vermesinin sebebi ise insandan itibaren bu meselenin irsî olduğunu, ilk insanlardan bunun başladığını bildirmiş olmasıdır.

Adem” insan anlamındadır. Dolayısıyla ilk insan Adem değil de İsrail oğullarından iki kişidir diyenler var, bu da kabul edilebilir. “İki Adem oğlu” dediğimiz zaman iki insanı kastetmiş oluruz. Ben ise birinci manâyı tercih ediyorum.

Adem” siyah deri demektir. İlk insanın zenci yani siyah derili olduğu bugün ilmen sabit olmuştur. Şöyle ki, insanın renklerini düzenleyen altı tane gen vardır. Siyah derililerde renklerin bütün genleri bulunmaktadır. Oysa beyaz renklilerde bazı renk genleri mutasyona uğramıştır. Onunla beyaz tenli olmuştur. Yani beyaz renkli anne babadan siyahın genlerini taşımıyorlarsa siyah insan oluşamaz ama siyah renklinin genini tahrip etsek beyaz renkli oluşabilir. Böylece biyoloji ilmi “Adem” kelimesi ile bildirilen bilgiyi teyid etmektedir. Ayrıca DNA izleri ile Adem’in yaratıldığı yer ve zaman tesbit edilmektedir. Beyaz insanın ortaya çıktığı yer ve zaman da artık bilinmektedir.

Bizim varsayımımız şudur. Yasak meyveyi yemeden önce Adem’in tüyleri vardı. Yasak meyveyi yeyince DNA’ları mutasyona uğradı, tüyleri döküldü. Bundan önce olan bu çocuklarından öldüren kaçtı ve kuzeye gitti. Neandertal insan budur. Bu nesil biraz sonra doğaya uyamadı ve tasfiye oldu. Uzaklara gittiği için de bir daha bu nesil birbirleri ile eşleşemedi. DNA araştırmaları bunun böyle olup olmadığını ortaya çıkaracaktır.

بِالْحَقِّ

(Bi eLXaqQı)

“Hak ile”

İki Adem oğlunun hikâyesi hak ile nasıl anlatılacak?

Diğerlerinde, mesela Felak Sûresi’nde “kul bi’l-hakki” denmemiş de burada neden “bi’l-hakki” denmiş, ne vurgulanmak istenmiştir?

Buradaki “Bi” hâl olarak değil sebebiyet anlamındadır. Hâl olarak anlat değil de, hakkı açıklamak için anlat. Neden kısas olduğunu anlatmak için anlat. Yani kısasın hakikatlerden dolayı olduğunu anlat denmektedir.

Burada bize bir şey daha emredilmektedir. Biz tebliğimizi yaparken sadece Allah emrediyor diye yetinmeyeceğiz, hikmetlerini de anlatacağız.

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre dinî hissiyata dayalı parti kurmak yasaktır, kurulursa kapatılır. Oysa dinî fikriyat üzerine bir İslâm partisi kurmak yasak değildir. Siz eğer partinizi dinî hissiyat üzerinde kurarsanız kapatılır ama dinî fikriyat üzerinde kurarsanız kapatılamaz. Örnek verelim. Kısası savunursunuz, hikmetlerini anlatarak savunursuz. Bu yasak değildir. Kur’an’da da böyledir diyebilirsiniz. Ama Kur’an’da böyledir, bizim onu kabulden başka çaremiz yok, yoksa cehenneme gideriz derseniz, bu suçtur ve partiniz kapanır.

Buna karşı şu itirazı yapabilirsiniz. Biz her şeyin hikmetini bilemeyiz, dolayısıyla Allah emretmişse yapmalıyız. Hikmetini izah edemediğiniz bir şeye siz uyarsınız, onunla amel edersiniz ama bilmediğiniz şeye başkalarını davet edemezsiniz. Yani ona dayanarak parti kuramazsınız. Siz kendiniz uyarsınız. Hele sizin mezhepte olmayanlar zaten sizin içtihatlarınızla amel edemezler.

Hukka” kelimesi develere verilen yemin kovasına denir. Her yem vakti bir dolu kova verilir. Kova dolu ise “hak” denir, boş ise “batın” denir. Devenin payına “hak” dendiği gibi insanların payına da “hak” denir. “Hak düzen” demek, herkesin hakkını alması demektir. Katilin kısasen katledilmesi de haktır.

إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا

(EiÜ QarRaBAv QuRBAvNan)

“İkisi bir kurban takrib etmişti.”

Kurban” kelimesi “kırba”dan gelir. Türkçede de kullanılmaktadır. Batılıların “matara” dedikleri su kabıdır. Yolculuk yapan insanlar yiyeceklerini normal olarak meyvelerden alabildiler ama su her yerde bulunmazdı. Yaprakla örtüldüğü gibi kabak bitkisinin içini boşaltırsanız doğal su kabı olur. Herhangi bir kap anlamına da gelebilir.

Karraba” kelimesi su kabını doldurmak anlamımdadır. “Kurban” kelimesi masdardır, nekredir. Tek kap anlamına geldiği gibi benzer kaplar anlamına da gelir. Yani bir tür kap demek olur.

İnsan ilk yaratıldığı günden itibaren aşiret hayatı başlamıştı. Adem’in çocukları vardı. Çocukları evlenmişler ve torunları olmuştu. Bunlar bir arada yaşamaya başladılar. Topladıkları meyveleri veya kırbaya doldurdukları suları getirip Adem’e veriyor, Adem de onları ihtiyaca göre bölüştürüyordu. Beş on tavuğun horozu veya beş on civcivin anası da böyle yapmaktadır. Tam bugünkü mübadele yoktu ama iyi çalışan kimselerin hakları da Hazreti Adem tarafından gözetiliyordu. Diyelim ki, aşiret içinde suyun depolandığı bir yer vardı. Bu taşlarla yapılmış ve çamurla sıvanmış bir yer olabilir. Gelen sular bu havuza doldurulabilir. Yahut toplanan meyvelerin saklandığı yer olabilir. İşte, yerleşik kap dolunca artık onun içine yenisi ilave edilemez. Ertesi gün yeniden devşirmek için kabın boşaltılması gerekir. O takdirde onlar dışarıya dökülür. İşte, kardeşler getirdikleri şeylerden birinin kabını boşaltmış, diğerini boşaltmamış olabilir.

فَتُقُبِّلَ مِنْ أَحَدِهِمَا

(Fa TuQubBiLa MiN EaPaDiHiMAv)

“İkisinin birinden kabul edildi.”

Kabul eden kimdir?

Babaları Adem’dir.

Burada ilkel dönemin hukuku da anlatılmış olmaktadır. Devlet aşaması döneminden önce insanlar kabileler hâlinde yaşarlardı. Kabile başkanı kabilenin bütün fertlerini tanımaktadır. Herkes onun emrindedir. Tüm yaptıklarını ona yapmış kabul edilirdi. Sonra da ihtiyaçları ondan alırdı. O Tanrı’nın halifesi olarak bütün insanların tüm sorunlarını çözerdi.

İlk baba ve ilk oğullar, üstelik Tanrı ile görüşmektedir. Bunun çocukları üzerindeki etkisi çok büyüktür. Yusuf Sûresi’nden bildiğimiz gibi, çocukların temel sorunu kardeşlerinden farklı muameleye maruz kalmalarıdır. Kardeşler arasında yarış vardır.

Kardeşlerden biri suyu önce getirmiştir. Baba onunkini kabul etmiş, diğeri ise geç getirmiştir, yer kalmadığı için kabul etmemiştir. Yahut beraber getirmişler ama birininki daha iyi olmuştur, diğerininki o kadar iyi olmadığından kabul etmemiştir.

Kabul etme” demek ne demektir?

İlkel insanda mübadele ve borçlanma genleri mevcuttur. Mülkiyet fikri bebeklerde bile vardır. O halde Hazreti Adem çocuklarının çalışmasını değerlendiriyor ve onları alacaklı kılıyordu. Birim olarak muzu seçmiş olabilir. O onlar için para olmuştur. Alışverişlerde para alınıp verilmiyor ama zihinde kaydî para olarak bir şey para oluyordu. Kabul edilmesi demek onu alacaklı kılmak demekti.

وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْآخَرِ

(VaLaM YaTaKabBal MiN elAXaRi)

“Ve diğerinden kabul olunmadı.”

Kabul edilmemek” demek karşılığını vermemek demektir. “Tekabbül” tefe'ül bâbıdır. Karşılamak anlamındadır. Bir şeyi kabul etmek mukabilini vermek veya vaad etmek demektir. Bugün müteahhitler inşaat yaparlar. Sonra kabulü yapılır ve istihkakları verilir. İşte, burada reddedilen bir şey vardır. Daha iyisini kardeş yaptığı için, diğeri ihtiyaç olmadığı için reddedilmiştir. Şimdi fıkıh bakımından şu soru ile karşı karşıya geliriz.

İstısna' akitlerinde kabul en önemli sorundur. İnsanlıkta da ilk kavga kabul ile başlamıştır. Bu sorun Batı’da hâlâ çözülememiştir. İhale edenler teminat mektubu alır, sonra da rüşvet almadan kabulünü yapmazlar. İhale yolsuzluklarındaki temel kaynak kabul müessesesi yani kontrol müessesesidir.

“Adil Düzen”de bu sorun şöyle çözülmektedir. Genel Hizmet kabul yetkilileri vardır. Üretici ürününü, inşaatını bunlardan birine götürür. Kime kabul ettirebilirse ona kabul ettirir. Kabul edenler kontrol ücretlerini alabilmek için kabul etmeye çalışırlar. Kabul edenler çok olduğu için üretici serbest rekabetten yararlanarak malını kabul ettirir. Sorumluluk artık kontrole geçer. Eğer mamulde arıza varsa artık üretici değil kontrol eden sorumludur.

Malda arıza olduğunu gören tüketici ise soruşturmacılara gider ve soruşturmacılar gerçekten eksik olup olmadığını tesbit ederler. Gerekirse hakemlere gidilir ve hakemler son kararı verirler. Böylece kabul kısmı dengeli bir şekilde çözülmüş olur.

Kabile döneminde yönetim askeri yönetimdir. Pater yani ata, baba ne derse o olur. Gerekeni öldürebilirdi. Bu ilkel dönem insanlığın çocukluk dönemidir. İnsanlar henüz hür hâle gelmemiştir. Şeriat yoktur. Klan dönemidir. Peygamber yerine şamanlar vardır. Hazreti Nuh peygamberden sonra şeriat başlamıştır. Mezopotamya tabletlerinden anlıyoruz ki artık hukuk başlamıştır. Kur’an bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir.

Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları Sümerler tarafından oluşturulmuştur. Bu özellikleri ile Sümerlilere dünyadaki ilk Hukuk devleti denebilir. Otoritenin korunmak istenmesi hukuk kurallarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Lagaş Kralı Urukagine tarafından oluşturulan ilk yazılı kanunlar "fidye ve bedel" sistemine dayanıyordu. (İnternet bilgisi)

Türkler devletlerini kabile hayatında kurdular. Birçok kabileleri yönetimleri altına almışlar, onlardan vergi alarak iç işlerine karışmamışlardır. Böylece “yerinden yönetimli devlet sistemi” ortaya çıkmıştır. Bizim “bucak ve ocak sistemimiz” bu ilkel hayata çok benzer. Tek farkı, bizde “hicret müessesesi” var, eskilerde ise bu imkansızdır.

Yirminci yüzyıldan önce “hicret düzeni”ni kurmak mümkün değildi, çünkü henüz sanayileşme olmamıştı. Kabilesinden ayrılan kimse kendisine yaşama imkanı bulamazdı. Sanayi döneminde her yer yaşanacak şekle girdi.

قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ

(QAvLa LaEaQTuLanNaKa)

“Seni katledeceğim dedi.”

Evet, işte insan budur. Basit bir çıkarı için kardeşini katleder. Zaten melekler insanın bu huyundan huylanarak, ‘onları yaratma, biz yeteriz’ demişlerdi.

Allah insana neden böyle bir meleke vermiştir?

Vermiştir, çünkü insan ulaşacağı teknoloji ile tüm diğer canlılara galip durumdadır. Onun çoğalma dengesini tutacak başka varlık yoktur. Ancak kendileri gruplanır, aralarında savaş çıkarsa çoğalma dengelerini sağlarlar.

İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra “savaş” yapılmıyor ama bu sefer “terör” hortluyor. Terörün öldürdükleri belki savaştan çoktur. Savaşın ikinci hikmeti ise uygarlaşmadır. Uygarlıkta müessir olan iki şey vardır. Biri savaş, diğeri ise evlilik. Evlenme ve çocuk yapma arzusu insanların uygarlaşmasına sebep olmaktadır. Yirminci yüzyılın son yarısında insanlık bunların ikisini de kaybetmiştir. İnsanlık bunun için sıkıntıdadır.

İnsanın bu öldürme dürtüsünü ortadan kaldıran şey hukuktur ve kısastır. Ya savaş ya kısas. Savaş hukuk dışı bir olgudur. Kısas ise hukuk içi olgudur. Burada Hıristiyan ve Yahudilere anlatılmak istenen bu durumdur. Kısası kaldırırsanız terörü getirirsiniz. Kısası büyük sermaye kaldırmaya çalışmaktadır. Onlara göre devlet tek sermaye devleti olacaktır. Güvenlik nizami silahlı kuvvetlerle değil, tetikçilerle sağlanacaktır. Tetikçiyi bulmak için de idam cezası kalkacak, hapishaneler otel olacak ve para dünyanın düzenini sağlayacaktır.  

Sermayenin bu hayalinin gerçekleşmeyeceği burada bildirilmiştir. Basit bir kurban meselesinde kardeşini öldüren bir insan yapısı tetikçiden korkarak öldürmekten mi vazgeçecek. O halde parası olmayanlar da öldürecekler ve düzen sağlanamayacaktır.

قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللَّهُ

(QAvLa EinNaMAv YaTaQabBaLu elLAHu)

“Sadece Allah kabul eder diye kavl etti.”

Demek ilk yaratılan insan hemen Tanrı’sını tanımıştır.

İlk insanla bugünkü insan arasında hiçbir fark yoktur.

Ben bir köyde doğdum. Köyüm kapalı bir hayat yaşıyordu. Tarım döneminden, yani beş bin sene önceki tarım döneminden hiçbir farkı yoktu. Günlük hayat tam ilkel tarım dönemi hayatı idi. Bu durum benim orta, lise ve üniversiteyi okumamı engellememiş, alt sıralarda yer almamıştım. Bunun dışında okula gitmeyen ve İstanbul’a gelip işe başlayan arkadaşlarım İstanbul’da büyük iş sahibi olmuşlardır. Sadece görgü onları İstanbul’un en büyük müteahhitlerinden biri yapmıştır.

Öyle olunca da İlâhi vahyi alan ve tebellüğ eden kimsenin Allah’ı idraki ile bugünkü insanın Allah’ı idraki aynıdır. İman bakımından herhangi bir ilerleme olmamıştır. Yirminci yüzyıl insanı daha inançsızdır, bir şeyleri bildiğini sanmaktadır.

Allah kabul eder” diyor. Kabul eden babası olduğu halde “Allah kabul eder” diyor. Çünkü biliyor ki babasına o işi yaptıran Allah’tır. Babası öyle karar vermişse babasına Allah öyle karar verdirmiştir.

Bugün bu anlayışa ulaşan kaç mü’min vardır? Mustafa Kemal’e saldıran, Tayyip Erdoğan’ı diri diri yemek isteyenler bu gerçekleri göremiyor. Olan her  şey takdir-i ilâhidir. Biz olmuş olanlara değil olacaklara bakmalıyız, biz geçmişe değil geleceğe bakmalıyız.

مِنَ الْمُتَّقِينَ (27)

(MiNa eLMütTAQIyNa)

“Muttakilerden Allah kabul eder.”

Bu ifadeden anlıyoruz ki kardeşi yaptığı takribi uygun yapmamış, iyi yapmamış. O sebeple kabul edilmemiştir, reddedilmiştir. Kardeşine diyor ki; senden kabul edilmemişse kusurlu sensin, yanlış yaptın, eksik yaptın, dikkat etmedin, o sebeple kabul olunmamıştır.  Kardeşi eğer iyisini yapmasaydı, daha kötüsünü yapsaydı, o zaman onunki kabul edilecekti.

Bu hasettir. Yani bir kimse ondan daha iyisini yaptım derse, bu hayırda yarıştır. Burada topluluğun yararı vardır. Ama bir kimse o benden daha kötüsünü yapsın ki ben kazanayım derse, bu hasettir ve topluluğa zararı vardır. Kardeşlerden biri iyiliği temsil etmekte, diğeri ise kötülüğü temsil etmektedir.

Burada kurallı çoğul kullanılmıştır ve “Min” ile teb’iz edilmiştir. Adem aleyhisselâm zamanında dil bu kadar gelişmiş değildir. Ne var ki insanların dilden anlayışları bugünkü insanların ana kavramlarına uygundur. Bu da ferdin cemaate mensup olmasıdır. Fert olmadıklarını, cemaatin bir üyesi olduklarını bilmektedirler.

***

لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ

(LaEiN BaSaOTa EiLayYa YaDaKa)

“Yedini bana bast etsen.”

Yed” el demektir, kol demektir; aynı zamanda güç demektir, üstünlük demektir.

Bast etmek” uzatmak, “eli bast etmek” saldırmak anlamındadır. “Ellerini bast etsen” denmiyor. O zaman gerçek manâya gelir ama eli bast edince tek elin uzatılması, zamanla saldırma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Bast” kelimesi “İlâ” ile kullanıldığı zaman saldırma anlamına gelir. “İla”sız veya “Li” ile kullanıldığı zaman ise ikramdır. Demek ki burada “İlâ” “Alâ” manâsına gelmektedir.

Arapça kelimeler zamanla her harf ile özel manâlar taşırlar. Min, İlâ, An, Alâ, Bi ve Li harficerleri fiillere özel manâlar verirler. Bunların bir kısmı kullanılmaktadır, bir kısmı ise henüz kullanılmamaktadır. Ama öyle yeni kavram ortaya gelir ki siz onu orada kullanırsınız, sözünüz yine fasih olur. Uygarlık geliştikçe dil de gelişir. Başka bir deyimle dilin gelişmesiyle uygarlık da gelişir.

Dilde gelişme nasıl olmaktadır?

  1. Köklerin kullanılmayan kalıpları olur. Bablar ve sıfatı müşebbeheler bunlardandır.
  2. Harficerlerle isimlerin veya fiillerin kullanılması.
  3. Mecazi yahut kinaye ifadelerinin kullanılması.
  4. Biz buna yazı dilinde dördüncüsünü ilave ediyoruz. Fransızlar “ve” yerine “de”, “dir” yerine “e” sesi kullanırlar, “et” olarak yazarlar, diğerini de “est” olarak yazarlar. Biz de misal olarak mişli geçmişi Arapçaya çevirmek istiyoruz. Arapçada bu siga yoktur, ikisi için aynı kalıp kullanılır. Biz son harfine özel hareke koyarak bunu ifade etmiş oluruz. Yahut Arapçada olmayan bir ek varsa ona bir harficer uydurabiliriz. Buna ne gerek vardır? Bu sayede bilgisayara eksiksiz tercüme yaptırabiliriz.

Bu sistemi geliştirebilmemiz için Kur’an Arapçasına çok iyi hakim olmamız gerekmektedir.

“Bast” kelimesini ele alıp değişik manâların nasıl verildiğini incelememiz gerekir.

Hazreti Adem’in iki oğlundan biri diğerini öldürmekle tehdit ediyor. O da “sen bana elini uzatsan bile ben sana elimi uzatmam” diyor.

لِتَقْتُلَنِي

(LiTaQTuLaNIy)

“Beni katletmek için”

Hazreti Adem’e öğretilen isimlerden biri de “katl”dir. “Katel” kelimesi bugün kesilmiş et parçası için kullanılmaktadır. Adem aleyhisselâm zamanında henüz et yoktu. Ancak meyve devşirilirken ya dal kırılır meyveler öyle toplanır, ya da dal kırılmadan toplanırdı. Kırılan meyveli dala “katel” denmiş olabilir.

Şu kurala göre kelimelerin ilk konuş şeklini bulmaya çalışmalıyız. Allah Adem’e esmayı öğretirken ona gözle görülen şeyleri göstererek isimlerini söyledi. Sonra insana öyle meleke verdi ki insanlar bugünkü dili zamanla oluşturdular. Adem aleyhisselâm kıssa edilirken o gün ne kavramlar vardı diye düşünmemiz gerekir.

Kardeş kardeşe diyor ki, ben meyve veren dalım. Benden yararlanabilirsin ama beni koparıp atamazsın. Ama sen böyle bir şey yaparsan, meyve toplayacağın ağacı kesersen, gelecekte sen bir şey bulamazsın.

Kentte büyüyen insanlar ilkel hayatı bilmezler. Dolayısıyla dili de kökünden zor kavrarlar. Bunun için uygarlaşmadan önceki kır hayatını, göçebe hayatını yaşayanların hayatı filme alınmalıdır. O hayatı çocuklarımıza götürmeliyiz. Böylece dilimizin gelişme evrelerini iyi bilir, kelimelerin manâlarını daha iyi kavrarız.

Benim memleketim beş bin sene önceki hayatı yaşamakta idi. Hâlâ tesbit edilecek kadar bilinmektedir. Senarist  Hakan (Kandal) arkadaşımız Amerika’ya gideceğine Gümüşhane’nin veya İzmit’in bir köyüne gitsin. Orada insanların nasıl yaşadıklarını tesbit etsin. Çünkü o hayat ölüp gitmektedir. Sonra çok çeşitlidir. Amerika’da kentler oluştu. Köyler imha edildi. Yerlileri yok. Varsa, o bizim değil onların işi.

Bizim Türkiye’nin geçmişini tesbit etmemiz gerekir. Adların çoğu Türkçe değildir.

Mesela Zigana Geçidi ne demektir? Kelkit ne demektir? Çoruh ne demektir?

Bu ilkel diller de kaybolmaktadır. O diller öğrenilmeli ve bu yer adlarının hangi dillerde ne manâda olduğu tesbit edilmelidir. Bugünkü uygarlığımız nasıl doğdu, bilmeliyiz.

مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِي إِلَيْكَ

(MAv EaNa BiBaSiTi YaDaYa EiLaYKa)

“Ben yedimi sana bast edecek değilim.”

Genel olarak nefsi müdafa ilkesi kabul edilmiştir. Biri size ‘ben seni öldüreceğim’ deyip ciddi tehditte bulunursa, senin nefsi müdafa hakkın doğar, sen onu öldürebilirsin ve sadece diyet ödenir, kısas yapılmaz. O halde maktul kardeşin kardeşini katletmeye hakkı olduğu halde, o bu hakkını kullanmayacağını söylemektedir.

Bugünkü kanunlarda da hüküm böyledir. Cezalandırma yetkisi yalnız devlete aittir. Biri seni katletmeye kalktığı zaman sen mukabele etmeyeceksin, o seni katledecek, sonra kısas yapılır. Ama eğer sen kendini savunmaya başlar, sen de onu katletmeye kalkışırsan ve o galip gelir de seni öldürürse, ona kısas uygulanmaz, sadece hafif diyet uygulanır.

O halde öldürülen kardeş İslâm’ın bu temel kuralını kullanmaktadır. Ben savunmaya geçmeyeceğim, senin katledilmen hak olacaktır demiştir.

Bugün kısas kalktığı için herkes kendisini savunmaya girer, dolayısıyla kısas ortadan kalkmış olur.

Öldürmelerde uygulanacak hükümler şöyle sıralanır.

  1. Sebep olma sonucu öldürmedir. Cezası sadece diyettir. Keffaret gerekmez.
  2. Hataen bir kimse başka birini öldürürse hafif diyet ödenir. Diyeti de âkilesi öder. Ayrıca keffaret gerekir.
  3. Şibh-i amd ile öldürme. Dövme kastıyla hareket ettiğin halde adam ölse şibh-i amddir. Ağır diyet ödenir. Kısas yapılmaz. Diyeti kendisi öder. Ödeyemezse zorunlu çalışma sitesinde çalışır.
  4. Amden öldürmedir.  Bu takdirde kısas uygulanır. Af edilirse ağır diyet öder.
  5. Diyetli kısastır. Hem diyet verilir hem de kısas yapılır. Müştereken katillerde böyledir. Mağdurun seçtiği katil katledilir. Diğerlerinin her biri ayrı ayrı ağır diyet öder. Tetikçi katledilir, para verenler ayrı ayrı ağır diyet öderler.

Bunun dışında:

Tehdit edilen öldürülür de katil bulunmazsa tehdit eden hafif diyet öder.

Çatışan kimselerden biri ölürse diğerine diyet öder, ikisi ölürse iki taraf vârislere diyet öder.

Polis savunma yapabilir, karşı saldırıda bulunursa hafif diyet öder.

Bu âyetten öğrendiğimiz şudur: Bize saldırana karşı korunma ve savunmaya geçeriz. Ama karşı saldırıda bulunmayız. Olay tamamlandıktan sonra kişiye ceza veririz. Karşı saldırıda bulunur da kişi ölürse diyetini öderiz.

İşte, “diyetini öderiz” cümlesine bu âyet delildir. Çünkü savunma amacıyla da ölse bizim onu öldürme yetkimiz yoktur.

Her ikisi de ölmüşse kıyas yoluyla her ikisine diyet öderiz. Neden? Çünkü diyeti ödeyecek olanlar âkiledir, diyeti alacak olan vârisleridir. Hata diyeti ödenmelidir.

لِأَقْتُلَكَ

(LiEaQTuLaKa)

“Seni katletmek için elimi sana bast edecek değilim.”

Liektuleke” sözünü tekrar etmiştir. Savunmamı yaparım ama seni öldürmeye kalkışmam demektedir. Tekrar etmesi, katl için elimi uzatmam ama başka hususlarda elimi uzatabilirim demektir. Mefhumu muhalefetle manâlandırırsanız, başka şey için elimi uzatırım demiş olursunuz. Mefhumu muhalefeti kabul etmezseniz, istishabla başka şey için elimi uzatabilirim demek olur.

Katl” kavramı genel olarak öldürmek anlamındadır. “İmate etmek” Allah için geçerlidir. İnsan ise katl eder ama imate etmez. Katl beklenmedik bir ölümdür. Mevt ise eceli ile ölümdür. Mevt daha genel, katl ise özeldir.

Katl kelimesi ile mevt kelimesini tefrik edecek şekilde uygarlaşmış olmaktadır. Bu da doğaldır. İlk insan sebep sonuç ilişkilerini biliyordu. Sebepsiz sonuç olmayacağını biliyordu. İnsanın iradesiyle iş yaptığını biliyordu.

إِنِّي أَخَافُ

(EinNIy EPAvFu)

“Ben havf ediyorum.”

Hafe” devşirilen meyvelerin konduğu kaptır. Kamıştan örmekte idiler. Çardaklarını da onunla yapmışlardır. Çardağa girmek demek anlamında olmaktadır.

Tarihte evrim vardır. Zaman geçtikçe daha ileri tipte türler ortaya çıktı. Maymun benzeri varlıktan şimdiki homo sapiens insan meydana geldi. Genetik bilgi geliştikçe yeni türün ancak yeni kromozomlarla oluştuğu kesinleşmiştir. Bu yeni çiftin de 60 bin yıl önce Nil’in yukarısında meydana geldiği ilmen sabit olmuştur. O halde bugünkü insan 60 bin yıl önce oldu. Bedeni insana çok yakın ama insan olmayan türler olabilir. İlk insanın neler bildiğini bu âyetlerden öğrenebiliriz. İlk insana bunları Allah öğretti, bir çoğunu başka canlılardan almışlardır. İşte kazılarla bunların ortaya konması gerekmektedir.

İnsanın özelliği kendi kendisini evrimleştirmesidir. Bu sebeple insanda hayvanda bulunmayan özellikler vardır.

 

Kendi kendini evrimleştirme

Kişi

1.Kişiliğini koruyarak birey olur.

2.Eğitimle uygarlığı aktarır.

Eğitim

3.Gelişmek için yarışır.

4.Çatışma içinde evrimleşir.

İnsan

5.Borçlu ve alacaklı olur ve birlik oluşur.

6.Birlikte üretir, ayrı ayrı tüketir.

Evrim

7.Sözleşmeyi yapar, ona uyar.

8.Kendi koyduğu kurallara uyar.

Topluluk

9.Kendi kurduğu topluluk içinde yaşar.

10.İç içe topluluklar kurar.

 

 

  1. Canlılar ya topluluğun üyesi olurlar, ya da ayrı ayrı yaşarlar. Oysa insanların bir taraftan topluluğu olur, diğer taraftan da kişiliklerini korurlar. Topluluğun üyesi olarak uygarlaşırlar. Kişiliklerini koruyarak topluluğu evrimleştirirler. Hiçbir şey kendi kendisini evrimleştiremez.
  2. Evrimleri nesilden nesile aktarmak için eğitim müesseseleri oluşmuştur. Aile temel eğitim müessesesidir. İnsanın ömrü 100 yıldır. İlk üçte biri öğrenmekle geçer. İkinci üçte biri ise uygarlaşma ile geçer. Son üçte biri evrimleştirmekle geçer, torunlarını yetiştirir.
  3. Gelişmek yani evrimleşmek zorunda olan bu insan yarış içindedir. Kim yenilik yaparsa o ileri gider, diğer topluluklar çöküp giderler. Yarış içinde olmak insanları evrimleştirir.
  4. İnsan en güçlü varlıktır. Evrimleşerek tüm varlıkların üstüne çıkar. Doğadaki besin zinciri ayıklama kanunları insanlarda geçersizdir. Onun için insanlarda ayıklama savaşlarla, çatışmalarla olmaktadır. İnsan dışında hiçbir canlı kendi türü ile çatışmaz, savaşmaz. Besin olarak da birbirlerini yemezler.
  5. Uygarlaşmak için birlikte üretip ayrı ayrı tüketmek gerekir. Çünkü ancak bu suretle kişilik korunarak birlik sağlanır. İnsandan başka bu şekilde yaşayan bir canlı yoktur.
  6. Birlikte üretip ayrı ayrı tüketebilmek için insan çalışır ve alacaklı olur, topluluk borçlu olur. Sonra başkalarının ürettiklerinden satın alır ve borcunu kapatır. İşte bu özellik, borçlu ve alacaklı olabilme özelliği insana hastır.
  7. Borçlu ve alacaklı olabilme demek, sözleşme yapma, anlaşma yapma demektir. Borçlanma sözleşme müessesesi ile olur. İnsandan başka sözleşme yapan başka varlık yoktur.
  8. İnsanlar kendi koydukları kurallar içinde yaşarlar. Kurallarını değiştirebilirler yahut değişik topluluklara katılabilirler. Başka bir canlıda böyle bir şey söz konusu değildir.
  9. İnsan kendi kurduğu topluluk içinde yaşar. Oysa diğer canlılar topluluk içinde doğarlar ve topluluklarını değiştiremezler.
  10. İnsanlar iç içe topluluk kurarlar. Bu sayede tüm yeryüzü tek topluluk olur. Oysa diğer canlılarda böyle iç içe topluluk yoktur. Bu durum evrimleşmenin kuralıdır; değişmek ve büyümek.

İşte, insan bu özellikleri taşıyan bir varlıktır.

Bunlar tedrici bir şekilde elde edilmez, irsen buna sahip olmak gerekir.

Peki, insanlar bundan evvel alet yapmıyorlar mı, ateş yakmıyorlar mı, taş yontmuyorlar mıydı? Bunların hepsini yapıyorlardı…  

Arılar bal yapabiliyorsa, petek yapabiliyorsa, canlılar da her şey yapabilirler. Ne var ki onların yaptıklarında evrim olmaz, değişme olmaz, hep aynı şeyi yapabilirler. Eğer bir toplulukta kullanılan eşyalar, odalar birbirinin aynı ise o insana ait değildir. Arı tek düze petek yapar ama bölme yapamaz.

İşte bu kıssanın tahlilinden Adem oğullarının eski canlılardan neleri tevarüs ettiklerini öğreniyoruz.

اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ (28)

(EalLAHa RabBa eLGAvLaMIyNa)

“Âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.”

Evet, ilkel insan Allah’ı bizim kadar biliyordu. Bizim ondan daha fazla bilgimiz yoktur. Çarpıtılmış beynimizi yönetmek için eğitme ihtiyacımız vardır. Onların ilmi yoktu ama imanları büyüktü. Bizim imanımız zayıflamış, buna karşılık ilmimiz gelişmiştir. Durum böylece dengelenmiştir.

Hazreti Adem’in oğulları “Rab” kelimesini bilmektedirler. Çünkü onların çocukları var, yetiştiriyorlar. “Âlemler” kavramı da zor kavramdır. “Alem” sivri dağdır. “Alem” işarettir. Kurallı çoğul topluluğu ifade eder. O gün ise bir tek “âlemîn” vardır.

İnsanlar kendilerini diğer canlılardan ayırt eden özellikleri merakla öğrenmeye başlamışlar ve insanı bizden daha çok tetkik etmişlerdir.

Allah bu âyette ilk insanın uygarlık seviyesini anlatmaktadır. İnsanın yukarıda saydığımız özelliklerinden dolayı diğer canlılara benzemediğinin anlaşılması ilk anda başlamış bulunmaktadır. Bugün bizim “aşiret/ocak” dediğimiz ilk topluluk o zaman tüm insanlığın bütün irsî özelliklerini taşımaktadır.

***

إِنِّي أُرِيدُ أَنْ تَبُوءَ بِإِثْمِي

(EinNIy EuRIyDu EaN TaBUvEa Bi EiSMiY)  

“Ben senin benim ism'imi bev etmeni irade ediyorum.”

Evet, topluluk iki şekilde yaşar. Biri, herkes kurallara uyar. Diğeri de, kurallara uymayanları başkan bertaraf eder. Başkan bu gücünü topluluktan alır.

Biz bir aşireti oluşturduğumuz zaman, eğer başkanımıza itaat edersek, başkan güçlü olur. Verdiği emirleri yerine getirir. Bizim hakkımızı korur. Biz itaat etmezsek, o zaman onun gücü biter ve hiçbirimiz hakkımızı koruyamayız.

Türk ordusunu güçlü tutarsak o bizi korur. Ama o bize zulüm yapıyor. Bu durumda yapacağımız iş; bunu yanlış yaptın, düzelt demek olmalıdır. Yoksa; bu ordu yaramaz, vur abalıya olamaz. Osmanlılar bu işi yaptılar, yeniçerileri dağıttılar. Ne var ki yeniçeri zaten ek bir ordu idi. Asıl ordumuz sipahi teşkilatı idi, devam etti. Oysa bizim bugünkü ordumuz millî ordudur. Başka ordu kuramayız. Devletimiz politikasını değiştirip askerleri yeniden güçlendirirse sorun çözülür.

Bu kavramın temeli başkanın yetkilerine müdahale etmemektir.

Benim ism'imle çarpılman diyor.

O halde yönetim zalim ise, istersek orada kalıp başkana tebliğimizi yaparız, istersek oradan hicret ederiz. Başkan adil olunca da saldırıya uğradığımız zaman eğer cezalandırmayı devlete bırakırsanız, siz sabretmiş ve saldırmamış olursunuz. Mazlumun günahlarını zalim yüklenmiş olmaktadır. Yani bir insanın dünyada yaptığı sevaplar ile işlediği günahları karşılaştıracak, sevapları on kat sayılarak arttırılacak ve terazisi ağır gelirse cennete gidecek, hafif gelirse cehenneme gidecektir. Bir de uğradığı zulüm de böyledir. Zulmettikleri ile uğradığı zulümler de hesaba geçirilecektir. Bu âyet buna açıkça delâlet etmektedir.

Buradan kıyasla şu sonuca varırız. Allah bunu neden yapmaktadır? Çünkü kardeşin onu öldürmesine Allah izin vermiştir. Âhirette onu mükafatlandıracaktır.

İnsanın hasta olması da böyledir. Günahlarına keffarettir. Âhirette derecesinin yükselmesine sebeptir. O halde musibetlere sabretmek, hattâ sevinmek gerekir. Bu sayede âhirette yapamadığınız ibadetlerin sevabına sahip olunacaktır.

وَإِثْمِكَ

(VaEiÇMiuKa)

“Ve ismini.”

Sovyetleri düşünelim. İnsanlığın en büyük zulmünü yapmıştır. İnsanların bütün mallarını mülklerini zorla ellerinden almıştır. İnsanları zorla çalıştırmıştır. İbadetleri yasaklamıştır. Karı kocayı birbirine düşman etmiştir. Kırk milyona yakın insanı katletmiştir.

İşte, zulmedenler zulme uğrayanların günahlarını da yüklenmişlerdir. Âhirete vardığımızda Sovyetlerdeki cennettekiler Türkiye’dekilerden fazla olabilir.

Bu âyetin bize teyiden öğrettikleri, bir devletin içinde iken kardeşin seni öldürse de, sen onu öldürmeye kalkışmazsan büyük sevap almış olursun. Yapacağın iş oradan kaçmak, hicret etmektir. Bu teslimiyeti Hazreti İsa bütün insanlardan istemiştir. Kur’an’da, hicret edip ayrı topluluk oluşturduktan sonra savaşmak ise en büyük ibadet sayılmıştır. Çünkü orada kendi zulmün için savaşmıyorsun, insanlığa zulmedilmemesi için savaşıyorsun.

فَتَكُونَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ

(Fa TaKUvNa MiN EaÖXABı elNARı)

“Nâr ashabından olasın.”

Ben öyle murad ediyorum ki sen nâr ashabından olasın.

Buradaki “Fa” harfi sebep sonuç ilişkisi içindir. Ben elimi uzatmıyorum ki sen o sebeple nâr ashabı olasın. “Ben cennet ehli olayım” demiyor da “sen cehennem ehli olasın” diyor. Kötü kardeşten o da bıkmıştır.

Bazı mü’min kardeşlerim ‘Ben Karagülle ile cennette bile beraber olmak istemem’ demişlerdir. Onlarla herhangi bir ilişkim olmamıştır. Görüşmüş ve konuşmuş bile değilim. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış gibi bir durum. Ben dağ değilim ama temsilde hata olmaz. Cennet çok geniştir. Uzay kadar geniş olduğunu Kur’an bildiriyor. Hiç üzülmesinler, ben onların oradaki semtlerine gidip rahatsız etmem. Ben onlarla cennette olmayı isterim. Çünkü onlar bunu benim dalalette olduğumu sanarak söylemişlerdir.

İşte, maktul kardeş kardeşiyle cennette bile olmayı istememektedir.

Zaten azaba uğrayasın demiyor, nâr ashabından olasın diyor.

Bizim anlayışımıza göre cehennem insanların cinleşmeleri yani ateşe dayanıklı hâle gelmeleridir. Nasıl yaranız önce acır ama sonra alışırsınız, acımazsa; bunun gibi, cehenneme de insanlar alışacak, ondan sonra onlara orası zor olmayacaktır. Cennet ashabı cennetlik olacak, cehennem ashabı da cehennemlik olacaktır. Nasıl canlılarda dünyada seleksiyon varsa, insanlar arasında da böyle seçilme olacaktır. İyiler bir tarafa, kötüler bir tarafa gideceklerdir. Ama her ikisi de varlıklarını sürdüreceklerdir.

Bu dünyada da iki halk var.

Biri yerlerin halkıdır; insanlar böyledir.

Güneşlerin, yıldızların halkı var; bunlar da cinlerdir.

Cinlerin ve insanların iyileri cennete, kötüleri cehenneme gideceklerdir.

Şeytan ateşten yaratılmıştır. Salih amellerle melekleşmeye başlamış, cennete gidecekken tekrar oraya yani ateşe düşmüştür.

İnsan nasıl cehennemlik olacak, cin nasıl cennetlik olacak?

İnsanın moleküler olan yapısı atomik hâle dönüşecek, cinleşecek, cinin de atomik olan yapısı molekülere dönüşecek ve insanlaşacaktır. Kur’an bunun için bir krizalit devresinin geçirileceğini söylüyor. O dönemde ne yaşar ne de ölürler diyor.

Bu ayrılığın sonrasında bu karma hayatın gayesi nedir?

Farklılık olmazsa varlık olmaz. Birleşme evrimleşme demektir. İnsanlar âhirette bu sayede gelişmiş olacaklardır. İnsanlardan olmayan huriler ve gılmanlar cinlerden gelenler olabilir.

وَذَلِكَ جَزَاءُ الظَّالِمِينَ (29)

(Va ÜAvLiKa CaZAvEu elJAvLıMIyNa)

“Ve bu zalimlerin cezasıdır.”

Buradaki “Va” harfi hâl vavı olur. Ve entenin hâli olur. Yani bu zalimliklerin cezası olarak sen cehennem ashabından olasın diyor. “Ve” yerine “Fe” getirilseydi açıklama cümlesi olurdu. Bu cümle mahzuf cümleye atfedilmiş olabilir. “Ve kul” olabilir, yani onlara kıssayı anlat ve İsrail oğullarına de ki, zalimlerin cezası böyledir.

Evet, bugün tekel sermaye bize ve dünyaya zulmetmektedir. Ne var ki bunlar dünyanın günahlarını yüklenmektedirler. Bunlar sabrediyor ve sermayenin zulmünü sabırla def ediyorlar. Bu sayede tüm günahkar insanlık cennetlik oluyor.

Biz insanlara sömürü sermayesine ne diyeceğimizi ifade etmiş oluyor.

Evet, Hazreti Adem’in bir oğlu başlangıçta şehit edilmiş oluyor. Neandertal insan böylece yayılmış olmaktadır. Onların homo saphiensin yanında yayılması homo sapiense zemin hazırlamıştır. Neandertal insandır, aklı başında bir varlıktır ama tüylüdür ve sosyal oluş henüz başlamamıştır. Yani sosyal duygular yoktur. Bu duyguların başında utanma gelmektedir. İnsanların hayvanlardan birçok farkları vardır. Örnek olarak hayvanlar gülmez, hayvanlar ağlamaz, hayvanlar utanmaz. Hayvanlarda kalıcı hafıza yoktur, unutup hatırlama söz konusu değildir. İşte neandertal insan sosyal tarafları gelişmemiş bir insandır.

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 22

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ أَخِيهِ فَقَتَلَهُ فَأَصْبَحَ مِنْ الْخَاسِرِينَ (30) فَبَعَثَ اللَّهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الْأَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَارِي سَوْأَةَ أَخِيهِ قَالَ يَاوَيْلَتَا أَعَجَزْتُ أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هَذَا الْغُرَابِ فَأُوَارِيَ سَوْأَةَ أَخِي فَأَصْبَحَ مِنْ النَّادِمِينَ (31)

فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ

(Fa OavVaGaT LaHUv NaFSuHUv)

“Nefsi ona tatvi’ etti.”

Kardeşinin ürünleri kabul olunmuş ve onunki reddedilmişti. Ürünü iyi olmadığı, konacak yeri olmadığı için reddedilmişti.

Diyelim ki iki başkan yarışıyor. Başbakan olacak. Halk R. Tayyip Erdoğan’ı seçmiş, başbakan olmuştur. Onun kurbanı kabul olunmuştur. Kemal Kılıçdaroğlu çekiyor silahı ve öldürüyor. İşte olay böyledir. Rakip iki firma piyasaya mal sürüyor. Birisininki kabul görüyor, diğeri ise tutunamıyor. Rakip firma tutuyor ve onu öldürüyor. Yakın tarihimizdeki Sabancı cinayeti bunun örneğidir.

Kurallara uygun olarak yarışıp yarışı kazanma veya kaybetme toplulukta istenen bir şeydir. Hayırda yarıştır. Takımımız yenildi diye sahneye dolma ve karşı tarafı öldürmeye kalkışma ise insanın şeytani tarafıdır. Tarihimizde böyle ölümler olmuştur.

1950’den beri Türkiye’de partiler bu amaçla kapatılmaktadır. CHP seçimleri kaybedince CHP’yi araç olarak kullanan güçler saldırıya geçmişler ve darbeler olmuştur. Bugünkü kaset olayları da bundan başka bir şey değildir. Türkiye’de dindarlar ve milliyetçiler gittikçe güçlenmektedirler. Batıcı renksizler tasfiye edildiler. Önce CHP’de ahlaksızca kasetlerle yenileme yaptılar. Şimdi onun benzerini ikinci partide yapacaklar. Sandıkta yenmeyi başaramayanlar her çareye baş vurmaktadır.

İnsanda nefis vardır, ruh vardır. Ruh insanın melek tarafını gösterir. Nefis ise insanın şeytan tarafını gösterir. Hayvanlarda nefse benzer meleke vardır, diğer canlılarla çatışırlar. Onlardaki yarış çıkar çatışmasıdır. Kurt karnını doyurmak için kuzulara saldırır. Horozlar dölleyebilmek için dövüşürler. İnsanlarda ise başka duygular vardır. Karın doyurmak için başbakan olmak gerekmez. Hayvanlarda olmayan hırslar vardır insanda. İşte bu hırs nefisten ileri gelmektedir. Nefis aynı zamanda kişiliği ifade eder. İnsandaki arzulardan biri de toplulukta bağımsız kalma arzusudur.

Tav’” devşirilen olgunlaşmış kolay koparılan meyvedir. Olgunlaşmamış meyveler dallarından ayrılmak istemezler, Olgunlaşınca da kendiliğinden düşerler. Düşmeden evvel siz koparırsanız elinize gelir. O tav’dır. Bir kimsenin başkasının arzusuna uyması itaattir. Nefsi ona tav’ ettirmiştir.

Tatvi’ etmek” demek itaat ettirmek demektir. Nefsine itaat ettirdi denmiş olur. “Tatavvaat” demeyip “tavvaat” demiş olması, insanın nefsi ile insanın kendisi arasında fark olduğunu ifade eder. Nefis ona emretmiş o da yapmıştır.

Nefsin insana emretmesi olayı insanın iki elle yaratılmış olmasından doğan bir olaydır. Yani insan iki başlıdır, ikili kişiliği vardır. Bir taraftan topluluğun ferdidir, diğer taraftan kendisi ayrı varlıktır. Bu durum nefisle sağlanmıştır. İnsan bir taraftan topluluğun sadık ferdidir, diğer taraftan topluluğa karşı direnen, onunla mücadele eden biridir. Mü’mindir ve kâfirdir. İman ve küfür arasında sallanmaktadır. Galip ne tarafta olursa o takımda olmuş olur. Cennetlikler ve cehennemlikler takımı.

قَتْلَ أَخِيهِ

(QaTLa EaPIyHIy)

“Kardeşinin katline tav’ ettirdi.”

Evet, kardeşini katletme durumu. Daha insanların sayısı parmakla gösterilecek kadar az iken bile, birbirlerini öldürmeye başlamışlardır. Kur’an savaş hukukunu ortaya koyduğuna ve savaşa karşı olmadığına göre demek ki savaş insanın ayrılmaz bir vasfıdır. Hz. Peygamber de savaş kıyamete kadar devam edecektir diyor.

Savaş neden vardır ve neden gereklidir?

Canlıların hayatı savaş üzerine kurulmuştur. Birbirlerini yiyerek yaşarlar. Bitkiler kendileri besin üretirler. Bununla beraber köklerinden diğer canlıların artıklarını gübre olarak alırlar. Kendilerini savunma mekanizmaları vardır, dikenleri vardır. Gülü koparmak kolay değildir. Yılanda olduğu gibi zehirleri vardır. Buna ısırgan otunun acısı diyebilirsiniz. Afrika’da köklerinden gübre alamayan bitkilerin böcek kapma tuzakları vardır. Tüm mikroplar, bakteriler, virüsler hep birbirlerini öldürerek yaşarlar. O halde hayvanları koruma cemiyetlerinin aklıyla gitsek hayatı durdurmamız ve intihar etmemiz gerekir. Hayvanları koruyorsunuz da bitkileri niye korumuyorsunuz?

İnsanlar çok güçlü varlıklar olmuşlardır. Onları yenecek canlı yoktur. Henüz mikropları ve virüsleri alt edemediler ama korunabilmektedirler. O halde insanın çoğalmasını dengeleyecek başka canlı yoktur. Dolayısıyla ancak savaşla nüfus dengesi sağlanabilmektedir. O halde savaş insanlar için mukadderdir ve yararlıdır.

Canlılarda seleksiyon vardır. Yaşlanmış, bozulmuş, işe yaramaz hâle gelenler ortadan kalkar, yerlerine yenileri gelir. Bu da yine ancak savaşla sağlanır. Savaş olmazsa, doğum kontrolü gibi seleksiyonsuz bir çoğalma sağlanırsa, yeryüzü hastalarla dolar, hastahaneler onları tedavi ile meşgul olur. Üretim durur. İnsan hayatı sona erer. Savaş zayıfları eler, güçlülere hayat imkanı açar. Eskiden Avrupa’da düello yaparlar, biri ölür diğeri yaşardı. Mesela bir kıza iki genç talipse onu birisi alacaktır. Hangisi alsın? Düello yapılır, yenen alır, diğeri ise işi kalmadığı için hayattan çekilirdi.

Erkek arılar dişiyi dölledikten sonra ölürler. Kışın kovanda erkek arı bulunmaz, bunun anlamı orada işleri ve görevleri yoktur demektir. İlkbaharda döllenmemiş yumurtalardan erkek arılar çıkar, başka kovanların anaç arılarını döllerler. Kışın işi kalmayan yapraklar dökülür. Tozlaşma olduktan sonra çiçekler yapraklarını dökerler.

İnsanın kişisel olarak güçlü olması, sağlam neslin bulunması için savaşa gerek olduğu gibi topluluklar da savaşla varlıklarını korurlar. Yeryüzünde yüze yakın devlet olacaktır. Devletler karşılıklı savaşarak kendi varlıklarını koruyacaklardır. Her ulus ordusuyla devlet olmaktadır. Tek devlet mantığı onun için yanlıştır. Hiçbir peygamber insanlık için tek devlet önerisinde bulunmamıştır. Kur’an da ulusal devletleri tanımaktadır.

Ömürlerini dolduran ve yaşlanan devletler başka devletlerin yemi olurlar.

Böylece insanlıkta da besin zincirine benzer bir sosyal denge oluşmaktadır.

Bu sebepledir ki “tedavi tababeti” yerine “korunma tababeti” geliştirilmelidir. Hastayı iyileştirme yerine hasta etmeme yollarını seçmeliyiz. Şifa bulacak olan hastalar tedavi edilmeli. İyileşmesinden ümit kesilen hastaların tedavisi üzerinde durulmamalıdır. Onların kendi hallerine bırakılması gerekmektedir.

İnsanlığın evrimi savaşlarla olmaktadır. Hangi ordu yeni silah elde eder ve savaşa o silahla girerse o galip gelir. Klasik silahlarla savaş kazanılamaz. Yeni silahın düşmanın eline geçmemesi gerekir. Bu sebepledir ki biz Türkiye’de on iki ordunun kurulmasını ve her ordunun kendi silahlarını kendisinin üretmesi gerektiğini söylüyoruz.

İkinci Cihan Savaşı’nda icat edilen silahların başta geleni füzeler olmuştu. Almanlar galip gelme durumunda olmuşlardı. Sonra İngilizlerin radarı Almanları durdurdu. Sonunda atom bombası savaşa son verdi.

Uygarlaşma savaşla mümkün olmaktadır.

Bugünkü bilgisayar teknolojisi de askeri haberleşme ihtiyacından doğmuştur.

Savaşları ortadan kaldırma yerine savaşlara meşru yol açılmalıdır.

a) Hicret demokrasisi ile toplulukların savaşsız elenmeleri sağlanmalıdır. Bir ocak, bir bucak, bir il veya bir ülke eğer halkını saadet ve refah içinde yaşatamıyorsa, oranın halkı o ülkeden rahatlıkla ayrılıp gidebilmelidir. Nüfusunu kaybeden ulus topraklarını da vermektedir. Savaşa gerek kalmadan uygarlıkta ileri giden topululuklar yaşarlar.

b) Savaş kitle imha silahları ile yapılmamalıdır, bizzat halk kendi bedenleri ve zekâları ile savaşmalıdır. Böylece biyolojik seleksiyon kuralları çalışmış olur. Silahların üretimi insanlığın denetiminde olmalıdır. Ordular istedikleri silahları eşit şekilde bulabilmelidir.  Yani savaş tanklarla değil de atlarla yapılmalıdır, motosikletlerle yapılmalıdır. Kur’an’da savaşlarla ilgili âyetler okunmalı ve ona göre savaş düzenleri oluşturulmalıdır.

c) Savaşlar hakemlerin kararlarından sonra yapılabilmelidir. Hakkı üstün tutan güçler hakem kararları olmadan hiçbir surette saldırmamalıdır. Silahlar sadece hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı kullanılmalıdır.

d) En önemli husus; zorla askerlik yapma sözkonusu olmamalıdır. Savaşı gönüllüler yapmalı, buna karşılık yönetme yani bugünkü anlamda siyaset yapma hakkı onların olmalıdır. Savaşmak istemeyenlerden sadece bedel alınmalıdır.

فَقَتَلَهُ

(FaQaTaLaHUv)

“Onu katletti.”

Kardeşini katletti.

Acaba nasıl katletti?

Taşı alır kafasına vurursanız insan düşer, sonra onu hareketsiz halde iken öldürürsünüz. Örnek olarak büyükçe bir kayayı arkadan vurunca kişi düşer, ondan sonra kafasını da kırabilirsiniz. Bir de boğazını sıkar nefes almasına engel olursanız insan boğulur.

Bunları nerden bilmiştir?

İnsanlar başlangıçta sadece meyve yiyorlardı. Ama saldırıya uğrayınca savunmayı da yapıyorlardı. Canavarları öldürmeyi de yaratılıştan biliyorlardı. İnsanlarda iki mekanizma vardır. Biri doğuştan genetik olarak kendisine verilen yeteneklerdir. Diğerini de öğrenmek suretiyle elde eder.

Hazreti Adem’in yaratıldığı günden bugüne kadar insanın bilinen özellikleri vardır, değişmemiştir. Eşler arasında ilişki, anne-baba ve çocuklar arasında ilişki ilk insan yaratıldığı zaman ne ise bugün de odur. Dil öğrenme melekesi de böyledir. Bu konularda insanda herhangi bir gelişme olmamıştır.

Demek ki katletmeyi insan irsî olarak öğrenmiştir.

Gerçekten iki kişi birbirleri ile boğuşurken o anda aklına geleni karşı tarafa uygular. Bu öğrenmekle elde edilemez, o boğuşma esnasında düşünülerek de elde edilemez, o esnada akla gelen yapılır. Nitekim komutanlar da öyle yaparlar.

Bir İngiliz generali Kıbrıs çıkarmasını anlatıyor. Türkler Kıbrıs’a uçak çıkarmasını yapamıyorlar, çünkü uçaklar ABD’nin denetiminde ama helikopter için böyle bir şey yok. Helikopter kullanıyorlar. Kıbrıslı Rumlar savunmayı uçaksavarlarla yapıyorlar. Toplar alçak uçuşları vuramıyor. Helikopterler alçaktan uçtuğu için Rumlar savunmalarını yapamıyorlar. İşte, helikopterle çıkarma mantığı önceden planlanmamış, o esnadaki imkansızlıktan akla gelmiştir. Ama silah yeni kullanılış şekliyle galip getirmiştir. Sonuç olarak İngiliz generali diyor ki; savaş tarihinde Türkler yeni çığır açtılar.

İstiklâl savaşında erlerimize çarık giydirildi, çünkü pabuç yoktu. Ama Türk halkı zaten kundura giymeyi bilmiyordu. Çarık halkın giydiği bir şeydi. Dağlarda ancak onunla gezebilirsin, tamiri de kolaydır.

İşte, bütün bunlar savaşı öğrenmekle ve planlamakla elde edilemeyecek hususlardır.

فَأَصْبَحَ مِنْ الْخَاسِرِينَ

(Fa EaÖBaXa MineLPaSıRIyNa)

“Hasirinlerden ısbah etti.”

Isbah etmek” sabahlamak anlamında olmakla beraber “sare” gibi “kâne” gibi yardımcı fiildir. Hasirinlerden oldu anlamındadır.

Hasar” Türkçede kullandığımız zarar anlamındadır, yani ticaretteki zarar anlamındadır. Katl etmekle kazandığı şeyden çok kaybettikleridir. Kısas yapılmamış, öldürdüğü için öldürülmemiştir. Ancak o yerleri bırakmış ve gitmiştir.

Bana göre bu henüz yasak ağacından yemeden önce olmuş olaydır. Babası Adem’in bulunduğu yeri terk etmiştir, eşi ve çocukları ile terk etmiş, neandertal insanı oluşturmuştur. Neandertal insan birçok bakımdan bugünkü insana benzemektedir ama tam irade sahibi, günah işleyen insan mıdır?  

Avrupa ilim adamları, sömürü sermayesinin dinsizleştirme politikası sonucu insanın bir anne babadan değil de, nesillerin evrimleşmesiyle zamanla oluştuğu görüşünü savunmuşlardır. Tevrat ve Kur’an’a uymayan bu görüş tamamen iflas etmiştir.

Bunun delilleri şunlardır.

1) İnsan değişik yerlerde ortaya çıkmamış, bir yerde ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Nesillerin evrimleşmesi şeklinde olsaydı ayrı ayrı yerlerde insanlar ortaya çıkardı.

2) Birbirlerine çok benzeyen hayvanların kromozomları ve DNA’ları çok farklıdır. Oysa kromozom sayılarının aynı olması veya yakın olması gerekirdi.

3) DNA’ların keşfinden biliyoruz ki, insanın doğaya uyumu DNA’ların değişmesi ile değil, DNA’daki özelliklerden ileri geliyor. O halde uyum insanı uygarlaştırmıyor, insandaki DNA’lar insanı uygarlaştırıyor. Bu da değişmiyor.

4) Diller üzerinde yapılan araştırmalar dünyadaki tüm dillerin aynı kaynaktan geldiği sonucuna götürmüştür. Bu da insanın tek çiftten türetildiğidir.

İnsanların atasının diğer canlılar olduğu kesindir. Yani insan başka canlılar üzerinde yapılan operasyon sonunda doğmuştur. Bu iki şekilde mümkündür. Ya ilk canlının genetiğinde evrim kodlanmıştır. Zamanla bu kodlardan dolayı değişik türler ortaya çıkmaktadır. Örnek olarak insanı alabiliriz. Bir hücre olarak ortaya çıkan insan DNA’larında yaşlılıktaki kamburluk da kodlanmıştır. Anne karnında ve hayatta DNA’ların buyrukları ile hayat sürer. Canlılık âleminde böyledir. DNA’ların kontrolü ile yeni canlılar oluşmaktadır.

İkinci görüşe göre ise Allah yeni türü oluşturmadan önce uygun bir tür seçiyor. Melekleri görevlendiriyorlar, onun genlerinde değişiklik yaparak yeni tür oluşturuyorlardı. Bu görüşe göre melekler zamanla yeni türleri oluşturdular. Meleklerin müdahale ettikleri görüşünü gayri ilmi bulanlar olabilir ama ilk canlıyı kim oluşturdu? Meleksiz izah etmemiz mümkün  değildir. Bana göre meleklerin ilk planlamasında tüm canlılık mevcuttur. Belki sonraları sadece komut verilmektedir.

Batılılar bu hususta müsbet görüşlere varamamışlardır. Bunun sebebi arkeolojik kazılarla uğraşanların, evrimcilerin, müsbet ilimlerden habersiz olmalarıdır. Tekel sermaye bunları kullanabilmek için onları cahil bırakmaktadır. Hâlâ biyoloji kitaplarında çok sayıda anne babadan üreme okutulmaktadır. Oysa bunun tamamen ilim dışı olduğu kesinleşmiştir.

Benim teorimin gerçekleşebilmesi için:

a) Homo sapiens ile neandertal insan çağdaş olmalıdırlar. Katil oğul Hz. Adem’in yaşadığı yerden çıkmış ve uzaklaşmıştır. Onlar insanlardan ayrı yerlerde çoğalmışlardır. Soğuğa dayanıklı idiler. Asya’ya ve Avrupa’ya bundan dolayı gittiler. Homo sapines ise çıplaklaştığı için sıcak yerlerde çoğaldı.

b) İkinci tesbit edilecek husus ise neandertal insanın tüylü olmasıdır. Bunun araştırılarak bulunması kolaydır. Araştırılmıyor çünkü Darwinizm sona erecektir.

c) Neandertal insanlar henüz haram ağaçtan yemedikleri için çeşitlilik ilkesine uymayabilir. Yani mağaraları ve aletleri birbirine benzerdir. Ateş yaktıkları bilinmektedir.

d) Bedeni yapı ve kromozomları aynı olmalıdır. Yani insandan farkı bulunmamaktadır. Çünkü insanın tüm genlerini taşımaktadır.

Ben bunlara ait kitapları okuma imkanına sahip değilim. Dr. Mete Firidin gibi bu ilimler üzerinde çalışan kardeşlerimizin dikkat etmeleri gereken hususlar şunlardır.

1) Sermaye, ilmî tesbitlerde herhangi bir sahtekarlığı istemez, kendisine ne lazımsa onu tesbit ettirir. Batılılar şu iskeletler böyledir derlerse buna inanın, tesbitte yalan söylemezler. Sermayenin imkanları ile ilmî araştırmalar yapmaktadırlar.

2) Tesbitlerden sonra yorumlara sıra gelmektedir. Mesela, bir uçağın icadı yorumdur. Sermaye burada da fazla karışmamaktadır. O sömürüsünü teknik bilgisine istinaden değil, ekonomik düzende sürdürmektedir. Dolayısıyla Batılıların teknolojisine güvenmelisiniz.

3) Sosyal olayların yorumuna gelindiğinde, sermaye kendisinden başka kimsenin yorum yapmasını istememektedir. Dolayısıyla sosyal olaylarda, ilmî olaylarda yorumda çok dikkatli olmak gerekir. Sermaye insanlığı dinsizliğe götürmek için evrimi desteklemiş ama sonunda durum kendi aleyhine olmuştur.

4) Sonra Batılılar müsbet ilimlerde ve teknikte çok ileridirler ama hikemî ilimlerde yani felsefede çok geridirler. Falan böyle söyledi, filan böyle söyledinin ötesinde hiçbir sistemleri yoktur. Oysa Kelam ilminde Müslümanlar adeta müsbet ilim kadar metodik ürünler vermişlerdir. Hukukta da onların herhangi bilgileri yoktur. Müslümanlardan aldıklarını anlamamış ve uygulayamamışlardır.

Bu temel varsayımlar içinde bu konu üzerinde durulmalıdır.

Neandertal insanın DNA’ları ile homo sapiensin DNA’ları aynı türe mi aittir?

Batılıların denemeleri sonunda üretilen bilgiler değerlendirilerek sonuca varılmalıdır.

***

فَبَعَثَ اللَّهُ غُرَابًا

(Fa BaGaÇa elLAHu ĞuRABan)

“Allah bir gurabı ba’setti.”

Bu beyanda önemli bir husus vardır. İnsanla diğer canlılar arasında önemli bir yakınlaşma vardır. Önce topladıkları meyveleri yiyen yabancı kuşları ve meyvecileri ormanlarından kovmak için uğraşmışlardır. Ayı, kurt ve aslan gibi hayvanlar aslında insan etini yemezler. Hayvanların insanlarla savaşması kendilerini savunma amacı ile olur.

Bucağımda herkesin çok iyi bildiği bir olayı buraya nakletmekle bu görüşümü anlatmış olacağım. Köyümüzün en zengini olan bir zat vardı, adı Kadir Akdemir’dir. Çocukları ve torunları şimdi İstanbul’dadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında bucağımızda sıkı bir şekilde Rusya’ya mal götürülüp satılıyor, altın veya mal Türkiye’ye geliyordu. Dağ ormanlarından malları götürüp Batum’da kendi hemşerilerine satarlardı. İşte, Kadir Akdemir ormanın içinde tek başına giderken bir ayı onu yakalıyor ve dövüyor, dövüyor. Hareketsiz hâle getirince onu yere dökülmüş yapraklar arasına gömüyor. Akdemir de hareketsiz duruyor. Ayı biraz bekliyor ve gelip kulağını dayayarak ölüp ölmediğini kontrol ediyor. Sonunda öldüğüne karar veriyor ve gidiyor. Akdemir kalkıyor, yaralı bereli eve geliyor. Birkaç gün sonra iyileşiyor. Sonra ilçemizin en zenginleri arasına giriyor.

Burada anlatmak istediğim şudur: İnsan hiçbir canlının yiyeceği değildir. İnsan hayvanların saldırısına sadece savunma amacıyla uğrar.

İnsanın hayvanlarla en çok yakınlaşması avcılık döneminde olmuştur. Soğuklar başlayıp meyveler tükenince insan et yemeye başlamış ve avlanmıştır. Bu arada artan kemikleri kapı önüne atıyor, köpekler gelip onları yiyordu. Böylece insanın ilk ehlileştirdiği hayvan köpek olmuştur. İnsan daha sonra birçok hayvanları ehlileştirmiş ve onları kendisine muti kılmıştır.

Bu arada hayvanlar insanlar için ilham kaynağı olmuştur. Hazreti Peygamber’in devesi önce mescit olacak yerde çökmüş, ondan sonra Ebu Eyyub El-Ensari’nin evinin önüne gidip çökmüştür. Böylece deve peygambere önce mescit yapacaksın, şimdilik anneden akrabanın  evinde kalacaksın demiş olmaktadır. Elbette Hazreti Peygamber de onun evinde kalmayı isterdi. Ne var ki onu davet edenler arasında belki de Ebu Eyyub yoktu.

İlkel topluluklarda birine misafir olmak onu şereflendirmektir. Hattâ benim bucağımda ağalar vardı. Bunların sözü geçer ağa olmasının yolu da misafir sahibi olmasıdır. Her insan evinde yatak bulundurur. Bunların sayısı güce göre değişiktir. Üç beşten başlar, yirmi otuza kadar çıkar. Ağaların gücü anlatılırken yirmi yataklı, otuz yataklı gibi derece verirler.

İşte, Hazreti Muhammed de birisine gittiği zaman diğerlerinin derecesi düşerdi. Çünkü kıymetli kişiler en çok varlıklı olanlarda barındırılırdı. Deve buradaki kırgınlığı düzeltmişti.

Süleyman peygamber kuş dilini bilirdi, karınca vadisindeki karıncalarla da konuşurdu.

Bugün hayvanların dillerinin olduğu, anlaşmalar yaptığı çok açık bir şekilde bilinmektedir. Arılarda keşif kolları çıkarılır, nerede uygun bal özü olduğu keşfi yapılır. Geri dönen arılar kovanlarındaki arılara nerede ne kadar çiçek olduğu bilgisini getirirler. Yeri tarif ederken buna uygun dans yaparlar. Bu sayede bütün arılara ne tarafa ne kadar uzaklıkta gidileceğini ve ne kadar çiçek olduğu bilgisini verirler. Kovandaki arılar bunları seyreder. Kararı anaç arı verir. O da hareketi ile mesela hangi kafilenin tarafına gidileceğini onların yanına gitmekle karar verir. Arılar oraya gider ve bal özlerini getirirler. Bunu bugün biliyoruz.

Bunun dışında kuşların bizim gibi konuştuklarını, alfabelerinin olduğunu da artık tesbit edilmiş bulunuyoruz. Otuz ile altmış arasında ses yani harf kullanıyorlar. Belli sesle balıkların kıyıya yaklaştıkları da yine Kur’an’da zikredilmiştir.

Bu âyette gurabın (karganın) Allah tarafından vazifelendirildi ifade edilmektedir. Burası önemlidir. Demek ki Allah insanlara bir şeyi bildirmek istediği zaman hayvana ilham etmekte, hayvan da bazı hareketleriyle tebliğ yapmaktadır. Rüyaların tabiri yanında hadiselerin de tevili vardır.

Şimdi, kıyas yoluyla insan da bir hayvan olduğuna göre, Allah onu bize göndertebilir. Hissi kable’l-vuku dedikleri olaylar olur. İçinizde bir şey yapmak doğar. Mesela, ben kardeşimi ziyaret edeyim dersiniz. Gidersiniz, bakarsınız ki gitmeniz gereken bir iş veya durum vardır. Öyleyse hepimizin, diğer insanların yaptıklarını, bize ders olsun diye Allah yaptırıyor ve bize gösteriyor.  Hadiseleri yorumlamak budur.

Biz yıllar öncesinden beri şunu iddia ediyoruz: Türkler III. bin yıl medeniyetini kurmakla görevlidirler. Biz bunu hamasetimizden değil, Kur’an’ın bir âyetiyle istidlâl ettik. Musa peygamber Medyen’den çıkıp yolda Allah’tan hitap alınca, Allah ona, “Vestana’tüke linefsî/ Ben seni özel olarak kendim için oluşturdum” diyor. Demek ki Allah görev vereceği kimseleri önceden hazırlar, uygarlıkları seçtiği kavimlere yaptırır, onları yetiştirir.

Türkiye üç asırdır Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığını birleştirmeye çalışmaktadır. “Adil Düzen” bunun sentezini yapmıştır. Mustafa Kemal, “muasır medeniyetin fevkine çıkacağız” diyor. Adnan Menderes, “Türkiye Müslümandır ve Müslüman kalacaktır” diyor. Necmettin Erbakan “Büyük Türkiye” ideali ile ömrünü bitirdi.

Bir Amerikalı 2009’da kitap yazmış ve Türkiye’nin gelecekte süper güç olacağını anlatmış. İşte bütün bunlar bizim için bir tebliğdir, bir işarettir.

Ne olursa olsun, kim olursa olsun, biri gelip de size bir şey söylediği zaman onu değerlendirmeniz gerekir. Söylenen sözlere karşı dilsiz, sağır ve kör olmamamız gerekir. Her söylenene inanacaksınız demiyoruz, her söyleneni değerlendirmeniz gerekir diyoruz.

Birkaç gün sonra seçim var. Biraz önce Devlet Bahçeli konuşuyor: AK Parti yüzde kırkın üzerinde oy alacak diyorlar. Halka sorduğunuz zaman şikayetçi olmadığı alan yok ama yine de AK Parti’ye oy veriyorlar. Soruyor: Bu nasıl mantık? On senedir düzeltemeyen AK Parti şimdi mi düzeltecek? Bu söze AK Parti kulak vermelidir. Allah AK Parti’den bir şey istiyor, düzelt artık diyor. Siyasiler AK Parti’ye saldıracaklarına, geleceğin büyük Türkiye’sine nasıl katkıda bulunacaklarını ortaya koymaları gerekir.

يَبْحَثُ فِي الْأَرْضِ

(YasBXaÇu FIy eLERWı)

“Arzda bahsediyordu.”

Bahsetmek” eşmek demektir. Kuşlar böcekleri bulmak için bahsederler, eşerler.

Bahs” kökü Kur’an’da bir defa geçmektedir. “Ba's” kelimesi ile akrabalığı vardır.

Allah Cebrail’i göndereceğine kargayı göndermiştir. Karga yırtıcı hayvandır. Canlıları diri diri yakalar, onları parçalar ve yer. Katil kardeş de canavarlık yapmıştır. Allah ona meleği değil, yırtıcı hayvanı öğretmek üzere göndermiştir. O hayvan toprağı kazmıştır.

İlk defa bir insan ölüyordu. İlk insan katillikle ölmüştür. Diğer hayvanların etleri başka hayvanların yemidir. Dolayısıyla ölünce üşüşüp onun cesedini ortadan kaldırırlar. Oysa insan hiçbir hayvanın yiyeceği olmadığı için insanı dışarıda bırakırsanız çürür, kokar, hastalık merkezi olur. Bu sebepledir ki Allah insanların gömülmesini emretmiştir.

Hz. Adem peygamberdir ama vahiy ona gelmemiş, karga ona öğretmiştir.

Bugün teknolojide insanlar çok ileri gitmişlerdir. Birçok konularda hayvanları geçmişlerdir, bitkileri de geçmişlerdir. Mesela, hayvanlar kuzey kutbundan güney kutbuna uçarak gidiyorlar. Bu hususta insanların hayvanları geçtiği iddia edilemez. Ama insanlar uzay dışına çıktılar demek onları geçtiler demektir. Buradan Amerika’daki biri ile konuşmayı hayvanlar yapamamaktadır. Bilgisayarımız vardır. Ama onların daha gelişmişi vardır.

İnsanlar kalite itibarı ile hayvanlara yetişmiş değildir. Ateş böceği ışığı yüzde 98 verimle üretmektedir. Oysa insan yüzde 60’lara zor çıkmaktadır. Elimiz kadar yatkın bir âlet yapmak mümkün müdür? Bugün teknolojide canlıların teknolojisinden yararlanmaya çalışırız. Balıkları ve kuşları örnek alarak sorunlarımızı çözeriz.

Bu âyet bize canlılardan örnek alarak sorunlarımızı çözmeye çalışmamızı öğretiyor. Burada bir hususu göz önüne almamız gerekir. Kâinatta teknik sorunlar ideal olarak çözülmüştür. Bunu bir örnekle izah edelim.

Bir bina yapıyorsunuz. Bir kolon koyacaksınız. Orada belli miktarda demir ve çimento kullanırsınız. Az kullanırsanız yıkılır, çok kullanırsanız israf olur. Bunun hesaplarını yapıyoruz; en az malzeme kullanıp en çok iş yapma. Biz kendimize güvenemediğimiz için üç dört misli emniyet katsayısını koyarız. Doğada ise böyle eksik ve hatalı bir şey yoktur. Hesaplar tam yapılmıştır, hiçbir yerde israf yoktur. İnsanlar ise daima eksik olacaklardır. Kıyamete kadar onlardan öğreneceklerimiz vardır. Basit olarak şekeri ele alalım. Şeker su ve kömürden ibarettir ama biz hâlâ yapamıyoruz. Balı yapmamız nerede ise imkansızdır. Demek ki teknikte emeklemekteyiz. Güneş enerjisinden santral yapıyoruz ama bir yaprağın yaptığı işi yapamıyoruz. Bunun anlamı nedir? İnsanlar evrim yapacak şekilde yaratılmıştır ama ne kadar uygarlaşırlarsa uygarlaşsınlar hayvanlar seviyesine çıkamazlar. Çıktıklarında evrimin sonuna gelmiş olurlar. O zaman orada yapılacak iş kalmaz. Kıyamet olur.

لِيُرِيَهُ

(liYuRiYaHUv)

“Ona irae etmek için.”

Allah gönderdi.

Niçin gönderdi?

Ona göstermek için. Yani karga ne yaptığını, ne yapılması gerektiğini bilmektedir. Bizden aşağı olan hayvan bize ders vermektedir. Bilerek bunu yapmaktadır. Köpeklerin ve atların sahiplerine böyle haberler götürdüğünü filmlerde seyretmişsinizdir.

Gurabın, karganın gelmesi tesadüfi bir olay değildir. Kişiye imdat olarak gelmiştir. İnsan ister iyilik yapsın ister kötülük yapsın, bir yerde çıkmaza girdiği zaman Allah onun imdadına koşmakta ve ona güç vermektedir.

Buradaki olay nedir?

Adam öldürme kötüdür ama öldürdükten sonra onu gömmek iyidir. Dolayısıyla Allah’ın buna yol göstermesi için gurabı göndermesi normaldir.

Bir kötülük olduğu zaman ilk yapacağınız iş kötülüğün etkisini durdurmak, iyiye çevirmektir. Savaş kötüdür. Ama savaştan sonra barışa götürmek için çalışmamız iyidir.

Evlerde köpek besliyorlar. Bizim tuhafımıza gitmektedir. Onlar için ise o arkadaştır. Birçok zamanlarda ona yardımcı olmaktadır. Bu bakımdan köpekli sitelerle köpeksiz siteleri ayırmamız gerekir. Köylerde her evde kedi beslenirdi. Kedi de insana arkadaşlık yapar. Evde kuş beslemek de böyledir.

كَيْفَ يُوَارِي

(KaYFa YuVARi)

“Nasıl ivare edeceğini”

Vera” arka demektir. Dağın arkası veradır. Sırt tarafı da veradır, arka tarafı demektir. Gözden kaybetme anlamındadır. Kur’an’da “kabir” kelimesi, "ekberehu” ifadesi vardır.

Burada bize ölüleri nasıl ortadan kaldıracağımızın şeriatını öğretmektedir. İnsanların çoğu ölüleri gömmektedirler. Hinduizm ve Budizmde de ölüler gömülür. Bazı kabileler ölüleri yaktırmaktadırlar, uzak yerlere götürüp masraflı bir şekilde yaktırmaktadırlar. Bazı kabileler de asıp kuşların yemelerini sağlamaktadırlar. Bunların sonradan eklenen ayinler olduğu anlaşılmaktadır. Allah ilk insana ölülerin nasıl gömüleceğini karga göndererek öğretmiştir.

Bununla beraber mezar sorun olmaktadır. Mezarlar parsellenmekte, etrafında yaptıkları beton ve mermerlerle taşlaştırılmaktadır. Buna günümüzde çare bulunmalıdır. Hâlen yeryüzünde işe yaramayan ve tarım yapılmayan alanlar vardır. Dağlar vardır. Ormanlar vardır. Ölüler buralara gömülürse oraların canlanmasına neden olur. İnsanlar mezarları uzak olmasın istemektedirler. O halde ölüleri üst üste mezarlara gömmeliyiz. Ölüler atalarının gömüldüğü yerde gömülürse ileride oluşacak kabileler atalarının DNA’larını kolayca bulurlar. Ayrıca ölülerle korunmuş kasetler konursa eski hayat canlanmış olur. Bunun için mezarların üzerinde kasetleri ve yazıları koruyacak demir ve beton kaplardan başka bir şey olmamalıdır.

Mezarlık alanı düzeltilmelidir. Ölülerin üzerine levhalar konmalıdır. Dışarıdan getirmece toprakla kapatılmalıdır. Bin hanelik bir bucağın kendisine özgü mezarlığı olmalıdır. Bir bucakta 10 000 kişi yaşıyorsa, ortalama ömür 50 yıl kabul edilirse, senede en çok 200 ölü olacaktır. İkişer metrekareden alırsak, bir senede 400 metrekare eder. Yüz senede kırk dönüm eder. Demek ki her bucak kırk dönüm yer ayırırsa her asırda bir kat kaplanmış olacaktır. Yarım metre yeterli sayılabilir. Demek ki bin senede beş metre yükselecektir. On bin senede elli metre yükselmiş olacaktır. Mezarlık ormanlaştırılır, ağaçlandırılır. Hattâ meyvelik hâline getirilir. Ağaçlara yüz sene yaşama imkanı verilir.

سَوْأَةَ أَخِيهِ

(SaVEaTa EaPIyHı)

“Kardeşinin sevesi”

Kur’an insan vücudunu “sev’et” diye adlandırmaktadır. “Seve” karanlık siyah kelimesine yakındır. İnsanın  dışkılık yerlerine “sev’et” dendiği gibi öldükten sonraki beden “sev’et” olmaktadır.

İnsanın ölüsü necistir. Hattâ ölümün olduğu yerde Kur’an okunmasını bile caiz görmezler. Mezara gittiklerinde Kur’an okumaya ölü toprağa gömülüp kapandıktan sonra başlarlar. Canlı insan ne kadar saygınsa, ölünün bedeninin hiçbir saygınlığı yoktur. Bununla beraber ölünün arkasında cenaze kılıyoruz ama âyetlerin okunması yoktur.

Merasimle defnediyoruz. Ölünün arkasından birtakım merasimler yapılmaktadır. Bunun bedenle ve mezarla alakası yoktur. Bununla beraber mezara gidip durmak, ona dua etmek Kur’an’da teşri edilmiştir. Namaz kılma ve sonra kabirde durma durumu vardır. İnsanların psikolojik ihtiyaçlarını da gidermemiz gerekmektedir.

Kabileler baba soyundan oluşacaktır. On kişiden oluşan bir aşiret olacaktır. Bir kabilede/bucakta yüz aşiret/ocak olacaktır. Demek ki her aşirete mezarlık için dört yüz metrekarelik yer verilecektir. Ölülerini oraya gömecekler. Mezarları doldu mu çevresini yarım metre yükseltip toprak dolduracaklar ve ölüleri onun üzerine gömeceklerdir.

Cumhuriyet döneminde anıtkabirler yapılmış, heykeller dikilmiş ama ölülerin, şehitlerin mezarları sokak yapılmış, cadde yapılmıştır. Dozerlerle kemikleri alınıp çöplüklere atılmıştır. Ölü mukaddes değilse anıtkabir nedir, heykel nedir; mukaddes ise kimininki mukaddes, kimininki tu kaka ve neden?

İşte, günümüz dünyası böyle acayipliklerle doludur. Öldükten sonraki hayatı inkâr edenler Lenin’e adım başında heykel diktiler. Mezarları yücelttiler, katafalklar koydular.

Biz şimdi Kur’an’ın hidayetine uyarak asrın her türlü sorunlarını çözmeliyiz.

قَالَ يَاوَيْلَتَا

(QAvLa YAv VaYLaTAv)

“Ya veyletâ dedi.”

Kendi kendine söyledi... Kendi kendine düşündü...

Demek ki söylemek sadece ağızla ifade etmek değildir. Beyninde geçeni düşünmek de söylemektir. Yani düşündü anlamındadır.

Bugünkü araştırmalardan çok açık şekilde biliyoruz ki düşünmemiz için dilimizin olması gerekir. Kâinat bir bütündür. Örnek olarak ay veya güneş veya yıldızlar yoktur. Anadolu gibi tek bir uzaydır. Biz onları beynimizde taksim ediyoruz. Her birine ayrı ayrı isim veriyoruz. Çünkü bizim beynimize her tarafı aynı şekilde gelmez. Duyular parça parça değildir. Beynimiz parça parça görmektedir. Biz o parçalara isim veriyoruz. Sonra onlar arasındaki irtibatı yine cümlelerle ifade ediyoruz.

Filozof  Kant bunu çok iyi bir şekilde açıklamıştır. Descartes ‘Düşünüyorum o halde varım’ diyerek ‘söylüyorum’ demiştir. Söylemeden düşünme olmaz, düşünmeden de söz olmaz.

Veyl” nedir? Türkçede “vaveyla” deriz, “vay vay” deriz, “vah vah” deriz. Bir husustaki kötü durumumuzu ifade ederiz, “vay başıma gelen” deriz.

İşte, katil kardeş de bunu söylemektedir. Sıkıntı anında ne yapacağını düşünürken karga ona görünmüş, onun beyninde çözümü üretmiştir.

İşsizliğe çare arıyoruz.

Acaba nasıl çare bulabiliriz?

Bedenimizi düşünelim. Kan dolaşımı vardır. Her hücre atıklarını kana verir, ihtiyaçlarını da kandan alır. Kalb sadece kanı dolaştırmaktadır. İşte, işsizlik sorununu çözmek ulaşımı sağlamaktan ibarettir. Kişi ürettiğini her yere gönderebiliyorsa, istediğini de her yerden alabiliyorsa sorun kalmaz. İnsanlar ihtiyaçlarını kendileri çözerler.

أَعَجَزْتُ

(Ea GaCaZTu)

“Ben aciz miyim?”

“Ben aciz değilim” demek istiyor.

İnsanın bir psikolojisi vardır. Kendini diğer bütün canlılardan üstün görür. Tanrı ile bile eşleşmek istemektedir. Bir şeyi yapmaya cesaret ettikten sonra kendisini ortaya koyar. Aciz olmadığını ilan eder. Başarısız olduğu yerde ümitsiz halde aciz duruma gelir, başarılı olduğu yerde ben ne imişim der. Oysa başarılı olduğumuz yerdeki başarı Allah’ın nimetidir. Başarısız olduğumuz yerde de sabırlı olup Allah’ın yardımını beklememiz gerekir.

1960’lara kadar Müslümanlar bâtıllardan birini desteklemekle meşgul idiler. O günkü anlayışa göre namaz kılan bir bakan olamaz, başı örtülünün beyi müdür olamaz, askerde subay olamaz. Yapılacak iş müellefe-i kulubu seçip onu desteklemekten ibarettir. Demokrat Parti bu idi, Adalet Partisi bu idi. Remzi Güres arkadaşım, haktan sonra yalnız dalâlet vardır âyetini okur ve CHP ile DP’nin aynı olduğunu açıklardı.

İşte o zaman İzmir’de başlayan bir ekol, Akevler ekolü “biz de varız” diyordu. Erbakan’ın bu çalışmaya katılması ile bugünkü Türkiye’ye geldik. O günkü dindarlar ümitsizdi. Bugün ise iki grup var; ya AK Parti gibi “ben aciz miyim” deyip ortaya atılan, ya da hâlâ “ne yapsak olmuyor” diyenler. Anayasa ekseriyeti ile iktidardayız ama değişen bir şey yok. O zaman da ümitlerini kesmiş meyus durumdadırlar.

1960’lardan beri bizi buralara getiren Allah elbette  bizi “Adil Düzen” aydınlığına götürecektir. Bizim bugün yapacağımız iş inanarak çalışmaktan ibaret olmalıdır.

أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هَذَا الْغُرَابِ

(EaN EKUvNa MiÇLa HAvÜa eLĞuRAvBı)

“Bu gurabın misli kadar olmaktan aciz miyim?”

Bunun kadar da mı olamayacağım. “Mislü hâzâ” deyip “Gurab” kelimesini tekrar etmek, guraba verilen önemden veya önemsizlikten ileri gelir.

Birisine kalemi uzatırsın, “bunu al” dersin. Orada kalemin bir önemi yoktur, yani özel kalem değildir. Ama “sen bu kalemi al, onunla imza et” dersen, başka kalemi değil de bunu al, bu özel kalemdir demektir. Yani müşarun ileyhi izhar ediyorsan onun bir özelliğinin olduğunu belirtiyorsun. Gramerciler zamirlerde de aynı usulü kullanıyorlar. Yani zamir göndereceklerine ismi izhar da bu anlamdadır diyorlar. Farklı olması bakımından buna benzemektedir.

Misli” kelimesi benzeri, dengi anlamına gelir. Yani ya keyfiyette benzeri manâsını taşır veya kemiyette eşitliği manâsını taşır. “Aşara emsaleha” dediğimizde sayıyı kastederiz. Burada sayı söz konusu değildir. Fonksiyonda eşitliktir. Kâinatın halikı Allah’tır. En uygun şekilde yaratmıştır. Bu sebepledir ki kâinat analogdur. Her iki şey birbirine benzer.

Diğer taraftan hiçbir şey tam olarak birinin aynı değildir. İnsanlar hep birbirine benzerler ama hiç birisi diğerinin aynı değildir. Simaları ile hemen birbirinden ayırmaktayız. “Misli” bunu anlatmaktadır. Eğer “ke mislihi” derseniz aynı fabrikadan çıkmış tıpa tıp aynı anlamındadır. Allah’ın benzeri yok değil de aynısı yok demektir. Yoksa Allah semavat ve arzın nurudur.

فَأُوَارِيَ سَوْأَةَ أَخِي

(Fa EuVARIYa SaVEaTa EaPIy)

“Kardeşimin sev’etini ivare etmekten”

Buradaki “Fa” “eküne”ye atıftır, “En Uvariye” demektir. Üstünlü gelmesi buna delalet eder. “Fa” harfinin gelmesi ve “En” harfinin iade edilmemesinden anlıyoruz ki, “aciz değilim ve gömmeliyim” diyor.

Bir tıp doktoru insanın bedeni ile ilgili bilgilere sahiptir. Doktor insanın sağlığından çok hastalığı ile uğraşır. Mide normal çalışıyorsa onunla meşgul olmaz, ishal olmuşsa ilgilenir, kabız olmuşsa ilgilenir. Bu tedavi edici tababettir. Oysa esas olan insanın hasta olmamasıdır. Bir toplulukta da yöneticiler hastalarla uğraşır. Eğer trafik kazası varsa onunla meşgul olur. Yoksa, normal trafik akıyorsa, trafik polisi onunla meşgul olmaz.

Bir tıp doktoru ile yönetici tamamen aynı işleri yapmaktadır. O halde bir tıp doktoru iyi doktor olsa ve sonra gidip diyelim ki Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirip vali olsa, o zaman ili daha sağlıklı yönetir. Aksi de doğrudur.

Bugün üniversiteden, hattâ liseden mezun olmak için yabancı dil okutuyorlar. Akademik kariyer bir tür İngilizce bilmeye dönüşmüş. Bize göre liselerde ve üniversitelerde analoji dersleri konmalıdır. Akademik kariyer için yabancı dil değil iki fakülte bitirme şartı getirilmelidir. O takdirde bu benzer olaylar kolayca öğrenilmiş ve üzerinde araştırma yapılmış olur. Bu analoji ilminin varsayımlarını ortaya koymuş bulunuyoruz. İkili ve dörtlü sistem ve sekiz yüzlü. Mürselat Sûresi’nin başında açıklanmıştır. Canlılardan bilgiler alarak onu uygulamamız gerekmektedir. Mısırlılar, Yunalılar, bugünkü Batılılar bunu yapmışlardır.

Yani Hazreti Adem var, onun katil oğlu var. İnsanlık bunlarla uygarlaşmaktadır. Fende Avrupa’nın ileri gitmesi katil oğlun izinde olmalarındandır. Bakara’daki şeytan burada katil olarak ortaya çıkıyor.

فَأَصْبَحَ مِنْ النَّادِمِينَ (31)

(Fa EaÖBaXa MiNa elNADiMIyNa)

“Nadim olanlardan oldu.”

Ben kardeşimin bedenini gömeyim diye karar verdi ve pişman olanlardan oldu.

Böyle dedi ve yaptıklarından pişman oldu.

“Tevbe” bir şeyden daha iyi bir şeye dönmedir. Allah’a dönmedir. Kötülükleri bırakmadır. Islahı nefstir. Bir daha yapmamadır.

Nedamet” ise geçmişte yaptığına hayıflanmaktır. Ne diye bunu yaptım, keşke yapmasaydım demektir.

Tevbe etmedi de yaptığına pişman oldu. Çünkü zararlı çıktı. Mezarı kazdı ama nasıl kazdı? Sopa ile kazdı, taşla veya elle kazdı. O bile onu o kadar yordu ki, neye katledip başıma bela ettim dedirtti.

Uygar toplulukta en yaygın ceza sürmedir, topluluğun dışına atmadır. Bir insan bir yerde doğar, orada büyür, oranın dilini öğrenir, oranın insanlarını tanır, orada iş sahibi olur. Akrabaları oradadır. Orada evlenir. Sıhri akrabalar orada bulunur. Bütün bu çevreyi ve kişiliği zamanla kazanır. Bu insanın bucağını terk edip gitmesi zor bir iştir. O kişiliği, o dili, o çevreyi edinme yıllar sürer, belki de mümkün olmaz.

Bugünkü insanlar böyle bir aşiret ve kabileden zaten kopmuş bulunmaktadırlar. Tarım döneminden sanayi dönemine geçerken bu sıkıntıları çekmektedirler. Bugünkü insanlar bedeninden kopmuş parçalar gibi serseriyane dolaşmaktadırlar.

Bu sebepledir ki “Adil Düzen Anayasası”nda örgütlenmede “aşiret/ocak” temel birim kabul edilmektedir. Bizim önerdiğimiz yapılaşmada “yüz dairelik apartmanlar” tasavvur ediyoruz. Bir katta “on daire” vardır. Her katta günde beş defa toplanılmaktadır. İş yerleri de apartmanın alt katlarındadır. On apartman birbirine yakındır ve ortak yönetim apartmanları vardır. Tüm sosyal hayat buralarda geçmektedir. Sadece erkeklerin bir kısmı ilçelere gidip fabrikalarda çalışmakta, akşam üstü evlerine dönmektedir.

İşte böyle bir düzende insanın ocağını ve bucağını terk etmesi son derece zordur.

Bugün dışlanmanın önemi yoktur. Zaten herkes dışlanmış durumdadır. Ama öyle bir toplulukta yaşamak ayrı bir hayattır. Sevgi dolu bir dünyadasın. Herkes seni sevmektedir. Sen de herkesi seviyorsun. Sana bir iğne batsa herkese batmış gibi olur. Herkes ruhi dayanışma içindedir. Böyle bir toplulukta Allah’a inanmak da farklıdır. Herkes Allah’a inanmaktadır, âhirete inanmaktadır. Ölmek demek cennete gitmek demektir.

Katil kardeş o gün tek olan “aşiret/ocak” içinde doğmuş, orada büyümüş. Şimdi aşiretini terk edip gidecektir. Nereye gidecektir? Onun çevresi dışında bir kâinat var mıdır? Biz bugün uzayda canlı vardır diye merak ediyoruz. O günkü insan da gördüğü ufkun ötesinde ne var diye merak ediyordu. Kardeşini öldürmekle başına iş açmıştır.

İsrail oğullarının kıssası anlatılırken araya bu kıssa girmiştir. Diğer âyetlerle irtibat kuramayan yorumcular bu iki adamın Hazreti Adem’in çocukları değil de, İsrail oğullarından iki kişi olduğunu söylemektedirler. Dr. Mete Firidin bu iki adamın Hz. Musa’yı destekleyen iki racül olabileceğini söylemektedir. Eğer bu mezar hikâyesi olmasaydı o manâları vermemiz uygun olurdu. Mezar hikâyesi ise bunların ilk insan olan Adem’in çocukları olduğu hususunu açıkça belirtmektedir. Mezar yeni olsaydı yine aynı manâyı verebilirdik ama mezarların Musa’dan çok önce mevcut olduğunu, Mısır’da ehramların yapıldığını biliyoruz.

O halde bu âyetlerin buraya niçin girdiği sorusuna cevap aramamız gerekir.

Hatti ülkesine dahil olmayan İsrail oğulları da katil kardeş gibi dışlanmışlar ve çöllerde kırk sene dolaşmışlardır. Katil kardeşin nesli tükendiği halde, İsrail oğulları kırk senede geri dönmüşlerdir. Dışlanma olayı, sürme veya hicret etme olayı, insanlığın yaşamakta olduğu ve kıyamete kadar sürecek bir olaydır.

Kooperatif bir “Adil Düzen Sitesi”ni kuracaktır. Burada ceza hukuku uygulanmayacaktır ama ortaklıktan yani siteden çıkarma her zaman mümkün olacaktır. Böylece Adem aleyhisselâm zamanında başlanan ceza uygulaması ile sitemizi kuracağız. Sitemiz o gün cennet gibi olacak; adaletin, refahın, saadetin ve selametin merkezi olacaktır. İnsanlar birbirlerini derin duygularla seveceklerdir. Oradan sürülme demek bir tür cennetten sürülme gibi olacaktır.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3001 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2174 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2770 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4427 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2324 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2871 Okunma
20-MAİDE 57-60
2274 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2368 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1820 Okunma
29-MAİDE 89-91
3117 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2446 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma