Bahaeddin Sağlam
Sıdk ve Kizb, Mesih ve Deccal Kavramları
23.09.2023
733 Okunma, 0 Yorum

 

Sıdk (Doğruluk) ve Kizb (Yalan),

Mesih ve Deccal Kavramları

 

Eskiden kavram gerçeğine, mefhum (kelimeden anlaşılan) ve mazmun (kelimenin içeriği) denilirdi. Ben bu gibi temel değerleri çok önemsiyorum. Çünkü kavram ve kelimeler, insanı hayvanlıktan çıkaran, onun sosyal ve psikolojik hayatını düzenleyen yasalar gibidirler. “Âdem (soyut manaları anlamaya başlayan insan) Rabbinden (insanı geliştirici sahibinden) kelimeler (yasa ve prensipler) edindi, bütün kusurları giderildi. Onun Rabbi, eksikleri gideren (tevvab) ve başarılı kılandır (Rahim).” (Kur’an, 2/37)

Burada değindiğimiz, Âdem, rububiyet, kelimeler, tövbe ve rahmet gibi kavramlarla ilgili birer ikişer yazım var. Ama doğruluk ve yalanla ilgili müstakil bir yazıyı yeni yazıyorum. Halbuki insanlık için en öncelikli kavramların başında bunlar geliyor. Hemen belirtelim ki, bunlar bir makaleye sığmayacak kadar etraflı ve detaylı birer konudurlar. Onun için biz dokuz temel maddede yirmi-otuz paragraftan müteşekkil birer fihrist yazacağız. Bu paragraflardaki fikirler matematik sayıları gibi dizilince birbirinde yansıma sonucu inşallah üç bin sayfalık bir kitap gibi okunup değerlendirilirler. İşte:

1. Madde: Sıdk ve kizb kelimelerinin etimolojisi ile kavramsal manaları da aynıdırlar. Diğer birçok kelime gibi etimolojisi ayrı, kavramsal manaları ayrı değiller. O da şudur: Sıdk (doğruluk) bir şeyin gerçek karşılığı olmasıdır. Kizb (yalan) da bir şeyin gerçek karşılığı olmamasıdır. Bu iki kelimenin Türkçe etimolojisini bilmiyorum. Çünkü Türkçe az gelişmiş hece dillerindendir. Bununla beraber, doğruluk bir şeyi yarıp bir karşılıkta durması, yalan da sadece yalın kuru laf olma ihtimali vardır.

Bugün, günlük sokak diliyle eğer ele alınsa dini birçok konunun da karşılığı maalesef yoktur. Ve din adamları dini kelimeler ve prensiplerin gerçek manalarını bilmedikleri için toplum tarafından yalancı gibi algılanıyorlar. Başka bir tabir ile insanlık Âdemiyet seviyesinden yine hayvanlık seviyesine düşüyor. Onun için dertli insanlar Mesih bekliyorlar. Mesih, kokulu yağla sıvanmış (mesh edilmiş) yeni kurtarıcı kral demektir. Fakat bazen Mesih bulunmaz; ultra yanıltıcı demek olan Deccal gelir kendini Mesih ilan eder. Yani toplumun derdi dörde katlanmış olur. Hem Âdem yok hem hayvanlaşma olmuş hem kurtarıcı yok hem yalancı peygamber gelmiş.  İşte böyle bir durumda hiç kimse varlıkta ve hayatta hakikat ve güzellik var, varlık ve hayat çirkin ve kirli değildir, diyemiyor Dört grup hariç onlar diyeceklerdir ve bunu belgeleyeceklerdir. Kur’an’da Sıdk ve Kizb maddesinde bunu izah edeceğiz.

İlkel toplumlar çocuksu duygulara sahip oldukları için, bireysel ilişkilerinde çokça yalan konuşsalar da bu ahir zaman döneminin ultra yalanları gibi hileleri beceremezler. (Peygamber Bilgisi kitabı) Onun için Deccal ve onun panzehiri olan Mesih insanlığın son döneminde geleceklerdir, diye rivayetler var. Bu noktaya Mehdi, Mesih ve Deccal maddesinde bir daha döneceğiz.

2. Madde: Kur’an’da Sıdk ve Kizb

Bu iki kavramın her birisi, Kur’an’da 200’e yakın sefer geçmiştir. Hemen hemen küfür ve iman kavramları kadar önem verilmiştir. İnsanlığın eğitilmesi için bu tekrar gerekli olmuştur. Fakat biz sadece beş yerin tefsirini yapacağız. Çünkü tefsir yapılınca o beş yer yeterli olup tümünün manasını yansıtıyor. Evet Kur’an holografiktir, çoğu zaman küçük bir parça bütününü yansıtır. Bundan anlaşılacaktır ki Kur’an, ayet ve sure bağlamları ve kelime seçimleri nazara alınmadan kuru yalın meallerle anlaşılmaz.

A) Nisa suresi, ayet 60-70: Bu on ayet, Medine Yahudilerinin münafıklıktan kurtulup, Peygamberler, Sıddıklar, Şehitler ve Salihler seviyesine çıkmaları için bir derstir. Onları hakka ve doğruya bir davettir. Biz sadece son beş ayeti tefsir edeceğiz. Çünkü konumuz olan doğrulukla ilgili onlardır. Özellikle 69. Ayet.

Hemen hatırlatalım ki Kur’an’da Antisemitizm yoktur. Kur’an Yahudileri Beni İsrail olarak sürekli övüyor. Dinini kaybedenlerini de dinlerini yaşamaya davet ediyor. Onları dağınıklıktan ve iç savaştan menediyor. Şöyle ki:

“Biz eğer onlara insanlarınızı öldürün veya yurtlarınızdan çıkın, deseydik çok azı bu emri yerine getirirdi. Fakat işte onlar birbirini öldürüyor ve bunun sonucu yurtlarını bırakmak zorunda kalıyorlar. (Yani itaatsizlik bunların kanına işlemiş.) Eğer bu Yahudiler, kendilerine tavsiye edilen, öldürmeme ve yurtlarını terk etmemeyi yapsalardı, onlar için daha yararlı olurdu. Ve kendi değerlerini daha sağlamca yaşarlardı. (4/66)

“İşte o zaman biz kendi katımızdan onlara somut maddi büyük bir ücret de verirdik.” (4/67)

“Ve onları dünya-ahiret, madde-mana, bilim-inanç, fakir zengin dengesi gibi dengeli orta yola getirirdik.” (4/68)

[Böylelikle varlık ve hayatın kirli ve çirkin olmadığını, gerçek ve tam doğru bir hakikat olduğunu anlarlardı.]

“Evet, böyle olan Yahudiler, Allah’a (ekolojik ilke ve değerlere) ve Resule (Musa veya Muhammed’e) (sosyal değerlere) itaat etseler, onlar hakikat ve asıl hakikat olan doğrunun tespitinde Peygamberler, Sıddıklar, Şehitler ve Salihlerle beraber olacaklar. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (4/69)

Bu ayette varlık ve hayatın absürt olmadığına dört grup delil oluyor. a) Peygamberler, geçmiş ve gelecek de dahil metafizik açılımlarıyla varlığın kirli ve çirkin olmadığının en birinci şahididirler. b) İlimde o kadar sağlam deliller bulup araştırmış olanlar ki, bunların en birinci vasfı Sıddık (yani çok çok doğrulayıcı) olmalarıdır. Bunlar ilimle, varlığın ve hayatın doğru olduğunu, çirkin ve kirli olmadığını belgeledikleri için bunlara çok çok doğrular manasında Sıddıklar denilmiştir. Bir de Şehitler de gerçekliği görüp hayatlarını feda ettiklerinden onlar da doğruluğun şahididirler. Hayatta yararlı işler yapanlar da hayatta çirkinliğe ve anlamsızlığa yer bırakmazlar, diye sondan iki şahit olarak ayet, Şehitleri ve Salihleri sayıyor.

“Bu şahitliklerdeki ilim mertebesi en büyük mertebedir, Sonsuz olan Allah tarafından verilir. Ve sonsuz ilim sahibi sadece Allah’tır.” (4/70)

[İlahi ilim kâinatta yazılım tarzında tecelli ediyor. İnsan bu yazılımla hem kâinatın anlamsız olmadığını anlar hem sonsuz bilgi-işlem hacimleriyle sonsuzluğu bilir.]

B) Kur’an’dan ikinci misal: “Allah namına yalan söyleyenden (Allah’ın somut tecellisi olan kâinat (varlık ve hayat) yalandır diyenden) ve bunun aksi olan ve tam doğruluk olarak bulunan din yalandır diyenden daha zalim (dengesiz) kim var. Böyleler sonsuz yokluk içinde olacaklar. O ise sınırsızdır.” (39/32)

Bu ayeti bu şekilde çevirmemizin dört delili var: a) Kur’an’da, din uyduranlara Allah namına yalan söyleyen değil de Allah namına din yaratanlar (iftira) deniyor; 15 yerde. b)  En’am, 115 ve Saff, 7. ayet gibi yerlerde dindar olup da dengesiz gidenlere de Allah namına din uyduranlar deniyor. c) Sıdk yani tam isabet ve yapılanın karşılığı olması dengeden geçer. Yoksa varlık ve hayatın anlamı görünmeyebilir. Nisa, 68 ve Saff, 7’nin bildirdiği gibi. d) 39/32. Ayetin anlattığı ise yüzde bir trilyon yalancılıktır, varlıkta hiç yerinin olmamasıdır, yani mutlak yokluktur. Ayetin özet meali: Allah’ı ve doğruluk olan dini yalanlayandan daha dengesiz kim olabilir.?

C) Kur’an’dan üçüncü misal: “Allah’a ve elçilerine inananlar işte onlar Sıddıklardır: Tam doğruyu tespit edenlerdir. Ve ahirette hayatın olduğuna şahitlerdir. Bunların ücreti de var aydınlığı da var: Ücretleri ile hayatın absürt olmadığını bildikleri gibi nurları ile de kâinatı aydınlatıyorlar. Bunlara mukabil Allah’ı ve elçilerini inkâr edenler ve bizim belgelerimizi yalanlayanlar ise onlar geberiktirler.” (29/19)

Bu ayetin bağlamından anlaşılan, bunlar varlıkta ve hayatta doğru ve gerçeğin varlığını tespit etmek için dünya hayatını tam bırakan ruhanilerdir. Çünkü dünya hayatı bütün enerjileri tüketir olmuştur. Varlığın hakikat olduğunu bildirmek için ruhani bir cemaat gerekli olmuştur. Bu dönemde peygamberlik kesilmiş de olsa kolektif peygamberlik tarzında adanmışlıklar yaparlar. Bunların birinci silahı ilimdir: (Sıddıklar, yani hayatın absürt olmadığını belgeleyenler.) İkinci silahı keşif ve kerametlerdir: Şahitler. (Ayetin kelimelerine dikkat edin.)

Bir Not: Nisa 69. ayetteki Sıddıklar, Yahudilerden ortaya çıkacak bir alim cemaate; bu 19. Ayetteki Sıddıklar da Hristiyanlardan ortaya çıkacak ruhani bir cemaate bakıyor olabilir. Çünkü Hristiyanlarda kolektif peygamberlik yani şahs-ı manevi kavramı var. Evet, Yahudiler itaatten sorumludurlar. Hristiyanlar ise sadece iman etmekten.  Evet bütün dinler iş birliği yapmalı, yoksa insanlık materyalizm deccaline yem olabilir. “İnsanlığın başından ta kıyamete kadar insanlık için Deccalden daha tehlikeli bir durum söz konusu değildir.” (Hadis.)

D) Kur’an’dan dördüncü misal: Kur’an, hakikatin varlığına ruhanileri şahit gösterse de nihai manada İslam yani madde-mana, inanç-bilim, ruh-beden dengesini getirir. Yukarıdaki bazı ayetlerde gördüğünüz gibi. Ayrıca bunun için üç şahsiyete Sıddık (tam dengeli ve hakikatin tam şahidi) diyor. İbrahim Sıddık bir peygamber idi. (Yani dünya-ahiret, madde-mana ve inanç ile bilimi tam dengelemişti.) Yusuf tam Sıddık idi. Yani rüya ve keşif bilimi sayesinde dünya- ahiret, fizik-metafizik ve Mısır geleneği ile İbrani geleneği tam dengelemişti. Meryem tam Sıddıka idi. Onunla, soyut ve metafizik olan vahiy, canlı bir logos ve kâinatın mantığı olan somut İsa olarak dünyaya geldi. Fizik metafizik dengesi kuruldu. Yoksa insanlık çoğu zaman sadece teorilerin tahakkümü altında kalacaktı.

E) Kur’an en ideal değerlerini bu sıdk (doğruluk) kelimesi ile nitelendiriyor:

 “İman edenleri müjdele: onlara Allah katında (ahirette) doğru ayak: en güzel basılacak mekân vardır.” (10/2)

“Beni İsrail’e dünyada en doğru yer: en güzel ve refah yeri hazırladık.” (10/93) “Ey rabbim beni bu dünyadan doğru/güzel bir çıkışla çıkar ve ahirete doğru/güzel bir girişle yerleştir.” (17/80) “O peygamberlere rahmet ve başarı bağışladık ve onlara doğru/güzel bir ün verdik. (19/50) “Kendi ruh ve kalbini koruyanlar cennet ve nehirler içinde olacaklar. Güçlü bir kralın yanında doğru bir oturakta olacaklar.” (54/54-55)

Bu "doğru" deyimi, bugünkü Türkçemizde gerçek kelimesi ile karşılanıyor. O da tam doğruluk demek oluyor.

3. Madde: İslam Dünyasının Dirilmesinin tek bir sebebi olabilir: Denge: Özellikle Bilimle İnanç Dengesi.  

61/7- Artık (evrensel din olan) İslam’a çağrıldığı halde, Allah namına yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, zalim olan bir toplumu doğru yola iletmez.

Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), Musa (a.s.) kimliğiyle (Muhammed ve Resûl olarak) ve Kur’an gibi bir kanun ile geldiği gibi; İsa (a.s.) kimliği ile (Ahmed ve Velî olarak) bin mucize ve keramet ile geldiği halde, imtihan sırrı için yine de düzen yüzde yüz sağlanmamıştır.

Ve yine hatırlayın ki, Meryem oğlu İsa şöyle dedi:

“Ey Yahudi milleti, ben size gönderilmiş, Allah’ın elçisiyim; benden önce gelen Tevrat’ı (şeriat yasalarını) mucize ve velayetimle tasdik ediyorum.[1] Ve benden sonra ismi ‘Ahmed’ olan bir elçiyi size müjdeliyorum. İşte o elçi, onlara mucizelerle ve açık mesajlarla gelince, onlar ‘Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir,’ dediler.

Not: Musa (a.s.) kanun adamıdır, İsa (a.s.) ahlak ve maneviyat adamıdır, Hz. Peygamber (a.s.m.) ise ‘Muhammed ve Resûl’ olarak Musa rolündedir, ‘Ahmed ve Velî’ olarak da İsa rolündedir. Ehl-i velayet ve tasavvuf, bu iki şahsiyetine işareten ona “Zât-ı Ahmediye” ve “Zât-ı Muhammediye” diyorlar.

İşte bu iki şahsiyetin birleşiminden doğan barışık, dengeli ve doğal düzene “İslam” denilir. Evet, İslam kelime olarak hayattaki farklı zıtları barıştırıp orta yolda gitmek demektir; “Sırat-ı Mustakim” (doğru yol) demektir. Bunun dışında yalnız maddeyi, dünyayı, kanunu esas alanlar veya yalnız maneviyatı, ahireti ve ahlakı esas alanlar, ideal dengeyi tutturamadıklarından sağa, sola kayıyorlar; Allah’ın istemediği prensipleri Allah namına dayatıyorlar, bir çeşit Allah’a iftira etmiş oluyorlar. İşte böyleler bu şekilde ölçüsüz gittiklerinden, Allah da onları doğru hedeflere vardırmaz. Ve bu manada yedinci ayet, mealen şöyle diyor:

“İslam’a (barışık düzene) çağrıldığı halde, yalanı (gerçeği olmayan ölçüleri) Allah namına uyduranlardan daha zalim (dengesiz) kim olabilir? İşte Allah böyle dengesizleri doğru hedefe vardırmaz; onları muvaffak etmez.”

[İslamiyet Musevilik de değil, İsevilik de değil, ikisinin barıştırılması ve dengesidir. Fakat Müslümanlar adeta saf Musevi oldular, dengeyi kaybettiler, sefalet ve başarısızlık çekiyorlar. Freud bunun farkına varıp İslam aynı Museviliktir, deyip bu sure gibi onlarca yerde vurgulanan İseviyeti görememiştir. Allah'tan Müslüman mutasavvıflar İseviyeti (İncili) yaşayıp genelde bir dengeye alt yapı olmuşlar, İslam memleketlerinde yirmi imparatorluğun kurulmasına sebep olmuşlar.]

61/8- Ağızları (propagandaları) ile Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese dahi, Allah nurunu tamamlayacaktır.

61/9- Müşrikler istemese dahi, bütün dinlerden üstün kılmak üzere elçisini doğru inanç ve haklı yasalar ile gönderen Allah’tır.

8- İşte bu şekilde dengesiz giden; maddeyi, dünyayı, kanun diktasını esas alanlar, istiyorlar ki, kâinatı aydınlatan, onu dengeye koyan Kur’an nurunu ağızlarıyla (propaganda ve medya kuvvetleriyle) söndürsünler. Fakat (Allah, o doğal dengeye o kadar acayip bir kuvvet vermiş ki) dinsiz bir kısım Yahudi patronları ve maddeci feylesoflar istemese dahi, Allah o nurunu tamamlayacaktır. Çünkü, normal sosyal ve psikolojik hiçbir sebep yokken bedevî bir toplumdan ümmî bir insanı, kendisine elçi olarak, doğru bir rehberlik ve hak yasalarla gönderen yalnızca Allah’tır.

İşte böyle olağanüstü bir durumu yaratan Allah; (inanç konusunda şirke girmiş) bir kısım Hristiyanlar veya Allah’a inanıp da İslâm pratiklerini benimsemeyen bir kısım müşrik nefisperestler istemese dahi, bu denge dinini diğer tek taraflı giden dinlerden üstün kılacaktır.

Not: İslam nurunu, aydınlığını engelleyenler, ya bazı ateistler veya madde ve paradan başka bir değer tanımayan bazı Yahudi sermaye kartelleridir ki, insanlığın aydınlanmasını istemiyorlar; çünkü insanlık aydınlanırsa o maddeci felsefenin ve sömürücü düzenin içyüzü anlaşılacaktır.

İslâm dininin pratiğe ilişkin kanunlarını istemeyenler ise ya bir kısım mutaassıp Hristiyanlardır veya Allah’a inandıkları halde kanun koyuculukta başka kaynakları kabul eden, nefis ve arzularına göre yaşamak isteyen bir kısım müşrik zihniyetlilerdir. İşte Kur’an bu iki gruba işareten sekizinci ayette: “Kafirler istemese dahi...”, dokuzuncu ayette “Müşrikler istemese dahi... Allah nurunu tamamlayacaktır, din ve düzenini üstün kılacaktır” diyor.

[Bu 8. ve 9. ayetler, başarının zirvesini ifade ettikleri gibi, 8. ayet, küfrü ve anlamsızlığı dile getirmekle başarının en birinci şartı varlığı ve hayatı anlamlı görmektir. Soyut değerlerle kâinatı aydınlatmaktır, diyor. 9. ayet de bu değerler içinde stratejik bir değeri hatırlatıyor. Bu da sonsuzluğu ve soyut varlığı anlamaktır. Yani varlığın birliğini bozmamaktır, yani müşrik olmamaktır.]

61/10- “Ey iman edenler! Sizi elem verici bir azaptan (sefalet ve başarısızlıktan) kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?

(Bu ticaret, madde ile mana, ruh ile beden, dünya ile ahiret, akıl ile kalp, bilim ile din gibi zıtlıkları dengelemek ve aralarındaki alışverişi geliştirmektir.)

61/11- Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınız ve canlarınız ile Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer biliyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.

(Bu ayette de Allah (sonsuzluk) ve O'nun sınırlı bir yansıması olan elçisi arasında, mal ve can gibi zıtlıklarda, zalimler ve mazlumlar arasındaki dengeyi gözetmek vurgulanıyor.)

61/12- Eğer böyle yaparsanız, Allah sizin için günahlarınızı bağışlar, sizi, içlerinde nehirler akan bağlara ve ebedî ikamet Cennetlerindeki meskenlere koyar. İşte en büyük kazanç budur!

61/13- Seveceğiniz bir şey daha size var: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih. Artık müminleri müjdele! Yani bu dengesiz gruplar yanında Müslüman olan ve tarih boyunca bu İslam misyonunu devam ettirmek ile yükümlü olan bir grup var ki, yapacakları görevler ve üstlenecekleri misyonlar şöyledir:

“Ey iman edenler, sizi acıklı (geri kalmışlık gibi uhrevî ve dünyevî) bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?”

Not: Müslümanlar madde ile mana arasında, din ile bilim arasında, irade-i külliye ile irade-i cüz’iye arasında, dünya ile ahiret arasında, Doğu ile Batı arasında iletişimi sağlayan ve bu şekilde dünyayı düzene sokan bir işletme ve ticaret ile mükelleftirler. Fakat bu ticareti nasıl yapacaklar?...

“Mükemmelen ve delilli bir şekilde Allah’a iman (yani bütün isim ve sıfatları arasında dengeli bir şekilde kalbî ile sağlam bir inanç sahibi olmak) ve Resûlüne inanmak (yani iman gereği olarak İslam pratiklerini tam uygulamak) ve bunların devamını sağlayan mal ve can ile cihad etmektir. Eğer biliyorsanız (evrensel denge mekanizmalarının sırrını anlamışsanız), bu şekildeki bir ticaret ve misyon, sizin için başka işler yapmaktan daha hayırlıdır.”

12. Ayetin Tefsiri: Bu sayede Allah, sizin eksiklerinizi kapatır. Mesela maneviyatta belki bir Hintli kadar veya teknikte belki bir Avrupalı kadar ileride olmayabilirsiniz, fakat Allah, bu cihad misyonu sayesinde sizin eksikliklerinizi ve şahsî kusur ve gelişmemişliğinizi telafi eder. Sizi altlarında nehirler akan cennetlere ve ebedî ikamet edilecek meskenlere yerleştirir. İşte en büyük kazanç budur. (Ebedî bir hayat kazanmak...)

Dünyada dahi sevdiğiniz bir kısım diğer mükâfatları size verecektir. Olağanüstü bir şekilde (yani doğrudan Allah tarafından) gelen yardımlar ve kısa bir zaman içinde gerçekleşen fütuhatlar... “Ve müminleri müjdele ki...” bu misyonlar, bu yardımlar, bu fütuhatlar hep devam edecektir...

Not: Yani ta Hicri 13. asrın sonuna kadar bu fütuhatlar devam edecek... 13. ayette olan bu son cümle 13 harftir. Bu cümle Kur’an’da dört yerde geçmiştir. Dördünde de bu mana var.

[Bu ayetlerden sonra Hz. İsa’nın metodundan söz eden 14. ayetin gelmesi diyor ki: Ey Allah’ın sistemini devam ettirmekle mükellef olan Müslümanlar, eğer madde ile manayı, ruh ile bedeni, dünya ile ahireti, bilim ile dini beraber götürmek mümkün değilse; İsa gibi, manayı, ruhu, ahireti ve dini tercih edin; yine diyalektik sistem işler, Allah’ın isteği yerine gelir. Nitekim Müslüman Mutasavvıflar böyle yaptılar, Moğol yıkımını atlattılar ve Osmanlı başarısını sağladılar. İşte İncil ile amel etmenin cevazından bahsetmem bu ayete dayanıyor. Bediüzzaman da: "Ahir zamanda gelecek olan Mehdi bu sır için, dünya siyasetini dindar, ruhani Hıristiyanlara bırakacaktır." diyor.

4. Madde: Mehdi, Mesih ve Deccal:

Mehdi, özel bir şekilde, olağanüstü olarak Allah tarafından doğru yola yönlendirilen demektir. Neden olağanüstü? Çünkü normal şartlarda o toplumda bütün her şey yanlış gitmiş, her metin yanlış anlaşılmış, hiç doğru gidenler kalmamış bir durumda Mehdi geliyor. Yani normal tedris ve algı ile doğru yol hiç bilinmez bir hal almış. Bunda beş not bilsek işin mahiyetini anlarız.

a) Mehdi, Peygamberin halifesi değildir. Allah’ın halifesidir. (Berzenci) Yani doğal kanunları ve fen bilgilerini işletecek; onlarla dini bilgilerin doğrulamasını yapacaktır.

b) Mehdi, Sünni temel hadis kitaplarında geçmiyor. Çünkü Emeviler bu bahsi yasak etmişti. Çünkü Mehdi olacak zatlara karşı Emevi kralları deccal gibi kalıyordu.

c) Mehdi, Hz. Muhammed’in soyundan olacak. Yani sadece Kur’an’ı ve Ehl-i Beyt kültürünü esas alacaktır. Bu kültür başta Emeviler tarafından sürgün ve katle maruz kalan Ehl-i Beyt İmamları; daha sonra Sünni tarikatlar şeklini almıştır. (İslam, Fazlurrahman)

d) Mehdi, bir şahıs olmayacaktır. Görevi de bir tane olmayacaktır. Her çağın bir mehdisi; her görevin de bir mehdisi olacaktır. (Emirdağ I)

e) Mehdi, bilimleri esas aldığı için ve bütün dinleri ve mezhepleri birleştirdiği için, dünyada büyük bir barış ve adaleti getirmeye sebep olacaktır. (Berzenci)

Bunlar dışındaki şahış ve mekân bilgileri hadisçilerin yorumudur ve hepsi de yanlış çıkmıştır. (24. Söz, 3. Dal)

MESİH: Bu kelime, yağla sıvanmış yenileyici kral demektir.  Hz. İsa’nın hakkettiği lakabıdır. Kur’an bunu çok önemsiyor. Çünkü İsa öncesinde Yahudilik, aynı bugünkü gibi 600 ciltlik şeklî bir şeriat ve on binlerce hurafe olarak anlaşılan Tevrat’tan ibaret idi. Ona bakarak, hayat ve varlık absürt değildir, denemezdi. İsa geldi, o 600 ciltlik şeriatı Matta İncili'nin beşinci babına indirdi.

Tevrat’ın hurafe yani tarih olmadığını; arketip ve yasa olduğunu bildirdi. Yahudiliği ihya etti ve dinsiz Roma’yı imana getirdi. İşte kıyamete yakın bir dönemde din yine o şeklî Yahudiliğe döneceğinden İsa Mesih olarak bir daha gelecek, deniliyor.

Evet Yahudiler Mesihi bekliyor. Ama yeniliğe taraftar olmadıkları için bekledikleri Mesih inancı daha çok hurafelere sebep oluyor. Müslümanlar da Mehdi bekliyor. Ama Cübbeli Hocanın beklediği gibi bir mehdi ise tam üç yüz tane daha hurafeyi İslam'a mal ettiriyor.

Bediüzzaman, İsa’ya da Deccale de Mesih denmesinin sebebi, her ikisi de şeriatı mesh ediyor, yani kaldırıyor, olmasındandır, diyorsa da (5. Şua) bunun kaynağını bulamadım. Çünkü İsa ben Tevrat şeriatını kaldırmaya gelmedim, ben onu tamamlamaya geldim, diyor. Matta, 5. Bapta. Bakara, 106. Ayet de: "Şeriat kaldırılmaz, ya aynısı veya daha iyisi getirilir." diyor.

Ayrıca Deccale Mesih değil de Yalancı Mesih denir. Nitekim, deccal çok çok yanıltan demektir. Dicle nehrine bu isim verilmiş çünkü onun suyu yanıltıyor, insanı sürüklüyor. Deccalin yanıltması şu şekillerde olur. Düzen getiriyorum, diyor. Anarşi çıkıyor. Özgürlük getiriyorum, diyor, esaret ve istibdat oluyor. İnsanları doyuracağım diyor, onları aç bırakıyor. Mesela Komünizm tam bir deccal oldu. Ve Kilise ruhaniliğiyle İsa’yı temsilen onu öldürdü. Onun için Büyük Deccali ancak İsa Mesih öldürür, diye sahih bir rivayet var.

İslam deccalinin bir ismi ise Süfyan’dır. Bu kelime Muaviye’nin lakabı olduğundan (Babasının ismi Ebu Süfyan’dır.)  Ve bu kelime aşırı müsrif manasında olduğundan ve Muaviye de mal ve israfta çok ileri gittiğinden ta ilk asırda Ehl-i Beyt imamları Deccal geldi, dediler. Fakat bu rivayetler yasak edildi, sadece Şia’nın elinde kaldı. İran kaynaklarında hala yazılıdır.

Küçük bir ilave: Deccalin İncil’deki ismi Antihristtir. Yani İsa karşıtı. İsa ve İncil ise ruhani ve maneviyatçı olduğundan Deccal materyalist olacaktır, diye anlaşılıyor. Bazı Hristiyanlar bunu Hz. Muhammed’e uygulamak istediler. Ama yanıldılar. Çünkü Hz. Muhammed’in çizgisi, hayat ve denge yani madde-mana, ruh-beden, dünya-ahiret dengesi olup İbrahimî çizgidir; Materyalizm değildir. Üçüncü maddede gördüğünüz gibi.

5. Madde: 6000 sayfalık Risalelerinde yedi bin temel kavramla büyük bir tecditte (yenileme ve iman hizmetinde) bulunan Bediüzzaman, yayınlanmış ve yayınlanmamış 3000 mektubunun başında talebelerine sürekli olarak Aziz Sıddık Kardeşlerim, diye yazıyor. Bunun manası şudur. Siz talebelerim sonuna kadar özellikle ilimde aziz yani bağımsızsınız. Fakat davamızın aslı olan iman konusunda sadakat ve doğruluktan ayrılmamanız lazımdır. Davamızın düşmanı da başta münafıklık, riya ve yalancılıktır. Başka hiç kimse ile ve hiçbir grupla biz düşman değiliz. Bizi özellikle İslam dünyasını çökerten yalancılıktır, diye 1911’de Şam’da Araplara hutbe verdi:

6. Madde: ÜÇÜNCÜ KELİME (İLKE):

Sancılı bir araştırma ve tahkikin doğurduğu bir şey de: Doğruluğun (sıdkın) İslam’ın esasının esası olduğudur. Ve yüksek ahlakları birbirine bağlayan bir bağdır. Yüksek hissiyatın mizacı ve tutkalıdır. İşte onu diriltin ve onunla tedavi olun. Çünkü o, hayatımızı ayakta tutandır. Evet, doğruluk İslam için hayat düğümüdür. Riyakârlık ise fiili bir yalancılıktan başka bir şey değildir. Münafıklık ise yalancılığın bir çeşididir. Yalan ise Yaratanın kudretine iftiradır. Küfür yalancılıktır. İman doğruluktur.

Yalancılık ile doğruluğun arasındaki mesafe fersahlarcadır. Onlar doğu ve batı, ateş ve ışık gibi birbirinden uzaktırlar. Bu arada ilm-i hadisten size bir nükte söyleyeceğim. O da şudur: Sahabenin (radıyallahu anhum) rivayeti tezkiyeye (ibraya) muhtaç değil. Sahabenin tamamı doğru ve adildirler. Onların adilliği muhakkaktır. Onlar, kendilerinden sonraki çağlar gibi değildirler. Bu çağların adaleti tezkiyeye muhtaçtır. Bundaki sırr şudur:

Sıdk ve doğruluk, Asr-ı Saadette bütün güzelliğini gösterince ve mertebesi yalancılıktan uzaklaşınca ve sıdk âlemde acaip bir inkılab yapınca, Muhammed (a.s.m) sıdk ile ala-i illiyyine yükselince, doğruluk değer kazandı. Şimdi Hürriyet-i Şer’iyenin değer kazandığı gibi.

Ve yalancılık, son derece çirkinliğini gösterince ve son derece sıdk ile araları açılınca ve nihayet Müseylimetül-Kezzap alçalmanın en dip seviyesine düşünce yalancılık piyasada değer kaybetti. Şimdiki ajanlık gibi. Artık o yalancılığı satın alacak kimse bulunamadı. Arada çok mesafe açıldı. Kizb ve sıdk arasındaki meydan çok genişledi. Doğruluk mücevheratı çok değer kazandı. Aldatma metaı olan yalancılık piyasadan çekildi.

İşte kizb ile sıdkın durumu böyle olunca, fıtratlarında yüksek şeyleri almak olan Araplar koşarak doğruluğu satın almaya gittiler. Ve hak ile süslendiler, sahabenin adilliğine bayrağı diktiler. Çünkü tabiatlarında her şeyin revaçlısını almak vardı. Onlar doğuştan iftihara meyilli idiler. Nihayet zaman uzayınca iki zıd olan doğruluk ile yalancılık arasındaki mesafe bir parmak kadar daralınca bir adam için doğru mu söylüyor yalan mı söylüyor fark etmeyince teessüfle şimdi gördüğünüz gibi durumlar değişti, bozuldu. Evet, dikkat ile baksanız; siyasilerin yalancılığın zararlarını gidermek için zincirleme görevleri yerleştirmek üzere mecbur kaldıklarını görürsünüz.

Ey kardeşlerim, doğruluk, kurtuluşun bizzat kendisidir. Doğruluk kendisiyle yükselinecek İlahî sağlam iptir. Amma maslahat için yalan söylemek ise zaman onu nesh etmiştir, kaldırmıştır. Çünkü maslahat seferdeki meşakkat gibi sınırı belli değildir ki; hükme sebep ve illet olabilsin. Demek ya doğruluk veya susmak lazım. (Arabi Hutbe-i Şamiyeden Tercüme)

7. Madde: Asr- ı Saadette dört temel atom bombası atılınca, Sahabenin yarısı Muaviye tarafına geçti. Muaviye’nin yöntemi tam yalancılık idi. Ve silahı da dünya malı idi. Dolayısıyla Sahabenin yarısı İmtihanı kaybettiler. Kur’an, mal yüzünden bu imtihan kaybını Bakara Suresi, 246-252. Ayetlerde açıkça anlatıyor. Dolayısıyla fitne olmasın diye, Ehl-i Sünnetin ve yukarıdaki gibi Bediüzzaman’ın bütün Sahabeleri doğru ve sadık bilmesi yanlıştır. Özellikle Emevi iktidarı sonrası örgütlenen hadisçilik tam bir akım olmuştu. Ve çoğu yalancı idi. Nitekim İslam Tarihinde hiçbir ekol deccallıkla itham edilmemiştir. Muhaddisler hariç. İbn Hacer’in Usulul-Hadis kitabına bakılabilir. Ben birkaç ay önce İslam aleminin bu en derin darbesini şöyle özetlemiştim. Ve şöyle çıkış yolu bulmuştum: İslamiyet Arap yarımadasına geldiğinde hiç dinsiz yoktu. Allah’a şirk koşanların da kendine göre bir inancı ve dini pratikleri vardı. Kur’an’ın şu mucizeli ayeti, o günün insanlarının ihtiyacını ve ne durumda olduklarını çok güzel bir şekilde özetliyor:

“Sadece ve sadece o Allah’tır ki (yani son derece olağanüstü bir şekilde) hiç okur-yazar olmayanlar içinden ve onlar gibi okur-yazar olmayan bir peygamber diriltti. O Peygamber, o okur-yazar olmayanlara kendisini gönderen Allah’ın belgelerini okuyor ve uygulatıyor (Tilavet). Onları her nevi pislik ve yanlıştan arındırıyor (Tezkiye). Onlara hukuk ve kanunlar öğretiyor (Kitap). Ve onları belirli bir anlayış ve ahlak içinde eğitiyor (Hikmet). Her ne kadar o okur-yazar olmayanlar (ümmiler) bu işlemlerden önce apaçık bir sapıklık içinde idilerse de...” (Cuma Suresi, 2)

İlk nesil Sahabeler, bu dört işleme hepsi tabi idiler. Fakat insan mideden ibarettir; ilk basamak olarak. Dolayısıyla o Sahabelerin büyük bir çoğunluğu ziraat ve ticaretle de meşgul idi. Çok az bir grup ise kendilerini bu kutsal dört işleme adamıştı.

 Bunlar Hz. Muhammed’in Mescidinin avlusunda yatarlardı. Geçimlerini Hz. Muhammed sağlıyordu. Bunlara Ashab-ı Suffa denilirdi. Suffa avlu demektir. Ashab-ı Suffa sayıları azdı; ama görevleri çok önemli idi. Peygamber bunu bildirmek için, İlim Öğrenenlerin mertebesi, ziraat ve ticaret için çalışanların mertebesinden yüz kat daha yüksektir, diye buyurdu. (Darimi)

Fakat Peygamberin vefatından sonra bu kutsal kuruma yeteri kadar önem verilmedi (1). Ayrıca savaşlar bütün enerjiyi bitiriyordu (2). Ve Sahabe iç savaşıyla tam bir ölüm yaşandı (3): İlim ve bu dört kutsal görev hemen hemen ortadan kalktı. Muaviye işin başına geçince de İslam ganimet toplamaktan ibaret haline geldi. (4) Yani o dört kutsal görev dört atom bombası yemiş gibi oldu. Allah’tan Hz. Ali ve ona yakın on, on beş sahabe, her birisi birer memlekete gidip o dört kutsal görevin suyunun suyunu insanlara aktardılar. Suyunun suyu diyorum. Çünkü Hicri ellili yıllardan itibaren büyük bir karşı devrim olmuştu.  Hz. Muhammed’in savaştığı cahiliyet geri gelmişti. Evet İslam akıl ve bilim dini olarak, dinsizlikten ziyade cehalete karşı savaşmıştı. O dört kutsal görevle her şey ancak kırk yılda düzelmişti. Ama Emevi karşı-devrimi bu dörtlü dirilişe son vermişti. Bu değişim numunelerini ancak bir cilt kitapta bitirebiliriz. Fakat konumuz İlim Tarihi olunca, size şu numunenin nasıl tersine dönüştüğünü anlatmak yeterli olur, kanaatindeyim. Alimin mertebesi, çalışanın mertebesinden yüz derece daha yüksektir.

İşte yukarıda değindiğimiz o dört atom bombası Sahabeyi felç edince, Ali’nin Talebeleri ve onların talebeleri olan Mutezile İmamları dil, fen ve özgür düşünceyi kullandılar.  Çoğu yolda kaybolduysa da üç yüz yıl gibi O Muhammedî inkılabı yaşattılar. (Muhakemat,) Fakat yeni bir musibet geldi, O Mutezile İmamlarıın bazıları Yunan Felsefesi sayesinde Pozitivist oldular. Hadisçiler ve onların baş temsilcisi olan İbn Hanbel onları Irak'tan sürgün ettirdi., onlar da dağılıp İran’a kaçtılar. Sonra zaman içinde özellikle Moğol istilasıyla yok oldular. İbn Hanbel ve Şafii İmamları, ileri derecede muhaddis olmalarına rağmen onları diğer mutaassıp rivayetçilerden ayıran şey, her ikisinin de kıyası, aklı ve içtihadı kabul etmeleridir ve yerine göre hadisleri eleştirmeleridir. Rivayetleri değil de ümmetin pratiklerini esas almalarıdır.

Hadisçiler İslam’ın ta başında vardılar. Hz. Muhammed’in hayatını ezberlemişlerdi. Fakat o dört bela ile o kutsal dört görev ölünce: Yani belge ve bilimi bilmeyen, arınmayan, kanun ve hukuk tanımayan, anlayış ve ahlak kıtlığı içinde kıvranan bir nesil yetişti. Emevilerin zorlaması ve karşı devrimiyle de binlerce uyduruk hadis daha işin içine karıştı. Mesela Ali’ye karşı Aişe’yi yüceltme rivayetleri, bunların binlercesinden sadece ilginç numuneleridir. Ve zoraki kader rivayetleri 2. bir numuneler yumağıdır.

Bu hadisçiler, aklı ve o günün bilimi olan felsefeyi reddettikleri gibi İmam Azam gibi kıyası ve içtihadı esas alan, şekilden ziyade işin ruhuna bakan bir zatı da tekfir ediyorlardı. Kendilerini ehl-i ilim adlandırıp, o Emevi rivayet külliyatını ilim diye kabul ederek başka her şeyi bid’a ve küfür sayıyorlardı. Hz. Muhammed’in ilim tarihine geçecek o sözünü de çarpıtmışlardı: Ehl-i ilim olan bir muhaddisin derecesi, ehl-i içtihat olan Ebu Hanife'den yüz derece üstündür.

Evet, Peygamberin o hadisini böyle anlamışlardı. Çünkü başta anlattığımız o dört Kur’anî değerin hiçbiri onlarda yoktu. Peki eğer bu rivayet neden ilk muhaddislerde yok diye sorarsanız, cevap şudur: Çünkü ilk muhaddisler Ebu Hanife’nin içtihadını hiç kabul etmiyordu. Onlara göre içtihat yapmak küfürdü. Fakat son nesil muhaddislerden olan Darimi ve İbn Hanbel ile bu yanlış ve cahilane kanaat kırıldı. Ama hadis ve sünnet varsa, onu rivayet eden bir muhaddis yine de bir fıkıh müçtehidinden yüz kat daha yüce idi. Evet, İslam ümmetini geri bırakan bu organize hadisçilik cereyanıdır. Bu cereyan o kadar kuvvetli olmuştu ki dört fıkıh mezhebini ve Ehl-i Sünnet kurucuları olan İmam Eş’ari ve İmam Maturidi‘yi bile etkilediler. Çok ilginçtir ki bu Ehl-i Sünnet mezhepleri ve İmamları nerede kendi aklî metotlarını bırakıp hadisçilerin rivayetini kullanmışlarsa daima yanlışa düşmüşlerdir. Çocuk Evliliği ve Recm Meselesi gibi.

Hemen hatırlatalım ki: Hiçbir Müslüman kendini kandırmasın: Bütün hadisçiler cebri (zoraki kaderi) savunuyorlar, insan iradesini reddediyorlar. Halbuki insan özgürlüğü ve iradesi dışlansa din ve imtihan da biter. Başka dinsizlerin gelip propaganda yapmasına gerek kalmaz. Çünkü asrımız bilim ve iletişim asrıdır, IŞID ve El-Kaide gibi zakkumları İslamiyet’in başına bela eden bu hadisçilik anlayışını çabuk selekte eder. Nitekim hadisçilerin zoraki kader anlayışlarını kendilerine delil yapan Emeviler kısa bir zaman içinde tarihten silindiler.

Nitekim bunların Allah algısı da müşrikçedir. Allah, eli kolu olan sınırlı bir bedene sahip olup yedinci göğün üstünde, Tahtında oturuyor. Demek Muhaddislerin dini ve bilimsel yanlışlarını saymak için Kütüb-ü Sitte kadar yani altı cilt kitap yazmak gerekir. Çok acıdır ki bilim tarihinde o dört kutsal görevi eşit ağırlık olarak uygulayan tek din İslam dinidir. Diğer dinler aslında İslam iken, çaresizlikten, tarihin zorlamasından o görevlerin birini veya ikisini yapabilmişlerdir. Artık dini, siyasetten, zenginlikten ve seksten ibaret bilen yani o dört görevde bi-behre olan İslamcıların kulakları çınlasın.

İslam fen ve teknoloji numunelerini toplayan Fuad Sezgin Hocanın koleksiyonuna baktığımızda, onların çoğu o anlattığımız ilk üç yüz yılda ve bir kısmı da ilk beş yüz yılda gerçekleşmiş. Ondan sonra Miladi bin yılın (Hicri beş yüz) başında Gazali Felsefeyi yasak edince bütün akli ilimler de beraber gömüldü. Haliyle Selçuklu ve Osmanlı, şanına yakışır bir ilmi birikim yapamadılar. Hulasa İstanbul’un fethi Avrupa için yeni bir çağ açtı; fakat kesinlikle bizim için açmadı. İslam dünyası bugün bile Skolastik bilgiler bataklığındadır. Evet “İslamiyet üç yüz yıla kadar tam ilerici, beş yüz yıla kadar yarı yarıya ilerici. Geri kalanı mazıdır (gericidir.)” (Muhakemat)

Bu Muhakemat’ı hafife almayın. Çünkü ta 1911’de, İslam dünyasının kayıtsız şartsız fen bilimlerini esas almaları gerekir, diyen ve bunun için üç yüz bilimsel kural getiren bir kitaptır. Fakat ne yazık ki, İman elden gidiyor, Batı fen ve felsefesi, Materyalizm ve Natüralizme dönüştü diyerek bizzat kendi müellifi çoğu yerde o ilmi prensipleri çiğniyor. Belki de kendini mecbur sanıyordu.

Bu yazının anahtar cümlesi şudur: İslam dininin asıl düşmanı cehalettir. Kimse dış güçlerde ona düşman aramasın. Dış güçler dedikleri ülkeler, çoktan İslam’ı yani bilimi, hukuku, anlayış ve ahlakı almışlardır. Bir tek arınmaları eksik. Onun da en iyisini Hz. İsa yani İncil yapar.

Hulasa, hadisçilik malzemesine göre hiç kimse bugün varlık ve hayat absürt değildir, diyemez. Doğru dini ve sahih İslam’ı bulamaz. Ki doğru ahlakı yaşasın.

8. Madde: Ahlaklı yani dengeli yaşamakla insan, doğruluğu kendine temel karakter yapar, yoksa kendine bile yalan söylemeye başlar. Şöyle ki:

Kur’an’ın, hayatı boyunca yüzlerce yüksek ahlakı yaşayan Hz. Muhammed üzerinden anlattığı ahlaktır. Ona Yasin ve Kalem suresinin başlarında: Sen büyük ahlak üzeresin, diyor. Büyük deyince herhalde kilo veya metre olarak büyüklük kastedilmiyor. Demek burada ifrat ve tefrit, aşırı gitmekle geri kalmak arasında oluşan gerçek ahlak demektir.

Büyüklük özellikle azim kelimesi, somut ve gerçekçi yaratılmış şey demektir. Dolayısıyla büyük ahlak, bu nitelikleri taşıyan ahlak manasında olduğundan eminiz. Evet somut yaratılış, artı ve eksinin ortası yani dengesi demektir. Bahar, yaz ve kışın ortası olduğu için büyüktür ve güzeldir. Aile, kadın ve erkeğin dengesi olduğu için önemlidir ve hayatın arşıdır.

Hz. Muhammed bütün hayatında hiç uçlara uğramadı, hep denge ve orta yolu seçti. Zaten getirdiği dinin ismi de İslam’dır. İslam, başta ruhanilik ve devlet ile bilim ve imanı barıştırmak olmak üzere bütün zıtları barıştırıp, dengeleyip hayatı bir bahar yapmaktır. Bu ahlak o kadar önemlidir ki, Kur’an'da, Allah dahi sırat-ı müstakim (orta yol) üzeredir, diye ifade ediliyor. (Hud, 56) Evet, Allah için yaratmak çok kolaydır. Çünkü sadece dengelemekle kainatlar yaratılıyor. Ve onların küçük modelleri olan beyinlerimiz çalıştırılıyor. Hz. Muhammed’in ibadet şekli olan namaz da bu dengeyi pratize ediyor.

Kur’an, Namaz, fahşa ve münkerden (ifrat ve tefritten: aşırılıktan ve gerilikten) alıkoyar, diyor. (Ankebut, 45) Kur’an’da bu evrensel yaratılış formu olan denge ve barışı anlatan yüz küsur ayet var. Saff suresinde, 3. Maddede bazılarını gördünüz.

Maalesef bu denge ve barış ahlakı İslam’ın temel ve birinci konusu iken, Müslüman ahlakçılar bunu Kur’an’dan değil de fazilet ve ihlas yerine iyiliği ahlak motivasyon aracı olarak gösteren Aristo’nun İfrat ve Tefrit: (aşırılık ve gerilik) ortasını anlatan Etika’sını esas almışlar. Nihayet 1916'da Birinci Dünya Savaşında Bediüzzaman bunu Kur’an’a dayandırdı: Aşırı zekâ ile ahmaklığın ortası olan hikmet ve anlayışı, saldırganlık ve korkaklık ortası olan cesareti, şehvet düşkünlüğü ile sönüklüğün ortası olan iffeti buldu. İslam Ümmetinin bir ayıbını kapatmış oldu. 

Evet, insanda bu denge meleke haline gelirse daha ahlaksız davranma ihtimali kalmaz. Gerçekten somut reel bir ahlak ortaya çıkar. Şimdi bir ayetin ve bir hadisin tefsirini verip, Batıyı da İslam dünyasını da hatta Uzak Doğuyu da orta yol olan, yaratıcı, dengeli ve barışçı bu formüle davet ediyorum. Çünkü dengesizlikler yüzünden dünyanın enerjisinin çoğu boşa gidiyor. Ben burada bir dinin ve bir bölgenin propagandasını yapmıyorum. Çünkü dinlerin aslı bu dengeye dayanıyor, insanlık bunu arıyor. Yine biliyorum dünyayı dengesizliğe iten din ve ideoloji propagandalarıdır, faydacılığı esas alan siyasettir.

Şimdi bu yaratıcı sağlıklı ve hayati formülü dile getiren bir ayet ile bir hadisin tefsirini verip söze son verelim, çünkü sözü fazla uzatmak dengesizlik getirir.

Kur’an, 77/48. Ayet: “Onlara kıyam ve secde (madde ve mana, iman ve bilim, toplum ve birey) ortası olan rükua gidin, denilince rükû etmezler.”

İşte Hz. Muhammed’in ikinci en büyük mucizesi, başta bu dengeli ahlakıdır. İfrat (aşırılık) ve tefrit (gerilik), inanç ve bilim, yasa ve mucize olmak üzere bütün zıtları, orta yol demek olan sırat-ı müstakimde dengelemesidir. Nitekim yaratılış da bu dengeden ibarettir. Sağlık da bu denge demektir.

Şeriat ve hukuk da bu adalet ve dengedir. Yoksa zıtları inkâr etmek veya aşırılıklarda bulunmak demek değildir. Evet diriliş de yeni bir varoluş da olacak olan dengeler manzumesidir. Maalesef bu denge mucizesi, Hicri 48’de Emeviler eliyle bozuldu.

77/49. Ayet: “İşte o gün o mucizevi dengeyi bozanların, varlıkta ve hayatta adalet ve güzellik yoktur, diyenlerin (yalanlayanların) vay haline!” Nitekim 49 sene sonra yani Hicri 89’da Emevilerin saltanatı yıkıldı, dünyada da ahirette de perişan oldular.

77/50. Ayet: “Artık bu Kur’an’ın mesajından sonra hangi bir söze (Hadise) inanacaklardır?!”

(Hangi formül ve ideolojileri vardır?)

Bu ayeti iyi anlamak için üç önemli noktaya dikkat etmek gerekir:

A) Kur’an sistemi 4+1 şeklinde olduğu için ve diyalektik orta yol olduğundan ölümsüzdür.

B) Hadis yeni şey ve yeni söz demektir. Tarihte Hicri 50’li yıllarda ortaya çıkan Hadisçiler aklı, tevili (karineli yorumu) ve bilimi reddettikleri için İslam’ın dengesini bozdular. Bugün de onların devamı olan Vahhabiler, El-Kaide ve IŞİD var; yine aynı dengesizlik, yine bilimi, aklı ve haklı yorumu inkâr var. Hadis aynı zamanda Modernite ve 19. asırda ortaya çıkan Pozitivizm manasına da gelir, özellikle çağdaş Arapçada. Modernite ve Pozitivizm dengeyi bozdukları için kötü oluyorlar. Yoksa özünde kötü değiller. Muhaddisler de çok dindarlar, kötü değiller; ama bilimi, yorumu ve aklı dışladıkları için çok sakatlıklara sebep oluyorlar. Altı yaşında kızlarını evlendirmek gibi ve daha yüzlercesi.

C) Bu ayet 19 harftir. Hz. Muhammed’in en büyük mucizesi olan Kur’an’a bakar. Dengeyi emreden 48. ayet ise, 23 harftir. Onun yirmi üç sene süren peygamberlik hayatının dengeden ibaret olduğunu bildirir.

Bir Not: Bu Mürselat Suresi, evrensel diyalektiğe ve bunun yapısında olan birliğe ve bunu yöneten kaos yasasına baktırır. Kâinat, özellikle sonsuz bilgi-işlem içeren hayat ve ekoloji, yazılım tarzında olduğu için hiçbir şey onda kaybolmaz. Her ruh yeniden bedenlenir. Diğer bilgi-işlem sahibi olan bütün canlılar da onda dirileceklerdir. Surenin başında beş ayetle vurgulanan kaos matematiği ise, bu formülün yani sonsuzda bir ihtimal ama her zaman işleyen yasasını ispat ediyor.  (En’am, 38)

Evet sonsuzda yazılımla her şey olur. Hem de bu surenin kelime seçiminin bildirdiği üzere nedenselliği ve bilimselliği hiç ıskalamadan.

9. Madde: En büyük yalancılık münafıklıktır. Münafıklık hiçbir değer tanımamaktır. Keyfine göre kaçmak için çift delikli kaçış yolu yapmaktır. Bu mesleğe daha doğrusu mesleksizliğe nifak denilir. Bunların kaçış deliklerine de nefak (tünel) denilir. Bunu iptal etmeye de infak denilir. İnfak sosyal ve manevi delikleri kapatmak demektir. Kur’an Bakara Suresinin başında 12 ayetle münafıkları yargılarken onlara iki büyük suç isnat eder: Allah’ı ve inananları kandırma ve onlara yalan söyleme. Ceza olarak da kandırmaları başlarına dolanır. Yalandan dolayı da büyük bir azap çekerler, der. Nitekim münafık kişi sürekli her şeyi kendi aleyhine sanır, sürekli korku ve işkence çeker.

 

29.07.2023

Bahaeddin Sağlam

 



[1] “Evet, velayet bir hüccet-i Risalet’tir.” Bediüzzaman Said Nursi

 






Son Eklenen Makaleler
Bahaeddin Sağlam
Yol ve Yolsuzluk
3.11.2024 152 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İnsanları Yanıltanlar
29.10.2024 86 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Acemi Doktor Prof. Dr. Mustafa Öztürk
19.10.2024 126 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Cevher Kelimesinin Etimolojisi
19.10.2024 116 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Yusuf’un Rüyası
19.10.2024 118 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Oruç ile İlgili Beş Kavram
17.03.2024 536 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Din Kaygısı mı, Siyasi Çıkar Kavgası mı?
5.02.2024 462 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Erken Doğmuş Fakat İnsanlık İçin Gerekli Bir Proje
3.02.2024 574 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Yahudilerin Özgeçmişi ve İsrail Devleti
26.01.2024 401 Okunma
Bahaeddin Sağlam
A Call to My Atheist Brothers and Sisters
14.01.2024 343 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Ateist Kardeşlerime Bir Çağrı
10.01.2024 419 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Kibir ve Gurur
29.12.2023 442 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Three Prescriptions for Palestine
29.12.2023 408 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Filistin İçin Üç Reçete
29.12.2023 481 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Prof. Dr. Celal Şengör’den Beş Tespit
29.12.2023 413 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Değişim ve Gerçek İslam Söylemi
14.12.2023 500 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Çağımızda Şiddet ve Şiddet Felsefesi
14.12.2023 466 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Netanyahu Amalek Deyince Neyi Kastetti?
5.11.2023 569 Okunma
Bahaeddin Sağlam
To Join or Not to Join the EU
7.10.2023 647 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Varlık, Bilinç ve Sorumluluk
7.10.2023 653 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Türk Kardeşlerimle Bir Hasbihal (Durum Değerlendirmesi)
23.09.2023 540 Okunma
Bahaeddin Sağlam
AB’ye Üye Olmak veya Olmamak (Türk Kardeşlerime Çağrı)
23.09.2023 564 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Winning or Losing the Spiritual Test
23.09.2023 594 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İmtihanı Kazanma veya Kaybetme
23.09.2023 608 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Dücane Cündioğlu ve Akıl
23.09.2023 558 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Allah, Ruh ve Bilinçdışı
23.09.2023 508 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Dücane Cündioğlu’na Cevap-2 veya Allah’ı Tam Tanımak
23.09.2023 719 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Varlık, Diyalektik, İmtihan ve Savaşlar
23.09.2023 546 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Sıdk ve Kizb, Mesih ve Deccal Kavramları
23.09.2023 733 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Karşılaştırmalı Eski Ontoloji ile Çağımızdaki Ontoloji
22.09.2023 565 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İnsanlığın Şerefini Kurtarmak İçin
22.09.2023 606 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İnsan Nedir?
22.09.2023 594 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Bediüzzaman’da Nedensellik Problemi
22.09.2023 644 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Ne Kadar Allah’ı Tanıyoruz?
22.04.2023 562 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Ahlak Kelimesinin Reel Anlamı ve Etimolojisi
22.04.2023 614 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Risale-i Nur’un Beş Temel Amacı
22.04.2023 707 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İnsanlığın Şerefini Kurtarmak İçin
9.04.2023 640 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İSLAMİYETİN TEMELLERİ NASIL ATILDI!?
23.03.2023 1155 Okunma
Bahaeddin Sağlam
İslam Bilim Tarihinden Bir Anekdot
23.03.2023 557 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Arketip Ne Demektir?
8.03.2023 614 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Kur’an’ın Kolaylığı Derin İlmi Bir Gerçekliktir
8.03.2023 599 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Deprem, Kıyamet ve Diriliş
8.03.2023 625 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Kitab-ı Mukaddes’te Hikmet Kavramı 2
1.02.2023 605 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Kitab-ı Mukaddes’te Hikmet Kavramı 1
1.02.2023 576 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Allah’ın Sonsuz Varlığı ve İnsan Özgürlüğü
23.01.2023 669 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Varlık ve Allah’a Dair
13.01.2023 692 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Allah'ın Nefsi
13.01.2023 731 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Deizme Cevap Olarak Şehit ve Şahit Farkı
6.01.2023 651 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Sanat ve Kültür Mahiyetleri ve Etimolojileri
6.01.2023 655 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Hadid Suresi: 57. Sure 29 Ayettir
30.12.2022 730 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Mürselat Suresi Meal-Tefsiri
30.12.2022 757 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Âdem ve İsa Mukayesesi
24.12.2022 703 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Âdem ve Havva Hakikati
24.12.2022 690 Okunma
Bahaeddin Sağlam
ÂDEM VE EVRİM
24.12.2022 687 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Saff Suresi Meal-Tefsiri
20.12.2022 783 Okunma
Bahaeddin Sağlam
Hz. Ayşe Sendromu
20.12.2022 828 Okunma


© 2024 - Akevler