İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
2110 Okunma
SEKİZİNCİ BAŞLIK

SEKİZİNCİ BAŞLIK

 

 

 

ANAYASA VE DEMOKRASİ

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Bat› Avrupa'da Anayasa ve Demokrasi neden gelişmiştir?

 

"BATI ÜLKELERİNDE "ANAYASALCILIĞIN" VE "DEMOKRASİNİN" YERLEŞMESİ VE GELİŞMESİ GELENEĞİNE KARŞILIK ŞERİAT ÜLKELERİNDE BÖYLE BİR GELENEĞİN OLUŞMAMASI

Şeriat ülkeleri'nin geçmiş devirlerden günümüze gelinceye kadar hiç bir zaman "Anayasalc›" ve "Demokratik" gelişme gösterememiş olmalar› nedeniyle akla gelen soru şu olmaktad›r; Neden Bat› ülkelerinde, ve sadece BATI ülkelerinde Anayasalc›l›k ve Demokrasi gelişmesi görülebilmiş ve bu ülkeler mutlu bir kadere sahip olabilmişlerdir de ŞERİAT ülkelerinde böyle bir gelişme ve aşama olama-m›şt›r?..Hattâ bu soruya sadece Şeriat ülkelerini değil, fakat ayni zamanda Avrupa'n›n DOĞU ülkelerini de katmak mümkündür; örneğin Rusya, Polonya, v.s... Neden Avrupa'n›n DOĞU bölgelerinde (Rusya, Polonya, v.s..) çok yavaş da olsa az çok bir gelişme görülebilmiştir de Şeriat ülkelerinde despotizmden başka bir rejim ortaya ç›kamam›şt›r?.."(s. 335)

 

DOĞU - BATI VE HAK - KUVVET MEDENİYETLERİ

İSLÂM DOĞU VE HAK,

AVRUPA BATI VE KUVVET MEDENİYETİDİR

 

Medeniyet, 'hakk› üstün tutan' bir medeniyet olarak ilk önce Mezopotamya'da Mezopotamya Medeniyeti doğdu ve bin y›l yaşad›. Bu medeniyet en parlak günlerini yaşarken, M›s›r'da bu medeniyetin bir uzant›s› olan 'kuvveti üstün tutan' M›s›r Medeniyeti oluştu ve bin y›l yaşad›. Bu medeniyetin en üst seviyede bulunduğu y›llarda 'ikinci hak medeniyeti' olarak Filistin'de İbranî Medeniyeti doğdu ve bin beşyüz y›l yaşad›. Bu medeniyetin bininci y›llar›nda 'ikinci kuvvet medeniyeti' olan Yunan Medeniyeti doğdu ve Greko-Romen Medeniyeti olarak bin y›l yaşad›. Arkas›ndan Anadolu'da 'üçüncü hak medeniyeti' olarak H›ristiyan Medeniyeti gelişti ve hükümran oldu. Bu medeniyet vakti gelince 'üçüncü kuvvet medeniyeti' olarak Roma-Bizans Medeniyeti'ne dönüştü ve bin y›l yaşad›. Bu medeniyet zirvedeyken 'dördüncü hak medeniyeti' olarak İslâm Medeniyeti doğdu ve bin dörtyüz y›l yaşad›. Bu medeniyetin bininci y›l›nda 'dördüncü kuvvet medeniyeti' olarak Avrupa-Bat› Medeniyeti doğdu ve günümüze kadar yaşad›...

Aç›kça görülüyor ki, medeniyetler 'gece-gündüz', 'ayd›nl›k-karanl›k', 'yaz-k›ş' misâli birbirini takip ediyorlar. Hak ve kuvvet medeniyetleri birbiri ard›s›ra ve peşpeşe geliyorlar. Doğu'da hak medeniyetleri, Bat›'da kuvvet medeniyetleri kurulup hükümran oluyorlar. Nas›l bizde öğlen vakti iken Amerika'da gece ise, bu medeniyetler de aynen öyle faz fark› ile ve 'gündüz-gece' medeniyetleri olarak geliyorlar. Medeniyet konusunu böylece kavrad›ktan sonra, art›k 'anayasa' ve 'demokrasi' konular›na, Avrupa ve Bat› dünyas›n›n ne kadar 'anayasalc›' ve 'demokrat' olduklar›n› rahatl›kla tart›şabiliriz.

İslâm Medeniyeti;

'Doğu medeniyeti' ve 'Hak medeniyeti' idi.

Öyleyse onun ard›ndan gelen Avrupa Medeniyeti, 'Bat› Medeniyeti' ve 'Kuvvet Medeniyeti' olacakt› ve nitekim öyle de oldu.

Bu tarihî ak›ş ve silsileye göre, bundan sonra gelecek olan medeniyet, 'Doğu medeniyeti ve Hak medeniyeti' olacakt›r; 'Beşinci Hak Medeniyeti' olacakt›r.

Makro olaylar makro kanunlara tâbidir.

Mikro sebeplerle izah edilemezler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Avrupa Medeniyeti'nin Bat›'da gelişmesinin sebebi

din - devlet çat›şmas›d›r.

 

"I- "ANAYASALCILIĞIN" ve "DEMOKRASİNİN" BATI'DA GELİŞ-MESİ NEDENLERİ:

A- HÜR İRADE prensibi;

BATI için DEMOKRASİ demek toplumun kendi kendisini kendi HÜR iradesine ve akl›na göre serbestce yönetmesi demek olmuştur. Demokrasi demek AKLIN hür olmas› ve üstünlüğü ve DİN etkisinden kurtulmuş olarak iş görmesi demek say›lm›şt›r. Bundan dolay›d›r ki EGEMENLİĞİN HALK'a (ya da MİLLET'e) ait bulunduğu ve halk taraf›ndan (veya onun ad›na temsilcileri taraf›ndan) halk iradesi kullan›lmas› gereği benimsenmiştir. Benimsenirken de bu EGEMENLİĞİN ve bu İRADE'nin mutlak ve AKIL DIŞI esaslara göre (örneğin DİN KURALLARINA göre) düzenlenmeyeceği ve ancak KİŞİ HÜRRİYETLERİNİN güvencesi ad›na ve yine AKIL yolu ile s›n›rlanabileceği fikri egemen olmuştur. Klasik demokrasinin bugünkü kerteye gelişinde ANAYASALCILIK gelişmelerinin rolü büyük olmuştur. Birazdan da göreceğimiz gibi Anayasalc›l›k demek İKTİDARIN kişi hürriyetlerinin korunmas› amaciyle s›n›rland›r›lmas› demektir. İktidar›n s›n›rland›r›lmas›nda ise doğal hukuk fikri yan›nda KİLİSE-DEVLET mücadelesi rol oynam›şt›r. Oysa ki pek k›sa özet olarak sayd›ğ›m›z bu unsurlardan hiç birini Şeriat sisteminde gerçekleştirmek olanağ› olmam›şt›r."(s. 336)

 

GELİŞME SOSYAL VE EKONOMİK SIKINTIDAN DOĞAR

GELİŞME FİKİR ÇATIŞMASI VE TARTIŞMADAN DOĞAR

 

Bir toplulukta gelişme;

Sosyal ve ekonomik rahats›zl›klardan doğar.

Bu durum, sadece Bat›'ya ait bir olgu ve oluşum değildir. Medeniyetler hep sosyal gruplar›n çat›şmas› ile doğar. Değişim isteyenler ve istemeyenler, değişikliği zorla yapmak isteyenler veya değişikliğe zorla engel olmak isteyenler ya da değişikliği fikir ve düşünce seviyesinde medenice çözümleyenler... Böylece iki taraf›n da çabas› ile ilerleme ve gelişme olur. Topluluğun ve insanl›ğ›n ihtiyac› olan değişim ve yeniden yap›lanma gerçekleşir. Allah, canl›lar aras›nda mücadeleyi ve insanlar aras›nda da savaş› bunun için vazetmiştir. Savaş ve çat›şma olmasa, gelişme ve ilerleme olmaz. Bu çat›şma, bir önceki konuda sayd›ğ›m›z bütün medeniyetlerde vard›r; İslâmiyet'te de vard›r. Ancak eski medeniyetleri hep peygamberler ve hükümdarlar›n kavgalar› oluşturmuştur. Bat›'da bu kavga veya savaş, kilise ile halk aras›nda olmuştur. Eski devirlerde hep peygamberler galip gelmiş ve düzeni kurmuşlard›r. Oysa Bat›'da kilise yenilir gibi olmuştur; ama bugün yeniden dimdik ayaktad›r. İnsanlar din ve inanc› yeniden keşfetmiş gibi ona dönüş yapmaya başlam›şlard›r.

Bat› dünyas›, İslâmî fikir ve düşünceleri İslâmiyet ad›na değil de rönesans ad›na savunmuştur. Avrupa Medeniyeti, adeta İslâm ile H›ristiyan-l›ğ›n çat›şmas› sonucunda doğmuştur. H›ristiyanl›k tutuculuğu, İslâmiyet ise ak›lc›l›ğ› savunmuştur. İslâm dünyas›nda da çat›şma, başlang›çta putperest Araplarla olmuş, sonra şeriat›n temsilcisi kelâmc›larla Grek - Romen Medeniyet'in temsilcileri olan filozoflar aras›nda bu çat›şma sürüp gitmiştir.

Buradaki fark, dinî teşkilât olmad›ğ› için ve tart›ş›lan şeyler hanedanl›k yani 'siyasî' konular olmay›p 'ilmî' ve 'fikrî' konular olduğundan dolay›, yöneticiler bunlara kar›şmam›ş, bunlar da yöneticilere karş› ç›kmam›şt›r. Bu duruma bağl› olarak çat›şma, savaş seviyesinde olmaktan ziyade 'fikir' ve 'inanç' seviyesinde olmuştur. Çat›şma ve tart›şmalar 'ilmî' ve 'fikrî' olduğundan, gelişme de 'siyasî' olmam›şt›r. Çünkü henüz siyasî gelişmelerin vakti gelmemiştir. Vakti geldiğinde o da olacak ve gerçekleşecektir.

İslâmiyet'e göre;

Gelişme fikir çat›şmalar›ndan ve tart›şmalar›ndan doğar. Bundan dolay›d›r ki peygamberler hep güçlü muhaliflerle mücadele etmişlerdir.

Bir toplulukta 'fikir ve vicdan hürriyeti' olursa, medeniyetin gelişmesi için bunlar›n varl›ğ› yeterlidir. Çünkü sosyal gruplar ve bu gruplar›n seviyeli tart›şmalar› sayesinde, yeni ve üstün bir medeniyet doğar.

Ne var ki, insanlar daima fikir ve vicdan hürriyetini her vesile ile bask› alt›na alm›şlard›r. Hürriyet için hürriyeti, düşünce ad›na düşünceyi, vicdan ad›na vicdanlar›, halk ad›na halk› boğmuşlard›r.

İslâm devleti ve düzeninin görevi, işte bu hürriyet ortam›n› sağlamakt›r; yani ilim ve din hürriyetini, fikir ve vicdan hürriyetini gerçekleştirmektir. Bunlar›n gerçekleştirilmesi amac›yla savaşmak 'farz' k›l›nm›şt›r.

Kur'ân'da, ilim ve dinde, fikir ve inançta, asla zorlaman›n yap›lmamas› gerektiği her vesile ile hat›rlat›lm›şt›r. İslâmiyet bunu yeterince başard›ğ› gibi bundan sonra da başaracakt›r.

İslâmiyet'teki savaşlar, savaş›lan ülkelere İslâm düzenini götürme şeklinde olmuştur. Asla zorla İslâmlaşt›rma uygulamalar› yap›lmam›şt›r.

Bu sadece Müslümanlar›n dindar ve vicdanl› olmalar›ndan ileri gelmemiştir. Z›mmîler vergi ödüyor, Müslümanlar ülkeleri savunmak ve hürriyetleri gerçekleştirmek için savaş›yorlard›. Uygulama yanl›ş olmakla beraber Müslümanlar vergi ödemiyor ve sadece savaşa kat›l›yorlard›. Vergi azalmas›n diye fatihler halk›n müslüman olmamas› için tedbir almaya kalk›şm›şlar ama halifeler buna engel olmuşlard›r. Daha doğrusu kurulu düzen bunu sağlam›şt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâm ülkelerinde ve Doğu Avrupa'da

demokrasi gelememiştir.

 

"1 - BATI'ya özgü ANAYASALCILIK (Constitutionalism) formülü: "İnsan kişiliği'nin kudsiyeti" (İnsan değeri) fikrinin İktidar› s›n›rland›r›c› güçte olmas›.

İktidar ad› verilen yetki ve otoritenin keyfî ve sorumsuz şekilde kullan›lmaktan ç›kar›lmas› ve belli s›n›rlara sokulmas› sistemi Bat›y› ANAYASALCILIĞA ve onunla birlikte demokrasiye yöneltmiştir. Bat› için "CONSTITUTIONALİSM" (ANAYASALCILIK) siyasî iktidar›n (Hükümet yetkilerinin) s›n›rland›r›lmas› demek olmuştur. Bk. C. J. Friedrich, Constitutional Government and Democracy, (4 th ed. Balindell Publ. Corp. 1968, sh. 135 ve d.)...(s. 336)

Avrupa'n›n Bat› ülkeleri insan varl›ğ›n› ve kişi değerini ön planda tutarak bu varl›ğ› ve değeri koruyucu usullere başvurmak suretiyle demokrasi gelişmesinde ilerler ve gelişirken, Avrupa'n›n doğu ülkeleriyle (özellikle Rusya v.s..) orta doğu ülkeleri (Şeriat ülkeleri) istibdat rejimleri yörüngesinden kendilerini kurtaramam›şlard›r... Bu nedenle bu bölgelerde hiç bir uygarl›k gelişmesi, ilerleme, ve Bat›'dakine benzer canl›l›k ve yarat›c›l›k ve demokratik gelişme görülmemiştir...(s. 337)

Aşağ› yukar› ayn› nedenlerle, kişi hak ve hürriyetlerini güven alt›na alacak şekilde İKTİDAR'›n s›n›rland›r›lmamas› yani din ve devletin birlikte olmamas›, ve kişinin ne nitelikte olursa olsun iktidar'› s›n›rlamağa gerek yaratan bir yönü bulunmad›ğ› kan›s›n›n varl›ğ› nedeniyle İslâm ülkelerinin hiç birinde, en ufak bir demokratik gelişme görülmemiştir."(s. 338)

 

BATI DÜNYASINDA GERÇEK DEMOKRASİ YOKTUR

GERÇEK DEMOKRASİYİ İSLÂMİYET GETİRECEKTİR

 

Gerçek olan bir tek şey vard›r ve o da şudur:

Hakka dayal› medeniyetten sonra Avrupa'da 'kuvvete dayal› dünya görüşünün temsilcisi medeniyet' doğmuş ve oluşmuştur. Bu eski medeniyetlerden, dolay›s›yla dördüncü hak medeniyetten veya 'I. İslâm Medeniyeti'nden sonra at›lm›ş ileri bir ad›md›r. Ama Bat› dünyas› hiçbir zaman gerçek demokrasiye geçememiştir.

İslâmiyet'in genel olarak Bat› dünyas›n› etkilemeye başlamas›ndan sonra, önce sosyal çalkant›lar başlam›ş, ard›ndan siyasî çat›şmalar sürmüş ve asilzadeler güçlerini kaybetmişlerdir. Sonra gelişen ticaret hayat› yeni esnaf ve tüccar s›n›f›n› doğurmuş, onlar da derebeylerin gücünü yok etmişlerdir. Bu arada kilise ile işbirliği içinde olan krallar da güçlerini yitirmişlerdir. Bütün bu gelişmelerin sonucunda da bir otorite boşluğu ortaya ç›km›şt›r. Sermaye sahipleri olan kapitalistler devleti bir fabrika gibi işletmek istemişler ve bunun için de çok kolay bir sistem bulmuşlard›r: 'Seçim'.

Kapitalistler, kendi sermayeleri ile destekledikleri bir parti kurduruyor ve seçime sokuyorlard›. Seçimde hangi parti kazan›rsa o parti ülkeyi yönetiyor görünüyordu. Oysa ülkeyi yöneten gerçek güç 'sermaye' idi ve bu oyunun ad›na da 'seçim' deniyordu. Sermaye sahibi kapitalistler, istemedikleri partileri desteklemiyor ve meclise girmelerine engel oluyor, 'ekseriyet sistemi' ile sürekli olarak hükümetleri denetimleri alt›nda tutuyorlard›.

Hükümetler istemedikleri bir hareket yapacak olurlarsa, derhal meclisteki oynak ve kaypak oylar› harekete geçiriyor ve hükümetleri düşürüyorlard›. Bu oyun bazan zor oynanabiliyor ve sermaye güçleri yeni sistemler geliştiriyorlard›. O zaman da 'tek parti sistemi' uygulamas›na geçiliyor ve halka karş› olan bir yönetim oluşturuluyordu. Elbette sermaye sahipleri halka rağmen bu yöneticilere istediklerini yapt›r›yorlard›. Çünkü halk›na dayanmayan ve halk›ndan güç almayan yöneticiler, elbette sermaye sahiplerine dayanacak ve onlar›n isteklerini yerine getireceklerdi.

Bütün bu aç›klamalardan sonra vereceğimiz cevap haz›rd›r:

Bugünkü 'göstermelik demokrasi' kapitalizmin bir aldatmaca arac›d›r. Halk› aldatan bir oyundan ibarettir.

Kapitalizmin olmad›ğ› yerde, ekseriyet demokrasisine ne ihtiyaç vard›r ne de imkân. Üçüncü dünya ülkelerinde uygulanmakta olan sözde demokrasi; d›ş sermayenin ve dünya kapitalizminin o ülkelerde hakimiyetlerini sürdürmeleri amac›yla IMF, Dünya Bankas›, BM, CIA, KGB, MOSSAD, v.s. kuruluşlar arac›l›ğ› ile kurulmuş tezgâhlard›r. Aldatmacadan başka bir şey değildir. İnsanl›ğ› sömürmek için geliştirilmiş olan en son sistemdir.

Demek ki soruyu, 'bugünkü kapitalist kuvvet medeniyeti neden Bat›'da doğdu?' şeklinde sormak gerekiyormuş. Çünkü 'ekseriyete dayal› demokrasi sistemi' kara kapitalizmin ayr›lmaz ve vazgeçilemez bir parças›d›r.

İslâmiyet'e göre;

'Fecri sâd›k'tan önce 'fecri kâzip' doğar.

'Gerçek para'dan önce 'kalp para' piyasada dolaşmaya başlar. M›s›r'›n 'sihir gücü'ne karş› 'Musa'n›n Âsas›', Arab›n 'şiir' üstünlüğüne karş› 'Kur'ân' mucizesi bunun bâriz örneklerindendir.

Bat› dünyas›ndaki 'sahte demokrasi' uygulamalar›n›n ard›ndan, Doğu'da ve üçüncü dünya ülkelerinde 'gerçek demokrasi' doğacak ve uygulanacakt›r.

Bu bak›mdan biz, göstermelik olan Bat› demokrasisine karş› olmakla vakit geçirmiyor; onu ›slâh etmek ve meşrû hâle getirmek için çaba sarfediyoruz. Çünkü her sahte şey gibi demokrasinin sahtesi de sahtedir ama insanl›ğ›n onun gerçeğine şiddetle ihtiyac› vard›r.

Bu gerçek demokrasi de ancak İslâmiyet ve Kur'ân gerçekten anlaş›ld›ğ›nda gelecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Din - devlet uyuşmas› demokrasiyi önlemiştir.

 

"B- Din ve Devlet'in birbirlerine rakip olmad›klar› sürece anayasalc› gelişmenin olamay›ş›.

Bat›'n›n uygarl›k ve demokrasi gelişmesini inceleyen bir ünlü düşünür, Herbert Butterfield, din ve devletin birlikte ve birbirlerinin ortağ› şeklinde olduklar› Doğu Avrupa ülkelerinde istibdat rejimlerinin yerleştiğini yüzy›llar içerisinde iş gördüklerini, fakat buna karş›l›k kilise ve devlet'in birbirlerine rakip iki ayr› güç olarak yaşad›klar› Bat› ülkelerinde kişi ve toplum için mutlu sonuçlar doğuran demokratik gelişmelerin ve hürriyet sistemlerinin görüldüğünü belirtir. Bu konularda bk. Herbert Butterfield, Christianity in European History, (Oxford University Press 1951, sh. 11 ve d.)

Rusya'n›n da dahil olduğu Doğu Avrupa ülkelerinde H›ristiyanl›k orthodox nitelik taş›yan şekliyle yaşayagelmiştir. Bizans İmparatorluğu zaman›nda Konstantin'in H›ristiyan dinini benimsemesi ile birlikte Kilise, devletin (dünyevî iktidar›n) yan›nda, çoğu zaman ona destek ve ortak olarak iş görmüştür. Katolik kilisesinin egemen olduğu Bat› Avrupas› ülkeleriyle Orthodox kilisesinin egemen olduğu Doğu H›ristiyan ülkelerinin gelişmeleri şu farkl›l›ğ› göstermiştir ki birincilerde dünyevî iktidar (Devlet) ile Kilise (uhrevî iktidar) daima rekabet halinde bulunmuş, buna karş›l›k ikincilerde ise her iki güç beraberce, tek bir vücud şeklinde iş görmüştür..."(s. 338)

 

'ÇOĞULCU' VE 'TEKELCİ' SİSTEMLER

ORTA DOĞU DÜNYANIN VE MEDENİYETLERİN MERKEZİDİR

 

Her toplulukta dört siyasî grup oluşur:

İlmî, dinî, meslekî ve siyasî grup. Bu gruplar, 'çoğulcu' sistemi benimser veya 'tekel' oluşturabilirler. İslâm dünyas›nda, halifelerdeki âkile sisteminden sonra tek siyasî grup olmuş ve buna bağl› olarak 'otoriter devlet' modeli oluşmuştur. Oysa ayn› dönemlerde ilmî gruplar olarak 'medreseler', dinî gruplar olarak 'tarikatlar' ve meslekî gruplar olarak 'esnaf teşekkülleri' çokluklar›n› korumuşlar ve dağ›n›k bir şekilde hayatiyetlerini sürdürüp fonksiyonlar›n› icra etmişlerdir. Yöneticiler yani devlet otoritesi, bu gruplar› birleşmeye zorlamam›ş ve onlara kar›şmam›şlard›r.

Bat› dünyas›nda ise yöneticiler H›ristiyanlara dünyan›n en büyük zulüm ve işkencelerini yapm›ş, sürekli olarak onlar› tek bir teşkilât olma konusunda zorlam›şlard›r. Bütün bu oluşumlar›n sonucunda 'kuvvetli kilise' ve 'kuvvetli devlet' dengesi oluşturulmuş ve halk bu iki cendere aras›nda ezilip uyuşturularak bin y›l yönetilmiştir.

Daha sonra H›ristiyanl›k gücünü kaybetmiş , onun yerine 'sermaye tekeli' tek gücü oluşturmuştur. Şimdi de 'sermaye' ve 'yönetici' işbirliği ile tezgâhlanan 'demokrasi oyunu' ve aldatmacas› sayesinde, bütün insanlar 'işçi' ad› alt›nda köle hâline getirilmiş olarak firavunvari yöntemlerle yönetilmektedirler.

İslâm dünyas›nda güçlü tek bir kuruluş olmad›ğ›ndan, Doğu Avrupa da kenarda kalmas› ve medeniyet sahnesi olmamas› sebebiyle, her iki bölgede de kapitalizm oluşmam›ş ve demokrasi oyunu çerçevesinde ekseriyet aldatmacas› oynanmam›şt›r.

İslâmiyet'e göre;

Dünyan›n merkezi orta kuşakt›r ve Orta Doğu civar›d›r. Doğu medeniyetleri Orta Doğu'da doğar; sonra oradan doğuya ve bat›ya yay›l›r.

Ancak doğu karalarla bağl› olduğu için medeniyet yavaş yavaş yay›l›r ve geri yans›ma yapmaz. Oysa bat› denize yak›n olduğu için hemen yans›r ve rakip bir medeniyet doğar. Bu gelişmelerin tabiî bir sonucu olarak M›s›r, Yunan, Roma ve Avrupa medeniyetleri hep bat›da doğmuştur. Amerika'n›n da bu yönde olmas› ve keşfedilmesi de Avrupe Medeniyeti'nin gelişmesinde rol oynam›şt›r.

Kim bilir, Rus steplerinden ve Orta Asya bozk›rlar›ndan doğacak yeni bir medeniyeti bundan sonra belki de bekleyebiliriz. Çünkü yeni teknoloji ve gelişmeler, bu bölgeleri verimli ve elverişli bir hâle getirebilir. Sosyal kanunlar›n fizik kanunlar›na benzer yans›ma ve girişimleri vard›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Doğuda kilise etkili olamad›.

 

"1 - DOĞU Avrupa'da Kilise'nin Devlet egemenliği alt›na girmesi HÜRRİYETLERİN GÜVENCESİne engel olmuştur.

Bat›l› yazarlar›n anlat›ş›na göre Avrupa'n›n Barbar işgali alt›na girmesi ve böyle bir felâketin doğu Avrupa (Bizans) da görülmemesi, birinciler lehine ve ikinciler aleyhine sonuçlar yaratm›şt›r. Bizans devrinde, İstanbul'un (Konstantinople iken) Barbar işgallerine uğramas› ve sonra bundan kurtulmas› nedeniyle devlet güçlendi ve kilise onun egemenliği alt›nda kald›. Bu nedenle kilise'nin devlete rekabet halinde bulunmas› ve devlet iktidar›n› s›n›rlamas› ve kişiyi bu iktidar›n kötü uygulamalar›ndan ve istibdad›ndan korumas› mümkün olmad›. Öte yandan Kilise, bağ›ms›z bir kuruluş durumuna girmediği için kişinin eğitimi ve yaşamlar› üzerinde fazla söz sahibi olamad› ve özellikle kişi'yi ve toplumu dünyevî iktidar›n haks›zl›klar›na, cinayetlerine ve s›n›rs›zl›klar›na karş› direnmeğe sürükleyemedi. Ayn› şekilde kilise, s›n›rs›z iktidara sahip görünen İmparatoru da etkilemek, ve onun iktidar›n› şu veya bu yönde s›n›rlamak f›rsatlar›n› elde edemedi. Bu konularda bk. Herbert Butterfield, Christianity in European History, (Oxford University Press 1951, sh. 26)."(s. 339)

 

 

DOĞU VE BATI KİLİSELERİNİN DURUMU

İSLÂMİYET BÜTÜN DİNLERİN HÂMİSİDİR

 

Bat› Roma İmparatorluğu, step halk›, Germen, Slav ve Türklerin sald›r›lar›na uğram›ş ve parçalanm›şt›. Bizans İmparatorluğu ise, genç olmas› nedeniyle bu sald›r›lar› önleyebilmişti.

Bat›da dağ›n›k bir hâlde olan devletler ile birlik içindeki kilise karş› karş›ya gelmiş, kilisenin emrinde ve tahakkümünde bir düzen doğmuştu. Doğuda ise bunun aksine devletin emrinde bir kilise oluşmuştu. Doğu daha sonra İslâm devletlerinin hükümranl›ğ› alt›na girdi. Bat› ise Endülüs/ İspanya'da İslâmiyet'in ilerlemesini durdurmuş, ondan belirli bir ölçüde yararlanm›ş ama onun hükümranl›ğ› alt›na girmemişti.

Doğu kilisesi İslâmiyet'in sağlad›ğ› hoşgörü ve hürriyet ortam›nda İstanbul'da varl›ğ›n› sürdürüyordu. Doğu kilisesinin Osmanl›lar döneminde herhangi bir meselesi olmam›şt›r. Gerek Rum ve gerek Ermeni kiliselerinin dünya merkezleri hâlâ Türkiye ve İstanbul'dad›r. Onlar rahat durduklar› ve ihanet etmedikleri sürece de hiç kimse taraf›ndan rahats›z edilmiyorlar.

İslâmiyet;

Sadece Müslümanlar›n değil H›ristiyan ve Yahudiler de dahil olmak üzere bütün dinlerin hâmisidir. İslâm düzeninin başl›ca görevlerinden biri de, din ve vicdan hürriyetini sağlamakt›r. Elbette buna bağl› olarak dinî kurum ve kuruluşlar›n hayatiyetlerini südürmelerini gerçekleştirmektir.

Bunun tipik misâli olan kilise ve havralar, İslâmiyet'in hükümran olduğu bütün ülkelerde, medrese ve camiler kadar varl›klar›n› sürdümüşlerdir.

Yaklaş›k olarak bin y›ld›r Müslümanlar›n hükümran olduklar› Türkiye'de H›ristiyan ve Yahudiler de Müslümanlarla birlikte yaşam›şlard›r. İstiklâl Savaş› öncesine kadar Türkiye nüfusunun çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu durum, Avrupa devletlerinin k›şk›rtmalar› sonucunda ihanet etmelerine kadar sürmüş, ancak ihanetten sonra Türkiye'yi terketmek zorunda kalm›şlar ve bugün yüzde birlere düşmüşlerdir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Barbarlar›n işgali Bat›'da kiliseyi güçlendirdi.

 

"2 - Bat› Avrupa'da Roma İmparatorluğu barbarlar›n işgali karş›s›nda çökmekle, dünyevi iktidar zay›flad› ve kilise, bağ›ms›zl›ğ›na sahip olarak rakip güç durumuna geldi.

Bat›'da Roma İmparatorluğunun barbarlar karş›s›nda yenilgiye uğramas› ve daha sonra bunun doğurduğu gelişmeler olumlu ve hay›rl› sonuçlar doğurdu, çünkü bu olay dünyevî iktidar›n (Devletin) kiliseyi (uhrevî iktidar›) kendi egemenliği alt›nda tutmas› olanaklar›n› yok etti...

Roma devletinin baş›na gelen bu felaket sonucunda kilise bağ›ms›z bir kuruluş halinde ortaya ç›kt›... "Modern siyasi hürriyetler orta çağlardaki bu siyasal ve dinsel güçler çat›şmas›ndan doğmuştur." Bu konularda bk. Herbert Butterfield, Christianity in European History, (Oxford Unuversity Press 1951, sh. 27-28)...(s. 339)

Oysaki bunlar›n hiç birisi Orthodox kilisesinin dünyevî iktidar›n bask›s› alt›nda kald›ğ› Doğu Evrupa ülkelerinde görülmemiştir..."(s. 340)

 

ESKİ MEDENİYETLERİN OLUŞUM KUŞAĞI

DÜNYADAKİ DENGELER VE DÜZENLER

 

Eski medeniyetler s›cak kuşağa yak›n olan Akdeniz havzas›nda doğmuştur. Doğu Akdeniz, kadîm medeniyetlerin merkezi olmuştur. Anadolu, Ege Adalar›, İtalya ve Kuzey Afrika da medeniyetlerin merkezi olmuştur. Doğu'da kurulan Hint ve Çin medeniyetleri de ayn› kuşaktaki medeniyetlerdir. Hattâ çok daha bat›da kurulan İnka ve Maya medeniyetleri de ayn› kuşakta kurulmuşlard›r.

Buna karş› kuzeydeki Germen, Slav, Tatar ve Moğol ›rklar› yeni bir medeniyet meydana getiremiyor ama askerî bak›mdan güçlü devletler ve gruplar oluşturuyor, zaman zaman medeniyetlerin kurulduğu ülkelere sald›rarak oralar› yağmal›yor, daha sonra oralara yerleşerek dinamizm kazand›r›yor ve yeni medeniyetlerin oluşmas›na vesile oluyorlard›. Kuzeyliler bir bölgeyi işgal ediyor ve askerî bak›mdan oray› güçlü hâle getiriyorlard›. Bu güçlenmeye paralel olarak oradaki medeniyet de gelişiyordu.

Bu insanlar yaşlan›p aradan birkaç nesil geçince, kuzeydeki savaşç›l›k ve dayan›kl›l›k ruhu da ölür. Bunun üzerine bu bölgeler yeni istilâlara uğrarlard›. Böylece yeni bir hareket ve hamle başlar, buna bağl› olarak da yeni bir medeniyet kurulurdu.

Bizans Medeniyeti, ne kuzeyde ne de güneyde değil, orta kuşakta yer al›yordu. Bundan dolay› bu avantaj›n› iyi kullan›yor, bir taraftan kuzeylilere karş› kendini koruyabiliyor, diğer taraftan gelişen teknolojiden de yararlanarak medenî olma imkân›n› bulabiliyordu.

Art›k ileride kurulacak olan medeniyetler s›cak kuşakta değil orta kuşakta kurulacakt›. Çünkü bulunduklar› bölge güçlü olmay› sağlayacak kadar soğuk ve medenî olmay› gerçekleştirecek kadar s›cakt›. Nitekim bugünkü medeniyetler de orta kuşaktad›r.

Bat› dünyas›, Roma Medeniyeti döneminde yaşlanm›şt›. Kuzeylilerin sald›r›lar›na karş› koyamad›, parçaland› ve y›k›ld›. Ama her bölge ayr› ayr› işgalcilerle kaynaşt› ve bugünkü Avrupa devletleri ortaya ç›kt›. Bat›'daki milliyetçilik ak›mlar› da bu ayr›şma sayesinde oluştu. Bugünkü Avrupa Medeniyeti'nin mimarlar› işte bu millet ve devletlerdir.

İslâmiyet'e göre;

Canl›lar aras›nda genel bir denge vard›r. Bu denge çat›şmaya dayanan bir dengedir.

Kurtlar çoğal›r, kuzular azal›r, otlaklar artar... Kuzular azal›nca kurtlar da azal›r. Otlaklar çoğal›nca kuzular da çoğal›r. Kuzular çoğal›nca kurtlar çoğal›r. Kurtlar çoğal›nca kuzular azal›r... Bu döngü ve denge sürer gider.

Ekonomideki arz ve talep dengesi, tabiattaki kuzu - çay›r - kurt aras›ndaki dengeye benzer şekilde kurulmuştur. Mikroda ç›kar çat›şmas›, makroda ç›kar paralelliği vard›r. Bu sistem ve dengede insanlar için bir işlerlik getirilmiştir.

Devlet içinde çat›şma, ahlâkta, iktisatta ve siyasette yar›şma şekline dönüştürülmüş ve devlet içinde savaş kald›r›lm›şt›r. Devlet içinde ç›kar çat›şmas› ç›kar paralelliğine dönüştürülmüştür.

Ayn› anlay›ş devletleraras› ilişkilerde de devletleri ikiye ay›rm›ş, ç›kar paralelliğini kabul edenler bir anlaşmalar düzeni içine girmişlerdir. Ç›kar çat›şmas›n› benimseyenlerle savaş olacakt›r ve insanl›ğ›n bu mücadelesi sürüp gidecektir. Savaş bunun için gereklidir ve gelişme için de şartt›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Avrupa Yunan'› İslâmiyet'ten öğrendi

ama şeriat yüzünden İslâm dünyas› ondan yararlanamad›.

 

"C- Orta Çağ'larda Bat›'n›n Siyasal ve Sosyal konularda gelişme kaynağ›: Eski Yunan ve Roma Düşünce Tarz›. (Stoik'ler, Senece, Cicero, v.s.). Bu kaynaklardan yararlanmada Bat› ile İslâm dünyas› aras›ndaki fark.

Bat›'n›n karanl›k çağlardan kurtulmas›, bilindiği gibi, eski Yunan ve Roma uygarl›ğ› ve ilmi ile yeniden ilişki kurmasiyle başlar. Renaissance (Yeniden doğuş) gerçek anlamiyle bu demektir. Ve Bat› bu ilişkiyi İslâm dünyas› arac›l›ğ›yle kurabilmiştir. Eski Yunan ilmini, yazarlar›n› ve düşünürlerini hep İslâm'›n ünlü bilim adamlar› sayesinde keşfedebilmiştir. İslâm dünyas›n›n yetiştirdiği en büyük bilginler ve düşünürler ve örneğin el-Razi'ler, Farabi'ler, İbn Sina'lar, İbn Rüşt'ler ve daha saymakla kolay bitmeyecek nice isimler sayesinde Bat› dünyas› Aristo'lar›, Eflatun'lar›, Galen'leri, v.s. tan›m›şt›r.(s. 340)

Ancak ne var ki Bat›'n›n bu eski Yunan ilim kaynaklar›ndan yararlanma şekli ile İslâm dünyas›n›n yararlanma şekli aras›nda önemli farklar görülmüştür ve bu farkl› yararlanmalar Şeriat ülkeleri aleyhine sonuçlar yaratacak nitelikler arzetmiştir. Bu da şeriat düzeninin ve sisteminin, İslâm bilginlerini ve düşünürlerini baz› konulara ve alanlara el atmaktan al›koymas›, yasaklamas› nedeniyle kendisini göstermiştir. Şeriat'›n yaratt›ğ› korku havas› öylesine kesif ve güçlü olmuştur ki Şeriat'a uygun düşmeyen, Şeriat'›n yasak k›ld›ğ› konulara eğilmek onlar için mümkün olmam›ş...

Bat› Stoik'lerle, Seneca'larla, Cicero'larla beslenmeğe başlam›şt›r. İslâm dünyas› ise Stoik'leri asla eleştirmemiş ve işlememiştir..."(s. 341)

 

YUNAN MEDENİYETİ'NİN MAHİYETİ

İSLÂM ÖNCEKİ MEDENİYETLERDEN YARARLANMIŞTIR

 

Büyük medeniyetler ancak eski medeniyetlerden yararlanarak ve onlar üzerinde kurulabilir. Ancak bu yararlanma aynen olmaz; eski medeniyet aynen al›n›rsa medeniyet olamaz. Eski medeniyetler malzeme ve hurdad›r. Onlar eritilecek, kal›plara dökülecek, yeniden işlenecek ve böylece yeni medeniyet olacakt›r. Yoksa hurdal›klardan yeni sanayi olamayacağ› gibi eski medeniyetlerin aynen uygulanmas›ndan da yeni medeniyet olamaz. Yunan Medeniyeti, M›s›r ve İbranî medeniyetlerinin sentezi ile doğdu. Burada yeri gelmişken Yunan Medeniyeti'nin mahiyetini tan›yal›m.

Tek Tanr› inanc›n›n varolduğu Doğu medeniyetlerine göre, kâinatta her ne varsa bunlar›n hepsi de bir Tanr›'n›n eseridir. Sonradan kendisi yaratm›şt›r. Başlang›c› vard›r. Onlar kâinat› böyle aç›klam›şlard›r. İyilik ve kötülüğü, ilâhî adaletin bir gereği olarak izah etmişlerdir. Bunlar› da âhiret inanc› ile tamamlam›şlard›r. M›s›r ise monoteizme inanm›yordu. Onlara göre kâinat, birçok tanr›lar›n bir araya gelerek oluşturduklar› bir düzendir. Onlar da insanlar gibi savaş›rlar ve insanlar bu savaşç› tanr›lar›n askerleridir. Yaz›n tanr›s› başka, k›ş›n tanr›s› başkad›r. Y›lan›n tanr›s› başka, kuzunun tanr›s› başkad›r. İnsanlar›n da değişik tanr›lar› vard›r.

Yunan, esasta M›s›r'› benimsedi. Olimpos dağ›nda oturttuğu tanr›lar› evlendirdi, boşand›rd›, savaşt›rd›, bar›şt›rd›, yaşatt›, öldürdü... Bu görüş ve anlay›ş, tüm Yunan akl›n›n temelini teşkil eder. Bu durum böyle kalsayd› Yunan Medeniyeti doğmazd›. Bu görüş ve anlay›şlara karş›, İbranî Medeniyeti'nin etkisinde kalan Sokrat ve arkadaşlar›, yeni bir felsefe ve anlay›ş geliştirdiler. Tevrat'›n tanr›s›n› kabul etmediler ama kâinat›n da böyle değişik şekilde yarat›ld›ğ›n› değil de, ayn› tabiî kanunlara bağl› bulunduğunu, tek nizam içinde olduğunu söylediler ve kâinat›n birliğini kanunlarla aç›klad›lar. Böylece İbranî Medeniyeti'ni Yunan düşüncesine aş›lad›lar. Aç›kça tanr›lar› tenkit etmediler, ama geliştirdikleri felsefeleri monoteizme götürüyordu.

Nitekim daha sonra hem Müslümanlar hem de H›ristiyanlar Sokrat, Aristo ve Eflatun ekolünden çok yararland›lar. Sokrat'›n bu düşüncelerinin tanr›lar› inkâr anlam›na geldiğini ileri süren Atinal›lar, ekseriyet karar› ile bald›ran zehiri içirmek suretiyle Sokrat'› öldürdüler.

H›ristiyanl›k Roma Medeniyeti içinde doğmuştu. Ancak insanlar› ak›l değil de duygularla çağ›r›p dâvet ettiği için bu medeniyetten fazla yararlanamam›şt›. Ama Sokrat'›n düşünceleri H›ristiyanl›ğ›n adeta ana dayanağ› oldu.

İslâmiyet de Yunan düşüncesi ile karş› karş›ya gelince derin tart›şmalar başlad›. Sokrat, tanr›n›n varl›ğ›n› kabul ediyor ama kâinat›n yarat›ld›ğ›n› kabul etmiyordu. Oysa bütün peygamberler kâinat›n sonradan yarat›ld›ğ›n› söylüyordu. Sokrat, suret ve heyulay› kabul ediyordu ama kâinat› sonsuz görüyordu. Oysa kâinat sonradan yarat›lm›şt›. Sonsuz olamazd›.

İslâm düşünürleri işte bu konuda ikiye ayr›ld›lar: Bir k›sm›, Yunan filozoflar›n›n düşüncelerine Kur'ân ve İslâmiyet'i uydurdular; diğerleri ise, Yunan düşüncesinden Kur'ân ve İslâmiyet'e uygun olanlar› al›p diğerlerini att›lar. Ama her iki grup da, ne Yunan düşüncesini ne de Kur'ân'› reddettiler. Bu tart›şma ondokuzuncu yüzy›la kadar devam etti.

Bat› dünyas›, başlang›çta atalar› olan Yunan'daki İbranî düşünceyi ald› ve çal›şmalar›n› ona göre götürdü. Ama sonunda Kur'ân'› tevil ederek Yunan filozoflar›n› hakl› ç›karan felsefenin görüşleri değil, tam tersine Kur'ân'› esas alan kelâmc›lar›n görüşleri hakl› ç›kt›. Bu vesileyle bu görüşlerin birkaç›n› burada zikredelim:

Kâinat, kadim değil sonradan yarat›lm›şt›r.

Kâinat, statik değil gelişme içindedir.

Kâinat, ebedî değil ölüme gitmektedir.

İnsan kesin kanunlardan çok;

Zannî olaylar› bilebilmektedir.

Kâinat, suret ve heyuladan değil;

Parçalanmaz parçalardan oluşur.

İslâmiyet'e göre;

Başka medeniyetlerden yararlan›l›r. O medeniyetlerin sonuçlar› malzeme olarak kullan›l›r ama hiçbir zaman aynen al›namaz ve kullan›lamaz.

İslâmiyet, yaln›z Yunan değil kendinden önceki bütün eski medeniyetlerden yararlanm›şt›r.

Yararlanmasayd› zaten medeniyet olamazd›.

Bat› dünyas› da İslâmiyet'ten yararland›.

Yararlanmasayd› medeniyet olamazd›.

Biz de şimdi Bat› Medeniyeti'nden yararlanacağ›z; yararlanmazsak medeniyet kuramay›z.

Ama bu yararlanma kesinlikle aynen alma ve adapte etme şeklinde olmayacakt›r. Yeni medeniyetimizi kurarken, Bat› Medeniyeti de dahil olmak üzere bütün eski medeniyetler g›dam›z olacak ama asla kan›m›z olmayacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Sütuncular, dünya vatandaşl›ğ› ve

vatandaşlar›n yönetime kat›lma fikrini getirdiler.

 

"D- Bat›'n›n daha Orta Çağ'da iken benimsediği ve fakat İslâm dünyas›'n›n hiç ilgilenmediği fikirler: Stoik'lerin dünya, ahlâk ve halk egemenliği anlay›ş›.

Stoik'lerden Bat› uygarl›ğ›na miras olarak geçen baz› fikirler vard›r ki bu fikirleri İslâm dünyas›n›n düşünürleri Şeriat nedeniyle ele al›p işleyememişlerdir.(s. 341)

Stoik'lerin ve Stoisyen okul'un getirdiği iki yeni fikir vard›r ki bunlardan birisi Kişi'nin sadece içinde bulunduğu devletin yurttaş› değil ve fakat ayn› zamanda bir dünya insan› ve yurttaş› olduğu, diğeri ise kişi'nin, doğuştan sahip olduğu hak ve hürriyetler nedeniyle devlet yönetimine kat›lmas› fikri idi ki bu da halk egemenliği düşüncesine ilk malzemesi işini görecektir."(s. 342)

 

İSLÂMİYET'E GÖRE DÜNYA, KÂİNAT VE YÖNETİM

BİZİM ÇALIŞMALARIMIZ VE ÇALIŞMA ANLAYIŞIMIZ

 

Yeryüzünde ilk yaz›l› medeniyet Mezopotamya'da doğmuştur ve bilindiği gibi bu medeniyet peygamberlerin medeniyetidir. Peygamberlerin getirdikleri bütün medeniyetlerin hepsinde, tamamen ortak hayat yani cemaat anlay›ş› vard›r.

İslâmiyet'te önemli ve esas teşkil eden her ne varsa, nüve hâlinde onlarda da vard›r. İslâmiyet, en son, en mükemmel ve gelişmiş bir şekil alarak ortaya ç›km›şt›r. Temel konularda diğerleriyle veya kendinden önce gelenlerle bir başkal›k ve değişiklik söz konusu değildir.

Bat› medeniyetleri de Doğu medeniyetlerinin uzant›lar› olduklar› için onlarda da ayn› düşünce ve esaslar vard›r. Biz, bundan dolay› herhangi bir iyi düşünceyi kişilere veya ekollere yükleyip onlara maletmeyiz.

Biz, benimsediğimiz görüşlere de, 'bunlar bizim görüşlerimizdir' demeyiz.'Bize göre İslâmiyet'te böyledir', deriz. Bunun anlam› şudur: Doğru olan her ne varsa o İslâmiyet'indir; yanl›ş olan her ne varsa o da bizimdir.

Bu inan›ş veya yanl›ş yapma ihtimali, bizi tembelliğe ve çal›şmamaya sürüklemez. Tam tersine, Allah'›n emirlerini yerine getirdiğimizden ve mükâfat olarak da cennete gitmeyi ümit ettiğimizden, bu bizleri daha çok teşvik eder ve çal›şt›r›r. Bu çal›şmalar›m›zda isabet edersek iki, hata edersek bir ecir alacağ›m›za inan›yoruz ki; her hâlükârda mükâfat vard›r.

Meselâ, bu yazd›klar›m›z için hiç kimse bize ücret vermiyor. Şimdilik bu kitab›m›z›n da bas›l›p bas›lmayacağ›n› bilmiyoruz (Y›l 1990-1991). Çünkü genel olarak bütün yay›nevleri bu kitaplar›m›z› yay›nlamaya cesaret edemiyorlar. Basmaya söz verenler de bir müddet sonra yüzlerce bahane bulup vaz geçiyorlar. Otuz y›ld›r böyle nice kitaplar yazd›k ama hemen hemen hiç biri bas›lmad›. Sadece kendi imkânlar›m›zla on y›lda bir bir - iki kitap yay›nlad›k ama onlar›n da dağ›t›m problemleri oldu. Dergi ve gazete de yay›nlad›k, matbaa ve yay›nevi de kurduk ama çeşitli sebeplerden ve engellemelerden sonra belli bir yerde b›rakmak zorunda kald›k. Diğer dergi, gazete, radyo ve televizyon kanallar›nda bize karş› var olan ambargolar da devam ediyor...

Araşt›rma, anlama, anlatma merhalelerinden sonra elbette bir de yapma, yaşama ve yaşatma merhalesi vard›r. 1967 y›l›nda kurduğumuz AKEVLER Kooperatifi'nde de otuz y›ld›r kendi çap›m›zda uygulamalar yap›yoruz. Bir siyasi partimizin lideri ile y›llarca yapt›ğ›m›z çal›şmalardan sonra bu sistem önerimiz 'Adil Düzen' ismiyle söylem ve slogan olarak benimsendi ama maalesef bu çal›şmalar da son birkaç y›ld›r donduruldu...

Herkesin elbette bir hesab› var ama Allah'›n da bir hesab› vard›r. Bir gün bütün bu engellerin ortadan kalkacağ›na ve insanl›ğ›n bu düşüncelerle tan›şacağ›na inan›yoruz. Kim bilir, belki bizler öldükten sonra yollar ve dolay›s›yla da önerdiğimiz sistemin önü aç›l›r. Bütün bunlar›n hiçbiri olmasa bile, Allah bizlere ecrimizi ve ücretimizi verecektir. Bizim inanc›m›z›n ve çal›şmalar›m›z›n özü budur.

İslâmiyet'e göre;

Bütün yeryüzü ve kâinat insan içindir.

Nas›l bir ağaç meyvas› için varsa yeryüzü de meyva vermek için vard›r; yeryüzünün meyvesi de insand›r ve yeryüzü de insan içindir. Göklerde de insan vard›r ve gökler de oradaki insanlar içindir.

İnsan yeryüzünün yani dünyan›n değil, kâinat›n vatandaş›d›r ve onun ilâhî haklar› vard›r.

İnsan› sadece vatandaş olmaktan ibaret sayan devlet anlay›ş›nda ve kendi üstünde bir Yarat›c› Tanr› bulunduğunu kabul etmeyen düşüncede, bu gerçekleri bulmak zordur veya imkâns›zd›r. Onlar için bu konular izahs›zd›r.

İslâm düzeninde yönetime kat›lma ne demektir?

İnsan kendi kendisini yönetir. Özel hukuk alan›nda kendi içtihad›na göre hareket eder. Kamu hukuku alan›nda ise kendi istediği ve seçtiği sitede yaşar.

İslâm düzeninde, insan doğrudan doğruya yönetime kat›lmaz, sadece kendi kendisini yönetir. Ortak yönetim sözleşmelerle doğar ve yeryüzünde feshedilemez bir sözleşme yoktur. Herkes her zaman mezhebini değiştirebilir. Herkes istediği zaman sitesini değiştirebilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Sütuncular insan›n dünya vatandaş› olmas› görüşündedir.

 

"1- Kişi'nin yeryüzü insan› olduğu fikri.

Stoiklerin oluşturduğu fikir okulunun kuruluşuna kadar kişi, genel olarak, bağl› bulunduğu devlet'in (yani Site'nin) sadece bir ünitesi, bir yurttaş› say›l›rken, Stoisizm ile birlikte kişi, ayn› zamanda yeryüzü dünyas›n›n bir insan›, bir yurttaş› gibi görüldü. Böylece kişi, sadece siyasî haklara sahip bir varl›k değil ve fakat ayn› zamanda insan olmak aç›s›ndan ele al›n›r oldu ve bu yönü ile değerlendirildi... İşte bu bak›mdan Devlet, kişi'nin gelişmesini ve yaşam›n›n devam›n› sağlayan bir kuruluş anlam›n› taş›d›.

Bu hususlar için bk. İlhan Arsel, Anayasa Hukuku'nun Umumi Esaslar›, Güven Matbaas›, Ankara 1955, sh. 352 ve d."(s. 342)

 

İNSANIN SAHİP OLDUĞU HAKLAR VE KAYNAKLARI

AKİT SERBESTLİĞİ VE POZİTİF HUKUKUN OLUŞMASI

 

İnsan, hak ve görev sahibi olan tek varl›kt›r. Yeryüzünde yapt›klar›ndan sorumlu görünen varl›k olarak sadece insan vard›r. İnsan›n haklar› vard›r ve insan olmak bu haklara sahip olmak için yeterlidir. Bunlara 'tabiî haklar' veya 'beşerî haklar' diyoruz.

Bu haklar d›ş›nda bir de sözleşmelerden doğan haklar vard›r ki, bu haklara da 'pozitif haklar' diyoruz. Bu haklardan sadece o gruba girenler, o sitenin veya devletin vatandaşlar› yararlan›r. F›k›h, hep bu tabiî hukuk anlay›ş›na dayan›r ve buna bağl›d›r.

Peki, bu tabiî hukukun kaynağ› nedir? 'Ak›l' ve 'Nakil'dir. Bu kaynaklar›n naklî olanlar›na 'Kitap' ve 'Sünnet', aklî olanlar›na da 'k›yas' ve 'icma' denmektedir. Siz sütuncular› b›rak›n›z, kendiniz tabiî hukukun içtihat ve icman›n d›ş›nda aklî bir usûlünü getirin.

Bu vesileyle şunu belirtelim ki, İslâmiyet'teki Kitap ve Sünnet tabiî hukukun öğreticisidir, kaynağ› değildir. Tabiî hukukun kaynağ›, tabiî ve sosyal kanunlard›r. İlâhî kanunlar›n varl›ğ› kabul edilmezse tabiî hukuk olmaz. Ancak tabiî hukukun ortaya ç›k›p işlerlik kazanabilmesi için aklî ve naklî delillere dayanarak içtihat yap›lmas› ve icmalar›n oluşmas› gerekir.

İslâm düzeninde;

Akit serbestliği vard›r ve bu akit serbestliği pozitif hukuku oluşturur. Ancak bu akit serbestliği tabiî hukuku ihlâl etmemeli ve insanl›k haklar›na tecavüz etmemelidir.

Bu hukukun oluşmas› için içtihat yapmak gerekir ki, bu içtihatlar da icmalara ayk›r› olmamal›d›r.

İçtihat, bir tür pozitif hukukun tabiî hukuk taraf›ndan kontrol edilmesi ameliyesidir.

İcma ise, toplu kontroldür. Kazaî içtihat da budur. Ancak kazada hakemlik sistemi olmazsa, hukuk tabiî hukuk taraf›ndan değil de yöneticiler taraf›ndan kontrol edilmiş olur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Sütuncular iktidar› akdî olarak oluşturuyorlar.

 

"2- İktidar›n kaynağ›n›n toplum ve devlet'in doğal bir kuruluş değil fakat akdi bir kuruluş olduğu görüşü.

Oysa ki Stoisyenler kişi'nin amaç ve devletin araç olduğu fikrine dayal› bir düzen içerisinde kişi'nin iktidara kat›lmas› görüşüne yol açm›şlard›...(s. 342)

Stoisyen okulun yazarlar›, iktidar sahibinin akl›ndan hiç ç›kmamas› gereken şeyin iktidar›n›n doğrudan doğruya halktan geldiği ve devletin kanunlar›na uygun olarak kullan›lmas› gerektiği fikri olduğunu söylerlerdi. Romal› ünlü hukukcu ULPİAN "iktidar sahibinin iradesi KANUN gücündedir, çünkü ona bütün iktidar› HALK vermiştir" derdi. Bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask›, Alfred & Knoph, 1967, sh. 270-1)"(s. 343)

 

 

İLK İNSANDAN BERİ İKTİDAR AKİTLE GERÇEKLEŞİR

İSLÂMİYET, HAKLIYI KUVVETLİ KILAN DÜZENİ ÖNERİR

 

İlk insan yani Hz. Adem'den beri iktidar elbette akdîdir.

Ancak bu akit ya ikna yoluyla olmuş veya zorla gerçekleştirilmiştir. Peygamberler hep ikna yoluyla akit yapm›şlar ve insanlar› inand›rarak itaat ettirmişlerdir. Kuvveti üstün tutan dünya görüşünün hükümran olduğu totaliter rejimler ise insanlar› korkutarak ve zorlayarak itaat ettirmişlerdir.

Her iki sistemde de akitler, güç ve kuvvet, otorite ve disiplin elde etmek için yap›l›r. Nitekim her ikisinde de güç ve kuvvet elde edilmiştir; biri hakl›y› kuvvetli yapm›ş, diğeri ise kuvvetliyi hakl› yapm›şt›r. Hakka ve kuvvete dayal› sistemler aras›ndaki fark da işte budur.

İslâmiyet;

Hakl›y› kuvvetli k›lan bir düzeni önerir. Ancak bunun gerçekleşmesi için insanlar› zorlamaz ve kaba kuvvet kullanmaz. Sadece dâvet, tebliğ, irşad ve ikna metotlar›n› kullan›r.

Allah'›n istemediği bir düzen de olsa, şayet insanlar o düzeni isitiyorlarsa veya o insanlara öyle bir düzen müstehak ise, o bozuk düzen sürüp gider.

İnsanlar düzelmedikçe, Allah onlar›n durumunu ve düzen-lerini düzeltip değiştirmez.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te akit esas olamazd›.

 

"3- İslâm dünyas› düşünürleri için kişi'nin doğal hürriyetleri ya da siyasal haklar› diye bir şeyi bahis konusu olmad›;

Bütün bu yukarda belirttiğimiz fikirler ve görüşler İslâm düşünürleri taraf›ndan ele al›n›p incelenebilecek ve eleştirilecek ve benimsenebilecek şeyler değildi ve olamazd›. Çünkü kişi'nin doğal ve üstün haklara sahip olmas›, devletin bu haklarla s›n›rlanmas› demek kişi'nin Şeriat'›n d›ş›nda ve üstünde bir hukuku olmas› demek olurdu...(s. 343)

Şeriat düzenine göre Kişi'nin Tanr› ve Peygamber taraf›ndan belirtilmiş durumlar› ve İktidara körü körüne itaat etme görevi vard›. Kişi devletin amac› değil arac› idi. Çünkü devlet için amaç, ve tek amaç din idi, dini yaymakt›. Bu uğurda her şey feda edilmek gerekirdi. Bundan dolay›d›r ki İslâm yazar ve düşünürlerinin Stoik fikirlere yanaşmalar› dince sak›ncal› olurdu..."(s. 344)

 

İLK AKİT SERBESTLİĞİNİ GETİREN DİN İSLÂM'DIR;

İÇTİHAT AKİT SERBESTLİĞİNİ ZORUNLU KILAR,

 

Yeryüzüne akit serbestliğini getiren ilk düzen İslâm'd›r.

Art›k vahyin kesilmiş olmas› nedeniyle, içtihat müessesesinden yararlanan akit serbestliği ile dünya yönetilecektir.

Avrupa, birçok şey gibi akit yapmay› da İslâmiyet'ten öğrenmiştir. İçtihat zaten akit serbestliğini zorunlu k›lar.

İslâm düzeninde, pozitif hukuk akde dayan›r ve yürürlükte olan da tabiî hukuk değil pozitif hukuktur.

Tabiî hukuk pozitif hukuku k›s›tlar. Ama uygulama tabiî hukuka göre değil pozitif hukuka göre yap›l›r. Bu konuyu bir - iki örnek ile anlatmaya çal›şal›m.

Meselâ, h›rs›z›n eli kesilir. Müslümana göre bu tabiî hukuktur. Çünkü h›rs›zl›ğ› elle yapmakta ve çalmaktad›r. Elini kesersek art›k h›rs›zl›k yapamaz. Ak›l, bundan daha uygun bir cezay› ön göremez. Zinada da sopa uygulamas› tabiî hukuktur. Çünkü zina zevk almak için yap›lm›şt›r. Zevkin tabiî karş›l›ğ› da ac›d›r ve ancak zina yapana ac› verirsek onun bir daha zina yapmas›n› önlemiş oluruz.

Meselâ, Medine'de olduğu gibi müslimler ve gayrimüslimler olarak bir araya gelip anlaşt›k ve ortak bir anayasa yapt›k. Müslüman olarak bizler, h›rs›zl›k yapan›n elini keselim, dedik; siz hay›r, dediniz. Birlikteliğimizi bozmamak için biz tabiî hukuk kural›m›zdan vazgeçerek cezalar› hapis cezas›na çevirdik ve anlaşma veya anayasaya da öyle yazd›k. Sonra biz iktidar olduk ve suçlara ceza verme konumuna geldik. Bu durumda art›k tabiî hukuka ve Kitab›m›z›n emirlerine göre değil; yapt›ğ›m›z sözleşmeye göre hükmederiz. Çünkü Kitab›m›z bize, 'sözlerinizi yerine getirin', diyor. Allah›m›z bize, 'kul hakk› benim hakk›mdan öncedir', diyor; 'Ben zenginim siz ise fakirsiniz', diyor.

Sizin sütuncular›n›zda bunlardan daha net ve adil düşünceler var m›? Elbette yoktur! Öyleyse siz -ve sizin gibi düşünenler- gelin bu sevdadan ve sütunculardan vazgeçin ve İslâmiyet'e teslim olun.

Şeriat› kötülemek ve zalim göstermek yetmez; ona alternatif ve ondan daha adil bir çözüm önermeniz gerekir. Ama o öneriniz ve alternatif çözüm teklifiniz, sak›n ekseriyet aldatmacas›, çoğunluk sistemi, sermaye veya siyaseti kuvvetli k›lma modeli olmas›n. Çünkü insanl›k olarak onlardan nasibimizi ve pay›m›z› ald›k. İnsan olarak bu zulme ve vahşete daha fazla tahammül etme gücümüz kalmad›.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te mü'min ve kâfir vard›r, insan yoktur.

 

"E- İSLÂM YAZAR VE DÜŞÜNÜRLERİ İÇİN "SENECA" veya "MARCUS AURELİUS" GİBİ KAYNAKLARDAN YARARLANMA OLA-NAĞININ BULUNMAMASI.

Seneca ve Marcus Aurelius, Stoik okulun Romal› temsilcileri say›l›rlar. Her ikisi de dünyevî ve uhrevî, iki ayr› toplum anlay›ş›n› Stoiklerin yukardaki görüşleriyle kaynaşt›rm›şlard›r. Ve Orta Çağ Bat›'s› bu düşünürlerden

a -  Siyasî (sivil) devlet ve bu devlet otoritesine tâbi kişi (yurttaş),

b -  ve siyasî (veya sivil) devlet kavram›n› aşan daha geniş bir toplum, fikirlerini alm›şt›r...

Bu fikirler Bat›'n›n demokratik ve insanc›l yönde gelişmesine hizmet edecektir.

Bütün bu görüş ve fikirleri İslâm yazarlar›n›n benimsemesine imkân yoktu çünkü Şeriat yeryüzünü "mü'minler" ve "kafirler" diye iki büyük gruba ay›rm›şt›...

Bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask› Alfred & Knoph, 1967, sh. 272)"(s. 344)

 

ÎMAN VE KÜFÜR, MÜ'MİN VE KÂFİR AYIRIMI.

İYİ VE KÖTÜ İNSAN DEĞİL

İYİLİK VE KÖTÜLÜK VARDIR

 

Allah bu âlemde birçok canl›lar varetmiştir ama insan d›ş›nda kalan diğer bütün varl›klar›n iradesi yoktur. İradeleri olmad›ğ›ndan dolay› sorumluluklar› da yoktur. Yeryüzünde yarat›lan varl›klardan sadece insan iradeye sahiptir. İnsanoğlu iradesini istediği gibi 'iyi' şeylere de kullanabilir, 'kötü' şeylere de kullanabilir. Bu konuda hürdür. Ancak iyiye kullan›rsa 'makâfat' al›r, kötüye kullan›rsa 'ceza' görür.

Hukuk düzeninin temeli de bu esaslar üzerine bina edilmiştir. Devlet demek, bu demektir ve hukuk devleti olmakt›r. İşte bunlardan dolay› iyi insana 'mü'min' kötü olan insana da 'kâfir' denir. Ancak bu hiçbir zaman yazar›n ileri sürdüğü gibi iki s›n›f insan anlam›nda değildir. İnsan her zaman ve her an, iyi veya kötü olabilmekte, olaylar karş›s›nda iyi veya kötü davran›şlarda bulunabilmektedir. Doğuştan iyi veya kötü olan insan yoktur.

Dinler insanlar› hep iyi insan yapmak için uğraşmakta, peygamberler de bu yönde çaba sarfetmektedirler. B›rak›n›z ilâhî dinleri, hattâ fetişizmin bile gayesi ayn›d›r. Böyle bir inanca sahip olmazsan›z, hukuk düzeni oluşturamazs›n›z. Ak›l, sebep ve sonuçlar› bildirir. Yemek yemezsen ve g›dan› almazsan ölürsün, der. Ama ak›l ve ilim, ölmenin ne olduğunu ve ölüm ötesini söyleyemez; onu da 'his' söyler. İşte akl›n yan›nda yer alan bu sâlim hislere 'îman' denmektedir.

İslâmiyet'e göre;

İyi ve kötü insan yoktur, iyilik veya kötülük vard›r. Ameller niyetlere göredir. Herkes, 'ben iyi insan olacağ›m' dediği anda iyi insan olur; 'ben kötülük yapacağ›m' dediği anda da kötü insan olur. Her zaman, her yerde ve her toplulukta iyi ve kötü insanlar vard›r.

Cennete girmek için mutlaka peygamberlere îman etme şart› yoktur. Bile bile hakikati inkâr eden, gizleyen ve sapt›ran kimse 'kâfir'dir ve cehenneme gider. Ama bilmeyen veya istemeden hata eden kimse sorumlu değildir.

Kur'ân, baştan sona kadar insanlar›n tek anne ve babadan geldiklerini, başlang›çta tek bir topluluk olduklar›n› söyler. Aşiret, kabile ve kavimler ayr›l›k için değil; tan›nmam›z ve tan›şmam›z içindir. İyilik ve kötülük, insan›n iradesini iyi veya kötü yönde kullanmas› ise kişinin tamamen kendisine ait bir meseledir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâm düşünürleri Yunan'› şeriata uydurdular.

 

"F- ŞERİAT'a ayk›r› olur korkusu ile İslâm düşünürleri İKTİDAR'›n k›s›tland›r›lmas› ve kişi hürriyetlerinin güvenceye bağlanmas› fikirlerini savunmuşlard›r.

Farabi, İbn Sina İbn Rüşd, ve saire.. baz› konularda ve özellikle Şeriat'›n temel esaslar›na ayk›r› düşmeyecek hususlarda eski Yunan ve Roma kaynaklar›na inebilmişlerse de siyasal konularda ve özellikle halk devleti ve hükümeti, halk egemenliği, veya iktidar›n s›n›rland›r›lmas›, ve buna benzer nice hususlarda o kaynaklardan yararlanmak yoluna girme cesaretini kendilerinde bulamam›şlard›r. Her ne kadar Aristo'nun, Eflatun'un, Sokrat'›n fikirlerine sar›lm›şlarsa da Şeriat düzeninin öngördüğü mutlak devlet sistemine ayk›r› düşebilecek veriler konusunda onlardan ayr›lm›şlar veya onlar›n görüşlerini Şeriat'a uydurmağa çal›şm›şlard›r..."(s. 345)

 

MÜSLÜMANLARIN BİRİNCİ VAZİFESİ NEDİR?

FİLOZOFLARIN ÇATIŞMASI VE KELÂMCILARIN GÖRÜŞÜ

 

Müslümanlar›n birinci vazifesi:

Her söze kulak verip dinlemek... Sonra bunlar› değerlendirip içtihat etmek ve bu sayede sözün en iyisini bulmak... Sonra bulduğu en iyiyi yaşamak ve uygulamak... En sonunda da bu hakikati diğer insanlara duyurmak... Ve dâvete gelen olursa onlarla işbirliği yaparak iyi insan olman›n yollar›n› aramak ve bunu sağlayacak dünya düzenini kurmakt›r..

Müslümanlar işte bu sisteme uydular. Dünyadaki bütün medeniyetleri incelediler, içtihat yaparak en iyisini buldular ve ona uydular. Diğerlerini yani diğer medeniyetleri böyle yapt›klar› gibi, elbette Yunan'› da böyle yapacaklard›. Nitekim öyle yapm›şlard›r.

Bu arada Yunan'›n kâinat görüşünü benimseyen İslâm filozoflar› ile Yunan felsefesini ancak İslâmiyet'e uyduğu ölçüde kabul eden kelâmc›lar aras›nda tart›şmalar ç›km›şt›r.

Gazali, 'Tehafütü'l-Felasife'yi yazd› ki 'Filozoflar›n Çürütülmesi' veya 'Filozoflar›n Tutars›zl›ğ›' demektir. İbn Rüşd, ona cevap verdi ve 'Tehafütü't-Tehafüt'ü yazd› ki 'Felsefeyi Çürüteni Çürütmek' veya 'Tutars›zl›ğ›n Tutars›zl›ğ›' demektir. Osmanl› ulemas›ndan Hocazade de 'Tehafütü't-Tehafütü't-Tefahüt'ü yazd› ki 'Felsefeyi Çürüten Çürütmenin Çürütülmesi' demektir. Hocazade'ye cevap vermek için Avrupa'da faaliyete geçildi. Ama sonunda ilim filozoflar›n görüşlerini kökünden çürüttü.

Kâinat›n on milyar y›l önce patlay›p genişlemesi, entropinin büyümesi, tekâmül nazariyesi, kuantum nazariyesi, belirsizlik nazariyesi, zaman ve mekândaki izafilik hep kelâmc›lar› tasdik etti.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Farabi dini savaşlar› övmüştür.

 

"G- el-Farabi, hükümdar›n nitelikleri konusunda EFLATUN'un fikir-lerini benimser, fakat Şeriat'a uymak için Eflatun'un öngörmediği savaş (Cihad) unsurunu savunur.

El-Farabi, Aristo kadar Eflatun'a da yönelmiştir. "Al-Medina al-Fad›la" adl› eserinde, hükümdar›n nitelikleri konusunu işler ve Eflatun'un bu konudaki görüşlerini benimser. Örneğin hükümdarda bulunmas› gereken on iki niteliğin tümünü Eflatun'un "Republic" ("Cumhuriyet") adl› kitab›ndan alm›şt›r.

Ancak Eflatun'un öngörmediği din savaşlar› konusunu da ele almay› ihmal etmez. "Fusul" adl› yap›t›nda İslâm'›n temel kuruluşu say›lan "cihad" konusunu geliştirir ve öğer.  Farabi'nin bu konudaki fikirlerini eleştiren bir Arap yazar, bu büyük İslâm düşünürünün 'el-Medine el-Fad›la" adl› yap›t›nda Eflatun'a daha yanaş›r olduğunu ve "Fusul" adl› yap›t›nda ise Eflatun'u işlerken İslâmi esaslara yöneldiğini söyler. Bk. Farouk A. Sankari, "Plato and al-Farabi", ("The Muslim World", Vol. LX, no 3, July 1970, sh. 218-225)..."(s. 345)

 

 

İSLÂMİYET, 'SİLM' YANİ 'BARIŞ' DEMEKTİR

FARABİ, BARIŞI SAĞLAYAN SAVAŞI ÖVMÜŞTÜR

 

Bir insan›n karn›n› yarmak kötüdür, çünkü yap›lan bu ameliye sağl›ğa ayk›r›d›r, ›st›rapt›r, ac›d›r ve neticesi belki de ölümdür. Ama bir hastal›ktan dolay› ameliyet yapmak amac›yla ve sağl›k için karn› yarmak gerekebilir. Nitekim bugün sağl›k amac›yla sadece bir günde binlerce ameliyat yap›lmaktad›r. Savaş kötüdür, ama sağl›ğa kavuşturmak amac›yla ameliyat için nas›l hasta etmek meşru ise; ayn› şekilde bar›ş›n gerçekleştirilmesi için savaş da meşrudur. Savaş, sadece bar›ş için meşrudur.

İslâmiyet, 'silm' yani 'bar›ş' demektir. Kelime anlam› budur.

Medine Sözleşmesi'nde Yahudiler de Müslimler içine giriyorlard›; hattâ Müslüman olmam›ş müşrikler de girmiş bulunuyorlard›. Bugün bizim 'müslüman' dediğimiz kimselere ise 'mü'min' denmekteydi. Kur'ân'da da bu aç›kça ifade edilmiştir.

Savaş bar›ş içindir.

Müslümanlar, kendi mal ve canlar›n› feda ederek insanl›ğ›n mal ve can›n› emniyete alm›şlard›r.

Burada bu vesile ile Hz. Peygamber (s)'in hadisine dayanarak Müslim ve Mü'mini tan›yal›m.

Müslim; bütün Müslimlerin onun dilinden ve elinden selâmette olduğu kimsedir. Dünyada insanlar›n bir k›sm› güç ve kuvvete inan›r, 'haydi savaşal›m, kimin gücü yeterse dünya onun olsun', derler. Bu kas›tt›r. Diğer bir k›s›m insanlar ise, 'ben savaş değil bar›ş istiyorum, ben hiç kimseye zarar vermeyeceğim, elimden ve dilimden hiç kimse zarar görmeyecektir', derler. Böyle diyenler Müslimler olup, bunlar içtihat yaparak hakikati araşt›r›rlar. Bar›ş şemsiyesinin alt›na girip hiç kimseye zarar vermeyenler, Müslimlerdir.

Mü'min; bütün insanlar›n, kim olursa olsun herkesin, mal›n› ve can›n› ona emanet ettiği kimsedir. Mü'minler, sadece bu emaneti korumak için savaş›rlar. Bu sefer kendilerinin de başkalar›n›n mal›na ve can›na tecavüz etmemeleri için hakemlerin murakabesindedirler.

Farabi, savaş› değil, savaş› önleyen ve bar›ş› sağlayan savaş› övmüştür.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Müslümanlar Aristo'dan yararlanamad›lar,

savaş› ve iktidar› desteklemeyi b›rakmad›lar.

 

"III- BATI İLE ŞERİAT ÜLKELERİ ARASINDA ARİSTO'DAN YARARLANMADA FARKLAR.

Asl›nda Orta Çağ Bat›'s›n› ARİSTO'ya yeniden kavuşturan İslâm dünyas›d›r ve özellikle Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşt'dür. Öte yandan İslâm uygarl›ğ›n›n Aristo'dan kazand›ğ› pek çok şey vard›r. Denilebilir ki İslâm ilim ve kültürünün temel direği say›lan düşünürler hep Aristo kaynağ›ndan feyiz (ilim ve bilgi) alm›şlard›r... Ancak ne var ki İslâm düşünürlerinin Aristo'dan yararlanmalar› s›n›rl› ve tek yönlü olmuştur, şu bak›mdan ki Aristo'nun ak›lc›l›ğ› ön planda tutan ve demokrasi gelişmesine yol açan fikirlerini ele alm›şlar ve diğer görüşlerini de Şeriat'›n dar ve donmuş kal›plar›na uydurmağa çal›şm›şlard›r. Her ne kadar Bat› düşünürleri de Aristo'nun fikirlerini H›ristiyanl›ğ›n kat› çerçevesi içine almağa çal›şm›şlarsa da, İslâm yazar ve düşünürlerinden yine de farkl› ve çok daha ilerici denebilecek bir davran›ş içinde hareket edegelmişlerdir...(s. 346)

Örneğin savaş, ki İslâm'›n hemen hemen vaz geçilmez bir koşulu niteliğindedir, bir savunma arac› ya da hattâ sadece maddî ç›kar sağlay›c› araç değil ve fakat her şeyden önce dini yayma amac›d›r. Bundan dolay›d›r ki Kur'an ve Hadisler'de "CİHAD" deyimi geçer. Savaş din için yap›lmak zorunluğu olan bir şeydir...(s. 347)

Önemli olan gerektirmese dahi dini yaymak için Kâfirlere mutlaka sald›r›da bulunmak, ve savaşlar açmakt›r. Din bunu emretmiştir. Bu böyle olunca Şeriat düşünürleri için Aristo'nun "Devletin ve siyasî toplumun temel amac› iyi bir yaşam mutluluğunu sağlay›c› işler görmekdir" şeklindeki görüşünü benimsemek mümkün olmazd›..."(s. 348)

 

MÜSLÜMAN SADECE BARIŞ İÇİN SAVAŞIR

MÜSLÜMANLAR ARİSTO'DAN YARARLANDILAR

 

İslâm düzeni, ad› üstünde 'silm' yani 'bar›ş' düzenidir. Her şeyden önce bunu vurgulamam›z gerekiyor. Birbirleriyle bar›ş içinde olmak isteyenler bunu taahhüt etmelidirler. Bu taahhüdün gerçekleşmesi için 'lâ ilâhe illallah' yani 'Tanr›'dan başka Tanr› yoktur' demek yeterlidir. Bu kelime o kadar önemli ve her şeyi kapsayacak şekilde öz bir anlam ifade etmektedir ki, onu söyleyen ve benimseyen kimse art›k bar›ş düzenine girmiş demektir.

Daha başka bir ifade ile söylersek, bu düzene girmek için kendileri uğrunda savaş›lacak başka tanr›lar kabul etmemek yeterlidir. Daha doğrusu kâinat›n tek yarat›c›s› ve sahibi olarak Allah'a inanmak yeterlidir.

Bu arada baz› insanlar ateist olabilirler. Bu o kadar önemli değildir ve bunlar az›nl›kta olduklar› için topluluk aç›s›nda kötü ve tehlikeli değildirlerler. Kötü ve tehlikeli olan, Mekke müşriklerinde olduğu gibi her kabilenin bir putu yani tanr›s› olmas› ve kabilelerin her birinin kendi tanr›s› için savaşmas›d›r. Böyle bir toplulukta bar›ş› sağlamak imkâns›zd›r.

Bar›şa ve bar›ş düzenine sald›ranlar olursa, onlar› defetmek ve bar›ş düzenini savunmak gerekmektedir. Bu savunmay› gönüllüler gerçekleştirirler. Bu gönüllülere 'mü'min' denir. 'Müslim' olanlar ise vergi verirler ve bunlar da gerektiğinde savaş›rlar. Savaş, sadece bar›ş› korumak için yap›labilir. Başka amaçlarla savaş yap›lamaz.

Savaş› önlemek ve anlaşmazl›klar› gidermek için bir de 'hakemlik' müessesesi vard›r. Meselâ, yabanc› bir devlet bile kendini hakl› görme durumunda Türk hakemlerine başvurarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aleyhinde karar ald›rabilir ve savaş durur. Hattâ hakemlerden biri kendi ülkelerinden olabilir. Ancak 'baş hakem', aleyhine karar al›nacak ülkenin hakemi olmal›d›r.

İktidar, bar›ş› korumakla görevli olan bir teşkilâtt›r. Bundan dolay› ona karş› gelinmez. Ancak herhangi bir haks›zl›k yapmas› durumunda hakemlere gidilir ve haks›zl›k önlenir.

Bütün bunlara rağmen mevcut iktidar hakem kararlar›n› da uygulamazsa, o zaman o ülke terkedilir. Başka bir ülkeye 'hicret' edilir. Aksini yap›p o ülkede kalmak ve iç savaş› desteklemek ak›l kâr› değildir. Böyle bir şeyin yap›lmas›n› isteyende ak›l ve mant›k yoktur.

Müslümanlar›n Aristo'dan yararlanma konusuna gelince, doğrusu bazen ne diyeceğimizi şaş›r›yoruz. Yazar, yukar›da al›nt› yapt›ğ›m›z üzere konuya şu cümlelerle başlamaktad›r: "Asl›nda Orta Çağ Bat›'s›n› ARİSTO'ya yeniden kavuşturan İslâm dünyas›d›r ve özellikle Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd'dür. Öte yandan İslâm uygarl›ğ›n›n Aristo'dan kazand›ğ› pek çok şey vard›r. Denilebilir ki İslâm ilim ve kültürünün temel direği say›lan düşünürler hep Aristo kaynağ›ndan feyiz (ilim ve bilgi) alm›şlard›r..."(s. 346)

Yazar bunlar› söylüyor, bu gerçekleri bizzat kendisi itiraf ediyor; sonra da akl›s›ra Müslümanlar› tenkit ediyor. Ne diyelim? Allah ak›l, fikir, insaf ve en önemlisi îman nasib etsin!

Ama biz yine de her yerde ve her konuda olduğu gibi bu konuda da k›saca baz› bilgiler verelim. Akl›selim sahipleri için her konuda k›saca yazd›klar›m›z da yeterlidir. Anlamak istemeyenler için ise atalar›m›z ne güzel söylemiş: "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az!.."

'Bilgi Müslüman›n yitik mal›d›r, nerede bulursa almal›d›r' genel prensibini benimsemiş olan İslâmiyet, mensuplar›ndan bu prensibe titizlikle uymalar›n› emreder. İlim, kad›n - erkek bütün Müslümanlara farzd›r.

Elbette ulaş›lan her bilgi olduğu gibi al›nmaz ve kullan›lmaz. Önce İslâm eleğinden veya süzgecinden geçirilir. Bu değerlendirmeler yap›ld›ktan sonra al›n›r veya at›l›r.

İslâm Medeniyeti, kendinden önceki bütün kadîm medeniyetlerden yararland›ğ› gibi elbette Yunan Medeniyeti ve onun en büyük bilginlerinden biri olan Aristo'dan da yararlanm›şt›r. Ama bu yararlanma, yazar›n hep iddia edegeldiği üzere 'menfi' değil hep 'müsbet' yönde olmuştur. Her medeniyet ve her bilginin 'art›' olan yönleri al›nm›ş, 'eksi' olan yönleri ise at›lm›şt›r. İslâmiyet ve Müslümanlar aç›s›ndan Aristo'nun nasibi de bu olmuştur.

İslâm düzeninde halk;

Dini ne olursa olsun vatandaş olarak müslimdir,

selâmettedir ve bar›ş içindedir.

Mü'minler ise siyasi bak›mdan bar›ş› korumakla görevli olup bunu gerçekleştirmek için gerektiğinde savaş›rlar. Savaş, sadece bar›ş için yap›labilir.

Zalim yöneticilerin tasarruflar›,

Hakemler karar› ile durdurulabilir.

Yöneticiler hakem kararlar›na uymazlarsa veya hakemler adil olmazlarsa, müslimin vazifesi oras›n› terketmek ve hicret etmektir. Asla iç isyan, iç savaş ve ihtilâl değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Akuinas halka karş› sorumluluğu kabul ediyordu.

 

"A- St. Thomas d'Aquinas, seçimli ve meşruti bir monarşi sistemini öngörürken ARİSTO'nun Anayasalc› ve demokrasi görüşlerini kendisine dayanak yapar:

Şeriat ülkelerinin düşünürü, yazar› ve hukukçusu hep bir ağ›zdan iktidara mutlak ve körü körüne itaat gereğini din emri şeklinde işlerlerken, ve Aristo'dan yararlananlar bile onun Anayasalc› ve demokratik ve meşruti monarşi v.s. gibi fikirlerini bir kenara atarlarken Bat›'da, hem de din adamlar›...

D'Aquinas, H›ristiyan uygarl›ğ›n›n kurulabilmesi için AKIL verilerinin ve deneylerin, semavî hükümler (dinsel kurallar) önünde ihmal edilmesini değil, aksine ön planda kullan›lmas›n› öğütlemektedir.

"İKTİDAR'› kullananlar hem Tanr›'ya ve hem de halka karş› sorumludurlar; seçim ve meşruti monarşi sistemleri tercih edilmelidir".(s. 348)

T›pk› Aristo'nun dilediği gibi Aquinas da seçimli ve meşruti bir Monarşi'yi diğer hükümet ve devlet çeşitlerine tercih etmekteydi. Bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask› Alfred & Knoph, 1967, sh. 289)"(s. 349)

 

BAŞKANLARI DEĞİŞTİRME MEKANİZMASI;

TEŞRÎ HİZMETİ VE SEÇME İLMÎ ŞÛRAYA AİTTİR.

 

Hükümdarlar›n Allah'a karş› sorumlu olduklar› kesindir. Ancak halka karş› sorumluluk nas›l olacakt›r? Halk›n memnun olmamas› halinde hükümdarlar› düşürmektir. Bu da doğru olabilir. Ancak bu sefer önümüze yeni bir sorun ç›kmaktad›r.

Hükümdarlar savaşs›z, özellikle iç savaşs›z ve ihtilâl yapmaks›z›n nas›l düşürülecektir? Çünkü iç savaş ve ihtilâl, devlet ve topluluklar› çökertir. Bazen y›k›lmalar›na sebebiyet verebilir.

Bir şeyi tenkit etmek veya kötülüklerini söylemek yetmez. Ayn› zamanda alternatif çözümler de getirmek gerekir.

İslâmiyet, bunun mekanizmas›n› getirmiştir. Böyle bir durumda veya gerektiğinde, şûra üyeleri başkana itaat etmez ve onu ambargo alt›na al›rlar. Başkan art›k iş yapamaz duruma gelir. Fahri başkanl›ğ› devam etmek şart›yla, aktif başkanl›ğ› sona erer. İlmî şûran›n ittifakla alacağ› bir kararla, aktif başkan fahri başkanl›ğa terfi ettirilebilir.

Fahri başkan, protokolda başkandan öncedir. Maaş›n› aynen almakta ve başkanl›k lojman›nda oturmaya devam etmektedir. Ancak art›k emredeceği kişi sadece bir kişidir.

İslâm düzeninde;

Teşrî hizmeti ilmî şûraya aittir. Seçme de ilmî şûraya aittir. Seçim ittifakla olmal›d›r. Azil de ittifakla olabilir.

Şûra, beş ile on kişi aras›nda ulema grubundan oluşur. Ordu bu seçilmişlere itaat edecektir. Çünkü ilim şûras›n› seçen halk ile siyasî kuruluşlara bağlanan halk ayn›d›r.

Halk her zaman şûralar› değiştirebilir,

yeni ilmî kuruluşlar oluşturabilir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Akuinas denetleme modeli getiremiyor.

 

"Halk›n istibdat idaresine karş› direnmesi gerektiği.

Aristo'dan yararlanan İslâm yazar ve düşünürleri halka mutlak itaat, ve müstebid davransa bile Halife'ye körü körüne boyun eğme fikrini işlerlerken AQUINAS, aksine, mutlakiyet idaresine karş› halka DİRENME öğütünü vermekteydi. İstibdat'a karş› halk direnmesinin meşruiyetini ve hukukîliğini savunurken gözönünden uzak tutulmamas› gereken bir husus olduğunu ve bunun da devlete karş› yukardaki nedenle direnmenin kötüye kullan›lmamas› ve devleti zarara uğratacak şekillere sokulmamas› görüşünü aç›klamada idi...

Yaln›z bu s›n›rlaman›n ne şekilde yap›lmas› gerektiği konusunda fazla bilgi vermemekteydi. Bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask› Alfred & Knoph, 1967, sh. 289)"(s. 349)

 

BATI DENETLEME MODELİ BULAMAMIŞTIR VE BULAMAZ

İSLÂM DÜZENİNDE DENETLEME ÇOK BASİTTİR

 

Bat› dünyas›, bugün de henüz bir denetleme modeli bulamam›şt›r. Böyle bir denetleme mekanizmas› yoktur. Bat›'da iktidar olanlar, ekonomi başta olmak üzere bütün güçleri ellerinde tutuyorlar ve halk› büyük bir bask› alt›nda tutarak seçime götürüyorlar.

Meselâ, son y›llarda medya halk› yanl›ş yönde yönlendirmek ve aldatmak için ac›mas›zca kullan›labilmektedir. Keşfedilen her yeni şey halk›n lehine değil de aleyhine kullan›lmaktad›r. Hükümetleri düşürmek, k›smen var olan dengeleri de alt üst ettiğinden verimli olam›yor ve bu yöntem de işlemiyor.

Hastal›kl› Bat› demokrasisi, birçok sorun gibi bu sorunu da çözememiştir. Bize göre, genel yap›lanma yanl›ş ve sağl›ks›z olduğu için çözmesi de mümkün değildir. Bat› hastad›r ve ad›m ad›m mutadder sonuna doğru  yaklaşmaktad›r.

İslâm düzeninde;

Denetleme çok basit bir formüle bağl›d›r. Halk her istediği an temsilcisini değiştirebilmektedir. Bu mekanizma sayesinde her temsilci her an halk›n denetimindedir.

Temsilci, temsil ettiği kimse adedince gelire, bütçede ve diğer kararlarda söz ve oy gücüne sahiptir.

Başkanlar da, hiçbir şeyi kendileri yapmay›p her iş şûralar taraf›ndan yürütüldüğü için otomatikman denetleniyorlar.

İlmî şûran›n ittifak› ile başkan da değişebilmektedir.

İslâmiyet;

Yerinden yönetim, hakemlik, içtihat ve hicret sayesinde her türlü siyasî sorunlar› çözmüştür. Halk temsilcileri denetlemekte, şûra da başkan› denetlemektedir. Başkan›n herhangi bir bürokratik organ› olmad›ğ› için bask› ve zulüm yapabilmesi söz konusu değildir. Çünkü şûra d›ş›nda yürütücü bir organ› yoktur.

 

*    *   *

 

Yazara göre

Aristo Avrupa'da 1215 y›l›nda okunmaya başland›.

 

"B- Orta Çağ'da ilk Üniversite gelişmeleri s›ras›nda öğretime ARİSTO Felsefesi ve ak›lc›l›ğ› rehberlik etmekte.

Orta Çağ'da Bat›'n›n ilk üniversitelerinde ve özellikle Paris üniversitesinde (daha 1215 y›llar›nda) ARİSTO felsefesi ve Aristo'nun yap›tlar› öğretim program›na al›nm›şt›r.

Eski Yunan ilimleri ve örneğin T›p, İslâm düşünürlerinin arac›l›ğ› ile (İbn Sina, gibi) Bat›'da daha o tarihlerde okutulur olmuştu...(s. 349)

Fakat önemli olan husus şudur ki, XII ci ve XIII cü yüzy›l boyunca din konular› ve problemleri hep eski yunan felsefesinin ve özellikle Aristo'nun AKILCI kayalar›na çarpar olmuştur... Fakat her şeye rağmen bütün bu devirler boyunca ARİSTO (özellikle Paris Üniversitesinde) okutulabilmiş ve h›ristiyan teolojisini etkiliyebilmiştir. Bu hususlarda bk. Charles Homer Haskins, The Rise of Universities, (Ithaca, New York, tenth printing 1967, sh. 30-52)"(s. 350)

 

YUNAN KALSİKLERİNİ İSLÂMİYET KORUMUŞTUR.

MÂNA VE MADDE / DOĞU VE BATI MEDENİYETLERİ

 

Medeniyetler ›rmaklar gibidir. Gün gelir kurur, yaşlan›r ve bulunduklar› yerlerde unutulur giderler. Kumlar aras›na dal›p yok olurlar ve bir de bakars›n›z başka bir zaman ve mekânda yeniden ortaya ç›k›p yeni bir medeniyet oluverirler.

H›ristiyanl›ğ›n etkisiyle Yunan klasikleri Bat› dünyas›nda unutulup gittiler. İslâmiyet, onlar› yeniden keşfedip ortaya ç›kard› ve insanl›ğa kazand›rd›. Bat› dünyas›, H›ristiyanl›k taassubu sebebiyle İslâmiyet'i doğrudan doğruya alamad›ğ› için; 'rönesans' ad› alt›nda Yunanlaşt›rarak almaya çal›şt›.

Dikkat edilecek olursa, Bat› geçmişini anlat›rken as›l hocas› olan İslâm Medeniyeti'ni geçiştirmek için İslâmiyet'in bin y›ll›k tarihini 'karanl›k çağ' deyip atmaya çal›ş›r. Atar ve atlamaya çal›ş›r, çünkü o dönemi fazla kurcalarsa alt›ndan derhal İslâmiyet cevheri ç›kar. Biz bu tesbitimizi ve görüşümüzü, öğünme vesilesi olsun diye zikretmiyoruz. Ama inkârc› insanlar›n tabiat› budur. Halbuki çok iyi bilinir ki, her medeniyet için durum böyledir ve mutlaka eski medeniyetlerden yararlanarak onlar üzerine kurulur. Nitekim İslâm Medeniyeti için de durum öyle olmuştur ve Müslümanlar o medeniyetlerden yararland›klar›n› inkâr etmemektedirler.

Bat› dünyas› bu gerçeği niçin inkâr eder? Her halde inkârc›lar›n tabiat› ve psikolojisi budur. Nankörlük ve itham.

Nitekim bizim yazar›m›z da öyle yapm›yor mu?!.

İslâmiyet'e göre;

Makro küllî iradenin elindedir.

Allah öyle olmas›n› istediği için öyle olmuştur.

İnsan nas›l ruh ve bedenden ibaret ise; medeniyetlerin de bir tekniği ve maddesi var, bir de hukuku ve maneviyat› var.

Medeniyetlerin maddesi ülkeleri îmar eder, mânas› da insanlar› kültürlü yapar. Hakka dayal› doğu medeniyetleri mâna medeniyetleridir. Kuvvete dayal› bat› medeniyetleri de madde medeniyetleridir. Önce mâna (ruh) oluşur, arkas›ndan madde (beden) doğar. Sonra mâna çöker, mâna çökünce madde de çöker. Yeniden mâna medeniyetleri doğar.

Eskiden, Son Peygamber Muhammed (s)'e kadar, mâna medeniyetlerini peygamberler oluşturuyorlard›. Bundan sonra Kur'ân'a inan›p onun yolunu izleyen ilim adamlar› yeni mâna medeniyetini kuracaklard›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

 

İbn Rüşd Aristo'yu Avrupa'ya tan›tt›,

kendisi yararlanamad›.

 

"C- İbn Rüşt kanaliyle ARİSTO'yu eleştiren Padual› MARSİGLİO (Ölümü 1343) onun Halk egemenliği fikirlerini işler ve yaymaya çal›ş›r.

Marsiglio'nun fikir yaşam›nda en fazla rol oynayan bilgin İbn Rüşt olmuştur. Marsiglio İbn Rüşt'ten yararlanm›şt›r ama İbn Rüşt'ün kendi görüş ve fikirlerinden değil ve fakat sadece Aristo konusunda naklettiklerinden. Aristo'yu kendisine nakletti diye, İbn Rüşt'e minnettard›r; O İbn Rüşt ki Aristo'ya hayran olmakla beraber Aristo'nun demokrasi ve halk egemenliği konusundaki fikirlerine yanaşmam›şt›r... Bu hususlarda bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask› Alfred & Knoph, 1967, sh. 299)"(s. 350)

 

 

 

MEDENİYETLERİ VE SİSTEMLERİ İYİ BİLMEK GEREKİR;

İSLÂM DÜZENİNDE  KÖLELİK ESAS DEĞİLDİ.

 

Medeniyetleri iyi tan›mak ve medeniyetler tarihini iyi bilmek gerekir.

Mezopotamya Medeniyeti, site devletleri medeniyetidir.

M›s›r Medeniyeti, merkezî krall›k devletidir.

İbranî Medeniyeti, hukuk devleti medeniyetidir.

Yunan Medeniyeti, çoğunluk sistemi medeniyetidir...

Kuvvet medeniyetlerinde insanlar, 'vatandaş olanlar' ve 'vatandaş olmayanlar' diye ikiye ayr›l›rlar. Vatandaş olmayanlar›n şahsiyetleri yoktur, eşya gibi muamele görürler. Daval› ve davac› olamazlar. Onlar›n haklar›n› düzenleyen bir kanunun varl›ğ› da söz konusu bile değildir.

Hakka dayal› medeniyetlerde ise köleler bile bu durumda değildirler. Köle, sadece vatandaş olmad›ğ› için mülk edinemez, ama her türlü haklara sahiptir. Kişiliği vard›r.

Yunan Medeniyeti, İbranîlerin kitab› Tevrat yerine, seçkin s›n›f›n ekseriyet sistemini benimsemiştir. Politeizm, dinin varl›ğ›n› kabul ediyor ama devletin emrinde olmas›n› öneriyor. Son derece primitif ve işlerliği yani uygulanabilirliği olmayan bu görüşlerin neresinden yararlan›lacakt›?

İbn Rüşd, Sokrat ve arkadaşlar›n›n yanl›ş olduğu ancak 20. yüzy›lda anlaş›lan dünya görüşünü benimsemişti.

İslâmiyet'e göre;

Kölelik as›l değildir. Savaşlar sonunda ortaya ç›kan esirler, vatandaşl›k eğitimi gördükten sonra vatandaş yap›l›rlar.

Bir toplulukta nas›l çocuklar var ama düzen çocuklara değil de erginlere oturtulursa; bir toplulukta köleler de vard›r ama düzen onlar üzerine oturmaz ve onlar geçicidirler. Bunun d›ş›nda, savaşa kat›lanlar ile savaşa kat›lmayanlar aras›nda fark vard›r.

Din, ilim ve iktisat aç›s›ndan bütün vatandaşlar eşittir.

Siyasette ise, askerlik bedelini vererek savaşa kat›lmayanlar›n, bucak ve sitelerde siyasi haklar› vard›r, kendi sitelerini kendileri yönetirler; ama devlet içinde siyasi haklar› yoktur. Çünkü devletin görevi d›ş güvenliktir. Askerlik bedeli ödeyenler, kendi istekleri ile d›ş güvenliğe bedenen kat›lmama karar› alm›şlard›r.

İslâm düzeninde;

Ekseriyet sistemi yoktur, icma ve içtihat vard›r.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Bat› Aristo'yu ve ak›lc›l›ğ› İbn Rüşd'den öğrendi.

 

"D- William of Ockham (ölümü 1349) ve Wyclif (ölümü 1384) Kişi'ye güven ve kişi'nin ak›l yolu ile yaşamlar›n› DÜZENLEMESİ usullerine iman BESLERLERKEN:

XIV cü yüzy›l›n bu ünlü düşünürleri (ayni zamanda din adamlar›) İbn Rüşt'ten yararlanarak Aristo kaynağ›na inmişlerdir, fakat kişideki AKILCI YÖNÜ üstün sayarak...(s. 351)

William Ockham, aş›r› bir relativism ve var olan bütün kuruluş ve kurumlara karş› s›n›rs›z bir umutsuzluk duygusu içerisinde kişisel ak›lc› davran›ş›n üstünlüğü fikrine saplanm›şt›. Doğru yol ve hakl› işlem, ona göre ancak kişi'deki irade ve vicdan kanaliyle bulunabilirdi. T›pk› Aristo'nun "Ak›l ve Vicdan" işbirliğinden anlad›ğ› gibi. Bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask› Alfred & Knoph, 1967, sh. 301).

İmdi, bütün bunlar› göz önünde tutarak kendi kendimize soral›m:

Hangi İslâm yazar ve düşünürü Şeriat düzeni içerisindeki kurum ve kuruluşlara karş› imans›zl›k beslemiş ve kişisel ak›l ve vicdan yolunu en doğru yol, en uygun sonuç olarak görmüştür? "Ben akl›m› hiç kullanmam ve kullanmad›m" diyen ve Şeriat kurallar› d›ş›nda hiç bir davran›şa yönelmediğini söylemekle gururlanan zihniyeti yukardaki bir kaç örnekle karş›laşt›r›p demokrasi ve meşrutiyet ve hürriyet gelişmesi yönünde İslâm dünyas›nda neden ad›m at›lmad›ğ›n› anlamak kolayd›r."(s. 352)

 

 

BATI MEDENİYETİNİN ÖZELLİĞİ

İSLÂMİYET HER ÇAĞDAKİ PROBLEMLERİ ÇÖZER

 

Öncelikle Bat› Medeniyeti'ni tan›yarak işe başlayal›m.

Bat› Medeniyeti'nin en önemli özelliği, deneyciliktir. Bat› dünyas› ilmi spekülatif birtak›m muhakemelerle değil, deneyler yaparak, tabiî ve sosyal kanunlar› ortaya ç›karmak ve onlar› tahkik etmek suretiyle elde eder. Bu metodun temelinde usûl yatar ki o da şudur: Eski Yunan, mant›kta 'tümden gelim' metodunu kulland›. Deneyle tahkik etmedi. Birtak›m yanl›ş ve k›s›r döngüler içinde yaşad›. Bat› ise 'tüme var›m' usûlünü benimsedi. Denedi, genelleme yapt› ve tabiî kanunlar› ortaya koydu. Sebep - sonuç ilişkilerini buldu. Sebepsiz bir şey kabul etmedi.

Bat› dünyas›;

Bu 'tüme var›m' metodunu nereden ve kimden öğrendi?

Bu metodu İslâmiyet'ten öğrendi.

Şöyle ki: Allah Tevrat ve İncil'de olanlar›n aksine, Kur'ân'da teferruatlar› hükümler olarak koymad›. Bunun yerine birer örnek verdi ve dedi ki; bu örneklerin illetlerini bulun ve diğerlerini bunlara k›yaslay›n. Her hükmün bir illeti vard›r, onu da siz kendi çaban›zla bulacaks›n›z, dedi. Ayr›ca illetlere de işaret etti.

Bunun anlam› şuydu; fizikte nas›l sebepsiz sonuç olmazsa, hukukta da illetsiz hüküm olmazd›. Kâinatta nas›l illetleri aray›p bulma varsa, hukukta da illetleri aray›p bulmak gerekiyordu. İşte bu uygulamaya ve usûle 'k›yas' denmektedir.

'K›yas-› aklî' Yunan mant›ğ›d›r ve tümden gelim metodudur.

'K›yas-› şer'î' ise İslâm mant›ğ›d›r ve tüme var›m usûlüdür.

Müslümanlar, hukukta ve dilde bu mant›ğ› kulland›lar ve başar›l› oldular. Ayn› mant›ğ› Müslümanlardan öğrenen Bat›l›lar, bunu dillerine ve hukuklar›na uygulayamad›lar, ama tabiî ilimlere uygulad›lar ve işte buna dayanarak bugünkü Bat› Medeniyeti doğdu.

Kur'ân işte budur. Kur'ân, metod ve usûl öğretir. Kur'ân'›n öğrettiği usûl ile hareket ettiğinizde başar›ya ulaş›rs›n›z.

Bat› dünyas›, Müslümanlardan öğrendiği tüme var›m sistemini kamufle etmek amac›yla Aristo'yu öne sürmektedir. Oysa Aristo mant›ğ›n›n meseleleri çözmediği aç›kça görülüyor.

İslâmiyet;

Tümden gelim metodu kadar tüme var›m metodunu da önermiştir. Bu sayede her çağa ve her devre ait meseleler çözülebilmektedir. Nasslar›n illetlerini de değiştirerek pekâlâ yepyeni bir dünya kurulabilir.

Meselâ, şarab›n yasaklanmas›n›n illeti sarhoşluk kabul edilmiştir. Ama onun yerine irade zaafiyeti de olabilir ve sigara da haram edilebilir. Fizikte de, değişik tan›mlarla değişik kanunlar elde edilebilir.

İşte böylesine zengin ve derin düşünme usûllerini öğreten Kur'ân ve İslâmiyet'tir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İngiliz hakimleri anayasa taraftar› idiler.

 

"E- Hakim FORTESCU'lar, BRACTON'lar ve COKE'lar ve diğerleri uygulama alan›nda Anayasal rejimleri desteklerler.

Bizim büyük Padişahlar›m›z ve yöneticilerimiz keyfî ve müstebid iktidar yolu ile milleti inim inim inletirlerken ve keyif uğruna kelleler uçururlarken, ve din adamlar›m›z da, bütün gücleriyle, onlara fetvalar yağd›r›rlarken, Orta Çağ Bat›s›nda, sadece düşünürler ve teorisyenler değil ve fakat hukukçular ve yarg›çlar da istibdat yönetimine karş› direnmede ve meşruti sistemleri getirme çabas›nda idiler. Bunlar›n baş›nda XV ci yüzy›l İngiliz yarg›çlar›ndan Sir John Fortescue (ölümü 1476) gelir... Fortescue'nun özelliği, İngiliz Anayasa sistemi konusunda kendisinden önceki yazarlardan özellikle hukukçulardan farkl› olmas›d›r. "İngiltere'nin Yönetimi" ve "İngiliz Hukuk Sistemi'nin Değerliliği" adl› yap›tlariyle İngilterenin demokrasi gelişmesine büyük katk›lar› olmuştur... Sir John Fortescue'nun bu iki kitab›n›n ad› "Governance of England" ve "On the Praise of English Law" dur.(s. 352)

Fortescue, böylece kendisinden sonra gelecek olan Bracton ve Coke ve Locke gibi büyük hukukçular ve hakimleri serisinin ilk halkalar›ndan biri olarakt›r..."(s. 353)

 

 

 

TEVRAT, İNCİL VE KUR'ÂN'IN GETİRDİĞİ HÜKÜMLER

İSLÂM DÜZENİNDE HUKUKUN UYGULANMA ŞEKLİ

 

Tevrat, düzene ait hükümler getirmişti. Ancak bu hükümler daha çok özel hukukla ilgiliydi. Az olmakla birlikte, kamu hukuku ile ilgili hükümler de vard›. Tevrat hükümlerini uygulayan İbranîler, s›btlar (partiler/ kabileler/ akileler) hâlinde teşkilâtlanm›ş ve ayr›ca sürgün sistemi de getirilmişti. Hattâ sürgünlerin yaşad›ğ› özel siteler oluşturulmuştu.

İncil ise şeriatla ilgili hükümler getirmedi ve bu konuda Tevrat'a uyulmas› gerektiğini söyledi. Ancak Yahudi olmayan H›ristiyanlar, Tevrat'› uygulama yerine Hz. İsa'n›n öğretileri doğrultusunda kendi örflerini birleştirdiler ve uygulad›lar. Kilise ve krallar anlaşm›ş, ortaklaşa halk› yönetiyorlard›...

İslâmiyet'in etkisinde kalan Bat› dünyas›, art›k din adamlar›n›n veya krallar›n keyfi ile değil de, yaz›l› metinlere göre yönetilmeleri gerektiğini düşünmeye başlad›lar. Ne Roma'da ne de Tevrat'ta akit serbestliği vard›. Bu çağlarda akit serbestliği yoktu.

 

Kur'ân ve İslâmiyet akit serbestliğini getirdi ve uygulad›.

İslâm dünyas›nda yap›lan bu uygulamalar›n etkisiyle Bat› dünyas›nda da akit serbestliğine dayanarak bir hukuk sistemi oluşturma fikri gelişmeye başlad›. Deniz ve adalar ülkesi olup s›k s›k değişik uluslarla ilişkiler kurmuş ve onlar›n etkisinde kalm›ş bulunan İngiltere, yavaş yavaş bu İslâmî sisteme geçti ve uygulamalar yapmaya başlad›. Bu ülkede Kara Avrupas›nda olduğu gibi kanl› ihtilâller ve krall›klar›n vahşice devrilmesi katliamlar› yaşanmad›. İngiltere bu sisteme yumuşak geçiş yapt›, buna bağl› olarak bugün bile hâlâ krall›k uygulanagelmektedir.

Yazar›n sözünü ettiği hakim ve hukukçular, İslâmiyet'in bu dönemdeki etkisiyle yetişmişlerdir.

 

İslâm düzeninde;

Özel hukuk içtihatlarla ve değişik mezheplere kat›lanlar için değişik çözümler olarak uygulan›r.

Kamu hukuku ise değişik sitelerde değişik sözleşmelerle ortaya ç›kar ve vatandaş istediği sitede yaşar.

Devletin görevi d›ş güvenliktir.

Savaş hâli d›ş›nda, iller ve bucaklar tamamen bağ›ms›zd›r.

Savaş hâlinde ise savaş hukuku uygulan›r ve bu geçici bir hâldir.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre,

Bat›'da 1000 ile 1500 y›llar› aras›nda

parlamento niteliğinde bir meclis vard›r.

 

"IV- BATI, ORTA ÇAĞ KARANLIKLARINDA BİLE "TEMSİL" ORGANLARINA SAHİP.

Bütün bu yukar›ya ald›ğ›m›z bir kaç örnek Bat›'n›n meşrutiyet sistemi ve temsili demokrasi yönündeki gelişmesinin s›rr›n› çözer niteliktedir. Kişi'deki ak›lc› nitelikleri değerlendiren ve halk egemenliği ve İktidar sorumluluğu konular›n› işleyen bu yazar ve düşünürler sayesindedir ki Bat› ülkelerinde temsilî nitelikteki organlar çok erken tarihlerde ortaya ç›kmağa başlam›şt›r. XI ci yüzy›l ilâ XVI c› yüzy›llar aras›nda "yani 1000 ilâ 1500 y›llar› aras›nda bütün Bat› Avrupas› ülkelerinde parlamento niteliğinde kuruluşlar görülmüştür". Bu hususlarda bk. Frederick B. Artz, The Mind of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Bask› Alfred & Knoph, 1967, sh. 304)..."(s. 353)

 

DOĞU VE BATI'DA SİYASÎ YAPILANMA

İSLÂM DÜZENİNDE SİYASÎ YAPILANMA

 

Bat› toplumlar› s›n›flaşmaya dayan›r. Asilzadeler ülkeyi yönetirler. Krallar, asilzadelerle anlaşmak ve onlar› onurland›rmak zorundad›rlar. Aksi halde ülke yönetimine hakim olamazlar ve ülkeyi yönetemezler. Asilzadeler meclisi o ülkenin parlamentosudur. Eski Yunan da aynen böyledir.

İslâmiyet'te ise böyle bir s›n›f yoktur. Hükümdarlar, muharip s›n›fa dayan›rlar ki onlar da bütün Müslümanlard›r. Halk ise z›mmîlerdir. Onlar ekonomik hizmetleri yüklenmişlerdir.

İslâmiyet'in bu yap›s›n›n çok iyi anlaş›lmas› gerekmektedir. Halk zorla Müslüman edilmediği için fethedilen ülkelerde Müslümanlar az›nl›ktad›rlar. Müslümanlar bu ülkelerde savaşç› ve yöneticidirler. Bat›'n›n şövalyelerine benzerler. İslâm devletlerindeki Bat› halk› gayrimüslimlerdir. Aşağ› yukar› ayn› denge vard›r. Savaşç›lar ülkeyi savunmak için savaş›r ve yönetir; halk ise ekonomik işleri yüklenerek çal›ş›r ve vergi verir. Böylece ülke güvenlik içinde yaşar ve mamur hâle gelir. Bu durum Doğu'da da böyle Bat›'da da böyledir.

Bu konuda Bat›'n›n Doğu'dan fark› şudur:

Bu ay›r›m Bat›'da doğuştand›r, Bat› dünyas›nda insanlar ya asker veya halk olarak doğar. İnsan isteyerek ve istediği zaman asker olamaz.

İslâm düzeninde ise bu bir cümleyi telaffuz etmek kadar kolayd›r ve 'ben asker olmak istiyorum' demekten ibarettir. O insan o andan itibaren asker ve yöneticidir.

Bat› dünyas›nda halk, bu savaşç›lara bağl› idi. Asilzadeler azd›. Doğu'da ise savaşç›lar çoktu. Krallar›n parlamento oluşturmas› mümkün değildi. İslâmî sistem unutulmuştu.

 

İslâm düzeninde;

Aşiretlerde her gün beş defa içtima eden parlamentolar vard›r. Bu içtimaya kad›n - erkek, çocuk - ihtiyar herkes kat›l›r veya kat›lmak zorundad›r.

Bucaklarda haftada bir defa içtimalar yap›l›r ve erkekler bu içtimalara kat›lmak zorundad›rlar; kad›nlar isterlerse kat›labilirler ve oy verme hakk›na sahiptirler.

İllerde yüksek tahsillilerin oluşturduğu ve haftal›k toplant›lar›n› yapan il parlamentosu vard›r.

Devlet merkezinde de üstün tahsillilerin oluşturduğu ve haftada bir defa toplanan devlet parlamentosu vard›r. Bunlar tahsilliler aras›nda temsilen gelirler.

Mekke'de Müslümanlar y›lda bir defa uluslararas› kongre yaparlar.

Bunlardan başka daha ne isteniyor?

Bu toplant›lar›n dinî olmay›p siyasî olduğunda ittifak vard›r.

Başkan yoksa ve toplant› nisab› oluşmam›şsa toplant› yap›lamaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Kilise Bat›'da devlet gibi teşkilâtland›.

 

"V- BATI'DA ORTA ÇAĞLARDA (200- 1500 MİLADİ) KİŞİ HÜRRİYETLERİNİN DÜNYEVİ İKTİDARA KARŞI KORUNMASINDA KİLİSE'NİN OYNADIĞI ROL.

KİLİSE'nin ÖRGÜTLENMESİ ve GÜÇLÜ BİR KURULUŞ NİTELİĞİYLE ORTAYA ÇIKMASI;

BATI'da, H›ristiyanl›ğ›n doğuşundan sonra KİLİSE'nin yavaş yavaş örgütlenmesinin ve Devlet'e rakip olabilecek şekilde güçlü bir kuruluş haline gelmesinin Anayasalc›l›ğ›n ve demokrasinin gelişmesinde önemli rolü olmuştur... Roma İmparatorluğunun DOĞU ve BATI diye ikiye ayr›lmas›ndan sonra Kilise'nin durumu daha belirli hale geldi...(s. 354)

Devlet'in "selfgovernment" olma nitelikleri kayboldukca KİLİSE, kendisini bu niteliklere sahip görmekle HALK'›n sahibi olarak ortaya ç›kmağa başlad›. Bu durum ona güç kaynağ› teşkil etti ve böylelikle kendisini DEVLET karş›s›nda en güclü bir rakip sayd›. Bu konularda bk. G. G Coulton, Studies in the Medieval Thought, (New York 1965, sh. 21-22)."(s. 355)

 

.İSLÂMİYET'TEN ÖNCE VE SONRAKİ DİN ANLAYIŞI

İSLÂMİYET DEVLET VE DİN AYIRIMINI GETİRMİŞTİR

 

İslâmiyet'ten önce, ister dinî devlet olsun ister lâik devlet olsun, hepsi de bir dine bağl›yd›. Bir devlet içinde ayr› ayr› dinler yaşayamazd›. Bir dine mensup olanlar da başka başka devletlerde bulunamazd›.

Bundan dolay› her kavmin ya ayr› peygamberi vard› veya kendi inan›şlar›na göre ayr› tanr›s› vard›. Politeizm bu inan›şlardan doğmuştur. Avrupa'-da as›rlarca süren zulümler de bu inan›şlar ve dinî anlay›şlar ad›na yap›lm›şt›r. Zulümler önce H›ristiyanlara yap›ld› ve insanlar sürekli olarak bask› alt›nda tutuldu.

Gelenek H›ristiyanl›ktan sonra da devam etti. Bu sefer zulüm H›ristiyanl›k ad›na yap›ld› ve herkes zorla H›ristiyanlaşt›r›ld›. Kilise devlet gibi güçlendi ve insanlara hep tek din ve tek inanç dayat›ld›. Ayn› dinde ama başka mezhepte olmalar›na bile tahammül edilemedi. Bizans'ta birlik sonuna kadar devam etti. Bat›'da ise kavga bir türlü bitmedi. Y›llarca süren savaşlar oldu. Önce imparatorluk y›k›ld›. Kilise bir müddet daha birliğini koruyabildi. Sonra her devlet ayr› ayr› mezhepler geliştirdi milletler bu sayede istiklâllerini korudular. Ama aralar›ndaki mücadele ve savaştan da bir türlü vazgeçmediler. Bu çat›şmalar› 20. yüzy›la kadar taş›d›lar.

İslâmiyet'in;

Yapt›ğ› inkilâplar›n baş›nda bu ay›r›m gelmektedir.

İslâm düzeninde, art›k devlet ve din ayr›d›r.

Devlet, değişik dinlere mensup insanlar›n din ve vicdan hürriyetini sağlar, iç ve d›ş güvenliği temin eder ve savunur.

Dinler, zorlama yapmadan insanlar› kendi inançlar›na çağ›r›rlar. Bir devlet içinde çeşitli dinlere mensup insanlar yaşayabildiği gibi, ayn› dinden olan insanlar da değişik devletlerde teşkilâtlan›p yaşayabilirler.

İslâmiyet'in hükümran olduğu yerlerde bu anlay›ş sonuna kadar ve harfiyen uygulanm›şt›r.

İslâmiyet'te tek dinî organizasyon yoktur, bundan dolay› bu alanda çoklu yap›lanma gerçekleştirilmiştir.

İslâmiyet'in inanç, din ve vicdan ile ilgili hoşgörülü bu anlay›ş›ndan sonra, yeryüzünde yavaş yavaş din savaşlar› sona ermiş ve ayn› dine mensup insanlar bir arada yaşayabilmeye başlam›şt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Kilisenin zay›flamas› ile monarşiye gidildi.

 

"VI- BATI'DA ORTA ÇAĞ'LARDA (200-1500) DÜNYEVİ İKTİDAR'IN KİLİSE MARİFETİYLE KISITLANDIRILMASI.

"Kişi değeri ve hürriyetleri" k›stas›na yer veren KİLİSE Dünyevi İKTİDAR'›n keyfiliklerine karş› ç›kmakta.

J. Friedrich, "Constitutional Government and Democracy" adl› kitab›nda Bat›'da demokrasi yönündeki gelişmeleri eleştirirken, bunun kaynaklar›n›n ne olduğu konusunda özet olarak şunlar› söyler. Orta Çağ'›n en karanl›k dönemlerinde bile Bat› uygarl›ğ›ndaki hükümet sistemleri Anayasal bir düzeyde yol alabilmişlerdir. Bunun nedenlerini H›ristiyanl›ğ›n kişi haysiyetine verdiği değerde aramak gerekir. Katolik mezhebinin otoriter ve diktatoryal yönlerini gözlerde büyütüp Kilise'nin Orta çağlar boyunca dünyevî iktidar› frenlemek ve s›n›rlamak hususundaki olumlu davran›şlar›n› görmemezlikten gelmek hata olur...(s. 355)

Kilise'nin zay›flamas›, yani uhrevî iktidar›n güçten düşmesi dönemlerinde, ve özellikle Reformasyon döneminden sonra dünyevî iktidar›n âdeta rakipsiz kald›ğ› ve bu nedenle diktatoryal yönlerde geliştiği bir gerçektir. Bundan dolay›d›r ki önce İngiltere'de, ve sonra Fransa ve diğer Bat› ülkelerinde mutlak monarşilere yol aç›lm›şt›r. Bk. J. Friedrich, Constitutional Government and Democracy, (4 th edition, Blacksdell Publishing co. 1968, sh. 128-9)

Bu konularda ayr›ca bk. A. J. Carlyle, A. History of Medieval Political Theory in the West, 1903, I ci ve III cü bölümlere bak›n›z özellikle. Ch. H. Mc. İlvain, The Growth of Political Thought in the West, 1932 (Özellikle V, VI, VII ci bölümlere bak›n›z)."(s. 356)

 

KAPİTALİZMİN OLUŞMASI VE İNSANLIĞI SÖMÜRMESİ

SERMAYEYİ KUDURTAN FAİZ VE ÇÖZÜM YOLLARI

 

Doğu'da, Bizans İmparatorluğu ve dolay›s›yla devlet varl›ğ›n› sürdürdü. Kilise bin y›l devletin emrinde yaşad›. Bat› Avrupa ise yaşlanm›ş, eski gücünü kaybetmiş ve kuzey ak›nc›lar›n›n istilas›na uğram›şt›. Devletin gücünü kaybetmesinden yararlanan kilise güçlenmiş ve derebeylikleri oluşturmuştu. Krall›klar art›k yok say›lacak derecede otoritelerini kaybetmişlerdi. Ancak kilise teşkilât› da yaşlan›nca, tüccar s›n›f› başlang›çta krallarla işbirliği yaparak derebeyliği y›kt› ve yeni kiliseler oluşturdu. Art›k sermaye kapitalizminin oluşma ve hakimiyetini kurma süreci başlam›şt›r.

Sermaye sahipleri lâik krallar sayesinde istedikleri gibi yönetime hakim oldular. Daha sonra ihtilâller yapt›rarak krallar› da devirdiler. Onlar›n yerlerine demokrasi oyunu ile istedikleri zaman iktidardan düşürebilecekleri veya istediklerini iktidara ç›karabilecekleri partileri getirdiler. Birkaç y›lda bir sözde seçim yap›lacak ama gerçekte birkaç kişinin gezer oylar› ile devlet yönetilecekti. Ülkeyi as›l yöneten ve halk› sömürenler ise hep perde arkas›ndaki sermaye sahipleri olacakt›. Bu sistem günümüze kadar geldi.

Kapitalizmin vahşi ihtiraslar›n› gemlemek için ortaya ç›kan sosyalizm denemeleri de sonunda başar›s›z oldu ve pes edip teslim oldu. Bu macera da insanl›ğa çok pahal›ya mal oldu. Milyonlarca insan bu uğurda katledildi. Ancak kara kapitalizm, insanl›ğa sald›rmaya ve zarar vermeye devam etmektedir.

Bu vahşi sald›r›lar› ancak ve ancak dinler, özellikle de dinlerin birlikteliği ve dayan›şmalar› gemliyebilecektir. Kur'ân'›n haberine göre, Müslüman ve H›ristiyan alimler birleşip insanl›ğ› çökerten bu hastal›ğ› tedavi edeceklerdir. Sosyalistler gibi onu öldürüp yok etmeye çal›şmayacaklard›r. İnsanl›k yüzy›llard›r süren bu hastal›k ve zulümden böyle kurtulacakt›r. Bu kurtuluşun vakti de gelmiştir ve çok yak›nd›r.

İslâmiyet'e göre;

Sermayeyi kudurtan 'faiz'dir.

Faizsiz sistemler ortaya ç›k›nca kapitalizmin bu vahşet ve zulmü sona erecektir. İnsanl›ğ›n 'karş›l›ks›z para'n›n olumsuz etkisinden kurtulmas› gerekmektedir. Bunun yolu dinin emirlerine uymakt›r. Dinler diyor ki, al›şverişte mal belli olsun, para belli olsun.

Para ölçülebilir, tart›labilir, say›labilir şeydir.

Kâğ›t para ise bunlardan hiçbiri değildir. Kâğ›t parada sadece o günün değeri bellidir. Meselâ, o gün için yar›m gram alan paran›n ertesi gün kaç gram alabileceği belli değildir.

O halde çözüm olarak, peşin muameleler kâğ›t para ile olacak, her türlü borçlanmalar ve anlaşmalar ise seçilen bir mal üzerinden olacakt›r. Böylece enflasyonun kötü etkileri giderilmiş olacak, millî paralara da dokunulmayacakt›r.

Sonra faizsiz ortakl›klar kurulup mal senetleri ç›kar›lacak, ekonomik faaliyetler bu sisteme göre organize edilecek, faizsiz kredileşme doğacak; böylece kuduran kapitalizm yani sermaye tedavi edilmiş olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Avrupa 450 ile 1450 y›llar› aras›nda

köleliği kald›rmak ve dini düzenden ay›rmakla uğraşt›.

 

"ORTA ÇAĞ BOYUNCA BATI'n›n ÇÖZMEĞE ÇALIŞTIĞI "Politik Sorun" -Kilise'yi Devletten ay›rmak ve "Sosyal sorun" -köleliği yok etmek.

450 y›l›ndan 1450 y›l›na gelinceye kadar Bat›'n›n Orta Çağ devirlerinde çözümlemeğe çal›şt›ğ› politik ve sosyal sorunlar vard›. Politik sorun din ve dünya (devlet) işlerinin birbirinden ayr›lmas›, dünyevî iktidar ile uhrevî iktidar›n kendi alanlar›nda kalmalar› idi. Sosyal sorun ise köleliği (Köleliğin her şeklini) yok etmek ve KİŞİ'ye, kendi kendisini kendi öz çabas› ve hür ve serbest (bask›dan uzak) yaşamlariyle kurtarmas› olanağ›n› sağlamakt›.

Bu konuda bk. The Social and Political ideas of Some Great Thinkers of the XVI th Centuries, (Edited by F. J. C. Hernshaw, New York 1967, sh. 9 ve d.)"(s.356)

 

BATI VE İSLÂM DÜNYASININ MEDENİYET DÖNEMLERİ

KUR'ÂN'A GÖRE İNSANLIĞIN MEDENİYET SERÜVENİ

 

Avrupa, 450 y›l›nda H›ristiyanl›ğ› kabul ederek hakimiyeti alt›na ald›. 1450 y›l›nda da H›ristiyan olarak İslâmiyet'e karş› ç›k›lamayacağ›n›, bu yolla Müslümanlar› mağlup edemiyeceğini anlad› ve yeni bir medeniyet kurmaya karar verdi. Bunu gerçekleştirmek amac›yla harekete geçti. Çünkü Roma Medeniyeti çökmüştü ve İslâm Medeniyeti de tam zirvedeydi. İnsanl›k aç›s›ndan yeni bir medeniyetin oluşmaya başlamas› gerektiği bir dönemdi. Nitekim öyle oldu ve Bat› Medeniyeti böyle doğdu.

Bugün yaşamakta olduğumuz bu dönemde de İslâm Medeniyeti çökmüş olduğu halde Bat› Medeniyeti tam zirvede bulunuyor. Şimdi yeni hak medeniyeti yani Yeni İslâm Medeniyeti yeniden doğum sanc›lar› çekiyor...

Kur'ân bu durumu şöyle aç›kl›yor:

"Bunlar devirlerdir...

Biz onlar› insanlar aras›nda çevirir dururuz..."

(Âl-i İmrân[3];140)

Evet, o devirler insanlar ve kavimler aras›nda çevrilir durur. Kâh bir kavme, kâh diğer kavme üstünlük ve galibiyet nasip olur; bazen bir topluluğa iyi veya kötü günler gelir bazen diğer topluluğa... İnsanl›ğ›n dünya hayat› ve medeniyet mücadelesi böyle sürer gider...

İslâmiyet'e göre;

Her yeni medeniyet önceki medeniyetler gibi doğar, büyür, gelişir, yaşlan›r ve sonunda ölür. Her medeniyetin mukadder bir hayat› ve mutlaka sonu vard›r. İnsanl›k var olduğundan beri bu durum böyle olduğu gibi bundan sonra da aynen böyle olacak ve devam edecektir.

Ancak Kur'ân her seferinde insanl›ğa yeni medeniyetler öğretecek, yeni medeniyetler getirecektir.

Bu nas›l olacak ve nas›l gerçekleşecektir?

Kur'ân'daki kelime, kavram ve ifadelerin yeniden tan›mlanmas›, yeniden yorumlanmas›, yeni illetlerin tesbiti, yeni içtihat ve icmalar oluşturmakla mümkün olacakt›r.

Her bin y›lda bir Kur'ân'›n ilâhî kelâm olduğu bir kere daha ortaya ç›kacak ve anlaş›lacakt›r.

Kur'ân bu yönü ile de mucizedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Rönesans Bat›'y› lâikliğe ve akla götürdü.

 

"RÖNESANS VE REFORMASYON devirlerinin çözmeğe çal›şt›ğ› sorunlar. Politik sorun -Millî devlet ve layik düşünce özgürlüğü, Sosyal sorun -Hürriyet taşk›nl›klar›n› s›n›rlamak.

Rönesans ve Reformasyon dediğimiz devirlerde ise Bat›, Orta Çağ karanl›klar›ndan Yeni Çağ'a geçişle uğraşmaktad›r...(s. 356)

(AKILCILIĞIN GELİŞMESİ) -H›ristiyan dininin kökenlerinin ve özünün ilmî aç›dan eleştirilmesi ve böylelikle din'in ak›l ve tenkid süzgecinden geçirilmesi ve uygulamadaki aksakl›klar›n›n giderilmesi... Politik sorun olarak millî devlet bilincinin yerleşmesi ve gelişmesi ve layik devlet anlay›ş›n›n oturmas› ve yüzy›llar boyunca devlet işlerine kar›şan kilise'nin bu davran›şlar›na set çekilmesi... Bu konuda bk. The Social and Political ideas of Some Great Thinkers of the XVI th Centuries, (Edited by F. J. C. Hernshaw, New York 1967, sh. 10.)

Bat› bütün bu aşamalardan geçerken Şeriat ülkelerinde hiç bir k›p›rdama, hiç bir ayd›nlanma, hiç bir canl›l›k yoktur. İslâm'›n en son ve en üstün din olduğu inan›şlar› içine gömülmüş bu toplumlar, özellikle Osmanl› Devleti kendi geriliklerini ve ilkelliklerini göremez, sezemez ve tabii düzeltemez olmuş ve çürümeğe ve çökmeğe mahkum kalm›şlard›r."(s. 357)

 

BATI LÂİKLİĞİ VE AKLI İSLÂMİYET'TEN ÖĞRENDİ

LÂİKLİĞİ GETİREN DİN VE DÜZEN İSLÂMİYET'TİR

 

Bat› dünyas›, din ile devlet, din ile ülke düzenini birbirinden ay›rmay› İslâmiyet'ten öğrendi ve uygulamaya çal›şt›.

Bu uğurda çetin savaş ve mücadeleler cereyan ettikten sonra, lâikliği dinsizliğe dönüştürerek uygulamaya başlad›. Dinsiz lâiklik uygulamas›nda başar›l› olamay›nca, yeniden İslâmiyet'in öngördüğü dindar lâikliğe dönüş yapt›.

Sosyalist sovyet sistemi çöktü ve y›k›ld›. Yaklaş›k olarak bir yüzy›l yani 20. yüzy›lda tanr› tan›maz ateist komünist sistemi deneyen ve bunu çok pahal› ödeyen ülkeler, art›k yavaş yavaş yeniden dine dönüyorlar.

Çin ise hâlâ direnmeye çal›ş›yor ancak sonunda o da teslim olacak ve pes edecektir.

Evet doğru, rönesans Bat› dünyas›n› lâikliğe ve akla götürdü; götürdü ama maalesef daha tam olarak götüremedi. Dinî bask›lar ve dinî tehcirler, b›rak›n›z Bat› Avrupa'da, eski sovyet ülkelerinde bile hâlâ devam etmektedir...

İslâmiyet'ten öğrendiği akl› kullanma metodu sayesinde, Bat› dünyas› H›ristiyanl›ğa uygun olan 'tümden gelim' Yunan mant›ğ›n› terkedip yerine 'tüme var›m' metodunu tam olarak öğrenip uygulad› ve bu sayede medeniyetini kurdu. Bu alanda yenilik yapt›.

Birinci İslâm Medeniyeti bu metodu ancak hukuk ve dil alan›nda uygulayabildiği halde, Bat› Medeniyeti müsbet ilimler ve teknolojiye uygulayarak fevkalâde üstün başar›lar elde etti.

Lâikliği yeryüzüne getiren ve bütün vecibeleriyle uygulayan din ve düzen İslâmiyet'tir.

İslâm devleti, sadece Müslümanlar›n değil tüm diğer din mensuplar›n›n  ve cemaatlerin huzur ve güvenliğini sağlayan bir devlettir.

İslâm düzeninde devlet, hiçbir dine bask› yapmaz, bir dinin diğer dine bask› yapmas›na da izin vermez; tam bir din ve vicdan hürriyetini tesis eder.

İslâm devletinde tek din olmad›ğ› için de hiçbir devlete bu konuda bask› yapamaz. Yapamaz çünkü bu devletin en önemli denge unsurudur.

Bat› dünyas› bu dengeyi dinleri d›şlamakta ar›yor ve yanl›ş yap›yor. Bat›'daki bu yanl›ş uygulamalar sebebiyle, bir taraftan dinî inançlar zay›flay›p yok oluyor, diğer taraftan devlet inançs›z kişilerin yönetiminde istikrar bulam›yor; bunlar olmay›nca da Bat› dünyas› huzur ve güven ortam›na kavuşam›yor.

 

*    *   *

 

 

İlhan Arsel'e göre;

"VII- ŞERİAT ÜLKELERİNİN BATI'YA VE DOĞU AVRUPA ÜLKELERİNE NAZARAN DAHA DA GERİ KALIP ANAYASALCILIK VE DEMOKRASİ YÖNÜNDE HİÇ GELİŞME GÖSTEREMEMELERİ.

Şeriat ülkelerinde Anayasalc› davran›şlar ve demokrasi gelişmeleri diye hiç bir şey görülmemiştir ve bunun başl›ca nedenleri aras›nda:

1 - Bir kere din'in, daha ilk anlardan itibaren devlet ile birlikte doğmuş olup devletin egemenliği alt›nda yaşamas›, kendisine özgü bağ›ms›z bir varl›k kazanmas›,(s. 357)

2 - Din ve devletin birlikte bulunduğu dönemler boyunca din'in kişileri mutlak ve müstebid iktidara boyun eğdirecek bir araç olarak kullan›lmas›, daima devlete destek işini görmesi, hiç bir zaman onu s›n›rlayamamas›,

3 - Din'in, sadece uhrevî yaşamlar› değil ve fakat dünyevî yaşamlar› da ve hem de bu yaşamlar›n bütün her yönünü ve en ince noktas›na var›ncaya kadar düzenlemesi, ve ayarlamas› ve devlete de bu düzeni gerçekleştirme görevinin verilmesi.

4 - Devlet'in tek amac›n›n dini yaymak, yerleştirmek, uygulamak, kişileri ona uydurmak, ve din yaşam› d›ş›nda kişiye başkaca hiç bir davran›ş b›rakmamak oluşu;

5 - Kişi'nin doğal hak ve hürriyetlere sahip bir varl›k olarak hiç bir şekilde tan›mlanmamas›, ve bu doğal haklardan yoksun nitelikler içinde tutulmamas›n›n da doğal olmas›.

6 - Tanr›-Kişi ilişkilerinin EFENDİ-KUL (Köle) ilişkileri niteliğinde olmas› nedeniyle kişi'de KİŞİ'nin HÜR ve bağ›ms›z iradeye sahip, eşitlik duygusuna bağl› bir kişisel gelişmenin bulunmay›ş›.

7 - Şeriat'›n Ekonomik, Sosyal ve Politik hürriyetlere olanak b›rakmaz nitelikte oluşu."(s. 358)

 

İSLÂMİYET BÜTÜN DİNLERE HÜRRİYET SAĞLAMIŞTIR

İSLÂMİYET'İN GETİRDİĞİ İDEAL DİN - DEVLET DENGESİ

 

1 - Arsel'e göre, din devlete bağl›d›r.

Oysa İslâm devletlerinde değişik din ve mezhepler vard›r ve devlet kesinlikle dinlere kar›şmaz. Uzun İslâm tarihi boyunca uygulama hep böyle olmuştur. İslâm düzeninde devletin görevi, iç ve d›ş güvenliği, din ve vicdan hürriyetini sağlamakt›r.

Arsel'in zikrettiği husus, tarikat ve tekkelerin kapat›l›p Diyanet İşleri Başkanl›ğ›'n›n kurulmas› sebebiyle, cumhuriyet dönemi için doğrudur. İslâm dünyas›nda bundan önceki dönemlerde ise böyle uygulamalar yap›lmam›şt›r.

 

2 - Arsel'e göre, din devleti desteklemektedir.

İslâmiyet'te ve ona bağl› olarak İslâm düzeninde, din yok dinler vard›r. Her din ancak İslâm devletinde ve İslâm düzeninde varl›ğ›n› sürdürebildiği için elbette devletini ve düzenini desteklemektedir.

Dinler akla hitap ederler ve kendileri de ak›ll›d›rlar. Hangi ak›ll› içinde bulunduğu ve bindiği geminin batmas›n› ister? Bunu Arsel ve onun gibilerden başkas› yapmaz. Çünkü herkesin, hattâ en basit yarat›klar›n bile kendilerini koruma içgüdüleri vard›r ve tehlikeyi sezerler.

Baz› insanlar›n insanl›ğ›n aleyhine olan tehlikeleri görmemenin ötesinde onlar›n üzerine gitmeleri gerçekten de düşündürücüdür.

 

3 - Arsel'e göre, din dünyay› da düzenlemektedir.

 

Elbette, herkes önce dünyas›n› kazanacak ki, âhiretini de kazans›n. Dünya, âhiretin tarlas›d›r. Bu dünyada ne ekilirse âhirette o biçilecektir. Bütün dinlerin emirleri dünya içindir.

Belki H›ristiyanl›k bunlar›n bir k›sm›n› ihmal etmiştir. Hz. İsa, Hz. Musa'n›n getirdiklerinin ve şeriat›n›n devam› olduğunu her vesile ile söylemiştir. Bundan dolay› zaten bütün H›ristiyanlar 'Ahd-i Atik'i de kitaplar› olarak kabul ederler.

Günümüzde ise problem iki boyutludur. Çünkü Müslümanlar da H›ristiyanlar gibi günümüz müçtehitlerince bu çağda yap›lm›ş olan içtihatlara dayal› bir şeriat› yaşam›yor ve uygulam›yorlar. İnsanl›ğ›n ve dünyan›n bugünkü en önemli problemi budur. Ancak bu böyle gitmeyecek ve düzelecektir.

 

4 - Arsel'e göre, devlet dini zorla yaym›şt›r.

 

Oysa İslâmiyet iddia edilenin tam aksini yapm›ş ve yeryüzünde dinde zorlamay› kesin olarak yasaklam›şt›r. Asla ve ondört as›rl›k uzun dönemde hiç kimse zorla Müslüman yap›lmam›şt›r. İslâm tarihi boyunca din için değil, din hürriyeti için savaş›lm›şt›r. Bunun en aç›k ve tarihî delilleri Bat› Avrupa'daki Endülüs/ İspanya ile Doğu Avrupa'daki Balkanlar'd›r. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmas›ndan önce Anadolu'daki durumdur. Bu bölge ve ülkelerde, değişik din ve mezheplere mensup olan insanlar huzur içinde birlikte yaşayabildiler.

Acaba bunu kim ve nas›l gerçekleştirdi?

İslâmiyet ve İslâm düzeni işte budur.

Beşyüz y›l önce yap›lan katliamlar sebebiyle İspanya'da tek bir Müs-lüman bile kalmad›.

Acaba bunu kim yapt›?

Bugün Balkanlar'da insanlar Müslüman olduklar› için tehcir edilmekte veya Bosna'da olduğu gibi kad›n-erkek, çocuk-ihtiyar ay›r›m› yap›lmaks›z›n katledilmektedirler.

Acaba bugün bunlar› kim ve neden yap›yor?

 

5 - Arsel'e göre, doğal haklar bilinmiyor.

 

Oysa İslâmiyet ilâhî haklardan başka hak tan›m›yor; ilâhî hak demek tabiî ve sosyal kanunlar gereği doğan haklar demektir. Bundan dolay›d›r ki, insan›n hak ve vecibeler sahibi olmak için bir devletin vatandaş› olma şart› yoktur. Hattâ her hangi bir dine mensup olmak da gerekmez, insan›n ilâhî haklara sahip olmas› için bilkuvve de olsa ak›l sahibi olmas› yeterlidir.

Bundan dolay› ve bu anlay›şa dayanarak ceninlere de kişilik tan›nm›şt›r; onlar lehine dava bile ikame edilebilir.

Bu engin doğal hak ve hürriyetler anlay›ş› başka nerede vard›r?

İslâmiyet'ten başka hangi din ve düzen bunlar› sağlay›p gerçekleştire-bilmiştir?

 

6 - Arsel'e göre, insan Tanr›'ya kul(köle)dur.

 

Evet, doğru!

İnsan kendi baş›na yaşayabilecek güce sahip değildir. Birine kul olmak durumundad›r. Genellikle bu sermayeye veya kuvvete kul olma şeklinde tezahür eder.

İslâmiyet insan› yaln›z ve sadece Allah'a kul etmiştir; kula kul olmay› yasaklam›şt›r. Köle olan insan bile namaz k›larken; 'Ben yaln›z sana (Allah'a) kulluk eder ve karş›l›ğ›n› da yaln›z senden al›r›m, efendime sen emrettiğin için itaat ediyorum, yoksa as›l sahibim sensin' der ve bu inan›ş onu ruhen yüceltir.

Tanr›'ya kul olmayanlar, kula kul olurlar.

Meselâ, Arsel o derece kula kul olmuştur ki, Bat› dünyas›nda ve cumhuriyet döneminde yap›lan yanl›şlar› görmeyip onlar› bir meziyet gibi takdim ediyor. Biz ise, peygamberler bile hata yapabilir ve nitekim yapm›şlard›r da, diyoruz. Çünkü Kur'ân'da yapt›klar› hatalar düzeltilmiştir.

Yazar›n bu zihniyeti, son derece geri kalm›ş ve ilkel bir zihniyettir. Art›k insanl›k bu seviye ve anlay›şta değildir. Kendilerine adeta uluhiyet atfedilen baz› insanlar ve devlet memurlar› hata yapmaz anlay›ş›; kula kul olan insanlar›n anlay›ş›d›r.

 

7 - Arsel'e göre,

şeriatta ekonomik ve sosyal hürriyet yoktur.

 

Oysa İslâmiyet ideal devlet ve dünya düzeni anlay›ş›n› getirmiştir.

İslâmiyet'in akit serbestliğini getirmesi, Kur'ân'a ayk›r› olsa bile baz› insanlar›n kendi anlay›şlar›nda doğru olan faaliyetleri devletin teminat ve güvencesi alt›na almas› bu ideal prensiplerdendir.

Meselâ, şayet bir inan›şa göre esrar mübah ise biz esrar al›şverişini mübah saymak zorunday›z. Bize göre mübah değilse, biz o kimseleri sadece kendi bucaklar›m›zdan sürebiliriz, yoksa yasak koyamay›z.

İslâmiyet'e göre, içki haramd›r ama yasak değildir. Biz içki üreteni, içki satan›, içki bulunduran› değil ancak içip sarhoş olan› ve o da sadece bizim kentin yasalar›nda varsa cezaland›rabiliriz.

İslâmiyet işte bu ideal ve geniş hoşgörü anlay›ş›n› getirmiştir.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Bat› din ile devleti ay›rd›,

tabiî hukuk anlay›ş›n› getirdi, ak›l ile hukuku kurdu.

 

"VIII- BATI'DAKİ ANAYASALCILIK GELİŞMELERİNE VE DEMOKRASİYE YÖNELİŞİN SIRRI.

Bir kere Bat› DİN ve DEVLET ayr›l›ğ› fikrini, H›ristiyanl›ğ›n daha ilk ortaya ç›k›ş› an›nda benimsemiştir... Kilise ve dünyevi iktidar pek çok hallerde birbirleriyle kişi hürriyetlerinin güvencesi ad›na çat›şm›şlar ve bu çat›şmadan kişi hürriyetleri kazançl› ç›km›şt›r.

Yine bunun gibi Bat›'da, H›ristiyanl›ğ›n doğuşundan önce var olan bir doğal hukuk (tabiî hukuk) anlay›ş› olmuştur ki...(s. 358)

Ve nihayet.. temel kaynağ›n› eski YUNAN'da bulan ve orta çağlar içerisinde bile kaybolmayan ve nihayet XVIII ci yüzy›ldan itibaren en büyük güçlülüğü ile ortaya ç›kan AKILCI FELSEFE unsuru, yani AKLIN ÜSTÜNLÜĞÜ prensibi olmuştur. İktidar›n kaynağ›n› bile AKIL kaynağ›nda bulan Bat›, bugünkü demokrasi uygarl›ğ›na bu sayede erişebilmiştir.

Daha ilerdeki sahifelerde Şeriat devleti uygulamalar›nda ve İslâm'›n bizzat temelinde AKILCILIĞIN ne kerte yok edilmek istendiğini özet olarak görmeye çal›şacağ›z..."(s. 359)

 

İSLÂMİYET BATI'NIN YAPAMADIKLARINI YAPMIŞTIR

İKİNCİ İSLÂM MEDENİYETİ DE YENİLERİNİ YAPACAKTIR

 

BATI, DİN İLE DEVLETİ AYIRMADI;

DİN DÜŞMANLIĞI YAPTI.

Bat›, din ile devlet işlerini ay›ray›m derken, her şeyi berbat etti ve neticede sadece din düşmanl›ğ› yapm›ş oldu. Bir türlü din ile devlet aras›nda var olmas› gereken dengeyi kuramad›. Kiliseyi yenemeyince onunla uzlaşmak zorunda kald›. Bu uzlaşma ameliyesi o kadar ilerledi ki gittikçe iç içe bir hâl ald› ve sonunda olanlar oldu. İnsanl›k bu alanda karanl›k bir çağ yaşam›ş oldu.

Oysa İslâmiyet;

Değişik dinî mezheplere ve tarikatlara devlet düzeni içinde yer verince, devlet bir tek dinin tahakkümünden kurtuldu ve değişik dinlerin ortak desteğini kazanm›ş oldu.

 

BATI, TABİÎ HUKUK ANLAYIŞINI GETİRMEDİ.

Bat› dünyas›, tabiî hukuk alan›nda da başar›l› olamad›. Çünkü tabiî hukuku tümden gelim ve mant›kla çözmeye başlad› ama başar›l› olamad›. Bat›'n›n tabiî hukuk anlay›ş› ile ilgili olarak bir çözümü yoktur. Nitekim gün geldi her şeyi terketti ve bugün pozitif hukuku savunuyor.

Oysa İslâmiyet, içtihat hukuku sayesinde tabiî hukuku getirmiş ve uygulam›ş oldu. Tabiî hukuk, herkes için kendi içtihad› ile bilinecekti. O kimse bunu ilân edecek ve ona uyacakt›. Böylece tabiî hukuk kendiliğinden yürürlüğe girmiş oldu.

Bu içtihatlar›n yan›nda ve onlar arac›l›ğ›yla oluşan icmalar ile de herkes için ortak olan bir tabiî hukuk doğacakt›. Yani bütün insanlar›n ayn› şeyi düşünmesi, onun mutlak gerçek olmas›n› ifade eder ki; bunun içtihattan fark›, içtihatta herkes kendi içtihad›n› değiştirir ve başka tabiî hukuka tâbi olurdu, ama icmada art›k kesinlik vard›. Yeni icma olmad›kça herkes içtihad›nda o tabiî hukuka uymak zorundayd›.

 

BATI, AKIL İLE TABİÎ HUKUKU KURAMADI.

Bat›, ak›l ile teknolojiyi kurdu ama hukuku kuramad›. Çünkü ekseriyet yani çoğunluk sistemi tabiî hukuku belirleyemez. Bat› dünyas› hukuk alan›nda hâlâ Orta Çağ dönemini yaşamaktad›r. Bat›, devleti ve demokrasiyi tabiî hukuk kavram› içinde oluşturamad›.

İslâmiyet, anayasa ve idare d›ş›nda, içtihatlar yaparak ve icmalar› oluşturarak tabiî hukuk oluşumunu gerçekleştirdi.

Sadece Emevîler'den sonra tatil edilen İslâmî yönetim sistemi yüzünden, anayasa ve idare alanlar›nda içtihatlar yapamad›.

Şimdi biz, bu alanlarda da içtihatlar yap›yor ve çözümler getiriyoruz.

 

Asl›nda Bat›,

bir bütün olarak materyalist bir medeniyettir.

Bundan dolay› hukuk alan›nda başar›l› olmas› beklenemezdi. İnsanl›k elbette maneviyat› yeniden keşfedecek ve ona yönelecektir. Çünkü bu insanlar›n en tabiî ihtiyac›d›r ve insanl›k bu gereksinimini bulup giderecektir.

Yeniden kurulacak olan Beşinci Hak / İkinci İslâm Medeniyeti bunu başaracak ve gerçekleştirecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

DOKUZUNCU BAŞLIK

 

 

 

HÜR AKIL VE HÜR İRADE MESELESİ

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te

halk refah›na gidilemeyişin sebebi ak›ld›ş›l›kt›r.

 

""HÜR AKLA" ve "HÜR İRADE"YE YER VERİLMEMİŞ OLMASI NEDENİYLE ANAYASALCILIĞA ve DEMOKRASİYE ve İYİ YÖNETİM SİSTEMLERİNE GİDİLEMEMİŞ OLMASI.

Şeriat ülkelerinde ve dolay›s›yle Osmanl› devletinde Anayasalc›l›ğa ve demokrasiye yönelişin bulunmamas›, iyi ve halk›n refah›n› bilir bir yönetim sisteminin kurulamamas› nedenlerinin kökenlerini HÜR AKLA VE HÜR İRADE'YE hiç bir değer ve yer vermeyen Şeriat deyiminde aramak gerekir."(s. 360)

 

ANAYASA, REFAH VE AKILDIŞILIK MESELESİ

İSLÂMİYET'İN BU KONULARDA GETİRDİĞİ YENİLİKLER

 

İslâmiyet'te anayasaya gidilemeyiş diye bir konudan söz edilmekte ve İslâm dünyas› tenkit edilmektedir. Oysa yaz›l› olmasa da Müslümanlar›n anayasas› vard›r. İçtihat, icma ve biat, hep belirli kurallara göre işlemiştir. Yaz›l› metin de Kur'ân olarak mevcut bulunuyordu. Bu konuda daha önce cevaplar verilmiştir. Türkiye'de tedvin edilen Bat› tipi anayasalar, Bat› dünyas›ndan geri değildir. Hattâ İngiltere'de hâlâ yaz›l› bir anayasa bulunmamaktad›r.

Halk refah›na gidilemeyişi iddias› tamamen yersizdir. Her şey belli merhaleler geçirerek gelir. Bir medeniyet ancak önceki medeniyetin arkas›ndan gelebilir. Bir çocuk dokuz ayl›k müddet tamamlanmad›kça doğmad›ğ› gibi bir medeniyet de vakti gelmedikçe doğmaz.

İnsanlar, başlang›çta meyve toplayarak geçindiler, sonra avc›l›k yap›p hayvanlar›n et ve derisinden yararland›lar, sonra çobanl›k yap›p evcilleştirdikleri hayvanlar›n süt ürünlerinden istifade ettiler, sonra yerleşik hayata geçerek ziraat yaparak ihtiyaçlar›n› gidermeye başlad›lar, sonra pazar mübadelesi dönemine geçtiler ve ihtiyaçlar›n› bu yolla karş›lad›lar, arkas›ndan tüccar mübadelesi dönemi geldi.

Çiftçilikten önce pazar mübadelesi dönemine geçilemezdi. Her şeyin bir s›ras› ve merhalesi vard›r.

İslâmiyet, tüccar mübadelesi döneminde geldi ve bu dönemi değerlendirme konusunda son derece başar›l› oldu. İnsanlar› çiftçi ve sanatkâr olarak teşkilâtland›rd›. Zekât kurumu ve faiz yasağ› sayesinde tekel oluşmas›n› engelledi. Dengeli bir ekonomik hayat ve düzen sağlad›. İnsanl›k bin dörtyüz y›l saadet ve huzur içinde yaşad›. Bütün bunlara bağl› olarak da halk›n refah› sağlanm›ş oldu.

Ancak bu dönemde nüfus artt›. Tüccar mübadelesi bütün dünyay› tek pazar hâline getirdi. Teknoloji transferleri gerçekleşti. Küçük sanayiden büyük sanayiye geçildi. Bütün bunlar›n gerçekleşmesi için kendisini yenilemeyen hak düzeni yetersiz kal›yordu.

Bu gelişmeleri gerçekleştirmek kuvvet medeniyetlerinin işi olduğu için bu görev Bat› Medeniyeti'ne düştü. Bat› dünyas›n›n uygulad›ğ› bu sistem, beşyüz y›l insanl›ğ› kan ve zulme boğdu, ›st›rap ve katliamlara sürükledi, ama bütün bu olanlardan sonra görevini de başarm›ş oldu.

Şimdi bu kuvvet medeniyetinin yerine gelecek olan hak medeniyeti sayesinde ›st›rap ve ak›ls›zl›k kalkacak, faizli işçilik yani kölelik sistemi sona erecek, faizsiz ortakl›k sistemi gelip uygulanmaya başlayacak, buna bağl› olarak insanl›k yeniden refah ve saadete kavuşacakt›r.

İrrasyonellik meselesine gelinirse, bu konuyu da şöyle aç›klayabiliriz. İnsanl›k tarih boyunca ilmî aç›dan dört merhale geçirdi. Görenek usûlünden sonra tedris usûlü geldi. Sonra da tümden gelim metodu ile meseleler tart›ş›ld›. Milattan önce 2000 y›l›nda Mezopotamya'da başlayan bu üçüncü merhale, Eski Yunan'da en yüksek seviyeye ç›kt›, Roma'da hukuk alan›nda uyguland›, H›ristiyanl›k ise dinî itikatlarda değerlendirdi. Dördüncü dönem ise, İslâmiyet ile başlayan ve Avrupa'da da uygulanan tüme var›m metodudur. Bu metot, her şeyi bir sebebe ve bir illete dayama metodudur. Hesap yapma metodudur. Bat› dünyas›, bu metodu teknik ve ilimde uygulad›. İslâm dünyas› ise, daha önce hukuk alan›nda ve dilde uygulad›.

İlhan Arsel, pozitif ilimlerden habersiz olduğu için zannediyor ki, ilim demek hesaps›z kitaps›z konuşma demektir. Bat› dünyas›nda böyle hesaps›z kitaps›z konuşanlar› alim değil muhatap bile kabul etmezler. Bat› üniversitelerinde böyle hiçbir ilmî değeri olmayan kitab› bir ilim adam› yazmaz ve herhangi bir fakülte veya üniversite de basmaz. Bu kitap, sadece onu yazan yazar›n değil, ayn› zamanda ve farkl› bir aç›dan bak›ld›ğ›nda onu basan fakülte ve üniversitenin de ay›b›d›r.

İslâmiyet;

Vahiy müessesesini sona erdirerek onun yerine içtihat ve icma uygulamalar›n› getirmekle, her olaya bir sebep ve her hükme bir illet koymakla rasyonalizmin sonuna gelmiştir. Kuru ak›l yerine deneylerle desteklenmiş bir ak›l, kuru ak›l yerine metinlerle desteklenmiş bir ak›l.

Çünkü ak›l çarpma yapar ama neyin çarp›lacağ›n› söyleyemez. Siz ona veriler verirseniz, onlar› çarp›p sonucunu verir. Siz tartmadan bir şeyin kaç kilo olduğunu bilemez, siz fiyat vermeden bir şeyin bedelini bulamazs›n›z.

Hukuk alan›nda sözleşmeleriniz varsa, metniniz varsa, içtihatlar yap›p hükme varabilir. İlkelerde anlaşmazsan›z kuru ak›l bir şey yapamaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Akl›n üstünlüğü olmayan yerde demokrasi olamaz.

 

"ANAYASALCILIK ve DEMOKRASİ demek bir bak›ma hür ak›l ve hür irade rejimi demektir.

Demokrasi demek, bir bak›ma HÜR AKLIN ve İRADE'nin iş gördüğü rejim demektir. HÜR AKIL ve İRADE halk'›n veya milletin veya bunlar›n temsilcilerinin AKLI ve İRADESİ'dir. Beşer iradesi'nin hür bir şekilde ortaya ç›k›pta toplum yönetimi üzerinde etken olmad›ğ› bir düzende demokrasiden bahsedilemez...

Her halükârda as›l olan AKLIN HÜRLÜĞÜ VE ÜSTÜNLÜĞÜ demekti demokrasi. Hür ak›l ve irade kavram› ve uygulamas› olmadan demokrasinin varl›ğ› düşünülemezdi ve halen de düşünülemez.(s. 360)

Fakat şeriat düzeninde AKLIN HÜRLÜĞÜ diye bir şey hiç bir zaman bahis konusu olmam›şt›r.

Çünkü insan akl›'n›n üstün olmas›, hür olmas›, ak›l d›ş› yollarla s›n›rlanamamas›-k›s›tlanamamas›, ve nihaî olmas› fikrini Şeriat devletinde esas olan Tanr› ve Peygamber iradesinin üstünlüğü fikri ile bağdaşt›rmak mümkün değildir..."(s. 361)

 

AKLIN ÜSTÜNLÜĞÜ OLABİLİR Mİ?

HERKES AKLINI KULLANMAK DURUMUNDADIR

 

Neden ve neye göre akl›n üstünlüğü?

Ak›l, sosyal kanunlardan ve tabiî kanunlardan m› daha üstün olacak?

Meselâ, Marx gibi evliliğe ve aile hayat›na ne gerek var deyip kendi hayalindeki dünyan›n üstün olduğu mu söyleniyor? Akl›n üstünlüğü derken, kimin ve hangi insan›n akl›n› kastediyorsunuz? Müslümanlar›n akl› da bu üstün ak›l meselesine dahil midir, değil midir?

Bunlar son derece yuvarlak sözler ve muğlak ifadeler, dolay›s›yla ak›ll› insanlara bir şey ifade etmez. Ak›l derken kastedilen nedir? Eğer ak›l kendisini tanr› kabul ediyor ve buna göre beğenmediği kanunlar› değiştirmeye kalk›ş›yorsa, İslâmiyet öyle bir akla şiddetle karş›d›r.

Ama bu iş devletin konusu değildir. Taraflar neye dayan›rlarsa dayans›nlar, hukuk anlaşma ve uzlaşmalarla doğar. Allah'›n d›ş›nda sorumluluk, sadece ve sadece verilen sözlerin tutulmas›ndan ibarettir. Ancak verilen sözün yerine getirilmesi güç dahilinde değilse, yani tabiî ve sosyal kanunlara ayk›r› ise geçersizdir. Bu tabiî ve sosyal kanunlar ise yine ak›l yoluyla öğrenilecektir.

İslâmiyet'te kişinin kendisi için kendi akl›ndan üstün bir şey yoktur. Allah o akl› ona vermiş, onu kullanacak ve hesab›n› da yine onu vareden Allah'a verecektir. Başkas›n›n akl›n› bir başkas›na aktard›k m›, art›k o noktada insanl›k ve irade biter.

İslâmiyet'e göre;

Herkes akl›n› kullanarak bir hayat anlay›ş›na gidecektir. Buna din diyoruz. Bu diğerlerine göre çok yanl›ş olsa bile, kimse kimseye kar›şmayacak, sadece sözleşmelerle pozitif hukuk oluşacak ve orada zorlamalar söz konusu edilebilecektir.

Ak›l, sosyal ve ekonomik kanunlar› anlamada ve içtihatlar yapmada hürdür, ama ak›l sosyal ve ekonomik kanunlar› değiştirmede hür değildir. Biz hürdür desek de, bin defa bu alanda kanunlar yazsak da, ak›l yine de böyle bir hürriyete sahip değildir.

Eğer bir kurgu bilim senaryosunu yaz›yorsak o başka mesele; ama ciddî bir düzen tart›şmas› yap›yorsak böyle şaçma sapan düşüncelerle oyalanmayal›m.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

HALKIN YERİ VE

HALKIN KENDİ KENDİNİ YÖNETMESİ

MESELESİ

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

İslâmiyet'te,

halk kendi kendini yönetemez anlay›ş› vard›r.

 

"ŞERİAT DEVLETİ ZİHNİYETİNDE HALK'›n YERİ: HALK'›n KENDİ KENDİNİ YÖNETEMEYİP ANCAK DİN HÜKÜMLERİYLE (İNSAN İRADESİ DIŞI GÖKTEN İNME EMİRLERLE) YÖNETİLEBİLECEĞİ; HALK'a ve HALK'›n YETENEKLERİNE GÜVENSİZLİĞİN KAYNAKLARI.

Şeriat devleti zihniyetinin demokrasiye engel yaratan en sak›ncal› yönü HALK değerlemesi ile ilgilidir; Şeriat zihniyeti HALK'› kendi kendine yönetebilecek yeterlikte görmez; hiç bir zaman görmemiştir... Ve Şeriat düzeni bu yetersizliği as›l kabul edip, bu verilerden hareketle kişilerin ve toplumun ancak beşer iradesi d›ş› yollardan yerleşmiş hükümlerle ve daha doğrusu Tanr› ve Peygamber emirleriyle (ve bu emirlere uygun Şeriat esaslariyle) yönetilmek gereğini temel gerçek olarak yerleştirmiştir..."(s. 362)

 

İSLÂM DÜZENİNDE FERTLER VE

HALK KENDİ KENDİSİNİ YÖNETİR

 

Halk kendi kendisini yönetemezse, yöneticisi kim olacakt›r? Eski anlay›şa göre ya Allah'tan vahiy alan peygamberler olacak veya kendisini tanr› kabul eden hükümdar olacak.

İslâmiyet tek tanr› inanc›n› kabul ettiğine ve şirki yani hükümdarlar›n Tanr›'ya ortak olmalar›n› şiddetle yasaklad›ğ›na göre, o ş›k kabul edilemez. Hz. Muhammed de son peygamber olup vahiy bittiğine göre, İslâm düzeninde halk kendi kendisini yönetmeyecekse kim yönetecek?

Hani halk aras›nda bir söz vard›r; 'öyle bir yalan söyle ki kuyruğu görünmesin' derler. Ama maalesef yazar›n söylediği yalan kuyruklu bir yalan!

İslâm düzeninde;

Çocuk ve ak›l hastas› gibi k›s›tl› olmayan herkes hem de eşit şartlarda kendi kendisini yönetir. Halk da kendi kendini yönetir.

Sadece bilmeyenler, bilmediklerine kendileri karar vermek şart›yla yine kendi kararlar› ile istedikleri kimselere sorarlar. Bunun d›ş›nda yöneticiler, sadece kendilerine verilen yetkileri kullanabilirler. Herkes her zaman bu yetkiyi geri alabilir.

Elbette bu sizin gibilerin hayal bile edemiyeceği bir demokrasi anlay›ş›, ama ilim ve hesap bunu aynen anlatt›ğ›m›z şekilde sağl›yor.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Hele Araplar›n

kendilerini hiç yönetemiyecekleri görüşü hakim.

 

"I- ARAP HALKLARININ ANCAK DİN HÜKÜMLERİYLE YÖNETİLEBİLECEĞİ FİKRİNİ GELİŞTİRENLER: İBN HALDUN

Arap bedevisinin ve halklar›n›n (şehirli'nin) çok geri ve ilkel nitelikte olduğu ve bu nedenle din sistemiyle (din hükümleriyle) yönetilmesi gerektiği fikrini, Şeriat'›n temel kaynaklar›ndan esinlenmek suretiyle bütün İslâm yazar ve düşünürleri işleyegelmişlerdir.

Bu fikrin geçmişteki en ünlü savunucular›ndan biri de İbn Haldun'dur. "Mukaddime" adl› yap›t›nda İbn Haldun Arap karakterini en karanl›k yönleriyle canland›r›r. Onun kaleminde Arap ilkeldir, vahşidir, h›rs›z ve talan ruhludur, yağmac›d›r, uygarl›k düşman›d›r,... ve işte bütün bunlardan dolay›d›r ki Arap halklar›n› ancak "uhrevi iktidar" yolu ile, din arac›l›ğ› ile yönetmek olanağ› vard›r... Ancak Tanr› korkusu ve Peygamber zorlamasiyle düzen içerisinde yaşayabilir...

Yukar›daki hususlar için bk. İbn Khaldun, The Muqaddimah; An Introduction to History, (İngilizce Çeviri Franz Rosenthal, N.Y. 1958, 3 cilt, yukardaki hususlar için bk. cilt I, sh. 302-306)."(s. 363)

 

KAVİMLERİN FARKLI YARADILIŞ ÖZELLİKLERİ VARDIR

İSLÂMİYET

ARAPLARIN İYİ YÖNLERİYLE MEDENİYET KURDU

 

Topluluklar›n ve kavimlerin ayr› ayr› yarad›l›şlar› ve özellikleri vard›r. Kimi kavimler serbestliği ve baş›boşluğu sever, kimileri de birliği ve disiplini sever.

Araplar badiyelerde ve çöllerde serbestlik içinde yetişmiş ve yaşam›şlard›r. Kendilerine göre değerleri, doğrular›, mertlikleri, kahramanl›klar›, misafirperverlikleri, v.s. müsbet özellikleri yan›nda elbette her kavim gibi menfi yönleri de olabilir. Hangi milletin art› ve eksileri yok ki?

Mekke Araplar›n›n Hz. Peygamber (s)'e hep asil davrand›klar› görülür ve bilinir. Medine Araplar› da benzer tutum ve davran›ş içinde olmuşlard›r. Meselâ, Araplar sözlerinde dururlar, sözde gelişmiş modern dünyan›n hile ve yalanlar›n› pek bilmezler.

İslâmiyet;

Araplar›n bu müsbet değer ve özelliklerinden yararlan›p yeryüzünde yepyeni bir medeniyet kurulmuştur. Bu müsbet özellikleri sebebiyledir ki Araplar ancak İslâm düzeninde yönetici olabilmişlerdir.

İslâmiyet'ten uzaklaşmaya başlay›nca,

yönetim de onlar›n elinden ç›kt›.

İslâm düzeninin öngördüğü  aşiret, kabile, şa'b yönetimlerine yeniden gelindiğinde, Araplar›n da yeniden çok iyi yönetici olacaklar› kan›s›nday›z. Nitekim İbn Haldun da bu tesbitleri yapmakta ve Mukaddime'sinde anlatmaktad›r. Yoksa yazar›n iddia ettiği şekilde Araplar› hor görmemektedir.

Bir insan katil olmak istemezse, katil olamazsa, kötü olmazsa veya olamazsa, bu onun beceriksizliği değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te devlet ak›lla değil şeriatla yönetilir

 

"II- İSLÂM DEVLET DOKTRİNİNDE VE UYGULAMASINDA TOPLUM'un BEŞER AKLI GEREĞİNCE DEĞİL GÖKTEN İNMİŞ TANRI VE PEYGAMBER EMİRLERİ TEMEL OLMAK ÜZERE ŞERİAT HÜKÜMLERİNCE YÖNETİLEBİLECEĞİ

İslâm'da as›l olan o'dur ki kişi, ne de her hangi bir kuruluş veya Devlet BEŞER AKLI gereğince yönetilmez ve kararlar alamaz. Beşer akl› d›ş›nda var olmuş olan Tanr› emirleri ve Peygamber sözleri (ve davran›şlar›) her şeyin temelidir ve ak›l sadece bu emirleri ve sözleri öğrenmeye yararl›d›r. Bu bak›mdan gerek kişi ve gerek kişileri yönetmekle görevli olanlar (Devlet ve kuruluşlar) BEŞER AKLINA göre değil ve fakat gökten inmiş olan ilâhî emirler ve kurallar ve özellikle Kur'an ve Hadis'ler gereğince hareket etmek ve toplumu yönetmek durumundad›rlar..."(s. 364)

 

ÜLKELER 'ŞERİAT' VEYA 'KANUN' İLE YÖNETİLİR

İSLÂM DÜZENİNDE ÜLKE ŞERİAT İLE YÖNETİLİR

 

İlkel cemiyetlerde topluluklar› peygamber veya hükümdarlar yönetirdi. Peygamberler Allah'tan vahiy al›rlard›. Hükümdarlar ise kendilerini Tanr› makam›nda sayarlard›. Halk da itiraz etmeden uyard›.

İslâmiyet bu uygulamalar› ve yönetim şeklini sona erdirdi. Art›k aram›zda ne peygamberler var ne de kendilerini tanr› sayan hükümdarlar. Aram›zda yapacağ›m›z sözleşmelerle biz kendi kendimizi yöneteceğiz.

Sözleşmelerin bütününe 'şeriat' denir. Bir toplulukta akit serbestliği olmay›p tek tip sözleşmeler olursa bunlara da 'kanun' denir. Akit serbestliği varsa, devlet değişik sözleşmelerle yönetilir ve bu yönetim şekline de 'şeriat' denir. Yani keyfî yönetim yerine 'hukukî yönetim' hükümran olur.

K›saca özetlemeye çal›şt›ğ›m›z şeriat yönetimi veya şeriatla yönetim işte budur. Elbette bütün sözleşmelerin ak›l yoluyla haz›rland›ğ› herkesin malumudur. Ama baz›lar› bu gerçeği bile bile inkâr etme al›şkanl›klar›n› bir türlü terkedemiyorlar.

Sonuç olarak bir de şu soruyu sormak gerekiyor: Hangi yönetim şekli daha iyi; yasalara yani şeriata uygun yönetim mi, yoksa hükümdarlar›n keyfî yönetimleri mi?

Yazara göre, bu yönetici Mustafa Kemal olursa keyfî yönetim iyi, ama Abdülhamit olursa iyi değil veya aksi iyi! Evet, çifte standartl› ak›ll› alim yazar›m›z böyle düşünüyor.

İslâm düzeninde;

Savaş hâli d›ş›nda ülke şeriat ile yönetilir.

Fevkalâde hallerde ve ölüm kal›m meselesinin sözkonusu olduğu durumlarda komutana yani başkana uyulur ve şeriat ask›ya al›n›r. Bu kural, her yerde ve bütün dünyada geçerlidir.

Biz genel olarak bütün insanlar›n yapt›klar›ndan farkl› bir şey getirmiyor ve önermiyoruz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Ak›l, ak›l d›ş› vahye dayand›r›lm›şt›r.

 

"A- AKLI, insan denilen varl›k için "as›l" nitelik olarak gösterip onu kulland›rmama taktiği.

Şeriat düzeninde t›pk› "eşitlik", t›pk› "hoşgörü", t›pk› "kad›n haklar›", t›pk› "kölelik", v.s.. konular›nda olduğu gibi İNSAN AKLI ve AKLIN KULLANILMASI konusunda da ikili bir değerleme yani "çifte standart" esas› öngörülmüştür...(s. 364)

Daha başka bir deyimle İNSAN denilen varl›k, Şeriat'›n temel düşünüşüne göre, hem yarat›klar›n en üstünüdür çünkü AKIL ile ibram edilmiştir, hem de kendi kendisini HÜR ve BAĞIMSIZ AKIL yolu ile idare edemeyecek bir varl›kt›r. Bundan dolay› kişi ak›l d›ş› yollardan inen, yani Tanr› ve Peygamber emirleri şeklinde var olan hükümlere uymak suretiyle kendi yaşamlar›n› en iyi şekilde sürdürebilir  ve işte bu tür hükümleri bilsin ve öğrensin ve uygulas›n içindir ki kişi'ye AKIL verilmiştir. Akl›n tek görevi budur..."(s. 365)

 

AKIL DIŞI VAHİY YOKTUR

KUR'ÂN AKLA VE İLME UYGUNLUĞU ÖNGÖRÜR

 

Yazar burada ağ›z çabukluğu ve lâf kalabal›ğ› aras›nda 'ak›l d›ş› vahiy' ifadesini kullanm›şt›r.

Kâinat vard›r, varedilmiştir ve belirli bir düzen içindedir. Cereyan etmekte olan bütün olaylar ince hesaplarla ve belirli bir bilinç içinde cereyan etmektedir. İnsan›n ruhu ve bedeni vard›r, ruhu ile bedenini kullanmakta ve idare etmektedir. Ak›l denilen şey işte budur. İnsan ayn› zamanda diğer ruhlarla da ilişki içinde bulunmaktad›r ki, konuşma ve yaz›şma denilen şeyler de bunlard›r. Kâinat da bir bedendir ve bu bedenin bir ruhu olmamas› için hiçbir sebep yoktur. Böyle bir ruh varsa, bu ruhun da bizim ruhumuzla ilişki kurmas› için engel say›labilecek hiç birşey yoktur.

Bu anlatt›klar›m›zda ak›l d›ş› bir şey var m›? Varsa, belki ilim d›ş› denebilir, ama ak›l d›ş› denemez; çünkü şimdilik deneyerek kesinlik sağlayam›yoruz denebilir. Yoksa vahiyde ne tümden gelim ne de tüme var›m ilkelerine ayk›r› bir şey vard›r. Kald› ki İslâmiyet'in temel prensibi şudur: Vahiy ak›l d›ş› olsun veya olmas›n, getirdikleri ak›l ile kontrol edilecek, ak›l d›ş› ise kabul edilmeyecek, aksi halde kabul edilecek. Mesele bu kadar basittir.

O halde 'ak›l d›ş› vahiy' ifadesini akl›n› kullanmadan öylesine üstünkörü kullanan biri için söyleyeceğimiz tek bir kelime vard›r; 'cehalet' veya 'bilgisizlik'.

İnsanl›k tarihinin başlang›c›ndan günümüze kadar peygamberler geldiler ve kitaplar getirdiler: Geçmişte kurulan ve bugün hâlâ varl›klar›n› sürdürebilen medeniyetlerin hepsi onlar›n eseridir. Beşeriyet ak›l d›ş› ise; akla gerek yoktur, ak›l kötü bir şeydir, ak›l kullan›lmamal›d›r, demektir. Yazar›n mant›ğ› ile hareket edersek netice böyle ç›k›yor. Peki bu anlay›ş ve mant›ğ› kabul etmek mümkün mü?

Kur'ân'›n ilâhî bir söz olduğunun ilmî bir şekilde ispat edilmemesi hâlinde ona uyulmamas› belirtiliyor. Kur'ân'›n ilâhî bir kitap olduğunun en aç›k delili, onun makul olmas›, akla ve ilme uygun olmas›d›r.

Meselâ, bizler hep çağdaş meselelerimize ve problemlerimize çözümler getiriyoruz. Günümüz problemlerini çözmeye çal›ş›yoruz. Sonunda bir sistem ve düzen öneriyoruz.

Bizlere bütün bunlar› Kur'ân öğretmektedir. Bütün bu söylediklerimizin akla uygun olmad›ğ›n› veya ak›l d›ş› olduğunu kim iddia edebilir?

Biz Kitap ve Sünnet'in ilâhî kaynakl› olduğunu akla uygunluğu ile kontrol ediyoruz. Bunlar nas›l akla ve ilme ayk›r› olabilir?

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Müslümanlar Kur'ân'da her şey vard›r inanc›ndad›rlar.

 

"B- Bütün bilimlerin ve buluşlar›n Kur'an'da öngörüldüğü inanc›na saplanm›şl›k.

Şeriat ülkelerinin ayd›n say›lan insanlar›n›n büyük bir çoğunlukla inan›r olduklar› ve bugün dahi büyük bir k›skançl›kla savunduklar› görüş odur ki, ister Doğu ister Bat› uygarl›ğ›nda geliştirilen bilimlerin ve bilim ve fen diye ne varsa her şeyin kökünü KUR'AN'da bulmak mümkündür...(s. 365)

Kahire'de 1957 y›l›nda toplanm›ş olan Bilim kurulu Ruslar›n gökyüzüne yollad›klar› SPUTNİK olay›n› Kur'an hükümlerine göre değerlendirmiş, bu olay›n 1400 y›l önce Kur'an taraf›ndan aç›klanm›ş olduğunu belirtmiştir. Şeyh Muhammed al-Banna ad›ndaki ünlü bir Şeriatç›, gezegenler aras› gezilerin ve hidrojen bombas› s›rlar›n›n, Kur'ân'›n hükümleri aras›nda yatmakta olduğunu ileri sürmüştür. al-Banna'ya göre Kur'ân'›n al-Rahman Suresinin 33 cü Ayetindeki; "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklar›ndan geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak bir kudretle geçebilirsiniz" hükmünü gezegenler aras› uydulara işaret olduğunu göstermektedir. Bu hususlar için bk. P. Rondot, "Les Musulmans Devant la Technique", ("Cahiers de I'Institut de Science Economique Appliquée", Oct. 1960. t. 106. Fasc. 2, Série V, pp. 47-8).

Daha buna benzer say›s›z örnekler göstermek mümkündür. Bütün bu örnekler Şeriatç› kafalar›n bugün dahi BİLİM denilen ve olumlu araşt›rman›n ve akl›n ve zekan›n ürünü bulunan şeyi ak›l d›ş› yollarla oluşmuş bulunan DİN'den ay›racak kerteye gelmediğini göstermeye yeterlidir.

Türkiye bu çağd›ş› BİLİM anlay›ş›ndan Atatürk sayesinde kurtulmuş ve BİLİM'i Din olarak görmekten kurtulmuştur. Atatürk'e gelinceye kadar, geçen yüzy›l›n sonlar›nda bile her türlü sorun, her türlü ilim hep DİN hükümleri arac›l›ğ› ile çözülmeğe çal›ş›l›rd›. Sosyal konular ve sorunlar hep Kur'an'dan al›nma hükümlerle benimsenir ya da at›l›rd›. Anayasa konular›, demokrasi sorunlar›, hürriyet ve saire ne varsa her şey Kur'an hükümleri değerlendirilmesine göre ve bu ölçüler esas›na bağlanarak ele al›nabilirdi. Medrese eğitimi ve Kur'an öğrenimi ile yetiştirilmiş insanlar için AKIL REHBERLİĞİNDE düşünmek, bilim araşt›rmas› yap›p sonuca eriştirmek mümkün değildir."(s. 366)

 

KUR'ÂN... KUR'ÂN... KUR'ÂN...

KUR'ÂN KÂİNATIN HARİTASIDIR

 

Kâinat meselesi ile konuya giriş yapal›m.

Bugün kâinat›n yarat›l›ş› ile ilgili fiziki bilgilerimiz vard›r. Biliyoruz ki kâinat› dört kuvvet yönetmektedir. Bu kuvvetler, d›şlama ayn› yerde bulunmama kuvvetleri, itme kuvvetleri ile çekme etkileri birleştirme kuvvet-leridir. Bunlardan zay›f ve kuvvetli olanlar vard›r.

Yine bugün art›k aç›kça biliyoruz ki kâinat sonludur. Dört boyutlu uzay içinde üç boyutlu olarak genişlemektedir. İçinde art›p eksilmeyen parçalanmaz parçac›klar vard›r. Bunlar bir görünüşü ile parçac›k diğer görünüşü ile dalgad›r. Bunlar, parçac›k olunca maddeyi, dalga olunca da enerjiyi temsil ederler. Bugünkü cans›z kâinat birkaç formülle izah edilmektedir. Birleşik alan teorisiyle tek formüle indirilmeye çal›ş›lmaktad›r.

Canl›larda da dört temel asit bulunmaktad›r. Bunlar›n özel dizilişleri ile yani 29 harften ç›kan dil gibi tüm canl›lar kromozom üzerindeki dört asidin değişik dizilişi ile cans›z âlem canl› âleme dönüşmektedir.

Sinir hücrelerindeki ayn› dizilişler beynimizi ve 0 1 hesab›yla tüm düşüncemizi oluşturmaktad›r. Bu 0 1'› kullanarak bilgisayarda her şekli oluşturabildiğimiz, düşünebildiğimiz, karş›s›nda satranç oynayabildiğimizi biliyoruz. Bilgisayar insan gibi düşünmekte ve sizi yenmektedir. Yani bugünkü ilimler kâinat›n hep benzer olduğu ve sistemi bildiğiniz takdirde kâinat› ve insanlar› kolayca öğrenebildiğini göstermiştir.

Kur'ân meselesine gelinirse, Kur'ân'›n bizzat kendisi bu kitab›n ilâhî kaynakl› ve Allah sözü olduğunu her vesile ile belirtmekte ve insanlara; 'inanm›yorsan›z benzerini getirin' cümlesiyle muar›zlar›na her zaman meydan okumaktad›r.

Kur'ân'›n Allah sözü olduğunu nereden ve nas›l bilebilirsiniz?

Her şeyden önce Kur'ân, hiçbir manas› olmasa bile sadece seslerindeki üslûbundan bile kime ait olduğu bilinir. Meselâ, radyo istasyonlar›n› kar›şt›r›n, karş›n›za dilini bilmediğiniz birçok kanal ç›kar, veya müzik neşriyat› kanal› bulursunuz. Siz şayet o istasyonu dinlemiş iseniz hemen tan›rs›n›z. Biz birbirimizi de böyle tan›yoruz. As›rlar öncesinden yer alt›nda kalan bir taş parças›n› veya eşyay› arkeolojik kaz›lar sonunda bulduğumuzda, hemen tan›r ve bunu insanlar hem de filan dönemde şu kültür ve medeniyeti oluşturanlar yapt›, diyoruz. İşte ilk insandan beri basit olarak bilinen ve kullan›lagelen bu tan›ma metodu, bugün art›k matematikleştirilmiştir. Bu iş hesaplanarak yap›l›r ve eğer tan›ma kesin değilse isabet derecesini de verir. Meselâ, bu görünen insan % 99 İlhan Arsel'dir der.

Bizler Kur'ân'dan gelişigüzel seçtiğimiz âyetler üzerinde, kelime ve cümleler üzerinde, matematik tahliller yaparak Kur'ân'›n Allah sözü olduğunu tesbit ettik. Peki, bizden önce de bu tesbitler yap›lmad› m›? Elbette yap›ld›. Bizden önce de insanlar birbirlerini tan›yordu, ama bilgisayar ancak şimdi tan›yabiliyor. Baz› şeyleri ancak şimdi hesapl›yabiliyoruz. O tesbitler o günkü insanlar›n geliştirdikleri metotlarla yap›l›yordu. Bizim tesbitlerimiz ise istatistik ve ihtimaliyat hesaplar›na göre yap›ld›. Sonra bizler ak›lc› insanlar›z. Başkalar›n›n söylediklerini dinleriz, her söze kulak veririz, ama kendimiz ispat etmedikçe doğruluğunu kabul etmeyiz.

Kur'ân'›n ilâhî söz olduğunu muhtevas› da gösterir. İnsan görüşlere göre hüküm verir. Oysa ilim tam tersini yapmam›z› isteyebilir.

Kur'ân, verdiği haberler ve getirdiği hükümler itibariyle de ilâhî söz olduğunu gösterir. Çünkü verilen haberler ve getirilen hükümler, tabiî ve sosyal kanunlara uygundur.

Bu konuyu daha iyi anlatabilmemiz için meselâ, Anadolu'yu öğrenmek istediğimizi farzedelim. Bunun için Anadolu'nun belli yerlerine isim veririz: Erzurum, Toros, Van, Konya, Marmara, v.s. Sonra bu yerlerin s›n›rlar›n› çizeriz ve aralar›ndaki ilişkileri de ortaya koyar›z. K›z›l›rmak, İç Anadolu'dan ç›kar ve Karadeniz'e dökülür deriz.

Şimdi biz başka isim siz başka isim vererek, biz değişik s›n›rlar siz değişik s›n›rlar çizerek işe koyulsak yine Anadolu'yu öğrenebiliriz; ama her birimiz kendi çal›şmalar›m›zla kal›r›z ve birbirimize bir şey aktaramay›z. Oysa ortak bir isimlendirme ve s›n›rlama yap›l›rsa, o zaman rahatl›kla birbirimizin tesbitlerini birbirimize aktarabiliriz. Böylece yirmi milyon insan yapt›klar› ortak çal›şma ile bir insan› bilgilendirir.

Benzer şekilde, eğer uluslararas› ortak bir dil olursa ve ortak adland›r-malar meydana getirilirse bütün insanl›k birbirinden yararlanm›ş olur. Hattâ bütün çağlar› birleştiren bir metin olmal›d›r. Bu ortak adland›rma ve yararlanmadan başka bir şey değildir.

Yeryüzünde tüm insanl›ğa ve çağlara ortak adland›rma ile hitap eden bir kitap var; bu kitap Kur'ân'd›r. Bu kitap ilâhî kaynakl›d›r, Arapça dili ile nazil olmuştur, kimya veya matematikteki formüller gibi her konuda doğru sonuçlara götüren bir kitapt›r ve yeryüzünde böyle başka bir kitap yoktur.

Bizler, sözünü ettiğimiz bu birliği sağlamak için bu kitaba yani Kur'ân'a dayan›yoruz. Baştan beri anlatt›ğ›m›z yerden al›r da bağlamaya çal›ş›rsak diyebiliriz ki, elimizde kâinat›n haritas› var, o haritaya baka baka, okuya okuya, anlaya anlaya, meselelerimizi çöze çöze yol al›yoruz. Okuyup anlad›kça, anlay›p uygulad›kça da görüyor ve daha çok inan›yoruz ki, bu kitap, bu harita kâinat›m›z› izah ediyor. Biz de gücümüz ve nasibimiz ölçüsünde ondan yararlan›yoruz.

Kur'ân hakk›ndaki bilgimizi tamamlamak için bir örnek daha verelim. Bir kente ilk defa gittiğiniz zaman, o kenti dolaşmak için değişik uygulamalar içinde hareket etme imkân› vard›r. Meselâ, yan›n›za o kenti çok iyi bilen bir rehber al›rs›n›z, o sizi en iyi ve uygun şekilde dolaşt›r›r, gitmek istediğiniz yerlere götürür.

İlk insanlar böyle yap›yorlard›. İlk defa geldikleri bu dünyada peygamberler onlara rehberlik yap›yordu. O zamanlar harita yoktu. Sonra yavaş yavaş hem haritalar geldi hem de insanlar haritalar› okumas›n› öğrendiler. Ama henüz herkes harita okumas›n› bilmiyordu. Allah kâinat›n haritas› olan kitaplar› ve onlar›n yan›nda o haritay› okuyan ve insanlara önderlik eden rehberler gönderdi. Peygamberlerin atas› olan Hz. İbrahim'den Hz. Muhammed'e kadar olan dönem böyle geçti.

Hz. Muhammed (s)'den sonra insanlar gruplar hâlinde yaşamaya, kafile kafile dolaşmaya başlad›lar ve bu arada kendi içlerinden ellerindeki haritalar› okuyan insanlar ç›kt›. Art›k peygamber gelmiyor, elde sadece harita var, müçtehitler de bu haritay› okuyor.ve rehberlik yap›yorlar. Her insan müçtehit olma görevindedir; olamazsa olanlar› kendisine rehber yapar. Mesele de halledilmiş olur.

Şimdi biri ç›k›yor ve diyor ki; 'Ben haritay› istemiyorum, sokak sokak dolaş›p gideceğim yeri bulurum, benim akl›m bana yeter!' Doğru, senin akl›n da bir şeylere yeter ama her şeye yetmez. Bunun için ortak akla, ortak haritaya, ortak kitaba ihtiyac›m›z vard›r ki, o da Kur'ân-› Kerîm'dir. Biz araşt›rd›k ve kâinat›n haritas› olarak bu kitab› bulduk. Bundan başka haritas› veya kitab› olan varsa, beri gelsin!..

Harita sayesinde biz birbirimize bilgiler göndeririz. Ayn› işaretleri haiz haritay› kullanmal›y›z ki, o haritada yanl›şlar varsa düzeltelim. Aksi halde ortak haritam›z olmazsa birbirimizle anlaşamay›z, hatalar›m›z› düzeltemeyiz, yenilikler ve çözümler ortaya koyamay›z, yeni durumlara intibak edip yeniden yap›lanmay› gerçekleştiremeyiz. Eldeki bu harita bizim veya sizin akl›n›z› kullanman›za engel değil ki!..

Kur'ân, Anadolu'daki veya örnek ald›ğ›m›z başka bir bölgedeki baz› yerlerin isimlerini koymuştur. Ancak bunlar›n tan›mlar›n› yapmam›şt›r. Onu da bize b›rakm›şt›r. Bu sayede biz, ortaya ç›kan yeni değişiklikleri haritam›za işaret ediyor ve yenilikleri işleyebiliyoruz. Bunlar içtihat ve icmalard›r. Daha önce, irsî olan özelliklerle zamanla değişen çevre özelliklerinin olduğunu, irsî olanlar›n Kitap taraf›ndan tesbit edildiğini, değişikliklerin de icma ve içtihatlarla tesbit edildiğini söylemiştik.

Bu en makul, en ilmî ve akla en uygun olan usûlün Kur'ân'da tesbit edilip bildirilmesi işte bunun için bir mucizedir ve onun ilâhî kaynakl› bir kitap olduğunu gösterir. Gerçekten de insanl›ğ›n böyle birleştirici ortak bir kitaba ihtiyac› vard›r. Kur'ân'dan başka da böylesine birleştirici bir kitap yoktur.

Nas›l ki şimdi art›k ortak bir kabul sonucunda haftan›n yedi gün olduğunu kabul etmiş bulunuyoruz. İlk defa 'pazar' diyen kimseye uyuyor ve biz de 'pazar' demeye devam ediyoruz. Kâinat›n biricik haritas› Kur'ân'd›r ve tek harfi bile değişmeden elimizde bulunan bu Kur'ân üzerinde içtihatlar yaparak gerekli intibak› yapmak zorunday›z. Aksi halde binlerce y›l gerisin geriye giderek tarihi yeniden yaşamak zorunda kal›r›z. Doğrusu bu insanl›k için büyük bir felâket olur. Hafta tatilini pazar günü yapmak için Hz. İsa'n›n o gün doğduğuna inanmak gerekmez.

Kur'ân'dan yararlanmak için mutlaka onun ilâhî söz olduğunu kabul etmek de gerekmez. O da diğer kitaplar gibi bir kitapt›r, diyebilirsiniz; ama diğer kitaplar› okumadan ve anlamadan nas›l ilim olmazsa, insanl›ğ›n üzerinde en çok durduğu kitap üzerinde durmadan, onu okuyup anlamadan ilim olmaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Müslümanlar Kur'ân d›ş› ilim kabul etmezler.

 

"C- Kur'an d›ş›nda bilim gerçeği olmad›ğ› inan›ş›.

Kur'an'›n çeşitli surelerinde her gerçeğin Kur'an'da yer ald›ğ›, her bilginin, gelmiş ve gelecek her olay'›n orada belirtildiği, hiç bir şeyin, hiç bir bilginin eksik b›rak›lmad›ğ›, bunlar d›ş›nda hiç bir gerçeğin olmad›ğ› hususlariyle ilgili hükümler vard›r.(s. 366)

al-An'am Suresi'nin 38 ci Ayetinde Tanr›'n›n şöyle konuştuğu kabul edilir: "Biz, kitapta hiç bir şeyi eksik b›rakmad›k"...

Bütün bu hükümler nedeniyledir ki Kur'an d›ş›nda gerçek aramak YENİLİK yani Tanr› iradesine ayk›r› hareket şeklinde say›lm›şt›r. Bütün yüzy›llar içinde Kur'an'daki bilgilerden daha yenisi, daha iyisi, daha doğrusu, ve gerçeği olamaz fikri yerleşmiş ve gelişmiştir...

Yüzy›llar boyunca Şeriat ülkelerinde yeni olarak ortaya at›lan hiç bir şeyin ESKİ'ye nazaran daha iyi olamayacağ› ve çünkü kitap d›ş›nda yenilik araman›n insanlar› felakete ve kötülüğe götüraceği fikri savunulmuştur. Bu konuda bk. P. Rondot, "Les Musulmans Devant la Technique", ("Cahiers de I'Institut de Science Economique Appliquée", Oct. 1960. t. 106. Fasc. 2, Série V, pp.37-63, 46-7)."(s. 367)

 

KUR'ÂN DIŞI İLİM VARDIR VE O DA HİKMETTİR

BÜTÜN ÇALIŞMALARIMIZI KUR'ÂN ÜZERİNDE YAPIYORUZ

 

Eğer kâinat› bir Tanr› yaratm›ş ise ve eğer Kur'ân da Tanr› kelâm› ve ayn› zamanda kâinat›n canl› haritas› ise; bu harita ile bu arazi birbirine uymal›d›r. Haritada gördüğümüz bir işaret arazide bulunmal› veya arazide bulduğumuz bir varl›k haritada işaretli olmal›d›r.

Meselâ, haritada bir demiryolu çizilmişse ve bu demiryolu bir nehrin üzerinden geçiyorsa, burada bir köprü olmal›d›r. Görülüyor ki haritada köprü işareti yoktur ama izahtaki kuraldan orada köprü olduğu okunur. Araziye gittiğimizde, gerçekten de yol ve köprü bulunca, haritam›z›n doğru olduğuna kanaat getirir, sonra ondan yararlan›r›z.

Müslümanlar daha önce haritay› okudular ve arazide uygulamalar yapt›lar. Neticede bakt›lar ki harita doğru, o zaman ona uydular. İslâm Medeniyeti işte böyle doğdu. Haritay› okudular, kâinat üzerinde uygulama yapt›lar, bu haritan›n kâinat haritas› olduğunu anlad›lar ve ona göre içtihat yapt›lar.

Duraklama devirlerinden sonra bu okuma faaliyetleri durdu. Sadece eski okumalar ve araşt›rmalar ile yetindiler. Çünkü onlar için mesele bitmişti.

Şimdi Avrupal›lar yani Bat› dünyas› arazide tesbit çal›şmalar› yap›yor. Kâinat› inceliyor ve sonuçlar ç›karmaya çal›ş›yorlar. Biz de onlar›n yapt›klar› araşt›rmalar sayesinde şimdi eskiden bildiklerimizden çok daha fazla şeyler bilebiliyoruz. Şimdi de aksini yap›yor ve arazide bulunanlar haritada var m› diye araşt›r›yoruz. Bu araşt›rmalar›m›z›n sonucunda gerçekten de Bat›l›lar›n bulduklar› bütün keşiflerin Kur'ân'da yer ald›ğ›n› görüyoruz. Kur'ân'›n ilâhî söz olduğu böylece bir defa daha ortaya ç›km›ş oluyor.

Nas›l Müslüman haritadaki uygunlukla haritan›n s›hhatini ispat etmekle yükümlüyse; inanmay›p inkâr edenlerin de bunu ispat edenlere çatma yerine aksini yapmalar› gerekir. Meselâ Kur'ân, 'Gökler genişliyor', diyor; onlar da ilmen 'gökler daral›yor' deyip delillerini ortaya koymalar› gerekir.

Yazar›m›z ise her zamanki pişkin tavr› ile 'Siz neden Kur'ân'› esas al›yorsunuz?' diyor.

Biz bütün çal›şmalar›m›z› Kur'ân üzerinde yap›yoruz da ondan.. Çünkü yeryüzünde ondan daha üstün bir kitap ve kaynak yok da ondan.. Siz veya başkalar› ondan daha iyisini ve daha üstününü getiremiyorsunuz da ondan...

İslâmiyet;

'Kur'ân d›ş› ilim yoktur', demiyor? Tam tersine, Kur'ân-› Kerîm'de dokuz yerde (2/129 ve 151, 3/48,81 ve 164, 4/54 ve 113, 5/110, 62/2) 'Kitab' ve 'Hikmet' verdiğini ve öğrettiğini söylemekle bunlar›n ayr› ayr› şeyler olduğunu söylemiş oluyor.

Yine Rahmân suresinin hemen baş›ndaki âyetlerde, Kur'ân'› anlamak için de bir ilim olduğunu söylüyor:

1 - Çok merhametli (Allah),

2 - Kur'ân'› öğretti.

3 - İnsan› yaratt›.

4 - Ona beyân› öğretti.

Ayr›ca Kur'ân'›n baş›ndan sonuna kadar, kad›n ve erkek bütün Müslümanlara ilmi emrediyor. Kitab ile Hikmet aras›nda bir çelişki olmad›ğ›n›, tam tersine Kitab ile Hikmetin birbirini teyit ettiğini ve bu teyidin ise Kitab'›n ilâhî kelâm olduğunu ispat ettiğini söylüyor.

 

Ne yapal›m? Yazar ve inkâr edenler istese de istemese de bu böyledir!

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te sineğin iki kanad› bat›r›lacakt›r,

bit öldürülmez, faiz sermayeyi eritir,

millî egemenlik yerine Kitap ve Sünnet vard›r

şeklindeki ak›l d›ş› hükümler hâlâ yürürlüktedir.

 

"1 - NE FİZİK VE NE DE SOSYAL HİÇ BİR BİLİM'in KUR'AN VE HADİS DIŞINDA YAPILAMAYACAĞI.

Şeriat "İlmi Çin'de de bulsan ara" demiştir ama bunu derken "İlmi Tanr› ve Peygamber hükümlerine ayk›r› bulsan da ara bul ve al" dememiştir. Bilakis her şeyin ve her gerçeğin üstüne Kur'an ve Hadis verilerini ve hükümlerini oturtmuştur...(s. 368)

"Bardağa sinek düştüğünde iki kanad›n› da bat›r›n, çünkü birindeki günah diğerindeki sevap yolu ile giderilir; sonra bu suyu için" şeklinde bir Hadis hükmü var iken ve buna uyulmak gerekirken hiç kimse; "Böyle şey olmaz, bu sağl›k kurallar›na ayk›r›d›r ve nedeni şudur..." şeklinde bir görüş ve fikir yürütememiştir... Layik Türkiye Cumhuriyeti'nin Diyanet İşleri Başkanl›ğ›, XXI ci yüzy›la gireceğimiz bir dönemde 1400 y›l öncesinin ilkel toplumlar›na uygulanan din kurallar›n› bilim ölçüsü olarak kabul etmekte hâlâ israr eder bulunduğu içindir ki yurtaşlar›n günlük yaşamlar› konusunda günümüzün uygarl›k verilerine ayk›r› öğütler vermekle ve İLİM yapmakla meşguldur. "Bit'leri öldürmek caiz midir?" şeklinde kişilerin sorduğu soruya "caiz değildir", veya "faiz almak veya vermek kanunsuzluk mudur?" sorusuna "evet, faiz sermayeyi eritir"... veyahutta "Millî egemenlik kitab›m›z›n ve peygamberimizin gösterdiği yoldur" gibi akl›n alamayacağ› ve her türlü bilimin kavrayamayacağ› işlere kalk›şmaktad›r. Bunlar nihayet say›s›z denilebilecek durumlardan bir iki örnekten olup İslâm ülkelerinde ve bugün dahi, hem de yüksek öğrenim görmüş Şeriatç› s›n›f›n halâ Kur'an ve Hadis d›ş›nda BİLİM veya DÜŞÜNCE olamayacağ›na inanm›şl›klar›n› tan›mlay›c› olaylard›r."(s. 369)

 

SİNEK, BİT, FAİZ VE MİLLÎ HAKİMİYET MESELESİ

İSLÂM DÜZENİ

GELECEKTE EKSİKSİZ UYGULANACAKTIR

 

Yiyeceğe düşmüş sinek hikâyesi,

muteber hadis kitaplar›nda yoktur.

Konu, sineğin yiyecekleri pisleyip pislemediği ile ilgili olup günümüzde geçerliliği yoktur. Çağ›m›zda çevre değişmiştir. Biz bugün Kur'ân'da olmayan şeyleri tart›şm›yoruz. Dolay›s›yla bu konuyu gayriciddi buluyoruz. Yazar ise halk aras›nda olan en basit şeyleri bile ciddi bir meseleymiş gibi kitab›na alm›şt›r.

Bit öldürülmez hükmü yoktur.

Tam tersine muz›r hayvanlar› öldürün emri vard›r. Hayvanlar› yakman›n caiz olup olmad›ğ› konusu içtihatta tart›ş›lm›şt›r. Bunlara benzer başka meseleler de tart›ş›lm›şt›r. Ehli olan ilim sahipleri bunlar› çok iyi bilir. Meselâ, idamlar› f›r›nlarda yapmak doğru mudur? gibi meseleler bile tart›şma konusu olmuştur.

"Faiz sermayeyi eritir" hükmü,

Kur'ân'dand›r ve sonuna kadar doğrudur.

20. yüzy›l›n ekonomik ve sosyal krizleri, bunlar›n çok doğru ve isabetli hükümler olduklar›n› aç›k olarak göstermektedir. Faizin dengesizliği sağlad›ğ› veya mevcut dengeleri allak bullak ettiği ve fiyat anarşisini doğurduğu, tereddüte mahal vermeyecek şekilde kan›tlanm›şt›r.

Faiz kumara benzer. Sonunda bütün değerler tekellerde toplan›r. Bütün insanlar, tröst ve kartel şeklinde organize olmuş birkaç kişinin kölesi olur. Bütün insanlar çal›şs›n ve birkaç kişiden oluşan mutlu bir az›nl›k yat›p yaşas›n diyorsak, mesele yoktur. Eskiden padişahlar ve sultanlar yaş›yordu, şimdi de birkaç sermaye kral› yaşas›n, denebilir. Bizim buna da evet dediğimizi farzedelim; ama iş bununla bitmiyor. Halk çal›şacak, fazla üretim olacak, o üretim faizcilerin eline geçecek, oysa fazcilerin bunlar› sat›p harcayacaklar› yer bulunmayacak, bunun için üretimi k›smak zorunda kalacaklard›r. Böylece doyma halinden sonra yani tam tekel oluştuktan sonra faiz demek o kadar üretim azl›ğ› demektir. Bu da her y›l artan faiz sebebiyle üretim s›f›ra doğru gidecektir demektir. Gidemez, dolay›s›yla fiyat anarşisi olur.

Faizli sistemde faiz enflasyondan fazla olmal›d›r. Aksi takdirde faiz olmaz. Halbuki evrensel bir kural vard›r. Hiçbir işletmede yüzde yüz verim elde edilemez. Yani faiz fiyatlara daha fazlas›yla akseder. Yüzde on faiz varsa yüzde on iki enflasyon vard›r demektir; ama asl›nda yüzde onbeş faiz olmak zorundad›r. Bu durum sonuna kadar gitmez ve fiyat anarşisi doğar. Fiyat anarşisi ise türbilansl› ak›ma benzer, verimi onda birlere düşürür.

İslâmiyet;

Ticaretin marjinal fayday› art›rd›ğ› ve faizin marjinal fayday› azaltt›ğ›n› söyler. Çünkü marjinal fayda miktarla azal›r. Ticarette mal, o mal› çok olandan az olana gider; faizde ise para sonunda az olandan fazla olana gider. Bu da marjinal fayday› düşürür.

Bunlar, iki kere ikinin dört (2x2=4) ettiği kadar doğrudur. İşte Kur'ân ile yazar aras›ndaki fark budur.

Kur'ân 1400 y›l önce söylemiş ve bugün ilimler onu doğrulam›ş; yazar ise bugün bile bu basit ilmî sonucu anlayamam›ş.

Kitap, Sünnet ve millî hakimiyet ile ilgili hükümleri belirttik.

İslâmiyet;

Kitap ve Sünnet'i hiç kimseye zorla kabul ettirmemekte, herkesin kendi anlay›ş›na göre Kitap ve Sünnet'ten yararlanmas›n› istemektedir. Başka kitaplardan da yararlanmay› öngörmektedir.

Hakimiyetini bu yolda kullanmas›n› önermekte ama zorlamamaktad›r. Dolay›s›yla İslâmiyet'te millî hakimiyet son kertesine kadar kabul edilmiştir.

Ancak bir insan›n diğer insana, bir topluluğun diğer topluluğa hakimiyetini ise şirk saym›ş, dolay›s›yla bu anlay›ş ve uygulamalarla çetin bir mücadele vermiştir.

İslâm düzeni ile ilgili eksiksiz uygulama ise bundan sonraki dönemlerde olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Müslümanlar, ilme önem veren hadisler getirmektedirler.

 

"2 - BİLİM'e değer verir görünen ve fakat "Hür düşünce", "Hür fikir", "Yeni fikirlere yönelme", "Araşt›rma yapma" sistemini ve öğrenimini yasaklayan Şeriat düzeni.

Kur'ân ve Hadis hükümleri aras›nda bilim (ilim) ve öğrenim ve eğitime değer verir görünen hükümlere dayan›larak iddia edilir ki İslâm dini kadar öğrenim ve eğitime önem veren bir başka din yoktur. Yüzy›llar boyunca İslâm yazar ve düşünürleri bu konudaki din esaslar›n› örneğin:

*"İlmi" aramak her müslüman erkeğin ve kad›n›n görevidir;

*Beşik'ten mezara kadar ilmi ara (öğren);

*İlmi Çin de olsa öğren;

*Alimler (Bilginler) Peygamberlerin varisleridir;

*Alim'in (Bilgin'in) mürekkebi şehidlerin kan› kadar değerlidir;..."(s. 369)

 

İSLÂMİYET 'OKU!' EMRİ İLE BAŞLAMIŞTIR

İSLÂMİYET İNSANI İLİM İLE TANIMLAMAKTADIR

 

İslâmiyet, her şeyden önce işe ilk emir olan okuma ve Kur'ân'› öğrenme ile başlam›şt›r.

Hz. Peygamber Kur'ân'› öğreniyor ve ona inanan yak›nlar›na öğretiyordu. İlk toplant›lar ve sohbetler böyle başlad›. Kur'ân onlar›n diliyle ve çok kolay anlaş›lacak şekilde okunuyordu. Ezberlemek, onu anlamak için yeterliydi. Konular› da, bugünkü çağdaş okullarda bile okutabileceğimiz konulard› (Rahmân Suresi, âyet 1-9):

1 - Kâinat›n varedicisi ve düzenleyicisi

2 - Kur'ân'› öğretmiştir.

3 - İnsan› yaratm›şt›r.

4 - Ona Kur'ân'› nas›l anlayacağ›n› da öğretmiştir.

5 - Güneş ve Ay gelişi güzel değil hesaba göre hareket ederler.

6 - Ağaçlar ve y›ld›zlar da tabiî kanunlara uyarlar.

7 - Gök yüceltilmiş ve genel denge konmuştur.

8 - Sak›n ha o dengeyi bozmay›n.

9 - Siz de aran›zdaki tart›lar› doğru yap›n ve tart›larda haks›zl›k yapmay›n.

Çok sonralar› Müslümanlar, bu okumalar›n yan›nda ortak hareketlere al›şt›r›ld›lar. Namaza başland›. Hz. Muhammed (s) Medine'ye hicret ettiğinde, sohbetler ve yönetim bir arada yürüyordu. Herkese ve bütün insanlara aç›k olan yerlerde sohbetler ve istişareler yapan Hz. Peygamber, burada gelen meseleleri de çözüyordu. Her an halk›n ve hayat›n içindeydiler. Benzer durum ve tutum, dört halife zaman›nda da aynen devam etti.

Sonraki devirlerde serbest medreseler oluştu ve say›s›z kitaplar ortaya ç›kt›. Daha doğru dürüst yaz› dilleri bile olmayan, tüm yaz›l› metinleri 600 m›sral›k şiirden ibaret olan bir topluluğu, bugün yaz›lm›ş gibi hâlâ zevkle okuduğumuz eskimeyen İslâm klâsikleri ve Eski Yunan klâsik tercümeleri, hep o y›llarda Arabistan'da uyand›r›lan ilim aşk› ile sağlanm›şt›r. Avrupa da as›rlarca alev alev yanan bu ilim meş'alesi ile ayd›nlanm›şt›r. Bu gerçeği herkes biliyor ve kabul ediyor.

İslâmiyet;

İnsan› ilim ile tan›mlamakta ve ilim îman›n konusu yap›lmakta; cehalet ise küfür say›lmaktad›r.

İnsan, inanm›ş olan bir varl›kt›r ve inanmadan duramaz. Ama neye inan›r? İşte buras› yani bu nokta değişiktir.

İnsanlardan bir k›sm› vard›r ki ilme inan›r, ilmin getirdiklerine inan›r; buna 'mü'min' veya 'müslim' diyoruz. Diğer bir k›s›m insanlar da vard›r ki ilim d›ş› şeylere inan›r; buna da gerçekleri örten ve gizleyen yani'kâfir' diyoruz.

 

*    *   *

 

Yazara göde,

İslâmiyet'te Kur'ân d›ş› ilim yoktur,

bu da ilmin inkâr›d›r.

 

"3 - BİLİM'i ve öğrenimi yüceltir görünen ŞERİAT, Kur'an ve Hadis'ler d›ş›nda (veya bunlara yatk›n düşmeyen) ve AKIL VE ARAŞTIRMA YOLU ile bilim edinmeyi yasaklar:

Bilim'e ve öğrenime değer verir gibi görünen Şeriat, AKIL yolu ile ve araşt›rma usulleriyle KUR'AN d›ş›nda bilgi edinmeyi öngörmez; yasaklar.

Şeriat tan›mlamas›nda BİLİM (İlim) demek DİN demektir, KUR'AN demektir. Bunun d›ş›nda ve örneğin insan AKLI'n›n kendi baş›na veya araşt›rma yolu ile var k›labileceği şey, bir bilim yoktur.

Şeriat'›n ilim anlay›ş›na göre Kur'ân her türlü bilimi kapsar ve bilim ad›na noksan b›rakt›ğ› hiç bir şey yoktur..."(s. 370)

 

KUR'ÂN KÂİNATIN HARİTASIDIR

İLME TESLİM OLMAK ALLAH'A TESLİM OLMAKTIR

 

Kur'ân kâinat›n haritas›d›r.

Harita arazide uygulan›rsa bir işe yarar. Yoksa haritaya sadece bakmakla ve onu seyretmekle yetinirsek hiçbir işe yaramaz.

İlim ise, kâinat› bilmedir. Arazi haritas›z da bilinebilir ama bu bilgi çok verimsiz ve yetersiz olur. Araziyi harita ile ama doğru harita ile bilmek kolayd›r, harita büyük bir kolayl›k sağlar.

Kur'ân, ilmin öğrenilmesine yard›mc›d›r ve Kur'ân ilim içindir. Allah Kitab›, insanlar›n ilmi arts›n diye indirdi; yoksa insanlara ilmi Kur'ân'› öğrensinler diye vermedi. İlmi ise, kâinat› araşt›r›p öğrensinler ve kendi amellerini düzenlesinler diye indirdi.

Şöyle bir şiar vard›r: Amel insan›n kendisi içindir, ilim amel içindir, Kitap da ilim içindir. Yoksa tersi değildir. İlim Kur'ân içindir, amel ilim içindir, hayat da amel içindir.

İslâmiyet'e göre;

İlme teslim olmak Allah'a teslim olmakt›r.

İlmin son kriteri de Kitap değil ak›ld›r. Çünkü Kitab'›n da Allah kelâm› olduğu yine ilimle bilinecektir.

İşçi bir fabrikadaki kendi ç›kar› için çal›ş›r. Fabrika sahibi de kendi ç›kar› için işçiyi çal›şt›r›r.

Devlet - vatandaş ilişkileri de böyledir. Fertler kendi ç›karlar› için mevzuata uyarlar, devlet de kendi ç›karlar› için mevzuat› uygular.

Buradaki 'devlet ç›karlar›' da 'Allah ç›karlar›' gibi kabul edilmiştir. Çünkü devletin başka bir sahibi olmad›ğ› için, Allah kendisinin devletin sahibi olduğunu bildirmiştir.

Başkan, devletin sahibi değil, temsilcisi ve elçisidir; vekili bile değildir. Devlet de ulustan oluşmuştur. Fertlerin ayr› ayr› haklar› değil de, ortak haklar› devleti oluşturur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te Allah ve Resulü'nün

isteklerine uyulmas› gerekiyor.

 

"D- ŞERİAT ZİHNİYETİ'ne göre Tanr› hükümleri ve Muhammed emirleri d›ş›nda davran›ş YENİLİK'tir BOZGUNCULUK'tur, KANUNSUZLUK'tur.

1400 y›ll›k İslâm tarihi içinde Şeriat ülkelerinin başl›ca özelliklerinden biri, k›sa baz› dönemler hariç, YENİLİK diye ne varsa her şeye düşmanl›k beslemek, YENİLİK şeklinde her şeyden KAÇINMAK, dolay›siyle gerilikler içinde yaşamak olmuştur.(s. 370)

YENİLİK düşmanl›ğ›'n›n köklerini Şeriat'›n özünde aramak gerek; çünkü Şeriat zihniyetine göre as›l olan şey Tanr› ve Peygamber emirlerine uymak ve bunun d›ş›na ç›kmamak, bunlar d›ş›nda yeni hükümler aramamak ve bunlara ayk›r› yaşamlara yönelmemektir...

Şeriat zihniyetine göre Kur'an ve Hadis hükümleri kainattaki her şeyi, ve her yaşam›, her davran›ş› ayarlar nitelikte hükümler sevketmiştir. Bu hükümler yerine başka hükümlerin yani ak›l yolu ile konacak hükümlerin uygulanmas› demek yenilik yaratmak yani TANRI'ya ve Elçi'sine ve DİN'e karş› gelmek demektir...(s. 371)

Bundan dolay›d›r ki İslâm ülkelerinde ISLAHAT (reform) hareketlerine başvurmak mümkün olmam›şt›r."(s. 372)

 

'ALLAH' VE 'RESUL' LAFZINDAN NE ANLAŞILIR?

ALLAH'A İTAAT, MEVZUATA;

RESUL'E İTAAT, BAŞKANA İTAATTIR.

 

Kur'ân'da 'Allah' denince yani bu laf›z geçince; bundan mevzuat anlaş›l›r, sözleşmeler anlaş›l›r, icma ve içtihatlar anlaş›l›r. Bar›ş ve huzur içinde olmak için bunlara uyulmas› şartt›r. Hukuk düzeninin varl›ğ› için şartt›r. Yazar, acaba başka bir şey mi söylüyor, insanlar cari mevzuata uymamal›d›r m› diyor?

'Resul' denince de, başkan anlaş›lmal›d›r. Bu da şeriat›n yetkili k›ld›ğ› yerlerde başkan›n talimat›na uyulmas› demektir. Meselâ, savaşta komutan dinlenmeli ve emirleri uygulanmal›d›r. Yazar, savaşta yani cephede komutan dinlenmemeli, emirleri uygulanmamal› ve ona karş› ç›k›lmal›d›r m› diyor? Ama bu ordunun bozulmas› ve askerleriyle birlikte hep birden yok olmas› demektir.

Kur'ân'da, 'Allah'a ve Resul'e ittat edin' deniyor. Bu başkan›n zilyetliğinde ve yetkileri çerçevesinde geçici hüküm verme demektir. İleride hak aranacakt›r ama şimdilik bir kar›ş›kl›ğa meydan vermemek için başkan›n ald›ğ› karara uyulur, sonra hakeme gidilir ve mağduriyet giderilir.

Bir de 'Allah ve Resulü'ne itaat edin' deniyor. Bunlar mahkeme kararlar›d›r. Mevzuat hakemler yoluyla tesbit edilerek olaya uygulan›r, başkan da bunu icra eder. Bütün bu itaatler hep ilme uygun ise yap›l›r, hukuka uygun ise itaat edilir. Aksi halde o bucak terkedilip başka bucaklara hicret edilir.

İslâmiyet'e göre;

Allah'›n yeryüzündeki halifesi insand›r. İnsan›n yapt›ğ› sözleşmeler onun şeriat›d›r. Mevzuat› bu sözleşmeler oluşturur.

Allah'›n yeryüzündeki elçileri peygamberlerdir. Onun halifesi halk›n oluşturduğu şûran›n seçtiği devlet başkan›d›r. Başkan halk›n baş temsilcisidir.

Allah'a itaat mevzuata itaat,

Resul'e itaat ise başkana itaattir.

İtaat etmeyenlerin oras›n› terketmeleri ve

başka yere hicret etmeleri gerekir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Muhammed örnektir ve ona uyulmal›d›r.

 

"E- Kişi ve Toplum için örnek al›nmak ve izlenmek gereken İDEAL; MUHAMMED;

Muhammed'in sözleri ve davran›şlar› d›ş›nda uygulanacak şey olma-d›ğ›.

Kur'an'›n al-Ahzab Suresi'nin 21 ci Ayet'inde yer alan; "Andolsun ki Allah'›n Resulünde sizin için uyulacak en güzel örnek var; o size en güzel bir numune, Allah'tan mükafat umana ve ahiret gününde mukafat umana...en güzel bir örnektir o..", hükmü ve buna benzer diğer pek çok emirler gereğince Muhammed'in sözleri ve davran›şlar› daha ilk anlardan itibaren, ve 1400 y›l boyunca İslâm dünyas› insanlar› için ideal edinilmiş, ona benzemek, ona uyulmak istenmiştir...

Şeriatç›n›n inan›ş›na göre Muhammed'e uymamak onu ve dolayisiyle Tanr›'y› incitmek demektir. Akl›n verilerine uygun olmasa da onun yapt›klar›n› yapmak, onu taklit etmek en doğru olan yoldur..."(s. 372)

 

İNSANIN VE İNSANLIĞIN YAŞADIĞI SAFHALAR

HİÇBİR TOPLULUK BAŞKAN OLMADAN YÖNETİLEMEZ

 

Bir insan için 'dört safha' vard›r:

Bir iş yaparken, yeni bir şey öğrenirken veya dünyada yaşarken, insan bu safhalar› yaşar. Meselâ, daha önce hiç görmediğiniz ve ilk defa tan›makta olduğunuz bir kenti tan›ma ile bu konuyu aç›klayal›m.

Birinci safha 'uyma safhas›'d›r: Size k›lavuz olan biri ne yaparsa, nerelerden giderse, hangi yollar› kullan›rsa öyle yapar ve ona uyars›n›z. Bilmediğiniz kentin k›lavuzu peşinden gider, o ne yaparsa siz de onu yapar, ona uyar ve hep onu takip edersiniz.

İkinci safha 'taklit safhas›'d›r: Kenti biraz öğrenmişseniz, sizi bir defa götürdükleri yerleri k›smen öğrenmişseniz, ondan sonra kendi kendinize ayn› yerlere gidip dolaşabilirsiniz. Buna da taklit safhas›, taklit dönemi diyoruz.

Üçüncü safha 'illet safhas›'d›r: Art›k kenti biraz daha öğrenmişsinizdir. K›lavuzunuz olmadan daha önce geçtiğiniz yollara paralel yollar deneyebilir, hattâ baz› yeni yerlere k›lavuzsuz da gidebilirsiniz. Bu safha da illet safhas›d›r, ilim safhas›d›r.

Dördüncü safha 'hikmet safhas›'d›r: Bilginiz tam ise art›k değişik yollar›n k›sal›ğ›n› araşt›r›r, gidişlerinizi en k›sa ve uygun yoldan yapmay› başar›rs›n›z. Bu safha da hikmet safhas›d›r, araşt›rma safhas›d›r.

İnsan, on yaş›na kadar tabiyyet ve uyma safhas›ndad›r. Onbeş yaş›na kadar taklit safhas›ndad›r. Yirmi yaş›na kadar illet ve ilim safhas›ndad›r. Ondan sonra hikmet ve araşt›rma safhas›na girebilir.

Bu durum her insan için sözkonusu olduğu gibi, insanl›k için de böyle olmuştur. Başlang›çta ellerinde kitap bulunmayan peygamberler gelmişler ve insanl›ğa k›lavuzluk yapm›şlard›r. Sonra kitapl› peygamberler gelmiş ve onlar da kitapla birlikte insanlara k›lavuzluk yapm›şlard›r. Hz. Muhammed (s) bu safhada gelip insanl›ğa k›lavuzluk ve önderlik yapm›şt›r.

İnsanl›k bundan sonraki safhalar› peygamberler olmadan yaşayacakt›r. Art›k peygamberlerin yerini ilim adamlar› alm›şt›r. Yenilikler böyle doğar, ink›lâplar böyle yap›l›r, medeniyetler böyle oluşur. Örnek ve önder olan bir insan ç›kmazsa, ne topluluk olur, ne yeni bir şey yap›l›r, ne de bir oluş gerçekleşir. Tarihte her hareket mutlaka birinin önderliğinde, k›lavuzluğunda ve başkanl›ğ›nda gerçekleşmiştir.

İslâm düzeninde; topluluk başkan olmadan yönetilemez.

Ancak başkan, hangi konuda başkansa sadece o konuda başkanl›k yapmal›, yetkilerini aşmamal›d›r.

Başkan hareket ve davran›şlar›n› 'ilim meclisi' ile istişare ederek ayarlayacakt›r. İlim meclisini ise halk bağlanma yolu ile seçecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Müslümanlar Muhammed'i zalimane taklit ettiler.

 

"Muhammed'e benzeme geleneğinin s›n›rs›zl›ğ›;

1400 y›l boyunca İslâm ülkelerinin insanlar›, en basit ve en mütevazi durumda olan›ndan en yüksek mevkide bulunana ve Hükümdar'a var›ncaya kadar her kes her alanda ve her yaşam›nda Muhammed'e benzemek, onun davran›şlar›n› benimsemek ve taklit etmek bilinci içinde ömrünü sürdürmüştür...

Yemek yerken masada değil yerde, çatal kaş›kla değil parmaklarla yemek yedi diye İslâm ülkeleri insanlar› bugün dahi halâ bu usullerle yemek yerler...

İmam Malik'in bütün meziyeti ve özelliği Muhammed'in dediklerini gözü kapal› şekilde yerine getirmek, onun yapt›klar›n› yapmak idi. Ve bu görevini, insan zekâ ve idrakine yaraşmaz bir şekilperestlikle yapard›...(s. 373)

Medine kentine giderken hiç bir zaman at üstünde gitmezdi. Yaşland›ğ› ve hattâ yürüyemeyecek hale geldiği zaman dahi böyle hareket ederdi; "Tanr› elçisinin gömülü bulunduğu topraklarda at üstünde dolaşmak istemem" derdi.

Fikren ve ruhen böylesine aş›r› bir ubudiyete saplanm›şt›. Fikir ve davran›ş bağ›ms›zl›ğ›na sahip olmamas›n›n bir nedeni de bu s›n›rs›z "ubudiyet" idi; yaşamlar› t›pk› ayn› "ubudiyeti" gösterenlerin, kendisinden önce ve kendisinden sonra yapt›klar› gibi, insan varl›ğ›na bir gelişme getirecek nitelikte olmam›şt›...

Muhammed nas›l kendi iktidar›na karş› gelinmesine tahammül göstermedi ve gelenleri ortadan yok etti ise İslâm ülkeleri yöneticileri ve hükümdarlar› da aynen, ve daha şiddetli şekillerde davranm›şlar..."(s. 374)

 

YENİ İSLÂM MEDENİYETİ NASIL KURULACAKTIR?

PEYGAMBERLER VE BAŞKANLAR ZALİM DEĞİLDİRLER

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayat›nda sahabiler ona 'tabi oldular' ve onu 'taklit ettiler'. Hemen birinci as›rda taklit dönemi geçti ve 'içtihat dönemi' geldi. 'Hikmet dönemi' tamamlanmadan, Birinci İslâm Medeniyeti çöktü.

Şimdi ilim adamlar› Yeni İslâm Medeniyeti'nin esaslar›n› ortaya koyacak, bir başkan onu yaşayacak, halk önce ona 'tabi olacak' sonra onu 'taklit edecek' ve daha sonra da 'illet dönemi' yaşanacakt›r. Hikmetleri ise baştan ilim adamlar› ortaya koyacak, sonra halk onlar› öğrenecektir. Makineyi yapmadan onun nas›l kullan›lacağ›n› halka öğrete-mezsiniz.

Yazar, Hz. Muhammed (s)'in zalimane hareket ettiğini her vesile ile söylüyor. Tüm Arabistan'›n fethiyle birlikte cahiliye döneminden devlet dönemine geçilmesi merhalesinde ölenlerin say›s› binler mertebesindedir, kesin olarak ikibini bulmaz. Hz. Muhammed'in elinde zulmedecek özel bir ordusu olmad›ğ›n›, sadece Müslüman olan herkesin isteyerek onun ordusuna asker olduğunu bilirsek, bu iddialarda bulunanlar›n sözlerinin ne kadar zalimane olduğu anlaş›l›r.

Cumhuriyet döneminde, savaş bittikten sonra ölen gayrimüslimler, idam edilen alimler, isyanlarda katliama uğrat›lan halk›n say›s› neydi? Bu katliamlar devletin kurtar›lmas› için yap›lm›şt›. Bu katliamlar› yapanlara zalim denemez. Belki içtihatlar›nda hata olmuştur, belki yanl›ş yollardan gitmişlerdir ama bütün bunlar devletin ç›karlar› için yap›ld›ğ›ndan dolay› yapanlar zalim olarak isimlendirilemez. Diktatörler bile zalim değildirler. Çünkü yapt›klar›n› kin ve intikam için değil, devletlerinin ç›kar› için yap›yorlar. Seçtikleri yollar ve metotlar hatal›d›r, içtihatlar› isabetli değil yanl›şt›r, ama zalim değildirler.

Peygamberler için ise zalim ve zulüm sözünü kullanmak hiç mümkün değildir. Çünkü yok denecek kadar az zayiatla akla hayale gelmeyen başar›lara ulaşt›lar. Peygamberi her gün hicveden iki şair öldürülmüştür ama bunun sonucunda yani İslâmiyet'in önündeki engellerin kald›r›lmas› neticesinde, bugünkü İslâm ve Avrupa Medeniyeti doğmuştur.

İslâm düzeninde;

Her bucak başkan›n›n fesat ç›karan kimseleri kentinden sürme yetkisi vard›r. Bir kimsenin fesat ç›kard›ğ›na dair takdir yetkisi başkan›nd›r. Bu bir ceza değildir.

Herkesin de yaşamak istemediği kentten ayr›lma hakk› vard›r. Sürüldüğü halde gitmeyen kimse öldürülür.

Bu uygulamaya örnek olsun diye bir olay gerçekleşmiştir. Medine'de savaş esnas›nda düşmanla işbirliği yaparak Müslümanlar› arkadan vuran Medine Yahudileri, savaştan sonra kendi hakemlerini kendileri seçmişler ve hakem onlara; 'Tevrat hükmünü mü yoksa Kur'ân hükmünü mü istiyorsunuz?' diye sorduğunda, onlar Tevrat hükmünü istemişlerdir. Hakem de Tevrat'›n ilgili hükümlerini okuyarak, kad›n ve çocuklar› esir etmiş, ihanet eden savaşç›lar› da öldürtmüştür. İhanet karş›l›ğ› olarak verilen karar bu olmuştur. Devlet başkanlar›n›n hakem kararlar›n› değiştirme yetkileri olmad›ğ› için bu karar uygulanm›şt›r. Bunun zulümle ilgisi nedir? Savaşta ihanet edenlerin çocuklar›n› ve kad›nlar›n› da öldürmemek mi? Savaş hainlerini muhakemesiz öldürmemek mi? Yoksa savaş hainlerinin kendi isteklerine uyularak kendi kitaplar›na ait hükümleri uygulamak m›? Bu uygulamay›, Nürnberg Mahkemeleri ve benzerleri ile karş›laşt›rabilir ve bir mukayese yapabilirsiniz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te kol kesme ve boşanma gibi

iktidar›n mutlakl›ğ› da tart›ş›lamaz.

 

"III- DİN HÜKÜMLERİ DIŞINDA HAREKET EDİLEMEMESİ VE DİN HÜKÜMLERİNİN TARTIŞILAMAMASI DEMEK DÜNYA YAŞAMLARININ AKIL YOLU İLE DÜZENLENEMEMESİ DEMEK OLMUŞTUR.

Din hükümleri'nin ve konular›n›n tart›ş›lamamas›, eleştirilememesi demek sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamlar›n ak›l ve mant›k yolu (yani insan yap›s› kanunlar ve kurallarla) düzenlenememesi, ayarlanamamas› demektir. Din kurallar›n›n ele al›n›p eleştirilememesi, ve tart›ş›lamamas› demek ak›l rehberliğinde, hür düşünce ›ş›ğ›nda iş görülememesi demektir...(s. 374)

Örneğin Kur'an'da h›rs›zl›k cezas› ile ilgili bilek kesme hükmünü ele al›p böyle bir ceza sisteminin beşerî olmayacağ›n› ve asl›nda yararl› sonuç ta yaratmayacağ›n›, bilek kesme yerine başka ceza usullerinin daha uygun olacağ›n› ileri sürmek Şeriatç› için mümkün değildir... Kur'an hükmüne ayk›r› bir hükmü Şeriatc› için kabul imkan› yoktur. Yine bunun gibi evlenme ve boşanmaya ilişkin ve örneğin boşanma konusunda kad›n erkek fark› gözetmeyen hükümleri Şeriatç›n›n benimsemesine olanak yoktur çünkü onun as›l kaynağ› Tanr› ve Peygamber emirleri boşama hakk›n› mutlak olarak erkeğe tan›m›ş ve üstelik kad›na erkeğin bir tür kölesi olma durumunu yaratm›şt›r...

Daha başka bir deyimle, iktidar sahibi Tanr›'n›n yeryüzü vekili olarak "Efendi" ve halk onun kölesi durumunda say›lm›şt›r. Bu bir ilâhî düzen olarak kabul edildiğine göre, bu düzeni ak›l ve Kur'an d›ş› ilim yollariyle değiştirmek düşünülemezdi..."(s. 375)

 

İSLÂMİYET'TE TARTIŞMASIZ BİR ŞEY YOKTUR

KOL KESME VARDIR AMA KOLU KESİLEN YOKTUR

 

İslâmiyet'e göre; bilgiler s›n›flanm›şt›r. Muhkem olanlar, kesin bilinenler olup hiçbir zaman değişmeyeceklerdir. Müteşabih olanlar da, bilinmeyenler olup hiçbir zaman bilinemeyeceklerdir.

Bunlar›n tart›ş›lmas› yasaklanmam›şt›r ve tart›ş›lmas› durumunda bir ceza da konmam›şt›r. Bunlar üzerinde tart›şman›n günah olup olmad›ğ› hususlar›nda ihtilâf vard›r. Günah olduğunu söyleyenler vard›r ama bu dinî bir içtihadd›r, bizi ilgilendirmez. Bizim için geçersizdir, çünkü düzen aç›s›ndan bir değeri yoktur. İkinci grup bilinmeyenler ise, şimdi kesin olarak biliniyor, ihtilâf yok, ama ileride değişebilir. Meselâ, yar›n ayda kentler kurulabilir. Güneş ›ş›ğ›ndan canl› olmadan şeker yap›labilir. Şimdi bilinmiyor ama ileride bilinebilir. Bunlar üzerinde içtihat yap›lmas› serbesttir. Bu içtihatlar geçerlidir ama bu içtihatlarla şimdilik amel etmek caiz değildir. İttifak olunca yani icma sağlan›nca durum değişecektir. Yani yeni icmalar›n oluşmas› için değişik görüşler muteberdir. Bundan sonra as›l bilgiler vard›r ki onlarla da içtihat yap›p öyle amel etmek farzd›r.

Dolay›s›yla, İslâmiyet'te tart›şmas›z bir şey yoktur.

Kok kesme ve boşanma ile ilgili hükümler, sosyal ve tabiî kanunlara uygun olan en ideal hükümlerdir. Bunu her zaman ve her yerde tart›şabiliriz. Bu hükümlerin uyguland›ğ› topluluklarda h›rs›zl›k olmaz ve boşanmalar da yok denecek kadar asgariye inmiştir. Önemli olan da bu değil midir?

İslâm düzeninde;

Boşanma vard›r ama boşanan yoktur; kol kesme cezas› vard›r ama kolu kesilen yoktur. Çünkü bu hükümler genel olarak boşanmay› da, kol kesmeyi de önlemişlerdir.

Cezan›n zalimanesi yoktur. Çünkü ceza demek zaten zalimane olmas› demektir. Ancak ceza hukukî olmal› yani baştan bilinmeli, kişi ona göre düşünmeli, davran›şlar›n› ona göre ayarlamal›, neticesinin ne olacağ›n› bilerek suçu işlemeli veya işlememelidir.

Bu durum İslâm düzeninde kesin olarak böyledir.

Her kabilede (bucakta) yaşayanlar, kendi kamu hukuklar›n›, kendi ceza hukuklar›n›, kendileri oluşturup uygularlar. İsterlerse kol kesmez ve boşanmay› da kabul etmezler. Devlet başkan› veya millî meclis bunlara kar›şamaz. Çünkü millî meclis ülkenin savunmas›yla mükelleftir.

Diğer hukuklar›n tamam› yerinden yönetimle düzenlenir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ KONU

 

 

HÜR AKIL MESELESİ

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te içtihat ve icma Kitap ve Sünnet'e dayan›r.

 

"HÜR AKIL UNSURUNA YER VERMEYEN DÜZEN (DEVAM)

Şeriat düzeninde gerçek anlamda AKIL ÜRÜNÜ diye bir şey ve ak›l ürünü KANUN diye bir kavram yoktur. Çünkü ak›l denilen şey sadece Kur'an'› ve Hadisleri ve buna dayanan esaslar› öğrenmek için yarat›lm›şt›r.

Hiç kimse için kendi akl›na göre davranma olanağ› yoktur. Her şey Tanr› isteğine göre olur. (Bk. Sure XVIII. 23)...

Her ne kadar İcma-› Ümmed ve K›yas-› Fukaha ad› verilen iki kaynaktan ç›kma hukuk kurallar›ndan bahsetmek, ve bunlar›n gökten inme değil ak›l ürünü kurallar olduğunu söylemek düşünülebilirse de iyi bir araşt›rma ile bunlar›n dahi HÜR AKIL sonucu şeyler olmad›ğ› kolayl›kla anlaş›l›r. Çünkü İcma-› Ümmed denilen kaynak Kur'an ve Hadis hükümlerindeki tereddütlü hususlar› gidermeğe ve fakat bu hükümler çevresinde kalmağa, K›yas-› Fukaha ise, ayn› hükümlerin boşluklar›n› k›yas› yolu ile ayn› kaynaktaki esaslara göre doldurmağa yarar.

Esas temel kaynak olan Kur'an ve Hadis hükümleri d›ş›nda yeni bir hüküm getirmek bahis konusu değildir.

Başlang›çta, hür düşünceye sahip gibi görünen Mu'tezile s›n›f›n›n gayretleriyle bu son iki kaynağ›n olumlu rol oynamas› mümkün olabilecek iken, hoşgörüden ve kültürden yoksun kat› Şeriatç›n›n melaneti yüzünden her şey kaybolmuştur.(s. 376) Daha sonraki yüzy›llar esnas›nda gerek devlet adamlar›n›n (Halifelerin) ve gerek din adamlar›n›n müşterek çabalariyle AKIL daha da değersiz, daha da kullan›lamaz niteliklere itilmiştir."(s. 377)

 

İSLÂMİYET

AKLÎ VE NAKLÎ DELİLLERİ BİRLEŞTİRDİ

KUR'ÂN,

ALLAH TARAFINDAN ÇİZİLEN KÂİNAT HARİTASIDIR

 

İnsanlar, araşt›rmalar›n› iki tür delile dayand›r›rlar. Bunlardan biri kendi müşahadeleridir. Gördükleri, işittikleri veya diğer duyu organlar›n›n kendilerine ulaşt›rd›ğ› etkilerdir. Bunlar sağlam delillerdir. Buna 'aklî delil' denir. Ne var ki bunlardan yararlanma imkan› çok azd›r. İnsan ömrü k›sad›r ve ayr›ca insan unutkan bir varl›kt›r. Delillerden diğeri de, başka insanlardan öğrenilen bilgilerdir ki buna da 'naklî delil' denir. Bunlar zay›f delillerdir. Ancak bunlar bizim için bol olan ve kendilerinden fazlaca yararland›ğ›m›z delillerdir.

İslâmiyet işte bu iki tip delili birleştirmiştir.

Akl›n kat'iliği ve sağlaml›ğ› ile naklin yararl›l›ğ› terkip edilerek yeni bir düşünme tekniği geliştirilmiştir. Bu delillere dayanarak sonuca varmak yani hükümler ç›karmak işi yine ak›l işidir. Burada da başkalar›n›n akl›ndan yararlan›r›z. Ancak burada da nakil değil ak›l hakim yani kendi akl›m›z hakimdir. Hadisler naklîdir, onlar üzerinde aklî bak›mdan bir yararlanma imkân› yoktur. Ancak Kur'ân naklî bir delil değil aklî bir delildir. Bunu şöyle izah edebiliriz. Meselâ, Yunan Medeniyeti'ni incelerken Eski Yunanl›lar›n bizlere iki şey b›rakt›klar›n› görürüz. Bunlardan birincisi yaz›l› metinlerdir, bu metinlerde kendilerini anlatmaktad›rlar. Bunlar naklîdir. Bu delillerin ikincisi ise, bizlere kadar ulaşan birtak›m harabelerdir. Arkeolojik kaz›lar yap›p onlar› ortaya ç›kard›ğ›m›zda ve incelediğimizde, Eski Yunanl›lar›n medeniyetlerini görerek öğrenmiş oluyoruz. Günümüze kadar ulaşan bu eski eserler ve kal›nt›lar, naklî değil aklî delillerdir. Onlar üzerinde bizzat araşt›rma yaparak, hükümleri kendi dilimizde düşünerek ç›karm›ş oluyoruz. Kur'ân da işte böyledir. Akl›m›zla arşt›rma yapar ve onun üzerinden hükümler ç›kar›r›z.

Kur'ân'› başka bir şekilde şöyle aç›klayabiliriz. Bir ada üzerinde bulunduğunuzu farzedin. Bu arada elinize bir harita geçiyor. Ama siz haritan›n üzerindeki işaretleri bilmiyorsunuz. Şimdi bu haritan›n bu adaya ait olup olmad›ğ›n›, işaretlerin ne manaya geldiğini ve haritan›n doğru olup olmad›ğ›n› tesbit etmek istiyorsunuz. Aday› dolaşmaya başl›yorsunuz ve meselâ k›y› çizgileri ile haritadaki şekli karş›laşt›r›yorsunuz. Art›k bir yeri yakalad›n›z. Araşt›rman›za devam ettikçe haritadaki işaretlerin manas›n› çözüyor ve haritan›n doğruluğunu tahkik ediyorsunuz. Bu tetkikler sayesinde eski kavimlerin dilleri bile çözülebiliyor. Haritan›n üzerindeki baz› işaretleri çözemediniz, ama çözdüğünüz k›s›mlarla biliyorsunuz ki, bu harita bu adan›n haritas›d›r ve doğrudur. Art›k bundan sonraki çal›şmalar›n›zda bu haritadan yararlan›yorsunuz. Şurada göl var diyorsunuz, sonra gidip bak›yorsunuz ki, orada gerçekten de göl var. Şimdi siz aday› daha iyi tan›mak için bu haritaya dayand›n›z ve aday› bütün boyutlar› ile öyle öğrendiniz. Bu arada adaya başka insanlar geldiler, bu harita sizin uydurduğunuz bir haritad›r dediler ve kendileri harita olmaks›z›n başka usullerle çal›şarak onlar da aday› tan›m›ş oldular. Hattâ tan›man›n da ötesinde size yeni bulgular getirdiler. Meselâ, adada petrol rezervleri olduğunu keşfettiler. Siz haritada bu rezervlerin yerlerini buldunuz ve daha önce ne anlama geldiğini bilemediğiniz işaretlerin manas›n› öğrendiniz, böylece haritan›z›n doğru olduğunu binlerce defa teyit etmiş oldunuz.

Kur'ân işte budur.

Allah taraf›ndan kâinat›n çizilen haritas›d›r.

Hz. Muhammed onu bize getirmiş ve dilini de öğretmiştir. Bizler bu dili her zaman akl›m›zla tesbit edebiliriz. Haritada okuduklar›m›z› bin y›ld›r tahkik ediyoruz. Kâinat› doğru anlatt›ğ›n› görüyoruz. Bu arada bilemediğimiz işaretler de var ve onlara da 'müteşabih' diyoruz. Anlaş›l›ncaya kadar bekli-yoruz.

Bin sene sonra Avrupal›lar geldiler ve kâinatta yeni keşifler yapt›lar. Onlar›n bu keşifleri ile kitab›m›z› karş›laşt›rd›ğ›m›zda birçok müteşabih âyetlerin manas› ortaya ç›k›yor. Sonunda ilmen sabit oluyor ki, Kur'ân gerçekten de kâinat›n doğru ve vazgeçilmez haritas›d›r.

Kâinat› tan›mak ve tan›mlamak amac›yla bu haritadan yararlan›yoruz. Bu akl›n getirdiklerini inkâr veya akl›n getirdiklerini ihmal anlam›na gelmez. Buna da bir misâl verelim.

Kur'ân nazil olduğu zaman, Doğu Romal›lar yani Rumlar ile İranl›lar savaş hâlinde bulunuyorlard›. Romal›lar tek Tanr›'ya inan›yor, İranl›lar ise ateşe tap›yorlard›. Mekke'deki Müslümanlar Romal›lar›n galip gelmelerini, Mekke Müşrikleri ise İranl›lar›n galip gelmelerini istiyorlard›. 613 y›l›nda Şam ve Kudüs, ertesi y›l da M›s›r İranl›lar›n eline geçti. Hz Muhammed (s)'in peygamber oluşunun alt›nc› veya yedinci y›l›nda Anadolu'yu kuşatan İranl›lar İstanbul'u tehdit etmeye başlad›lar. Müşrikler sevinçten bayram yap›yorlard›. Müslümanlarla alay ettiler. Hattâ Hz. Ebu Bekir ile yüz deve ve üç y›ll›ğ›na bahse tutuştular. Müslümanlar üzülmüşler, Kitap ehli olan Doğu Romal›lar›n galip gelmesini istiyorlard›. Hz. Ebu Bekir durumu Hz. Peygamber'e bildirdiğinde; süreyi üç y›la deve miktar›n› da üç misline ç›karmas›n› söyledi. Aradan y›llar geçti. Müslümanlar Mekke'yi terkedip Medine'ye yerleştiler. Bedir Savaş› oldu ve Müslümanlar›n zaferi ile sonuçland›. Ayn› y›l (624) Doğu Romal›lar İran'a girdiler ve galip geldiler. İran k›sa bir müddet sonra yok olup y›k›ld›. Doğu Roma yani Bizans ise sekiz as›r daha yaşad›. Bunu 1453 tarihine yani İstanbul'un fethine kadar süren Bizans tarihinden biliyoruz. İşte ilk âyetlerinde İranl›lara yenilen Rumlar›n tekrar galip gelecekleri anlat›ld›ğ›ndan bu isim verilen Rum suresinde şöyle buyrulmaktad›r:

1 - Elif lâm mîm.

2 - Rumlar yenildi:

3 - Merkezlerine çok yak›n bir yerde. Onlar bu yenilgiden sonra yeneceklerdir;

4 - Birkaç (3 - 9) y›l içinde. Bu yenilgilerinden önce de, sonra da iş, tamamen Allah'a aittir. O gün mü'minler sevinirler:

5 - Allah'›n yard›miyle. Allah dilediğine yard›m eder. O galiptir, merhamet edendir.

6 - Bu Allah'›n va'didir. Allah va'dinden caymaz; fakat insanlar›n çoğu bilmezler.

Bir başka misâl daha verelim. Kur'ân, "leyl nehar› geçemez", diyor. Leyl ve nehar iki manaya gelir; biri gece ve gündüz diğeri de madde ve ›ş›kt›r. Nehar kelimesi de buradan gelir. Suda eriyip çökmeyen şeylere nehar, eriyip çökenlere de leyl denir. Dere kenarlar›ndan ç›kan kum ve mile leyl denir. Suda avlanarak yaşayan kuşlara nehar, topraktaki böcekleri yiyerek yaşayan kuşlara da leyl denir. Geçmişte, âyetteki leyl ve nehar gece ve gündüz olarak anlaş›l›yor, buna dayanarak gece gündüzü geçemez deniyordu. Oysa bir gece bir de gündüz oluyordu ve bunlar tamamen birbirinin simetriği bulunuyordu. Dolay›s›yla geçemez ifadesinin hiçbir anlam› yoktu ve bu âyet anlaş›lm›yordu; yani müteşabih bir âyetti. Yaşad›ğ›m›z çağda bat›l›lar, ›ş›ğ›n saatte 300 000 kilometre h›zla yol ald›ğ›n› ve maddenin hiçbir zaman ›ş›k h›z›ndan fazla gidemeyeceğini keşfettiler. Şimdi yeniden Kur'ân'a dönüyor ve bu kelimelere bu bilgilerin ›ş›ğ›nda mana veriyoruz ve 'madde ›ş›ğ› geçemez', diyoruz. Biz sadece iki örnek verdik. Bunlar pek çoktur ve zamanla da artmaktad›rlar.

İslâmiyet;

Kânitat›n haritas› olan Kur'ân'›n okunmas› emri ile insanlara tebliğ edilmeye başlanm›şt›r. Kur'ân'›n ilk nâzil olan âyeti ve emri 'oku!' emridir. Kur'ân okunacak, haritaya bak›lacak ve arazi yani kâinat keşfedilip anlaş›lacakt›r.

Anlatt›klar›m›zdan ve verdiğimiz örneklerden sonra, arazide, dünyada, kâinatta, doğruluğu aklen ve ilmen ispat edilmiş bir harita ile dolaşmak m› ak›ll›l›k, dolaşmamak m›? Haritaya bakmak ve ondan yararlanmak m› gericilik, yoksa yararlanmamak m›?

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İmam Malik, verdiği fetvalar şeriat

hükümlerine dayanm›ş olmas›na rağmen 70 sopa yedi.

 

"I- "KENDİ AKLIMI HİÇ KULLANMADIM" DEMEKLE ÖĞÜNEN ŞERİATÇI ZİHNİYET. (VIII ci YÜZYIL)

VIII ci yüzy›lda İslâm'›n büyük ve ünlü hukukçusu İmam MALİK (Hicrî 95-179, Miladî 713-795), kararlar verirken kendi hür ve serbest akl›na hiç başvurmad›ğ›n› ve vurmamakla gurur duyduğunu öğünerek söylerdi. "Hüküm verirken kendi akl›m› hiç kullanmad›m" diyerek, ak›l d›ş› yollarla yerleşmiş din kurallar›na göre hareket etmeği marifet sayan İmam Malik İslâm'›n yetiştirdiği en ünlü din adamlar›ndand›; Medine'de Baş İmaml›k görevlerini yapm›şt›r. İmam Malik'in AKLA göre değil fakat ak›l d›ş› yollardan yerleşmiş din kurallar›na göre hüküm vermesi, 1400 y›l boyunca Şeriat ülkelerine hakim "HÜR AKIL DÜŞMANLIĞI" davran›şlar›n› besleyen en etkili örneklerden biri olmuştur...

Ancak ne var ki kendi hür akl›na göre hükümler vermemiş olmas› onu falakadan kurtaramam›şt›r. Yine İbn Hallikan'dan öğreniyoruz ki İmam Malik Hicrî 147 y›l›nda zaman›n Halifesine vermiş olduğu hukukî mütalaalardan dolay›, bu mütalaalar Şeriat hükümlerine dayal› ve uygun bulunmas›na rağmen 70 sopa yemiştir, çünkü bu görüşler Hükümdar›n ister ve bekler olduğu nitelikte görülmemiştir... Bk. İbn. Khallikan, Biographical Dictionary, (Slane's translation, Paris 1843, vol. II, sh. 547-8)."(S. 377)

 

ALİMLER DAYAK ÖTESİNDE ÖLÜMÜNE DİRENDİLER

DÜNYA İYİLERLE KÖTÜLERİN SAVAŞ ALANIDIR

 

Sokrat, kâinat tek varl›kt›r ve düzen içindedir, dediği için Yunanl›lar kendisini zehir içirerek öldürdüler. Dünya yuvarlakt›r ve dönüyor, dediler diye Avrupa'da alimleri öldürdüler. Alimlerin kaderi budur. Bu örnekleri de çok fazla çoğaltmak mümkündür. Ama o alimler kendi çağlar›ndan bin y›l sonras›na, ikibin y›l sonras›na hükmediyorlar. Bugün o alimlere dayak atan, onlara zulmeden, hattâ öldürenlerin isimlerini bilmiyoruz; ama o alimler bugün bile milyonlar›n mürşidi olmaya devam ediyorlar.

İmam Malik'in 'Muvatta' kitab› bugün bile milyonlar›n el kitab›. Dayak yiyen sadece İmam Malik olmam›şt›r. İmam Şafii de zulüm görmüş, İmam-› Azam Ebu Hanife dayakla hapishanede öldürülmüştür. Bütün bu zulümlere rağmen o büyük imamlar peşlerinde her an haz›r bekleyen halk› isyana çağ›rmad›lar. Çünkü isyan etselerdi şimdi ne Malik, ne Şafii, ne de Ebu Hanife olurdu. Sabr›n sonu selâmet, ilimde sab›r ve sebat zaferle sonuçlan›yor; insanl›k da bin y›l› aşk›n bir zamandan beri o büyük alimlerden yararlan›yor.

İslâmiyet'in emrettiği as›l büyük cihad bu cihadd›r; zalim hükümdar karş›s›nda susmamak ve dayak veya ölüm pahas›na hakk› söylemek. İslâmiyet işte budur. İslâmiyet'in şeriat› üstün tutan taraf› da budur. Sokrat da öyle yapmad› m›? O da ülkesinden kaçmad›, halk› isyana çağ›rmad›, hakk› ve hakikat› söyledi, gerektiğinde bu uğurda ölmesini de bildi. Gerçek ilim ve alim işte budur. Gerçekleri inkâr eden ve sapt›ranlar›n yapt›ğ› işe ve kendilerine ne dendiğini ise herkes bizden de iyi olmak üzere çok iyi bilmektedir.

İslâmiyet'e göre;

Dünya hayat› iyilerle kötülerin savaşt›ğ› ve böylece dengenin kurulduğu bir dünyad›r. Bu savaşta herkes nerede ve hangi tarafta yer almak isterse orada yer alabilecek ve iradesini de o yönde kullanabilecektir.

Zalim olmasa, zulüm yap›lmasa, şeytan olmasa, savaş olmasa; o zaman cihad da olmazd›. Dünya hayat›nda cihad olmay›nca da insan ebedî hayata liyakat kesbedecek eğitim ve imtihandan geçemezdi.

Nas›l, okullarda öğrencileri s›k› bir eğitim ve öğrenimden sonra imtihandan geçiriyorsak; ayn› şekilde Allah da bizleri bu dünyadaki iyilerin ve kötülerin mücadelesinde imtihandan geçiriyor ve çal›şanlar› yani cihad edenleri mezun edip cennetine koyacakt›r.

Bu izah tarz›m›z bir çoklar›na tatmin edici görünmeyebilir. Ama dünya gerçeği bu kadar sade ve basittir. Bu dünyan›n ve kâinat›n ›st›rapla başlay›p süren ve ölümle sonuçlanan hayat›n›, insan›n buradaki serüvenini başka türlü aç›klamak mümkün değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Dokuzuncu yüzy›lda Müslümanlardan biri

babas› ak›lc› oldu diye miras›n› reddetti.

 

"Hür düşünceye ve AKLA değer verdi diye babas›n› babal›ktan red eden düşünür: el-Muhasibi (ölümü Hicrî 243 Miladî 857)

Daha IX cu yüzy›lda AKIL düşmanl›ğ› o kerteye götürülmüştür ki AKIL d›ş› davran›ş en kutsal davran›ş olarak görülmüştür. İbn Hallikan'›n değer ölçüsüne göre ünlü mutasavv›f ve "gerçeklere aş›k" insan diye tan›nan İbn Esad el-Muhasibi, hür düşünce insan› olarak kabul ettiği babas›n› ve babas›ndan kalan miras› red etmiştir...

Bu dar görüşlü büyük düşünür, ömrü boyunca bir kuruş paraya sahip olmadan sefalet içinde ölmüştür...

Bk. İbn Khallikan, a.g.e., Vol. I, sh. 365."(s. 378)

 

 

İSLÂMİYET BU TÜR TARTIŞMALARA KARŞIDIR.

İNSANLAR,

BİR ZAMANLAR AKILLARINI AKLA TAKTILAR.

 

Genel sosyal yap› ve belli bir dönemin insanlar›, devir devir kafas›n› bir şeye takar ve tart›şmalara girer, bozuk plak gibi senelerce ayn› yerde döner durur. Sonradan gelenler için bu tart›şma son derece anlams›z olur. Onlar için hiçbir değeri yoktur.

Meselâ, günümüzde 'lâiklik' kavram› etraf›nda yap›lan tart›şmalar böyledir. Bu kelime ve kavram› değişik şekilde anlayan, onu farkl› yorumlayan kesimler, savaş›rcas›na birbirleriyle tart›ş›yor, kimileri zindanlar› boyluyor ama bizce son derece basit olan bu meseleyi bir türlü sonuçland›ram›yorlar.

Meselâ, bir Müslümanla karş›laş›p bu konular› konuşmaya başlad›ğ›m›zda, 'Haşa! Ben lâik değilim!' der; sonra ona 'sen bir H›ristiyan› zorla Müslüman yapacak m›s›n?' diye sorduğumuzda 'Hay›r!' diye cevap verir. Bu konuda söylenecek o kadar çok şeyimiz vard›r ki; ama bu cevap karş›s›nda tart›şmaya 'nokta' koyar, susar ve birçok konuda olduğu gibi bu konuda da sab›rla gerçeği anlayacağ› günü beklemeye devam ederiz.

Bir zamanlar insanlar ak›llar›n› 'ak›l' meselesine takt›lar. Tart›şt›klar› konunun pratik hiçbir değeri yoktu. Mu'tezile, Allah'›n d›ş›nda ak›l denen bir şey vard›r, bu ak›l adaleti emreder ve Allah da bu akla göre hareket etmek zorundad›r, diyordu. Yani insan akl›n› değil akl-› külliyi Allah'tan üstün görüyorlard›.

Sünniler ise, Allah birdir, Allah'tan başka Allah'›n halketmediği bir ak›l yoktur, dolay›s›yla Allah'› zorlayacak Allah'›n üstünde bir kuvvet yoktur, akl› Allah yaratm›şt›r, adaleti ve zulmü de Allah yaratm›şt›r, ak›l bunlar› anlar yoksa ak›l hâlik değildir, diyorlard›.

Bugün de buna benzer tart›şmalar vard›r. Allah yanl›ş yapm›ş ve kad›n› erkek gibi yaratm›ş diyorlar. Sonra da Allah'›n yanl›şlar›n› kanunlarla düzeltmeye kalk›ş›yorlar. Çağdaş saçmal›klar o kadar çoktur ki, örnek vermeye bile gerek yoktur. Herkes bunlar› çok iyi bilmektedir.

İslâmiyet;

Şiddetle bu tart›şmalar› reddeder. Allah her neyi yaratm›şsa ve nas›l yaratm›şsa o iyidir. İyilik ve kötülük mefhumlar›n› da o yaratt›. Bizim akl›m›z O'nun yapt›klar›n› ve yaratt›klar›n› düzeltemez, tabiî ve sosyal kanunlar› değiştiremez; sadece onlara uyar.

Bugün bu görüşe kat›lmayan veya onu reddeden tek bir ilim adam› bile yoktur. Yazar da ayn› görüştedir, ilim adam› ise ayn› görüşte olmak durumundad›r; işine gelmediği için inkâr ediyorsa zaten kendisine ilim adam› denemez. Denmeyince de bizim ona bir diyeceğimiz kalmaz. Akl›n ve mant›ğ›n, bilgi ve bilimin olmad›ğ› yerde tart›şmaya da gerek yoktur veya bizim öyleleriyle tart›şacak bir şeyimiz yoktur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Halife el-Mütevekkil ve Gazneli Mahmud akl› yasaklad›.

 

"II- AKILCILIĞI VE HÜR DÜŞÜNCE EĞİLİMLERİNİ BALTALAYANLAR:

HALİFE EL-MÜTEVEKKİL (IX cu YÜZYIL)

IX cu yüzy›lda Halife el-Mütevekkil din konular›nda her türlü tart›şmay› yasaklam›ş ve halk› hür fikir çat›şmalariyle ilgili konuşmalardan uzak tutmuştur.

850 y›l›nda (Hicrî 237) yay›nlad›ğ› bir emirname ile ülkesinin her yerinde din konular›n›n tat›ş›lmas›n›n yasakland›ğ›n› ve Kur'an hakk›nda ortaya fikir atman›n suç say›lacağ›n› aç›klam›şt›r...

IX cu yüzy›l›n sonlar›na doğru bu çeşit şiddet tedbirleri daha da genişletildi...(s. 379)

Mahmud Gaznevi zaman›nda bu tehlikeye karş› nas›l koyulmuş ise XIX cu yüzy›l›n sonlar›na gelinceye kadar Osmanl› Devletinde de ayni şekilde davran›lm›şt›r...(s. 381)

Bu konularda bk. A. S. Triton, "Sketches of life under the Caliphs", (in "The Muslim World", April 1772, Vol. LXII, opp. 137-147, yukardaki hususlar için bk sh. 142)."(s. 379 ve 381)

 

MEDENİYET, SİSTEM, KURALLAR VE 'İÇTİHAT'

İÇTİHAT OLMASA BİLE 'İLMÎ AKİLE' OLMALIDIR

 

Her medeniyetin bir oluşum devresi vard›r. Bu devre kurallar›n oluştuğu devredir. Bundan sonra yeni kurallar yerine sistem içinde idealleşmiş kurallar›n uygulanma çağ› gelir. Sistem içinde idealleşmiş kurallarla medeniyet en üst seviyede yaşamaya başlar. Sonra yerleşip kemikleşen kurallar gelişmenin sonunu getirir. Sistem değişmedikçe yeni kurallar getirilemez. Eski kurallar da bir müddet sonra işe yaramaz hâle gelir ve sistem çöker.

Halife Mütevekkil dönemi, kurallar›n zirveye ulaşt›ğ› dönemdir. Halife akl› yasaklamad›, içtihad› yasaklad›; yani şeriat›n yeniden üretilmesini yasaklad›. Elbette bu da bir çeşit ak›l idi.

Bu durumda İslâmiyet, art›k İslâmiyet olmaktan resmen ç›km›şt›. Çünkü İslâmiyet'in en önemli özelliği içtihat medeniyeti olmas›d›r.

Ancak bu yeni durumu ve merhaleyi de, tarihin tabiî ak›ş› ve gelişimi içinde anlay›p değerlendirmek zorunday›z. Her medeniyet gibi I. İslâm Medeniyeti de böyle bir merhaleyi yaşayacakt›. Nitekim bu dönemde başlay›p yerleşen bu anlay›ş, sonraki yüzy›llarda bütün İslâm ülkelerinde de benimsendi ve Osmanl›lar›n sonuna kadar önemli bir itirazla karş›laşmad›. Çağ›m›z›n meşhur ve muas›r ink›lâpç›lar›ndan biri olan Said-i Nursî bile henüz içtihat zaman› olmad›ğ›n› söylemiştir.

İslâmiyet;

İçtihatlara ihtiyaç kalmasa bile halk›n değişik mezhepler halinde teşkilâtlanmas›n› ister. Aynen siyasî akile gibi ilmî akile olmal› ve bu akileler sayesinde halk demokratiklik içinde yaşama imkân› bulmal›d›r.

Ancak maalesef bu durum gerçekleşmemiş, mezhepler giderek azalm›ş ve sonunda dörde inmiş, ayn› yerde değişik mezheplerin bulunmas› yerine yer ve devletlere göre değişik mezhepler oluşmuştur. Bat› dünyas›nda olduğu gibi mezhep, adeta devlet dini şeklinde ortaya ç›km›ş ve yerleşmiştir.

Geleceğin beşinci hak medeniyetinde bu olumsuz durum mutlaka düzelmelidir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Maverdi hür akl› tümden reddetti.

 

"X cü yüzy›lda ünlü el-Maverdi: "AKIL din kitaplar› d›ş›nda HÜR olarak kullan›ls›n için verilmedi".

"İslâm Kamu Hukuku" anlam›na gelebilecek olan "el-Ahkam es-Sultaniyye" adl› eseri ile ün yapm›ş bulunan el-Maverdi, AKLA ve kişideki HÜR İRADEYE yer ve değer vermeyen ve hiç güven beslemeyen hukukçular›n baş›nda gelir...

Ona göre AKIL denilen organ hür ve serbest bir şekilde iş görebilecek bir organ niteliğinde değildir. Çünkü AKIL, eğer Tanr› emirleri ve Peygamber sözleri d›ş›nda kullan›lacak olursa kişiyi yan›lt›r, kötü yollara, "gaflet ve dalalete" sürükler...(s. 379)

Yine üstada göre Tanr› kişiye ak›l vermiştir ama sadece din kurallar›n› bilsin öğrensin için, yani AKIL kişi taraf›ndan HÜR ve serbest bir şekilde kullan›ls›n için verilmemiştir...

Eserinin Frans›zca çevirisi için Bk. El-Maverdi, el-Ahkam es-Solutania, ("Traité du Droit Public Musulman traduit par L. Ostrorog, Paris 1906)."(s. 380)

 

 

DELİLE DAYANMADAN AKIL BİR ŞEYİ BİLEMEZ

BİR KİŞİNİN AKLI YANILIR AMA İCMA YANILMAZ

 

Bilindiği üzere tabiî hukuk anlay›ş› vard›r. Bu anlay›ş, insan›n hiçbir yaz›l› metne bağl› kalmaks›z›n serbest ak›lla karar vermesi demektir. Bu ilk bak›şta geçerli bir şey gibi san›l›r. Oysa insan için düşünmenin iki yolu vard›r; ya tüme gidilir veya tümden gelinir. Serbest ak›l demek, arada doğruluğu tart›ş›lmadan al›n›p yutturulan ak›l demektir. Yani kurals›z düşündünüz mü arada baz› önermeleri keyfî olarak koyabilirsiniz demektir. Yunan mant›ğ›nda bedihiyat denen önermeler vard›r. Ak›l onlar› tart›şmas›z doğru kabul eder. İslâm ise reddeder.

İslâmiyet'e göre; ne kadar doğru görülürse görülsün akl›n bir şeyi tart›şmas›z bilmesi gerekmez. Önce her önermeyi tart›şacağ›z. Bunlardan bir k›sm› bir örnekle belirlenir. Buna 'tüme var›m' denir. Bir k›sm› ise kabule dayan›r. Buna 'istihsan' denir. Bir k›sm› da 'tümden gelim' olur. Bu önermelerde ittifak varsa o takdirde onlar kesin olup tart›şmas›z kullan›labilir. Diğerleri ise bizim kabullerimizdir. Sadece bizim için geçerli olup başkalar›n› ilzam etmez. İşte Mu'tezile icmaa gerek görmeden, Hanefilerin istihsan denen önermelerini hem de aç›kça ifade etmeden, tart›şmas›z olarak kabul taraftar›d›r. Bu anlay›ş Yunan mant›ğ›n›n sonucudur. Maverdi işte bu akl› ve bu anlay›ş› kabul etmez; yoksa tüme varan akl› veya tüm akl› kabul etmez diye bir şey yoktur. Onlar yani o alimler hep akl› kullanarak içtihat yapt›lar.

Sünnilere göre, delile dayanmadan akl›n bir şeyi bilmesi mümkün değildir.

İslâmiyet'e göre;

Kişinin akl› her zaman yan›l›r. Ancak şayet tüm insanlar›n akl› ayn› şeyi söylüyorsa yani o konuda icma has›l olmuşsa art›k yan›lmaz.

Bugün dünya konusunda araşt›rma yapan bütün insanlar›n akl› dünyan›n yuvarlak olduğunu kabul eder, bunda yan›lma yoktur. Ama kâinat üç boyutludur, dersek doğru; görünen kâinat üç boyutludur ama dört boyut da vard›r, dersek burada yan›lma olabilir. Yoktur dersek de olabilir. Yunan akl›, yoktur cümlesini kesin doğru kabul etmiştir. Klâsik Avrupa düşünürleri de Yunan akl›n› kabul ediyorlard›. Sonra gelen düşünürler bu düşünceye şiddetle karş› ç›kt›lar ve bugün art›k görünüşte akla ayk›r› pek çok şeyi kesin olarak ispatlad›lar.

Yazar ad›na üzülerek ifade edelim ki, çağdaş ilim Maverdi'yi tasdik etmektedir.

Deneye dayanmayan ak›l hiçbir şey değildir.

Hukukta da yaz›l› metne dayanmayan içtihat hiçbir şey değildir.

Pozitif hukuk anlay›ş› zaten böyle doğmuştur.

Anayasa profesörü bunlar› bilmez değildir. Çok iyi bilmektedir. Zaten bilmese cahil insanlar gibi o da mazur olur ve kurtulur. Ama bildiği halde 'inkâr' ediyor; bundan dolay› da böylelerine 'inkârc›' deniyor. Çünkü bile bile gerçekleri kabul etmiyor.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

F›k›hç›lar kelâma karş› ç›kt›.

 

"İLİM ak›l yolunda değil Kur'an'da aranacak;

X cu yüzy›l (Hicret'in üçüncü yüzy›l›) el-Şafii, Ebu Yusuf, Ahmed Hanbel: "AKLA yer ve değer vermek ve ilmi Kur'an d›ş›nda aramak günah ve cezay› gerektiren hallerdir."

el-Şafi'nin görüşüne göre din ve iman› savunacak kişilere ihtiyaç vard›r ve bunlar özel olarak yetiştirilmelidirler. Fakat bunlar›n gerçek din argümanlar› halk y›ğ›nlar›na aksettirilmemelidir, zira aksi takdirde büyük felaketler olabilir...

Ebu Yusuf, ki oldukça geniş görüşlü say›lan Ebu Hanife'nin yetiştirmesidir, (?) ilmi KUR'AN hükümleri d›ş›nda, yani hür ve serbest ak›l yolunda ("Kelam"da) araman›n kafirlik olduğunu söyler ve...(s. 380)

Hicret'in üçüncü yüzy›l›n›n ortalar›nda ölen Ahmad bin Hanbel de AKIL düşmanl›ğiyle ve dogmatizme bağl›l›ğiyle ün yapm›ş bir İslâm hukukçusudur...

1071 y›l›nda (Hicrî 408) Halife el-Kadir Mu'tezile s›n›f›n›n her türlü fikir faaliyetlerini yasaklad›ktan gayr› genel olarak Şeriat'a uygun olmayan ve İslâm'a ayk›r› bulunan her türlü teolojik tart›şmay› ve görüşleri önleyici ceza tedbirler alm›şt›r. Bu konuda bk. A. S. Triton, "Sketches of life under the Caliphs", (in "The Muslim World", April 1772, Vol. LXII, pp. 137-147, 142)."(s. 381)

 

İSLÂMİYET'E GÖRE KELAMCILAR VE FIKIHÇILAR;

KELAM İLMİN, FIKIH AMELİN,

TASAVVUF AHLÂKIN EĞİTİM ARACIDIR.

 

Çağ›m›z ilim dünyas›nda sosyologlar vard›r, psikologlar vard›r, antropologlar vard›r ve birçok konuda görüşlerinde birbirlerine karş›d›rlar. Ayr›ca birçok yeni ilim dal›nda da benzer farkl›l›klar ve çat›şmalar vard›r. Bunda garipsenecek bir durum da yoktur. Çünkü her birinin verileri ve metotlar› farkl›d›r. Dolay›s›yla ulaşt›klar› neticeler de farkl› olmaktad›r. Birbirlerinin metotlar›n› kulland›klar› takdirde neticeye varamazlar.

İslâmiyet'te özellikle dört çeşit eğitim gelişti. Biz burada ikisi üzerinde duracağ›z.

Kelamc›lar, ilimle meşgul oldular, yani Kur'ân'›n kâinata ne derece uyum sağlad›ğ› ve kâinat›n Kur'ân ile ne derece izah edildiği konular›n› yüklendiler. Arazi ile harita aras›ndaki uygunluğu tesbit ettiler. Bunu yaparken kulland›klar› metot sadece ak›l ve deneydi, asla içtihat değildi. Dolay›s›yla kelamc›lar konular›nda ve ilgi alanlar›nda içtihat yap›p hükümler ç›karmay› kabul etmediler.

F›k›hç›lar ise, okunmuş ve doğruluğu kabul edilmiş haritadan hükümler ç›kard›lar, yani harita üzerinde imar plan› yapt›lar. Yapt›klar› işin özelliğinden dolay› da haritas›z bir plan kabul etmediler. F›k›hç›lar plan› arazi üzerinde değil de harita üzerinde yapt›lar ve bunun böyle yap›lmas› gerektiğini belirttiler. Gerçi zaman zaman planc›lar da gerekli yere gider, haritada görünmeyen veya göründüğü halde tecessüm ettirilemeyen konular› tesbit ederler, varsa eksiğini düzeltirler, ama ondan sonra planlar›n› yine haritaya göre yaparlar. Bir planc› için yapt›ğ› işin haritaya geçmemiş bir veriye dayand›r›lmas› caiz değildir. Bütün mühendisler bunu bilirler.

F›k›hç›lar da Kur'ân'›n anlaş›lmas›n› bir usûle dayand›rm›şlar, kâinat ile, tabiî ve sosyal kanunlarla uygunluğunu sağlayarak yeni sistemi kurmaya başlam›şlard›r. Art›k orada haritaya yani Kur'ân'a dayanma zorunluluğu vard›r.

Nitekim günümüzde de meselâ bir kanun yap›yorsan›z, o kanunu yaparken anayasaya dayanmak zorundas›n›z. Aksi halde yapt›ğ›n›z kanun kabul görmez. Anayasay› ise haz›rlanan bir taslak üzerinde yapars›n›z ve bütün bunlar› da halk›n istekleri belirler. Haz›rlanan bu anayasa icma yerine geçmekte ve yaz›l› bir metin olmaktad›r. Hakim hükmünü verirken, anayasa ve kanunlara dayanmak zorundad›r.

İslâmiyet'te;

Kelam ilmin, f›k›h amelin, tasavvuf ahlâk›n eğitim arac›d›r ve metotlar› tamamen birbirinden farkl›d›r.

İlimde genel kanunlar ortaya konur, f›k›hta değişik kanunlarla bir problem çözülür, tasavvufta ise akla değil hisse hitap edilir. Siyasette ise kuvvete dayan›l›r.

Her grup başkalar›n›n kulland›ğ› usûlü reddeder. Meselâ, tasavvuf akla karş›d›r, çünkü duygular› köreltir. Şeriat da hisse karş›d›r, çünkü keyfî hükümler ortaya koyar.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te halk cahil b›rak›ld›, kamuoyu oluşturulmad›.

 

"A- İKTİDAR sahibini (Hükümdar-Padişah'›) ve yöneticileri SINIRLANDIRACAK ve ETKİLEYECEK bir KAMU OYU'nun veya belli bir SINIF'›n doğmas› her devirde önlenmiştir.

Bat› ülkelerinde İktidar'›n KEYFİ ve MÜSTEBİD ve ZULUM YARATICI kullan›l›şlar›na karş› gerek kişi'lerden ve gerek belli s›n›f'lardan gelme direnmeler bulunduğuna çeşitli vesilelerle değinmiştik...

Ne Şeriat ülkelerinde ve ne de Osmanl› devletinde buna benzer örnekler olmam›şt›r.

HALK devletin bir unsuru ve devleti yapan bir varl›k olarak görülmediği ve HALK'›n bu şekilde kalmas›n› sağlay›c› her türlü kurnazl›klar ve melanet düşünüldüğü için (halk› cahil ve eğitimden yoksun b›rakmak suretiyle) HALK'›n SESİ, KAMU OYU diye bir şey elbetteki doğmazd›... Bugün dahi Atatürk Türkiyesi d›ş›nda kalan Şeriat ülkelerinde ve bütün Arap ülkelerinde KAMU OYU diye bir güc'ten bahsetmek mümkün değildir. Bk. H. B. Sharabi, Nationalism and Revolution in the Arab World, (N. Y. 1966, sh. 15, 17).

Sadece halk› ve kişileri cahil b›rakmak bak›m›ndan değil ve fakat müstebid iktidar›n kullan›lmas›na ve keyfi yönetime karş› gelebilecek bir Aristokrat s›n›f'›n veya bir burjuva s›n›f›n›n dahi doğmas› her devirde ve her f›rsatta önlenmiştir. Rycaut, 1687 de yay›nlad›ğ› Osmanl› devleti ile ilgili kitab›nda, bu noktaya da dokunmakta ve imparatorluk dahilinde Padişah'›n imtiyazlar›na, keyfiliğine, despotizmine kafa tutabilecek bir s›n›f'›n doğmas›na nas›l engel yarat›ld›ğ›n› aç›klamaktad›r... Bk. P. Rycaut, The Present State of the Ottoman empire..., (sh. 32-3).(s. 382)

İşte bu suretledir ki İKTİDARI etkileyecek, ya da s›n›rlayabilecek hiç bir engel, hiç bir güç (yani NE DİN KURULUŞLARI, NE KİŞİLER, NE ZİNDE ÇEVRELER, ve ne de BELLİ BİR SINIF) yaşama ve varl›k gösterme f›rsat› bulamam›ş,..."(s. 383)

 

İSLÂMİYET DÜNYAYA İLMİ ÖĞRETMİŞTİR

İSLÂM DÜZENİNDE MEŞVERET VE KAMUOYU

 

İslâmiyet, dünyaya ve insanl›ğa ilmi öğretmiştir.

İslâm ülkelerinde medreseler o kadar yayg›nd›, öylesine halk›n hayat›na yerleşip kemikleşmişti ki; bugün bile halâ varl›klar›n› devam ettirebiliyor, tüm yasaklamalara rağmen Şark Medreseleri, Kur'ân Kurslar›, İmam-Hatip Okullar› ve İlâhiyat Fakülteleri Türkiye'de varl›klar›n› sürdürüyorlar.

Dünyan›n her yerinde ilimle meşgul olunuyor. İlmin muhtevas›na gelinirse, İslâmiyet bunun için herhangi bir kay›t getirmemiş, dinî bir zorlama yapmam›şt›r. Gelişme dönemlerinde istenen bütün ilimler okunmuş ve bu çal›şmalar›n sonucunda İslâm ve Bat› medeniyetleri doğmuştur. Çökme dönemlerinde ezberciliğe gidilmiştir. Bu durum yaşl›l›ğ›n tabiî sonucudur. Sistemle bir ilgisi yoktur.

İslâm devletlerinde yöneticiler, din ve ilim işleri, ekonomik faaliyetler ile uğraşmazlar. Onlar›n görevi güvenliği sağlamak ve adaleti dağ›tmakt›r. Ortada halk› cahil b›rakma diye bir problem yoktur ve böyle bir şey sözkonusu bile değildir. Böyle bir konuyu ne düşünen ve ne de tart›şan olmuştur. İslâm devletlerindeki yöneticilerin halk diye bir problemleri ve dertleri yoktu. Halk, geliş şekline bakmaz, kim başa gelirse ona itaat ederdi.

Nitekim bu durum hâlâ öyle değil midir? Günümüzde değişen nedir? Türkiye'de on y›lda bir askerî müdahaleler olmaktad›r. Halk bunlara kar›ş›yor mu? Hay›r! Çünkü iktidar ile halk aras›nda bir problem yoktur.

Kamuoyu ancak haberleşme araçlar›n›n ve medyan›n geliştiği dönemlerde oluşur. Değişik yay›n organlar›n›n olduğu ve bu organlar›n halk›n konular›n› doğrudan gündeme getirip tart›şt›ğ› zaman kamuoyu oluşur. Osmanl›lar döneminde haberleşme araçlar› yoktu. Kamuoyu dar sahada ve elit s›n›f aras›nda oluşuyordu. Çünkü ancak bu insanlar birbirleriyle doğrudan temas hâlinde bulunabiliyorlard›.

Günümüzde de medyadaki konular halk›n konular› değildir. Çünkü genel olarak gerek yay›n ve gerek bas›n organlar›n›n tamam› tekel olarak organize olmuş durumda ve yabanc› kaynakl›. Hem tart›şma yok, sapt›rma ise çok, hem de işlenen konular halk›n konular› değil; dolay›s›yla kamuoyu oluşmuyor.

Ama gelecekteki dönemde İslâmiyet'in öngördüğü bir bas›n ve yay›n tesis edilirse, o zaman İslâm düzenindeki kamuoyunun nas›l olduğu ve nas›l işlediği görülecektir. Buna bir örnek olmas› aç›s›ndan istişare sisteminin nas›l olduğunu anlatal›m. İslâm düzeninde bucak kamuoyu, il kamuoyu ve devlet kamuoyu oluşur. Ayr›ca bir de medeniyet kamuoyu vard›r ama onun oluşum mekanizmas› yoktur.

Bucak başkan›, haftal›k konuşmas›n› yaparak bir konuyu halk›n tart›şmas›na ve görüşlerine sunar. Halk kendi aralar›nda konuyu tart›şt›ktan sonra, görüşlerini ilmî müşavirlere ulaşt›r›r. Herkesin bağl› bulunduğu bir 'ilmî müşavir' vard›r. Haftal›k toplant›dan önce değişik sohbetler yapan ilmî müşavirler, ertesi haftan›n toplant›s›nda halktan ald›klar› görüşleri dile getirirler. Bu görüşler ilmî bir şekilde tasnif edilir, gerekirse bir görüşe kat›lanlar›n yüzdeleri belirtilir. Başkan şûra üyelerini dinledikten sonra, bir kamuoyu oluşup oluşmad›ğ›na ve kendisinin buna kat›l›p kat›lmad›ğ›na karar verir.

Kamuoyunun oluşmas› iyi bir şeydir, ancak kamuoyunu doğru istikamete götüren frenin de bulunmas› gerekir. Başkan muteber, adil, yeminli 'soruşturmac›lar'a konular› tahkik ettirip bunlar›n şehadetlerini yay›nlar. Böylece yanl›ş kamuoyunun oluşmas› önlenmiş olur. Başkan araşt›rma sonucu elde etmiş olduğu görüşünde direnir. Halk›n kamuoyu da yavaş yavaş başkan›n taraf›na döner. Bu sayede halk›n yanl›ş bir kamuoyuna yönelmesi önlenmiş olur. Kamuoyu direnirse, başkan da direnmeye devam eder. Bu arada istişare mekanizmas›n› devaml› olarak canl› tutmak suretiyle kamuoyunun doğru istikamete gitmesi sağlan›r.

Burada bütün mesele istişare müessesesine dayanmaktad›r.

İllerde kamuoyu, il başkan› taraf›ndan ortaya konur. Bucak başkanlar› bu konuyu kendi bucaklar›nda tart›şmaya koyarlar. Bucak şûra üyeleri kendilerine mensup olanlarla konuyu tart›ş›rlar. Daha sonra elde ettikleri sonuçlar› ilde bağl› bulunduklar› il şûra üyelerine götürürler. İl şûra üyeleri bunlar› birleştirir ve il başkan›na arz ederek tart›ş›rlar. Böylece tüm il halk›n›n kamuoyu belirlenmiş olur.

Ülke kamuoyu da benzer şekilde oluşur. Devlet başkan› haftal›k konuşmas›nda konuyu ortaya koyar. İl başkanlar› illerinde bu konuyu yeniden gündeme koyarlar, bucak başkanlar› da bunlar› bucak halk›na iletip anlat›rlar. Bucak halk› görüşlerini ilmî şûra üyelerine, onlar il ilmî şûra üyelerine, onlar da ülke ilmî şûra üyelerine götürürler. Böylece tüm ülkede kamuoyu oluşmuş olur.

İslâm düzeninde;

Meşveret budur ve

bu ayn› zamanda kamuoyunun oluşmas›na ait mekanizmad›r.

Bütün tart›şmalar,

bucak, il ve devlet bas›n-yay›n organlar›nda yay›nlan›r.

Monarşinin ortaya ç›kmas› ve hakim olmas› sebebiyle;

İslâm ülkelerinde bu istişare müessesesi çal›şt›r›lmam›şt›r.

Geleceğin medeniyeti, II. İslâm Medeniyeti veya

V. Hak Medeniyeti bu meşveret sistemine dayanacakt›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Orta s›n›f oluşmam›şt›r.

 

"B- ORTA SINIF'›n yokluğu:

Şeriat toplumlar›nda hiç bir zaman bir ORTA SINIF teşekkül edememiştir. Var olan birbirinden her bak›mdan uçurumlarla ayr›lm›ş iki SINIF't›r ki bu da bir kere Şehir'de oturanlar ile bedevi-köylü s›n›f› ay›r›m› şeklinde ve bir de "mutlu az›nl›k" ile "sömürülen mutsuz çoğunluk" şeklinde görülür. Bat›'da yüzy›llar içerisinde izlenen ORTA SINIF diye bir s›n›f doğmam›şt›r, Şeriat ülkelerinde. Dar bir s›n›f niteliğinde bulunan varl›kl› s›n›f, daima İKTİDAR'›n yan›nda ve İktidar'›n her türlü despotik uygulamas›na (bu uygulama kendi ç›karlar›n› sağlad›ğ› için) raz› durumda olmuş ve daima kalabal›k halk y›ğ›nlar›n› sömürme siyasetine yard›mc› olmuştur. Bu konuda bk. Majid Khadduri, Political Trends in the Arab World, The John Hopkins Press, Baltimore 1970, sh. 50-1)..."(s. 383)

 

 

İLMÎ, DİNÎ, İKTİSADÎ VE SİYASÎ DERECELENME

İSLÂM DÜZENİNDE SINIFLAŞMA YOKTUR

 

Topluluklar içinde derecelenmeler vard›r ve bunlar dört sahada olmaktad›r. İlmî sahada, dinî ve ahlâkî sahada, iktisadî sahada ve siyasî sahada derecelenmeler vard›r. Bu dereceler de iki k›sma ayr›l›r.

S›n›fl› derecelenmeler vard›r. Meselâ, askerlikte s›n›fl› derecelenme vard›r; erler, erbaşlar, subaylar ve kurmaylar vard›r. Erler subay olamazlar. Kurmay olmayanlar general olamazlar. Bu bir s›n›flamad›r ama ilme dayanan bir s›n›flamad›r.

Bir de s›n›fs›z derecelenmeler vard›r. S›n›fs›z derecelendirmede başar› gösteren herkes bir üst dereceye ç›kar. Buna da s›n›fs›z topluluk denir.

Derecelenme şayet doğuştan ise, esas s›n›flama böyle topluluklarda vard›r. İlim, din ve siyasette orta s›n›f diye bir şey yoktur. Derecelenme piramit şeklindedir. Derecesi az olanlar çok, derecesi çok olanlar azd›r. Bununla beraber bir toplulukta bir yönetici bir de yönetilen s›n›f olursa, bu durumda bu toplulukta orta s›n›f yoktur denilebilir.

Ekonomide ise zengin ve fakir vard›r. Fakirler çok, zenginler az, ama orta halliler yoksa; bu topluluğa s›n›fl› topluluk diyoruz. Zenginler az, fakirler az, orta halliler çok ise; bu topluluğa da s›n›fs›z topluluk diyoruz.

İslâmiyet'e göre;

Her şeyden önce doğuştan imtiyazl› bir s›n›f yoktur. Kimse kimseden farkl› olarak doğmaz. Bununla beraber doğan çocuklar babalar›n›n statüsündedirler. Her zaman s›n›flar›n› değiştiremezler.

Sadece köleler bundan istisnad›r. Kölelerin çocuklar› köle olarak doğarlar. Ancak bütün kölelerin kölelikten kurtulma imkânlar› vard›r. Köle, mahkemeye başvurarak vatandaş olmak istediğini, çal›şarak kendi bedelini ödeyeceğini tesbit ettirir. Hakemini kendisi seçer. Efendisi de hakemini seçer. İki hakem baş hakemi seçerler. Bu hakemler, son söz baş hakemin olmak üzere talepte bulunan kölenin vatandaş olabileceğine karar verirlerse, kölenin değeri takdir edilir ve hür bir insan gibi yani vatandaş gibi faaliyete geçmiş olur. Çal›şarak kazan›r ve bedelini öderse, hür hâle gelir. Bu arada bucak bütçesinin alt›da biri de, bu durumda olan insanlar›n bir an önce hür ve vatandaş hâline getirilmeleri için harcan›r.

Elbette insanlar kad›n ve erkek olarak doğarlar. İslâmiyet'te, insanlar›n cinsiyetini değiştirmek için bir ameliyet sistemi önerilmemiştir.

İslâmiyet;

İlimde ve siyasette akileleri oluşturmuş ve s›n›flaşmay› ortadan kald›rm›şt›r. Servette de tekelleşmeyi önleyerek orta s›n›f› yaşatm›şt›r. Faiz yasağ› ve sermaye vergisi yani zekât, aş›r› zenginlikleri önlemiştir, tekelleşmeleri önlemiştir. Sosyal yard›mlaşma ile aş›r› fakirliği önlemiş ve orta s›n›f› oluşturmuştur.

İslâm ülkelerinde s›n›f oluşmad›ğ› için s›n›f mücadelesi de yoktur; günümüzde bile hâlâ yoktur. Kapitalizm ve sosyalizm, İslâm ülkelerinin bu yap›s›ndan dolay› Müslümanlar aras›na sirayet edememiştir.

Yazar, her şeyin tam tersini söylüyor. Bunu niçin yap›yor?

Kas›t m›, bilgisizlik mi, doğrusu anlamak zor.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Orta s›n›fs›z topluluk gelişmez.

 

"ORTA SINIF'lar›n doğmas›na engel olunmakla toplumun tüm olarak gelişmesi yok edilmiştir.

Bat›'y› modern Avrupa haline sokan ve s›n›rs›z bir gelişme yoluna sürükleyen aşama RENAISSANCE ile olmuştur. Renaissance'i yaratan da ORTA SINIF'lard›r: "Renaissance olmasa idi modern Avrupa diye bir şey olmazd›, diyor bir yazar. Matbaa ve barut olmasa idi Orta s›n›flar olmazd›... Şuras› ilginç bir husustur ki Avrupa matbaay› ve yeni savaş arac›n› Çin'lilere borçludur... (bundan dolay›d›r ki) bizim uygarl›ğ›m›z›n oluşumunda Çin'in büyük katk›s› vard›r..." Bk. F. J. Heranshaw, The Social and Political Ideas of Some Thinkers of the XVI and XVII centuries, Kennikat Press N. Y. 1967, (İlk bask› 1926) sh. 30-31).

Ayn› şeyleri pusula için söylemek mümkün...

Bizim din adam›m›z sadece matbaaya düşman olmakla kalmam›ş ve fakat Bat›'y› ilerleten her yeniliğe kafa tutmuş ve karş› gelmiştir."(s. 384)

 

ORTA SINIFI OLMAYAN TOPLULUK DENGESİZDİR.

İSLÂM DÜZENİNDE HALK KENDİ KENDİNİ YÖNETİR.

 

Orta s›n›f› olmayan topluluk dengesizdir, anti demokratiktir, despotiktir.

Ancak orta s›n›fs›z topluluk gelişemez sözü yanl›şt›r. Kuvvete dayal› olan bütün topluluk ve medeniyetler; M›s›r, Yunan, Roma ve Avrupa medeniyetleri orta s›n›fs›zd›r. Orta s›n›fs›z olmalar›na rağmen maddî bak›mdan çok gelişmişlerdir.

Hattâ meseleye bir başka aç›dan bak›ld›ğ›nda denilebilir ki, servet halk aras›nda dağ›l›nca bir işe yaramaz ve medeniyet oluşamaz. Bundan dolay›d›r ki tarihe bakt›ğ›m›zda aç›kça görürüz ki, bat› yani kuvvet medeniyetleri daha çok eser b›rakm›şlard›r.

Yazar›n orta s›n›ftan kast› köle s›n›f› olabilir. Bunu şöyle aç›klayal›m. İktidar vard›r ve bu iktidar asilzadeler ile rahiplerden oluşmaktad›r. Bir de asker s›n›f› vard›r ve bunlar da savaşç›lar ile bürokratlard›r. İktidar, bürokratlar arac›l›ğ› ile halk› yönetir. Eski devirlerde bu hizmeti köleler görüyorlard›, çağ›m›zda ise memurlar. Yazar, orta s›n›f diye bu arac› s›n›f› kastediyorsa, hakl›d›r.

İslâmiyet;

Yöneten ve yönetilen s›n›f kabul etmediği gibi, yönetenlerin jandarma s›n›f›n› da kabul etmemiştir. Çünkü İslâm düzeninde halk kendi kendini yönetir; yönetici s›n›f da yoktur, yönetilen de yoktur, dolay›s›yla bürokrat da yoktur. Bütün millet ordudur.

Gelecek dünyada, V. Hak Medeniyeti'nde bürokratlar olmayacak, onlar yerine teminatl› ehliyete sahip serbest meslek erbab› olacak, kamu hizmetlerini onlar göreceklerdir.

Bu teminatl› ehliyeti ilmî, dinî, meslekî ve siyasî teşekküller yani dayan›şma ortakl›klar› verecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Sosyal ve tabiî ilimler Kur'ân'a dayand›r›l›r.

 

"IV- ANAYASAL DEVLET REJİMİNİ AKIL REHBERLİĞİNDE DEĞİL DİN KURALLARINDA ARAMA GELENEĞİ

İşte ilim ve araşt›rma yaparken gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümleri d›ş›na ç›k›lamayacağ› ve her şeyi bu hükümlere uygun şekilde halletmek gerekeceği inanc› nedeniyledir ki İslâm tarihi boyunca düşünürler ve bilginler ilim haysiyetiyle bağdaşmayacak davran›şlar içerisinde görünmüşlerdir... Fizik, kimya, astroloji, ve sair müspet ilimlerde olduğu gibi sosyal ilimler alan›nda da ayni şey görülürdü.

Fakat ne var ki bu gayretlerine rağmen Kur'an'dan ziyade eski Yunan bilginlerinden ve bilgi verilerinden yararland›lar diye bu düşünürlerin en ünlüleri (örneğin el-Razi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşt, v.s.) dinsizlikle, z›nd›kl›kla suçland›r›lm›şlard›r...(s. 384)

Bilindiği üzere "dinsizlik" ve "z›nd›kl›k" suçlamas› Şeriat toplumlar› gibi fanatik toplumlar için en ağ›r suçlama niteliği taş›r. Böylesine tehlikeli ve ağ›r bir suçlama karş›s›nda kalmamak içindir ki İslâm'›n 1400 y›ll›k yaşam› boyunca İslâm yazar ve düşünürleri hür ak›l ve deneme yolu ile bulunan ve ancak bu yoldan bulunabilecek olan ilmi verileri mutlaka Kur'an hükümleriyle destekler görünmek gibi yapmac›k ve ilim haysiyetine yak›şmaz davran›şlara sürüklenmişlerdir..."(s. 385)

 

TABİÎ VE SOSYAL İLİMLER KUR'ÂN'A DAYANMALIDIR

İNSANLIĞIN ORTAK İLİM DİLİ 'KUR'ÂN ARAPÇASI'DIR

 

İlim, insan ile kâinat aras›nda kurulmuş bir ilişkidir.

Bu ilişki nas›l sağlanacakt›r? Asl›nda bir bütün olan dört hattâ beş boyutlu uzay içinde tek varl›k olan kâinat, önce ayr› ayr› varl›klara bölünür. Ülkenin illere ve bucaklara bölünmesi, sonra bunlara isim verilmesi, buna benzer. Böylece asl›nda mevcut olmayan varl›klar isimler sayesinde beyinde doğarlar. Sonra onlar üzerinde çal›şmaya başlan›r, aralar›nda ilişki kurularak muhakeme yap›l›r ve böylece ilim doğar.

Demek ki ilim dile dayanmaktad›r. Her topluluğun bir konuşma dili vard›r. Bu dillerde varl›klar isimlendirilmiş ancak bunlar›n s›n›r› çizilmemiştir. İlim dilinde ise varl›klar s›n›rland›r›lm›şt›r. Konuşma dili her millete göre değişiktir. İlim dilinin ise bir olmas› gerekir. Ancak bu birlik sayesinde beşerî bir ilim doğabilir. İşte bundan dolay› Allah nas›l alt›n› insanlar›n aralar›nda al›şveriş yapmalar› için yaratm›ş ise, ayn› şekilde bütün insanl›ğ›n medeniyetler aras›nda kullanmalar› için ortak bir dil yaratm›şt›r ki o da 'Kur'ân Arapças›'d›r. Her milletin millî paras›n› gümüş oluşturduğu gibi, her ulusun ayr› bir konuşma dili vard›r.

Tabiî ve sosyal ilimleri Kur'ân'a dayand›rmakla, tüm ilimde tek dil kullan›lmas› sağlanm›ş ve bu yaln›z bir medeniyet içinde değil, medeniyetler aras› ortak dil olmuştur. Ayr›ca Kur'ân'›n kâinat› doğru olarak gösteren bir harita olduğunu söylemiştik. Her ilmi Kur'ân'a dayand›racağ›z demek, araşt›rmalar›m›z› harita yard›m›yla yapacağ›z demektir.

Sizin elinizde bir harita yok, bizim haritaya da yabanc› bulunuyorsunuz; dolay›s›yla siz harita düşmanl›ğ› yap›yorsunuz.

Ne yapal›m! Sizin yolunuz sizin; bizim yolumuz bizim olsun!

Bizim haritam›z ve Kitab›m›z bizim; sizin haritas›zl›ğ›n›z ve kitaps›zl›ğ›n›z sizin olsun!..

İslâmiyet'e göre;

Kâinat› Allah yaratt› ve

yarat›l›ş formüllerini de Arapça olarak Kur'ân'da gösterdi.

Bunun böyle olduğunu ilmen her zaman tahkik edebiliriz.

Bundan yararlanmamak, ak›ls›zl›k ve aptall›k olur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Ak›l olmayan yerde demokrasi olmaz.

 

"Bundan dolay›d›r ki Şeriat ülkelerinde ve Osmanl› devletinde AKLIN REHBERLİĞİ ve as›l AKIL YOLU DEMEK olan DEMOK-RASİ'ye gidilememiştir.

Bilindiği gibi DEMOKRASİ demek toplumun kendi kendisini kendi ak›l ve iradesine göre serbestce yönetmesi demektir...

Böylece AKIL, demokrasi'nin varl›ğ›n› sağlayan temel unsur olmaktad›r. Oysa ki Şeriat sisteminde gökten inmiş ve beşer iradesinin d›ş›nda yerleşmiş olan düzene ve hükümlere uymaktan başka çare yoktur. Sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamlar bu hükümlere uydurulmak gerekir. Devlet denilen kuruluş, bu düzen üzerinde oturtulmuştur ve oturtulmak gerekir. Bu böyle olunca Şeriat ülkelerinde neden dolay› halk iradesinin ürünü olmak üzere ortaya ç›kan bir Anayasa, bir siyasal rejim, v.s. olmad›ğ› kolayl›kla anlaş›l›r. Şeriat ülkelerinde her şey Kur'an ve Hadis hükümlerinden ç›kar›lmak ve her şey ona dayat›lmak istenmiştir..."(s. 385)

 

İÇTİHAT AKLI DEMOKRASİYE GÖTÜRÜR

İSLÂMİYET, ŞERİAT MANTIĞI İLE DEMOKRASİYİ OLUŞTURUR

 

İçtihat olmayan yerde demokrasi olmaz, cümlesi doğrudur. İçtihat da ak›lla yap›ld›ğ› için söylenen söz doğrudur. Ancak ak›l demokrasi için şartt›r ama yeterli değildir. Her ak›l demokrasiye götürmez, ama içtihat akl› demokrasiye götürür.

Bu ne demektir? Bu, herkesin kendisi ile ilgili hükümleri kendisinin içtihat etmesi, demektir. Hiç kimsenin başkas›n›n akl›na köle edilmemesidir. Yani başkas›n›n akl› ile değil de kendi akl› ile hareket varsa, orada demokrasi var demektir. Başkas› içine Allah dahil değildir. Çünkü Allah başkas› değildir. O insan›n da akl›n da yarat›c›s›d›r. O'nun d›ş›nda hiç kimse zaten bir şey yapamaz. Vatandaş›n vatandaşa köle edilmesi yoktur, ama herkes kanunlar›n, devletin ve milletin kölesidir. Çünkü o onun cüz'üdür. Bu hak Allah taraf›ndan millete verilmiştir.

Demek ki iki ak›l vard›r:

Biri şeriat akl›d›r ve bu herkesin kendi akl›na göre hareket etmesidir. Ancak burada cumhuriyet vard›r.

Diğeri de kanun akl›d›r ve bu da insan›n kendi akl›na göre değil de kuvvetlinin akl›na göre hareket etmesidir. Burada da totalitarizm vard›r.

İslâmiyet;

İçtihat ve icma müesseseleri sayesinde, kanun mant›ğ›n› ve kanun akl›n› atm›ş, yerine şeriat mant›ğ›n› getirmiş, böylece yegane demok-ratik rejim olmuştur.

İki nokta aras›ndaki doğru tektir, ama eğriler pek çoktur. İslâmiyet de böyledir, doğru olan tek sistemdir. Eğri, yamuk, yanl›ş sistemler ise çoktur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ KONU

 

 

HALKIN ŞERİAT İLE EZİLMESİ

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Bat› Müslüman halk› şeriat ile uyuşturmay› denedi.

 

"AKIL ÇAĞINA VE KERTESİNE ERİŞTİRİLMEYEN HALKLARIN DİN YOLU İLE KEYFİLİK VE DESPOTİZM İÇERİSİNDE EZİLMESİ

Her yerde ve her devirde despotizm ve keyfi yönetim en büyük desteğini din kuruluşlar›nda bulmuş ve buna karş›l›k İKTİDAR'lar din kuruluşlar›na imtiyazlar sağlamak için ellerinden geleni yapm›şlard›r...(s. 386)

XVII ci yüzy›l›n başlar›nda R. de Lussing ad›ndaki bir yazar Avrupa'y› korku içinde yaşatan Osmanl› devletinin y›k›lmas› çareleri aras›nda bu devletin halklar›n› fikre uyand›rma gereğini bir çare olarak ileri sürmekte idi. Ona göre halk› keyfî ve müstebid iktidar karş›s›nda boyun eğdiren şey halk›n bilgisizliği ve bu bilgisizliği sömüren Şeriat idi... Bk. R. de Lussing, a.g.e., sh. 161.

Ancak ne var ki BATI ülkeleri,... Şeriat halklar›n›n din arac›l›ğ› ile her türlü ve her çeşit yönetime boyun eğecekleri gerçeğini keşfetmiş ve bundan yararlanmas›n› bilmiştir. Halk›n kültür ve bilgisini ve böylece gelişmesini sağlamak yerine, aksine kültürsüz ve bilgisiz kalmas› ve din kurallar›na bağl› olarak her yönetim şekline evet demesi usullerini desteklemişlerdir...

Şeriat'›n desteklediği ve hatta var k›ld›ğ› istibdat rejimlerinin ancak AKIL VE HÜR DÜŞÜNCE bulunmad›ğ› sürece, kaba kuvvet yard›m›yla sürebileceği bilinen bir gerçektir. Bundan dolay›d›r ki Osmanl› halklar› hep ak›l ve hür düşünce'den yoksun k›l›nm›şlard›r..."(s. 387)

 

 

DEĞİŞİK DİN VE DÜŞÜNCELERİN YAŞADIĞI DÜZEN;

İSLÂMİYET UYUŞTURMAZ AKSİNE UYANDIRIR

 

İslâmiyet ve İslâm düzeni, değişik din ve düşüncede olan insanlar›n serbestçe yaşamalar›na imkân verdi.

Bu düzen H›ristiyanlar› son derece memnun etti. Çünkü bu düzende inançlar›n› istedikleri gibi yaşamakla kalm›yor, ayr›ca askere gitmeden işlerine istedikleri gibi rahatl›kla bakabiliyorlard›. Devaml› savaşta olan Müslümanlar ise, hem ekonomik bak›mdan güçsüz durumda oluyor, hem de yaşama şans›na ve nüfus aç›s›ndan çoğalma imkân›na daha az sahip bulunuyorlard›.

İşte bu rahat hayat şekli ve düzeni sebebiyle, H›ristiyan ülkeleri ve halklar› bizim şimdi Ortak Pazar'a girmek istediğimiz gibi onlar› İslâm yönetimine davetkâr ve rağbetkâr k›lm›şt›r. Başlang›çta Avrupa devletleri bu duruma şiddetle karş› ç›km›ş ve H›ristiyanl›k ad›na Haçl› Seferleri düzenlemişlerdir. Ancak as›rlarca süren bütün çabalar›na ve sekiz büyük Haçl› Seferine rağmen başar›l› olamam›şlard›r.

Bat› dünyas›nda bu taassubu ilk delen ülke İngiltere ve arkas›ndan da Rusya olmuştur. Halk›n dinine kar›şmamay› onlar Osmanl›lardan öğrenip uygulamaya başlam›şlar, böylece İslâm devlet anlay›ş› Avrupa'ya girmiştir. Bugünkü Avrupa düzeni budur ve Avrupal›lar da bu düzeni Müslümanlardan öğrenmişlerdir.

Emperyalist Bat›, işgal edeceği ülke halklar›n› her aç›dan incelemiş ve onlar›n hoşuna giden bir genel tav›r tak›nm›şt›r. Bat› dünyas›, bu politikalar› sayesinde İslâm âleminin hemen hemen her taraf›n› işgal edebilmiştir. Anadolu'daki İstiklâl Savaş› esnas›nda ise hatâ etmişler, Rum ve Ermenileri k›şk›rtarak Anadolu Müslümanlar›n› katlettirmeye başlam›şlar ve Türkiyeyi de Endülüs/ İspanya'ya benzetmek istemişlerdir. Anadolu Türkleri işte bu katliamlara karş› geldiler, İstiklâl Savaş› sonunda bütün Avrupa devletlerine karş› zafer kazanarak yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurdular. Yoksa Bat›l›lar diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Anadolu halk›n› da dinde serbest b›raksalard›, kim bilir belki de şimdi Türkiye Devleti olmazd›.

Allah bu hatalar› yapt›r›yor ve dengeler böyle sağlan›yor.

İslâmiyet;

Cehaletin ve halk›n cahil b›rak›lmas›n›n

en büyük düşman›d›r.

İslâmiyet, beşikten mezara kadar, kad›n erkek ay›r›m› yapmaks›z›n bütün Müslümanlar›n ilimle iştigal etmelerini emreder. Sürekli olarak bilenlerle bilmeyenlerin bir olmad›ğ›n› vurgular.

İnsanlar›n düzen, sistem ve şeriat ortaya koyup dünyalar›n› ona göre tanzim etmelerini ve ona göre yaşamalar›n› ister.

İslâmiyet, uyuşturmak şöyle dursun, gafletin en derin çukurlar›nda gezinen topluluklar› bile uyand›r›r.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Gazali halk›n eğitilmesini istememiştir.

 

"I- HALKI CAHİL TUTUP DESPOTİK İKTİDARI VE YÖNETİMİ SÜR-DÜRME GELENEĞİ:

Halk› cahil tutma sanat› öyle bir sanatt›r ki tarih içerisinde pek az yönetici Şeriat ülkeleri yöneticileri kadar bu sanatta başar›l› olabilmişlerdir. Çünkü onlar›n elinde bu sanat› en kolay ve en etkili bir şekilde uygulama malzemesi, yani Şeriat malzemesi vard›... Fakat denilebilir ki hiç kimse İslâm'›n Peygamberinden sonra en büyük insan› olarak tan›mlanan el-Gazâlî kadar bu malzemeyi kullanmakta becerikli ve etkili olmam›şt›r... Bu ünlü İslâm düşünürü, İslâm halklar›n›n bugün yeryüzünün en geri zekal›, en ilkel, en az eğitilmiş ve en az kafas› işler kertede kalmalar›n›n sorumlular›ndand›r."(s. 388)

 

İLİM, ALİM, YENİ DÜZEN

VE HAKİM GÜÇLER MESELESİ;

GAZALİ, İLME DEĞİL CEHALETE DÜŞMANDIR.

 

İlim, alimlerin fedakârl›klar› ile ve kimi zaman bu uğurda zindanlarda hayatlar›n› vermeleri sonucu doğar. Çünkü alimler yeni şeyler söyler ve yeni sistemler önerirler. Bu yeni şeyler genellikle çağ›n güçlerini ve güç sahiplerini rahats›z eder. Herhangi bir şekilde bu alimleri ya söyletmezler veya sustururlar. Ancak alimler direnirlerse bir müddet sonra halk onlar›n görüşlerini benimsemeye başlar. Bu sefer de güçler o alimlerin görüşlerini kendilerine güç kaynağ› yapmaya başlarlar. Bu durum genellikle alim veya alimlerin ölümünden sonra gerçekleşir. Her zaman susturulmaya ve önü kapat›lmaya çal›ş›lan alim, bu sefer gereğinden fazla meşhur edilir, ona söylemediği sözler söyletilir ve istismar edilir. Gazali zaman›nda da, Gazali'den önce gelen filozoflar ve onlar›n fikirleri böyle istismar ediliyordu. Böylece halk ifsad ediliyor ve gerçeklerden uzaklaşt›r›l›yordu.

Gazali, bu durum karş›s›nda felsefe öğrendi ve şu sonuca vard›:

Filozoflar›n matematikte söyledikleri tam gerçek, tabiatta ise doğrular çok, ilâhiyatta da hepsi yanl›ş. İnsanlar matematiği okuyorlar, ama arkas›n› getirmiyorlar ve filozoflar› yanl›şlar›nda onayl›yorlar. Bir şeyi öğreneceksen ya tam öğren veya hiç öğrenme. Yoksa yar›m bilgi bilgisizlikten daha kötüdür. Yar›m molla dini y›kar, yar›m usta da evi y›kar...

Gazali ilme değil cehalete düşmand›r.

Bizim Gazali ile ilgili genel hükmümüz budur. Gazali'nin buradaki görüşüne kat›lm›yoruz.

İnsan yar›m molla olmadan tam molla olamaz. Ancak Gazali'nin ilim düşman› olmad›ğ›n› rahatl›kla söyleyebiliriz. Ayr›ca İslâmiyet hiçbir zaman Gazali demek değildir ve Gazali de hiçbir şekilde hatas›z değildir. Onun da hepimiz gibi hatalar› olmuştur.

İslâmiyet'e göre;

Hak din ile bât›l dini ay›ran tek araç ilimdir.

İslâm, oku emri ile inmeye başlam›şt›r.

İlim, beşikten mezara kadar tahsil edilmelidir.

Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Uyuşturma yönetimlerin başl›ca metodudur.

 

"A- İnsanlar› sürü misali yönetebilme sanat›.

Milleti BEYİNSİZ yetiştirme ve beyinsiz kafalar› çeşitli yollarla meşgul etme usulleri:

Toplum halinde yaşayan kişilerin düşünce yeteneğinden yoksun olarak yaşamalar› ve böylece SÜRÜ misali kolayl›kla yönetilebilmeleri ve İKTİDAR'›n kendilerine uygun gördüğü KADER'e ses ç›karmadan raz› k›l›nmalar› çeşitli devirlerde çeşitli yollardan ve çeşitli usullerle sağlanabilmiştir. Gilbert Highet, "Man's Unconquered Mind" adl› kitab›nda bunun tarih içerisindeki örneklerini s›ralar. (New York 1954, sh. 56)...(s. 388)

Fakat denilebilir ki bu konuda en etkili usul halk y›ğ›nlar›n› bir yandan ibadet-dua ve savaşlarla meşgul etmek ve diğer yandan bilgisizlik (cehalet) içinde, beyni işlemez ve muhakeme gücüne sahip olamaz halde tutma usuludur..."(s. 389)

 

 

BATI UYUTUR - İSLÂMİYET UYANDIRIR

İNSANLAR VAKİTLERİNİ NASIL GEÇİRİR?

 

Merkezî kuvvet sisteminde yöneticiler, halk› kendilerine hizmet edecek bir uşak mesabesinde görürler ve çağ›m›zda olduğu gibi halk› uyutmak için akla gelebilecek her türlü zevku safa, oyun ve eğlencelerinden yararlan›rlar. Bu oyun ve eğlence araçlar›, kapitalizm ve sosyalizm başta olmak üzere bütün 'izm'lerin başl›ca silah›d›r.

Yazar, kitab›n›n 389. sayfas›nda Gilbert Highet'ten al›nt›lar yaparak bunu çok güzel anlat›yor. Fakat burada dikkatimizi çeken bir nokta vard›r. Yazar ilk defa şeriat da böyle yapm›şt›r, diyemiyor. Çünük İslâmiyet her türlü uyutucu ve uyuşturucu araçlar› haram saym›şt›r. İçki kesinlikle haramd›r. Oyun ve eğlence de israf olduğu ölçüde haramd›r.

Bundan dolay› Bat›l› sistemler uyutur, Doğulu sistemler uyand›r›r; Bat› uyutup uşuşturur, İslâmiyet uyand›r›p diriltir.

İnsanlar vakitlerini dört şekilde geçireceklerdir:

1- Önce sağl›klar›n› ilgilendiren temel mesele olduğu için yemek, içmek ve giyinmek gibi tabiî ihtiyaçlar›n› gidereceklerdir.

2- Sonra çal›ş›p üretim yapacaklar, buna göre tüketime hak kazanacaklar ve topluma yararl› olacaklard›r.

3- Sonra bilgi ve görgülerini geliştirmek amac›yla ilim ile meşgul olacaklar ve bu konuyu hiçbir zaman ömürlerinin sonuna kadar ihmal etmeyeceklerdir.

4- Son olarak da ibadet ve sanat, kültürel ve sosyal faaliyetler ile vakitlerini dolduracaklard›r.

İslâmiyet'e göre;

İnsanlara verilen en büyük nimet ak›ld›r ve akl› taş›yan da beyindir. İnsan kendisine verilen bu en değerli varl›ğ› korumakla mükelleftir. Akla ve s›hhate zarar veren her şey yasak olmasa da haramd›r.

Zaman› boşa harcamak en büyük israft›r. Kumar, içki ve fuhuş, bundan dolay› haramd›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Şeriat halk› cahil b›rak›r.

 

"B- Müstebid'in ve iktidar sahiplerine destek-yard›mc› olanlar›n kurnazl›ğ› ve tek çare olarak benimsedikleri şey: Halk'› cahil b›rakmak, ve güclü kişilere yetişme f›rsat› vermemek.

ARİSTO, daha bundan 2500 y›l önce "SİYASET" adl› kitab›nda, müstebid'in saltanat sürebilmek ve iktidar› keyfi şekilde ve rahatl›kla kullanabilmek için HALK'lar› cahil b›rakmak yoluna gittiğini... Sadece HALK'› cahil b›rakmak değil ve fakat güclü kişiliğe sahip olabilecekleri ve bilgili kafalar› da yok etmek zorunluğunda olduğunu eklerdi.

Denilebilir ki hiç bir ülkede iktidar sahipleri ve AYDIN SINIF diye tan›mlananlar, Şeriat ülkelerinde olduğu gibi halk› bilgisiz ve kültürsüz b›rakman›n ve ayd›nlatmaktan kaç›nman›n yollar›n› böylesine kurnazl›k ve ustal›kla aram›ş ve bulmuş değildir. Daha ilk anlardan itibaren Şeriatç› zihniyet halk'› ve halk y›ğ›nlar›n› (bedevi'yi) sadece küçük görmekle kalmam›ş ve fakat onu cehalet içinde tutman›n en ince ve etkili usullerini de aram›ş ve bulmuştur...

Bk. The Politics of Aristotla, (İngilizce çeviri J. E. C. Welldon, sh. 392-4)"(s. 390)

 

 

BEŞİKTEN MEZARA KADAR İLİM FARZDIR;

HER ŞEY İLME DAYANIR, DİN DE İLME DAYANIR

 

İnsan, yeryüzündeki tek ak›ll› varl›kt›r. İnsan d›ş›ndaki diğer bütün varl›klar hayatlar›n› hislerle sürdürürler. İnsan ise hayat›n› hislerden çok akl›n› kullanarak ve bilerek sürdürür. Diğer bir ifade ile bilgi ve ilim ile sürdürür. Hayat›n› ilimle sürdürmek zorunda olmas›ndan dolay› da, insan ömrü boyunca daima öğrenmek ve bilgisini art›rmak zorundad›r.

Öğrenmek ve bilgi sahibi olmak nas›l olur?

İnsan için bunun iki yolu vard›r; ya kendisi içtihat yapar veya başkas›n›n içtihatlar›n› öğrenir. İslâmiyet'te en önemli konu ve en büyük problem 'cehalet'tir. Şöyle genel bir kaide vard›r: Bilememek özürdür ama bilmemek özür değildir. Herkes, her insan içtihat yapmakla yükümlüdür. Doğan bebeğe, yeryüzüne gelen insana, anlamaya başlad›ğ› andan itibaren hayat› boyunca her ne gerekiyorsa öğretilir ve ona sürekli olarak denir ki; her kad›n ve erkeğe beşikten mezara kadar ilim farzd›r.

İslâmiyet'in ilim ile ilgili genel anlay›ş› ve temel prensibi budur.

Yazar ise burada bunlar› değil de ilmin muhtevas›n› tart›ş›yor.

İnsanl›ğ›n Son Peygamberi Hz. Muhammed (s.)'e peygamberlikle birlikte Hira dağ›nda gelen ilk âyetler, Alâk suresindeki ilk beş âyet şöyledir:

1 - Yaratan Rabb'in ad›yla oku.

2 - O insan› alâktan(hücreden) yaratt›.

3 - Oku, Rabb'in en büyük kerem sahibidir.

4 - O (insana) kalemle (yazmay›) öğretti.

5 - İnsana bilmediğini öğretti.

Dikkat edilirse burada 'oku' kelimesi tekrar ediliyor ve kâinat›n ak›l yoluyla okunmas›n›, ilimlerin de kitap yoluyla okunmas›n› emrediyor. Bu okuma eylemi ve emri, beşikten mezara kadar sürdürülecektir. Her Müslim, günlerini sürekli olarak top oynamak, şark› söylemek veya bunlar› yapanlar› seyretmekle değil de, ilim tahsil etmek ve bilgisini art›rmakla geçirir. Elbette ölçülü olmak ve karar›nda b›rakmak şart›yla oyun ve eğlence de olacakt›r, ama ömür boyu oyun ve eğlence olamaz.

İslâmiyet'te;

Her şey ilme dayan›r, din de ilme dayan›r. İslâm dini, ilmî verilere îman edip amel etmeyi emreden din şeklinde tan›mlan›r.

Yazar›n b›kmadan ileri sürdüğü bu ilim d›ş› iddialar›n kime yarar› olacakt›r? Doğrusu bilmek ve anlamak gerçekten de zor. İlk emri 'oku' olan ve beşikten mezara kadar ilmi emreden bir dini cehaletle itham etmek, ardniyetlilik veya bilgisizlikten başka bir şey değildir.

Yazar da bunlardan biridir; ama hangisi?

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Abdülhamid cehalet taraftar› idi.

 

"C- Halk'› cehalet içinde tutma sanat›: Abdülhamid örneği;

Halk'› cehalet içinde tutman›n lüzumuna hiç kimse Abdülhamid kadar inanmam›şt›. Ancak bu suretledir ki sorgusuz, sualsiz ve keyfi saltanat sürülebileceğini bilirdi. Onun anlay›ş›na göre halk'›n cehaleti, despotik ve keyfî iktidar›n ve saltanat›n sürdürülmesini sağlayacak tek yoldu. Bu yüzden kültürlü say›labilecek, kafas› işler kim varsa onlardan nefret eder ve onlar› yok etmeğe çal›ş›rd›;...

Bu konuda bk. Georges Dorys, The Private life of the Sultan of Turkey, (New York 1901, sh. 268). Abdulhamid'in melanetini, kötülüklerini ve küçüklüklerini anlamak için bu kitab› okumak gerek...

Halk›n fazla eğitilmesinin son derece tehlikeli olduğunu söylemekten kaç›nmaz... Bu konuda bk. A. Vambery, "Recollections of Abdulhamid II and His Court", (in "The XIX th Century and After", Vol. LXVI, 1909, sh. 69-88)."(s. 391)

 

 

ABDÜLHAMİD, İLME VE TAHSİLE ÇOK ÖNEM VERMİŞTİR;

EĞİTİM ALANINDA SEFERBERLİKLE YENİ ÇIĞIR AÇMIŞTIR.

 

Abdülhamid, kendisi tahsilini tam olarak yapamam›ş bir şahsiyet olmas›na karş›l›k, son derece isabetli bir bir politika sebebiyle veya bir tür aşağ›l›k kompleksi içinde ilme ve tahsile son derece önem veren bir kişidir.

Hükümdar olduktan sonra, bir taraftan Bat› tipi lise ve fakülteleri açt›r›yor, diğer taraftan medreseleri de son derece destekliyordu. Medrese mensuplar›na maaş bağlam›ş ve sar›kl›lar› askerlikten muaf tutmuştu. Kendisine, bu medrese mensuplar›n›n cehalet içinde yüzdükleri ve ancak yüzde üçünün gerçek alim olduğu söylendiğinde; ben de yüzde 3'ünü beğenip benimsediğim için geriye kalan yüzde 97'sine de maaş veriyorum, demiştir. Abdülhamid, ilim konusunda böylesine aş›r› sevgi, muhabbet ve tolerans sahibi bulunuyordu.

Art›k çökmekte olan Osmanl› İslâm Medeniyeti, son y›llar›nda Abdülhamid sayesinde gerek Bat› kültürü ve gerek İslâm kültürü alanlar›nda çok önemli k›p›rdanmalara sahne olmuş, okumaya ve ilme önem verilmiş, bu amaçla say›s›z mektep ve medreseler aç›lm›ş, onun sayesinde okunmaya değer ilim adam› ve düşünürler yetişmiştir. Daha sonra Abdülhamid sayesinde yetişmiş olan bu fikir ve düşünce adamlar›, bir taraftan ona muhalif olacaklar, diğer taraftan da Meşrutiyet ve Cumhuriyeti de bunlar kuracaklard›r. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Abdülhamid döneminde yetişen ve yetiştirilen devlet adam› ve düşünürlerimiz taraf›ndan kurulmuştur. Bütün bunlar Abdülhamid'in başlatt›ğ› eğitim seferberliği ve bu alanda Bat› dünyas› ile k›yaslanabilecek yeniden yap›lanma sayesinde gerçekleşebilmiştir. Onun döneminde eğitim alan›nda bütün ülkede yeni bir ç›ğ›r başlat›lm›şt›r.

Ne var ki, Cumhuriyet kurulduktan sonra medreselerin kapanmas›, tevhid-i tedrisatla getirilen tek tip ve bağnaz öğretim sistemi, başlat›lan bütün bu eğitim hamlelerini köreltmiş ve kurutmuştur.

Abdülhamid, ne üniversitelere ve ne de medreselere asla kar›şmam›ş, onlar› eğitim ve öğretimlerinde tamamen özgür b›rakm›şt›r. Bu arada olanca imkân› ile onlar› sürekli olarak desteklemiş ve kendisinden önceki padişahlarla k›yaslanmayacak ölçüde halk›n genel olarak eğitilmesine son derece önem vermiştir. Hattâ I. Meşrutiyet Dönemi'ni kapat›rken; ben az›nl›klarla yar›şabilecek ve onlar karş›s›nda ezilmeyecek seviyede Müslüman halk› eğitebilirsem Meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koyar›m, demiş ve bunu başarm›şt›r.

Abdülhamid, eğitim alan›nda tek bir hata yapm›ş,

dünya ilimleri ile şeriat ilimlerini birbirinden ay›rm›şt›r.

Bu ay›r›m iç çat›şmalara sebebiyet vermiş, dolay›s›yla kendisinden sonra karanl›k günlerin başlamas›na neden olmuştur. Cumhuriyet döneminde bu ay›r›m daha da şiddetlenmiş, tevhid-i tedrisat ile tek yönlü olarak resmileşmiş, medreseler kapat›lm›ş ve İslâmî ilimlerin önü tamamen t›kanm›şt›r. Tevhid-i tedrisat›n ne olduğunu ve ülkemizi eğitim alan›nda nerede b›rakt›ğ›n› bugün çok daha iyi anl›yoruz. Bütün bunlar›n d›ş›nda, ac› ve ibretli olan dikkat çekici nokta ise; Abdülhamid'i taht›ndan düşüren zihniyetin onun açt›rd›ğ› okullarda yetişmiş olmas›d›r.

Bütün bunlar› yapan bir padişah› cehalet taraftar› olarak itham etmek, ilim başta olmak üzere birçok şeye ihanet ve yalanc›l›ktan başka bir şey değildir. Bu yalanlar› hiçbir Türk ve Müslüman yutmaz, ayr›ca kimseye bir yarar da sağlamaz. Olaylar› olduğu gibi görmek, objektif ve gerçekçi olmak gerekir. Böyle olmak özellikle ilim adamlar›n›n başl›ca görevleridir; elbette gerçekten ilim adam› olanlar›n görevi!..

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Seçkin s›n›f halka dayanarak yerini yenilere terkeder.

 

"II- ŞERİAT TOPLUMLARI (VE DOLAYISİYLE OSMANLI DEVLETİ) HİÇ BİR ZAMAN ANAYASALCI VE DEMOKRATİK GELİŞMELERİ SAĞLAMAYA YETERLİ BİR ELİT SINIFA SAHİP OLMAMIŞTIR.

ELİT (SEÇKİN) deyimi, deyim olarak en güclü, veya en enerjik, veya en varl›kl›, veya en kültürlü, veya "iyilik veya kötülük yapabilme bak›m›ndan en yeterli" olma anlam›na al›n›r. Buna "en kurnaz",... v.s. olma nitelikleri de kat›labilir. K›sa baz› dönemler istisna edilecek olursa Milletlerin genellikle seçkin (elit) s›n›flar eliyle yönetildiği görülür...(s. 391)

Daha başka bir deyimle her toplumda farkl› elit s›n›flar birbirinin yerini alm›şt›r. Aristokratlar, Burjuvalar, Sosyalistler v.s..

Yeni bir elit s›n›f›n eski elit s›n›f›n yerini almas› zay›f›n, veya ezilenin, veya sefalet çekenin, güclüye ve varl›kl›ya ve sömürene başar›s› olarak tan›mlanm›şt›r. Oysaki Şeriat ülkelerinde böyle bir şey olmam›şt›r...

Bk. Vilfredo Pareto, The Rise and Fall of the Elites; An Application of Theoretical Sociology, (The Bedminister Press 1968, sh. 36)".(s. 391)

 

DOĞU VE BATI SİSTEMLERİNDE SEÇKİN SINIF

SINIF ÜSTÜNLÜĞÜ DEĞİL HİZMET ÜSTÜNLÜĞÜ

 

Bir topluluk, o dönemin en fazla ihtiyac› veya ihtiyaçlar› ne ise o meslek veya meslekler ve dolay›s›yla onlara mensup olanlar rağbet kazan›r. O s›n›f toplum nezdinde itibar kazan›r ve buna bağl› olarak da onlar›n sözü geçer. Bu anlay›ş sosyal aç›dan bilhassa evlenecek k›zlar›n tercih ettikleri erkekler yani o mesleğe mensup olanlar aras›ndan tercih etme olarak kendisini gösterir. Kad›n erkek ilişkilerinin yani evlilik d›ş› münasebetlerin serbest olduğu topluluklarda bunun pek bir önemi vard›r. Oysa kad›n erkek ilişkilerinde evliliğin temel esas olduğu ülkelerde gençler, mesleklerini seçerken öncelikle hep istediği k›zla kolay evlenip evlenemiyeceği konusunu düşünür ve ona göre kendisini haz›rlar. K›zlar da itibarl› ve seçkin s›n›f mensubu bir kocaya var›p varamayacağ› endişesi ile faaliyettedir.

Başka birçok sebep olmas›na rağmen, genel olarak yukar›da anlatt›ğ›m›z sebebe binaen zaman zaman itibar edilen bir meslek ve buna bağl› olarak bir s›n›f ortaya ç›kar ki buna 'seçkin s›n›f' diyoruz. Genel olarak savaşlar›n olduğu y›llarda bu seçkin s›n›f askerler olur. Subaylar toplumun ve genç k›zlar›n gözdesidir. Türkiye'de, bir zamanlar bürokratlar seçkin s›n›f olmuşlar, daha sonra yerlerini teknokratlara b›rakm›şlard›r. Zamana ve mekâna, ülkede uygulanmakta olan sisteme ve düzene göre bu durum değişmekte ve bir seçkin s›n›f yerini bir başka seçkin s›n›fa b›rakmaktad›r. Zaman ve mekân derken, o çağda ve o ülkede uygulanmakta olan sistem ve düzeni kastediyoruz. Dolay›s›yla doğu ve bat› medeniyet, sistem ve düzenlerine göre seçkin s›n›f meselesi de farkl›l›k arzetmekte ve değişik boyutlar kazanmaktad›r.

İslâm düzeninde; öylesine bir mekanizma gelişmiştir ki, bir s›n›ftan diğer s›n›fa kolayl›kla geçilebilmekte, dolay›s›yla buna bağl› olarak s›n›flar veya meslekler aras›nda büyük farklar oluşmamaktad›r.

Bu nedenle seçkin s›n›f yerine birbirleriyle yar›şan s›n›flar hükümran olmaktad›r. S›n›flar aras›ndaki bu yar›ş, topluluklardaki hizmetlerin seviyesini ve kalitesini yükseltmektedir. Ayr›ca s›n›flar aras›nda sağl›kl› ve verimli bir dengenin gerçekleşmesini sağlamaktad›r.

Medeniyetler tarihine bir göz att›ğ›m›zda, diğer medeniyetlerin ömrü genel olarak ancak biner (1000) y›l iken, böyle dengeli bir s›n›flaşman›n gerçekleştirildiği İbrani Medeniyetleri ile İslâm Medeniyeti'nin ömürlerinin bin dörtyüz (1400) y›l olduğunu görürüz. Sistem ve medeniyet, sağlam ve sağl›kl› olunca, buna bağl› olarak ömür ve istikrar da uzun olmaktad›r.

İslâm düzeninde;

Yani serbest rekabet sisteminde, arz ve talep kanunlar› sosyal kuruluşlarda da işlemektedir. Herhangi bir hizmet yapan s›n›f bütçeden ortak tahsisat almakta, hizmet yar›ş› dengesi içinde al›nan pay bölüşülmekte; dolay›s›yla bir s›n›f›n üstünlüğü yerine hizmette üstün olanlar değerli olmaktad›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanl›larda asilzade s›n›f› yoktur.

 

"A- MUTLAK iktidar› rahatl›kla kullanabilmek amaciyle Padişahlar "AYDIN" ve "SEÇKİN-As›lzade" s›n›f›n›n doğmas›na f›rsat vermemişlerdir.

Bilindiği üzere as›lzade s›n›f›, Bat›'da Kraliyet İktidar›n›n s›n›rs›z ve keyfi şekilde kullan›lmas›na karş› bir engel yaratabilmiştir...(s. 392)

Fakat Osmanl› devletinde Padişah'›n s›n›rs›z iktidar›na karş› KALKAN işini görebilecek bir s›n›f (ister ayd›n, ister seçkin, ister as›lzade s›n›f› olsun) ç›kmam›ş ve doğmam›şt›r...

1660-1667 y›llar› aras›nda İstanbul'da İngiliz Elçisi'nin sekreteri olarak hizmet gören Paul Rycaut, 1661 y›l›nda yay›nlad›ğ› "Osmanl› İmparatorluğunun Hali Haz›r Durumu" adl› kitab›nda Francis Bacon'un görüşlerini doğrulayarak Osmanl› Devletinde Padişah'›n mutlak ve müstebid iktidar›n›n hiç bir engel'e rastlamadan rahatl›kla sürüp gelmesi nedenlerini araşt›r›r. Francis Bacon'un, "ASILZADE s›n›f›n›n olmad›ğ› bir Monarşi, Türk'lerde görüldüğü şekilde saf ve mutlak bir istibdat (tyranny) olur, zira as›lzade s›n›f› iktidar› ›l›ml› k›lar ve halk› hükümdar›n tasalludundan korur" sözlerini eleştirerek...

Bk. Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire, (London 1970, 3 cü bask›, 3 cü bölüm, yukardaki hususlar için bk. Vol. I, sh. XVI.

Ayr›ca bk. Ezel Kural Shaw-, C. Y. Heywood, English and Continental Views of the Ottoman Empire, 1500-1800. (University of California, Los Angelos 1972, sh. 14, 45)."(s. 393)

 

TÜRK VE ARAPLARDA ASİLZADE HASTALIĞI YOKTUR:

DOĞUŞTAN DEĞİL, ÇALIŞMAYLA ELDE EDİLEN FARKLILIK

 

İnsanlar› doğuştan farkl› görme, farkl› s›n›flar› oluşturma, iç dengeleri böyle sağlamaya çal›şma hastal›ğ› Bat›l›larda vard›r. Bu ayr›ca Bat› medeniyetlerinin genel hastal›ğ›d›r. Ne Türklerde ve ne de Araplarda, böyle bir anlay›ş ve hastal›k yoktur. İslâmiyet, temel prensip olarak farkl› insan, farkl› s›n›f, doğuştan farkl›l›k kabul etmez; bütün insanlar eşit olarak doğar ve yaşar. İnsanlar aras›nda renk ve dil farkl›l›klar› vard›r ama üstünlük yoktur; renk ve dillerdeki farkl›l›klar üstünlük vesilesi değildir.

Bu genel gerçek canl›lar dünyas› için de geçerlidir. Meselâ, canl›lar âlemindeki ilk ay›r›m› bitki ve hayvan ay›r›m› olarak görürüz; ve burada bitkileri iptidai bir varl›km›ş gibi alg›lar›z. Oysa bitkiler de güneş enerjisini organik enejiye çevirmektedir. Dolay›s›yla bu yönde bir üstünlükleri vard›r. Hayvan hücresinde de hareket yeteneği vard›r. Bu hareket merkezî komuta sistemi ile olabilmektedir ve bu da bir üstünlük vesilesidir. Mutlaka üstünlük ararsak her varl›kta farkl› bir üstünlük bulabiliriz. Ama aslolan bu üstünlükler değildir. İnsanlar da farkl›d›r ama biri diğerinden üstün değildir. Derecelenmeler vard›r ama bu derecelenmeler de doğuştan değildir.

İslâmiyet'te;

Doğuştan farkl› insan yerine,

kendi çal›şmas›yla farkl›laşan insan vard›r.

Çal›şmayla elde edilen bu farkl›laşma sayesinde dengeli bir cemiyet ve topluluk oluşturulmaktad›r. Ani s›çramalar yerine tedrici ve yavaş gelişme sayesinde sağl›kl› bir yap›lanma gerçekleşmekte ve huzursuzluk sözkonusu olmamaktad›r.

İslâm düzeninde;

Bat› toplumlar›nda olduğu gibi

çat›şma ve çekişmenin ise ismi bile yoktur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Osmanl›larda ilericiler susturulmuştur.

 

"B- İLERİCİ AYDIN SINIFIN DOĞMASINA OLANAK VERMEYEN TUTUM.

Bat› ülkelerindeki fikri gelişmelerin İKTİDAR'›n s›n›rland›r›lmas› ve demokrasinin doğmas› sonuçlar›n› verdiği bilinen bir gerçektir. İngiltere ve Fransa gibi veya diğer Bat› ülkelerinde bu gelişme ilerici bir ayd›n s›n›f›n varl›ğ›yle mümkün olmuştur. Oysa ki Osmanl› devletinde XIX cu yüzy›l›n sonlar›nda bile ilericilere musallat olma geleneği sürmekte idi.

İlerici ayd›n tipi Şeriat devletlerinde her devirde ezilmeğe ve yok olmağa mahkum olmuştur. İslâm uygarl›ğ›n›n en parlak devrini haz›rlam›ş olan Mu'tezile s›n›f› ve daha sonra ünlü Razi'ler, veya Farabi'ler, İbn Sina'lar veya İbn Rüşt'ler ve daha niceleri hep gerici zihniyetin kurban› olmuşlard›r. Gazâli zihniyeti bu tür ilericilere en ağ›r küfürlerle sald›r›rd›..."(s. 394)

 

 

İHANET VE YIKMANIN DİĞER ADI: 'İLERİCİ' VE 'AYDIN'

ONLAR YIKTILAR; BİZ DE YENİDEN YAPIYORUZ

 

Dünyada ink›lâpç› ve ›slahatç› sultanlar hep Osmanl›lar aras›nda yetişmiştir. Bu sultanlar kendi düşmanlar›yla bir olup Bat› kültürünü ve teknolojisini ülkeye getirmek için uğraşt›lar. Bu konuda baş› çeken ve en başar›l› olan da Sultan Abdülhamid olmuştur. Islahat hareketleri ve Bat› dünyas›n› taklit etme al›şkanl›ğ›, III. Selim döneminde başlam›ş, II. Mahmud ile devam etmiş, II. Abdülhamid döneminde zirveye ç›km›şt›r. Osmanl› İslâm Medeniyeti, çöküş ve y›k›l›ş döneminde bile yeryüzündeki kültür ve medeniyet hareketlerini dikkatle takip etmiş ve azami derecede onlardan yararlanmaya özen göstermiştir.

Osmanl› Devleti, kendinden önceki İslâm devletlerinin bir devam› olarak dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî bir yap›lanma içinde organize olmuş, bu alanlarda hizmet erbab› yetişmiş, devlet alt› as›r bunlar sayesinde ayakta kalm›ş ve dünyan›n en büyük devleti olarak varl›ğ›n› sürdürmüştür.

'Ayd›n' ve 'ilerici' kavramlar›, son dönem kavramlar› olup günümüzde de varl›klar›n› sürdürmektedir. Osmanl›lar›n, ayd›n ve ilerici konumunda olan insanlarla bir problemi olmad›ğ› gibi, hiçbir zaman onlar› susturma ihtiyac› da hissetmedi. Çünkü onlarla tam bir uyum ve denge içinde tam alt› as›r üç k›taya hakim olan bir devleti hep birlikte yaşatt›lar.

Ne zaman ki bu insanlar›n ad› 'ilerici' ve 'ayd›n' oldu, bu ilerici ve ayd›nlar tek başlar›na yönetime hâkim oldular; birkaç y›l gibi çok k›sa bir zamanda üç k›taya adaletle hükmeden koca imparatorluğu y›kt›lar. Yerine de hiçbir şey getiremediler. Boş hülyalara ve Bat› dünyas›ndan üfürülen havalara kanarak, dünya çap›ndaki devleti y›kt›lar da yerine Anadolu kadar yere s›ğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurdular.

Doğrusu, bunu başarmak için ilerici ve ayd›n olmak gerekiyorsa, bizler o ilerici ve ayd›nlardan olmak istemeyiz. Osmanl›lar ilericileri susturmad›; ama ilericiler ihanet edip Osmanl›lar› y›kt›lar. Bunu kimin için ve kimin ad›na yapt›klar›n› ise tarih karar verecektir.

Her şeye rağmen ve bütün olanlardan sonra bile, Türkiye halk›, kültürü, medeniyeti, yeniden yap›lanma azmi, yeni bir sistem ve düzeni kurup diriliş hamlesini gerçekleştirebilme gücü ile hâlâ vard›r. İnsanl›ğ›n ve İslâm dünyas›n›n en büyük kurtuluş umutlar›ndan biri veya en başta gelenidir. Bunu gerçekleştirecek güç de her halde ilerici ve ayd›n geçinenlerde değil; tam tersine aksi görüşte olanlardad›r ve en önemli mesele de öncelikle o zihniyetin bertaraf edilmesindedir. Çünkü bunlar yap›lanman›n, yeniden doğuşun, yeniden dirilişin önündeki ilk engellerden biri olarak görünmektedir.

İslâm düzeninde;

Fikre ve düşünceye bask› yoktur.

Fiilî hareket ve k›p›rdanmalar›n cezas› sürmedir.

Osmanl›lar ve Osmanl› padişahlar› da hep bu uygulamay› yapt›lar.

İlerici ve ayd›nlar ise, Bat›l› düşmanlarla işbirliği yaparak çok k›sa zamanda imparatorluğu y›kt›lar ve bizi bugün küçük bir devlete mahkum ettiler.

Bütün bunlar kaderin bir gereğidir.

Suçlamalar sosyal olaylar› aç›klamaz.

Yeni İslâm Medeniyeti'nin kurulabilmesi için eskisinin y›k›lmas› gerekiyordu. Bu k›ymetli y›kma görevini de ilerici ayd›nlar yüklenmiş oldular.

Aram›zdaki fark basittir; onlar 'y›k›c›', biz de 'yap›c›'y›z. Onlar y›kt›lar; biz de yeniden yap›yoruz.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Osmanl›larda halka karş› iktidarla işbirliği yapan

bir ayd›n ve bürokrat s›n›f› oluşmuştur.

 

"C- Toplum yarar› bilincine sahip seçkin-Ayd›n ve memur s›n›f› yokluğu.(s. 394)

Tanzimat fermanlar›n›n yay›nlad›ğ›n› ve fakat idare hastal›ğ›n›n giderilmediğini, hastal›ğ›n izlenimin de hata edildiğini, meşrutiyet devrinde dahi bu hastal›ğa çare bulunmad›ğ›n›... halk› geliştirmek ve yükseltmek fikrinden yoksun bir memur s›n›f› yaratt›ğ›n›, ve memur s›n›f› gibi ayd›n s›n›f›n›n da ayni duygusuzluk ve ayni sorumsuzluk içerisinde bulunduğunu ac› bir dille anlatmakta...

XIX cu yüzy›l›n sonlar›na gelinceye kadar halka dönük, halktan yana bir seçkin-ayd›n s›n›f, bir yönetici-idareci s›n›f diye bir s›n›f ç›kmam›şt›r. Oysa ki Osmanl› devleti ile hemen hemen ayn› tarihlerde Bat›l›laşma eğilimine kap›lan Japonya'da çok farkl› bir durum oluşmuştur..."(s. 395)

 

 

TAKLİTÇİLİK HASTALIĞI, YAŞLANMA VE YIKILIŞ

MEDENİYET ALIŞVERİŞİ MÜMKÜN, KÜLTÜR DEĞİL

 

Bir toplulukta, baştaki yöneticilerin özentisi sonucunda yabanc› kökenli bir ayd›n s›n›f› yetiştirilirse, o ayd›n s›n›f› geçimini devlet kap›lar›nda sağlamaya mecbur olduğu gibi halka da karş› olur. Osmanl›larda da böyle olmuş, mağlubiyetlerin yaşlanmaktan ileri geldiği kabul edilmemiş ve Bat› taklitçiliği ile galip gelinebileceği san›lm›şt›r. Taklitçilik, çökmekte olan topluluklar›n vazgeçilmez hastal›ğ›d›r. Bu tarihî yan›lg›dan ve hastal›ktan, Mustafa Kemal da kendisini alamam›ş ve kurtaramam›şt›r. Padişahlar, hep Bat›c› ayd›n insanlar yetiştirmekle uğraşm›şlar; halk ise yabanc›lara ve yabanc› zihniyete karş› cephe alm›şt›r...

Bu durum bütün canl› varl›klarda mevcuttur ve böyledir. Bir canl›n›n kan›n› başka bir canl› türüne veremezsiniz. Meselâ, koyun kan› insan› derhal öldürür. Bu tür farkl› canl›lar aras›nda organ nakli bundan dolay› yap›lamamaktad›r. Çünkü, formülleri değişiktir. İşte bu gerçekten dolay› ilerici ayd›nlar Türkiye'ye ve Türk halk›na yabanc› kan veya organ getirince, tabiî hayat kanunu ve sosyal kanunlar onlar› d›şlad›; hâlâ da d›şlamaya devam ediyor... Bundan dolay› Avrupal›laşam›yoruz, Bat›l›laşam›yoruz, onlar gibi olam›yoruz. Avrupa'da yaşayan Türkler de Avrupal› değildirler.

Beklenen uyum ve değişim sağlanamay›nca, devlet güçlenip zengin olamay›nca, aksine zay›flay›p daha çok fakirleşince; buna bağl› olarak devlet kap›s›nda çöreklenen ilerici ayd›nlar da aç kald›lar ve onlar› himaye eden devlete yük olmaya başlad›lar, dolay›s›yla devletin y›k›l›ş›n› h›zland›r›p kolaylaşt›rd›lar. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ayr›ca saltanata karş› da ihanet ederek alt› as›rl›k imparatorluğun k›sa zamanda y›k›lmas›n› sağlad›lar.

İlerici ayd›nlar›n oluşturduğu on senelik Meşrutiyet Dönemi, bin y›ll›k İslâm-Türk hakimiyetini bitiriverdi.

Gerçekten de dünya çap›nda ve benzersiz büyük bir başar›!

Ne var ki, kanser hücresi olarak başar›l›; mikrop bile değil!..

İslâmiyet'e göre;

İlim, din, iktisat ve siyaset, medeniyettir ve beşerî müesseselerdir. Nerede bulunurlarsa oradan al›nacaklard›r.

Bunlara karş› dil, sanat, teknik ve hukuk, kültür olup kavmî yani millîdir. Bir ulustan başka bir ulusa aktar›lamaz. Kendi içinde ve bünyesinde gelişmesi gerekmektedir.

Bu konu çok iyi anlaş›lamad›ğ› içindir ki Türk kültürü İslâm âleminde gelişememiş, Fars ve Arap kültürlerinin bask›s› alt›nda cüce kalm›şt›r.

Cumhuriyet döneminde bu alanda k›p›rdanmalar vard›r. Yavaş yavaş değişik alanlarda millî sanat ve kültür oluşmaya başlam›şt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te Muhammed düşünmüş,

insan›n düşünmesine gerek yok.

 

"D- XX ci yüzy›lda AKIL ve ZEKAYI kullanmamakla gurur duyan Şeriatç› AYDIN SINIF.

VIII ci yüzy›lda, İslâm'›n büyük ve ünlü hukukçusu ve alimi İmam Malik "Ben karar verirken AKLIMI HİÇ KULLANMAM" diyerek ak›l yerine ak›l d›ş› yerleşmiş (gökten inmiş) hükümlere uymay› nas›l bir öğünme ve gurur vesilesiyle yap›yor idiyse, bu zihniyet, yüzy›llar içerisinde böylece devam edegelmiş ve XX ci yüzy›l Şeriatç›s›n›n, hem de ayd›n geçinen Şeriatç›'n›n, günlük yaşamlar›nda öğünme unsuru olma niteliğini korumuştur...(s. 395)

Çeşitli Hadisleri İngilizceye çeviren al-Ktib ad›ndaki bir Pakistanl›,... kişi'nin her davran›ş› için Muhammed'in hüküm koymuş olduğunu ve kişi yerine her şeyi düşünmüş bulunduğunu, kişi'nin art›k kafas›n› yorup karar verme durumunda olmad›ğ›n› ve çünkü Peygamber'in ortaya koyduğu bütün bu kurallarla kişi için düşünmek ve akl›n› kullanmak külfet ve zahmeti kalmad›ğ›n› aç›klar."(s. 396)

 

KUR'ÂN VE SÜNNET DÜŞÜNMEK İÇİN VARDIR;

YOKSA KENDİLERİ DÜŞÜNCE DEĞİLDİRLER

 

Bir medeniyet doğmuş, bin dörtyüz y›l yaşam›ş, bininci yaşlar›nda yeni başka bir medeniyetin doğmas›na sebep olmuş... Bütün bunlar da bir tek adam›n düşünmesiyle oluşmuş! O zaman bunu başarabilen kimse insan değil, insanüstü bir varl›k olmal›!.. Böyle bir şey iddia edilebilir mi, ya da nas›l iddia edilebilir? Bu mant›k nas›l bir mant›kt›r, bu iddia nas›l bir iddiad›r, anlamak mümkün değil?

Her insan her an içtihat içinde olacak, yeni şart ve hallere, zaman ve mekâna göre yeni çözümler bulacakt›r. Hz. Muhammed (s), nas›l düşünüleceğini öğretti, yoksa benim düşündüklerimi yap›n veya ben sizin yerinize düşündüm sizin düşünmenize gerek yoktur, demedi.

Nitekim kendisi daha hayattayken, başka yere vali tayin edilen sahabeye, kendi görüşlerine göre hükmetmelerini emretmiştir.

Kur'ân ve Sünnet, insana nas›l düşüneceğini öğretir, yoksa kendileri düşünce değildir. T›pk› dört işlemin nas›l yap›lacağ›n› öğreten ilkokul öğretmeni gibi öğretir. Yoksa kişi al›şveriş yaparken toplama ve ç›karma, çarpma ve bölme işlemini bizzat kendisi yapmazsa al›şveriş yapabilir mi? Yapamaz.

Bu kadar basit iddialar›, ancak artniyetli insanlar ve bilgisizler ileri sürebilir. Daha başka ne diyelim ki!

Hz. Muhammed'in ne düşündüğünü bilme de ancak düşünme ile mümkün olabilir. Delil başka, hüküm başkad›r. Delil, hükme gitmeden önce düşüncenin malzemesidir. Hüküm ise düşünmenin sonucudur. Hiçbir Müslüman Hz. Muhammed (s)'in sözlerini hüküm kabul etmez, delil kabul eder. Hüküm, o insan›n kendi şahsi düşüncesidir. Yine Müslüman için kitap olarak Kur'ân yeterli görülür, ama söz olarak söylenenler hiçbir zaman yeterli görülmez; bundan dolay› her söze kulak verme zorunluğu vard›r. Müslüman delil olarak sadece Hz. Peygamber'in sözlerini değil, diğer bütün insanlar›n söylediklerini al›r. Sadece Hz. Muhammed'in sözlerini daha kuvvetli kabul eder; o da her zaman ve her konuda değil.

İslâmiyet'e göre;

Hükümler içtihatla oluşur. Kitap ve Sünnet hüküm değil, delildir. İçtihat yap›lmadan onlarla doğrudan doğruya amel edilemez.

Kanunlar da böyledir. Kanunun geçerli olmas› için yetkilinin veya yarg›c›n karar› gerekir. Ceza kanununda h›rs›za iki ay hapis verilir diyorsa da, savc› doğrudan doğruya h›rs›z› hapse atamaz, ancak mahkeme karar verirse atabilir. Kanun var hakime gerek yok; kanun var yönetime gerek yok; kanun var tüccara gerek yok(!) mant›ğ› nas›l ileri sürülebilir?

Kitap ve Sünnet düşünmek için vard›r;

Yoksa kendileri düşünce değildir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te hikmetsiz, illetsiz hükümler öğretilmiştir.

 

"III- ZEKA'YI ve MANTIĞI DONDURAN VE İŞLEMEZ HALDE TUTAN ŞERİAT EĞİTİMİ.

Gökten inme ve insan akl› ve zekas› d›ş›nda yerleşmiş hükümlerin öğrenimi esas›na dayanan bir eğitim sisteminden DÜŞÜNEN ve İŞLEYEN ve YARATICI NİTELİK taş›yan beyinler yetişmesini bekleme abes olur. Şeriat eğitimi ile yetiştirilen insanlar›n son derece dar görüşlü, son derece bilgisiz ve yarat›c› zekâ gücünden yoksun oluşu nedenlerini anlamak için Şeriat hükümlerini gözden geçirmek yeterlidir. Şeriat eğitimi, sadece insan kafas›n› İŞLEMEZ hale getirmekle yetinmez, fakat ayn› zamanda BİLİMSEL MANTIK diye bir şey olamayacağ› inanc›n› da kişi'ye aş›lam›ş olur...(s. 396)

İşte Şeriat insan› yüzy›llar boyunca bu usullerle, yani kendisine mant›kî bir düşünce ve yaşam tarz› öğretilmeden ve daha doğrusu yaşamlar›n› AKIL ve ZEKA'ya (ya da, ZİHNİ AMELİYEYE) dayatmadan ve buna gerek duymadan eğitilmiş ve bütün davran›şlar›n› basma kal›p kurallara uydurma geleneğiyle yetiştirilmiştir..."(s. 397)

 

 

İLMİN DERECELERİ VE ÖĞRENME YOLLARI;

OKUMA SERBEST, EHLİYET İMTİHANLA, HERKES GÖREVLİ.

 

Bir fiilin nas›l yap›lacağ›n› öğrenmek en iptidai ilimdir. Buna amelî ilim denmektedir. Sonuçlar› ile ameli bilmek ise ikinci derecede ilimdir. Buna da hükümleri ile ameli bilmek denmektedir. Üçüncü mertebe delilleriyle hükümleri bilmek, dördüncü derece ise hikmetleriyle delilleri bilmektir ki buna da tevil denmektedir. Kur'ân bunlara s›ras›yla amil, ehl-i zikr, fakih ve rasih demektedir.

Onbeş yaş›na kadar insanlara sadece ne yapacaklar› öğretilir.

Yirmi yaş›na kadar amellerin hükümleri öğretilir.

Yirmibeş yaş›na kadar hükümlerin delilleri ve ayniyetleri (ayn› illetleri) öğretilir.

Otuz yaş›na kadar da hikmet ve delillerin tevili öğretilir.

Gündüz normal hayat ve üreticilik devam eder. Bu ilimler öğleden sonra ve geceleri öğretilir. İnsan öğleye kadar çal›ş›r ve öğleden sonra okuyarak ilmî çal›şma yapar. Herkes okumak ve ilmini art›rmak mükellefiyetindedir. Onbeş yaş›na kadar okuma mecburiyeti vard›r. Onbeş yaş›ndan sonra kendisine evlenip geçinecek kadar kredi yoluyla iş temin edilir ve okuma faaliyetini öğleden sonra sürdürür. Ancak test imtihan› yap›l›r ve ehliyetler imtihanla verilmiş olur.

İslâm düzeninde;

Okuma serbest ve süreklidir.

Ehliyetler ise imtihanla belirlenir.

Herkesten alim olmas› istenmez.

Herkes ehliyetine göre yetkili ve görevlidir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâm filozoflar› Kur'ân'a inanmayanlardan ç›km›şt›r.

 

"A- Doğmatizm'e dayanan eğitim sistemi:

İslâm'›n ilk dönemlerinde yetişen geniş görüşlü feylosoflar Şeriat'›n gerçek diye benimsediklerini gerçek saymayan ve Kur'ân'›n Tanr› ağz›ndan ç›km›ş sözler olmad›ğ›na inananlar olmuştur. Mu'tezile s›n›f› dediğimiz s›n›f bu kişilerden oluşmuştur. İslâm'›n yetiştirdiği en büyük düşünürler, al-Razi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşt gibi feylosoflar gerçek anlamda Şeriat eğitimiyle değil ve fakat eski Yunan'›n AKILCI metodlariyle yetişmiş bilginlerden (Aristo, Galen, Eflatun, Sokrat, v.s..) yararlanan kimselerdi... Her ne kadar Şeriat'a ve Kur'an'a bağl› imiş gibi davranm›şlarsa da bunu, Şeriat'tan ayr›lm›ş görünmemek için yaparlard›... Kur'an'a ve Muhammed'e son derece bağl› görünür olduklar› halde s›rf eski Yunan biliminden yararland›lar diye z›nd›kl›kla, dinsizlikle, materyalist olmakla suçland›r›lm›ş-lard›r...

Oysa ki Bat›, her ne kadar Orta Çağ boyunca DOGMA'lar içinde ç›rp›nm›ş durmuş ise de, her şeye rağmen FELSEFE'yi din'e araç yapma suretiyle dini ilkel kalmaktan kurtarmaya çal›şm›şt›r. İslâm ise DOGMA'lar› gerçek sanarak fikir yenilikleri alan›na girememiş düşünce ve bilim alan›nda yarat›c› olamam›şt›r. Modern Arap yazarlar›ndan Khalil A. Totah "Araplar›n Eğitime Katk›lar›" adl› yap›t›nda İslâm'daki eğitim sistemiyle yeni hiç bir gerçeğin bulunmas›na yeni fikirlere gidilmesine imkan bulunmad›ğ›n›, yeni fikirlerin düşmanca ve olumsuz şekilde karş›land›ğ›n›,... İslâm eğitiminde ise yeni fikirlereyönelme diye bir davran›ş bulunmad›ğ›n›,... söyler... Kitab›n İngilizcesi olarak bk. The Contribution of the Arabs to the Education, New York 1962, sh. 92.

Şeriat ülkeleri içinde AKILCI yolu ilk olarak Atatürk sayesinde seçen Türkiye'de eğitim Şeriat eğitimi olmaktan ç›kabilmiştir..."(s. 398,399,400)

 

MÜSLÜMAN FİLOZOFLAR İSLÂM VE KUR'ÂN'A İNANIRDI.

TARTIŞTIKLARI KONULAR BİZİM İÇİN KONU BİLE DEĞİLDİR.

 

İslâm düşünce tarihi boyunca, çok değişik düşünürler gelmiş ve değişik düşünce tart›şmalar› olmuştur. Bu tart›şmalar belli ve ölçülü bir seviyede cereyan etmiş, hiçbir zaman hududu aşmam›şt›r. Tart›ş›lan konular›n zenginliği ve çeşitliliği sayesinde, eski medeniyetlerdeki tart›şmalar, özellikle de Eski Yunan filozoflar›n›n tart›şt›klar› konular genel tart›şma gündemindeki yerlerini alm›şt›r. Ancak bütün bu tart›şma zenginliğine rağmen Müslüman düşünürler baz› konularda asla tart›şmam›şlard›r. Bu konularda hiçbir düşünürün farkl› düşünceler iddia ettiği görülmemiştir. Meselâ, her Müslüman düşünür, Allah'›n varl›ğ›na ve tek olduğuna inanm›şt›r. Her düşünür, Kur'ân'›n Allah'›n kelâm› olduğuna, manas› ve lafz›yla değişmediğine inanm›şt›r. Her düşünür, Hz. Muhammed (s)'in vahye mazhar olmuş son peygamber olduğuna inanm›şt›r. Yine istisnas›z her düşünür, öldükten sonraki hayat›n varl›ğ›na inanm›şt›r.

Bugün de İslâm düşünürleri aç›s›ndan bu konular tart›ş›lmazd›r.

Z›nd›klar›n z›nd›ğ› diyebileceğimiz filozoflar gelmiş ve insanlar›n Allah'a hulul edeceklerini söylemişler; ama Allah'›n kendisini inkâr etmemişlerdir. Öldükten sonra Allah ile bir olunacağ›n› söylemişler; ama yok olacaklar›n› söylememişlerdir. Tart›şmalar› Allah'›n kendisi üzerinde değil de s›fatlar› üzerinde olmuştur. Her düşünür Allah'› alim kabul etmiş; ama ilim Allah'tan gayr› m›d›r ayn› m›d›r konusunu tart›şm›şlard›r. Bunlara benzer daha nice konular› tart›şm›şlard›r.

Bizim için bütün bunlar konu bile değildir.

Kur'ân'›n Allah kelâm› olduğunu kabul etmeyen, Kitap'ta tahrifat oldu diyen, ç›kmam›şt›r. İslâm âleminde akl› baş›nda olduğu halde böyle iddialarda bulunan bir düşünür ç›kmam›şt›r. Tart›ş›lan konular sun'î konulard›: Kur'ân mahluk mu, yoksa Allah'›n ezelî kelâm› olduğu için gayri mahluk mu? Ehli Sünnet, Allah'›n kelâm› Kur'ân gayri mahluk ama bizim okuduğumuz sesler ve yaz›lar mahluktur, dediler. Filozoflar da, Kur'ân'›n manas› gayri mahluk, ama ses ve sözleri ilâhî ama mahluk, dediler.

Bizim için bütün bu konular da tart›şmaya bile değmez.

İslâm filozoflar› Yunan filozoflar›na göre düşündüler, ama bugün Bat› ilmi göstermiştir ki, Yunan filozoflar›n›n Tevrat'a katt›klar› k›dem, suret ve hayula nazariyeleri hep yanl›şm›ş ve Tevrat'›n söyledikleri doğruymuş. Yine bugünkü ilimler göstermiştir ki, Yunan filozoflar›n› takip eden İslâm filozoflar› hata ediyorlard›. Kur'ân'› Sünnete göre anlayan kelamc›lar hakl›yd›lar. Çünkü filozoflar da kendi felsefelerini Sünnete ayk›r› yoldan Kur'ân'a dayand›r›yorlard›. Yarat›lmay› zaman içinde değil de mertebede anl›yorlard›.

Gelişen ilimler sayesinde bunlar konu olmaktan ç›km›şt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te soru sormak yasakt›r.

 

"1- Soru sorman›n dinsizlik olduğu inan›ş›:

Hür düşünceye araç olabilecek ne varsa her şeyi yasaklamak Şeriat'›n temel prensiplerinden biri olmuştur. Daha ilk anlardan itibaren soru sormak ve din hükümlerinin nedenlerini araşt›rmak günah görülmüş ve yasaklanm›şt›r. Soru sorma usulü'nün Tanr› ve Peygamber iradesine karş› gelmek, sayg›s›zl›k göstermek, ve yenilik dileğinde bulunmak olduğu kabul edilmiştir.

Ebu Davud'un toplad›ğ› Hadis'ler aras›nda Muaviye'den naklen gelen bir Hadis'e göre Muhammed güç nitelik arzeden sorular› ve tart›şmalar› yasaklam›şt›r. Bu Hadis'ler için bk. al Khatib, Mishkat ul-Masabih, (J. Robson çevirisi, 1960 sh. 57)"(s. 400)

 

'BİLMİYORSANIZ SORUN' ÂYETİ SORMAYI FARZ KILDI;

'HER SÖZE KULAK VERİN' ÂYETİ DİNLEMEYİ FARZ KILDI.

 

Bir insan başlang›çta bir tek hücreden oluşmaktad›r. Sonra bölünüp iki olmakta, bölünüp dört olmakta... Böyle giderek bölünmeye devam etmekte ve milyarlarca hücreden oluşan bir varl›k olmaktad›r. Medeniyetler de işte böyle doğmuş, büyümüş ve oluşmuştur. Önce bir peygamber gelmiş ve birtak›m hareketler yapm›şt›r. Çevredekiler de ona uymuşlar ve onun yapt›ğ›n› yapm›şlard›r. Sonra, bir defa onun yapt›ğ›n› beraber yapt›ktan sonra kendileri ayr›ca yapmaya başlam›şlar, daha sonra k›yas yaparak benzerlerinde de ayn› hükümleri vermişlerdir. En sonunda da hikmetlerini öğrenerek daha geniş ve olgun sistemler oluşturmuşlard›r. Peygamberler ve medeniyetler tarihi incelendiğinde, 'Ulu'l-Azm' denilen büyük peygamberlerin böyle yapt›klar› ve sonunda sistem oluşturduklar› görülür. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman, Hz. İsa (Allah'›n selâm› hepsinin üzerlerine olsun), ve sonunda 'Hâteme'n-Nebiyyîn' (peygamberlerin sonuncusu) olarak Hz. Muhammed (s), böyle sistem ve medeniyet kuran peygamberlerdir.

İşte peygamberlerin geldiği bu ilk dönemlerde soru sorulursa sistem kurulamaz ve medeniyet doğmaz. Kur'ân-› Kerîm'in nâzil olduğu dönemde yani Hz. Peygamber (s) zaman›nda tart›şmalar yasaklanm›şt›r. Ayr›ca uygulama da tedrici olarak yap›ld›ğ› için henüz günü gelmeyen konular›n sorulmas› da istenmemiştir. Bir başka önemli neden de, Kur'ân dünyan›n sonuna kadar değişik zaman ve ülkelerde değişik yorumlarla uygulanacakt›. Şayet Hz. Peygamber'e sorular sorulur, o da resmî aç›klamalar yapsayd›, Kur'ân donar ve çağlara uymazd›. Hz. Peygamber Kur'ân'› uygulayarak aç›kl›yordu, ama sözlerle aç›klamas› yasaklanm›şt›. Çünkü Kur'ân'› herkes kendi anlay›ş›na göre anlayacak, kendi akl›yla anlayacak ve anlad›ğ›n› uygulayacakt›.

Kur'ân'da; 'bilmiyorsan›z sorun' emriyle gerektiğinde sormay› farz k›lm›ş, 'bildiğiniz yerlerde tart›şmal›s›n›z' cümlesiyle bilerek tart›şmay› teşri etmiş ve 'her söze kulak verirler' âyetiyle de dinlemek farz k›l›nm›şt›r.

Bir oda, ateş yakarsan›z ›s›n›r, kap› açarsan›z soğur, odada buzdolab› çal›ş›yorsa o da oday› soğutmaz da çal›şan motor sebebiyle ›s›t›r. İşte bir odan›n s›cakl›ğ› böylesine değişik etkilerin bileşkesidir. Âyetlerin hükümleri de böyledir. Bir âyet tek baş›na hiçbir şey ifade etmez. Kur'ân inerken önemi olan 'hiçbir şeyi sormay›n' âyeti ile 'bilmiyorsan›z sorun' âyeti beraber düşünülmezse hiçbir şey ifade etmez. İşte bu beraber düşünme işine 'içtihat' ve içtihatlar›n ortak paydas›na yani birleşmesine de 'icma' diyoruz.

İslâm dünyas›nda, İslâm tarihi boyunca z›nd›klar yetişmiş ve yaşam›ş, münaf›klar yetişmiş ve yaşam›ş, mürtedler yetişmiş ve yaşam›ş, daha nice tipler yetişmiş ve yaşam›şlard›r. Ama bugüne kadar İslâm âleminde, 'İslâmiyet'te soru sormak haramd›r', 'İslâmiyet'te soru sormak yasakt›r' diyen hiç bir kimse ç›kmam›şt›r; bizim 'yazar' yani İlhan Arsel hariç!

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanl›lar coğrafya okumuyor ve harita bile yok.

 

"B- Osmanl› devletinde EĞİTİM sistemi tam anlamiyle Şeriat eğitimi niteliğinde olmuştur.

Gerek Saray eğitimi ve gerek Saray d›ş› eğitim (medrese eğitimi) tam anlamiyle AKIL ve HÜR DÜŞÜNCE'yi red, inkâr ve araşt›r›c› zekay› yok eder nitelikte olmuştur. Her hangi.bir konuda tart›şma ve fikir yürütme dinsizlik ve zindelik (yazar z›nd›kl›k demek istiyor) say›lm›ş ve felsefi bilgilere yer verilmekten kaç›n›lm›şt›r. Bk. I. Başgöz -H. E. Wilson, Educational Problem in Turkey, (1968 sh. 11)...

XVII ci yüzy›lda Osmanl› Devletindeki eğitimi inceleyen P. Rycaut, "Present State of the Ottoman Empire" "Osmanl› İmparatorluğunun Bugünkü Durumu" adl› kitab›nda (Üçüncü edition London 1670, sh. 32) bilim alanlar›nda toplumu ve onu yönetenlerin (Uleman›n) bilgisizliklerini aç›klarken, o devirlerde Bat› ülkelerindeki durumla k›yaslama yapar. Eğitim sisteminin ilkelliğinden bahseder. Din, edebiyat, müzik, matematik d›ş›nda bilim diye bir şey öğretilmediğini, ve Bat› Üniversitelerinde okutulan seviyede mant›k, fizik, metafizik ve matematik derslerinin bulunmad›ğ›n›, doğru dürüst coğrafya bilimin dahi okutulmad›ğ›n›, ve imparatorluğun geniş s›n›rlar içerisindeki yerinin dahi dünya durumuna göre bilinmediğini, güvenilir harita bulman›n dahi mümkün olmad›ğ›n›... aç›klar.

Bu konuda ayr›ca bk. Barnette Miller, "The Curriculum of the Pallace School of the Turkish Sultan", (in "The Macdonald Presentation Volum", New York 1968, sh. 305-324)."(s. 401)

 

İSLÂM  EĞİTİM  SİSTEMİ:

EKSİK TARAFLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

 

Yer Küresi'nin ilk defa tam yap›lan haritas› 'Piri Reis Haritas›'d›r ve Amerika'da kutlamalar bu haritan›n sergilenmesiyle yap›l›yor.

'Osmanl›larda güvenilir harita bulman›n dahi mümkün olmad›ğ›' iddias› öylesine boş ve öylesine gülünçtür ki, insan ne diyeceğini şaş›r›yor. Matbaan›n olmad›ğ› dönemlerde herkesin eline bir harita vermenin imkâns›zl›ğ› veya kolay bir iş olmad›ğ› her insaf sahibinin kabulüdür.

Coğrafya başta olmak üzere temel baz› ilimlerin okutulmas› ve öğrenilmesi meselesine gelinirse, bu vesileyle 'İslâm Eğitim Sistemi'ni aç›klayal›m ve anlatmaya çal›şal›m.

İslâmiyet'e göre, insan her şeyi öğrenemez.

İnsan ancak kendisine gerekli olan şeyleri öğrenebilir.

Ancak insanlar ilim bak›m›ndan derecelere sahiptir.

Kimi ümmidir ancak tâbi olabilir.

Kimi kâridir ancak taklit edebilir.

Kimi âmildir bildikleri ile bağ›ms›z amel edebilir.

Kimi ehl-i zikrdir kitaplar› okuyup anlayabilir.

Kimi fakihdir hükümlerin delillerini bilebilir ve tercihler yapabilir.

Kimi râsihtir içtihat yapabilir.

Bu genel kültürü ifade eder.

Genel kültür de ilim dilini bilmekle olur.

İlim dilini bilmek demek,

her hangi ilmî kitab› okuyup anlamak demektir.

Bu da üç seviyededir:

Zikir kitaplar›, hükümleriyle fiilleri anlat›r.

F›k›h kitaplar›, delilleriyle hükümleri anlat›r.

Rusuh kitaplar›, hikmetleriyle delilleri anlat›r.

Bunun için de üç mertebede olan medreseler vard›r:

Birinci mertebede, zikir kitaplar›n› okuyup anlayacak kadar ilmî Arapça öğretilir.

İkinci mertebede, f›k›h kitaplar›n› okuyarak telif etmek üzere ilmî Arapça öğretilir.

Üçüncü mertebede, rusuh kitaplar›n› okuyarak telif etmek üzere ilmî Arapça öğretilir.

Bu merhaleden sonra kişi hangi alanda ihtiyac› varsa o alan›n kitaplar›n› okur ve ihtisas sahibi olurdu. Bununla beraber ihtisas dersleri de verilirdi. Ancak bunlar ihtiyarî idi ve isteyen istediği kitaplar› takip ederdi. Şöyle ki, bir alim bir kitap telif ettiği zaman onu tedris etmeye yani okutmaya başlard›. Herkes kendisi okur, sonra gelir s›ra ile anlad›ğ›n› anlat›r. Böylece eğer kitab› doğru anlaş›lm›ş ise o anlayana icazet verilir ve o da art›k o kitab› okuma yani anlatma yetkisine sahip olurdu. Bu eğitim sistemine Arapça da yard›mc› oluyordu. Arapça, öyle bir yaz› diline sahiptir ki, eğer o cümleyi doğru anlamam›ş iseniz onu doğru okuyamazs›n›z.

Bizce, bu tedrisat sistemi hür eğitim sistemi için gerekli ve zorunludur. Ayr›ca son derece aktif ve dinamik bir öğretim metodudur. Ancak eksik taraflar› vard›r ve bu eksiklikler tamamlanmal›d›r.

Birinci eksik taraf›, ilim için yaln›z ilim dilini bilmek yeterli değildir; 'matematik' de bilmek gerekir. Matematikte bir uygulama olmak üzere 'geometri' de genel tedrisat içine al›nmal›d›r. Diğer taraftan dilde de 'usûlü f›k›h' tedris edilmeli ve bu sayede herkes f›k›h bilgisine sahip olmal›d›r.

İkinci eksik taraf›, bizce diğer dersler mecburî değil de seçmeli olmal›d›r. Öğrenci öğrendiği dili ve matematiği istediği bir alana uygulamay› da öğrenmelidir. Bu sayede ihtisasa da gidilmiş olur. Ama ayn› dil ve matematik okunduğu için birlik de korunmuş olur.

Üçüncü eksik taraf›, geçmişte hocalar dersi kendileri veriyor ve icazeti de kendileri yaz›yorlard›. Bu uygulama yetersizdir. Ortak imtihanlar yap›lmal›, bu imtihanlarda değişik ilim ekolleri soru sormal› ve ehliyet de ortak imtihanlar sonucunda ortaya ç›kmal›d›r. Nitekim bugünkü test imtihanlar› böyle yap›lmaktad›r.

Dördüncü eksik taraf›, ehliyetlerin ücretlendirilmesidir. Diplomalar kredi istihkak etmeli ve resmi ücretler hesaplan›rkan bu diplomalar değerlendirilmelidir. Bugün insanlar devlet memuriyetinde istihdam edilirlerken bu sistem k›smen uygulanmaktad›r. Uygulama aç›s›ndan bu sistem tamim edilemeli ve herkes teminatl› ehliyete göre yetkilere sahip olmal›, böylece memurluk kalkmal›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Subay okulunda da dualar öğretiliyordu.

 

"XIX cu yüzy›lda Askeri Okullar'da bile eğitim din ve ibadet konular›na ağ›rl›k vermiştir.

Ordu'ya eleman yetiştirirken bile esas itibariyle din eğitimi öngörülmüştür.(s. 401)

1834 y›l›nda kurulan Subay okulunda (Harbiye'de) din eğitiminin ağ›r basmakta olduğu, dua ve ibadete büyük yer ayr›ld›ğ› anlaş›lmaktad›r. Ulema s›n›f› eğitimin diğer devlet okullar›nda olduğu gibi Askerî okullarda da bu şekilde olmas›na önem vermişti...

Atatürk devri Ordusu gerici değil ilerici bir güç olmuş ise bunun nedeni müspet ve çağdaş eğitim içinde yetişmiş elemanlar›n say›s›n›n artm›ş olmas›d›r. Oysa ki geçen yüzy›l ortalar›na gelinceye kadar Ordu ilerici değil ve fakat gerici elemanlar ocağ› olmuştur...

1838 y›l›nda İstanbul'daki Frans›z Ateşe militeri, Subay okulunu ziyaret sonucu haz›rlad›ğ› bu raporunda askeri öğrencilerin okuldaki zamanlar›n›n büyük bir k›sm›n› ibadet ve dua etmekle geçirdiklerini ve bu yüzden ders yapmağa dahi fazla zaman ay›ramad›klar›n› eklemekteydi...Frans›z Ateşe militere Captain Anselme'nin 12 Haziran 1838 tarihli bu raporu'nun İngilizce özeti için bk. A. Levy, "The Ottoman Ulema andthe Military Reforms of Sultan Mahmud II", in "Asian and African Studies", 1971, Vol. VII, sh. 13-39, 37"(s. 402)

1839 y›l›nda ayn› okulu ziyaret eden İngiliz Elçisi'nin an›lar›ndan da anlaş›lmaktad›r ki Subay okullar›n›n programlar›nda Arapça ve Gramer başta gelmekteydi. İngiliz elçisi Ponsoby'nin bu konuda İngiltere Başbakan› Palmerston'a yazd›ğ› 27 May›s 1839 tarihli yaz› için bk. A. Levy, a.g.e., sh. 37."(s. 403)

 

İSLÂM  ORDU  SİSTEMİ:

EĞİTİM ÇEŞİTLERİ VE DAYANDIKLARI METOTLAR

 

İnsanlarda dört meleke vard›r. Bu dört melekenin geliştirilmesi için dört çeşit eğitime ihtiyaç vard›r.

Bu eğitim çeşitleri ve dayand›klar› metotlar şunlard›r:

İlmî eğitim tart›şmaya dayan›r.

Ahlâkî eğitim sevgiye dayan›r.

Meslekî eğitim al›şt›rmaya dayan›r.

Siyasî eğitim

refleks hareketlerin kazand›r›lmas›na dayan›r ki,

bu da emirlere düşünmeden uyma eğitimidir.

Bu eğitimlerin metotlar› ayr› ayr› olduğu için eğitimleri de farkl›d›r:

İlim medreselerde,

Ahlak tekkelerde,

Meslek ahi teşkilatlar›nda,

Askerlik k›şlalarda,

eğitilip öğretiliyordu.

Ordu ilim, din ve meslek eğitimini yapt›rmaz. Herkes bu eğitimlerini ilgili dayan›şma ortakl›klar›nda görür. Bugünkü kelimelerle söylersek, her ferdin dört öğretmeni vard›r:

1 - Hocas›,

2 - Mürşidi,

3 - Mühendisi,

4 - Komutan›.

Ancak Osmanl›lar›n son dönemlerinde Bat› tipi devlet yap›lanmas› modeli içinde kurulan orduda eğitim tek tipti ve orada ibadetler de öğretiliyordu. Bu tip bir eğitim İslâmiyet'e ve İslâm düzenine ayk›r›d›r.

İslâm düzeninde;

İlmî,

Dinî,

Meslekî ve

Siyasî akileler vard›r, yani dayan›şma ortakl›klar› vard›r.

Bunlar hem eğitim yapar hem de ehliyetlere teminat verirler.

Ayr›ca devlet içinde millî ordular oluştururlar.

Halk, savaş olmad›ğ› zaman ömründe bir veya iki y›l burada askerî eğitim görür. Bunlara tahsis edilen yerler 'dar-› harb' hükümlerine tabidir. Her bölgede bir ordu bulunur. Bu ordular bağ›ms›z savaş yapabilecek güçtedirler. Vatandaşlar, kendi bölgelerinin d›ş›nda istedikleri orduya kat›larak askerlik hizmetlerini görürler. Bir bölgenin ordusunda, o bölgenin halk› ne er ne de komutan olarak bulunur. Bu ordular d›ş savunma birlikleridir. Ayr›ca iç savunma birlikleri olarak her ilde jandarma birlikleri bulunur. Bunlar ilçelerde bölükler halinde yerleşirler. Alt› ay veya bir y›l da burada eğitim görürler. Herkes kendi ilçesi d›ş›nda ama ili içinde istediği ilçede bu hizmeti yapabilir. Orduda ve jandarma teşkilâtlar› içinde ne öğretileceği ise komutanlar›n bileceği iş olup d›şar›dan bir müdahale yap›lmaz. Ordu komutanlar›n› devlet başkan› orgenerallerden atar veya azleder, ama müdahale edemez. Jandarma bölük komutanlar›n› da valiler atar veya azlederler, ama kendilerine müdahalede bulunamazlar. Orgeneraller ise kurmay subaylar aras›ndan siyasî dayan›şma ortakl›klar› başkanlar› taraf›ndan s›ralama suretiyle terfi ettirilirler. Bunlar ayn› zamanda askerî şûray› oluştururlar.

Kur'ân, 1400 y›l önce yeryüzüne indiğinde, Arabistan'da ordu veya kurmay subay şöyle dursun, başkan ve devlet bile yoktu. Şimdi ordumuz ve ordu sistemimiz vard›r.

Biz diyoruz ki; Kur'ân'a göre böyle olmal›d›r. Bunu nas›l ve neye göre diyoruz? İşte bu k›yas ve içtihat metodudur.

Kur'ân, ilim bak›m›ndan amil, ehl-i zikr, fakih ve râsih olmak üzere dört mertebe kabul etmektedir. Öyleyse ordu da böyle olmal›d›r, diyoruz.

Erlere amil,

Subaylara ehl-i zikr,

Üst subaylara fakih,

Kurmay subaylara râsih, diyoruz.

Subay okulu var, kurmay okulu var, ama üst subay okulu yoktur. Demek ki İslâmiyet bir de üst subay okulu istiyor. Çünkü k›yas›n gereği bu ve biz bu sonucu ç›kar›yoruz. Halk hakimiyeti as›l olduğuna göre; o halde komutanlara ehliyet siyasî teşekküllerce verilmelidir. Orduda merkezî sistem olmal›d›r; o halde komutanlar› başkanlar atamal›d›r. Atayanlar azledebilmelidir. Halk istediği orduda askerlik hizmetini yapabilmelidir. Ayr›l›klar ve askerî müdahalelerin olmamas› için bir denge faktörü getirilmelidir. Bu da birliklerin başka yerlerden ve bölgelerden oluşturulmas› ile mümkün olur.

Kur'ân, bizlere bütün bunlar› öğretmektedir. Ama bunlar bu detaylar› ile Kitapta yaz›l› değildir; içtihat ile ortaya ç›kmaktad›r; ak›l ile ç›kmaktad›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Cizye, kâfiri öldürme, kölelik

uygar dünyada kabul edilemez.

 

"IV- Şeriat eğitiminden geçmiş olman›n sonuçlar›; her gerçeğin ve ahlak kural›n›n Şeriat kaynağ›nda bulunduğu inanc›:

Şeriat ile eğitilmiş ve beslenmiş kişiler için, Şeriat d›ş›nda ne bir gerçek ve ne de ahlâk kural› bulunur. Şeriat eğitiminden geçmiş kimse için Şeriat'tan ç›kmayan veya Şeriat'a uygun düşmeyen ve düşürülmeyen, Şeriat'a dayat›lmayan hiç bir şey GERÇEK olamaz; ahlakî olamaz. Ne ki Şeriat'tan ç›kmad›r, veya ona dayat›lm›şt›r, o gerçeğin ve ahlâk'›n ta kendisidir... Böylece Şeriat'a uydurulan her şey, her davran›ş, her tutum, velev ki "yalan" olsun veya "suç" niteliğinde bulunsun gerçeğin ve ahlak'›n kendisi say›lm›şt›r. Bu konularda bk. Savvas Pacha, Etude Sur la Thèorie du Dro›t Musuluman, Paris 1892, 2. vols. yukardaki hususlar için bk. Vol. I, sh. XXVII.

Mesela Müslüman olmayanlara, kafirlere yani farkl› inançtakilere karş› savaş açmak ve onlar› Müslüman olmaya veya olmuyorlarsa "cizye" vermeğe zorlamak veya her ikisini de yapm›yorlarsa öldürmek bir Şeriat emridir. Kur'ân'da bununla ilgili say›s›z hükümler vard›r:...

Bunun gibi Tanr›'n›n insanlardan bir k›sm›n› köle olarak diğerlerini hür olarak yaratt›ğ›n› belirten Şeriat hükümleri vard›r..."(s. 403)

 

CİZYE, KÖLE VE KÂFİRİ ÖLDÜRME MESELESİ

HANGİ UYGARLIK DÜNYASI? BARBAR BATI MI?

 

CİZYE, ASKERLİK BEDELİDİR.

 

Bugün ülkemizde bile askerlik bedeli uygulanmaktad›r. Dünyan›n değişik ülkelerinde ise bu konu çok farkl› uygulanmaktad›r. Yerleşmiş bir şekli ve yayg›n bir standart uygulamas› yoktur. Halbuki İslâmiyet bu konuyu da temel esaslara bağlam›şt›r. Çağ›m›zda insanlar zorla askere al›nmakta ve zorla savaşt›r›lmaktad›r.

Oysa İslâmiyet insanlar› zorla savaşt›rmay› meşru görmez. Savaşmak istemeyenler askerlik bedelini verirler ve bunun karş›l›ğ›nda savaşa gitmezler. Askerlik yapmayan ve savaşa gitmeyen bu insanlar›n ilmî, dinî ve meslekî ehliyetleri tamd›r. Yani bu alanlardaki hak ve hürriyetleri diğer insanlardan farks›zd›r. Ancak siyasî ehliyetleri sadece kendi bucak yönetimlerinde vard›r; il ve devlet seviyesinde siyasî ehliyetleri yoktur.

Mamafih kendi illeri varsa, orada jandarma teşkilât›nda görev alanlar›n illeri içinde de siyasî ehliyetleri oluşur. Askerlik bedeli her y›l maktu bir miktarda ödenir. Herkes istediği zaman asker olmaya karar verir ve cizyeden kurtulur. Bunun din ile bir ilgisi yoktur; yani bunun için Müslüman olma veya olmama şart› yoktur. Geçmişte yap›lan uygulamada bu şart getirildiği için şimdi yanl›ş olarak görülüyor ve cizye sanki dinî bir vergiymiş gibi anlaş›l›yor.

Cizye dinî bir vergi değildir; askerlik bedelidir.

 

KÂFİRİ ÖLDÜRME YOKTUR

 

Askerlik bedelini ödemeyip savaşç› olduğunu beyan eden kimse, askerlik bedelini ödeyerek o ülke içinde yaşayamaz. Öyle olsa, herkes bar›ş zaman›nda ben savaşç›y›m der, savaş zaman› da ben bedel ödeyeceğim der, böylece sistem t›kan›r ve çal›şmaz. Ancak ülkeyi terkeder giderse, Kur'ân o şahs›n savaş ülkelerine kat›lmamas› şart› ile takip edilmemesini emreder. Bu konular Kur'ân'da çok aç›k olarak izah edilmiştir.

İrtidat edecek olurlarsa onlar› yakalay›n ve öldürün.

Onlar› ne orduya al›n ne de z›mmî olarak b›rak›n.

Sadece şayet onlar aran›zda bar›ş anlaşmas› bulunan bir devlete kat›l›rlarsa veya onlar yabanc› olur da ne sizinle ne de kendi ulusu ile savaşmak istemezlerse, onlarla değişik anlaşmalar yapabilirsiniz.

Allah isteseydi onlar› size musallat eder ve onlar sizin karş›n›zda olup sizinle savaş›rlard›. Sizden ayr›l›r da sizinle savaşmazlarsa ve sizinle anlaşmalar yaparlarsa, art›k sizin onlar› yakalaman›z ve öldürmenize (irtidat etmiş olsalar bile) izin vermez.

Bundan daha adil bir çözümünüz varsa getirin.

 

KÖLELİK DE YOKTUR

 

Eski Yunan ve Roma'da kölenin kişiliği yoktu. Köle bir eşya say›l›yordu. Daval› ve davac› olamazd›. Sahibi bile kölesi ad›na dava açamazd›. Bat› dünyas›n›n kölelik konusunda yapt›klar›n› daha önceleri uzun uzun anlatt›k. Önce zencilerin, sonra beyazlar da dahil olmak üzere bütün insanlar›n nas›l köleleştirildiğini izah ettik. İnsanl›k işçi köleliğinden dolay›s›yla Bat› boyunduruğundan henüz kurutulamam›şt›r.

İnsanl›k bu kölelikten nas›l kurutulacakt›r?

İslâmiyet sayesinde,

İslâm düzeni sayesinde,

İslâm devlet ve dünya düzeni sayesinde kurtulacakt›r.

İslâmiyet'te köle tam kişiliğe sahiptir. Sadece vatandaş olmad›ğ› için mülk sahibi olamaz. Efendisinin hizmetinde çal›ş›r. Efendisi de ona kendi yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek ve kendi oturduğu eve benzer evde oturtmakla yükümlüdür. Her köle çal›ş›p bedelini ödeme ve hür olma hakk›na sahiptir.

Kölelik, katliamlar› ve etnik temizlikleri önlemek amac›yla savaş›n zarureti olarak konmuş bir müessesedir. Savaş kalkmad›kça kölelik de kalkmaz. Günümüzde olduğu gibi bütün insanlar 'işçi' ve 'memur' ad› alt›nda köle olmayacak, geleceğin dünyas›nda ve düzeninde bu durum değişecektir. Çünkü art›k 'faizsiz ortakl›k dönemi' ve 'ehliyetli hizmet çağ›' geliyor.

İslâmiyet'in kölelikle ilgili uygulama ve çözümleri bunlard›r.

Peki siz işçi ve memurlar› kölelikten kurtarmak için ne öneriyorsunuz?

Herhangi bir çözümünüz var m›?

 

S O N U Ç

 

Yukar›daki al›nt›da da aç›kça görüldüğü üzere, yazar burada da daha ilk kelimeden itibaren Şeriata yani İslâmiyet'e sald›rmakta, bunu yaparken de bu tek sayfal›k metnin tamam›nda tam 18 (onsekiz) defa 'şeriat' kelimesini diline dolamaktad›r. Şeriata sald›rmak için verdiği örneklerden sonra bunlar›n sonsuz olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmekte ve şöyle demektedir:

"Bu listeyi sonsuz şekilde uzatmak kolay. Fakat gelmek istediğimiz nokta şudur ki bütün bu Tanr› ve Peygamber emirleri müspet akl›n, vicdan duygular›n›n ve uygarl›k dünyas›n›n kabul edemeyeceği, benimseyemeyeceği, ve çoğu zaman suç diye nitelendirdiği ve ahlâk kurallar›na ayk›r› bulduğu şeylerdir."(s. 403)

Her şeyi, akl›n ve vicdan›n tiksinerek red ettiği her şeyi Şeriat'a uygundur diye Şeriatç›ya kabul ettirmek mümkündür."(s. 404)

Hangi uygarl›k dünyas›?!. Hangi Bat› dünyas›?!. Barbar Bat› m›?

Son olarak Bosna'daki vahşi katliamlar› yapan uygar Bat› dünyas› m›?

Medeniyet veya uygarl›k dediğin,

tek dişi kalm›ş bildiğimiz  canavar Bat› m›?

İslâmiyet'te;

Modaya ve kuvvet medeniyetine değil de Hakka ve ilme uyulur.

Sözde uygar çağ,

bize yani İslâmiyet'e benzediği zaman uygar olabilir.

Hiç kimse başkas›n› kendisine benzetemez.

Herkes kendisi istediği gibi yaşar.

Yazar›n yazd›klar›, sömürü sisteminin ve emperyalist mekanizman›n art›k iyice eskimiş ve bayatlam›ş sloganlar›d›r. Bu sloganlarla insanl›ğ›n çağdaş sorunlar›n› çözmek mümkün değildir. Çözebileceğini iddia edenler sadece kendilerini aldatmaktad›rlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Meşveret âyetini

değişik gruplar z›t anlamda manaland›rd›lar.

 

"1 - MİTHAT PAŞA'y› "MEŞVERET SİSTEMİ" (Dan›şma usulu ile işlerini yürütme) KONUSUNDA DESTEKLEYENLERİN KAYNAK OLARAK BAŞVURDUK-LARI ŞERİAT (KUR'AN) ABDÜLHAMİD'in MUTLAKİYET İDARESİNİ VE ZULMUNU MEŞRU GÖSTERMEK İSTEYENLERİN BAŞVURDUKLARI AYNI KAYNAKTIR. (Şeriat eğitiminden geçmiş ayd›n kendi kendini ve halk› nas›l aldat›r)

ŞERİAT öylesine iki taraf› bileylenmiş bir b›çakt›r ki onunla hem İYİ'yi ve hem de KÖTÜ'yü ayni zamanda budamak mümkün görülmüştür. Daha doğrusu geçen yüzy›l›n sonlar›nda Meşrutiyet sistemini yerleştirmek isteyenler bütün bu gayretlerine nas›l KUR'ÂN'› temel yapabilmişlerse bunun gibi istibdat yönetimini ve özellikle Abdülhamid'in zulum idaresini meşru k›lmak isteyenler de ayni KUR'ÂN'› ve Şeriat hükümlerini kendilerine destek olarak alabilmişlerdir.

Mithat Paşa'y› MEŞVERET sistemi konusunda destekleyenler bu desteği ak›l ve hür düşünce ve bilim yollar›na başvurarak sağlayacak yerde Şeriat hükümlerine ve daha doğrusu KUR'ÂN hükümlerine (özellikle Kur'ân'›n III cü Suresi'nin 159 cu Ayeti,... ve IV cü Suresi'nin 59 cu Ayeti) veya Hadis'lere sar›lmakta idiler. Kur'ân'da MEŞVERET diye geçen deyimi, bu deyimin hangi amaçla ve ne vesile ile kullan›lm›ş olduğuna ald›r›ş etmeyerek ve fakat sadece kendi işlerine gelir düşüncesiyle, siyasal bir düzenin kurulmas›na malzeme olarak kullanm›şlard›r...(s. 404)

Ama şüphesiz ki bilgisiz bir ayd›n s›n›f› ile koyu bilgisiz halk y›ğ›nlar›n›n iç içe yaşad›ğ› bir ortamda böylesine bilgisizce davran›şlar kimsenin gözüne batmazd›. Yukardaki örnek için bk. Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey, Montreal, Mc Gill Universitey Press 1964, sh. 234)..."(s.405)

 

BAŞKAN BÜTÜN HALKIYLA DEVAMLI MEŞVERETTEDİR.

İSLÂM DÜZENİNDE;

SİSTEM BÜTÜN OLARAK UYGULANIR.

 

Bir terazi düşünün, dengede ise dil ortadad›r. Dengede değilse, dil ya sağa eğilmiştir veya sola eğilmiştir. Eğer Kur'ân'da terazinin dili ortada duruyor denmiş ise, dili sağa eğenlere karş› da bu âyet kullan›labilir, yine dili sola eğenlere karş› da bu âyet kullan›labilir.

Her ikisi de hakl› olduğu gibi, ayn› zamanda her ikisi de haks›z da olabilir. 'Ortada durmal›' hükmünü unutur da, sağa eğilmemeli ama sola olabilir veya sola eğilmemeli ama sağa olabilir denilebiliyorsa, bu durumda iki tarafa da haks›zl›k yap›lm›ş olur.

Bundan dolay› insan yanl›şlar› ortaya koymakla değil de doğrular› ortaya koymakla uğraşmal›d›r.

Hak gelince bât›l gider.

Burada iki önemli husus vard›r; biri başkan›n bütün halk›yla devaml› olarak meşverette bulunup kamuoyunu oluşturmas› ve kamuoyundan haberdar olmas›, diğeri de kamuoyuna uyman›n yan›nda kamuoyuna yön vermesi de başkan›n görevidir.

O zaman bazan kamuoyunun aksine karar alabilir.

Bu durumda halk›n görevi başkana uymakt›r.

Bu ne demektir?

Bu başkan›n karar›n› akl›na göre almas›d›r;

İlme göre almas›d›r.

Bunun nas›l olduğunu bir misâlle anlatal›m.

Hz. Ömer zaman›nda hazine gelirleri çoğald› ve buna dayanarak halk aras›nda yoksul da kalmad›. Hz. Ömer arkadaşlar›n› toplad› ve onlarla durum değerlendirmesi yaparak istişare etti.

"Ben hazinede yedek akçe bulundurmak istiyorum, ilerde ne olur ne olmaz belli değil, yedek akçemiz bulunsun", dedi. Hemen hemen herkes bu teklifi beğendi ve uygun gördü. Kamuoyu da bu istikamette oluşmuştu.

Bu durumda Hz. Ali susuyor ve bir şey söylemiyordu. Hz. Ömer ona döndü ve "Hasan'›n Babas›! Sen ne dersin?" dedi.

O da, bu gelirler bu y›l›n yoksullar›na, fakirlerine, amillerine aittir. Siz bunlar› başka y›la saklayamazs›n›z, dedi. Hz. Ömer de onun dediğini uygulad›.

Bu uygulama 'denk bütçe' uygulamas›d›r.

İslâm düzeninde, 'denk bütçe' uygulamas› vard›r ve tarihte de Tanzimat'a kadar bu uygulama sürdü. Tanzimatla birlikte bütün dengeler yan›nda ekonomi ve bütçe dengesi de bozuldu. Bu bozulma, çöküş ve y›k›l›ş› h›zland›rd›. Günümüzde ekonomi alan›nda 'aç›k bütçeler' vard›r ama 'tasarruflu bütçeler' yoktur. Çünkü son derece zararl›d›r. Eğer Hz. Ömer kamuoyuna uysayd›, ekseriyete göre karar verseydi, İslâm dünyas› daha o zaman çöker giderdi.

Burada tarihte yap›lan hata veya eksik uygulamaya da işaret edelim:

'İstişare edecek' hükmüne Meşrutiyetçiler; 'Başkan karar verecek' hükmüne de saltanatç›lar sar›ld›lar.

Bize göre, her ikisi de yanl›şt›. Çünkü tek tekerlekli araba olmaz. Tek kanatla uçulmaz. Âyetin yar›m hükmü geçersizdir.

İslâm düzeninde sistem birden ve bir bütün olarak uygulan›r. Parça parça şeriat ve düzen olmaz.

Bundan dolay›d›r ki Kur'ân, Tevrat ehli Tevrat'›, İncil ehli de İncil'i değiştirmeden uygulas›nlar, diyor.

Yazar İlhan Arsel de, kitab›n›n baş›ndan beri bir âyeti ele al›yor, onu yar›m ifade ediyor ve ard›ndan da, bak›n bu ne kadar yanl›ş, diyor. O âyet veya âyetler yanl›ş değil, senin beynindeki muhakeme yanl›ş.

Bu arada yazar›n sözünü ettiği âyetlerden sadece ikisini burada tekrar hat›rlayal›m:

"Allah'›n rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrand›n. Eğer kaba, kat› yürekli olsayd›n, çevrenden dağ›l›r, giderlerdi. Öyleyse onlar›n kusurlar›ndan geç, onlar için mağfiret dile. Yapacağ›n işler hakk›nda onlara dan›ş, bir kere de azmettin mi, art›k Allah'a dayan; çünkü Allah kendine dayan›p güvenenleri sever."(Âl-i İmrân[3]; 159)

"Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar aras›nda hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, işiten, görendir."(Nisâ[4];58)

Mekke'li müşriklerden Osman İbn Talha, Kabe'nin anahtar›n› taş›rd›. Bu adam kap›y› kilitleyip Hz. Peygamber'in Kabe'ye girmesine engel oldu. "Peygamber olduğunu bilseydim, onun girmesine engel olmazd›m" dedi. Hz. Ali onun elinden anahtar› al›p kap›y› açt›. Hz. Peygamber (s) içeri girip ç›kt›ktan sonra amcas› Abbas, anahtar›n kendisine verilmesini istedi. Allah'›n Resûlü ise anahtar›n yine eski sahibine verilmesini emretti. Onun bu emri, neticede İbn Talha'n›n müslüman olmas›na sebep oldu.

"Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Resûl'e ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazl›ğa düşerseniz; -Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inan›yorsan›z onu Allah'a ve Resûlüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bak›m›ndan da daha güzeldir."(Nisâ[4]; 58,59)

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te toplum iradesi yok, eşitsizlik meşru,

inanç fark› var ve mutlak itaat emredilmiş.

 

"2 - ŞERİAT DIŞINDA BAŞKA HİÇ BİR GERÇEK VEYA İTAAT EDİLMESİ GEREKEN BAŞKA HİÇ BİR DÜZEN (Veya kurallar sistemi) OLMADIĞINA İNANMIŞ İNSANLAR TOPLUMUNA MUTLAK VE KEYFİ YÖNETİM REJİMLERİNİ KABUL ETTİRME KOLAYLIĞI;(s. 405)

Eğer Kişilerin ve Toplumun din emri diye kabul ettiği kurallar aras›nda egemenliğin kaynağ›n›n Tanr› olduğuna dair hüküm var ise ve eğer egemenliğin toplum iradesi değil sadece Tanr› iradesi demek olduğunu kafalara birer değişmez gerçek olarak sokulmuş ise, bu takdirde demokratik bir düzeni kurmak düşünülmez. Eğer insanlar aras›nda eşitsizlik olduğu ve bunu Tanr›'n›n böyle istediği ve insanlar›n köleler ve köle olmayanlar şeklinde Tanr› taraf›ndan yarat›lm›ş olduğu, veya inanç fark› nedeniyle insanlar aras› ayr›cal›klar kurmak gerektiği, veya İktidar›n en kötü ve en büstebid şekiller alt›nda uygulanmas› halinde dahi ona boyun eğmenin Tanr› emri bulunduğu gibi (bu listeyi uzatmak mümkün) hususlar› öngören kurallar din kurallar› olarak insanlar›n beynine yerleştirilmiş ise (ki Şeriat halklar› için durum bu olmuştur), ve kişiler ve toplum bu tür kurallara gözü kapal› uyacak duruma getirilmiş ise böyle bir ortamda demokratik düzenin yerleşmesine olanak yoktur... Şeriat'tan uzaklaş›ld›ğ› hallerdedir ki (Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmas›ndan sonra olduğu gibi) demokrasiye yöneliş kendisini göstermiştir, ki bu da şeriat eğitimi yerine layik eğitim sistemini koymakla mümkün olmuştur."(s. 406)

 

TOPLUM İRADESİ, EŞİTLİK VE ADALET,

İNANÇ FARKI VE BAŞKANA İTAAT MESELESİ

 

Bu konular asl›nda daha önce defalarca aç›kland›. Okurlar da art›k cevaplar›n› ezberlediler. Ancak yazar Arsel, hiç b›kmadan ve usanmadan bu sald›r›lar› yapt›ğ›na göre, bize düşen de, sonra şuraya cevap verilememiş dedirtmemek için hiç atlamadan hepsine cevap vermektir. Burada da ayn› şeyi yap›yor ve gerekli cevaplar›m›z› veriyoruz.

 

İSLÂMİYET'TE TOPLUM İRADESİ VARDIR

 

Kişi sadece sözleşmelerle yükümlüdür ve bu da toplum iradesidir. Çünkü bir toplulukta toplum iradesi böyle ortaya ç›kar.

Temsilcilerin ittifak› toplum iradesidir.

Başkan›n istişareden sonraki karar› toplum iradesidir.

Çünkü halk isterse bu karara uyar,

isterse o topluluğu terkedip gidebilir.

Serbest pazar, ekonomik alanda toplum iradesidir.

Serbest eğitim ve ortak imtihan, toplum iradesidir.

İslâmiyet'te ve İslâm düzeninde, toplum iradesine ayk›r› tek bir hüküm yoktur. Merkezî yönetim ve ekseriyet sistemi yoktur. Çünkü bunlarda toplum iradesi yoktur. Kalp para sağlam paray› çürütmek istiyor ama bu mümkün değildir.

 

İSLÂMİYET'TE EŞİTLİK YOKTUR ADALET VARDIR

 

İslâmiyet'te eşitlik yoktur.

Çünkü insanlar ne eşit yarat›lm›şt›r ne de melekelerini eşit olarak geliştirirler. Hukuken herkese f›rsat eşitliği tan›n›r, ama herkes ne iktisab etmişse o odur. Ne bir fazla ne bir eksik. Herkese karş›l›ğ› verilir.

Bu konudaki temel prensip şudur:

Eşitlik yoktur adalet vard›r.

F›rsat eşitliği vard›r. Anlaşmalarda doğuştan farklar tesbit edilemez. Bir insan doğuştan kad›n veya erkek olarak doğar, hukuk bunu değiştiremez. Yine hukuk baz› kimseleri doğuştan asker, doğuştan alim, doğuştan yönetici veya doğuştan herhangi başka bir meslek sahibi yapamaz. Herkese tan›nan f›rsat eşitliği çerçevesinde iktisab ettiğinin karş›l›ğ› tam olarak verilir. Bütün bu işler yap›l›rken de adalet ölçüleri içinde hareket edilir.

 

İNANÇ FARKI VARDIR

 

Elbette inanç fark› vard›r.

Hiç inan›p doğru iş yapanlarla, küfredip fesat ç›karanlar bir olur mu?

Ancak İslâm düzeninde hukuk inanç fark›na oturmam›şt›r.

İslâmiyet'te kişiler değil de fiiller muhakeme edilir.

Cezalar şahsidir. Kollektif sorumluluk yoktur.

Bundan dolay› adil bar›ş düzeninde hiçbir dernek, parti veya şirket kapat›lamaz. Varsa, suçlular şahsen cezaland›r›l›r. Devlet nezdinde inanç fark› yoktur. Devlet inançlar›ndan dolay› vatandaşlar›na farkl› muamelede bulunamaz. Herkese eşit davranmak zorundad›r.

Sadece askerlik hizmetini yapmayanlardan askerlik bedeli al›n›r ve bu vatandaşlar baz› siyasî yetkileri kullanamazlar. Ama istedikleri her zaman asker olabilirler ve bu yetkileri de kazan›rlar.

 

BAŞKANA MUTLAK İTAAT VARDIR

 

İslâmiyet'e göre;

Eğer bir toplulukta kal›n›yorsa, onlarla birlikte yaşan›yorsa, onlar›n bir ferdi gibi bulunuyorsa, art›k o topluluğun başkan›na mutlak şekilde itaat etmek gerekir.

Kişi başkana itaat etmek istemediğinde

her istediği an o topluluğu değiştirebilir.

Devlet başkan›, bütün ülke halk›n›n başkan› değildir. Her insan›n sadece iki başkan› vard›r: Aşiret başkan› ve kabile başkan›. Devlet başkan› da sadece kendi kabilesinin başkan›d›r. Sadece onlara yani kendi kabilesindeki insanlara emredebilir. Halka ise aşiret ve kabile başkanlar› emredebilir.

Emirleri dinlemek ve uygulamak istemeyenler, o aşireti veya bucağ› terkederler. Terketme esnas›nda herhangi bir mali zarara uğrat›lmazlar. Böylece denge korunmuş ve düzen sağlanm›ş olur.

Bu düzende ne fitne olur ne de zulüm olur.

Bütün mesele, denge kanununun uygulanmas› ve terazinin dilinin hep ortada olmas› meselesidir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Ermeni as›ll› Sava Paşa, yöneticiler herşeyi şeriata

uydurur da izah ederlerse halk› kolay yönetirler, diyordu.

 

"ŞERİAT HALKALARININ HER TÜRLÜ KÖTÜ VE DESPOTİK İKTİDAR UYGULAMASINA VEYA HER TÜRLÜ REJİMLERE VE HATTA YABANCI EGEMENLİĞİ ALTINDA YAŞAMA ALIŞKANLIĞINA SÜRÜKLEMENİN YOLLARI-ŞERİAT'› ARAÇ YAPMA SANATI.

Geçen yüz y›l sonlar›nda SAVVAS PAŞA ad›n› taş›yan ünlü bir Osmanl› paşas›n›n, baz› Müslüman ülkeleri koloni halinde yöneten yabanc› devletlere verdiği öğüt şu idi:(s. 406)

"Müslüman halk y›ğ›nlar›n›n ayaklanmalar›n› k›rmak veya direnme yollar›na başvurmalar›n› önlemek için uygulamak istediğiniz tedbirlerin İslâm Peygamberi'nin (Muhammed'in) koymuş olduğu kutsal hükümlere ayk›r› olmad›ğ›n› onlara anlat›n›z. İslâm hukuku'nu bilenler bak›m›ndan bunu yapmak hem mümkün hem de kolayd›r".

Savvas Paşa'ya göre Bat› uygarl›ğ›n› Asya ve Afrika'daki yerli halklara götürmenin ve ordaki Müslüman halklar›n› bu uygarl›k yolu ile geliştirmenin en etkili yolu--"...Müslümanlara uygulanmak istenilen Bat› kanunlar›n› İslâm'a uygun imiş gibi göstermektir".

Savvas Paşa'n›n Frans›zca olarak İslâm hukuku hakk›nda yay›nlam›ş olduğu şu kitaba bak›n›z. Savvas Paçha, Etude Sur la Theéorie du Rroit Musulman, (Paris 1892, 2 cilt, Yukardaki hususlar için bk. Vol. I, sh. IX ve X)..."(s. 407)

 

ŞERİAT NEDİR? İSLÂM DÜZENİ OLSA NE OLUR?

ADİL YÖNETİMİN TEMELİ LÂİKLİK VE DEMOKRASİDİR

 

Şeriat, değişik görüşlerin sistematik olarak yer ald›ğ› bir külliyedir.

Nas›l araba modelleri var, her model ayr›d›r ama ayn› fonksiyonlar› icra eder ve ayn› malzemeyi kullan›rlar. Şeriat da böyledir. Orada hemen hemen her görüş vard›r. Bir insan bir görüş ortaya koyar ve o da şeriat olur.

19 ve 20. yüzy›l savaş y›llar›d›r, istilâ y›llar›d›r. Bu durum savaş ve istilâlara neden oldu? Çünkü insanl›k şeriat sistemini benimsemedi. İnsanl›k eğer Sava Paşa'y› dinleseydi de şeriat sistemini getirip uygulasayd›, savaşlar olmazd›.

Çağ›m›z›n savaşlar› ekonomik sebeplere dayanmaktad›r; hâlen de ayn› sebepler yürürlüktedir. Sanayileri gelişmiş olan ülkeler, sanayileşmiş Bat› devletleri ham madde bulam›yor, savaş ile ülkeler fethedip ham madde kaynaklar›n› elde etmek istiyor. Petrol savaş›, çöl f›rt›nas›, Orta Doğu ç›kmaz› gibi dünya çap›ndaki büyük problemlerin ana sebebi budur.

Üretilen mallar da art›k eskisi gibi sat›lam›yor, dünyada sömürülecek ülkeler de azald›, paylaş›lacak pek bir şey de kalmad›, ama en önemlisi insanl›ğ›n da art›k tahammülü kalmad›; savaşlar bunlardan dolay› oluyor.

İslâm düzeni olsa ne olur?

İslâm düzeninde; pasaport yok, vize yok, gümrük yok.

Herkes istediği ham maddeyi her yerden temin edebilir.

Herkes ürettiği mamulünü istediği her yerde satabilir.

Sadece madenleri ç›karanlar beşte birini devlete vergi olarak vereceklerdir. Bunun d›ş›nda ne bir vergi ve ne de sigorta ödeme mecburiyeti vard›r. Bu anlay›ş sayesinde o devirlerde savaşlar bitti, kavgalar bitti, çat›şmalar sona erdi ve devletler bâki kald›, kültürler bâki kald›, insanl›k bâki kald›...

Kur'ân şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar, Allah yeryüzünde ne varsa hepsini yararlanas›n›z diye sizin için yaratt›."(Bakara[2]; 29)

İslâm ülkelerinde 1400 y›l uygulanan gümrük ve vize yasağ› veya diğer bir deyişle gümrüksüzlük ve vizesizlik işte bu âyete dayan›r.

İslâmiyet'e göre;

Dünyay› Türklerin, İngilizlerin veya başka bir kavmin yönetmesi önemli değildir; önemli olan adil bir düzenle yönetilmesidir.

İslâmiyet sadece Araplara ve Türklere değil, bütün insanlara ve insanl›ğa adil yönetim sistemini öğretiyor.

Adil yönetimin temeli lâiklik ve demokrasidir; yani insanlar›n inançlar›na ve kendi iç işlerine kar›ş›lmamas›d›r.

İslâmiyet işte bu yönetim şeklinin uygulanmas›n› emrediyor. Bu uygulamay› yapabilen devlet ve topluluklar da adil yönetimi gerçekleştirmiş olurlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Napolyon, Kayzer ve Mussolini, İslâmiyet'i öğerek

Müslümanlar› kendilerine çekmek istediler.

 

"A-- AKIL ÇAĞINA SOKULMAYAN HALK KİTLELERİNİN DİN ADAMLARI ARACILIĞI İLE KANDIRILMALARI VE BÖYLECE YABANCI EGEMENLİK ALTINDA YAŞAMAYA ALIŞTIRILMALARI:

Ak›l çağ›na ve kültür olgunluğuna hiç bir zaman sokulmak istenmeyen İslâm ülkeleri halklar›, yüzy›llar içerisinde topyekün bir "saf"l›k içerisinde her şeye kanar, her şeye inan›r yönleriyle gerilikler içerisinden ç›kar›lmam›şlard›r...(s. 407)

Napolyon Bonapart'›n M›s›r işgallerine nas›l ç›kt›ğ› ve bunda nas›l başar›l› olduğu bilinen bir şeydir. Kendisini ve askerlerini Müslüman gibi gösteren, ve M›s›rl› din adamlar›na yay›nlatt›rd›ğ› fetvalarla halka dindar ve Muhammed hayran› gibi tan›tan bu kurnaz ve din ile hiç ilgisi dahi olmayan general,...

Alman İmparatoru Kaiser de aşağ› yukar› ayni şeyi yapm›şt›r... Bir Alman dergisinde 1906 y›l›nda ünlü bir yazar şöyle yazmaktayd› -"Güçler dengesinde bize ağ›rl›k kazand›racak ve bir dünya savaş› ç›kt›ğ›nda bize yarar sağlayacak olan bir faktör vard›r ki o da İslâm'd›r". Bu pasaj için bk. A. Vambéry, "Pan İslamism", (in "Nineteenth Century and After", Vol. LX, 1906, sh. 546-558 yukardaki pasaj için sh. 553)...(s. 408)

Hindistan'da İngilizler de, Napolyon'un M›s›r halk›na, veya Osmanl› Padişah'›n›n kendi halk›na yapt›klar›n›n aynini Hindistandaki Müslüman halka uygulamakla meşgullerdi... Bk. Sir W. W. Hunter, The İndean Muslumans, Are they bound in consciounce to rebel against the Oueen? London 1871. Ayr›ca bk, E. E. Calverley, "The Fundamental Structure of İslam", (in "Journal of the Royal Central Asian Society", Vol. XXVI, 1939 sh. 280-302, 293.)

Göz koyduğu Müslüman ülkeleri koparmak amaciyle Mussolini'nin nas›l İslâm'›n savunucusu ç›kt›ğ›n› da burada belirtmek mümkündür. "(s. 409)

 

DEVLET ADAMLARI İSLÂMİYET'E SEMPATİ DUYMUŞTUR;

İNSANLIK YENİ İSLÂM MEDENİYETİ'NE HAZIRLANMIŞTIR

 

Bat› dünyas›ndaki devletler, teokratik sistemle yönetiliyorlard›. Kilise, Tanr›'dan ald›ğ›n› iddia ettiği vahiyle yöneticilere hükmediyordu. Oysa kilise vahiy alm›yordu. Çünkü Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'den sonra vahiy kesilmiş ve sona ermişti. Geleneklerin ilâhî emirler gibi takdim edilmesiyle oluşturulan hükümler, art›k topluluklar›n ve insanl›ğ›n ihtiyaçlar›n› karş›lam›yordu. Bu gerçeği gören Bat› dünyas›n›n ak›ll› hükümdarlar›, İslâmiyet'in lâik yönetim anlay›ş›n› benimsiyor ve bundan dolay› da İslâmiyet'e sempatik bak›yorlard›. Bu durum sadece Napolyon, Wilhelm, Bismark ve Mussolini için değil; Göthe ve Jean Jeacque Rousseau gibi Bat›l› düşünür ve yazarlar için de böyledir. Jan Jak Rousseau, 'ben Tanr›'ya inanm›yorum ve dinsizim, ama eğer bir Tanr›'ya inan›p dindar olsayd›m Müslüman olurdum', demiştir. Sadece bu cümle bile, Bat› Medeniyeti'nin bir İslâm Medeniyeti uzant›s› olduğunu ispat etmeye yeterlidir.

İslâm Medeniyeti, ilâhî menşeli bir hak medeniyetidir.

Tarihî gelişim içinde, bilhassa saltanat uygulamalar› sebebiyle İslâmiyet'ten sapmalar olmuştur. Ama bütün olumsuzluklara ve sapmalara rağmen, İslâmiyet'in getirmiş olduğu temel gerçekler bütün insanl›k taraf›ndan benimsenmiştir.

Kanl› savaşlar sonucu olsa bile, anayasalar İslâmiyet'in getirmiş olduğu temel hak ve hürriyetleri benimsemeye başlam›ş ve önce Avrupa sonra bütün insanl›k II. İslâm Medeniyeti veya V. Hak Medeniyeti'ne haz›rlanm›şt›r.

Art›k kilise de vahyin devam ettiğini söyleyemiyor, Tanr› bana bildirdi diyemiyor. Art›k bütün dünya vahyin kesilmiş olduğunu tasdik ediyor. Ama h›z›n› alamad›ğ›ndan daha da ileri giderek Tevrat, İncil ve Kur'ân'›n da vahye dayanmad›ğ›n› ileri sürüyor. Elbette bütün bunlar üzerinde henüz gerçek ilmî araşt›rmalar yap›lmad›ğ› için böyle deniyor.

Hakka dayal› dünya görüşüne göre dizayn edilip kurulacak olan gelecek medeniyet, bu kitaplar›n ilâhî vahye dayand›ğ›n› ama son peygamberden sonra vahyin olmad›ğ›n›, dolay›s›yla dinî yönetimin ve teokratik devlet anlay›ş›n›n olamayacağ›n› ispatlayacakt›r.

Yalanc›ktan da olsa bugüne kadar bir peygamberin gelmemiş olmas›, Kur'ân'›n ilâhî söz olduğunu belgeleyen bir delildir.

Görünen odur ki, hak gelmekte ve bât›l da yavaş yavaş yok olmaktad›r.

 

*    *   *

 

İhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te her görüşe bir delil bulunabilir.

 

"B- "İsm" ile biten her kavram›, her sistemi ve örneğin SOYALİZM'i bile İslâm'a uygundur diye Şeriat halklar›na kabul ettirmek mümkün olmuştur.

Kamil Hüseyin ad›ndaki düşünür "Platonicism"i, Muhammed Lahhabi "Personalism"i, Abdurrahman Badavi "Existantialism"i, Salama Musa "Secularism"i hep Şeriata yatk›nd›r, Şeriat bunlara  cevaz verir iddiasiyle kabul ettirmeğe çal›şm›şlard›r. Muhammed İkbal ayn› şekilde hareket etmiş ve Emerson'un "Pragmatism"ini Bergson'dan aş›rmalar yapmak suretiyle uygulamağa çal›ş›rken "Kantism"i dahi geride b›rakm›şt›r.

Örneğin ÜMMET prensibini, "Üniversal" prensipler saçan bir "Birleşmiş Milletler" kaynağ› saym›ş ve Müslüman kişi'yi böylesine cazip bir gelecek hayaline sürüklemek istemiştir.(s. 409)

Arap yazarlardan Faruki ve Hasan al-Banna ve diğer baz› yazarlar "Historicism"i ve "Evolutionism"i veya "Rationalism"i, pek çeşitli yönleriyle ve fakat bu felsefî okullar›n "maddiyetçi unsurlar›n› almamak kaydiyle", İslâm'a uydurman›n çarelerini aram›şlard›r.

Sosyalizm için durum bu olmuş ve çeşitli yazar ve düşünürler Kur'ân'da sosyalizm'i öngören hükümler aram›şlard›r. İslâm'›n "zenginliği paylaşmak", "Zekât", v.s.. gibi esaslar›n› "Kollektivism"in temeli sayarak sosyalizm ile İslâm aras›nda ilişki kurmuşlard›r. Bu konularda bk. J. P. Charnay, Islamic Culture and Socio-Economic Change, Leiden 1971, sh. 18, 19, 23."(s. 410)

 

İSLÂMİYET DENGE DÜZENİDİR;

İSTİHSAL, İSTİHLÂK, TİCARET,

KREDİ, İAŞE VE İMARDA İSLÂM

 

İslâmiyet bir denge düzenidir.

Her türlü etkilerin dengede olduğu bir düzendir.

İslâmiyet'in etkisi alt›ndaki baz› düzenler, bir şeyi doğru olarak al›rlar, onu ortaya koyarlar ve bunu yapmakta hakl›d›rlar; ama onu dengeleyen ikinci tarafa bakmazlar.

İslâmiyet, Kur'ân'da bunlar› değişik şekilleri ile bildirmiştir. Âyetlerin bir k›sm›n› okur bir k›sm›n› okumazsan›z, bir k›sm›n› al›r bir k›sm›n› almazsan›z, sonunda rejimler ortaya ç›kar. Selâmetle düşünebilmek için değişik görüşleri bir arada değerlendirmek gerekir. Bu da ancak değişik görüş ve ekollerin, değişik anlay›ş ve mezheplerin bir arada serbestçe birbirini etkilemesi ile oluşur. Bütün bunlar›n sonunda yerleşen ve yaşanan, uzlaşma mahsulü denge düzeni olur. Ekonomi aç›s›ndan bunlar› gösterelim:

Kapitalizm, kamu mülkiyetini kabul etmeyen bir düzendir.

Komünizm, özel mülkiyeti kabul etmeyen bir düzendir.

Liberalizm, tarifeli tasarrufu kabul etmeyen bir düzendir.

Sosyalizm, serbest tasarrufu kabul etmeyen bir düzendir.

Teşebbüs kapitalizmi,

planlamay› kabul etmeyen Amerikan rejimidir.

Devlet sosyalizmi,

serbest teşebbüsü kabul etmeyen Sovyet rejimidir.

İslâmiyet ise istihsalde mülkiyeti, istihlâkte şuyuiyyeti, ticarette serbest tasarrufu, kredide tarifeli tasarrufu, iaşede serbest teşebbüsü, imarda tarifeli teşebbüsü benimseyen bir rejimdir. Yani bir yönü ile rejimlerden birine benzemektedir. Eğer İslâmiyet'e yaln›z o yönü ile bakarsan›z, İslâmiyet sadece o yönü ile görünür. Görüşler gerçeklerin bir yönünü aç›klad›klar› için ve İslâmiyet de tüm gerçekleri ortaya koyduğu için, Kur'ân'da bütün görüşleri destekleyen deliller vard›r. Bu durum ve özellik de onun ilâhî kaynakl› olduğunu kan›tlar.

Nas›l canl›lar birbirleriyle boğuşmalar›na rağmen makroda denge içindeyseler, ayn› şekilde fikirler ve görüşler de mikroda birbirleriyle çekişmelerine rağmen genel olarak bak›ld›ğ›nda gerçekleri ortaya koyarlar; ve işte bu İslâm'd›r. Bundan dolay›d›r ki, İslâm inan›ş›nda bu çerçevedeki ihtilâf rahmettir.

Herkes olaya bir başka yönünden bakar ve her olay ortaya ç›kar. Bunun için bizce marksizmin de kapitalizmin de doğru taraflar› vard›r. Biz o doğru taraflar›ndan yararlanmal›y›z. Şeriatta ise her şey doğrudur. Ama baz›lar›na göre olmasa bile, mutlaka doğru taraf› vard›r ve ondan yararlan›lmal›d›r. Burada da mü'min ile kâfir aras›nda yine bir ayr›l›k ortaya ç›kt›.

Mü'min odur ki;

Her olay ve görüşün içindeki iyileri seçer ve ondan yararlan›r.

Kâfir odur ki; her olay ve düşüncenin kötü taraflar›n› görür ve ona sald›r›r. Bu durumda kâfirin kendisi de zarar görür, karş› taraf da zarar görür.

Mü'min ise yanl›şlar› söyler ama arkas›ndan; "sizin dininiz sizin, benim dinim benim olsun", der. Kimseyle boğuşmaz, sadece sald›r›lara karş› koyar.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre

Şeriatla iyilik öğretilemez.

 

"C- SADECE KÖTÜ'yü değil İYİYİ'de, sadece GERİLİĞİ değil İLERİCİLİĞİ ve YENİLİĞİ de, ŞERİAT arac›l›ğ› ile kabul ettirmenin benimsetmenin mümkün olabileceği görüşü.

Biraz önce ad› geçen Savvaş Paşa'n›n, müslüman halklar› kendi yönetimleri alt›nda tutan sömürgeci devletlere bir diğer öğütü de şuydu "İster ilim, ister endüstri veya kamu hizmetleri veya sair konularda olsun... yeniliğin (değişikliklerin) kendi dinlerine (yani İslâm'a) ayk›r› olmad›ğ›n› yine İslâmi esaslara dayanarak ispat etmek suretiyle her yeniliği müslüman halklara (kişilere) kabul ettirmek mümkündür" Bk. .Savvas Paçha, Etude Sur la Theéorie du Rroit Musulman, (Paris 1892, 2 cilt, Yukardaki hususlar için bk. Vol. I, sh. IX)

Bu görüşün isabeti üzerinde tart›ş›labilir... Her ne kadar Sanhari denemesi baz› Bat› kanunlar›n›n İslâm ülkelerinde Şeriat yalan› ile uygulanabileceğini göstermekte ise de,...

Bundan dolay›d›r ki Şeriat halklar›n› müspet eğitim yolu ile eğiterek kafalar›n› ayd›nlatmad›kça olumlu sonuçlar al›nabileceğini düşünmek hayal olur."(s. 410)

 

HER GÖRÜŞ VE İNANCA HAYAT HAKKI VEREN DÜZEN

ÇOK SESLİLİĞİN BEREKETİ: HOŞGÖRÜ VE İYİ AHLÂK

 

Yazar, kitab›n› yazarken şöyle bir adaptasyon yapm›ş: Bat› dünyas›nda kiliseye karş› yap›lan tenkitleri alm›ş, kilise yerine şeriat› koymuş ve bu kitab› böylece adapte etmiş. Kiliseye yöneltilen tüm tenkitleri şeriata yönelterek kendine göre işin içinden ç›km›şt›r.

Yapt›ğ› başka bir adaptasyon daha vard›r: Bat› dünyas›nda İslâmiyet'e yap›lan övgüler vard›r. Yazar bunlar› da alm›ş ve kiliseye övgü şekline sokmuş.

Eğer bir topluluk tek bir inan›şa sahip ise ve bu inan›şta olmayanlar›n yok edilmesi gereğine inan›yorsa, o toplulukta despotizmden başka bir şey öğretilemez. Nitekim Avrupa'da başka inançlara izin verilmediğinden H›ristiyanl›kta, 'senin bir yanağ›na bir tokat vurulursa sen öbür yanağ›n› uzat', denmiş olmas›na rağmen din ad›na en büyük savaşlar H›ristiyan dünyas›nda olmuştur. H›ristiyanl›k ad›na as›rlarca kan ak›t›lm›şt›r.

Eğer bir toplulukta değişik görüşler varsa, değişik cemaatler varsa ve onlar bir arada yaş›yorlarsa; din ve mezhep ihtilâflar›, tarikat ve cemaat ihtilâflar› olsa bile, bunlar pek önemli değildir. O toplulukta despotizm olmaz. Despotik ruh taş›yan insan yetişemez. Nitekim kitaplarda, 'İmam Kureyş'ten gelir', diye yaz›lm›ş olmas›na ve bunun da okunmuş olmas›na rağmen, hiç kimse buna önem vermemiş ve imam fiilen başka olmuştur.

İslâm dünyas›, tâ Medine Devleti kurulduğundan bu yana her türlü görüş ve inanca hayat hakk› veren bir düzene sahiptir. Bundan dolay› Osmanl›lar Avrupal›larla savaşm›şlar, ama kendi topluluklar›ndaki H›ristiyanlarla çok rahat ve iyi yaşam›şlar, birbirlerini asla yad›rgamam›şlar, as›rlarca hayatlar› tam bir huzur içinde iç içe geçmiştir.

Bir arada yaşayamama hastal›ğ› ve fitnesi, Bat› sayesinde ancak 20. yüzy›lda İslâm ülkelerine de bulaşmaya başlam›şt›r. Irkç›l›k, milliyetçilik, kavmiyetçilik hastal›ğ›, Bat› dünyas›n›n iflah olmaz bir hastal›ğ›d›r. Bu hastal›k, sadece Avrupay› değil, bulaşt›ğ› ölçüde dünya milletlerini de perişan etmiştir. Hastal›ğ›n insanl›ğa vurduğu en son büyük darbeler, 20. yüzy›ldaki iki dünya savaş›d›r. Bat› dünyas›nda, bir arada yaşayabilmek amac›yla sonunda dinsizlik kabul gördü ve inançs›zl›k H›ristiyanl›ğa yeğlendi. Denize düşen y›lana sar›l›r.

İslâmiyet;

Kitap ve Sünnet ile insanlar›n hoşgörülü ve iyi ahlâkl› olarak yetiştirilmesini öngörmektedir. Ama pratikte bu pek bir şey ifade etmez.

İslâmiyet bunu ayr› dinden olanlar›n evlenmelerine var›ncaya kadar her türlü izni vermekle, pratik uygulamay› sağlayabiliyor.

Bu yak›nl›k insan› hoşgörülü ve iyi ahlâkl› olarak yetiştiriyor. Çok sesliliğin serbestliği insan› hoşgörülü ve iyi ahlâkl› yapar.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Her siyasi dini istismar ediyor ve dindar görünüyor.

 

"D- İslâm halklar›n› müspet eğitim yolu ile ayd›nl›ğa kavuşturmak-tan başka çare olmad›ğ›;

Bir toplum ki gerçekleri AKLA ve HÜR DÜŞÜNCE'ye uygun olmakla değil ve fakat gökten inme ve dondurulmuş emirlere uygunlukta arar veya bu tür emirleri mutlak gerçektir ve uyulmas› gereken şeylerdir diye kabul eder;... böyle bir toplumun siyasî olgunluğa erişmek, gelişmek, uygarl›ğa yükselmek ve insanîleşmek ve nihayet uygar milletlerin köleliğinden kurtulmak şans› olamaz.

Günümüzün layik Türkiyesinde siyasetci'den doktoruna, ebesine, dişcisine ve iş adam›na var›ncaya kadar halk y›ğ›nlar› üzerinde siyasî, ticarî ve ekonomik ve sosyal egemenlik kurmak isteyen ve kuran her KURNAZ'›n başvurduğu yol işte budur. Şeriat eğitimi yolu ile halk'a tuzak kurmak ve Şeriat oltasiyle halk› avlamak..."(s. 410,411)

 

İSLÂMİYET HEP İSTİSMAR EDİLİYOR;

SONUNDA HEP HAK GALİP GELİYOR.

 

Yazara göre, dünyan›n en zalim, en kötü, en despotik şeyi olan şeriat ne menem şeydir ki, 1400 y›l sonra bile yerli ve yabanc› hükümdarlar, yerli ve yabanc› bütün siyasetçiler hep onu istismar etmek zorunda kalm›şlard›r. Şeriata karş› ç›kma cesaretini ancak yazar gibi say›l› birkaç kişi gösterebilmiş, ama o da hiçbir etki yapamam›şt›r.

Mustafa Kemal, İstiklâl Savaş›'na girişirken, gayesinin saltanat› ve hilafeti kurtarmak olduğunu ilân etmiş, savaş bitinceye kadar da ne saltanat ne de hilafet aleyhine tek kelime söylemiştir. Allah göstermesin ama Türkiye yine ayn› duruma düşse, yeni bir istiklâl savaş› yapmak durumunda kalsa ve bu durumda da bir komutan ç›ksa, acaba yay›nlayacağ› tamimde; 'gayemiz Atatürk ink›lâplar›n› ve lâikliği kurtarmakt›r' m› diyecek, yoksa yine 'gayemiz İslâmiyet'i kurtarmakt›r' m› diyecektir. Bunun takdirini okuyucular›m›za b›rak›yoruz.

Burada şunu hat›rlatmal›y›z ki, II. Dünya Savaş› başlad›ğ›nda, Sovyet komünist sisteminin en zalim uygulay›c›s› olan Stalin'in ilk işi, kilise ve camilerin aç›lmas›na izin vermek olmuştur. Sonunda sovyet sistemini tepetaklak eden ve çökerten gücün din ve inanç olduğu unutulmas›n.

Ortada iki görüş olur da bu iki görüş yani hakl› ile kuvvetli savaşa girişirse kim galip gelir? K›sa zamanda kuvvetli galipmiş gibi görünür, bir müddet sonra kuvvet teslim olarak hakimiyet alt›na al›n›r ve hakk›n emrinde muti bir asker olur. Hak insanl›k tarihi boyunca her zaman galip gelmiştir, bundan sonra da galip gelecektir. İşte Bat› dünyas›n›n hükümran olduğu 20. as›r. İşte materyalist amans›z güçlü diktatörler... Hepsi mel'un olarak güçlerini kaybedip yok olmuş ama dinler olanca güçleri ile varl›klar›n› sürdürüyorlar. Gelecek dünya da hakk›n dünyas› olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Şeriat› istismar doğru değildir.

 

"Şeriat arac›l›ğ› ile siyasal gelişme ortam›n›n yarat›l›p yarat›lamayacağ›

Bütün bu söylediklerimizden ç›kan sonuç o olmaktad›r ki Şeriat halklar›, din yolu ile her şeyi, ister iyi olsun ister kötü, benimsemeğe yatk›nd›rlar. Ak›l ve mant›k ve bilinç yolu ile kabul etmeleri mümkün görünmeyen şeyleri onlara din yolu ile kabul ettirmek düşünülebilir. Geçmişte bu böyle olmuştur...(s. 411)

Ancak ne var ki AKILCILIĞA ters düşen bu yol, iki taraf› keskin bir b›çak gibi her an olumlu ve olumsuz yönde sonuç vermeğe yatk›nd›r. Bu sistemde "cehaleti" en ziyade sömürebilen, ve ilkel duygulara en etkili şekilde hitap edebilenler halk y›ğ›nlar›n› istenilen yönde sürükleyebilir ve olumsuz ortam› kolayl›kla yaratabilirler..."(s. 412)

 

GELENEKLERE UYMA VE TAKLİT YERİLMİŞTİR;

GELENEKÇİLİK VE TUTUCULUK NASIL ÖNLENİR?

 

Bir topluluk doğru veya yanl›ş baz› insanlara bağl› olur. Herkes o inanc›n lehinde olur ve sözde onu savunur, ancak ona göre hareket etmez; sonunda o görüşü kendi yaşay›ş›na uydurur. Sözün gelişi, cumhuriyet yöneticileri lâikliği savunmakta ve lâikliğe karş› olanlar› onbeş y›la kadar zindanlarda çürütmekteydiler. Ancak mahkum olanlardan hiçbiri kendi kanunlar›nda yaz›l› fiillerden dolay› mahkum edilmemiştir.

Meselâ, İzmir'de bir toplant›dan kad›nlarla erkekler ayr› oturtuldu diye burada yer gösteren gençlere sekizer sene hapis cezas› verilmiş ve bu cezalar maalesef çektirilmiştir. Bu ağ›r cezay› veren de Devlet Güvenlik Mahkemesi'dir.

Bugün ne sosyalistler sosyalist ne de kapitalistler kapitalist olduklar› için bunlar› savunuyorlar; H›ristiyanlar H›ristiyan olduğu için ve Müslümanlar da Müslüman olduklar› için bunlar› savunuyorlar. Atatürkçüler de gerçekten Atatürkçü değildirler.

 

Her topluluğun bir geleneği vard›r. O geleneğe kendilerine göre en uygun ismi veriyor ve onu savunuyorlar. Topluluk içinde bir iş yapmak isteyenler de o topluluğun geleneklerini, o topluluğun isimlerini, o topluluğun sloganlar›n› savunur gibi görünmektedirler. Bu tutum, elbette değişimi gerçekleştiremez ve ink›lâb› oluşturamaz. Bundan dolay› hatal›d›r, ama gayeleri ink›lâp olmayanlar için yap›lacak başka bir şey yoktur.

İslâmiyet;

Halk›n böyle körü körüne geleneklere uymas›n› şiddetle yermiş ve atalar›n yapt›klar›n› yapmay› en büyük kötülük saym›şt›r. Topluluklar› ileri götürmek ve geliştirmek isteyenlerin geleneklerle savaşmak zorunda kalacaklar› Kur'ân'da s›k s›k tekrar edilmiştir.

Bundan dolay›d›r ki daima geleneklere göre oluşan kamuoyu karş›s›na, ilme dayanan başkanlar›n görüşünü koymuştur. Başkanlara bu görüşü 'ilmî şûra' verecek ve telkin edecektir. Ancak ilmî şûra da o topluluğun içinden ve o topluluktaki fertlerin istedikleri ulemaya 'bağlanmas› usûlü' ile oluşacakt›r.

Böylece bir taraftan millî hakimiyet sağlanacak, diğer taraftan ilmin verileri ›ş›ğ›nda yöneticiler ayd›nlanarak gelenekçilik ve tutuculuk önlenecektir.

Halk şeriat› istismar ederken, yazar da şeriat düşmanl›ğ›n› istismar ediyor. Müesseselerin kendilerine değil de kelimelere ve kavramlara sald›r›l›yor. Böylece Don Kişot'un yel değirmenleriyle savaş› gibi bir savaş veriliyor. Bu savaştan kimin galip kimin mağlup olacağ› daha baştan bellidir.

Hak galip bât›l mağlup olacakt›r;

zaten bât›l her zaman mağlup olmaktad›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâm eğitimi seçkinlerin eğitimi ve kapal› eğitim idi.

 

"V- ŞERİAT DEVLETLERİNDE EĞİTİM VE ÖĞRENİM HALK'a İNMEDİ; SADECE SINIRLI VE ÇOK DAR BİR ÇEVRENİN TEKELİNDE KALDI. ULEMA SINIFI'n›n BİLGİSİZLİĞİ VE DAR GÖRÜŞLÜLÜĞÜ.

Şeriat dünyas›nda BİLİM ve KÜLTÜR'ün en yüksek noktaya eriştiği ve İslâm uygarl›ğ›n›n oluştuğu kabul edilen dönemlerde dahi eğitim ve öğrenim belli ve çok dar bir s›n›f›n tekelinde kald›; HALK'a inmedi ve yay›lmad›. Daha doğrusu halk'›n eğitilmesinden, kültür sahibi olup uyanmas›ndan kaç›n›ld›.

Fakat öğrenim tekeli ile yetiştirilmiş olan s›n›f (yani ULEMA s›n›f›) dahi, sadece medrese usulu ile, Kur'ân eğitimi ile yetişmiş bulunduğundan ve Kur'ân ve Şeriat d›ş› gerçek olamayacağ› inanciyle yoğurulduğundan son derece bilgisiz ve dar görüşlü, bilim hoşgörüsünden yoksun bir s›n›f idi. Bk. Khalil A. Totah, The Contribution of the Arabs to the Education, New York 1926, sh. 95."(s. 412)

 

İSLÂM EĞİTİM SİSTEMİ;

BEŞİKTEN MEZARA KADAR YAYGIN EĞİTİM.

 

Eğitimin seçkin olabilmesi, çocuklar›n farkl› okullarda okumas› ve üst okullara herkesin gidememesi ile olabilir. Okullarda da farkl› şeyler okutulmas› gerekir. Oysa çocuklara önce namazda okuyacaklar› Kur'ân sureleri ezberletilir, sonra kademe kademe kendilerine hayatta lâz›m olan şeyler öğretiirdi. Bunlar› k›saca s›ralayal›m:

Allah'a inanmak gerekir. O her yerde haz›r ve naz›rd›r. Bizi her an kontrol etmektedir. Emirlerine uyarsak cennete gideriz, uymazsak cehenneme gideriz.

Allah'›n melekleri vard›r ve bizim yapt›klar›m›z› yazmakta veya fişlere kaydetmektedirler; sonra bu yapt›klar›m›z›n hesab›n› vereceğiz.

Allah'›n gönderdiği kitaplar vard›r ve o kitaplarda ne yapacağ›m›z yaz›l› olduğu gibi öldükten sonraki cennet veya cehennem hayat› da bildirilmiştir.

Allah peygamberler göndermiş, bu kitaplar› onlar bizlere öğretmiş ve nas›l yaşamam›z gerektiğini de göstermişlerdir.

Öldükten sonra dirilecek, bu dünyada yapt›klar›m›z›n hesab› verilecek, insanlar›n kimi cennete kimi de cehenneme gidecektir.

İyilik ve kötülük olarak baş›m›za her ne gelirse Allah'tand›r. Bunlar bizim iyiliğimizedir veya günahlar›m›z›n bir cezas›d›r. Başkalar›na ne düşmanl›k edecek ne de onlara tapacağ›z.

Bunlar iman›n şartlar› olarak öğretilecektir.

İman›n şartlar› öğretildikten sonra, başta insan›n nas›l temiz olacağ›, nas›l giyineceği, akitlerini nas›l değerlendireceği, toplant›lar›n nas›l yap›lacağ›, toplant›larda nas›l oturulacağ›, başkanl›ğ›n nas›l yap›lacağ›, halk›n başkana nas›l uyacağ› eğitilerek öğretilir.

Sonra verginin nas›l verileceği, insan›n iradesine nas›l hakim olacağ›, seyahatlar›n nas›l yap›lacağ› öğretilir. Evlenme ve al›şveriş hükümleri öğretilir. İyi ahlâk ve yöneticilere itaat öğretilir.

Bu il eğitimidir. Herkese ayn› şekilde ve ortak dershanelerde öğretilir. Herkesin hocas›n› velisi seçerdi.

Bundan sonra okuma ve yazma, ses bilgisi, kelime bilgisi, cümle bilgisi, mânâ bilgisi, kelime üretme bilgisi, telif bilgisi ve mant›k bilgisi verilir. Bunlar yan›nda Kur'ân, hadis, f›k›h ve tasavvuf ihtiyarî olarak öğretilir. Bu orta öğretimdir.

Ondan sonra usûlü f›k›h ve içtihat ilmi tedris edilip dersiâm olunurdu. Bunlar›n öğretilmesi için okullar yoktu. Camilerde her hoca bir köşeye yerleşir ve dersini vermeye başlard›. İsteyen istediği hocan›n ders halkas›na kat›l›r ve dersini ikmal edince icazet al›rd›. Halk yeni hocaya hemen kimden ders ald›n diye sorar, kim icazet vermişse ona göre onu ehliyetli sayard›. Ulema s›n›f›n›n devletten maaş› yoktu.

Başlang›çta ders verenler ve ders alanlar ayn› zamanda çal›ş›p geçimlerini kendileri temin ederler ve boş zamanlar›nda derslerine devam ederlerdi. Hz. Peygamber'in sünneti böyleydi. Sonralar› halk vak›flar kurdu, öğrenci ve öğretmenler vak›f gelirleriyle geçinir oldular. Devletle doğrudan bir ilişkileri ve bağlant›lar› yoktu.

İki bayram aras› dersler tatil edilir, öğrenciler bu dönemde staj yapar, halkla doğrudan ilişki kurarlar, bulunduklar› yerde halka öğretmenlik yaparlard›. Halk da bunun karş›l›ğ›nda bunlara bağ›şlarda bulunurdu. Türkiye'de bu gelenek hâlen devam etmektedir. Vak›flar, dernekler, yurtlar, Kur'ân Kurslar› ve İmam-Hatip Okullar› böyle çal›şmaktad›r.

Böyle bir eğitim ve öğretim dünyas›nda seçkinlerin eğitimi nas›l olur? Halk›yla içiçe olup devletle bir bağ› olmayan bu sistem, nas›l kapal› devre eğitim olur?

Zamanla halkta ve düzendeki yaşl›l›k alameti olarak donuklaşma başlayabilir ve ezberciliğe gidilebilir. Ama bu durum İslâmiyet'le ve şeriatla ilgili olmay›p, tamamen sosyolojik bir olayd›r.

İslâm düzeninde;

Beşikten mezara kadar yayg›n eğitim vard›r.

Devletin asla müdahale edemiyeceği ve

zor kullanamayacağ› hür bir eğitim uygulamas› vard›r.

Eğitim yerleri, kurumlar› ve faaliyetleri,

vak›flar şeklinde organize olmuşlard›r.

Eğitim kurumlar›,

Kur'ân'da belirtilen paylar›n› devlet bütçesinden alm›şlard›r.

İlim şûras› başkan› seçer ve mevzuat› tedvin eder.

Bu da içtihat ve icmalarla olur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Ulema s›n›f› II. Mehmet taraf›ndan teşkil edildi.

 

"A- Ulema S›n›f›'n›n özelliği ve toplum düşmanl›ğ›:

Ulema s›n›f›, bilindiği üzere başl› baş›na bir s›n›f olarak İkinci Mehmed zaman›nda kurulmuştur. Başlang›çta Ordu'da bir tür yarg›ç niteliğiyle iş görmek üzere görevlendirilmişlerdi. X ci yüzy›l sonlar›na gelinceye kadar da bağ›ms›zl›ktan uzak ve Padişah'a bağl› ve Padişah'›n etkisine önem verir niteliklerini korumuşlard›...(s. 412)

Halk düşmanl›ğ›nda Ulema s›n›f› en önemli rolü üzerine alm›ş gibiydi. Halk'›n kafas›n›n ayd›nlanmas›, halk›n müspet eğitime yönetilmesi, hususlar›nda en ziyade ayak direyenler onlar olmuştur. Anadolu Türklerini her zaman için küçük gören ve ezen zihniyetin temsilcileri de onlard›..."(s. 413)

 

FATİH'İN FETHİ VE YENİ DEVLET DÜZENİ

İLİMDE MERTEBELER VE GÖREV YERLERİ

 

Biz nas›l Mustafa Kemal Atatürk demeyip sadece Mustafa Kemal diyorsak, yazar da Fatih'e Fatih demeyip İkinci Mehmed diyor.

Bizim gerekçemiz, Mustafa Kemal Türk milletinin atas› değil çocuğudur. Çünkü Türk milletini Mustafa Kemal meydana getirmedi; Mustafa Kemal'i Türk milleti yetiştirdi. Ancak biz Mustafa Kemal'in İstiklâl Savaş› Başkomutan› olduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucu Cumhurbaşkan› olduğunu kabul ediyoruz. Her başkana gösterdiğimiz sayg›y› ona da gösteriyoruz. İleride baz› yapt›klar› hususunda eleştirilerimiz olacakt›r. Ama hiçbir zaman düşmanl›ğ›m›z olmayacak ve İstiklâl Savaş› ile kurduğu cumhuriyeti küçümsemeyeceğiz.

Ama yazar Fatih'in fethini kabul etmediği için olsa gerek 'Fatih' diyemiyor da İkinci Mehmed diyor. Birinci Mehmed, Mehmed Çelebi idi. İşte bir müslüman›n dünyaya bak›ş› ile bir kâfirin dünyaya bak›ş› böylesine farkl›d›r. Bir müslim gerçeğe olduğu gibi bakar ve olan› olduğu gibi söyler. Bir kâfir ise olaylara istediği taraftan bakar ve tek tarafl› görüşle sonuçlara var›r.

Fatih İstanbul'un fatihidir ve dünyan›n en adil düzenlerinden birini kuran bir hükümdard›r. Onun o hükümleri sebebiyledir ki hâlâ Rum ve Ermeni, hattâ Yahudiler İstanbul'dad›rlar. Meşrutiyet ve cumhuriyet yönetimleri, onlar› Anadolu ve İstanbul'dan uzaklaşt›rd›. Ama İstanbul yine Fatih'in şehri olarak kald›. Çünkü ikinci kez savaşs›z al›nd› ve Fatih'in at›fet olarak verdiği haklar Lozan'da Bat› dünyas› taraf›ndan teyit edildi.

Fatih İstanbul'u fethettikten sonra devleti yeniden düzenledi. Yapt›klar› birçok aç›dan İslâmî değildi. Çünkü İslâmiyet'te resmî dinî lider olmad›ğ› gibi 'şeyhülislâm' gibi ilmî lider de yoktu. Esasen Fatih şeyhülislâm› bile getirmedi; 'kad›yulkudat' yani kad›lar›n kad›s›n› getirdi ve sonunda bu ünvan 'şeyhülislâm'a dönüştü.

Osmanl›larda ilmiye s›n›f› yoktur. Halktan her isteyen şah›s medreselerdeki derslere devam edip bir hocadan icazet al›r, sonra halka döner ve onlara dinî ve ilmî liderlik yapar. Kendisi çal›şarak geçimini sağlar, halk da ona yard›m ederdi. Ayr›ca kabiliyetli olanlar ders ald›klar› vak›flar›n hocas› olur ve oralardan maaş al›rlard›.

Sonralar› 'ruus imtihan›' konmuş ve başar›l› olanlara maaş verilmiştir. Devletten maaş alan dersiâmlar hiçbir kontrol ve denetime tabi olmadan istedikleri yerde istedikleri faaliyeti gösterirlerdi. Böylece halk›n kendilerini hoca kabul ettiği bir ilmiye s›n›f› vard› ama bu bildiğimiz anlamda bir s›n›f değildi. Herkesin her zaman kat›labileceği bir meslek şekline dönüşmüştü.

İslâmiyet'te;

Rusuh, f›k›h ve zikr olmak üzere ilimde üç mertebe vard›r.

Bucaklarda ehli zikr, illerde ehli f›k›h, devlette ehli rusuh ilmiye s›n›f›n› oluşturur. Bunlar ehliyetlerini ortak imtihanlarda al›rlar ve halk›n kendilerine bağlanmas› usûlü ile bu ehliyetlerini kullan›rlar, bütçeden de ona göre pay al›rlar.

Devletin yap›s› bu ilmî derecelemelere dayan›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanl›larda ilim dili halk dili değildi.

 

"B- HALK'›n AYDINLANMASINDAN KORKAN VE HALKI AYDINLATMAKTAN KAÇAN ZİHNİYET: "Hürriyet" ve "Eşitlik" ilkelerinin halk›n anlayacağ› dilde tart›ş›lmas›n›n sak›ncal› olduğunu düşünen Devlet.

Halk›n ayd›nlanmamas› ve ayd›nlat›lmamas›, koyu bir karanl›k ve bilgisizlik içerisinde tutulmas›, ve belli bir s›n›f aras›nda tart›ş›labilecek konular›n halk y›ğ›nlar›nca anlaş›lamamas› için çok kar›ş›k ve ağ›r bir dil ile ele al›nmas› gereği yüzy›llar boyunca öylesine işlenmiş,...(s. 413)

Görülüyor ki halk›n kafas›n›n ayd›nlanmas› sonucu din duygular›n›n zay›flayacağ›na dair İslâm'›n daha ilk anlar›ndan itibaren yerleşen ve daha sonralar› bütün yazar ve düşünürlerce geliştirilen ve özellikle Gazâlî taraf›ndan işlenen fikir Osmanl› devleti zaman›nda ve devletin ileri gelenleri elinde geliştirilmekten geri b›rak›lmam›şt›r..."(s. 414)

 

HALK DİLİ, İLİM DİLİ VE MERKEZÎ DİL MESELESİ;

KUR'ÂN ARAPÇASI MERKEZÎ İLİM DİLİ OLACAKTIR

 

Halk dili konuşma dilidir. Varl›klara ad verir, diğer varl›klar› ay›r›r ama o varl›klar aras›ndaki s›n›r belirsizdir. Halk çeneye 'çene' der ama çenenin nerede bittiği ve yanağ›n nerede başlad›ğ› bilinmez.

İlim adamlar› varl›klar›n s›n›rlar›n› çizerler ve mant›k dili ile düşünürler. Art›k araya hesap girer ve ölçüleri ortaya koyar. İlim bir topluluğun, bir kavmin değil, tüm insanl›ğ›n ve medeniyetin mal›d›r. Bundan dolay› insanl›k tarihinde her dil ilim dili olamam›şt›r.

Tarihte hep bir dil ilim dili ve uluslararas› dil olmuştur. Önce Sümer, sonra Yunan, sonra Arapça ve Latince ilim dili olmuşlard›r. Bat› dünyas›nda Latince bugün de ilim dilidir. Sadece cümle yap›lar› millîdir.

Arapçan›n özelliği, çok kelime kullanmaktan ziyade değişik kurallarla mefhumlar› ifade etmektir. Arapça ile ifade edilen bir kanun diğer dillerde öyle k›sa şekilde ifade edilemez. Bu nedenledir ki İslâm ülkeleri ilim dili olarak sadece Arapçay› kulland›lar. Bu doktora yapanlar için doğruydu. Ancak hukuk dili millî olmal›yd›. Dolay›s›yla mefhumlar ilim dilinde üretilse bile devlet dillerinde karş›l›klar› bulunmal›yd›. Bu şekilde bir uygulama yap›lmad›. Bu nedenle gerçekten de halk›n yaz›l› kültürü gelişemedi. Bu aç›dan bak›ld›ğ›nda Avrupa'da da durum farks›zd›r. Bat›'da ancak 20. yüzy›lda millî dil kullan›lmaya başland›.

İslâmiyet yönetim olarak Araplardan ç›kt›ktan sonra içtihat kald›r›ld› veya içtihat kap›s› kapat›ld›. Dolay›s›yla buna bağl› olarak daha önce çözülmemiş problemler çözümsüz olarak kald›. Arap olmayanlar›n İslâmiyet'i nas›l öğrenip yaşayacaklar›, Kur'ân Arapças›ndan diğer kavimlerin nas›l yararlanacaklar› içtihat edilmemiştir. Oysa Kur'ân'da bunlar hep vard›r.

Ehli zikr olan yani orta öğretimini bitirenler, Arapça öğrenmeyecekler ve halka ilmi kendi millî dilleriyle ulaşt›racaklard›r.

Fakihler ise Arapça bilecekler ve Arapça dilinde yap›lan içtihatlar› kendi ulusal dillerine çevirecekler, bir tür tercüme eserler haz›rlayacaklard›r. Yani Arapça kitaplar› okuyacak ve millî dille ifade edebileceklerdir.

Rasihler de ilmi Arap dilinde yapacaklar, Arapça düşünerek içtihat yapacaklard›r. Böylece fakihler ilim s›n›f› ile halk aras›nda arac› olacak, ehli zikr ise millî dilde öğretmen olacaklard›r.

Bütün dünyadaki eserler Kur'ân Arapças›na çevrilecek, her dile Kur'ân Arapças›ndan tercümeler yap›lacak, böylece merkezî bir dil olacakt›r. Nas›l devlet merkezine ihtiyaç varsa, bir merkezî dile de ihtiyaç vard›r. Bu hususta hangi dil elverişli ise o dil merkezî dil olur. Nas›l bir ülkede hangi kent uygunluk aç›s›ndan devlet merkezi olursa, dillerde de aynen öyle olacakt›r. Bu merkezî dil de, Kur'ân sayesinde Arapçad›r. Kur'ân bu yönüyle özel bir kitapt›r. Kur'ân seviyesinde ve Arapçaya benzer şekilde ihtiyac› karş›layan bir kitap varsa, o zaman Kur'ân'a özel bir kitap olarak bakmayal›m. Ama yeryüzünde Kur'ân d›ş›nda ve ona alternatif olabilecek böyle ikinci bir kitap yoktur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriatta iman için cahil olmak gerek.

 

"C- DEVLET'in, Şeriat gereğince

HALK'a verdiği eğitim ve ahlak anlay›ş›.

Şeriat devletinde DEVLET'in, asl›nda, halk'› eğitmek, ayd›nlatmak ve olumlu zekâ yap›s›nda yetiştirmek diye bir amac› veya dileği yoktur. Devlet'in tek amac› Şeriat'› uygulamak, dini yaymak (yani Cihad'lar yapmak) t›r. Şeriat'› uygulamak demek kişilerin bütün yaşamlar›n›n din emirlerine uygunluğunu sağlamak demektir...(s. 414)

Din d›ş›nda GERÇEK olmad›ğ›na göre Şeriatç› için halk›n din kurallar› d›ş›nda öğrenebileceği bir şey olmazd›. Müspet eğitim diyebileceğimiz ve ak›l verilerine dayanan ve hür düşünceyi geliştirici bir eğitim bahis konusu olmazd›.

Esasen AKLIN hürlük içinde oluşmas› da hiç bir zaman istenilen bir şey değildir. Çünkü Gazâli'den bu yana güçlendirilen görüş o olmuştur ki AKIL geliştikçe ve kişideki düşünme yeteneği genişledikçe iman zay›flar, şüpheçilik artar. İman›n zay›flamas› ve şüpheciliğin artmas› demek din duygular›n›n sars›lmas› demek olacağ›ndan tecrubî ve şüpheci bilimlere fazla yer vermemek..."(s. 415)

 

İKİ TÜR İMAN VARDIR: HAKKA VE BÂTILA İMAN

İMAN İÇİN CAHİL DEĞİL ALİM OLMAK GEREKİR.

 

İki şeye iman vard›r veya iki tür iman vard›r:

Biri bât›la iman, yani hak olmayan bir şeye iman. Meselâ, ineğin tanr› olduğuna veya Hz. Meryem'in tanr›y› doğurduğuna iman. Bu tür bir iman ancak cehalet ile mümkündür. Çünkü eğer alim iseniz, tabiî ve sosyal kanunlar› biliyor iseniz, bunlar›n mümkün olmad›ğ›n› bilirsiniz. Bât›la iman etmek cahillerin işidir.

İkinci bir iman vard›r ki o da hakka imand›r, yani ilmin getirdiğine imand›r ve as›l iman da budur. Halk›n cahil değil aksine alim olmas› gerekir ki hakka inans›n. İman akla hitap eder. İlimsiz ak›l, ak›ls›z ilim olmaz. Akl› olmayan›n dini de olmaz. Dolay›s›yla iman sahibi olmak yani hakka iman etmek için ilim sahibi olmak gerekir.

H›ristiyanl›k gibi baz› dinler vard›r ve asl›nda bu dinler hak dindir. Ancak içine baz› yanl›şl›klar ve tahrifat kar›şt›r›lm›şt›r. O yanl›şl›klar› b›rakmak istemedikleri için o dinin mensuplar› ilim istemezler. Çünkü ilim o yanl›şl›klar› ve tahrifatlar› ortaya ç›karacakt›r. Bundan dolay› prensip olarak cehalet içinde iman esas›n› getirirler ve bu da tabiî olarak hak dinini haktan uzaklaşt›r›r ve ay›r›r. Müslümanlar da bilhassa tasavvuf yoluyla hakka bât›l› kar›şt›rd›lar ve dolay›s›yla onlar da ilme karş›d›rlar. Bununla beraber tamam› böyle değildir ve tasavvufçular›n da hak olanlar› vard›r.

İlim hiçbir zaman tek baş›na iman› sağlamaz. İlim neye iman edileceğini doğru olarak tesbit eder ve bu tesbit de tart›şma ile olur. İnanç ise bu durumun tersine tart›şma ile bozulur. Bu nedenledir ki halk hak mezhebini kendisi seçecektir. Bunu mensubu olduğu ilmî kuruluş ona öğretecektir. Ancak ondan sonraki dinî eğitim ilim adam› taraf›ndan yap›lamaz, bir dinî lidere kat›lmak gerekir. Mamafih İslâmiyet'te ilmî ve siyasî dayan›şma ortakl›ğ›na girme zorunluğu olmas›na rağmen, dinî ve meslekî dayan›şma ortakl›ğ›na girme zorunluğu yoktur.

İslâmiyet'e göre;

İman için cahil değil alim olmak gerekir.

Ancak bilmediği veya bilemiyeceği konularda tart›şan insan şüphecilikten kurtulamaz. Herkes ilmine ve seviyesine göre tart›şmal›d›r.

İlmi olmayanlar bilmedikleri hususlar› bir bilene soracaklard›r. Bu öğrenmek için sormad›r.

İlmî seviye yükseldiğinde. tart›şmak için de soru sorulabilir. Ancak bir konuda tart›şabilmek için o konuda söylenenleri anlayabilecek seviyede olunmal›d›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Şeriatta eğitim cihad ruhunu sağlamak içindi.

 

"D- Halk'› eğitmek sadece din'in "cihad" ve "iktidara itaat" emir-lerini uygulamak bak›m›ndan gerekli.

Bat› ülkelerinin ve milletlerinin üstünlüğü yavaş yavaş Osmanl›'n›n kafas›na balyoz gibi inmeğe başlar... Şeriatç› kafan›n düşündüğü o'dur ki bütün bu yenilgiler düşman karş›s›nda tutunamayan asker yüzündendir. Asker Tanr› ad›na ve dini yaymak için ya da savunmak uğruna ölümü göze almas›n› unutmuştur. Oysa ki gerek bu dünyada ve gerek gelecek dünyada mutluluğa erişmenin tek yolu CİHAD't›r...(s. 415)

Bat› ülkeleri karş›s›nda yenilgiye uğrad›kça... Akla gelebilecek tek şey askerin ve halk›n din bilgisinin ve eğitiminin zay›fl›ğ› oldu. Eğer din bilgisi güçlendirilecek olur ve böylece halk ve asker Tanr›'n›n kendilerine cihad görevi yüklediğini ve bu görevi yerine getirmek için de itaat ve disiplin gerektiği "gerçeğini" anlayacak olurlarsa bütün dava halledilmiş olacakt›. O halde yap›lacak şey halk›n cehaletini gidermekti..."(s. 416)

 

YAPICI VE MUSLİHLER İLE YIKICI VE MÜFSİDLER

DÜZENİ KURMAK,

UYGULAMAK, YERLEŞTİRMEK VE KORUMAK

 

Kâinatta 'yap›c›lar' ve 'y›k›c›lar' vard›r. Her iki grup da görevlidirler. İnsanlar içinde de yap›c›lar ve muslihler var, y›k›c›lar ve müfsidler vard›r. Her iki insan çeşidi de görevlidirler.

Ne var ki mikroda görev değiştirmek mümkün olmad›ğ› halde insan her zaman yap›c› da olabilir, y›k›c› da olabilir. Bundan dolay› yap›c›lar mükâfatland›r›lacak, y›k›c›lar cezaland›r›lacaklard›r. Makroda düzen ise, yap›c›larla y›k›c›lar aras›ndaki çat›şma ile sağlan›r.

İşte yap›c›lar›n y›k›c›lar› durdurma ve yap›c› yap›lanmay› çoğaltma çabas›na 'cihad' denmektedir.

Allah Kur'ân'› bu yap›c›lara yol göstermek için gönderdi.

İslâmî eğitim kötülüklerle mücadeleye dayan›r. Nas›l her toplumda bir tarafta polis, öbür tarafta eşkiya varsa; polis okulunda polis adaylar›na eşkiyaya nas›l karş› koyacağ› ve onlar› nas›l yakalayacağ› öğretilirse; bir Müslümana da kötülüklerle nas›l mücadele edeceği öğretilir.

Çünkü İslâm düzeninde imtiyazl› polis teşkilât› yoktur. Her mü'min polistir ve kötülüklerle mücadele etme mükellefiyetindedir. Kötülükleri hukuk veya savaş kaideleri içinde önlemek zorundad›r. Buna yetkili ve görevlidir.

İşte gerçek demokrasi budur ve gerçek halk yönetimi budur.

Bat› dünyas›nda devlet, yöneticilerin halka hakimiyetidir;

İslâmiyet'te devlet, halk›n kendi kendisine hakimiyetidir. Yap›c›lar›n y›k›c›lara zaferidir. Hakk›n kuvvetli k›l›nmas›d›r.

İşte böyle polissiz, jandarmas›z, hattâ ordusuz bir devletin oluşmas› için halk›n cihad ruhuna sahip olmas› gerekir. Şimdi herkesi zorla askere al›yoruz. Ölüm korkusu ile onlar› savaşt›r›yoruz. Oysa bizim düzenimizde, isteyenleri askerden muaf tutuyoruz. Sadece asker olmak isteyenler asker oluyor ve cayd›r›c›l›k ilkesi esas olmak üzere savaş ve fitneyi önlüyorlar.

Birinci İslâm Medeniyeti'nin durumu ayr› ve farkl›d›r. Çünkü o medeniyet İslâm düzenini dünyaya tan›tt› ve bunun yap›lmas› için de fetihler yap›lmas› gerekiyordu. Art›k bu düzeni herkes öğrendi.

Şimdi yap›lacak iş ise bu düzeni ortaya koymak, uygulamak, yerleştirmek ve korumak olacakt›r.

Bir şey gelişirken çok değişir, ancak olgunlaş›nca art›k değişmez ve uzun zaman durumunu korur. Bu İslâmiyet'in, tâ Hz. Adem (a.s.)'dan zaman›m›za kadar gelişi ve gelişmesiydi. Şimdi İslâmiyet'in gençlik çağ›nda ve daha çok yapacaklar› var.

Yerleşik medeniyetin 6 500 y›ll›k tarihi vard›r. İnsanl›k olarak şimdiki yaş›m›z, onyediyi bitirmiş ve onsekize giren bir delikanl› gibiyiz. Daha yap›lacak çok işimiz var.

İdeal İslâm Medeniyeti'ne belki onbin y›l sonra ancak var›labilecektir. Ama her yeni bin y›l daha ileri seviyede bir medeniyet olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Önce din, sonra iş; ilimler ve tiyatro bile yok.

 

"Önce DİN eğitimi, sonra belli bir meslekte yetişme için gerekli eğitim. Dinbilgisi dünya işlerinden önemli.

Cevdet Paşa Tarihi'nin son cildine ekli bir Padişah ferman› vard›r ki XIX cu yüzy›lda Osmanl› devletinde çocuklar›n eğitimi ile ilgilidir...(s. 416)

Din sadece kişi ile Tanr› ilişkilerini kapsar bir alan olarak önem taş›mağa devam etmiştir. Fakat Bat›l› kafay› yoğuran, yetiştiren ve hayata haz›rlayan eğitim müspet eğitimdir, hür düşünce eğitimidir, ak›lc› eğitimdir. Oysa ki Osmanl› devleti bu ak›lc› eğitime hiç bir zaman yer vermeyi düşünmemiştir...

Nitekim yukar›da ad›n› ettiğimiz Ferman'da-:

"Cümleye mâlumdur ki Muhammed ümmetindenim diyen evvelâ dinî akidesini öğrenecek, sonra da geçimini kazanmak için bir meslekte yetişecektir. Dinî icaplar› öğrenmek, dünya işlerinin hepsinden önemli olduğu halde, bir zamandanberi halk›n çoğu, analar›n›n ve babalar›n›n günah› olarak cahil kald›klar› gibi, evlatlar›n› da cahil b›rakmakta ve âleme r›z›k dağ›tan Tanr›'ya güvenmeyerek hemen para kazanma h›rs›na düşüp çocuklar› beş alt› yaş›nda okullardan al›p ç›rakl›ğa veriyorlar... Zaferlere erişemeyişimizin başl›ca nedeni halk› cehaletin kaplamas›d›r." Bk Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, Cilt II, sh. 441-2.

XIX cu yüzy›l›n sonlar›na gelinceye kadar Osmanl› toplumu, en önemli bir sanat dal› olan Tiyatro'yu dahi bilmezdi..."(s. 417)

 

İNSANLAR İÇİN EĞİTİMİN MANASI VE MERHALELERİ

SANAT,

DEVLET VE SERMAYENİN DEĞİL HALKIN HİZMETİNDE

 

İnsanlar için eğitimin iki manas› vard›r:

Biri nas›l yaşayacağ›z?

İkincisi ise nas›l çal›şacağ›z?

Bunlar yan›nda üçüncü bir hedef var; nas›l korunacağ›z?

İnsan önce nas›l yaşayacağ›n› öğrenir. Çünkü bu konunun aç›kl›ğa kavuşmas› herkes için önemli ve her zaman için gereklidir. Sonra nas›l çal›şacağ›n› öğrenir. Çünkü bu konu da herkes için gerekli ama her yaşta gerekli değildir. En sonunda da, nas›l savunacağ›n›, nas›l korunacağ›n› öğrenir. Bu konu da herkes için değil, sadece lüzumunda gerekli olan bir şeydir. Hayat olmadan çal›şma olmaz. Çal›şma olmadan korunacak şey olmaz. Dinî ilimler yaşama ilimleridir. Bundan dolay› öncelikle dinî ilimler öğretilir. Ondan sonra iş ve siyaset ilimleri gelir. Onlarda da zaten ihtisaslaşma vard›r. Herkes bunlar› kendi meslekî kuruluşunda öğrenecektir.

İslâmiyet'e göre, tiyatro meslek değildir; sanat ve ilim kazanç arac› değildir. Kitle ilmi, kitle sanat› ve kitle sporu vard›r. Herkes çal›şarak geçinir. Boş zamanlar›n› da ilim, sanat, spor ve ibadet alanlar›nda değerlendirir.

Bununla beraber sanatta başar›l› olanlar kamu bütçesinden ödüllendirilir ve sanat vak›flar› eserleri değerlendirir. Halk ücretsiz olarak bunlardan yararlan›r. Meselâ, güreş oyunlar› ve diğer spor dallar› para ile seyredilmez. Kapitalizmin s›n›f mant›ğ› İslâmiyet'te yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Üretimde mülkiyet ve tüketimde şuyuiyyet vard›r.

Gelecekte sanat, ne devletin ne de sermayenin hizmetinde olacak; sadece halk›n hizmetinde bulunacakt›r.

İslâmiyet, kamu hizmetleri için vak›flar kurmuş ve bu hizmetlerin yürütülmesi için bütçeden pay ay›rm›şt›r.

Halk›n isteyip benimsediği teminatl› ehliyete sahip sanatç›lar icray› sanat edecekler. Halk karş›l›ks›z olarak seyredecek veya dinleyecek, sanatç›lar sanat vak›flar›ndan sanatlar›n›n karş›l›ğ›n› alacaklard›r.

Sanatç›lar›n eğitimi de yine vak›f bünyesinde ve sanatç›lara ait olacakt›r. Okullarda sanat öğretilmeyecektir.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Halk› uyand›rmak için eğitim gereklidir.

 

"VI- HALKI BİLGİSİZ VE KÜLTÜRSÜZ TUTMANIN KEYFÎ YÖNETİMİ VE İSTİBDAT REJİMLERİNİ SÜRDÜRMEK İÇİN EN KOLAY ÇARE OLDUĞU GERÇEĞİNİN ANLAŞILMAĞA BAŞLAMASI (XIX cu YÜZYIL SONLARI)

Halk› kültürsüz ve bilgisiz tutmay› din ve devletin devaml›l›ğ› için vazgeçilmez bir gerek gibi gören ve gösteren zihniyet uzun yüzy›llar içerisinde hiç bir itiraza, ve direnmeye ve cerhedilmeğe maruz kalmam›şt›r. İmam Gazâli ve onun kadar etkili İbn Teymiyye ve benzerleri taraf›ndan as›l verimli hale getirilen bu tezin uygulanmas›na karş› ancak XIX cu yüzy›l›n ikinci yar›s›nda baz› muhalefet sesleri yükselmeğe, Halk› cahil tutmakla zulum idaresinin kolay sürdürülebileceği konusu hafiften işlenmeğe başlanm›şt›r..."(s. 418)

 

İDEAL VE DENGELİ EĞİTİM SİSTEMİ;

İLMÎ, DİNÎ, MESLEKÎ VE ASKERÎ EĞİTİM

 

Eğitim, halk› uyutmak için de kullan›labilir, halk› uyand›rmak için de kullan›labilir. Halk› muti k›lmak için de eğitim yap›labilir, isyan ettirmek için de eğitim yap›labilir.

Eğitimin gerçekten halk›n yarar›na olmas› için yap›lmas› gereken nedir?

Her şeyden önce halk›n doğrular› bilmesi ve ona göre davranmas›n›n sağlanmas› gerekir. Bunun gerçekleşmesi için tevhidi tedrisat olmayacak, millî eğitim olmayacak; dinî ve ilmî ekoller oluşacak, isteyen istediği ekole kat›lacak, isteyen istediği gibi eğitilecek ve eğitim yar›ş› meydan›na herkes ç›kacak.

Ehli hak olanlar iddia ediyorlar ki, böyle bir serbestlik ortam›nda halk mutlaka hak taraf›n› tutar ve sonunda doğru olan ne ise o hakim olur.

Bunun için kanun sistemi yerine şeriat sistemi getirilmiş.

Bunun için merkezî yönetim yerine yerinden yönetim sistemi getirilmiş.

Bunun için kuvvetler dengesi oluşturulmuş ve bu sistem sayesinde,

sosyal gruplar›n birbirlerine tahakküm etmesi önlenmiştir.

Yoksa tek seslilik, tek tarafl›l›k, tek görüşlülük, tek yetki, v.s. kişileri tek yönlü ve dengesiz yetiştirir; ya yöneticilere köle yapar veya isyan ettirip anarşist yapar.

Oysa istenen ve ideal olan, dengede ve düzen içinde olmakt›r. Eğitim kurumlar› bunu gerçekleştirmek için vard›r. Doğru yerlerde ve uygulamalarda yöneticilere itaat; yanl›ş yerlerde ve hatal› uygulamalarda da onlar› frenleme.

İşte İslâmiyet ve İslâm düzeni budur.

İslâmiyet'te eğitim; ilmî, ahlâkî, meslekî ve askerî olmak üzere dört grupta toplanm›şt›r.

İlmî eğitim konusunun nas›l olacağ›n› k›saca özetleyelim:

Bucaklarda, tek öğretmenli sekiz s›n›fl› ilkokullar vard›r. Herkes, her yaştakiler bu okulun öğrencisidirler. İmtihanlar ortak yap›lmakta ve nüfusun üçte birine 'temel ehliyet' verilmektedir. Yedi yaş›na gelen herkes 'başlang›ç ehliyeti'ne sahiptir.

İllerde liseler vard›r ve 'orta ehliyetliler' ömür boyu öğrencisidirler. İlk ehliyetlilerin onda birine 'orta ehliyet' verilir. Ülkede üniversiteler vard›r ve orta ehliyetliler bunlar›n öğrencisidirler. Derslere devam›n sonunda yap›lacak imtihanla 'yüksek ehliyet' sahibi olurlar. Uluslararas› ilmî vak›flar, 'üstün ehliyet'leri tevcih ederler.

Eğitim vak›flar› vard›r ve oralarda eğitim ve öğretim yap›l›r.

Ahlâkî eğitim dinî kuruluşlar taraf›ndan mabetlerde yap›l›r. Halk istediği mabedi ve dinî ekolü seçme hürriyetine sahiptir. Beğendiği ve benimsediği dinî ekole bağlanacakt›r. Aleviler cemevlerinde toplan›rlar. Ateistlerin dini de ateizmdir ve kendi oluşturacaklar› mabetlerinde toplan›rlar.

Meslekî eğitim meslekî kuruluşlar›n eğitim kurumlar›nda yap›lacakt›r. Bunun sağlanmas› için meslekî kuruluşlar›n da meslek okullar› olacakt›r. Her vatandaş istediği meslek ekolüne bağlanacak, kendisine ve çocuklar›na istediği mesleği seçebilecek ve o mesleğin eğitiminden geçecektir.

Askerî eğitim ise k›şlalarda yap›lacakt›r. Kişi önce bir veya iki y›ll›k eğitimini bölgelerde bulunan ordulardan istediğine kat›larak yapacakt›r. Kişi kendi yaşad›ğ› bölgenin ordusuna kat›lamaz. Sonra kendi ilinde bir veya alt› ayl›k bir jandarma eğitimi görecektir. Bu ayn› zamanda sivil savunma eğitimidir. İl s›n›rlar› içinde istediği ilçedeki bölüğe kat›lacakt›r. Böylece eğitimin gerçekten uyand›r›c› ve hak için mücadele eden savaşç› bir ruh ile olmas› sağlan›r.

Bu eğitim müesseselerinin ayr›ca birer denetleme mekanizmas› olacakt›r. Meselâ, genel hizmet götürdükleri işletmelerden sağlad›klar› vergiler ile mensubu olanlar›n az suç işlemesi, bunlar için başar›l› hizmet verdiklerini ifade edici olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanl› toplumunda kültür yoktur.

 

"A- Osmanl› Toplumu'nun kültürsüzlüğü.

İlim ve kültür değerlendirmesi bak›m›ndan Osmanl› topluluğu pek ac›nacak, pek zavall› notlar alm›şt›r. Baz› dönemleri Bat› ile k›yaslad›kta üzülmemek mümkün değildir."(s. 419)

 

BATI KÜLTÜRÜ VE MÜSLÜMAN TÜRK HALKI

YENİ İSLÂM KÜLTÜRÜ YENİ İÇTİHATLARLA OLUŞACAKTIR

 

İnsanlar ilk defa gördükleri şeylerle ilgilenirler; oysa küçüklükten beri hep görüp bildikleri şeyleri merak etmezler. İnsan›n bu tabiat›ndan dolay›, ilk göç veya istilâ sonucunda topluluk yeni bir kültür oluşturur. Sonra o kültüre al›ş›r ve yavaş yavaş ilgisizlik başlar.

Osmanl›lar bin y›ll›k geçmişi olan bir kültüre sahip bulunuyorlard› ve bin y›ld›r yeni bir şey de görmemişlerdi. Ancak Avrupal›lara yenilince, son dönemdeki cahil Osmanl› paşalar› Bat› dünyas›n›n dans ve balolar›n›, salon ve sosyete hayat›n›, sanat ve kültürünü getirdiler. Körü körüne Avrupay› taklit etmeye başlad›lar.

Halk, kendisine yabanc› olan bu kültür olgular› ile ilgilenmedi. Zaten bunlar halk aras›nda pek itibar görmedi ve halk›n aras›na giremedi. Kendileri özel bir aristokrasi oluşturdular, halka ve onun ulemas›na hor bakmaya ve onlardan ayr› bir hayat yaşamaya başlad›lar. Dolay›s›yla başka bir medeniyetten getirilmeye çal›ş›lan şeyler halk›n pek fazla ilgisini çekmediği gibi etkili de olmad›. Halk›m›za yeni bir şey kazand›rmad›.

Bat› dünyas› genel olarak H›ristiyand› ve bu kültürün mensubuydu. Osmanl› halk› için bu da yeni bir şey değildi. Çünkü bin y›ldan beri zaten H›ristiyanlarla iç içe ve birlikte yaş›yordu. Bat› Medeniyeti'nin diğer bütün olumlu yönleri de zaten hep İslâmiyet'ten al›nma olduğu için o yönü de pek yeni bir şey değildi. Geriye kala kala Bat› kültürü kal›yordu ki; o da dans, balo, içki, kumar, fuhuş, v.s. den ibaretti. Halk›n bunlar› tasvip etmesi ve benimsemesi mümkün değildi.

Dikkat edilirse Türkiye'de yap›lan ink›lâplar hep bu yönde direnç veya zorlama görmüştür. Türk halk› işte işaret ettiğimiz bu olumsuzluklara direniyor. Yoksa Bat› dünyas›n›n bütün müsbet yönlerini hiçbir zorlama olmaks›z›n benimsiyor ve kesinlikle mukavemet etmiyor. Çünkü sahip olduğu din ve inanç sebebiyle müsbet değerlerin yabanc›s› değildir.

Bütün bu olumsuzluklar, zorlama dayatmalar, yanl›ş anlamalar sebebiyle de yeni bir dünya kuram›yor ve yeniden yap›lanma hamlesi gerçekleştiremiyor.

İslâm kültürü;

Ancak yeni içtihatlarla oluşacak ve yeni görüşlere karş› doğacak reaksiyonlarla gelişecektir.

Meselâ, bizler bu kitab› bu amaçla yaz›yor ve görüşe arzediyoruz. Nitekim böyle olumlu bir bak›ş aç›s› ile bakt›ğ›m›zda, yazar›n çal›şmas›n› bile Türk kültürüne bir katk› ve hizmet olarak kabul edebiliyoruz.

O bu kitab› yazmasayd› bu konularda bir tart›şma ortam› olmayacak, bu konular as›rlardan beri olduğu gibi donmuş olarak durmaya devam edecek, yeni bir kültür hamlesi gerçekleştirilemeyecekti. Onun sayesinde her kesimden ve görüşten olan insanlar bu konularla ilgilenecek, kim bilir belki de yeni bir uyan›ş ve yeniden yap›lanmaya vesile olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanl›lar 16 ve 17. yüzy›lda Avrupa'dan çok geridirler.

 

"1 - XVI c› ve XVII ci yüzy›llar›n kültürsüz ortam›.

Say› itibariyle çok ve fakat değer ve bilim itibariyle hemen hemen hiç denebilecek yap›tlarla beslenmiş yüzy›llard›r bu XVI c› ve XVII ci yüzy›llar...

Genellikle çeviri veya lugat ya da Kur'ân yorumu şeklindeki bütün bu ve buna benzer yap›tlar yazarlara devrin en büyük bilginleri s›ras›nda say›lma olanağ›n› vermiştir. Bu yap›tlar›n hiç birini, o devir itibariyle Bat›'da ün yapm›ş ya da yapmam›ş düşünürlerin az değerli say›lan yap›tlariyle k›yaslamak veya bunlar› birer FİKİR yap›t›, düşün yap›t› şeklinde kabul etmek mümkün değildir...(s. 419)

... buna benzer diğer kitaplar, yukardaki listeyi belki biraz genişletir ama ilim aç›s›ndan bir ağ›rl›k getirmez. Oysa ki bu devirlerde Bat› bir yandan dogmatizmden ve diğer yandan skolastizmden kurutularak adeta ilim şahlanmas› yapmakla meşguldur."(s. 420)

 

OSMANLI ALTIN ÇAĞI VE AVRUPA UYANIŞI

MEDENİYETLERİN BİN YILLIK ÖMRÜ VE ÜÇ MERHALE

 

15 ve 16. yüzy›llar Osmanl›lar›n alt›n çağ›d›r. İstanbul bu çağda fethedilmiş, Akdeniz bu dönemde bir Türk gölü hâline getirilmiştir. Bu y›llar Avrupa'n›n da uyan›ş y›llar›d›r.

Hattâ Osmanl›lar›n fetihlerini Avrupal›lar›n uyan›ş›na sebep gösterenler vard›r. İstanbul'un kültürü Roma'ya taş›nm›şt›r, deniyor. Avrupa bu dönemde İspanya'ya hakimdir. As›rlardan beri İslâmiyet'ten öğrendiklerini art›k hazmetmiş ve öğretim merhalesine geçmiştir.

Sosyolojik ve tarihî olarak Osmanl›lardan böyle bir şeyi beklemek abes olur. Kendinden önceki Büyük Bizans'a varis olmuş çağ›n›n ve dünyan›n tek süper gücünün kendi içinde kültür değiştirmesi veya yeni bir kültür oluşturmas›, ne istenebilir ne de düşünülebilir.

Avrupa'ya gelince, dünyan›n bu bölgesi için durum ve şartlar son derece farkl›d›r. Bunu k›saca tahlil etmeye ve özetlemeye çal›şal›m. Eskiden medeniyetler daha çok s›cak iklimlerde oluşurdu. Çünkü buralar insanlar›n ihtiyac› olan yeterli rahatl›k ve verimliliğe sahip bulunuyordu. Sald›r›lar ise genellikle kuzeyden gelirdi. Çünkü kuzey bölgeleri yeteri kadar rahat yaşanabilecek yerler değildi. Zor hayat şartlar›na ve meşakkate al›şan kuzeyliler, güneye sald›r›r ve talan eder, ama yeni bir medeniyetin doğmas›na da neden olurlard›.

O zamanlar orta kuşak ne yeteri kadar verimli ne de yeteri kadar s›cakt›. Bu bölgelerde ancak taklit medeniyetleri oluşabilirdi. Oysa teknoloji ile medeniyetin gelişmesi ve seviyesinin yükselmesi sayesinde orta kuşak değerli hâle geldi. Bilhassa saban tar›m› orta kuşağ› hem verimli yapt› hem de kendilerini savunabilecek kadar güç kazand›rd›. Bundan dolay› ve bu olumlu şartlara dayanarak medeniyetler orta kuşağa kaymağa başlad›.

İşte bu tabiî kanun ve gelişme sonucunda medeniyet oluşumu Kuzey Afrika'dan Güney Avrupa'ya kayd› ve Greko-Romen Medeniyeti'ni oluşturdu. Hak medeniyeti de Filistin'den Anadolu'ya kayd› ve H›ristiyan Medeniyeti'ni oluşturdu. Bizans Medeniyeti ise H›ristiyanl›k ile Greko-Romen Medeniyeti'nin bir kar›ş›m›yd›.

Bat› Avrupa, bir taraftan kuzeyden gelen sald›rgan ›rk›n etkisinde kal›rken, diğer taraftan doğudan gelen H›ristiyanl›ğ›n etkisiyle ve Kuzey Afrika'dan gelen M›s›r Medeniyeti'nin devam› olan Greko-Romen Medeniyeti'nin etkisinde kalmas›na rağmen, uzun zaman istikrarl› bir oluş gösterememiştir. Sonunda Endülüs'teki İslâm Medeniyeti'nin yaşlanmas› sebebiyle İslâm ordular›n› yenmiş ve bu arada Müslümanlardan yepyeni bir kültür alm›şt›. Osmanl›lar›n durmamacas›na doğudan ilerlemeleri onlar› ayr›ca sarsm›ş ve uykudan uyand›rm›şt›.

Bütün bu oluşum ve gelişmeler bir araya geldiğinde, Avrupa'da yeni bir medeniyetin kurulmas› son derece tabiî bir neticeydi. Art›k insanl›k yeni bir medeniyet kurma merhalesine gelmişti ve bu medeniyet yeryüzündeki en uygun yerini bulmuştu.

Son bir cümleyle bu konudaki tahlilimizi tamamlayal›m. Genç bir delikanl›daki cevvaliyet ve dinamizmi, seksen yaşlar›ndaki bir ihtiyarda aramak ve o yaşl› insanda delikanl›daki bu canl›l›k yoktur diye onu tenkit etmek son derece abestir.

İslâmiyet'e göre;

Medeniyetler ard arda gelirler. Medeniyetlerin gençlik ve kuruluş çağlar›nda fikir hareketleri var, yeni oluşum var, çok yönlü dinamizm var...

Duraklama çağ›nda devlet çok kuvvetli, dünyan›n tek süper gücü, ama kültürde duraklama var...

Ve nihayet çökme çağ› gelince art›k ne kültür ne de kuvvet var... Art›k beklenen ve mukadder olan akibet bellidir.

Medeniyetlerin ömrü bin y›ld›r.

İlk üç as›r 'gençlik', sonraki dört as›r 'duraklama' ve

 son üç as›r da 'çökme' y›llar›d›r.

Her medeniyet bu üç merhaleyi yaşar.

Avrupa gençlik çağ›n› yaşarken Osmanl› duraklama çağ›na girmiştir. Bu son derece tabiî ve normal bir oluşum ve sonuçtur. Bunun sebeplerini şeriat ve benzeri başka yerlerde aramak ise çok yanl›şt›r.

Yazar, sosyoloji bilmediği için olsa gerek, burada da çok önemli yan›lg›lardan biri içindedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

18 ve 19. as›rda kültür faaliyetleri

tercümelerden ibarettir.

 

"2 - XVIII ve XIX cu yüzy›llar.

OKUMUŞ'lar› ve OKUMAMIŞLARI ile Osmanl› toplumunun ve bu toplumu yönetenlerin kültürsüzlüğü ve bilgisizliği hakk›nda bir fikir edinmek için XVIII ci ve XIX cu yüzy›lda yay›nlanm›ş ve say›lar› pek s›n›rl› kitap ve dergilere göz atmak, ve yine ayd›n diye geçinen kimselerin görüş ve düşüncelerini şöyle bir eleştirmek yeterlidir.

1731 ile 1820 aras›nda yay›nlanan kitaplar hakk›nda:

Bat› dünyas› ilim ve san'at ve fen alanlar›nda dev ad›mlar›yla ilerlerken, ve yeni buluşlar, keşifler ve gelişmeler kaydederken ve say›s›z kitaplar ve yay›nlar içinde yüzerken bizde...

...topu topu 50 veya 60 yay›n. Osmanl› toplumunun bütün fikir yaşam› işte bu tür ve bu say›daki kitaplar ve yay›nlar etraf›nda toplanm›şt›r; yani insan›n zekas›na ve kültürüne ve fikrî ve manevî ve insanî gelişmesine yararl› say›labilecek bir tek yap›t yoktur bütün bu yay›mlarda... Bu konuda bk. A. L. Davids, A Grammar of the Turkish Language, (London 1832)."(s. 420)

 

YAŞLI OSMANLI VE GENÇ AVRUPA MEDENİYETİ

HER MEDENİYETİN YAŞLANMASI MUKADDERDİR

 

Avrupa bu çağda yani 18 ve 19. yüzy›llarda yaklaş›k olarak 30 yaşlar›ndad›r ve delikanl›l›k çağ›ndad›r. Osmanl› ise devlet olarak 60 yaşlar›nda, medeniyet olarak da 130 yaşlar›nda bir ihtiyard›r. Osmanl›lar›n gücü, Osmanl›lar›n varis olduklar› İslâm Medeniyeti'nin üstünlüğünden geliyordu. Olay› belli bir yaş merhalesi ve yaşlanma aç›s›ndan ele ald›ğ›m›zda, o çağda Avrupa genç bir delikanl›, Osmanl› ise yaşl› bir ihtiyard›r. Dünyada her şey sonlu ve ölümlüdür. Bu ölümlü dünyada Osmanl› da bir gün ölecekti ve nitekim öldü. Avrupa da ömrünü tamamlad›ğ›nda ölecektir. Şu anda yaşl›l›k devresini yaşamaktad›r.

İki türlü ağaç vard›r:

Biri tohumdan ç›kar ve büyür.

Bu yepyeni bir ağaçt›r; çünkü ayr› ana ve babadan olmuştur.

Bir de kökten ç›k›p büyüyen ağaç vard›r. Bu ağaçta herhangi bir yenilik olmaz. T›pk› ilk ana ağaca benzer ama onun kadar canl› ve cevval olmaz.

Osmanl› Medeniyeti, İslâm Medeniyeti'nin yaşlanmas› üzerine onun kökünden filizlenmiş ve f›şk›rm›ş bir medeniyettir. Adeta eskisinin bir uzant›s› ve devam›d›r. Bundan dolay› onda yenilik ve cevvaliyet beklenemez.

Osmanl›, sadece eski medeniyetleri aynen aktarm›ş ve taklit etmiştir. Belki diğer bir ifade ile şöyle de diyebiliriz; Abbasi, Selçuklu, Pers ve Bizans yönetimlerini Türkün anlay›ş› içinde yoğurup uygulam›şt›r. Bat› dünyas›na da aktararak hocal›k yapm›şt›r. Avrupa yeniliği Endülüs'ten ald›, eskiyi de Osmanl›'dan görerek öğrendi.

İslâmiyet'e göre;

Her topluluğun ve medeniyetin yaşlanmas› ve ölmesi mukadderdir. Bu kaderi hiç kimse değiştiremez.

Tabibler nas›l insan ömrü üzerinde hiçbir şey yapam›yorlarsa, sosyologlar da ayn› şekilde topluluğun ve medeniyetin ömrüne bir şey yapamazlar.

Her insan›n, her ümmetin, her medeniyetin bir ömrü vard›r ve bu ömrün sonu ölümdür. Bu sonu ve sonucu hiç kimse ve hiçbir şey değiştiremez.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanl› yenilikçileri de

Şeriat'tan başka bir şeyi kabul etmediler.

 

"XIX cu yüzy›l AYDIN s›n›f›'n›n bilgisizliği ve görgüsüzlüğü: ŞERİAT d›ş›nda uygarl›k olamayacağ›na inanm›şl›ğ›:

Ve as›l ac›kl›s› şu idi ki bilgisiz ve kültürsüz olan unsur AYDIN diye geçinen unsurlard›; ulema idi, okumuşlar s›n›f› idi, şair ve filozof ve din bilgini diye geçinen kimselerdi. Şeriat'›n d›ş›nda ne bilim, ne san'at ve ne uygarl›k görmeyecek kadar dar görüşlü bu kimseler İslâm'›n yaratt›ğ› uygarl›ğ›n (ve özellikle Abbasî devri uygarl›ğ›n›n) tarihin hiç bir devrinde ve hiç bir yerde görülmediğini ve eski Yunan uygarl›ğ›n›n ve daha doğrusu Eflatun'lar›n ve Aristo'lar›n yaratm›ş olduklar› uygarl›ğ›n Abbasî devri uygarl›ğ› ile boy ölçüşemeyeceğini ileri sürebilecek kadar gülünç durumlara düşerlerdi. (Nam›k Kemal bu iddiada idi). Ne Eski uygarl›klar›n (özellikle eski Yunan, Hint ve M›s›r uygarl›klar›n›n) İslâm uygarl›ğ› üzerindeki derin etkilerinden ve ne de... haberdar olmayan bu Osmanl› ayd›nlar›n›n bilgisizliği ve hattâ samimiyetsizliği ibret verici bir şeydir... Hepsinin inand›ğ› tek şey ŞERİAT d›ş›nda gerçek, ve bilim ve ahlâk ve sanat ve hiç bir şey olamayacağ› ve bu nedenle Şeriat'tan ayr›l›nmamas›, Devlet'in temellerinin Şeriat'a dayanmas›, Şeriats›z devlet olamayacağ› gereği idi... Bu gerçeği anlayabilecek ve uygulayacak ilk insan ATATÜRK olmuş ve onun sayesindedir ki 1920 den sonra LAYİK DEVLET fikrine al›ş›k kuşaklar yavaş yavaş yetişmeye başlam›şt›r."(s. 421)

 

'ŞERİAT' YERİNE

'BATI' KELİMESİ YERLEŞİRSE NE OLUR?

YENİ MEDENİYET

YENİ İÇTİHAT VE İCMALARLA KURULACAKTIR.

 

Bir medeniyeti doğuran anlay›ş o kadar mükemmel bir şekil al›r ki, art›k ona ilave edecek bir şey kalmaz. Medeniyetlerin sonunda yaşlanmas› da bundand›r. Doğru tektir. Her şeyin ideali tektir. Bu ideal ve mükemmel olana dokundunuz mu bozars›n›z. Art›k hiç kimse daha iyisini, daha olgununu, daha üstününü getiremez. Oysa hayat hep yenilik ister. Şartlar ve meseleler değişmiştir. Problemler farkl›d›r, çözümlerin de farkl› olmas› gerekir. Ama eski medeniyet yeni şartlara uyum sağlayamaz, meseleleri halledemez, problemleri çözemez hâle gelir. Dolay›s›yla o medeniyet çöker. Yeni medeniyetin doğuş vakti gelir ve önü aç›l›r.

Şimdi bin y›l önce yaz›lm›ş olan f›k›h kitaplar›n› okuyoruz. Bir de güya Bat› dünyas›nda oluşturulan kanunlar› okuyoruz. İkisi aras›nda bir mukayese yap›nca hayretler içinde kal›yoruz. Bat›'n›n hukuk mant›ğ›, İslâm'›n 1400 y›l önceki hukuk mant›ğ›n›n onda biri seviyesinde bile değildir. Hiçbir esasa ve muhakemeye dayanmayan hukuk, eğer eskilerden aktarma değilse her seferinde değişiyor. Özel hukuk alan›nda da eskilerden ne öğrenilmiş ise hâlâ o uygulan›yor. Gerçekten de sadece Şeriat Hukuku'ndan değil, ayn› zamanda Roma Hukuku'ndan da geride bir hukuk. Oysa şeriat hükümleri bugün bile en makul ve en mant›kl› bir şekilde savunulabilmektedir. İşte Bat› dünyas›n›n medeni hukuku aile kurumunu mahvetmiş, evlilik hukukunu çökertip y›km›ş, cinsî sap›kl›klar yayg›nlaşm›ş, cinsel hastal›klar âfet hâline gelmiştir.

"Ve as›l ac› olan şu idi ki, bilgisiz ve kültürsüz olan unsur AYDIN diye geçinen unsurlard›; ulema idi, okumuşlar s›n›f› idi,..." (s. 421)

Evet, yukar›da anlatt›klar›m›z› bilmeyen, daha doğrusu böyle bir kültürü olmayan, ama ayd›n geçinen yazara, tekrar al›nt› yapt›ğ›m›z 'kendi cümlesini' aynen kendisine iade ediyoruz. Kendisini 'ayd›n' veya 'ulema' veya 'okumuş' saymas›na rağmen bu gerçekleri bilememesi gerçekten de 'büyük ac›'; ama her bilinmeyen gerçek ac›d›r.

Şimdi yeri gelmişken 'şeriat' kelimesinin yerine 'bat›' kelimesini yerleştirip yazara kendi cümlelerinden bir iki cümle daha iade edelim:

"Bat›'n›n d›ş›nda ne bilim, ne sanat ve ne uygarl›k görmeyecek kadar dar görüşlü bu kimseler... gülünç duruma düşerlerdi... Ayd›nlar›n bilgisizliği ve hattâ samimiyetsizliği ibret verici bir şeydir..."

Bunlar yukar›da al›nt› yapt›ğ›m›z cümleler Bir de al›nt› yapmad›ğ›m›z bir k›s›m var. O k›s›mdaki 'ŞERİAT' kelimesinin yerine de yine 'BATI' kelimesini yerleştirip okuyal›m bakal›m:

"Hepsinin inand›klar› tek şey BATI d›ş›nda gerçek, ve bilim ve ahlâk ve sanat ve hiç bir şey olamayacağ› ve bu nedenle BATI'dan uzaklaşmak, veya hiç olmazsa DEVLET'i ve devlet yönetimini ve yaşamlar›n› BATI'dan ay›rmak olduğunu anlayacak bir fikrî gelişmeye sahip değillerdi..."

Ve son cümle:

"Bu gerçeği anlayabilecek ve uygulayacak.. İSLÂM DEVLET fikrine al›ş›k kuşaklar yavaş yavaş yetişmeye başlam›şt›r."

İslâmiyet;

Şeriat d›ş›nda hiç bir şeyi kabul etmez.

Ancak şeriat›n her yerde ve her as›rda yap›lacak yeni ve yerinde içtihatlarla oluşmas› gerekir.

Oysa Osmanl›lar bin y›l öneki içtihatlarla bugünü yönetmeğe kalkt›lar. En büyük hata burada olmuştur.

Yeni İslâm dünyas› ve medeniyeti, yeni içtihat ve icmalar üzerinde kurulacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İstanbul'da filler yang›n sebebi kabul edildi.

 

"B- Bat›l itikatlar içinde yüzen halk.

1816 (1232 Hicrî) y›l›n›n olaylar›n› anlatan Cevdet Paşa, o tarihlerde İran'dan ve M›s›r'dan İstanbul'a getirtilen fillerin maceras›n› nakleder. Osmanl› toplumunun korkunç geriliğini ve bat›l itikatlara düşkünlüğünü belirtmesi bak›m›ndan ilginçtir...(s. 421) Ancak ne var ki o s›ralarda İstanbul'da birbirini kovalayan yang›nlar ç›kar. Halk bu yang›nlar›n bu fillerin uğursuzluğu yüzünden ç›kt›ğ› kan›s›na kap›l›r. Bu nedenle yetkili makamlar bu filleri İstanbul'dan uzaklaşt›rma karar› al›r..."(s. 422)

 

GÖREV VE EMANETLER EHLİNE VERİLMELİDİR;

MEŞRU FAALİYET VE HAREKETLER YASAKLANAMAZ.

 

Çökmekte olan topluluklar, kurtuluşu bât›l inançlarda, birtak›m sihirlerde, kurtar›c› mehdîlerde ararlar. Bundan dolay› dinler daima sihrin ve bât›l inançlar›n düşman› olmuşlar ve onlarla mücadele etmişlerdir. Dört halifeden sonra yönetimler hep cahillerin eline geçmiştir. Hükümdarlar bu cehaletleri sebebiyle ilmi kendi emir ve sultalar› alt›na alm›şlar; kendileri ilmin emrine girip teslim olmam›şlard›r. Geçmiş devirlerde görevli olmak için tahsil şart› yoktu. Şeriata ayk›r› olan bu durum maalesef bin y›ldan fazla bir süre uygulanagelmiştir. Oysa İslâmiyet görevlerin ve emanetlerin ehline verilmesini emreder; ehliyet ve ehil olma vasf› da ancak ilim ile iktisab edilebilir. İlim olmadan ehliyet kazan›lamaz.

Fillerin uğursuzluğu ne tekkeden ne de medreseden gelmiştir. Ancak halk geceleri de filleri göreceğiz diye bir mahalleden diğer mahalleye dolaş›yor ve sokaklar› da ç›ra kullanarak ayd›nlatmaya çal›ş›yordu. Bu ayd›nlatma şekli de yang›nlara sebep oluyordu. Halk›n bu ilgisini ve dolaşmas›n› önlemek için böyle bir tedbir al›nm›ş olabilir. Bunun gayri ilmilik ve gerilikle veya bât›l inanç ile bir ilgisi yoktur.

Bu da yazar›n bir kuruntusu veya yanl›ş değerlendirmesidir.

Ne yapal›m? Al›şt›k art›k!

İslâmiyet'e göre;

Meşru faaliyetler ve hareketler, başka bir zarar veriyor iddis›yla yasaklanamaz.

Devletin görevi sokaklar› ayd›nlatmakt›r, yoksa gece dolaşma yasağ› koyamaz. Hele hele umuma aç›k bir faaliyet yeri ve alan› asla kapat›lamaz.

Görevler ve emanetler ehline verilmelidir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Cevdet Paşa bile devleti sadece savaş arac› say›yor.

 

"C- Devlet'in kalk›nabilmesi'nin ancak HALK'›n kalk›nmasiyle olabileceğine ilk kez inananlar.

HALK denilen unsurun devletin temel unsuru olduğunu Osmanl› devleti hemen hemen hiç bir zaman kavrayamam›şt›r. Halk ve halk› meydana getiren kişiler KUL olmaktan yukar› kertede görülmemiş ve yüzy›llar içerisinde, daha başka bir vesile ile de belirttiğimiz gibi, KÖPEK gibi kullan›lmak durumunda say›lm›şt›r.

Pek az insan ç›km›şt›r ki devlet'in gerçek temelinin HALK olduğu ve halk› kalk›nmayan bir devletin yok olmağa mahkum bulunduğu gerçeğini anlam›ş bulunsun.

Cevdet Paşa bu nadir kişilerder biridir... Özellikle "Kalemin", yani fikrin "K›l›çtan" daha etkili daha "keskin" olduğunu söylemekten çekinmezdi. "Öyleyse, derdi, devletlere düşen, bar›ş s›ras›nda boş durmay›p, şu bu israf ve sefahatla vakit geçirmeyip, her dakikas›n› ilerdeki savaşlara el alt›ndan haz›rl›k için f›rsat an› bilip gücünü art›rmak ve haz›rl›ğ›n› tamamlamakt›r. Bu, bütçenin kald›ramayacağ› ve ulusun dayanamayacağ› kadar bol asker ve silâh toplamakla da olmaz. As›l mesele, HALKI KALKINDIRMAK ve ülkeyi bay›nd›rlaşt›rmakt›r"...

Ancak ne var ki o dahi devlet'in başl›ca görevinin SAVAŞ olduğu kan›s›ndan kendisini kurtaramam›şt›r."(s. 422)

 

 

 

İSLÂM DÜZENİNDE;

DEVLET AYRIDIR HÜKÜMET AYRIDIR,

EĞİTİMİN TAMAMI HALK TEŞEKKÜLLERİNE AİTTİR.

 

İslâm düzeninde;

Devlet ayr›d›r, hükümet ayr›d›r.

Devlet Allah'›n halifesidir;

Hükümet Resul'ün halifesidir.

Devleti halk yönetir.

İlmî, dinî, meslekî ve siyasî kuruluşlar

devleti oluştururlar.

 

İdare meselesine gelinirse, idare;

Bucaklarda kaza işlerini yürütür,

İllerde iç güvenliği sağlar,

Devlette d›ş güvenliği sağlar.

İdarenin bunlar d›ş›nda bir görevi yoktur.

 

Devlet başkan›;

İlmî teşekküllerden emir al›r,

Siyasî teşekküllere emreder.

Dinî ve meslekî teşekküllerle başkan aras›nda direkt ilişki yoktur.

 

Kuvvetler dengesi,

Halk›n kendi kendini yönetmesi ve yerinden yönetim,

devlet başkan›n›n görev ve yetkilerini son derece azaltm›şt›r.

Cevdet Paşa da bu görüştedir, çünkü doğru olan budur.

 

İslâm düzeninde;

Eğitimin tamam› halk teşekküllerine aittir.

Başkan, askerî birliklere sadece komuta eder, onlar› eğitmez.

Ordular, eğitim yerleri ve şekilleri bak›m›ndan bağ›ms›zd›rlar

Sadece savaşta değişik birlikler

bir cephe komutan›n›n komutas›nda toplan›rlar.

Başkan bu durumda orduya bizzat komuta eder

veya komutan›n› tayin eder.