DÖRDÜNCÜ BAŞLIK
TÜRK'ün DEVLET YAŞANTILARI'nın
İSLÂM ÖNCESİ BAZI ÖZELLİKLERİ
"Bin yıldanberidir ki Türkler İslâm'ı resmen kabul etmişler ve Şeriat devleti halinde yaşamağa başlamışlardır. İslâm'ı kabul etmeden önce çeşitli dinlere bağlı olarak ve fakat kendilerine özgü nitelikler ve gelenekler içerisinde sürdürdükleri devlet yaşamları olmuştur ki konumuz bakımından buna kısaca göz atmakta yarar olacaktır."(s. 87)
BİRİNCİ KONU
Yazara göre,
Demokrasi aklın ve iradenin üstünlüğüdür.
"İslâm'ı DEMOKRATİK olmaktan çıkaran Türklerdir" iddiasına karşı.(s .87)
İslam'da demokratik gelişmeyi engelleyenlerin Türkler olduğu iddiasını Uygulama alanında doğrulayan örnekler çoktur. Türk yönetimi altında demokratik bir gelişme olmadığı bir gerçektir. Ancak bu demek değildir ki İslâm demokrasi yönetimi getirmiştir de Türkler bu yönetim şeklini despotizme çevirmişlerdir. Aksine İslâm ne demokrasi, ve ne de kişi hak ve hürriyetlerini gerçekleştirici bir sistem getirmiştir. 1400 yıllık İslam tarihi buna tanıktır. İslâm, demokrasinin temel unsurları sayılabilecek hiç bir şeyi getirmedikten başka demokrasi yönündeki gelişmeleri de engelleyecek esaslar kapsamıştır...(s. 88)
Demokrasi aklın ve iradenin üstünlüğü prensibine dayanan bir rejim olduğuna göre gökten inme emirleri akıl ve irade üstünde tutan İslâm'ın demokratik olduğu ve onu bu olmaktan çıkaranların da Türkler bulunduğu görüşü ciddiye alınabilecek bir görüş olmaz. Aksine İslâm öncesi yaşamları bakımından AKIL unsuruna olağan üstü bir değer vermekle tanınan Türk eğer kendi kendine bırakılmış olsa idi muhtemelen en mükemmel bir demokrasiye yönelebilecek iken, onu AKIL üstünlüğü geleneğinden ve buna benzer diğer niteliklerden uzaklaştıran Şeriat düzeni içerisinde despotik yönetimden bir türlü kurtulamamıştır..."(s. 89)
DEMOKRASİ TANIMI VE GERÇEK DEMOKRASİ
HALKIN KENDİ KENDİNİ YÖNETMESİ SİSTEMİ
Arsel'in bu tanımı Batı demokrasisine göre doğrudur. Çünkü onlar aklı üstün tutuyorlar ama diktatörlerin aklını üstün tutuyorlar. Tanrı yerine taptıkları kişilerin akıllarını üstün tutuyorlar. Doğru, onlar iradeyi üstün tutuyorlar, ama diktatörün veya Tanrı diye tapındıkları kimselerin iradesini üstün tutuyorlar.
Bu diktatörler iki gruba ayrılıyorlar:
1) Diktatör ya silah zoru yani kuvvet kullanarak iktidar olur ve halkı aklına ve iradesine uydurur;
2) Veya para gücüyle çoğunluk sağlar ve halkı kendi aklına ve iradesine uydurur.
Genel olarak Batı dünyasındaki demokrasi uygulamaları böyle olunca, körü körüne Batı taklidi uygulamalarına girdiğimizden beri pek de iç açıcı olmayan durumumuz, bizim de demokrasi açısından ne durumda olduğumuzu göstermektedir. Batı ne kadar demokrat olabilmişse, biz de o kadar demokrat olabildik.
Ancak bu demokrasi anlayış ve tanımının dışında da bir tanım vardır.
DEMOKRASİ:
Herkesin kendi aklını ve kendi iradesini kendisi için kullanması;
bu arada başkasının aklına ve iradesine tahakküm edememesi;
yani Batı dünyasının tam aksine bir dikta rejiminin olmamasıdır.
Herkes kendi akıl ve iradesine göre hareketlerinde serbest olacak;
sadece kendi serbest akıl ve iradesiyle yaptığı anlaşmalara riayet edecek.
İnsanoğlu kendi aklı ve iradesini,
yine kendi aklı ve iradesi ile yaptığı anlaşmalarla bağlayacaktır.
İşte bu tanıma ve uygulamaya gerçek demokrasi denmektedir.
İslâmiyet;
Diktatörlerin akıl ve iradesi ile ;
Bir devletin yönetilmesini şiddetle reddetmekte;
Bu düzen ve rejim uygulamasını inanç açısından putperestlik saymakta;
Herkesin kendi akıl ve iradesiyle hareket etmesi demek olan
'İçtihat sistemi' ile hareket etmeyi emretmekte;
Herkesi kendi anlaşmaları ile bağlı kılarak en ideal demokrasiyi
yani halkın kendi kendisini yönetmesi sistemini
getirmektedir.
İKİNCİ KONU
TÜRKLERİN BÜYÜK DEVLETLER KURMASININ
İSLÂM İLE İLGİSİ KONUSUNDA
İlhan Arsel'e göre,
Bazı yazarlar,
Türkleri Türk yapan İslâmiyet'tir, diyorlar.
"I- Türk'lerin büyük ve güçlü devletler kurup ugarlık yaratmalarının İSLAM SAYESİNDE OLDUĞU İDDİALARI:
"BÜYÜK DEMEC"ine başlarken ATATÜRK: "... bundan 1500 yıl önceleri Orta Asya'da MUAZZAM bir Türkiye devleti kuran Türkler" demek suretiyle TÜRK'ün İslâm'ı kabulden önce de büyük devletler kurmuş olduğu gerçeğine parmak basar...
Bundan esinlenen Şeriatçı çevrelerimiz, daha da ileri giderek "TÜRK'e TÜRKLÜĞÜNÜ kazandıran İslâm'dır" diyebilecek kadar gerçekleri değiştirmeğe çalışırlar.(s.90)
Batılı yabancı yazarlar arasında da Türk'ün sadece İslâm sayesinde büyük devlet kurabildiğine dair yanlış bir kanı vardır: "Bütün bozukluğuna ve katılığına ve tutucu niteliğine rağmen İslâm, Türkleri güçlü bir millet haline getirebilmiştir. Sibirya'da ufacık ve adı bilinmez -silik- bir aşiret halinde yaşamakta olan (Türklerin) yeni çağ'ın en büyük İmparatorluklarından biri halinde gelmesine imkân veren İslâm'dır", diyor bir İngiliz yazar. Bk. Sir Harry Luke, The Old Turkey and the New; From Byzantium to Ankara, (London 1955, sh. 118; Kitabın ilk baskısı 1936 tarihlidir)."(s. 91)
MÜSLÜMAN OLAN VE OLMAYAN TÜRKLER;
TÜRKLERİ TÜRK YAPAN İSLÂMİYET'TİR
Tarihte topluluk ve kavimlerin yeni dilleri nasıl kazanıp öğrendiklerini bilemiyoruz. Devlet aşamasından önce de aynı dili konuşan kavimler vardı. Acaba bu gelişmeler nasıl doğdu ve ortak diller nasıl oluştu? Bu genel olarak belli değildir ve bilinmemektedir yahut her dil için ayrı ayrı oluşma sebepleri ve şartları vardır. Devlet aşamasına gelen toplulukların yazı diline ulaştıkları ve dillerini daha çok geliştirdikleri de kesindir.
Türkler İslâmiyet'i kabul etmeden önce devlet aşamasına gelmişlerdir. Ancak Türkler İslâmiyet'ten önce bir medeniyet kuramamışlardır.
İslâm olmayan ve özellikle başka dinlere giren Türkler de genel olarak dillerini bozmuş ve zamanla Türklükle ilgileri kesilmiştir.
Müslüman olan Türkler, İslâmiyet'i kabul ettikten sonra bizzat kendi varettikleri olmasa bile, bir medeniyeti bütün dünyaya yaymışlardır. Süper güç olarak bin yıl tarih sahnesinde kalmışlardır.
Yine Müslüman olan Türkler, aynı yazı dilini benimsedikleri gibi, Çin'de olduğu gibi aralarında dil birliği korunmuştur.
Bu sayede Dünyadaki bütün Müslüman Türkler, yaklaşık olarak birbirleriyle anlaşabilecek ortak bir dil ile konuşabiliyorlar. Bunun faydalarını ve Türklerin gücüne güç kattığını çok iyi bilen düşmanları, özellikle son yüzyıl içinde onları değişik değişik yazı dilleri yani alfabeler ile bölmeye çalışmışlar ve bunda başarılı da olmuşlardır.
Türkler, eğer akıllarını başlarına toplayıp bu oyunları durduramazlarsa, zamanla asimile olup kaybolacak ve başka milletlere karışacaklardır.
İslâmiyet;
Türklerin Türkçe konuşmalarına engel olmadığı gibi,
onları bir yazı diline kavuşturmakla
birliklerini korumaya da vesile olmuştur.
Ayrıca inanç, akıl ve iradenin eseri olan
büyük bir medeniyeti onlara vermek suretiyle
bu medeniyeti bütün dünyaya yayma imkânını ve şerefini sağlamıştır.
Hem İslâmiyet Türklere çok yararlı olmuş,
hem de İslâmiyet Türklerden çok hizmet görmüştür.
Karşılıklı çıkar paralelliği ve ideal birliği yaşanmıştır.
Bu birlikteliğin en olgun ve olumlu meyvesi ise altı asırlık
Dünyanın en büyük imparatorluğu olan Osmanlı Devleti olmuştur.
Bunun dışındaki diğer bütün iddialar uydurma ve gerçek dışıdır.
* * *
Yazara göre,
Osmanlı Devleti 600 değil 200 yıl yaşadı!
"II- İslâm'ı kabul etmeden önce de
Türklerin büyük devletler kurmuş oldukları konusunda.
Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yıla yaklaşık devlet yaşamları gözönünde tutularak sanılır ki Türk'ün kurduğu en uzun ömürlü devlet, en güçlü devlet, en istikrarlı devlet 'OSMANLI DEVLETİ' olmuştur. Oysaki gerçek anlamda Osmanlı Devleti, Türk'ün İslâm'dan önce kurduğu devletlere nazaran, en güçlü ve en sürekli devlet olmadıktan başka en uzun ömürlüsü de olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek ömrü 600 yıl değil ikiyüz ya da ikiyüzelli yıldır...(s. 91)
Kanunî ile sona eren ilk on Padişahlar devrinden sonra Osmanlı devleti ne gerçek anlamda DEVLET olabilme haysiyetine ve ne de bağımsızlığına sahip kalabilmiştir. Bundan dolayıdır ki uzun yüzyıllar içinde Osmanlı devleti'nin adı HASTA ADAM'a çıkmıştır. Gerçekten üçyüzelli ya da dörtyüz yıla yakın bir süre boyunca adeta can çekişen bu devleti 600 yıl yaşamış bir devlet niteliği içerisinde kabul etmeğe ve Osmanlı İmparatorluğunun uzun ömürlülüğü ile öğünmeye olanak yoktur...(s. 92)
Oysa ki TÜRK'ün İslâm'dan önce kurduğu İmparatorluklar gerçek anlamda uzun ömürlü, sürekli ve geniş sınırlı olmuştur... Bu konularda bk. F. Max Müller, The Languages of the Seat of War in the East, (Longman & Longmans, London 1854, sh. 89)."(s. 93)
OSMANLI 600 YIL YAŞADI;
'SELÂM!' İLHAN ARSEL 'SELÂM!'
Kitabının 91. sayfasında bu iddialara başlayan yazar, 94. sayfaya kadar bu sözde ilmî hezeyanlarını sürdürür. Ona göre, "Şeriatçı zihniyetin iddiaları benimsenecek olursa Türklerin sadece bin yıldan beri gerçek anlamda devlet yaşamı içinde bulunduğunu kabul etmek gerekecektir... Ne var ki, bilimsel araştırmalar ve tarihî gerçekler bu iddiaların yerinde olmadığını ve Türklerin İslâm'dan önce de büyük ve güçlü devletler kurduklarını ve oldukça parlak uygarlıklar yarattıklarını kanıtlamaktadır..."(s. 91)
Ona göre; "Kanunî Süleyman'ın saltanatı sona erdikten sonra Osmanlı Devleti yavaş yavaş iskelet olmaya başlamıştır. Kanunî'den sonraki cansız yaşamlarını Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'daki büyük devletlerin çekişmelerine ve daha doğrusu bu devletlerin (ve genellikle İngiltere, Avusturya, Fransa, Prusya, v.s.) çeşitli ittifaklar halinde birleşip Rusya'nın büyümesi ve Osmanlı topraklarına yayılması ihtimallerini önlemek amaciyle Osmanlı Devleti'ni yaşatmağa ve bu nedenle korumağa çalışmalarına borçludur..."(s. 92)
Dünyadaki bütün devletler, iç ve dış olayların etkileriyle kurulurlar, gelişirler, yaşarlar ve sonunda çöküp giderler. Ömürleri, insanoğlunun doğması, büyümesi, gelişmesi, olgunlaşması, yaşlanması ve ölmesi gibi; başlangıçtan sonuna kadar bu şekildeki yaşama evrelerini kapsayan bir sürece benzetilir. Filan insan yetmiş yaşında öldü derken, ölüm öncesi yaşadığı ömrün içine bebeklik, gençlik, olgunluk, yaşlılık, hastalık, v.s. bütün merhaleleri de dahildir. İnsan veya devlet hayatını, iç ve dış olaylar, etki ve tepkiler, gelişme ve fonksiyonlar kısaltır veya uzatır. Bizim ömrü başka bir değerle hesaplama imkânımız yoktur.
Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki çekişmeler dengesi içinde uzun ömürlü olmuştur; doğru. Evet, Sayın Yazar, sizin saçmaladığınız gibi Osmanlı Devleti 200 değil; 600 yıl yaşamıştır. Siz kabul etmeseniz de bu böyledir ve bütün dünya da bunun böyle olduğunu biliyor.
Bunda en büyük pay da Şeriat yani İslâmiyet'e aittir.
Elbette bu arada Avrupa ülkeleri arasındaki çatışmalardan da en iyi şekilde yararlanmasını bilmiştir. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti de aynı çekişmeler ve dengeler arasında doğmadı mı? Aynı denge formülleri sayesinde II. Dünya Savaşı'na girmedi ve bugünkü gücünü hâlen koruyabiliyor. Batı dünyası 'Soğuk Savaş Dengesi', 'Doğu-Batı çekişmesi', 'Komünizm-Kapitalizm mücadelesi' gibi yeni denge versiyonları ile birbiriyle çatışırken; hangi ilim adamı 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti yoktur?' iddiasında bulunabilir? Bulunsa bile bu ne kadar gerçekçi ve ilmî olabilir?
Çatışmacı dünya görüşünün hükümran olduğu Batı ülkelerinde, bütün devletler varlıklarını birbirleri arasındaki çatışmalara borçludurlar. Bu gerçek Türkiye için de geçerlidir. 20. yüzyılın başında Anadolu'yu işgal eden Avrupa devletleri, 21. yüzyılın başında da Anadolu ve Türkiye'yi işgal etmeyi planlamaktadırlar. Yaklaşık yüz yıldır bu saldırı ve işgal gerçekleşmediyse, bu devletlerin kendi aralarındaki mücadeleler sebebiyledir. Yoksa Batı devletleri Türkler ve Türkiye'den vazgeçmiş değildirler. Türkiye bu çekişme ve çatışmalar dünyası sayesinde varlığını sürdürebilmektedir. Buna 'dehşet dengesi' diyen düşünürler de vardır. İslâm öncesi dönemlerde de Hunlar veya Gök Türkler de benzer dengeler üzerinde kuruldular veya daha sonra yıkıldılar.
Aslında böylesine saçma iddialara belki hiç cevap bile vermek gerekmez. Ancak yazarın ve onun gibi düşünenlerin adeta hastalık derecesine varan seviyesiz hezeyanları ve ilim dışı davranışları bilinsin ve bu kitap ona göre değerlendirilsin diye üzerinde duruyoruz. Hele böyle iddiaların bir üniversitemizin ve fakültemizin yayınları arasında yayınlanması, ülkemizdeki ilmî seviye açısından son derece üzücü ve aynı zamanda düşündürücüdür. Böyle saçmalıkların üzerinde duracağız ki, bu zihniyet üniversitelerimizden kapı dışarı edilsin ve gerçek ilim sahipleri o mekânların sahibi olabilsin.
Cevap verilmediğinde; 'Şeriatçılar cevap veremedi!' denildiğinden, bizler Müslümanlar üzerine 'farz-ı ayın' olan bir görevi yerine getirmiş oluyoruz. Birilerinin bu görevi yerine getirmesi gerekiyordu. Biz gücümüz nisbetinde bu görevi yerine getirmeye çalıştık. Sadece reddiye yazmakla kalmadık, her konuda bizim anladığımız 'İslâmiyet'e göre' görüşümüzü de beyan etmiş olduk. En büyük dilek ve duamız, ülkemize ve bütün insanlığa yararlı olmaktır. .
İslâmiyet'e göre;
Her ümmetin ve devletin mukadder bir ömrü vardır.
Yukarıdaki uzun sözlerden sonra, burada da İslâmiyet açısından başta Prof. İlhan Arsel olmak üzere benzer bütün iddia ve düşünce sahiplerine 'selâm' demekle iktifa ediyoruz. Dinimize, inançlarımıza, atalarımıza saldıran ve küfreden İlhan Arsel; 'Selâm!'
Şöyle ki;
"Rahmân'ın kulları ki
yeryüzünde mütevazi olarak yürürler ve
cahiller kendilerine lâf atarsa "selâm" derler."
(Furkan[25]; 63)
* * *
Yazara göre;
Budist rahibin anlattıklarından
Türklerin büyük medeniyet sahibi olduğunu öğreniyoruz.
"A- İslam öncesi yaşamları itibariyle (VII ci yüzyıl) Türklerin uygarlığı.
Ünlü tarihçi H. G. Wells, "The outline of History" adlı çok ünlü eserinde Yuan Chwang (veya Hiuen-Tsiang) adındaki Budist gezgin ve bilginin 45 yılında Hindistana kadar uzanan gezisi ile ilgili anılarına ve bu anılarda Türklerle ilgili eleştiri ve izlenimlerine dokunarak Türklerin o devirler itibariyle uygar devletler halinde yaşamlarını örnek olarak verir...
Türkün tarihini Türklerin İslamiyete girişi itibariyle başlatan bizim Şeriatcımız Wells gibi en büyük bir ilim adamının bu satırlarını okurken ne düşünecektir... Bk. H. G. Wells, The outline of History, (Garden City Books, G. C. New York 1961, 2 vol. sh. 472).(s. 94)
İşte bu aynı Türkler, yüzyıllar içerisinde değişe değişe ve Şeriat'ın ortodoks dehlizlerine dala dala ve bu yüzden "uygarlık düşmanı" damgalarını yiye yiye bugüne kadar gelecek ve XX ci yüzyılın sonlarında yabancı gözü ile hâlâ geçmiş son bin yıllık yaşamlarının hesabını verecektir.."(s. 95)
BÜYÜK PEYGAMBERLER MEDENİYET ÖNCÜSÜDÜR;
İSLÂM'A GÖRE HER KAVMİN PEYGAMBERİ VARDIR.
Türklerin elbette İslâmiyet'i kabullerinden önce de devletleri vardı. Dolayısıyla mamur beldeler ve kentleri de vardı. Ancak medeniyet yani yazarın sözünü ettiği uygarlık bu değildir.
Medeniyet, her şeyden önce tartışma ortamına dayalı olarak çeşitli görüşlerin kaynaştığı fikir hareketleridir ve bu hareketler sonucunda ortaya çıkan yazılı kaynaklardır. Bu kaynaklar ve eserler olmadan, bir medeniyetin varlığından söz edilemez.
Bugün bu tür kaynakların ve eserlerin varlığından dolayı Orta Doğu, Hint, Çin, hattâ Amerika yerli medeniyetlerinden bahsedebiliyoruz; ama İslâmiyet'ten önce bir Türk medeniyetinin varlığından bahsedemiyoruz. Hititlerin bize kadar ulaşan medeniyet eserleri var ama Türklerin yoktur. Seyyahların masallarından başka bir şey bırakmayanların medeniyetleri olamaz.
İslâmiyet'e göre, her kavmin bir peygamberi vardır.
Bir de bütün insanlığı ortak medeniyete götüren peygamberler vardır.
Elçi Muhammed (s) de dahil olmak üzere medeniyet kuran 'Ulu'l-Azm' yani büyük peygamberlerin hepsi Hz. İbrahim (a.s.) peygamberin soyundan gelmişlerdir ve Hz. Nuh (a.s.)'ın çocuklarıdırlar. Tarihteki bütün kadîm medeniyetlerin öncülüğünü bu peygamberler yapmışlardır. Bu durum o kavimlerin diğerlerine nazaran üstün olmalarından değil, o görevin coğrafi şartlar nedeniyle onlara verilmiş olmasındandır. Çin ve Hint medeniyetleri, hattâ Amerika kıtasındaki yerli medeniyetler bile, bu Orta Doğu medeniyetlerinin türevidirler.
Allah her kavme ayrı ayrı meziyetler ve özellikler vermiştir. Başkalarının meziyetlerini kıskanma yerine, her kavim kendi meziyetlerini insanlığın yararına kullanmalı ve sunmalıdır.
Türkler, en başta gelen önemli özellikleriyle asker bir millettir ve bu özelliklerini her zaman insanlığın ve İslâm'ın hizmetinde değerlendirmişlerdir. Bu hizmetleriyle de her zaman iftihar etmişler ve şeref kazanmışlardır. Ama olmayan bir şeyin kendisinde var olduğunu iddia etmek, şerefli bir topluluğa yaraşmaz ve yakışmaz.
* * *
Yazara göre,
Türkler merkeziyetçi, hukuki örgüte sahip,
iki hükümdarlı, sosyal nitelikli, kadın haklarına saygılı,
yumuşak, mutlakiyetçi bir yönetime sahiptiler.
"B- İSLÂM ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİ'NİN BAZI NİTELİKLERİ.
Türk devletlerinin özellikleri arasında hükümdarlık kudretinin merkeziciliği göze çarpar. Hukukî örgütlenme yeteneği de Türk devletlerinin diğer bir özelliğidir...
Devletin başında genellikle iki hükümdar bulunurdu... Hükümdarların başlıca görevi milleti işsiz ve güçsüz bırakmamak, bolluk içinde yaşatmak, kamu yararını korumak, v.s...
İslâm'dan önceki Türk devletinde göze çarpan diğer önemli bir önemli husus KADIN'ın en yüksek kertede bir değer olarak benimsenmiş olmasıdır...(s. 95)
Her ne kadar hükümdar'ın mutlak bir iktidarı olduğu ve bu iktidara halkın itaat etmekle görevli bulunduğu kabul edilir ise de hükümdarın halka yararlı iş görmediği anlaşılacak olursa egemenlik hakkının başka bir sülaleye geçmesi gerekirdi."(s. 96)
TÜRKLERİN İSLÂM ÖNCESİ HAYATLARI
ATALARLA ÖĞÜNMEK DOĞRU DEĞİLDİR
Türklerin İslâmiyet'ten önceki yaşantılarını bize bildirecek ve ulaştıracak, seyyahların duygularını ve izlenimlerini kapsayan hatıralarından başka belgelere pek sahip bulunmuyoruz. Ancak genel olarak İslâm ülkeleri tetkik edilir ve ortak olmayan özellikler çıkarılırsa, ayrıca bu kavimlerin dil yapıları üzerinde araştırmalar yapılırsa, ancak o zaman bu ülkelerin medeniyetleri ile ilgili bilgiler ve veriler ortaya çıkar.
Maalesef bugüne kadar bu konularda detaylı, ilmî ve gerçekten kaynak değeri olan araştırmalar henüz yapılamamıştır. Bu nedenle yazar tarafından varolduğu ileri sürülen özelliklerin Türklerde olup olmadığı kesin olarak bilinmediği gibi bu özelliklerin çoğu da kötü vasıflardır. Meselâ, 'merkeziyetçilik' kötü bir yönetim şeklidir. 'Çift başlılık' ise büsbütün ilkelliktir.
İslâmiyet'e göre;
Her topluluk ve kavim geçmiş tarihinde iyi ve kötü günler yaşamıştır.
İslâmiyet, ne atalar ile öğünmeyi,
ne de kavimlerin başka kavimleri hor görmelerini doğru bulur.
Her kavim ve topluluk şimdi yani yaşadığı dönemde iyi olmalıdır.
Ataların iyiliği veya kötülüğü hiçbir fayda veya zarar vermez.
Mirasçılık ve hazıra konmak öğünülecek bir şey değildir.
Belki sadece geleceğe iyi bir miras bırakmak,
öğünülecek yararlı bir şey olabilir.
* * *
Yazara göre,
Türkler özgür bir kavimdir.
"1- İslâm öncesi yaşamlarında Türk'ün BAĞIMSIZ devlet şeklinde yaşama niteliği.
Eski Yunan'ın en ünlü bilginlerinin yapıtlarından öğrenmek mümkündür ki bundan 2500 yıl öncesi itibariyle Türk'ün son derece bağımsızlığına düşkün devlet yaşamları olmuştur. Sadece büyük ve güçlü İmparatorluklar kurmak bakımından değil ve fakat tam bağımsız devlet şeklinde yaşamak ve yabancı milletlerin boyunduruğu altına girmekten uzak kalmak bakımından da Tük'ün kendine özgü ve muhakkak ki övgüye gerek özellikleri vardı...(s. 96)
TÜRKLER, ÖZGÜRLÜKLERİNİ SEVEN, SAVAŞÇI
VE MEDENİYETİ YAYAN BİR KAVİMDİR
Yeryüzündeki kavimlerin bir kısmı serbest düşünceli, ferdiyetçi ve yaşamayı seven topluluklardır. Diğer bazı kavimler ise bir başkanın çevresinde toplanıp ona itaat etmeyi seven, büyüğü büyük küçüğü küçük sayan, hayatlarını da buna benzer değerlere göre disipline eden topluluklardır.
İbn Haldun'un yediyüz yıl önceki tesbitleriyle de sabittir ki, bu durumlar daha çok iklim ve coğrafi şartların oluşturduğu sonuçlardır. Mezopo-tamya benzeri bölgelerde tek başlarına ayrı ayrı yaşayabilen insanlar, serbest fikirli ve bağımsız ruhludurlar. Dolayısıyla birliği çok zor sağlayabilirler. Savaşma kabiliyetlerinden çok kavga etme yetenekleri vardır. Oysa Mısırlılar, Nil nehri kenarındaki toprakların tek başına işlenemeyişi sebebiyle son derece saygılı, yumuşak, büyüğü ve küçüğü bilen, sınıflaşmış topluluklar oluştururlar. Bu tür özellikleri olan kavimler medeniyette başarı gösteremezler ama savaşıp büyük devletler kurabilirler.
Türkler de, son derece zor tabiat şartları içinde göçebe hayatı yaşayan topluluklar oldukları için iyi savaşır ve topluluklarının bağımsız kalmasını sağlarlar ama medeniyet yaratamazlar. Bu tür özellikleri olan kavimler ancak varolan medeniyetleri güçlendirip yeryüzüne yayabilirler. Nitekim genel olarak Türkler açısından durum böyle olmuştur.
İslâmiyet'e göre;
Bir medeniyeti oluşturmak kadar o medeniyeti korumak, geliştirmek ve yaymak da önemli ve kıymetli bir hizmettir. Dolayısıyla bu ayrılığın, bu ayrı özelliklerin birbirine üstünlüğünden çok işbölümü özelliği vardır.
Türkler kendileri veya başkaları için iyi savaşırlar.
Daima zayıfları güçlülere karşı savunurlar.
Tarihte bu özellikleri ile anılırlar.
Bağımsızlık anlayışı ise başka bir şeydir.
* * *
İlhan Arsel'e göre,
Türk tarihini kimileri II. Abdülhamid ile başlatır.
"2- İslam öncesi DEVLET yaşamları TÜRK'ün AKILCI tutumu
- TONYUKUK örneği. (VII-VIII ci yüzyıllar)
Tonyukuk VII ci yüzyılın sonlariyle VIII ci yüzyılın başlarında yaşamış bir Türk generali ve aynı zamanda devlet adamıdır...
Tonyukuk kitabeleri adiyle ün salmış bulunan yapıt onun ağzından çıkmış sözleri yansıtır. Kendi mezar taşı üzerinde yazılı olup ebediyete intikal etmiştir.
Tonyukuk kitabeleri VII ve VIII ci yüzyıl itibariyle Türk'ün karakter ve niteliklerini ve özellikle devlet yaşamları bakımından AKILCILIĞINI ve bunun yanında iman gücünü ve akılcılığı geri plana atmadan üstün bir varlığa bağlılığını tanımlayan son derece ilginç ve değerli bir yapıttır.
Biz Türkler o devirlere inen tarihimizi önemli bulmaz, umursamaz ve hatta işitmek dahi istemeyiz. Bizi bu umursamazlığa götüren şey Şeriat zihniyetidir... O devre Türklerini bizlere adeta "Gâvur" niteliği içerisinde göstermişlerdir... Bırakınız İslâm öncesi tarihimizi ve fakat Abdülhamid öncesi devreler dahi bazı Şeriat çevreleri tarafından bugün lânetle anılmakta ve Türk'ün tarihi bu kızıl Sultan ile başlatılmaktadır..."(s. 97)
TÜRKLER İSLÂMİYET'TEN ÖNCE DE SONRA DA
AYNI DEĞERLERE İNANIYORLARDI
Topluluklar kendi devletlerinin tarihini hükümdarlarıyla birlikte anar, yazar, öğrenir ve öğretirler. Müslümanlar tarihlerini Hicret olayı ile; Selçuklular Selçuklular ile; Osmanlılar Osmanoğulları ile başlatıp anlatırlar. Bu durum, o toplulukların kastettikleri dönem dışındaki tarihi benimsemedikleri ve gizledikleri anlamında değildir. Sadece o döneme öncelik vermekte veya nirengi noktası kabul etmektedirler. Nitekim biz de lise ve üniversitelerimizde İnkılâp Tarihi ile Cumhuriyet Dönemini özel ders olarak okutuyoruz. Bu durumda bir anormallik yoktur. Bazıları bir milletin varlığını o devletin kuruluşu ile bir görmüşlerdir. Meselâ, Türklük yerine Osmanlıcılık akımları bu tür akımlardandır. 'Atatürk' gibi ünvanlarla Türklerin tarihini Cumhuriyet Dönemi ile başlatma istekleri vardır. Ancak II. Abdülhamid ile tarih başlatmayı sadece Arsel'in kitabında gördük.
Tonyukuk, anlatıldığı ve aktarıldığı şekliyle tam da İslâmî anlayışı benimsemiştir. Demek ki Türk hakanları ve yöneticileri, İslâmiyet'ten önce de sonra da aynı değerlere inanıyorlardı. Zaten bu tür belgelerden Türklerin neden hiç zorlanmadan İslâmiyet'i benimsedikleri daha kolay anlaşılmaktadır. Allah yeryüzünü yaratmış, belirli tabiî ve sosyal kanunlar koymuştur. Bu kanunlar akıl yoluyla anlaşılır ve kavranır. Bu alemin bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğu gerçeğini kavrayıp ona uyanlar kurtuluşa ermekte; inkâr edenler ise helâk olmaktadırlar.
İslâmiyet'e göre;
Kâinatı Allah yaratmış, sosyal ve tabiî kanunları varetmiştir.
O kanunlar insanların aklı ve ilmî metodlarıyla anlaşılıp kavranır.
Allah peygamber ve kitapları da göndermiş ve aklın kâinatı kavraması usullerini öğretmiştir. Böylece öğrenilerek benimsenen ilâhî yani tabiî ve sosyal kanunlara inanıp uyanlar kurtulmakta; inanmayıp inkâr eden ve uymayanlar ise helâk olup gitmektedirler.
İnsanların yaptıklarını diğer insanlar niyetlerine ve hele hele peşin hükümlerine göre değerlendiremezler. Bu değerlendirme ilmî ve İslâmî değildir.
* * *
Yazara göre,
Türkler Tanrı'nın isteğine göre değil
kendi akılları ile hareket ederler.
"3- Toplumu mutlu kılan ve geliştiren ve Devleti yaşatan şey "ilâhi güç"den ziyade iyi yönetim ve iyi lider anlayışı. Toplumun kaderini çizen Tanrı değil doğrudan doğruya toplumun kendisi.
Tonyukuk'un sözlerini iyice eleştirecek olursak görürüz ki Türk'e özgü AKILCILIK her şeye üstün bir değer niteliğiyle iş görmektedir. Nitekim yukarıdaki satırları tekrar gözden geçirecek olursak şu satırların özelliği göze çarpacaktır: "... ve ben böyle düşündüm. Sonra ne zamanki gök (Tanrı veya içten gelen ses) bana içimden bir ses verdi, onu hakan olmağa zorladım..."(s. 99)
"Gökten gelme" yardımı, yahut itişi daima ikinci planda, AKLIN rehberliğininin gerisinde tutuyor...(s. 100)
Bütün bu yukarıda aldığımız sözlerden anlaşılmaktadır ki Türk'ün şeriat öncesi devlet yaşamları akılcı zihniyet temeline oturtulmuş idi... Tonyukuk'un bu akılcı ve olumlu tutumunu şimdi geliniz bin veya 1300 yıllık bir sıçrama yaparak Şeriat sisteminin ve eğitiminin akıldan yoksun kıldığı, çürüttüğü ve beyinsiz hale getirdiği Şeriat sonrası kafa yapısı ile kıyaslayalım... O Osmanlı kafası ki..., hep Tanrı'nın hazırladığı kadere saymıştır. Bu budalaca ve ilkel inanış içerisinde de yok olup gitmiştir...(s. 101)
ALLAH'A İNANMAK VE AKILDAN YARARLANMAK
TABİATTAKİ SİSTEM VE DÜZENİ ALLAH KOYMUŞTUR
İnsanı ve kâinatı Allah veya tabiat yarattı. Allah veya tabiat o insana akıl verdi. Allah veya tabiat, yine o insana yol gösterici rehberler olan peygamberler veya filozoflar gönderdi; kimi büyük peygamberlerle birlikte kitaplar gönderdi. Allah veya tabiatın peygamber veya filozoflarla gösterdiği yola 'şeriat' dendi; onu anlayan ve ona anlaşmalarla katkıda bulunan güce de 'akıl' dendi.
Allah veya tabiatın emirlerine yahut kanunlarına uyarsanız doğru yolu bulur ve kurtulursunuz; bulamazsanız her iki dünyada da helâk olur gidersiniz. Yazılı metinlerden de anlaşıldığına göre İslâmiyet'ten önceki hükümdarlar ve elbette İslâmiyet'in kabulünden sonraki hükümdarlar, tabiata değil Allah'a inanmışlar ve Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu aklı kullanmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki aralarında hiçbir fark yoktur.
İnsanın gerçekten insan olabilmesi için kural ve kriterlerinde objektif olması gerekir.
Yukarıda bahsedilen kural, hem Allah'a inanmak hem de onun verdiği akıl nimetinden yararlanmak iyi ise; Tonyukuk için de, Fatih için de, Mustafa Kemal için de doğrudur. Yok eğer yanlışsa, hepsi için yanlıştır.
İslâmiyet'e göre;
Tabiatta mevcut sistem ve düzen Allah tarafından konmuştur.
Allah insanoğlunu yaratmış ve
evreni öğrenip kavraması için akıl vermiştir.
Allah'a inanıp bildirdiği yola uyanlar kurtulacak;
inkâr edip uymayanlar ise helâk olacaklardır.
Bütün mesele doğru yolu bulmaktır.
Bu yolu kendi başlarına bulanlar da kurtulur,
başkalarının yardımı ve yol göstermesi ile bulanlar da kurtulur.
Asıl mesele, hak ve hakikatın kavranması ve ispatlanmasıdır.
İspata götüren her yol da doğrudur.
* * *
Yazara göre,
Türklerde kanunları kurucular yapar
sonra onlara uyulurdu.
"4- İslâm öncesi Türk devlet yaşamlarının özelliği olarak: Devlet'in, Devlet kurucusu tarafından konmuş TÖRE ve YASA'lara göre yönetilmesi fikri (KANUN) fikri.
İslâm öncesi Türk devlet yönetimi Hükümdar tarafından (ya da devlet'in kurucusu tarafından) konmuş Töre ve Yasalara uygun olarak yürütülürdü. AKIL mahsulu sayılabilecek bu yasalar devletin temel esaslarını oluştururdu. Bu gelenek Türklerin İslâm'a girmelerinden sonra da ve örneğin Selçuklular ve İlhanlılar zamanında da süregelmiş ve ufak tefek değişikliklerle Osmanlı devletine de geçmiştir...(s. 101)
Oysaki İslâm'ın devlet doktrininde Şeriat dışı KANUN diye birşey yoktur. İnsan aklı ürünü olarak KANUN (YASA),İslâm devlet yaşamlarında görülmez. Şeriat dışı KANUN anlayışı sadece Türk İslâm devletlerinde görülmüş ve İslâm hukuk uygulamasında Türk etkisiyle yer almıştır..."(s. 102)
TOPLULUKLAR İKİ ŞEKİLDE OLUŞURLAR;
İSLÂM DÜZENİNDE AKİT SERBESTLİĞİ VARDIR
Topluluklar iki şekilde oluşurlar:
1) Birinci şekil, çıkar çatışması çerçevesinde ya bir 'kuvvet unsuru' gelir, zorla insanları kendisine itaat ettirir ve böylece 'merkezî otorite'ye dayalı devlet oluşur. Daha sonra gelen hükümdarlar da keyfî olarak bu kanunları uygular veya değiştirirler.
2) İkinci oluş şekli ise, çıkar paralelliği çerçevesinde 'hak unsuru' çevresinde insanlar bir araya gelip 'sözleşmeler' yaparlar. Bu sözleşmelere uyanlar bir topluluk oluştururlar. Böylece iyi sözleşmelere sahip olan topluluklar devlet aşamasına gelmiş olurlar. Aksi halde yok olup giderler.
Türklerin devletlerini genellikle anlaşmalar yoluyla kurdukları iddia edilebilir. Osmanlılar'da olduğu gibi yönetime zorla katılmış olan bazı ülkeler de olabilir. İşte bu şekilde kuvvet zoruyla oluşmayıp çıkar paralelliği çerçevesinde hakka dayalı olarak oluşan topluluklar, daha sonra kanunları zor değiştirir ve hukuk devleti olurlar. Aslolan sağlıklı yapılanma modeli de budur. Böyle kurulan sistem ve düzenler insanlığı saadet ve selâmete kavuşturmuştur.
İslâm düzeninde akit serbestliği vardır.
Herkes kendi sözleşmeleriyle ilzam olunabilir.
Ayrıca kent kurucuları vardır ve
kent kurucusu kentin sözleşmesini yapar.
Bir kent bu sözleşmeleri yapanlarca kurulmuş olur.
Kamu hukuku ilkeleri site kurulurken konur.
Bu ilkeler daha sonraları çok zor değiştirilebilir.
İl başkanı veya devlet başkanı
aynı zamanda kendi kurduğu veya bulunduğu kentin başkanıdır.
Yerel yönetim açısından bağımsız olan kentler
kendi başkanları tarafından yönetilirler.
Bu sistemler İslâmiyet'ten önce de sonra da vardır.
İslâmiyet bunların hükümlerini getirmiştir.
* * *
Yazara göre,
Türkler ideolojik savaş yapmıyorlardı.
"5- Türk hükümdarlarının halkın refahını kendilerine amaç yapmış olmaları
(VIII ci yüzyıl...).
Orhun kitabelerinin (yapıtlarının) ortaya koyduğu bir gerçek şu olmuştur ki VIII ci yüzyıl Türk devletlerinde hükümdarlar halkın iyiliğini ve refahını kendilerine başlıca amaç yapmışlardı. Giriştikleri savaş ve futuhat bu amaca dönük olurdu. Bu savaşları ve futuhatı gelişi güzel değil ve fakat kendi halklarının çıkarları gerektirdikce yaparlardı. Oysa ki daha ilerdeki sahifelerde de göreceğimiz gibi İslâm Türk devletlerinde ve özellikle Osmanlı devleti zamanında savaş ve fütühat devletin başlıca görevi idi ve fakat bu savaşlar halkın çıkarları uğruna yapılmazdı. Sadece din emirleri diye ve dinin yayılması adına yapılırdı. Halkın çıkarları gerektirmese de "cihad"lara girişmek gerekirdi. Çünkü Kur'an ve Hadis emirleri bunu böyle emretmişti. Osmanlı devletinin kuruluş amacı "cihad" unsuruna dayatılmıştı...(s. 102,103)
Hele Osmanlı Padişahları için halk sadece sömürülmek, aşağı görülmek, soyulmak, vergi yükü altında inletilmek ve hemen her yıl girişilen savaşlarda asker olarak kullanılmak için yaratılmış bir varlıktı..."(s. 104)
ÇIKAR ÇATIŞMASI YERİNE ÇIKAR PARALELLİĞİ;
İSLÂMİYET
BARIŞ İÇİN SAVAŞI ÖNGÖRÜP MEŞRU KILAR
İslâmiyet'ten önceki savaşlar kavmî amaçlarla yapılıyordu. Uluslar veya hanedanlar kendi çıkarları için savaşırlardı. Halbuki İslâmiyet 'çıkar çatışması' yerine 'çıkar paralelliği' prensibini getirmiş ve savaşları da çıkar paralelliğine dayanan bir sistemin kurulması ve korunması için öngörmüştür.
Diğer bütün kavimler gibi geçmişte Türklerin çıkar çatışması savaşları yaptıkları doğrudur. İslâmiyet'in kabulünden sonra da, özellikle belli bazı dönemlerde barış için savaş yerine, İslâmiyet'i kalkan yaparak bir kavmin veya hanedanın çıkarları için savaşıldığı da doğrudur. Ancak bütün hükümdarlar halkın refahını düşünürler. Bu çok tabiî bir düşünce ve anlayıştır. Çünkü onlar sayesinde güçlü olarak iktidarda kalabilmeleri mümkündür. Karşılıklı menfaat paylaşımı vardır.
Oysa cumhuriyet yönetimlerinde ülkenin kendilerine ait olmaması nedenlerine dayalı olarak, bazılarınca rüşvet kolayca alınıp verilmekte; ülkeleri yıkan bu hastalığın daha da ürkütücü bir merhalesi olarak dış mihraklara ve düşmanlara bile ülke menfaatleri satılabilmektedir. Çağımızdaki bütün diktatörlerin büyük sermaye sahiplerine satılmış olduklarını herkes çok iyi bilir. Dünyadaki dikta yönetimlerini şöyle kısaca değerlendirmeniz, bu gerçeğin anlaşılması için yeterlidir. Aslında şu anda bütün dünyaya hükmeden 'kapitalizm çarkı' genel olarak bu sistem üzerine kurulmuş değil midir?
İslâmiyet insanlara 'kavmiyet' için değil 'barış' için savaşılması gerektiğini; kavimler arasındaki ihtilâfların 'hakemler' yoluyla ve 'tabiî haklar' ilkesine göre halledilmesi gerektiğini kesin olarak hükme bağlamıştır.
İslâm devleti, hakem kararlarına rıza göstermeyen devlet veya devletlere karşı savaşmak zorundadır. Hangi taraf 'haklı' ise onun yanında yer alacaktır; hangi taraf 'kuvvetli' veya hangi tarafta 'çıkar' varsa onun tarafında değil.
Batı mantığına ve anlayışına ters düşse de,
İslâmiyet kesinlikle çıkar çatışmasını önermez;
çıkar paralelliği ve barış için savaşı öngörüp meşru kılar.
* * *
İlhan Arsel'e göre,
İslâmiyet'ten önce Türklerde
halk 'sürü' ve 'köpek' değildi.
"a- Türk'ün İslâm öncesi devlet yaşamlarında HALK'ın "sürü", "köpek" niteliğinde görülmesi diye bir gelenek olmamıştır. Oysa ki Şeriat'ın devlet anlayışında HALK bu kertede tutulmuştur.
Bundan dolayıdır ki HALK, İslâm devlet yaşamları boyunca daima KUL, daima sürü, daima kendisine karşı "haşin" ve "sert" ve çoğu zaman "koyun sürüsü" ve hattâ "köpek" şeklinde davranılmak gereken bir kitle olarakkabul edilmiştir... Göreceğiz ki ünlü İslam düşünürü Cüveyi, zamanının Hükümdarına verdiği öğütler arasında HALK'ı köpek sürüsü gibi gösterip "KÖPEĞİNİ YARI AC TUT Kİ SENİ SADIKANE TAKİP ETSİN" derdi...(s. 104)
Nizam-ul Mülk ise Sasani'lerden kalma bir anlayışla HALK'ı sürü şeklinde görür, gösterir ve Hükümdar'a bu sürü'yü "Korku ve şiddet" yolları ile yönetmesi gerektiğini hatırlatırdı. Halk denilen varlığın KORKU içinde tutulması ve korkutularak yönetilmesi ve HALK'a karşı asla yumuşak davranılmaması (yani HALK'ın insan yerine konmaması) İslâm'ın da öngördüğü bir kural idi...(s. 105)
Ancak ne var ki Türk'ün bu eski gelenekleri zamanla ve Şeriata saplanmakla unutuldu ve yerini HALK'ın KUL-KÖLE-SÜRÜ niteliğinde ele alınması geleneğine bıraktı."(s. 106)
HALK SADECE ALLAH'IN KULUDUR
BAŞKANLAR GÜDÜCÜ DEĞİL NEZARET EDİCİDİR
Yöneticinin tanrı mesabesinde görüldüğü ve kabul edildiği merkezî sistemlerde halk kul ve köle gibidir.
İslâmiyet'te ise halk yalnız Allah'ın kuludur ve hiç kimse bu hususta Allah'ı temsil edemez. Köleler bile yalnız Allah'ın kullarıdırlar. Efendileri konumunda olan insanların kulu değildirler. Çocuklar bile, yıllarca ve binbir meşakkatle kendilerini büyütüp yetiştiren anne ve babalarının kulu değildirler. Bizleri yaratan Rabb'imiz, yalnız Allah'a kulluk edileceğini hükme bağlamıştır. Anne ve babaya ise sadece iyilikler yapılacaktır.
"Bir zamanlar biz İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, anaya - babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin!" Sonra pek azınız hariç, döndünüz; hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz." (Bakara[2]; 83)
"Rabbin sadece kendisine tapmanızı ve ana-babaya da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "Öf!" bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle." (İsrâ[17]; 23)
Hükümdar halkın hâkimi değil hâdimidir. Herkes her zaman biatını geri alarak ülkeyi terketme hakkına sahiptir. Bütün kısas hükümleri, hükümdar ile sade vatandaşlar arasında hiçbir ayırım yapılmaksızın hepsi için de aynen uygulanmak üzere geçerlidir.
Dikkat edilirse, biz yazarın ısrarla kullandığı bazı hayvan kelimelerini kullanmamaya özellikle özen gösteriyoruz. Reddiyemizi belli bir üslup ve seviyede kaleme almaya dikkat ediyoruz. Çünkü öyle bir üslûp kesinlikle ilmî değildir.
Kur'ân-ı Kerîm;
"Ey inananlar, "râinâ (bize bak ve güt)" demeyin,
"unzurnâ (bizi gözet)" deyin" (Bakara[2]; 104) emriyle başkanları 'râî' yani güdücü ve çoban değil; 'nâzır' yani gözetleyici ve bakan yapmış, merkezî sistemin hukuk dışı tutum ve davranışlarını kaldırmıştır.
Herkes mevzuata göre kendi içtihadıyla hareket edecek, başkan ancak mevzuatın dışına çıkıldığı zaman müdahale edecektir.
Yazar ve benzer zihniyette olanların, İslâmiyet öncesinde yaşayan Türklerin, sadece bu hükümlere benzer bir tek cümleleri var mıdır?
* * *
Yazara göre,
Eski Türk hükümdarları halkıyla bütünleşmişti.
"b- İslâm öncesi devrede HÜKÜMDARIN halkına karşı bağlılığı ne kadar samimi ve çok ise İslâm sonrası devrede o kadar az OLMUŞTUR.
İslâm öncesi Türk devletlerinde devlet başkanlarının devlet işlerine karşı ne kerte ciddiyet gösterdiklerini, kendi halklarının mutluluğuna ne kadar önem verdiklerini gerek Orhun Kitabeleri ve gerek Tonyokuk anıları vesilesiyle anlamak mümkündür. Oysa ki İslâm sonrası itibariyle kurulan Türk devletlerinde Hükümdarın ve yöneticinin halka karşı bambaşka bir davranış içerisinde bulunduğunu, halkı kul köle olarak gördüklerini ve çoğu zaman ona "köpek" muamelesi yapma gereğine inandıklarını izlemek mümkündür.
Halka karşı bu haşin ve insafsız tutum, halkı bir düşman gibi görme ve sömürme geleneği özellikle Osmanlı devleti zamanında kendisini iyice göstermiştir.
Bunun için verilecek örnekler gerçekten pek çoktur.
XVII ci yüzyılda İstanbul'da İngiliz Elçiliğinde görevli olarak bulunmuş olan Rycaut, Osmanlı hükümdarlarının ve Paşa'larının ve beylerinin, hep birlik olup halkı nasıl soyduklarını ve ülkeyi nasıl harabeye çevirditlerini anlatır... Bk. Paul Rycaut, The Presént State of The Ottoman Empire, (London 1670, Vol. III, sh. 1 ve d.)."(s. 106)
PEYGAMBER HALKTAN HİÇ AYRILMADI;
BAŞKANLAN HALKTAN AYRI YAŞAYAMAZLAR
İslâmiyet'te Peygamber'in tebaasına 'sahâbe' yani 'sohbet arkadaşı' denmektedir. Peygamber (s) bütün hayatı boyunca hiçbir zaman halktan ayrılmadı. Ne kapıcısı, ne bekçisi, ne de koruyucusu vardı. İki kişinin zor yatabildiği bir odada hasır üzerinde ömrünü geçirmiş ve tamamlamıştır. Camide herkesle birlikte olmuş ve sohbetlerini de sahâbeleri ile beraber yapmıştır.
İnanmayan müşrikler veya münafıklar, diğer peygamberlere yapıldığı gibi Hz. Peygamber'e de, aşağı takım olan fakir ve kölelerin mescide gelmemesini önermişler; Kur'ân bu talebe şiddetle ve kesinlikle karşı çıkmıştır. Kadın, erkek ve çocukların katıldığı toplantılarda Hz. Peygamber sadece başkanlık ve öğretmenlik yapıyordu. Ondan sonra gelen dört halife de aynı hayatı sürdürdüler.
Asr-ı Saâdet'ten sonra başlayan saltanat devrinde başkanlar ve yöneticiler halktan kopmuşlardır. Türklerde de uygulamanın böyle olduğu, Türk törelerinden biliniyor. Büyüklerin yanında konuşmak, hâlâ en büyük saygısızlık kabul ediliyor. Yönetimde birlikte bulundukları halde, Kenan Evren'in yanında diğer konsey komutanlarının konuştuğu görüldü mü? Başka dillerde bulunmayan 'abla' ve 'ağabey' rütbeleri, Türklerdeki bu sosyal yapının ve askerî disiplin anlayışının bir sonucudur.
İslâmiyet;
Başkanların halktan ayrı yerlerde ve saraylarda oturmasını, halkından başka özel koruyucular bulundurmasını kaldırmıştır.
Peygamber (s)'in arkasından dolaşan iki koruyucu vardı. Kur'ân'da, "Allah seni korur" buyruluyor.
Yani bu ifadenin anlamı, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan topluluğun; yani senin cemaatin ve arkadaşların seni korumuyorsa, onlara başkanlık etme, demektir.
Peygamber (s) de o koruyucuya; "Allah beni koruyor" demiş ve göndermiştir. Gerçek halk başkanlarının böyle yaşaması gerekir.
* * *
Yazara göre,
İslâm'dan önceki Türk devletlerinde egemenlik.
"6- İslâm'dan önceki Türk devletlerinde "EGEMENLİK".
İktidar'ın (egemenliğin) kaynağının ne olduğu ve onu kullanacak olana ne şekilde geçtiği, devletin örgütlenmesi ve saire gibi konularda kesin bir fikre sahip olmak mümkün görülmemektedir...
Her ne olursa olsun şu muhakkak ki İslâm'dan önceki Türk yaşamları, Araplarda olduğu gibi anarşik ve aşiret hali şeklinde değil ve fakat askerî asalete dayanan ve örgütlenmiş bir nitelik taşımaktadır. İktidar, mutlak nitelik içerisinde dahi olsa, bazı kısıntılara tâbi olarak ve toplumun lehine olacak şekilde kullanılmaktadır. Arap'ın İslâm'dan önceki ve sonraki sınırsız iktidar keyfilikleri bahis konusu değildir."(s. 107)
BUCAKLARDA BAŞKANI HALK SEÇER;
BAŞKAN TEMSİLCİLERİN İTTİFAKI İLE SEÇİLİR.
Allah'a inananlar;
Egemenliği daima Allah'a bırakmışlardır.
Ancak Allah'ın yeryüzündeki halifesi;
Cemaattır, topluluktur.
Onlar, Allah tarafından kendilerine tevdi edilen emanetleri, kayıtlı ve kontrollü olarak başkana verirler. Gerektiğinde hicret etmek suretiyle de başkanı azletmiş olurlar.
Başkanı bütün millet/ kavim/ devlet değil, halkın seçilmiş vekilleri olan temsilciler seçerler.
Bucaklarda yani kabile/ cuma birimlerinde ise halk kendi başkanını kendisi seçer.
İslâmiyet'e göre ;
Önerilen seçim sistemi, 'biat' ve temsilcilerin 'ittifakla' başkanlarını seçmesidir. Uygulama olarak, kendi aralarından birini başkan seçinceye kadar hiç kimsenin bir odadan dışarıya çıkmamasıdır.
Halife Ömer uygulaması bunun bir örneğidir. Hz. Ömer, temsilcilerden (ehlü'l-akd) seçim yapmadan dışarı çıkanın kafasını uçurun tavsiyesinde bulunmuştur. Vatikan'daki Papa, hâlâ bu usulle seçilmektedir.
Ama başka usullerle başkanlarını seçen kabile, şa'b veya kavimlere de Allah müsade ediyor. Yani akıllarını kullanarak en uygun seçim sistemleri geliştirmeleri ve uygulamaları konusunda insanları serbest bırakıyor.
* * *
Yazara göre;
Kanun yapma usulünü Türkler getirdi.
"7- ŞERİAT DIŞI "KANUN" sistemi sadece TÜRKLERDE
İslâm'ı kabul ettikten sonra TÜRK'ün Şeriat içinde erimiş olmakla beraber İslâm öncesi bazı niteliklerini her şeye rağmen koruyabildiği alanlardan biri de HÜR İRADE ile ilgili olan alandır. Şöyle ki: İslâm'ı benimsemiş olmasına rağmen ve şu durumda Şeriat dışı (Kur'an ve Muhammed emirleri dışı) başkaca hiç bir irade'ye göre davranmaması gerekirken Türk'ün yaşamlarına "KANUNNAME"ler ve "Fermanlar" egemen olabilmiş ve onun siyasî ve sosyal yaşantıları ŞERİAT dışı bu esaslara göre düzenlenebilmiştir... Bu hususlar için bk. Paul Wittek, "Le Role des Tribus Turques dans l'Empire Ottoman", Dans, "Mélanges Georges Smets", Université Libre de Bruxelles, Bruxelles 1952. sh. 665-676."(s. 107)
ÖZEL HUKUK VE KAMU HUKUKU
SÖZLEŞME YAPILIR VE İLÂN EDİLİR
İslâmiyet'te mezhepler vardır.
Özel hukuk, içtihatlarla oluşmuş olan mezheplerle tesbit edilir ve herkes kendi mezhebine göre hareket eder.
İslâmiyet'te kabileler (bucaklar) vardır. Bunlara da kanton gözüyle bakabiliriz. Nüfusları 3000 ile 10000 arasındadır.
Kamu hukuku ise, o siteyi kuranlarca düzenlenir. Önceden beyan edilip bildirilir. Sonra isteyenler o kabileye girdiler mi, artık onların kanunnameleri uygulanır.
İl merkezlerinde de merkez kabileler vardır. İl başkanı ilin başkanı değildir. Kendi merkez bucağının başkanıdır. ve merkez bucağı diğer bucakların başkanıdır.
İlçe merkez bucakları da il başkanına aittir; vekili tarafından yönetilir. Devlet başkanı devletin başkanı değildir; merkez bucağının başkanıdır. Bu kabile diğer illeri de yönetir; başkan yönetmez.
İl ve bucaklar iç işlerinde tamamen serbesttirler.
Osmanlılar da genel olarak bu sistemi uygulamışlar, ancak bazı yerlerde de sınırı aşmışlardır. Bu sınırların neler olduğunu zaman zaman ve yeri geldikçe biz de açıklıyoruz.
İslâmiyet'e göre;
sözleşme yapılır ve ilân edilir.
Herkes kendi hür iradesiyle benzer sözleşmelerden istediğini seçer.
İnsanlar, kendi seçtikleri mezheplere göre özel hukuka;
seçtikleri bucağa göre de kamu hukukuna tâbidirler.
* * *
Yazara göre,
Türkler kadını hakan yapmışlardır.
"8- ŞERİAT'tan önce KADIN'a büyük değer veren ve onu DEVLET'in BAŞINA HÜKÜMDAR OLARAK GEÇİREBİLEN TÜRK, ŞERİAT'tan sonra Kadın'ı geri plana almıştır.
Şeriat'ın kadını ne derece aşağılattığı ve küçülttüğü, onu erkeğe nazaran nasıl yarı insan niteliğinde kıldığı, üzerinde ayrıca durulacak bir husustur...
İslâm'ı kabul etmeden önce Türklerin devlet yaşamlarında Kadın'ın ne önemli bir rol oynadığı, çeşitli devrelerde nasıl devlet başkanlığı veya genel valilik gibi önemli işler gördüğü hep bilinen tarihi gerçeklerdendir...(s. 108)
ŞERİAT'ın temel hükümlerine göre KADIN İKTİDAR SAHİBİ OLAMAZ, DEVLET BAŞKANLIĞI (veya buna benzer) GÖREVLER ALAMAZ.
Gerçekten bu tarihte (630) Muhammed'e İran hükümdarı Kisra'nın öldüğü bildirildiğinde: "Onun yerine kimi seçtiler?" diye sorması üzerine "Kızı seçildi" diye cevap verilmesi üzerine Arap Peygamberi'nin "Devlet işlerini bir kadına bırakan milletler başarılı olamazlar" dediği ve bununla kadınların devlet yönetimine getirilmelerinin sakıncalı ve yasak olduğunu anlatmak istediği belirtilmiştir. Bu hususlar İbn Kuteyba'nın Uyun al-Ekber adlı yapıtında bulunmaktadır."(s. 109)
K A D I N,
İLMî, DİNî VE MESLEKî KURULUŞ BAŞKANI OLUR;
SİYASî KURULUŞ BAŞKANI VE KOMUTAN OLAMAZ
İnsan diğer canlılar gibi erkek ve dişi olarak yaratılmıştır.İnsanoğlu ayrıca aile hayatı sürdürmektedir. Kadın çocuk doğurmakta, emzirmekte ve büyütmektedir. Erkek de buna karşılık aileyi geçindirme ve koruma külfetini yüklenmiştir.
Evin iç işlerinde kadın sorumlu ve başkandır; dış işlerinde erkek, sorumlu ve başkandır. Bu işbölümü bedenî ve ruhî yaradılışın tabiî bir sonucudur ve kadının korunması ile ilgili bir uygulamadır. Erkek kadının hâdimidir.
Kadın görevlerini kendi gücüyle yapabilme, dolayısıyla bir topluluk oluşturabilme durumunda değildir. Erkek de, tek başına ne geçim için gerekli mal ve malzemeleri temin edebilir, ne de savunma alanında gerekli organizasyon ve düzenlemeleri yapabilir.
Erkek, bütün bu işlerle yükümlü olan diğer erkeklerle birleşerek ordu ve askeri teşkilat kuruyor. Geçimin sağlanması amacıyla ortak üretim organizasyonlarına giriyor ve bu ortak işler sırasında tabiî olarak hukuk da oluşuyor. Bütün bu oluşların ve organizasyonların bileşkesinden de 'devlet' dediğimiz organ ortaya çıkıyor.
Bu anlatım ve tanımlamalardan sonra, sonuç olarak diyebiliriz ki; erkekler kadın içindir ama devlet kadın için değil erkek içindir. Bu durumun tabiî sonucu olarak da kadın devlet yapısından uzak kalmıştır. Tarihte de verasetin getirdiği zorlamalar dışında, daima erkek devlet başkanı olmuştur. Türklerde de bu uygulamaların dışında farklı bir şey olmamıştır. İslâmiyet'te ise saltanatın verasetle bir ilgisi olmadığı için böyle bir durum ortaya çıkmamıştır.
İslâmiyet'e göre;
İki türlü ehliyet vardır:
1) Vücub ehliyeti,
2) Edâ ehliyeti.
Kadının hem çocuk doğurmaya gücü yetmekte hem de bunu yapmakla mükellef bulunmaktadır. Kadın savaşabildiği halde, savaşmakla mükellef değildir. Kadın çalışıp para ve mal kazanabildiği halde, nafakası kocası tarafından temin edilmiştir yani nafaka temin etmekle mükellef değildir. O halde, kadın nafakanın edasına ehil olduğu halde, edanın vücubuna ehil değildir.
Kabul edilen genel kaide şudur:
Yapmakla mükellef olmayanlar, yapma ehliyetine sahip olsalar bile, yapmakla mükellef olanlara başkanlık yapamazlar. O halde, askerlik hizmetini yapmakla mükellef olmayan kadınlar, askerlik hizmetini yapmakla mükellef olan erkeklere komutan olamazlar.
İslâmiyet'te başkanlar aynı zamanda komutan olduklarından dolayı, kadınlar siyasî teşekküllere başkan olamazlar; siyasi partilerin başkanı da olamazlar. Çünkü siyasi parti başkanları komutandırlar.
Ama kadınlar ilmî teşekküllerin, dinî teşekküllerin ve meslekî teşekküllerin başkanı olabilirler. Çünkü bu teşekküllerde erkeklerin de zorunlu yükümlülükleri yoktur. Bütün bunlara rağmen, kadınlar isterlerse savaşa katılabilirler ve seçimlerde oylarını kullanırlar.
* * *
Yazara göre,
Türklerde din hürriyeti vardı.
"9- HOŞGÖRÜ ve DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİNE SAYGI KONUSUNDA.
ŞERİAT zihniyeti yaşamından uzak kaldığı sürece Türk'ün (ve Türk'ün her dalının) geniş bir hoşgörüye sahip olduğuna ve din ve vicdan serbestisine saygı gösterdiğine sayısız örnekler vermek mümkün.
Moğollar, hiç kimsenin din ve inancıyla meşgul olmak istememişler ve herkesi kendi inanışlarında tam bir serbesti içerisinde tutmuşlardır... Cengiz Han, bu hoşgörü örneği verenlerin en tipik bir temsilcisi olmuştur. Müslümanları nasıl saygıya layık görmüş ise hıristiyanları da veya putperstleri de aynı şekilde saygıya layık kimseler olarak görmüştür...(s. 110)
Hemen söylemek gerekir ki Cengiz Han'ın ve onun yöneticilerinin ve evladlarının göstermiş oldukları bu hoşgörü örneğini başta İslam Peygamberi olmak üzere İslam'ın hiç bir devrinde hiç bir hükümdar (pek az istisnasiyle) gösterememiştir."(s. 111)
İSLÂMİYET'TEN ÖNCE DİN HÜRRİYETİ YOKTU;
İSLÂMİYET'E GÖRE İKİ TÜRLÜ CEMAAT VARDIR.
İslâmiyet'ten önce, toplulukların ayrı ayrı peygamberleri ve şeriatları vardı. Toplulukları din yönetiyordu. Dolayısıyla bir devlet içinde farklı din mensupları yoktu.
Putperestlerde ise tanrı zaten hükümdardı ve başka dinlerin o toplulukta hiçbir hayat hakkı yoktu. Çağımızdaki her çeşit diktatörler de dinlerin amansız düşmanları olup halkı adeta kendilerine zorla ve dayatarak taptırmaktadırlar.
İslâmiyet, yeryüzünde ilk defa devlet ile dini birbirinden ayırdı ve bir devlet içinde değişik cemaatlerin ve din mensuplarının yaşamalarına imkân verdi. Farklı dinlere mensup olanlar aynı devlet sınırları içinde yaşamaya/ yaşayabilmeye başladılar.
Son Peygamber Medine'de işte böyle bir devlet modeli kurdu ve uygulamasını da bizzat kendisi yaptı. İslâmiyet'ten önce din hürriyeti hukuk olarak da yoktu. Sadece bazı hükümdarlar geçici ve istisnâ olarak dinî bazı müsamahalarda bulunmuş olabilirler.
Batı dünyası, İslâmiyet'ten ancak bin yıl sonra 'lâiklik' adı altında İslâmiyet'teki bu özgürlüğü keşfetmiş, öğrenmiş, uygulamaya çalışıyor; ama hâlâ tam olarak uygulayamıyor. Gerçek din özgürlüğü merhalesine tam olarak geçemedikleri için Avrupa Topluluğu'nda Türklere hâlâ yer bulunamıyor. Genel olarak Batı dünyasında ve özel olarak da Balkanlar'da hâlâ Müslümanların zorunlu tehciri/ göçü veya etnik temizliği sözkonusudur. Son yıllarda Bosna ve Bulgaristan'da meydana gelen gelişmeler bunun en önemli çağdaş kanıtlarıdır. Dünyadaki kötü örnekleri ise sayılamayacak kadar çoktur.
İslâmiyet'e göre;
Her türlü cemaat dinî teşkilâtını kurar ve devlet içinde kendi dinî ve örfî hukukunun gerektirdiği kurallar çerçevesinde özgürce yaşar.
Hattâ dinsizler yani çağımızdaki ateistler bile bu hür ortamdan yararlanarak bir teşekkül kurar ve diğer dinler gibi onlar de bu haktan yararlanırlar. Kendi sitelerinde kendi kamu hukuklarını uygulamaları konusu da yine kendilerine aittir.
Ancak konunun bir başka boyutunu da ele almamız gerekmektedir.
İslâmiyet'e göre iki türlü cemaat vardır:
1) Bunlardan biri, ülkenin savunmasına yani savaşa katılmayı kabul edip askerlik hizmetini yerine getirmek isteyen cemaatlerdir. Kur'ân'da bu cemaatlere 'mü'min'; fıkıhta ise 'müslim' denmektedir.
2) Diğeri de, kendi sitelerinde kendi mezheplerinin kurallarına göre yaşamakta, savaşa katılmak istemeyenler de 'askerî bedellerini vererek' ülke savunmasına bizzat bedenen katılmadan yaşayabilmektedirler. Kur'ân'da bunlara 'müslim'; fıkıhta ise 'zımmî' denmektedir. Böyle bir düzende hiç kimse savaşa katılmaya zorlanmamaktadır. Bu bölünme için herhangi bir şart yoksa da uygulamada Ehl-i Kitap ve diğerleri zımmî sayılmıştır. Oysa ne Kur'ân'da ne de Peygamber'in ilk anayasası olan 'Medine İttifakı'nda böyle bir ayırım yoktur.
* * *
Yazara göre;
Türkler İslâmiyet'ten önce istikrarlı devletler kurdular.
"10- "SÜREKLİ" ve "İSTİKRARLI" Kararlı (DEVLET YAŞAMINA) TÜRKLER İSLAM SAYESİNDE DEĞİL, FAKAT İSLAM DÜNYASI BU GELENEĞE TÜRKLER SAYESİNDE KAVUŞMUŞTUR, GÖRÜŞÜ:
Türk'ün İslâm öncesi yaşamlarına yabancı ve hatta düşman olan Şeriatcı çevrelerimizin inancı ve iddiası odur ki "Sürekli" ve "İstikrarlı" devlet sistemini Türkler İslâm'a girdikten sonra öğrenmişlerdir. Oysaki tarihi veriler bunun böyle olmadığını ve aksine istikrarlı ve sürekli devlet yaşamı geleneğini İslâm ülkelerine Türklerin getirdiklerini ortaya vurmuştur.(s. 111)
"Osmanlı Türkleri, gaddarlıkla veya yakarak ve yıkarak da olsa... ve fakat muhakkak ki en etkili şekilde tek bir egemenlik altında (çeşitli İslâm ülkelerini birleştirerek) birlik kurmağa ve bu birliği yaşatmağa muvaffak olmuşlardır..." BK. Albert Howe Lybyer, The Government of the Ottoman Empire in the Time of Suleiman the Magnificent, (New York 1966; İlk baskı 1913). (s. 112)
İLK DEVLET VE MEDENİYETLER, SÜPER GÜÇ VE;
HAKKA DAYALI İSLÂM DEVLETLER TOPLULUĞU.
Yeryüzünde ilk devleti kuranlar;
Hz. Nuh'un çocukları Mezopotamyalılardır.
Devlet düzeninin ilk öğretmeni ise;
İbrahim Peygamberdir.
Hukuk devletini kuran ilk kavim;
Hz. Musa'nın önderliğindeki İbranîlerdir.
Lâik devletin oluşmasına ilk imkân veren topluluk;
Hz. İsa'nın rehberliğindeki Hıristiyanlardır.
Uluslararası barış devletlerinin ilk kuruluşunu da;
Son Peygamber Hz. Muhammed şahsında ve örnek uygulamasında
İslâmiyet ve Müslümanlar gerçekleştirmiştir.
Mısır ve Hint medeniyetleri de genel olarak bu gelişmeler içinde yer alırlar. Çin'de de en az bin yıl sonra bir medeniyetin oluştuğunu tesbit edebiliyoruz. Orta Asya'da ise ancak ikibin yıl sonra devletin varlığına rastlayabiliyoruz. Ne var ki bütün bunlar, gerçek bir yeni medeniyet kurma aşamasına gelemiyen ve insanlığa orjinal bir medeniyet bırakmayan topluluklardır. Bu çağlarda yaşayan Türkler için de aynı değerlendirmeler geçerlidir.
İslâmiyet'in gelişinden sonra ise Türkler açısından durum değişmiştir. Türkler Müslüman olduktan sonra, İslâm Medeniyeti'nin korunma ve yayılma yükünü önce Seçuklular yüklenmiş, daha sonra da Osmanlı-lar bu hizmeti görmüşlerdir. Osmanlılar bir müddet sonra ve belli bir merhaleyi aşınca imparatorluk yani 'süper güç' hâline gelmişlerdir. Bu merhaleyi aşamayan devletler süper güç olamazlar. Çünkü süper güç veya devlet olabilmek sadece güç ve kuvvetle mümkün olmuyor; insanlığa ayrıca medeniyet alanında da hizmet vermiş olmak gerekiyor.
Bu hizmet her kavme nasip olmaz.
Mezopotamyalılar, Mısırlılar, İbranîler, Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar, Emevîler, Endülüslüler, Abbasîler ve en son olarak Seçuklular ile Osmanlılar yani Türkler bu büyük şerefe eriştiler. Çağımızda yani hâlen yaşadığımız dünyada bu yükü Amerikalılar taşımaya çalışıyorlar. Bir ara İngilizler bu hizmete heveslendiler ama başaramadılar.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkler, İslâmiyet sayesinde medeniyet kurucusu ve koruyucusu olan devletlere sahip oldular.
İslâmiyet'e göre;
Süper devlet anlayışı yerine 'hakkı üstün tutan dünya görüşü'ne göre kurulmuş bulunan devletlerin birbirleriyle dayanışması sistemi vardır. İslâmiyet böyle bir devletlerarası ilişki ve işbirliği organizasyonunu öngörmektedir.
Bu sistemi benimseyen devletlere 'İslâm/ Müslüman Devletler Topluluğu' denebilir ve bu birliği oluşturan devletler haksızlık yapan herhangi bir devlete karşı birlikte cephe alırlar. Ancak sözkonusu haksızlık hakemler yoluyla tesbit edilmelidir.
Bu sistemi genel olarak benimseyen ve hakem kararlarına uyan devletler 'İslâm Devletler Topluluğu' üyesidirler ve bu devletler kendi aralarında savaşmazlar. Sadece hakkı üstün tutmak ve hakem kararlarını uygulatmak için savaşırlar.
* * *
Yazara göre,
Türklerin yönetimi iyi, meşru ve adil yönetimdir.
"11- "İnsana değer veren" İYİ yönetim sistemi:
VIII ci yüzyılın ünlü Arap tarihçisi Cahiz'in, Türklerle ilgili bir kitabında İKTİDAR-KİŞİ ilişkileri bakımından eski Türklerin meziyetlerinden bahseden bir bölümü vardır ki ibretle okunmaya değer: "Ve (Türkler) insan değeri konusunda bilgisi (ve saygısı) olan ve kötü geleneklere alışkanlığı bulunmayan, kaprisleri olmayan, bir ülkeyi diğer bir ülkeye eşitsiz kılmayan, bütün işlerinde tedbirli davranan, nereye giderse oraya adalet götüren hükümdarlara rastladıkları an ne kadar talihli olduklarını anlarlar ve en büyük dürüstlükle davranırlar ve içgüdü zorlamalarını terkederler ve gerçeği seçerler... ve adaleti geleneklerine üstün sayarlar ve kendilerini zulum yönetimi yerine meşru yönetime terkederler."
Basralı Cahiz'in Türkler ile ilgili bu kitabının İngilizce çevirisi için bk. C. T. Harley, "Jahiz of Basra to al-Fath Ibn Khaqah on the Turks and the Army of the Kalifate in Genaral..." (In "Journal of the Royal Asiatic Society", London 1915, sh. 681-2).(s. 113)
HAKKI VE KUVVETİ ÜSTÜN TUTAN YÖNETİMLER;
HER TOPLULUKTA ADİL VE ZALİM OLANLAR VAR.
İki türlü yönetim şekli vardır:
1) Birincisi, kuvvetliyi haklı kılan dünya görüşüne dayanan ve kanlı çatışmalar sonucunda tesis edilen dayatmacı yönetim.
2) İkincisi ise, haklıyı kuvvetli kılan dünya görüşüne dayanan ve çıkar paralelliği çerçevesinde kurulan dayanışmacı yönetim. Bu devlet, birbirleriyle anlaşabilen insanların birleşerek oluşturdukları bir devlettir.
Genel olarak başlangıç merhalesinde hakkı üstün kılan devletler kurulur; daha sonra bu devletler giderek hakka dayalı uygulamalardan uzaklaşmaya başlar ve belli bir merhalede kuvvetliyi haklı kılan bir devlet biçimine dönüşürler.
İslâmiyet'e göre;
Bu dönüşümün önlenmesi ancak İslâm devletlerinin varlığına bağlıdır. I. İslâm Medeniyeti bunu tam olarak tesis edememiştir. Ancak II. İslâm Medeniyeti, kuracağı yeni sistem ve geliştireceği düzenlemelerle bunu tesis edecektir.
Bir devlet 'kuvvet' dayatmalarıyla kurulmamışsa 'adil' olmak zorundadır. Uygulamada da böyle olduğu görülmüştür. Ancak çökme merhalesine girildiğinde haktan sapmalar başlar ve belirli seviyelerde adalet diye bir şey kalmaz, zulüm hükümran olur.
İslâmiyet'e göre;
Bir ırkın her zaman ve topyekün ,
Adil veya zalim olması sözkonusu olamaz.
Bir toplulukta adil olanlar da zalim olanlar da vardır.
Aynı şey insan için de geçerlidir.
Bir insan bazan adil davranır, bazan da zalim olabilir.
Her türlü davranışının hesabını da mutlaka Allah'a verir.
* * *
Yazara göre;
Türkler kaderci değildirler.
"12- VIII ci yüzyılda Türk insanına (Türk çocuğuna) aşılanan dünya ve ahlâk anlayışı: "Kendi kaderine kendin egemen ol".
Türk'ün İslâm'dan önceki yaşamlarında özellik taşıyan diğer bir husus da kader sorumluluğu bakımından kendini gösterir. Bu bakımdan Türk'ün Arap'tan çok farklı bir kader anlayışı olmuştur. VIII ci yüzyıla ait Orta Asya Türk yapıtlarından anlaşılmaktadır ki o devirlerde Türk çocuğunu ve Türk insanına ilk öğretilen şey "Kendi kaderine kendin egemen ol" felsefesidir... Bk. M. Aurel Stein, Exploation in Central Asia, 1906-8", (In "Geographical Journal" july-September 1909).
Oysa ki o devrin Arap'ı (İslâm'dan önce ve sonra) kendi kaderine sahip olma kavramından yoksun ve sadece tabiat üstü güçlere kendini terketmiş olarak yaşamaktadır.
Daha ilerdeki sahifelerde göreceğiz ki İslâm devleti'nin müstebid ve mutlak devlet olarak yerleşmesi, ARAP'ın çöl koşulları içerisindeki KADERCİ niteliği nedeniyle olmuştur. Türk'ün Şeriat zihniyeti içerisinde erimişliği sonucu olacaktır ki kaderci felsefe Türk'ü sarmış ve istibdat rejimlerine alıştırmıştır."(s. 113,114)
KAVİMLER ARASINDA FARK YOKTUR
KÜLLÎ İRADE VE CÜZ'Î İRADE VARDIR
'Küllî irade'ye inanmayan topluluk yoktur. Allah'a inanç da zaten budur. 'Cüz'î irade'yi kabul etmeyen fert de yoktur. Bundan dolayı her fert olanca gücü ile çaba sarfetmekte ve şartların düzeltilmesi için gayret göstermektedir. O halde kavim ve toplulukları 'kaderci' veya 'iradeci' diye ayırmak külliyen yanlıştır. Yazarın iddialarının hiçbir ilmî dayanağı yoktur. Bu yazılanlarda, Arsel'in ardniyeti ve saptırmaları dışında bir gerçek görülmemektedir.
İlhan Arsel, Türklerle Arapların arasını açmak ve böylece Türkleri Müslümanlara, Müslümanları da Türklere düşürüp düşman etmek amacıyla, hep sömürü peşinde olan emperyalist sermaye çevrelerinin ağzıyla konuşup yazmaktadır. Bu zihniyete hizmet etmek maksadı ile kitaplar yazıp üniversite yayınları arasında bile yayınlatabilmektedir. Bir fakülte veya üniversitenin böylesine sığ görüşleri içeren kitapları yayınlamış olması gerçekten üzücü ve düşündürücüdür. Doğrusu bu tür gayr-i ilmî iddialara hiç cevap vermemek belki daha doğru kabul edilebilir. Ancak bu zihniyete kapılan bazılarının kafasında şüpheler uyanır ve farkına varmadan yanlış düşünürler yani yanlışı doğru sanırlar endişesiyle, böyle bir çabanın içine girme gereği gördük. Bu açıklamaları bu amaçla yapıyoruz.
Ele alınan konu açısından bakıldığında, Türklerin Araplardan veya başka kavimlerden hiçbir farkı yoktur. Elbette kavimler arasında bazı meziyet ve özellik farklılıkları olabilir. Bu farklılıklar belli üstünlükler sağlar. Burada bir noktaya daha önemine binaen işaret etmeliyiz. Hiç kimse İslâmiyet'ten önceki Türk devletlerinin İslâmî devletler olmadıklarını söyleyemez. Çünkü her kavme peygamber gönderilmiştir. Dolayısıyla eski Türklere de peygamberler gelmiş ve onlara gerçekleri öğretmiş olabilir. İslâmiyet ise yalnız Türkleri değil, ona inanan ve uygulayan bütün kavimleri yüceltmiştir. Samimiyetle inanarak ve delillere de dayanarak söylüyoruz ki; bugünkü Batı Medeniyeti de Kur'ân'ın ve İslâmiyet'in eseridir. İslâmiyet'in Avrupa ve Batı Medeniyeti'ne olan etkisi, gelecekte yapılacak araştırmalarla daha iyi anlaşılacaktır.
İslâmiyet'e göre;
'Küllî irade' vardır ve kaderi belirler.
Onun için insan geleceğe yerinmemelidir.
'Cüz'î irade' vardır ve geleceği belirler.
Orada da insanoğlu asla gevşememelidir.
"Sabrederseniz galip gelirsiniz...",
"Gevşemeyin, dağılmayın..."
tavsiyelerinde bulunan Kur'ân âyetleri
'kader'i değil toplumsal yasaları yani 'Sünnetullah'ı anlatır.
İnsan bunları iyi bilir, anlar, kavrar ve
dünya hayatını buna göre düzenlerse başarılı olur.
ÜÇÜNCÜ KONU
ŞERİAT SONRASI DEVRE
İlhan Arsel'e göre,
Şeriat Türk toplumunu akıldışı, despotik, antilâik,
sınıflı, tabiî hukuk anlayışından yoksun ve milliyetsiz
bir topluluk yapmıştır.
"ŞERİAT sonrası devre itibariyle niteliklerini yitirmesi ve demokratik ve uygar devlet olma yönünde gelişememesi.
Şeriat sistemine girmekle Türk:
1- Akılcı yönlerini Şeriat'ın getirdiği ilâhî hukuk üstünlüğüne terketmiştir.
2- Şeriat'ın var kıldığı despotizm nedeniyle beşerî gelişmeden yoksun kalmış ve kişisel niteliklerini kaybetmiştir.
3- Şeriat'ın gereklerine uymak zorunluğu yüzünden savaştan başka hiç bir işle uğraşamaz olmuştur.
4- Din ve devlet birliği sistemi nedeniyle meşrutiyet ve demokrasi yönünden yol alamamıştır.
5- Orta sınıfın doğmaması ve halkın eğitimden yoksun kalması yüzünden temsilî demokrasiye erişememiştir.
6- Tabiî hukuk fikrinin yokluğu nedeniyle hürriyet gelişmesi sağlayamamıştır.
7- İslâm'ın "Ümmetçi" havası içinde erimiş ve millî'lik bilincinden yoksun olarak kendi öz niteliklerini geliştirememiştir.(s. 115)
Arap'ı ve Türk'ü yakından tanıyan bir yabancı yazar her iki milletin insanını kıyasyadıktan sonra,...
"Bedeviî ... çalıp çırpma niteliğiyle ve cimrilikle itham edilir. Fakat meziyeti odur ki başarısızlıkları için geniş değişimler yapar. Oysaki Türk, bedevînin sahip olduğu kötü yönler yanında pek nadiren iyi nitelikler taşır..." Bk. John Lewis Burckhardt, Notes on the Bedouins and Vahabys, (London 1831, Two volums, Yukardaki pasaj için, Vol. I. sh. 359).(s. 116)
UYGULAMALAR AÇISINDAN BAZI KAVRAMLAR
HANGİ DEVLET DÜZENİ VE SİSTEMİ DAHA İYİDİR?
Akılcılık:
Akıl, doğru ile yanlışı ayırır. Bu ayırmayı kabul etmemek akıldışılıktır.
Meselâ, birisine silahla ateş ettiğiniz yani kurşun attığınız zaman o adam ölür. Bu gerçeği akıl öğretir. Ancak 'bu adam ölsün mü yoksa kalsın mı?' konusunu akılla tesbit edemezsiniz. Bu konu duygu ve vicdan işidir.
Şeriat akla dayanır, ancak aklın istediğimiz sağlıklı istikamette kullanılabilmesi için dine ihtiyaç vardır.
O halde Osmanlılar akıldışı davranışlarda bulunmuşlarsa, bu durum İslâmiyet'ten değil eski gelenek kalıntılarından kaynaklanmıştır. Ayrıca Türklerin akılcı yönlerini terkederek akıldışı davrandıkları iddiasının hiçbir ilmî dayanağı da yoktur.
Despotiklik:
Despotizm, inançsız insanların başkalarına zulüm yapmaktan zevk almaları ve böyle bir uygulama içinde olmalarıdır.
İslâmiyet zulmü şiddetle yasaklanmıştır. Zulümle abad olunmaz.
Yazarın bu iddiasının da bir dayanağı olmamakla birlikte, diyebiliriz ki; şayet Osmanlılar'da despotizm görülmüşse bu da Avrupalılar'ın onlara bulaştırdıkları bir hastalıktır. Çünkü bu hastalığın kaynağı Batı dünyasıdır. Ancak bu iddianın da ilmî bir dayanağı yoktur.
Antilâiklik:
İnsanları zorla bir dine sokmak veya halkı o dinin gereklerine göre yönetmektir.
İslâmiyet'te her din ve site kendi yönetiminde bağımsızdır. İslâmiyet, teori ve uygulama olarak bütün dünyaya bunu öğretmiştir. Avrupa'daki lâiklik de, Müslümanların bu uygulamalarından öğrendikleri sayesinde doğmuştur.
Osmanlılar'da antilâiklik uygulamaların olduğu iddiası da ilmî dayanaklardan yoksundur. Bugün ve yakın geçmişte Türkiye'de dindarlara karşı bir baskı ve antilâik uygulamalar varsa, bunlar da bizlere Batı dünyasından bulaşan hastalıklardır. Bu hastalığın mikroplarını da sadece gerçek İslâmî anlayış ve uygulamalar yok eder.
Sınıfçılık:
Bir toplulukta insanlar arasında dinî, iktisadî, siyasî veya sosyal farklılıkların oluşmasıdır.
İslâmiyet'te insanların birbirine hiçbir üstünlüğü yoktur. Dolayısıyla aristokrat veya üstün sınıfların varlığı sözkonusu olamaz. Ekonomik açıdan da faiz yasağı ve sermaye vergisi olan zekâtla sağlanan sosyal güvenlik nedeniyle, İslâm topluluklarında ne sosyal ne de ekonomik sınıf oluşmuştur.
Sermaye terakümünün gerçekleşmemesi nedeniyle geri kalmanın sebeplerinden biri olarak da gösteriliyor ki, bu görüş bu açıdan doğrudur. Ancak sermaye birikimi şirketler yoluyla gerçekleşebilir.
Tabiî Hukuk:
İnsanların anlaşmalar yapmadan da sahip oldukları haklarının bulunmasıdır. Bu hakların varlığını insan aklı tesbit eder. Meselâ, kendinize ne yapılmasını isterseniz başkalarına da onu yapmaya hakkınız vardır. Buna tabiî veya ilâhî hukuk diyebilirsiniz.
İslâmiyet'e göre, vahiyden önce de hukuk vardır ve hukukun varlığı akılla bilinmektedir. Meselâ, tabiî hukukun uygulanmasıdır. Hapis ise akıldışı bir cezadır.
Milliyetsizlik:
İnsanların aynı dili konuşarak tek devlette toplanmaları iddiasıdır.
İslâmiyet kavimler arasında barış, dostluk ve dayanışma olmasını ister. Ancak her kavmin devleti ve dili ayrı ayrıdır.
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır" (Hucurat[49]; 13) âyeti buna açıkça delâlet eder.
Osmanlı Devleti Türklerin kurduğu bir devletti ama sadece Türklerin devleti değildi. Çünkü yönetimde ve yönetim kadrolarının paylaşımında kavimler arasında bir fark gözetilmiyordu. Kavimleri etnik temizliğe maruz bırakma ve eritme politikası da yoktu.
Bugün Anadolu'da tek millete dayanan bir birlik sağlanmıştır.
İslâmiyet, böylesine monoton, tek dine ve tek kavme dayanan, kabul edilen tek dil dışındaki diğer dillerin kullanılmasının yasak olduğu devleti benimsememektedir.
Bütün bu anlatılanlardan sonra, karar sizin.
Hangi devlet düzeni ve sistemi daha iyidir?
Halkını zorla dinsizleştiren veya dayatma suretiyle bir mezhebe zorla taptıran mı?
Yoksa din ve inanç hürriyetini sağlayan mı?
Ülkede herkesin devlet dilini bilmesi doğaldır. Ama bazı dilleri zorla okutan, bu arada bazı dillerin konuşulmasını yasaklayan devlet adil olamaz.
Osmanlı Devleti, özellikle çağındaki diğer dünya devletleri ile mukayese edildiğinde, devrinin en adil devleti olmuştur. Bünyesindeki diğer milletleri hiçbir yönden kesinlikle baskı altında tutmamış ve ezmemiştir. Bu olumlu özelliklerinden dolayı da çağının tek süper gücü ve dünyanın en uzun ömürlü devleti olabilmiştir.