İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
2405 Okunma
KURULUŞUNDAN YOK OLUŞUNA KADAR ŞERİAT DEVLETİ NİTELİĞİ

BİRİNCİ BÖLÜM

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KISIM

 

 

KURULUŞUNDAN YOK OLUŞUNA KADAR

ŞERİAT DEVLETİ NİTELİĞİ İÇİNDE

OSMANLI DEVLETİ

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ BAŞLIK

 

 

OSMANLI DEVLETİ'NİN SİYASAL NİTELİĞİ

(MEŞRUTİYETE KADAR)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

ŞERİAT DEVLETİ OLMA NİTELİĞİ İÇİNDE

OSMANLI DEVLETİ

 

 

 

 

 

İlhan ARSEL'e göre;

Osmanlılar'ın despotik yönetimi

şeriattan kaynaklanmıştır.

 

"Devlet ve hükümet için din adına savaşlar sürdürmekten başka amaç aranmaması, İNSAN unsuru'nun bir değer olarak hiç bir şekilde ele alınmaması KİŞİ hak ve hürriyetleri'nin bir fikir şeklinde dahi olsa bilinmemesi, İKTİDAR'ın sınırlanması şöyle dursun ve fakat despotik yollardan uygulanması halinde dahi ona karşı ses çıkarılmamasının kutsal bir kural olarak yerleşmesi egemenliğin Tanrı'dan gayrı bir kaynaktan gelmeyişinin keza dinsel bir inanış şeklinde tutulması Tanrı'nın yeryüzündeki vekili sayılan Hükümdar'ın (Halife'nin) bütün yetkilere en mutlak şekilde sahip ve fakat hiç kimseye hesap verme durumunda (özellikle halka karşı) olmadığının dinsel esaslara dayanması ve bütün bu ve buna benzer nedenlerle anayasalcı ve demokratik aşamalara gidilememesi Osmanlı devleti'nin ŞERİAT DEVLETİ olma niteliğinden doğmuştur. İlerideki sahifelerde Osmanlı devleti'nin ve genellikle İslâm'da devletin uygarlık düzeyinde geriye gitmesinin ve demokratik gelişmelere girmeyip despotik şekillerde kalmasının nedenleri arasında bütün bu sorumluluğu TÜRKLERE yükleyen iddialar olduğunu göreceğiz...(s. 2)

İlerdeki sahifelerde göreceğiz ki Şeriat sisteminin ve zihniyetinin iş gördüğü hiç bir yerde ve hiç bir devirde demokratik ve cumhuri bir devlet ve hükümet uygulaması olmamış ve olamamıştır. Bu olamayışın tek nedeni ŞERİAT'ın kendisidir. Şeriat içerisinde kalıp yaşamını buna göre ayarlayan Türk'ün bütün bu konularda olumsuz tutumu olmamış değilse de Türk'ü kötü yönetim sistemine ve despotizme ve demokratik olmaktan uzak siyasal yaşamlara sürükleyen bu ayni Şeriat olmuştur. Bunun böyle olduğunu geniş ve genel hatlarıyla ilerdeki bölümlerde görmeye çalışacağız."(s. 3)

 

1)TANRI HALİFESİ VE ELÇİ HALİFESİ

 

İnsan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir.

Kişinin içtihatları kendi şahsına şeriattır.

Allah'ın hakları topluluğa verilmiştir.

Bundan dolayı icma ve ittifakla alınan kararlar da o topluluk için şeriattır. İttifak beşerî ise beşer için şeriattır.

Allah'ın yeryüzündeki halifesi topluluktur;

(topluluğu temsilen) devlettir.

Başkan ise Allah'ın halifesi değil Peygamber'in halifesidir.

Yani Allah'ı temsil eden topluluğun elçisidir.

İslâm düzeninde başkan asla şeriat koyamaz ve

şeriat dışına çıkıp bir adım bile atamaz.

Şeriatın vazıı Allah'tır; onu tedvin eden ise ilim ve uzlaşmalardır.

İslâmiyet;

Keyfî yönetimi reddetmiş ve şeriat (hukuk) düzenini getirmiştir.

Hükümdarlar sadece saray yönetimi için kanunlar yapmışlardır.

O uygulama da İslâmî değildir ve kesinlikle İslâmiyet'i bağlamaz.

 

2) SİYASET VE MEDENİYET

 

Medeniyet; ilim, din, iktisat ve idare'ye dayanmaktadır. Bunlar medeniyetin temel unsurlarıdır. Bu müesseselerden her biri hakkında hükümler getirmiştir. İslâm Medeniyeti de ilmî, dinî, iktisadî ve idarî kurumların oluşmasında etkisini göstermiştir.

İslâm Medeniyeti; ilim, din, iktisat ve idare'de İslâm'ın ve Kur'ân'ın öğretilerine uymuş ise de, ilk dört halife zamanında dahi tam olarak uygulanamamıştır.

Hele daha sonraki asırlarda, Emevî ve Haşimî çekişmesi, Abbasîler dönemi, daha sonra da Selçuklu ve Osmanlı yönetimi yarı İslâmî ve saltanata dayalı bir yönetim biçimi olmuştur. İdarenin genel durumu ve yapısı, İslâmî yönetim biçimi yanında Pers/İran ve Bizans imparatorluklarından örneklenerek oluşturulmuştur.

 

İlk otuz yıldaki 'Asr-ı Saâdet' dışında, sonraki İslâm devletlerinin yönetiminden İslâmiyet belli bir miktar pay alabilir ama; o uygulama ve yönetim biçimlerinden bütünüyle sorumlu değildir. Bu yanlış uygulamalara dayanılarak İslâmiyet suçlanamaz.

 

3) TEORİ VE UYGULAMA

 

Avrupa / Hollanda ineği otuzbeş kilo süt verir. Anadolu ineği iki-üç kilo süt verir. Ama Avrupa ineği Anadolu bozkırlarında yemsiz yaşayamaz veya o tabiat şartlarıda o da o kadar süt verir.

Sistem ne kadar iyi olursa olsun, onu o seviyede uygulayacak insanlar yoksa, o mükemmel sistem uygulanmaz veya uygulanamaz. Ancak uygulanmaya çalışılırsa, zamanla o sistemi uygulayabilecek kabiliyet ve kapasitede bir topluluk gelişir ve yetişir.

Avrupa kanunları hangi amaçlarla Türkiye'ye aynen aktarıldı ve netice ne oldu? Türkiye Avrupa seviyesinde bir ülke olabildi mi? Hangi sistem olursa olsun, uygulama ve uygulayıcılar kötü olursa, netice de kötü ve başarısız olur.

İslâmiyet;

Yönetim biçimi hakkında genel usuller ve kurallar koymuş ise de, uygulamalar konusunda toplulukları serbest bırakmıştır. Zorlayıcı değil, öğretici olmuştur. Kabilelerin kadîm yönetim biçimlerini değiştirmemiştir.

Peygamber 'başkan seçimi' için hiçbir öneride bulunmamıştır. Bu konudaki seçimi, topluluğun yaşadığı çağdaki seviyesine bırakmıştır.

İlk insan ve Peygamber Hz. Adem'den Son Peygamber'e kadar insanlık, İslâmiyet sayesinde bugünkü yüksek anlayış ve kavrayış seviyesine gelebilmiştir. Bu seviye sayesinde her çağda, çağdaş sistem ve medeniyetini yeniden kurabilecektir.

 

4) SEÇİLME VE YÖNETME

 

İktidara meşru yollarla gelmek ayrı şeydir;

Onu meşru olarak yönetmek ise ayrı şeydir.

Hemen hemen bütün diktatörler meşru yollardan iktidara gelirler ama ondan sonra zorba ve zalim kesilirler. Yine tarihte iktidara gayrimeşru yollardan gelmiş ama daha sonra kendilerini halka sevdirmek suretiyle meşru hâle gelmiş büyük hükümdarlar vardır.

Çağımızda Gorbaçov'un durumu böyle değil midir? Çağımızın en büyük ve zalim diktatörlerinden Hitler ve Mussolini, meşru yollardan iktidarlara gelmediler mi? Geldiler ama sonra sadece kendi ülkelerine değil bütün dünyaya kan kusturdular.

İslâmiyet;

Meşru gelişlerden daha ziyade 'meşru yönetim sistemi' üzerinde durmuş ve buna önem vermiştir.

Bu anlayıştan dolayı halka, kötü hükümdarları ve kötü yönetilen ülkeleri bırakarak hicret etmelerini emretmiştir.

Tarihteki uygulamalara baktığımızda, genel olarak İslâm devletlerinde halkın hükümdarları taparcasına sevdiğini görürüz. Savaş ve çatışmalar halk ile hükümdarlar arasında olmamış, saray içindeki entrika ve çekişmelerden kaynaklanmıştır. Halk, önceki hiçbir çağ ile kıyaslanamayacak seviyede hak ve hürriyetlere garkolmuştur. Yönetimle hiçbir önemli sorunu olmamıştır. Çünkü şeriat esaslarına göre yönetiliyorlardı ve her grup kendi hukuku içinde yaşıyordu. Bu durumda halk neden ve kime karşı isyan edecek veya savaşacaktı?

 

SONUÇ olarak;

İslâmiyet'te topluluk ve şûrâ Allah'ın halifesidir.

Hükümdar ise şûrânın elçisi ve peygamberin halifesidir.

Birinci İslâm Medeniyeti döneminde ilim, din ve iktisatta İslâmî kurallara uyulmuş; ancak siyaset yani idarede İslâmiyet'in getirdiği esaslara tam olarak uyulmamıştır.

İslâmiyet'te iktidara geliş şekli o kadar önemli değildir.

Asıl önemli olan iktidarın adil ve şeriata (hukuka) uygun bir yönetim gerçekleştirmesidir. Uygulaması tam olarak yapılmasa bile hak söylenebilmelidir. Hak söylenirse, ileride uygulanabilir hâle gelir. Ama kesinlikle zorla dayatılan bir uygulamaya girişilmemelidir.

Bize göre İslâmiyet budur.

Bilinmesi gereken en önemli gerçek de budur.

Hükümdarı Allah'ın halifesi yapmak ise büyük bir saçmalıktır ve yanlış bir uygulamadır.

Bize göre bu İslâmiyet açısından yanlış bir uygulamadır.

Beğenip beğenmemek veya inanıp inanmamak ise sizin bileceğiniz bir iştir.

Gerçekleri ve doğruları öğrenin; anlayın ve anlatılmasına da engel olmayın; doğrular apaçık ortaya çıktıktan sonra da uygulama konusunda siz kendiniz karar verin.

 

*  *  *

 

 

Yazara göre,

Şeriat Türkler'in başarılı olmasını ve

medenileşmesini engellemiştir.

 

"Bizim Şeriatcimize ilk öğretilmesi gereken gerçek şudur ki bir milletin büyüklüğünü şerefini, azametini, saygıya layık değerini yapan şey onun askerî başarıları, zaferleri, fetihleri ve coğrafî büyüklüğü, ve bütün bunları hazırlayan imânı değildir. Bir milleti büyük, ama gerçekten büyük ve saygıya lâyik yapan şey, onun uygarlığı, ve uygarlığa katkıları, insanlığa hizmetleridir. Budur milletleri değer ölçüleri değer ölçüleri terazisinde şerefli ve ebedî kılan.

Osmanlı Devletinin altı yüz yıllık siyasal ve sosyal yaşamlarını bu kıstaslara vuracak olursak varacağımız sonuç pek göğüs kabartıcı olmayacaktır.

Her ne kadar tarihin kaydettiği en büyük devletlerden biri olmuş ise de (ki o da ilk on Padişah zamanında'dır), bu Devleti, ilk 150-200 yıllık dönem dışında uygarlık ortamında her hangi bir ağırlığı, her hangi bir değeri olan devlet niteliğinde saymak mümkün değildir..."(s. XXVI-XXVII)

"Başarı sayılabilecek her şeyi Şeriat dışına çıkabildiği sürece yapabilmiş ve her geriliğe ve felakete Şeriat'a saplandıkça ve daldıkça tanık olmuş bulunduğu halde bu gerçeğin bilincine hiç bir zaman erişememiştir."(s. 2)

 

1) HİLAFET VE SALTANAT

 

Demokratik yönetimlerle yönetilen ülkelerde birden fazla ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî kuruluşlar vardır. Bu kuruluşların oluşturduğu şûralar karar alma yetkisine sahiptirler. Hükümet ve bürokrasi bu kararları uygular.

Başkan, gerek şûralar arası ihtilâfları, gerekse uygulamada idarî kuru-luşlar arasında 'hakem' rolünü oynar. Kendisi yönetime katılmaz.

Oysa merkezî yönetimlerde bütün yetkilerin kendisinde toplandığı 'başkanlık sistemi' vardır. Zaman zaman dinî liderler bu başkanın yetkilerini kısıtlamaya kalkışırlar. Bu nedenle hükümdarlar aynı zamanda dinî lider de olurlar. Tarihte bu uygulamalar görülmüştür.

İslâmiyet'e göre;

Peygamber'den sonra dinî lider yoktur; başkanlar vardır.

Kur'ân'da emredilmiş olmakla beraber şûralar tam oluşmamış ve uygulanamamış; yerlerini saltanat yönetimine bırakmışlardır.

Zamanla hükümranlık Türkler'in eline geçince hilâfet ile saltanat ayrılmış; daha sonra Osmanlılar 'hilâfet' kurumunu da uhdelerine alarak İslâmiyet ile hiç de ilgisi olmayan bir yönetim biçimini geliştirip uygulamışlardır.

İslâm düzeninde;

Yasama ilmî şûranın,

Yürütme meslekî şûranın,

Yargı siyasî şûranın ve

Denetim de dinî şûranın görevidir.

Şûralar da çoklu gruplardan oluşur.

Bu uygulamaya 'âkile' veya 'velâyet' denir.

Başkan hepsinin üstünde hakemlik yapar; bizzat icrada bulunamaz.

 

2) DEVLET VE ÜMMET

 

Her 'insan' bir kişiliğe sahiptir.

'Aile' olarak yaşar ve en küçük insan topluluğunu oluşturur.

Yaklaşık on aile birleşerek bir 'aşiret'i (ocak) oluştururlar. Bu aşiretlerin de şahsiyetleri vardır ve 'köy' hâlinde yaşarlar.

Köyler birleşip 'kabile'leri oluştururlar. Bu kabilelerin de şahsiyetleri vardır. Kabileler 'belde'lerin çevresinde yaşarlar.

Beldeler birleşip 'şa'b'ları oluştururlar ve bunların da şahsiyetleri vardır. Şa'blar 'medine' içinde yaşarlar.

Medineler birleşerek 'kavm'leri oluştururlar ve bunlar da birlikte 'devlet' kurarlar. Devletler, bir 'devletler topluluğu'nda yaşarlar ve bu devlet toplulukları da bütün 'insanlığı' oluştururlar.

İslâmiyet'e göre;

Aşiret ortak hayatı düzenler.

Kabile, hukuk düzenini kurar ve kanton (bucak) halinde kendi hukukunu kendisi düzenleyip oluşturur.

İller iç güvenliği sağlar ve jandarma teşkilâtını kurarlar.

Devlet ise dış güvenliği sağlar ve orduları vardır.

Beşeriyet yani bütün insanlık ise uzlaşmalar içinde olan bir camia oluşturur ve ortak bir tek başkana sahip değildir.

İslâmiyet'e göre, Müslümanlar bile tek bir devlet oluşturmazlar.

Yeterli nüfusa ulaşan her kavim kendi devletini oluşturur.

Her devlet kavmî özellik taşır.

 

3) İKTİDAR - HÜRRİYET SINIRI

 

Kuvvetin haklı olduğu yerde, 'kuvvet' ne irade buyurursa o irade hukuk olur. Bu durumda kuvvete karşı kuvvet ikame edilmeye çalışılır. Kuvvetler dengede tutularak hakların korunmasına çaba sarfedilir. Oysa haklının kuvvetli kılındığı yerde dengeler 'kuvvet' üzerine kurulmaz, 'hak' üzerine kurulur.

Batı dünyası, dengeyi hak üzerinde değil kuvvet üzerinde kurmuş olduğundan dolayı sürekli olarak çıkar, çatışma, savaş ve menfaat kavgaları olmuştur. Batı Medeniyeti bünyesinde bir 'çatışma dünyası' oluşmuştur. Batı dünyasının çağımızdaki dünya hakimiyeti sebebiyle de bu savaş ve çatışmalar dünyanın her tarafına yayılmıştır. Dünya ve bütün insanlık, bu çatışmalar dünyasından kurtulmak için çıkış yolları aramaktadır.

İslâmiyet'e göre;

Denge 'hak' üzerine kurulmuştur ve

'kuvvet' hakkın emrine verilmiştir.

Hakkın emrinde olan kuvvetin dengelenmesi için ayrı bir kuvvet çatışmasına gerek olmamıştır. Tedbirler, kuvetin hakkın emri dışına çıkmasını önlemek için alınmıştır.

Ancak siyasi yapının İslâmî olmaması sebebiyle bu her zaman tam olarak başarılamamıştır. Olması gereken başka, olamamasının sebepleri başkadır ve ayrı bir inceleme konusudur.

 

4) HÂKİM VE HAKEM

 

Kuvvetlinin üstün olduğu merkezî sistemde mahkeme kuvvetliyi tesbit etmekle yükümlüdür. Kuvvetli kim ise onu ortaya çıkartmak suretiyle adaleti yerine getirir. Cumhuriyet Türkiyesi'nin bir hâkimi mahkemede; "Sizi buraya tıkan kuvet böyle istiyor!" deyip kararını vermiş ve başarılı hâkim olmuştur.

Oysa hakkı üstün tutan sistemlerde kimin haklı olduğu tesbit edilir. Bundan dolayı bu sistemde 'hâkim' yoktur; 'hakem' vardır. Bu sistemde memur-vatandaş ayırımı yoktur. Adalet karşısında hepsi eşittir. İdare mahkemesi yoktur. Bütün insanlar ayırım yapılmaksızın aynı hakemlerin karşısına çıkarlar. Ceza davalarında bile davalar hakemler yoluyla görülür.

İslâmiyet'e göre;

Ayrı idarî mahkemeler ve memur imtiyazı yoktur.

Bu esaslar bütün İslâm ülkelerinde sonuna kadar uygulanmıştır.

İslâm'da 'hâkim' değil 'hakem' yani tahkim sistemi vardır.

Kur'ân 'hakemlik sistemi'ni getirmiş olmakla beraber, uygulama olması gereken şekliyle gelişememiş ve Hz. Ömer'den sonra İslâm'dan uzaklaşma olmuştur.

Sonuç olarak görülüyor ki;

İslâmiyet'te dinî teşkilât ve dinî lider yoktur.

Bucak, il ve devlet başkanları vardır ve bunlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûraların başında 'hakem' durumundadırlar.

İslâmiyet'te hak üstündür ve siyasî çatışma yoktur.

Mahkemeler hakemlerden oluşur ve ayrıcalıklı muhakeme yoktur.

Hakkın üstün olduğu adalet düzeninde

bütün insanlar adalet karşısında eşittir.

İşte İslâmiyet budur.

İslâmiyet ile ilgili gerçek, ilmî ve saptırılmamış doğrular bunlardır.

Bunları öğrenip bildikten sonra, artık ne yaparsanız yapın! Ama her yaptığınızın hesabını vereceğinizi de bu vesileyle hatırlatmamıza müsade edin. Artık doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin, hak ile bâtıl ortaya çıktıktan sonra her akıllı insan ne yapacağını bilir. Akılsızlara ise bizim bir diyeceğimiz yoktur.

 

*  *  *

 

Yazara göre,

Şeriat sultanların despotik yönetim aracı olmuştur.

 

"III. DEVLET ve HÜKÜMET SİSTEMİ'nin ÖZELLİKLERİ:

A- Devletin "Monarşik" ve "Teokratik" bünyesi:

1- "Irrsi" ve "Mutlak (Mustebid) Monarşi:

Devlet olarak ortaya çıktığı tarihten yok olup gittiği tarihe kadar, yani aşağı yukarı altıyüz yıl boyunca Osmanlı Devleti'nin devlet şekli MONARŞİ olmuştur. Zira iktidar (saltanat) bütün bu yüzyıllar boyunca seçim dışı yollarla ve daha doğrusu irsiyet kurallarına göre geçmek suretiyle Osmanlı hanedanına ait olmuştur...

Fakat ister "seçimli" veya ister "irsi" Monarşi şeklinde olsun, bütün devirler boyunca Osmanlı devleti tek bir kişi'nin fiziki varlığıyla temsil ve ifade olunmuş, ve hükümdar her şeyin başı, her şeyin sahip ve maliki Tanrı'nın yer yüzündeki vekili kabul edilmiş ve onun iktidarını, yine onun kendi keyfi iradesinden gayri sınırlayacak bir başka güç bulunmamıştır. Her ne kadar hükümdarın iktidarını düzenler ve ayarlar ve kötüye kullanılmasını önler görünen din kuralları (Şeriat) var idiyse de Osmanlı Padişahları için din, iktidarı mutlak ve sınırsız ve keyfi ve en despotik tarzda kullanmak bakımından en uygun, en yeterli bir araç işini görmüştür."(s. 6)

 

1) UYGULAMA VE SİSTEM

 

Kuvvetin üstün olduğu sistemlerde düzen, sadece kuvvetliyi ortaya çıkarmak için vardır. Bu sisteme göre, kuvvetli olan haklıdır. Sistem kuvvetlilerin hükümran olabileceği ve diğer insanları yönetebileceği bir düzenlemeye göre kurulmuştur.

Hakkın üstün olduğu sistemlerde ise düzen, haklıyı ortaya çıkarır ve bu merhalede kuvvete ne yapması gerektiğini gösterir. Bu sisteme göre, haklı olan kuvvetlidir.

Zayıfların birleşmesiyle oluşan ve haklıyı kuvvetli kılan sistemin görevlileri sistemi ters çevirip kuvvetli olduktan sonra, yavaş yavaş sistemden uzaklaşarak kuvvetliyi haklı çıkarmaya başlarlar ve bir devlet de işte böyle çökmeye başlar. Elbette Osmanlı Devleti'nde de bundan başka bir şey olmamıştır. Hakka dayalı uygulamalardan sonra sistemden uzaklaştığı oranda yavaş yavaş çöken ve sonunda yıkılan devletlerin başına gelenler Osmanlıların da başına gelmiştir.

Ancak şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalı ve gözden kaçırılmamalıdır; dünyada gelmiş-geçmiş en uzun bir hânedan olması açısından bakıldığında Osmanlılar'ın tarihteki en adil hânedanların başında geldiği rahatlıkla söylenebilir. Muasırları bakımından bu mukayese yapılmalıdır. Bu tarihi gerçeği insaf sahibi hiçbir ilim adamı inkâr edemez.

 

İslâmiyet;

En sağlam, sağlıklı, doğru, dürüst ve adil sistemleri koyar. Onları araştıracak, anlayacak, uygulayacak ve yaşayacak olan, topluluklardır.

Toplulukların hataları, yanlış ve eksik uygulamaları İslâmiyet‘i bağlamaz.

Osmanlılar'ın 'despotik' oldukları tartışılabilir. Ancak şu gerçek unutulmamalıdır, onların despotik olması demek şeriattan uzaklaşmaları demektir.

İslâmiyet'in zulüm ve istibdadı şiddetle yasakladığı herkesin bildiği bir gerçektir. Şeriat ve İslâmiyet'e, insanların kusurlu uygulamalarını yüklemeye çalışmak, ilim adamlığı değil başka bir şeydir ve onun ne olduğunu da okuyucuların takdirine bırakıyoruz.

 

*   *   *

 

Yazara göre,

Şeriat despotik bir yönetim öneriyor.

 

"B- OSMANLI DEVLETİ'nin "Despotik", "Mutlakiyetçi", niteliği

Kurulduğu tarihten, yani XIII cü yüzyılın başlarından, yok olduğu tarihe yani XXci yüzyılın ilk yarısı ortalarına kadar Osmanlı devleti, eski ve yeni bütün yazarlar, tarihçiler ve düşünürler ve siyaset adamları tarafından, devlet ve hükümet çeşitleri tanımlamasında "despotik", "mutlakiyetçi", "Keyfi" ve "Demokratik unsurlardan yoksun" bir devlet niteliği içerisinde gösterilmiştir. Gerçekten de Osmanlı devleti altı yüzyıllık yaşamı içerisinde genellikle Şeriat ülkelerinde rastlanabilir nitelikteki despotik ve müstebit bir devlet ve hükümet rejimlerine örnek olmuştur. (s. 7)

Çünkü şeriat düzeni, insan iradesine ve aklına ve kişi hürriyetlerine yer veren bir kaynak değil aksine beşer iradesi dışında yerleşmiş hükümleri, insan aklı ve mantığı bunları red etse dahi, yerleştirmiş olan bir düzendir. Şeriat düzeninde ne hür düşünce, ne kişi hürriyetleri ve dokunulmazlığı, ne eşitlik, ne kişinin ve toplum'un İKTİDAR'a katılması, iktidarı seçmesi, iktidarı sorumlu kılması, hiç bir şey yoktur... Şeriat devleti hükümdarları için despotik hükümdar olma dışında bir başka durum ve tutum bahis konusu olmamıştır. Şeriat devleti için müstebit ve despotik ve mutlak devlet olmak en doğal bur sonuç olmuştur."(s. 8)

 

2) OTORİTER - DESPOTİK AYIRIMI

 

'Kuvvetlinin haklı olması' ilkesine dayanan sistemlerde, kuvvetlinin halkını tamamen ezmemesi amacıyla 'az kuvvetli olması' öneriliyor ve böylece bir denge kuruluyor. Bu sistemle başkana itaat edilmemesi ve karşı gelinmesi, böylece anarşi ortamının oluşması, toplumda çatışmalar çıkması ve karakollarda işkenceler yapılması, kitle hâlinde isyanlar ve bunun tabiî sonucu olarak da katliamlar öneriliyor.

Oysa kuvvetlinin haklı olup kuvvetli de olduğu için her şeyi yapması başka; haklının kuvvetli olması ve adaleti en güzel şekilde tevzi etmesi başkadır. Haklı kuvvetli olmalıdır. Haklının kuvvetli olması da ancak başkana itaat ile gerçekleşir. Eğer başkan zalim, gaddar ve despot ise, bu durumda yapılacak iş başkana isyan etmek değil, başkanı uyarmaktır. Başkan yapılan uyarıları da kabul etmezse çözüm yine başkana karşı gelmek, isyan etmek, anarşi çıkarmak değildir. Bütün uyarılar yapıldıktan sonra başkan yine bildiğini yapıyorsa, o zaman da ülkeyi terkedip gitmek ve 'hicret etmek' gerekir. Aksi halde hakkın koruyucusu ve hakkın emrinde olan kuvveti zayıflatıp güçsüz bırakırız. Zulmün ve adaletsizliğin daha da artmasına sebebiyet veririz.

Bizim, başta İlhan Arsel olmak üzere, bütün yazar, tarihçi, düşünür ve siyaset adamlarına tavsiyemiz; bu genel görüşlerimiz ışığında geçmişi yani Osmanlı'yı değerlendirmeleri ve geleceklerini de ona göre düzenlemeleridir. Aksi halde gerçekleri ve geçmişi iyi bilmeyen topluluklar her zaman yok olduğu gibi bizim toplumumuz da yok olur. Tarih bunun en büyük şahididir. Kur'ân böyle kavimlerin kıssaları ile doludur.

İslâmiyet;

İktidarı hakkın emrinde ve hakkı koruyan bir kuvvet olarak görür. Kuvvetli haklı görülmeye başlanırsa, 'uyarı' yapılarak 'tebliğ ve cihad' görevi yerine getirilir.

Uyarılara rağmen başarı sağlanamazsa 'hicret' edilir.

İslâmiyet'te kesinlikle 'isyan' yoktur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı Deveti teokratiktir.

 

"C- Osmanlı Devleti'nin TEOKRATİK yapısı-Şeriat devleti olma niteliği.

Her ne kadar Osmanlı devleti'nin ve Osmanlı YASAL DÜZENİ'nin bir TEOKRASİ olmadığı ve çünkü Osmanlı devleti'nin bir Şeriat develti niteliğinde olduğu, oysa ki teokrasi'yi yaratan unsurların (örneğin klise, ruhban sınıfı, gibi) İslam'da bulunmadığı ileri sürülmüş ise de daha ilk kurulduğu andan itibaren İslam devleti'nin yapısının ve yasal düzeninin bir teokrasi olduğu söz götürmez bir gerçektir. Biraz daha ilerdeki sahifelerde teokratik devlet şeklini ortaya çıkaran unsurların sadece KİLİSE ve RUHBAN sınıfı gibi unsurların varlığı olmadığını devletin temel düzeni ve temel yasası Tanrı ve Peygamber kurallarına dayanıyor ise pek alâ teokrasi olabileceğini ve bu nedenle İslâm'da devletin her zaman için teokratik nitelikte olduğunu göreceğiz..."(s. 9)

 

3) TEOKRASİ VE ŞERİAT

 

Yönetim biçimlerinin bir kısmı keyfîdir. Bu yönetim biçimlerinde yöneticileri bağlayan hiçbir kural ve kurum yoktur. Bu kuralsız yönetim şekline 'teokrasi' diyoruz ve bu yönetimlerde yönetici ya Tanrı tarafından atanmıştır veya yöneticinin kendisi tanrıdır.

Şeriat sistemi ise bu yönetim biçiminin tam tersi bir sistemdir. Şeriat sisteminde kurallar sözleşmelerle oluşur ve yöneticiler sözleşmelere uymak zorundadırlar. Zamanla bu uygulamaya mevzuat, kanun ve anayasa denmeye başlanmıştır. Oysa şeriat sistemini ilk vazeden Musa Peygamber olmuştur.

Osmanlı uygulamasında da hükümdar şeriata uymak zorundaydı. Şeriatın dışına çıkamazdı. Bundan dolayı Osmanlı uygulamasında 'ilmiye sınıfı' vardı ve hükümdar oradan 'fetvâ' almadan hiç bir hareket yapamazdı. Osmanlı devlet yapısında medreseler, tekkeler, loncalar, beylikler vardı ve bu kurumlar iktidarı denetliyorlardı. İktidar ve hükümdar, bu kurumları hiçbir zaman gözardı edemezdi.

Bu arada şu gerçeğin de bilinmesi gerekir; tek medrese, tek kilise, tek oda veya tek ordu yoktu. Devlet yapılanmasında böyle bir düzenleme son derece önemlidir ve bu açıdan bakılıp mukayese yapıldığında Osmanlılar'ın çağlarında en sağlıklı ve ideal devlet düzenini kurduklarını görebiliriz. İşte böyle bir bakış açısıyla bakıldığında açıkça görürüz ki, Osmanlı yönetim biçiminde kesinlikle teokrasiden eser yoktur. Yazar büyük bir yanılgı içindedir. İlmî verileri ve gerçekleri bilerek veya bilmeyerek saptırmaktadır.

İslâmiyet;

Elçi Muhammed (s)'den sonra teokrasiyi kaldırmış ve yerine demokrasiyi getirmiştir.

Âdil bir yönetim modelini getirmiş ve geliştirmiştir.

İçtihad, icmâ, yerinden yönetim ve âkile müesseseleri, hep bu âdil yönetim şeklini oluşturan kurumlardır.

Bu kurumları bünyesinde barındıran hiçbir yönetim modeli teokratik olamaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı'nın "Feodal" yapısı geriliğine sebep olmuştur.

 

"D- Osmanlı Devleti'nin "Feodal" Bünyesi

Osmanlı devleti' nin kendine özgü feodal bir bünyesi vardı...(s. 11)

İşte Osmanlı devleti'de daha ilk kurulduğu andan büyün bir imparatorluk şekline geldiği tarihe kadar buna benzer bir feodal yapıya sahip olmuştur...(s. 12)

Osmanlı devlet sisteminde ise ne böyle bir feodal sistem var olmuştur (çünkü feodal beyler arazinin mülkiyetine sahip değillerdi ve sadece vergi toplamak ve asker sağlamak görevinde idiler) ve ne de Dünyevi iktidarı sınırlamağa yararlı bir din kuruluşu iş görebilmiştir. Aksine din devlet birliği nedeniyle ve iktidarın sınırsız kullanılmasına imkan veren Şeriat hükümleri ve düzeni gereğince mutlak monarşi ve despotuzm sistemi toplumu yüzyıllar boyunca inletmiş ve gerilikler içinde tutabilmiştir."s. 13)

 

4) TEKELCİ VE ÇOĞULCU SİSTEM

 

Bir sistem ve model içinde her şeyin aynı ve benzer olması, halkın bir dili konuşması, aynı dine inanması, tekelleşmiş bir ekonomi ve tek hükümdar. İlhan Arsel gibi bu uygulamayı çok ağır bulanlar, bu sistemin yerine ikili sistemi öneriyorlar. Böylece iktidar - muhalefet dengesi kurulmak isteniyor. Bu sistemin karşısında da 'çoğulcu sistem' öneriliyor.

Bir topluluk içinde değişik ilmî, dinî, meslekî ve siyasî kurumlar bulunsun. Bu kurumlar hizmet yarışı içinde olsun ve halk da bunlardan istediklerine katılma hürriyetine sahip olsun.

Bu uygulama sayesinde 'hak' kuvvetli hâle gelsin.

Başkan, bu kurumların üzerinde 'hakem' olsun.

Başkan, çoklu yapı üzerinde en sağlıklı denge yönetimini kurmuş olsun.

Yerinden yönetim modeli gerçekleşsin.

Halk hicret/ göç yoluyla istediği sitede yaşayabilme imkânına kavuşsun.

Sosyal grubunu ve kentini kolayca değiştirebilsin.

İslâmiyet;

Halkın yöneticileri denetliyebilmesini, istedikleri zaman o topluluktan ayrılma hakkı ve imkânlarını sağlamıştır.

Tamamen farklı ve ayrı bir devlet düzeni yapısı vardır. Bu sistem ve modelde ilmî, dinî, meslekî ve siyasî âkileler vardır. Bu âkileler mensupları nisbetinde bütçeden pay alırlar. Halk ise bunlardan istediklerine katılır ve haklarını bunlar aracılığı ile kullanır.

Ayrıca site yöneticileri tamamen bağımsızdır. Her insan istediği sitede yerleşip yaşar. Halk istediği hayatı yaşama imkânına sahiptir.

SONUÇ olarak görülüyor ki;

İslâm Medeniyeti ile Batı Medeniyeti farklı yapılara sahiptir.

Batı Medeniyeti; kuvveti üstün tutan, tekelci, merkezî sisteme bağlı, çıkar çatışmasına dayalı bir medeniyettir.

İslâm Medeniyeti ise; hakkı üstün tutan, çoğulcu, yerinden yönetime bağlı, çıkar paralelliğini esas alan bir sistem ve medeniyettir. Dolayısıyla savaşçı değil barışçıdır.

İslâm savaşları yani cihad; insan haklarının yayılması ve yerleşmesi savaşlarıdır. Bu noktanın iyice bilinmesi ve anlaşılması gerekir.

Bu sistemlerin hangisi daha iyidir?

Bu konu takdir meselesidir; ilmin konusu değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı yönetimi parlamenter değildi.

 

"III- DEVLET MEKANİZMASINI OLUŞTURAN BAŞLICA ORGANLAR(s. 13)

Her şey Padişah'ın istek ve İRADESİNE göre olurdu... Daha başka bir deyimle "Meclis-i Ahkâm-ı Adliye" milletin istek ve iradesini temsil etmek, veya Padişah'a yansıtmak ve gerektiğinde milletin hak ve hürriyetlerini savunmak ve Padişah'ı bu hak ve hürriyetlere riayet ettirmekle görevli bir kuruluş değildi. Bundan dolayıdır ki bu Kuruluşa PARLAMENTO adını vermek düşünülemez. Osmanlı devletinde Parlamento diyebileceğimiz bir kuruluş ilk kez 1876 tarihinde (1293 Kanun-u Esasi'si ile) ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan diyebiliriz ki Osmanlı devletinde devlet mekanizması ve esasları Fatih Mehmed devrinde ne idiyse XIX cu yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar öyle kalagelmiştir."(s. 14,15)

 

1) ÂKİLE VE ŞÛRA

 

Kuvvete dayalı merkezî sistemle yönetilen ülkelerde parlamento yoktur. Halkın temsilcileri yoktur. Sadece başkanın müşavirleri ve müşavirlerden oluşmuş atanmış bir kurul vardır.

Dört halife döneminden sonra İslâm devletlerinde hiçbir zaman parlamento olmamıştır.

İslâmiyet;

Savaş zamanlarında bile halkın bütünü ile müşavere edilmesini emreder.

Bu da ancak halkın gerçek anlamda temsil edilmesiyle mümkündür.

Bunu sağlayacak sistem ve mekanizmaların kurulması gerekir.

Medine Devleti'nde kabile reislerinden âkileler oluşturulmuş ve âkile reisleri de şûrayı oluşturmuştu. Buradaki şûra temsilî idi.

"Allah'tan bir rahmet olmak üzere sen onlara karşı yumuşadın. Sert ve katı yürekli olsaydın onlar senin çevrenden dağılır giderlerdi. (Çünkü sen kuvvete dayalı bir topluluk kurmadın.) Öyleyse onlar ne kadar kötü davranırlarsa davransınlar, sen onları bağışla ve onlar için mağfiret dile. Yapacağın işlerde onlarla (hepsiyle) müşavere et ve karar verdiğinde Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah kendisine tevekkül edip dayananları sever. " (Kur'ân/Âl-i İmrân[3];159)

 

2) İÇTİHAD, FETVÂ VE ŞEYHÜLİSLÂM

 

Osmanlılar'da Şeyhülislâm din adamı, ilim adamı ve yargıçtır.

Şeyhülislâm, bugünkü anayasa mahkemesi ve danıştayın gördüğü hizmetleri görürdü. Yapılan işlerin mevzuata ve şeriata uygun olup olmadığını denetlerdi.

Osmanlılar'da medrese dinî kuruluş değildir; ilmî kuruluştur.

Osmanlılar'daki dinî kuruluşlar tekkelerdir.

İslâmiyet'te 'içtihat' ve 'hakemlik' müesseseleri vardır.

Hakimiyet Türklerin eline geçince içtihat kapısını kapattılar ve sadece eski içtihatlara dayanarak 'fetvâ' verdirmeye başladılar.

Daha sonra müftüleri de atlayıp 'şeyhülislam'lığı icad ettiler. Hükümdarlar böylece istedikleri fetvâları çıkarma yollarını bulmuş oldular.

Bununla beraber, yine de en az bugünkü anayasa mahkemelerinden daha müessir yargı denetimini gerçekleştirdiler.

Bütün bu gerçeklere rağmen, ne İslâmî ne de dinî bir kuruluş olan Şeyhülislâmlık ile İslâmiyet'i suçlamak, ilimdışı bir gariplik değilse ardniyetli bir saptırma değil midir?

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı yönetimi şeriata dayalı

"müstebit" (despotik) bir yönetimdi.

 

"IV- Devlet ve Hükümet sistemleri Tasnifinde Osmanlı Devleti'nin "Müstebit" (Despotik) ve "Mutlak" ve "Totaliter" Monarşi olarak Tanım-lanması:

Altı yüz yıllık uzun tarihi içerisinde Osmanlı devleti MUTLAK ve MÜSTEBİD bir devlet ve hükümet şekline örnek olmuştur. Bu altı yüzyıllık devlet yaşamın sadece son on veya oniki yılı yani İkinci Meşrutiyet devrinin ilan edildiği 1908 yılından sonraki kısa dönem için belki yukardaki MÜSTEBİD ve MUTLAK deyimlerini kullanmak doğru olmayabilir...

İKTİDARI mutlak ve müstebid şekilde kullanma geleneği Şeriat devleti'nin niteliklerinden doğma bir gelenektir. Nitekim ilerde göreceğiz ki Şeriat düzeni, sırf asayiş sağlansın ve anarşi olmasın bahanesiyle "60 yıllık İstibdat bir saatlik huzursuzluktan (anarşi'den) daha iyidir" formülünü devletin temel felsefesi yapmış ve bu nedenledir ki İslam tarihi boyunca yani 1400 yıllık devre boyunca Şeriat ülkelerinde despotik (ve Mutlak Monarşi) tipi dışında başka bir devlet ve hükümet sistemi görülmemiştir. Halkı köle gibi veya koyun sürüleri şeklinde keyfi ve müstebid bir İktidara bağlı olarak yönetme sanatı Şeriat devletlerinin başlıca özelliği olmuştur...

Despotizm'in nasıl felaketli sonuçlar yaratacağını öngören SPİNOZA, buna örnek olmak üzere Osmanlı devletini gösterirdi. Bk. B. de Spinoza, The Political Works, (Oxford Univ. Press 1958, Sh. 317)."(s. 15)

 

BAŞKAN, YÖNETİM VE İSTİBDAT

 

Allah'a inanan insanlar müstebit ve despot olamazlar. İnkâr edilemeyecek olan gerçek şudur; bir kimse Allah'a ve öldükten sonra yaptıklarının hesabını vereceğine inanırsa, o kimse kesinlikle müstebid ve despot olamaz.

Osmanlı padişahları inanmış insanlardı. Bu inançları sebebiyle müstebid ve despot olmaları mümkün değildi. Bunlar çok iyi bilinmesine rağmen Osmanlı padişahlarının müstebid ve despot olduklarını iddia etmek, ilim adamı ciddiyeti ile bağdaşmamaktadır.

İslâmiyet;

Hakemlik dışında başkana herhangi bir yük ve yetki yüklememiş;

zorbalığı ve istibdadı ise şiddetle yasaklamıştır.

Bu konuda birkaç âyeti delil olarak zikredersek gerçeği açıkça görürüz:

"Sen onların üzerinde zorba değilsin." (Ğaşiye[88];22)

"Biz Kur'ân'ı sana eşkiyalık edesin diye indirmedik." (Tâhâ[20];2)

"O sadece çekinenler için bir anlatmadır." (Tâhâ[20];3)

"Senin görevin sadece tebliğ etmektir." (Nahl[16];72)

"Dinde zorlama yoktur." (Bakara[2];256)

"Onlara de ki, sizin dininiz sizin, benim dinim benim olsun."

(Kâfirûn[109];6)

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı yönetimi sonsuz ölçüde sorumsuz bir yönetimdi.

 

(Yazarın bu konudaki görüşleri ile ilgili alıntıyı bir sonraki konuda yapacağız.)

 

TEMİNATLI EHLİYETLİ YERİNDEN YÖNETİM.

SORUMSUZLUĞUN ADINDAN BİLE SÖZ EDİLEMEZ.

 

Osmanlı Devleti şeriata bağlı bir devletti.

Güçlü bir medrese müessesesi vardı.

Medrese devlet kontrolünde değildi. Tamamen vakıflara dayalı olarak ayrı ve özerk bir bütçe ve yönetim ile çalışıyordu. Hükümdar veya diğer devlet yöneticileri, hiçbir zaman medreselerin eğitim sistemine, eğitim proğramlarına, personeline ve kadrolarına asla müdahale edemezdi ve hiçbir zaman da etmemiştir.

Gerçi Şeyhülislâmlar hükümdarlar tarafından atanıyordu ama; Şeyhülislâmın her zaman, hükümdarın hiçbir etkisinin bulunmadığı 'ilmiye sınıfı'ndan olması zorunluluğu vardı. Asırlar süren bütün Osmanlı tarihi boyunca hiçbir dönemde cahil Şeyhülislâm atanmamıştır. Sadece merkezde değil, devletin her yerinde müftü ve kadılar vardı ve tüm yönetim yargı denetimindeydi.

İslâmiyet'e göre;

İlmî, dinî, meslekî ve siyasî çoklu gruplardan oluşmuş şûranın emrinde olan 'teminatlı ehliyetli' serbest meslek erbabı aracılığı ile yürütülen yönetim sisteminde 'yerinden yönetim' vardır.

Başkanların yetkileri hakemlikle ve atamalarla sınırlıdır ve hakemlerden oluşmuş yargı denetimindedir.

İslâmiyet'e dayanan bir sistemde keyfîlik veya sorumsuzluğun uygulamasından değil, adından bile söz edilemez.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Cumhuriyet dönemindeki kötü yönetimin suçlusu da

eski uygulamalar yani İslâmiyet'tir.

 

"A- Osmanlı Devleti'nin KÖTÜ yöntem sistemi ve bunlardan kalma kötü tanımlama: "Devlet İşlerini Türk Usülü, ele almak..."

"Asayiş"i sağlama bahanesiyle İktidar'ı son zorlama noktasına götürmek ve keyfî yönetimi ve şiddet zorlamalarını hükümet siyaseti haline getirmek yüzyıllar boyunca öylesine gelenek halini almıştır ki Atatürk sayesinde saltanat rejimine son vermiş olmamıza ve demokrasi yolu ile halk iradesine girmiş bulunmamıza rağmen geçmişten kalma bu kötü uygulama ruhunu tam anlamıyle terkedememişizdir. Toplumun huzurunu bozar görünen en ufak asayişsizlik, bir kaç öğrencinin yürüyüş yapması, veya Banka soyması, adam kaçırması, v.s... gibi davranışlar bütün bir ülkede sıkı yönetim rejimin ilanına ve bu rejimi yıllarca sürdürmeğe, konuşma hürriyetinden okuma hürriyetine ve fikir hürriyetine kadar bütün hürriyetleri son noktasına kadar kısma ve hatta yok kılma yollarını rahatlıkla açabilmekte... Geçmişten tevarüs ettiğimiz "Altmış yıllık despotizm bir saatlik asayişsizlikten daha iyi'dir" inanciyle "direnme" "baş kaldırma" niteliğine soktuğumuz her davranışı insafsızca ezer, ve başkalarına örnek olsun için sindirme usulleri keşfederiz. Bu nedenledir ki Uygar dünya ülkeleri gözünde bir ün'ümüz çıkmıştır.

Bugün dahi Batı'da, insaf ve mantık ölçülerini aşan İktidar uygulamalarına "Türk usulü" adı verilmektedir..."(s. 16)

 

ŞERİATTAN CUMHURİYETE UYGULAMALAR

HER TOPLULUK KENDİ CEZASINI ÇEKER

 

Türklerde bir söz vardır; "Adamın ağzı torba değil ki kapatıp dikesin."

Ne yapalım? Yazarın ağzı torba olsaydı kapatıp dikerdik; ama bunu yapmamız mümkün değil. Mecburen biz de ona ve onun şahsında böyle düşünen, konuşan ve yazanlara cevap veriyoruz. İslâm dünyasından birileri bu insanlara cevap vermeliydi. Bugüne kadar bu yapılmadığına veya yapılamadığına göre; bu görev de bize düştü.

Biz onu yapmaya çalışıyor ve olabildiğince;

Bu görevi yerine getirmeye gayret ediyoruz.

Tanzimat ilân edilirse devlet düzelecek ve yücelecektir denir ve denilen yapılır; ancak tam tersi olur ve altı asırlık imparatorluk çöker ve yıkılır. Meşrutiyet ilân edilirse devlet düzelecek ve gençleşecektir iddiası ileri sürülür ve Meşrutiyet ilân edilir; ancak Meşrutiyet'in tek görevi altı asırlık Osmanlı Devleti'ni yıkıp ülkeyi taksim etmek ve düşmana teslim etmekten ibaret olur.

Ardından Cumhuriyet dönemi gelir, baskılarla devrimler yapılır ve devrimlere karşı çıkanları kitleler hâlinde bastırılır. Yapılan genel zulümler ise burada anlatılacak gibi değildir. Garip olan, bütün bu uygulamalar övgü konusu olur / olabilir! Bütün bu uygulama ve gariplikler yetmiyormuş gibi; sonuç olarak suç yine şeriata yüklenmez mi?!. Pes doğrusu!

Şeriat olmasaydı, Alpaslan ve ordusu Malazgirt Zaferi'ni kazanıp Anadolu Türklere vatan olabilir miydi? Şeriat olmasaydı, Fatih ve ordusu İstanbul'u fethedebilir miydi? Şeriat olmasaydı, altı asırlık dünyanın en büyük ve en uzun ömürlü devleti kurulabilir miydi?..

Benzeri sorular çoğaltılabilir ama biz bu kadarıyla yetiniyoruz. Doğrusu bunlar olmasaydı, ne tanzimat, ne meşrutiyet, ne cumhuriyet, ne de demokrasi olurdu. Bunlar olmayınca da, yazarın ve benzer görüşte olanların sözünü ettiği baskı ve zulümlerin hiçbiri olmazdı. İşte meselenin aslı ve ruhu budur. Yoksa mesele 'şeriat meselesi' değil; Batı dünyasının isimlendirdiği şekliyle 'şark meselesi' çerçevesinde Türkün Müslüman ola-rak Anadolu'da varlığı veya topyekün yok edilmesi meselesidir. Anahtar budur. Anahtar bulunduktan sonra da halkın aldatılması mümkün değildir.

İslâmiyet'e göre;

Hiçbir topluluğa başka bir topluluğun,

Yaptıklarının cezası çektirilemez.

Her topluluk kendi yaptıklarının cezasını bizzat kendisi çeker.

İlhan Arsel, birilerinin yaptığı kötülüklerin suçunu başkalarına atsa, adalet uygulamaları açısından durum ne olur? Benim babam ve atam beni böyle yetiştirdi diyen herkesi ibrâ mı edeceğiz?

Her insan kendi yaptıklarından sorumludur ve

Yaptıklarının hesabını da kendisi verecektir.

İnsanları bu kadar aptal zannedip bu yazılanları yutacağını düşünen ve bu saçma görüşleri üniversite yayınları arasında yayınlayanlar; sadece kendilerini kandırıyor ve adeta intihar ediyorlar.

"Onlar Allah'ı ve âhirete inananları yanıltıp kandırdıklarını sanıyorlar, halbuki yalnız kendilerini yanıltıp kandırıyorlar da farkında değiller." (Kur'ân/Bakara[2]; 9)

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Osmanlı Devleti totaliterdir.

 

"B- Şeriat Devleti olarak Osmanlı Devleti'nin TOTALİTER niteliği:

Osmanlı Devleti, tıpkı kendisinden önceki (veya diğer) Şeriat devletleri gibi "Otoriter", "Müstebid", "Despotik", "Mutlak" olmaktan da ileri tam anlamiyle TOTALİTER bir devlet idi...Totaliter devletin kullandığı İKTİDAR-OTORİTE sadece siyasî değil fakat "Pseudoreligious" ve "Pseudemoral" bir otoritedir. Bu konularda bk. Hans Bucheim, "Authority and Freedom; The State And Man", (Indiana 1967, sh. 69-82).(s. 17)

Totaliter devlet rejiminde İKTİDAR, tıpkı otoriter devlet rejiminde olduğu gibi tenkid edilmek, karşı gelinmek istemez...

Totaliter devlet rejimin yıkıcı ve yok edici yönleri Otoriter rejimden çok daha kesindir, ve çok daha olumsuz sonuçlar yaratır...

Totaliter devlet şekline XX ci yüzyılda Nazi Almanyası ve Komunist rejimler verilebilir."(s. 18)

 

BARIŞ DÜZENİ VE TOTALİTER YÖNETİMLER

ASLOLAN SİLM YANİ BARIŞ DÜZENİDİR

 

Arsel, iki sayfada totaliter yönetimin özelliklerini uzun uzun anlattıktan sonra, bu yönetim biçimine Nazizm ve Komünizmi örnek olarak veriyor. Ancak ilk paragrafta insafsızca itham ettiği Osmanlı Devleti hakkında adeta ağzı / kalemi tutulmuş gibi bir şey diyemiyor.

Geçmişte Türkiye'de totaliter uygulamalar olmuştur; ama her halde bu devirler Fatih ve Kanuni devirleri değildir. İnşaallah bir gün gerçekler bütün boyutları ile araştırılacak ve ilmî verilere dayanan gerçek Türk Tarihi yazılacaktır. O günler çok yakındır. Biz buna kalpten inanıyoruz.

Osmalı yönetimi döneminde devlet sadece siyasetle ilgilenmiş, iç ve dış güvenliği sağlamıştır. İç güvenlik yerel yönetimlere bırakılmış ve beyler tarafından sağlanmıştır. Osmanlı yönetiminde ne resmî medreseler, ne de resmî mabetler vardır. Resmî odalar ve sendikalar da yoktur. Bunlara karşılık devletin hiçbir zaman müdahale etmediği vakıflarla yönetilen medreseler, tekkeler ve loncalar vardır. Bu kurumlar ve uygulamalar açısından bakıldığında, Osmanlı yönetiminin halkla doğrudan hiçbir ilişkisinin varlığı düşünülemez.

Çeşitli ırk ve dinlere mensup insanlar, bu yönetim sayesinde bin yıl barış içinde yaşamışlardır. Türkiye'deki gayrimüslimlerin göç ettirilmesi uygulaması, cumhuriyet yönetimi dönemlerinde gerçekleştirilmiştir.

Prof. Arsel'in mantığına göre hareket edersek, bu zorunlu göçlerin baş sorumlusu da Osmanlılar'dır! Osmanlılar Osmanlı Devleti'ni kurmasalardı, ne tanzimat, ne meşrutiyet, ne cumhuriyet olacaktı! Dolayısıyla bu tehcirler yani zorunlu göçler de olmayacaktı! Ne kadar sağlam ve sağlıklı bir ilmî mantık?

İşte bu görüş sahiplerinin ilmî seviyesi budur!..

İslâmiyet'e göre, aslolan barış ve silm düzenidir.

İslâmiyet insanlık tarihi boyunca hep barış düzeni ve medeniyetlerini kurmuştur.

Toplulukların kendi sitelerinde kendi kamu hukuklarını kurmalarına izin vermiş, özel hukuklarında da her topluluğun kendi mezheplerine göre yaşamalarına imkân sağlamıştır.

İslâmiyet'te devlet, belli din veya kanun sistemlerini uygulamakla yükümlü bir devlet değil; değişik din ve inançların kendi mezhep ve site hukuklarını serbestçe uygulayabilmeleri için koruyuculuk görevi yapan bir devlettir.

1400 yıl boyunca uygulanan bu esaslardan ancak meşrutiyet ve cumhu-riyet dönemlerinde vazgeçilmiştir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Şeriata uymak akıl dışıdır.

 

"C- Akıl Dışı verilere ve yalan temeline Dayanan Devlet

İlerdeki bölümlerde göreceğiz ki Şeriat devleti demek devletin bütün tutum ve davranışlarının AKIL dışı verilere ve daha doğrusu Şeriat esaslarına (özellikle Kur'an hükümlerine) dayatılması demektir. Toplumun yönetimiyle ilgili hiç bir iş yoktur ki hür ve serbest akıl ve muhakeme usulleriyle görülmüş ya da çözümlenmiş olsun. Her konuda ve her hususta mutlaka bir Şeriat kuralı bir Kur'an Ayeti ya da bir Hadis bulmak gereğinden hiç bir zaman şaşılmamak istenmiştir. Şeriat'a ve Kur'an'a aykırı davranmak gerektiği zamanlar dahi Şeriat esasları arasında bu davranışı olağan gösterecek bir hüküm, bir kural mutlaka bulunmak istenmiştir... YALAN mekanizması devletin bütün çarklarını döndürmeğe yeterli olmuştur... Birbiriyle çelişen veya birbirleriyle bağdaşmayan iktidar davranışları Kur'an'ın ayni hükümlerini dayanılarak meşru gösterilmiştir... Her şey akıl dışı ve her şey yalan yolu ile yapılmak, uygulanmak ve çözümlenmek istenmiştir. Atatürk'ün getirdiği layik Cumhuriyet zihniyetine gelinceye kadar bu böyle süregelmiştir. İlerdeki sahifelerde bu hususlar açıklanacaktır."(s. 18,19)

 

AKIL VE NAKİL, İÇTİHAD VE MÜÇTEHİD

AKLÎ VE NAKLÎ DELİLLERLE İÇTİHAT YAPILIR

 

Toplulukların yönetiminde temel esaslar ve kurallar vardır. Kuralları olmayan topluluk olamaz. Eşkiya kuruluşları ve mafya teşkilâtları bile, kendi koydukları kurallara uyarlar. En ilkel toplulukların da kendilerine göre kuralları vardır.

Osmanlılar'ın kuralları da 'şeriat esasları'na dayanıyordu ve yöneticiler de bu kurallara büyük ölçüde uyuyorlardı. Bu kurallar içinde akıl dışı olanlar olabilir. Şeriatı tam ve bütün olarak anlamadan konan bir kural akıl dışı olabilir; ancak kurala uymak akıl dışı değildir. Akıl dışı kurallara uymamak ve genel kural dışına da çıkmamak için mevzuat yorumlanır.

Geçmişteki Osmanlılar'ın şeriatı için neler söyleniyorsa, bugünkü kanun ve anayasa maddeleri için de aynı şeyler söylenebilir. Akıl dışı kanun ve anayasa olamaz mı? Olduğu zaman ne yapacağız? Akla göre yorumlayacağız. Nitekim yargı içtihatları bundan başka bir şey değildir. Bu uygulama kadar makul bir kural düşünülemez.

Kanunlarına uymayı akıl dışı sayan Prof. Arsel'den başka bir kimseyi tanımıyoruz.

İslâmiyet'e göre;

'Naklî deliller' vardır; ancak bu naklî deliller 'akıl yoluyla yorumlanmalı' ve bu yorumlardan sonra uygulanmalıdır. Bundan dolayı Kur'ân'ın herhangi bir âyetine göre veya Peygamber'in bir hadisine göre amel edilmez.

Bir konu bütün 'aklî ve naklî deliller'in birlikte değerlendirmesiyle çözülür ki; bu uygulamaya 'içtihat' denir. Bu içtihadı yapan da akıl olacaktır.

Âyetler birer tabiat kanunu gibidir. Mühendis bir kanunla makine yapamaz, bütün tabii ve sosyal kanunları gözönünde tutarak makine dizayn eder. Müçtehid de, Kur'ân ve Sünnet'te ifadesini bulan veya bulmayan bütün tabiî ve sosyal kanunları değerlendirip kendisi ve kendisine uyanlar için hukukî kurallar koyan bir mühendistir.

 

 

 

 

 

 



© 2024 - Akevler