İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1995 Okunma
MEŞRUTÎ BİR HÜKÜMET KURMA ÇABALARI

İKİNCİ KONU

 

 

 

MEŞRUTÎ BİR HÜKÜMET

KURMA ÇABALARI

 

 

 

Yazara göre,

Osmanlı Devleti'ni saray halkı yönetiyor ve sömürüyordu.

 

"Bilindiği gibi, uzun yüzyıllar boyunca ve özellikle çökme döneminin başlaması ile birlikte devleti gerçekten yönetenler, padişahın kendisine yardımcı olarak seçtiği unsurlar değil fakat "Enderum Halkı" denilen Saray mensupları olmuştur. Devleti içinde kemiren rüşvet, iltimas gevşeklik, miskinlik gibi hastalıklara karşı amansız bir savaşa girişen Selim III (1789-1808) ün katline sebep olan her türlü reform davranışlarına düşman kesilen ve devletin kaderi üzerinde gerçekten olumsuz bir rol oynayan Enderum Halkı bütün kötülüklerin başlıca kaynağı ve keyfi idare sisteminin başlıca nedeni idi..."(s.19,20)

 

ŞÛRA VE MERKEZÎ YÖNETİMLER

GÖRÜŞME VE KARAR ALMA ŞEKLİ

 

Merkezî yönetimlerin en büyük hastalığı, asıl yöneticilerin bilinmemesidir. Otoriteleri yücelten ve onların erişilemez seviyelerde yüceltilmesinden yararlanan, kendilerini gizli tutan küçük bir azınlık grubudur.

Kadîm Mısır (Firavunlar dönemi), Yunan, Roma ve Bizans yönetimleri başta olmak üzere, tarihteki birbirinin benzeri bütün 'merkezî sistem'i benimseyen ve bu sistem ile yönetilen yönetimler böyledir. Osmanlı yönetimi de gerileme ve çökme merhalelerinde bu yanlış uygulamalardan nasibini almıştır.

İslâmiyet'e göre kurulan düzenlerde saray yoktur.

Resmî ve kapalı bir konak veya benzeri bir yönetim binası yoktur.

Yönetimle ilgili işler;

herkese açık olan mescitlerde müşavere edilerek halledilir.

Meseleler hemen görüşüldüğü yerde karara bağlanır.

Şûraya dışarıdan müdahale yapılamaz.

Böyle müdahaleler kesinlikle önlenmiştir.

Başkanın şûra üyeleri dışında yaptırım gücü yoktur.

Bunun tabiî bir sonucu olarak da

İslâmî düzende bir bürokratlar sınıfı yoktur.

Ehliyetine ve derecesine göre;

herkes yönetime katılabilen bir bürokrattır.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Sened-i İttifak yetkileri kayıtlamada ilk adımdır.

 

"I- HUKUK DEVLETİ YÖNÜNDE İLK ADIMLAR

A- Sened-i İttifak (7 Ekim 1808).

1808 yılının sonlarına doğru Mahmud II tarafından imzalanan sened'i ittifak biraz önce değindiğimiz gibi, hükümdara ait sayılan hükümranlık yetkilerinin kullanılmasını bir takım kayıtlara ve koşullara bağlıyor ve daha doğrusu bu hak ve yetkilere bazı sınırlar çiziyor ve bunları kısıtlıyordu. İşte o tarihe gelinceye kadar hükümranlık haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın tam bir serbesti içerisinde dilediği şekilde kullanmak olanağına sahip hükümdar artık bu serbestiye malik olamıyacak Sened-i İttifak ile belirtilen esaslar dairesinde hareket zorunluğunda kalacaktı...

Tanzimatın ilânı tarihine gelinceye kadar, yani tam 30 yıl boyunca memleket Sened-i ittifakın imzasından önce olduğu gibi tam bir istibdat rejimi altında keyfi bir şekilde yönetilmiştir."(s. 20,21,22)

 

BİÂT VE DEVLET YÖNETİMİ

BİÂT ZAMAN ZAMAN YENİLENİR

 

Devletler birtakım ittifaklara dayanarak kurulur ve zaman zaman yenilenen ittifaklarla yaşamaya çalışırlar.

Türkiye Büyük Millet Meclisi de ittifakla kurulmuştur. Daha sonra devlet güçlenince kanun, bir kişinin dediklerinin yazılmasından ibaret olan bir duruma bürünmüştür. Başları uçurma tehdidi ile anayasalar yazılmış, meclise benimsetilmiş ve uygulanmıştır.

Hâlen aynı antidemokratik uygulamalar devam etmektedir. Askerî müda-halelerden sonra hep benzeri uygulamalarla anayasalar yazılmadı mı? Aradan belli bir zaman geçip de iktidarlar zayıflayınca demokrasi geliyor, ama demokrasi uygulaması birileri için tehlikeler doğurduğundan olsa gerek tekrar askerî müdahale yapılıyor.

Osmanlı yönetiminde hükümdarlar askerler tarafından değil; sarayda entrikalar çeviren kimseler tarafından tahttan indirilmişlerdir. Bunun tek bir istisnası vardır, o da Meşrutiyet'tir.

İslâmiyet'e göre, biâtlar zaman zaman yenilenir.

Bu uygulama yani biâtın tazelenmesi bir tür şeçim yenilenmesidir.

Resul Muhammed(s) de önemli olaylardan önce biât almıştır.

Halk şayet bir hükümdardan memnun ise o seçilmiş demektir;

Memnun değilse o hükümdar sandıktan bile çıksa seçilmemiş demektir.

Bütün tabaa Osmanlı yönetimine içtenlikle bağlı kalmıştır. Halkın isyan şeklinde davranışları olmamıştır. Halk suçu devlette değil, beceriksiz ve kötü yöneticilerde aramıştır. Batılıların etkisiyle gerçekleştirilen Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri hariç, halk daima Osmanlılar'ın devlet yönetim sisteminden memnun kalmıştır.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Tanzimat bir kıpırdanış ise de başarılı olamamıştır.

 

"B- Tanzimat Hareketleri-Tanzimat Fermanları

Tanzimat dönemi, devlet ve idare mekanizmasını geliştirmek ve düzeltmek ve bir düzen ve esasa bağlamak, keyfi yönetime son verip hukuk ve daha doğrusu şeriat kanunlarına uygun bir devlet kurmak gayreti ile girişildiği söylenen bir dönemdir. Tanzimat dönemi 3 Kasım 1839 tarihinde, o zamanın Dışişleri Bakanı bulunan Mustafa Reşit Paşa'nın Gülhanede metnini okuduğu "Hattu Hümayun" ile başlar. Tarihimizde1839 Tanzimat Fermanı adıyla ün salan bu Hattı Humayün Devlet yönetimi ve kişi hak ve özgürlükleri ile ilgili bir takım vaadler belgesidir. Bunu bir Haklar Demeci olarak değil, fakat hükümdar iradesini tek taraflı olarak yansıtan bir Ferman olarak kabul etmek gerekir..."(s. 23)

"Nitekim bütün vaadler boş sözlerden ibaret kalmış, mutlak ve keyfi idare her şeye ve hatta tanrı önünde yapılmış olan yeminlere rağmen sürüp gitmiş, şiddetini arttırmış ve bütün iktidarı kendisinde toplayan Padişah tam bir istibtat havası içinde memleketi yönetmeye devam etmiştir.

Tanzimat fermanalarının ve tanzimat döneminin lehinde söylenebilecek tek şey, şudur ki, bu dönem zarfında "... kafalarda ve bilinçlerde o an için olmasa bile zamanla etkisini yavaş yavaş yürüterek sonunda mevcut siyasal rejimin ağırlığını ve ülkenin sosyal ve siyasal durumunun yaratacağı tehlikeyi sezebilen bir zümre ortaya çıkarmıştır."

Daha başka bir deyimle tanzimat dönemi Meşrutiyet rejiminin kurulabilmesini sağlayan koşulları zümreyi ve havayı hazırlamıştır."(s. 26)

 

TANZİMAT FERMANI VE İNSAN HAKLARI.

İNSANLIĞIN EBEDî NİZAMI İSLÂMİYET'TİR.

 

Tanzimat Fermanı, teşbihte hata olmazsa, karakollarda yapılan işkenceler ile, işlenmemiş suçlar üzerine itiraf ettirilerek yaptırılan bir 'işlenmemiş suçlar fermanı'dır.

Tanzimat Fermanı ile düzeltileceği belirtilen hiçbir durum ve fiil Osmanlı yönetiminde yoktur. Osmanlılar'ın özellikle 'insan hakları' diye bir problemi yoktur. Çünkü zaten insan hakları hiçbir din, dil ve ırk ayırımı gözetilmeksizin en geniş ve olumlu şekliyle vardır. Fermanda zikredilenler, Batılıların kendi ülkelerinde varolan problemlerin Türkiye'de de olduğunu varsayarak, vehmederek veya bilerek ve kasıtlı olarak Osmanlı yönetimini aynı şeylerle suçlayıp ortadan kaldırmak için casus elçilerin dikte ettirdikleri ferman maddeleridir. Hayalî suçların tanzimi fermanıdır.

Bir husus son derece dikkat çekicidir. Acaba fermanı neden Dışişleri Bakanı Reşit Paşa okuyor?..

Gerçekten de herkesin ittifakla kabul ettiği gibi, Tanzimat başarıya ulaşmamıştır. Çünkü Osmanlı Devleti açık bir topluluktur. Yönetim şekli de açık ve şeffaftır. Herkesin ülkeye girişi ve çıkışı tamamen serbesttir. Osmanlı Devleti'nin yönetimi dışında olan ülkelerdeki zulümlerden sıkılan bir kimse istediği anda Osmanlı sınırlarına sığınarak nefes alabilmektedir. Hürriyet havasını en geniş boyutları ile teneffüs edebilmektedir. Bizzat elçilerin ve seyyahların yazı ve hatıralarında, Tanzimat Fermanı'ndaki olaylardan asla bahsedilmez ve şikâyet edilmez. Ülke genelinde halk arasında yaygın olan "Ferman padişahınsa ülke bizimdir" sözü, bu geniş hürriyet ortamının açık delillerinden biridir. Dolayısıyla İlhan Arsel haklıdır! Tanzimat başarılı olamamış; koca Osmanlı Devleti'ni paramparça edip Batı dünyasına peşkeş çektikten sonra teslim etme azminde olan Tanzimat paşaları, Meşrutiyet Paşaları kadar başarılı ve hain olamamışlardır.

Zaten yaptığımız alıntıda yazarın kendisi de itiraf ediyor; "Daha başka bir deyimle Tanzimat Dönemi, Meşrutiyet rejiminin kurulabilmesini sağlayan koşulları, zümreyi ve havayı hazırlamıştır." Peki bu hava ve koşullar hazırlanıp Meşrutiyet rejimi kurulduktan sonra, kısa zamanda neler oldu? Tanzimat paşaları mı, yoksa Meşrutiyet paşaları mı daha büyük gaflet ve hıyanet içinde oldular?.. Arsel ve onun gibi düşünenlere daha başka ne soralım ve ne diyelim?

İslâmiyet'e gelince;

İslâmiyet'te, bugünkü çağdaş Avrupa ve Batı dünyasında varolan insan haklarının tamamı, hem de uzun İslâm tarihi boyunca en güzel şekliyle yaşanmış ve uygulanmış olarak vardır. İleride yazarın saldırı ve sövmelerine cevaplar verilirken bunlar tarafımızdan uzun uzun anlatılacaktır.

İslâmiyet'te savaşın tabiî bir zarureti olarak kölelik vardır ama köle de insan haklarına sahiptir. İslâmiyet'e göre, köle efendisinin yediğini yeme, giydiğini giyme ve efendisinin yattığı konakta yatma hakkına sahiptir. Böyle davranmayan ve bu haklarını vermeyen efendisine karşı köle her zaman dâva açabilir. Sadrıazamlığa yani başbakanlığa kadar yükselen köleler, mezhep kurucusu olabilecek seviyeye yükselebilecek kadar büyük imamlar bu sistemde yetişmişlerdir.

İslâmiyet'te yalan yoktur. Sahtekârlık yoktur. Dolandırıcılık yoktur. Rüşvet yoktur... Batı dünyasındaki her türlü 'izm'lerin bünyesinde barındırdığı göstermelik kanunlara benzemez. Sahte bir sistem değildir.

İslâmiyet, insan fıtratına en uygun olan tabiî hayatın yani nizamın bizzat kendisidir. Bütün bunlardan dolayı da birkaç yılın veya asrın değil; kıyamete kadar sürecek nice binlerce yılın sistem ve düzenidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ BAŞLIK

 

 

 

MEŞRUTİYET DEVİRLERİ

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

Tanzimat'ın başarısızlığı nedeniyle aydınlar

Meşrutiyet için iç ve dış savaş verdiler.

 

"Tanzimat devrinde Devlet'in Islahı amacıyle çıkarılan ferman'lar biraz evvel dediğimiz gibi boş sözlerden ibaret kalmış ve olumlu hiç bir sonuç doğurmamıştır. Olumlu sonuç yaratmak şöyle dursun fakat aksine kötü ve keyfi yönetim eskisinden de daha şiddetli bir yola girmiştir. Özellikle Abdülaziz'in başvurmaktan zevk aldığı dikta usulleri, keyfî ve mutlak idare, memleketin az sayıdaki aydın kişileri üzerinde kırbaç etkisi yapmış ve onları devlet'i kurtarma çarelerini aramağa sürüklemiştir. Onun zamanında bu bir avuç aydın'ın binbir güçlük ve fedakarlık ve çaba'larla uğrunda savaştıkları fikirler ülkemizde meşrutî (Anayasal) bir idare'nin kurulması konusu etrafında toplanmaktaydı. Batı ülkeleri'nin demokratik ve liberal kuruluşlarına hâkim olan prensipler, ve hukuk kavramları aynıyle ele alınıyor ve Ülkemize uygulanmak isteniyordu. Bu uğurda savaş hem ülke içinde ve hem de dışında yürütülmek isteniyordu.

Müstebit idare'nin şiddetini arttırması, Saray'ın israf ve safahatının tehlikeli bir noktaya gelmesi ve ülkenin tam bir felakete sürüklenmesi fiilî bir muhalefetin de ortaya çıkmasına neden olmuş ve hattâ başkent'de ihtilal ihtimallerinden korkulmağa başlanmıştır..."(s. 27)

 

TANZİMAT - MEŞRUTİYET İHANETLERİ

BİRİNCİ VE İKİNCİ İSLÂM MEDENİYETLERİ

 

Avrupalılar, çok sesliliğe ve çoğulcu yaşama bir türlü alışamamış despotik bir topluluktur. Başlangıçta Hıristiyanlara yaptıkları işkenceleri  daha sonra Hıristiyanlık adına sürdürmeye başlamışlar ve oluşturdukları 'Haçlı Orduları' ile önce Endülüs'ü Müslümanlardan bütünüyle temizlemeyi hedeflemişlerdir. Kendi ifadeleriyle bunu 250 yıllık bir gecikmeyle başarmışlar ve Müslümanlara Endülüs/ İspanya'yı mezar yapmışlardır.

Ancak defalarca doğuya yapılan 'Haçlı Seferleri'nin ardından, Selçuklu ve Osmanlılar'ın direnmeleri sebebiyle 'Şark Meselesi' bütünüyle halledilemeden kalmıştır. Onlara göre bu mesele bugün de halledilememiş olarak durmakta ve beklemektedir. Olanca güçleri ile sürekli olarak bu meselenin üzerine gitmektedirler. Her fırsatta da yapabileceklerini en acımasız ve gaddar yöntemlerle uygulamaktadırlar. En son belge, Bosna katliamlarıdır.

Tanzimat Fermanı, satın alınan devlet adamları ve paşalar aracılığı ile ilân edilmiştir. Tanzimat başarılı olamadı. Ancak ileride yapılacak fitne ve fesat hareketlerine zemin hazırladı. Oluşturulan bu zeminde teşkilât kurularak gençler Batı zihniyetiyle eğitilecek ve şartlanmış kafalar hedeflenen ihanetleri yapacaklardı.

Tanzimat bu durumun yani suçun itirafı ise;

Meşrutiyet üretilen ve çoğaltılan ihanet mikroplarının faaliyete geçmesidir. Başka bir şey değildir.

 

İslâmiyet'e göre; her topluluğun bir ömrü vardır.

Hem I. İslâm Medeniyeti, hem de Osmanlı Devleti artık yaşlanmıştı. Bu merhalede bünyesindeki ihanet mikroplarına mukavemet edebilecek durumda değildi. Buna bağlı olarak Tanzimat ihanetleri ve Meşrutiyet kanser hücreleri elbette faaliyet yapabilecek, Allah'ın bir takdiri ve kaderi olarak Osmanlı Devleti altı asırlık hayatiyetinden sonra tarih olacaktı.

II. İslâm Medeniyeti'nin doğması için I. İslâm Medeniyeti'nin sona ermesi gerekiyordu. Hayat, doğum ve ölümdür. Ömrünü tamamlayan her canlı ölür. Bu kural devlet ve medeniyetler için de geçerlidir. İbn Haldun bu gerçekleri en güzel şekliyle anlatır.

Yaşamakta olduğumuz bu çağda, şimdi de 'kuvvete dayalı' medeniyeti temsil eden Batı dünyası yaşlandı ve çöküyor. Yakında o da ölecektir. Ölecek ve yerine 'hakka dayalı' medeniyeti temsil eden II. İslâm Medeniyeti doğacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

 

BİRİNCİ MEŞRUTİYET

VE

1876 ANAYASASI

 

 

 

Yazara göre,

Meşrutiyet Anayasası yabancı monarşik bir anayasadır.

 

"Ahmed Mithat Paşa'nın gayretleriyle Abdülaziz 30 Mayıs 1876 tarihinde saltanat mevki'inden uzaklaştırılmış, yerine getirilen Murad ise aklî durumu nedeniyle taht'tan indirildikten sonra İkinci Abdülhamid, millet'e bir Anayasa (Kanun-u Esasi) vermek vaadiyle taht'a getirilmiştir.(s. 27)

Görülüyor ki 1876 Anayasa'sı millet (veya halk) tarafından seçilmiş bir kurul eliyle hazırlanmış ve kabul edilmiş bir kanun değildir. Üyeleri Padişah tarafından atanan bir komisyonca ele alınmış ve Padişah tarafından da millet'e BAĞIŞ yolu ile verilmiş bir kanun'dur.

1876 Anayasa'sı kendine özgü bir kanun da değildir; onun orijinal bir yönü yoktur. Biraz evvel değindiğimiz gibi o zaman yürürlükte olan Fransız ve Belçika Anayasa'larından aktarma hükümlerle meydana getirilmiştir..."(s. 28)

 

I. MEŞRUTİYET VE 'ŞARK DOSYASI'

HAKKA VE KUVVETE DAYALI MEDENİYETLER

 

II. Abdülhamid padişah olabilmek için rüşvet olarak I. Meşrutiyet Anayasası'nı kabul etmiş, ancak daha sonra güçlenince bu Anayasayı askıya almıştır.

Arsel'in de itiraf ettiği gibi Anayasanın içeriğinin Türkiye yani Osmanlı ile bir ilgisi yoktur. Yazılacak, kabul edilecek, ancak uygulanmayacak ve kimse tarafından da anlaşılamayacaktır. Aslında yapılmak istenen de budur.

Osmanlı Devleti'ni yıkmak için hazırlanan plan yürürlüktedir ve adım adım uygulanmaktadır. Yapılan uygulamalarla Anayasa bahane edilerek Osmanlı Devleti içten çökertilecek ve yok edilecektir. II. Abdülhamid, zorla kabul ettiği Anayasayı askıya almak suretiyle devleti otuz-kırk yıl daha yaşatabilmiştir. 'Şark Meselesi'nin uygulama planlarını kırk yıl geciktirmiştir. İşte ihanet çetelerine göre Abdülhamid'in hainliği ve 'kızıl sultanlığı' kendilerine çıkardığı bu zorluklardan dolayı geliyordu...

II. Abdülhamid dönemindeki Osmanlı Devleti'nde Türk aydınları ve paşaları yetişti, onlar da Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdular. Oysa o 'hain ve kızıl sultan' olmasaydı, şimdi Anadolu ve Trakya topraklarında Müslüman Türkler değil, Hıristiyan Rum ve Ermeniler olacak ve Batı dünyası açısından tarihî 'Şark Dosyası' kapanmış olacaktı. Arsel ve benzer görüşte olanlar, II. Abdülhamid'e acaba gafletlerinden mi yoksa ihanetlerinden mi kızıyorlar? Bunun takdirini siz değerli okuyucularımıza bırakıyoruz.

Son olarak şu tesbitimizi ifade edelim; Anadolu'nun kurtulması gerekiyordu, bundan dolayı I. Meşrutiyet başarıya ulaşamamıştır.

İslâmiyet'e göre;

iki çeşit medeniyet vardır:

Hakka dayalı medeniyetler ve kuvvete dayalı medeniyetler.

Bu medeniyetlerin ortalama ömürleri biner yıldır. Hak medeniyeti zirvedeyken kuvvet medeniyeti çöker ve yeni bir medeniyetin temeli atılır.

Mezopotamya Medeniyeti zirvedeyken Mısır Medeniyeti doğdu.

Mısır Medeniyeti zirvedeyken İbranî Medeniyeti doğdu.

Eski Yunan Medeniyeti zirvedeyken Hıristiyanlık Medeniyeti doğdu.

Hıristiyanlık Medeniyeti  zirvedeyken,

Doğu Roma/ Bizans Medeniyeti doğdu.

Roma/ Bizans Medeniyeti zirvedeyken İslâm Medeniyeti doğdu.

İslâm Medeniyeti zirvedeyken Batı Medeniyeti doğdu.

Batı Medeniyeti zirvedeyken yeni bir Hak Medeniyeti doğacaktır.

Bu medeniyet, dar anlamda 'İkinci İslâm Medeniyeti'; geniş anlamda 1. Mezopotamya, 2. İbranî, 3. Hıristiyanlık, 4. İslâm Medeniyetlerinin çağdaş uzantısı olan 'Beşinci İslâm Medeniye-ti' olacaktır.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

I. Meşrutiyet yani 1876 Anayasa'sında

tüm yetki padişahındır.

 

"I- 1876 ANAYASASI

A- 1876 Anayasa'sının genel esasları:

Anayasanın birinci maddesi hükmünde Osmanlı Devleti'nin, aralarında "Seçkin bölgeler" de dahil olmak üzere çeşitli bölgelerden meydana geldiği ve fakat bölünmez bir bütün olduğu belirtilmekte idi. Dış görünüş bakımından tek devlet niteliğinde idi. Fakat egemenliğin kaynağı ve kullanılış şekli bakımından Osmanlı Devleti MONARŞİ- ve fakat Mutlak Monarşi idi. Çünkü 1876 Anayasa'sı egemenliğin sadece Padişah'a ait olduğu esasını benimsemekle kalmamış ve fakat aynı zamanda bu egemenlik hakkının özellikle onun tarafından ve onun istediği şekilde kullanılması esaslarını getirmiştir..."(s. 28,29)

 

MEŞRUTİYET ANAYASALARI VE ANAYASA YAPMA YETKİSİ

ANAYASA İCMALARDAN OLUŞUR

 

İslâmiyet'te devlet başkanı veya halife,

teşrî / kanun yapma hakkına sahip değildir.

Osmanlı hükümdarları Batı dünyasının zorlamalarıyla yasama yetkisini bu fermanları çıkartmak suretiyle almışlardır. II. Meşrutiyet ve 1909 Anayasası da fermandan başka bir şey değildir. Bu uygulamalar sayesinde artık hükümdarlar da anayasa yapmaya başlamışlardır. 1909 Anayasası'nda güya padişahın yetkileri kısılmışsa da; aslında İslâmiyet'e göre devlet başkanına ait olmayan yetkiler kendisine verilmiştir. Böylece Kur'ân yerine halifenin fermanları konuyor ve artık Tanrı yerine de sultan oturtuluyordu.

Batılıların zorla imzalattıkları bu Anayasa, yapılan dayatmalar sebebiyle insanın kendisini ilâh / tanrı ilân etmesinden başka bir şey değildir. II. Abdülhamit ilk fırsatta tevbe etmiş ve tanrılık iddiasından insanlığa avdet etmiştir. Meseleyi bu boyutları ile anlayıp kavradıktan sonra, İslâmî açıdan yapılması gerekeni de açıklamamız gerekiyor.

İslâmiyet'e göre;

Anayasa icmâlardan teşekkül eder. Kanunlar ise içtihatlardan oluşur.

İslâmiyet'e göre, hükümdarların hiçbir yasama yetkisi yoktur.

Kur'ân'daki "Ehl–i Kitap peygamberleri ve rahipleri tanrı edindiler" âyetine gelince, Ehl-i Kitap'tan olanlar Hz. Peygamber'e itiraz etmişler ve "Biz peygamberleri tanrı edindik ama rahipleri değil, bu nedir?" diye sorduklarında, Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: "Sizin papazlarınız helâlı haram, haramı helâl yapmadılar mı? (yani kanun yapmadılar mı?) Siz de kabul etmediniz mi?" Onlar "Evet!" diye cevap verince; "Öyleyse onlara taptınız ve onları tanrı edindiniz" buyurdu.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Bütün yetkiler padişahta toplanmıştı.

Kuvvetler dengesi yoktu.

 

"B- 1876 Anayasa'sının getirdiği siyasi mekanizma:

1876 Anayasa'sına göre devletin başlıca organları "Padişah", "Meclis-i Umumî (Yani parlamento) ve "Mahkemeler" idi. Eğer Fransız ve Belçika Anayasalarından aktarılan esaslara temelden bağlanılmış olsa idi veya bu esaslar aynıyle alınmış bulunsa idi devlet organları arasında bir nev'i kuvvetler dengesi var olabilecek ve Yasama gücü ile Yürütme gücü her biri kendi yetki ve görev alanlarında birbirlerini denetleyebilecek ve egemenliğin millet iradesine uygun bir şekilde kullanılmasını sağlayabileceklerdi. Oysa ki 1876 Anayasa'sı egemenlik denilen güç'ün sadece Padişah'a ait olduğu ve Padişah'ın bu güc'ü doğrudan doğruya Tanrıdan aldığı esasını kabul etmişti."(s. 29)

 

OSMANLI YÖNETİMİ VE KANUN YAPMA YETKİSİ

KUR'ÂN VE SÜNNET,

ANAYASA VE KANUN DEĞİLDİR

 

Osmanlılarda kuvvetli bir 'sadrıazam' vardı ve bugünkü hükümetlerde 'başbakan' makamında olan kimsenin yetkilerine sahipti. Ancak bu başbakan 'ilim' ve 'din' işlerine karışmadığı gibi, 'ekonomik' düzenlemeler yapma yetkisine de sahip değildi. Vergiyi toplar, ordu ile ilgili vakıflar kurar, bu vakıflardan halkı da yararlandırır; başka bir şeye karışmazdı. Sadrazamın kesinlikle kanun yapma yetkisi yoktu. Mevzuat, 'şeyhül-islâm'ın fetvâları ile düzenlenirdi. Osmanlı yönetiminde denge böyle kurulmuştu. Padişah, bu dengeli uygulamaların başında olduğu halde, saray ve hareminde yaşıyordu.

Fermanlar bu dengeyi bozdu, padişahı saraydan alıp sahneye çıkardı, sadrazam ve şeyhülislâmın yetkilerini padişahta toplamış oldu. Bu değişiklikleri de sadrazamlar yaptılar. Batı dünyasının kanunlarını rahatlıkla Osmanlı toplumuna aktarabilmek amacıyla şeyhülislâmın yetkilerini padişaha devrettiler ve fermanları kanun yaparak Batı mevzuatını getirdiler. Meclis de ilmiye sınıfının etkisini ve yetkisini kırmak suretiyle memlekete millî olmayan kanunların getirilmesine yardımcı oldu. Böylelikle bir an önce imparatorluğun yok edilip 'Şark Meselesi'nin çözümlenmesine katkılarda bulundular. Her şey Osmanlı Devleti'nin yıkılması amacıyla Batı dünyasının planladığı gibi adım adım uygulanıyordu.

İslâmiyet'e göre;

Kur'ân ve Sünnet asla kanun ve anayasa değildir.

Bunlar, onlara inananlar açısından

içtihat (araştırma) yapmaları için birer kaynaktır, delildir.

İnanmayanlar ise

kendilerine istedikleri delilleri kaynak olarak seçebilirler.

Ne padişahın ve ne de ekseriyete dayalı bir parlamentonun

kanun yapma hakkı ve yetkisi yoktur.

Herkesi bağlayan kanunlar,

bütün müçtehitlerin ittifak ettikleri hususlardır.

İslâmiyet'te hükümdarların kanun yapması şirk yani Allah'a ortak koşmakla eşdeğer sayılmış, ekseriyet kararları da zulüm olarak nitelendirilmiştir.

İslâmiyet, nisbî temsile dayalı yerinden yönetimi yani Batılı deyimle demokrasi yönetimini kabul etmiştir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Egemenlik Osmanlı sülalesine aitti.

 

"1- Padişah'ın Devlet mekanizmasındaki yeri:

a- Egemenliğin mutlak şekilde sahibi olarak:

1876 Anayasa'sı egemenlik hakkı'nın Millete ait olabileceği fikrine yer vermemiştir; egemenlik hakkı ne doğrudan doğruya ve ne de dolayısıyle millet'e aitti. Egemenlik ne millet'e aittir ve ne de kaynağını millet'ten alır. Egemenlik kayıtsız şartsız Osmanlı sülâlesine aittir ve baba'dan büyük evlad'a geçmek suretiyle intikal eder."(s. 29)

 

HÂKİM - HÂDİM AYIRIMI VE HÂKİMİYET.

ALLAH ADINA MİLLÎ HAKİMİYET VARDIR.

 

Tanzimat ve Meşrutiyetlere kadar;

Padişahlar milletin 'hâkimi' değil 'hâdimi' idiler.

Hâkim ise Allah idi.

Tanzimattan sonra ve özellikle Meşrutiyet dönemlerinde 'hâdim' yerine 'hâkim' oldular. Artık hâkimiyetin Osmanlı soyunda olduğu kabul edilmişti; yani hizmetteki imtiyaz hâkimiyetteki imtiyaza dönüşmüş ve Osmanlı Devleti'nin son yıllarında padişahlar farkında olmadan firavunların mirasçısı olan Batılıların güdümünde adeta firavunlar gibi tanrının oğulları olmuşlardı. Ama cehaletleri sebebiyle ne yaptıklarının farkında değillerdi. Çünkü kendileri içtihat yapmayıp artık taklit etme konumuna gelenler bu tür beşerî hatalar cenderesine düşerler.

İslâmiyet'e göre;

Hâkimiyet Allah'ındır.

Allah bu hâkimiyeti;  

Yeryüzünde kendisine halife yaptığı insana vermiştir.

İnsan kendi irade ve içtihatları ile;

Bu hakimiyeti değerlendirir ve kullanır.

Topluluklarda hakimiyet ise uzlaşarak yapılan anlaşmalarla oluşur.

Kesinlikle ekseriyet veya hükümdar hakimiyeti yoktur.

Allah adına millî hakimiyet vardır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Kamu hürriyetlerini de padişah düzenliyordu.

 

"b- Padişah'ın mutlak sorumsuzluğu ve yetkileri;

Anayasa'ya göre (Madde 5) padişah'ın kişiliği kutsal ve sorumsuzdur. Öteyandan, her ne kadar 4 yılda bir millet tarafından seçilen bir parlamento var ise de bu parlamento millet'in ne gerçek bir temsilcisi idi ve ne de devlet mekanizması içinde ciddî denebilecek yetkilere sahip kılınmıştı. 1876 Anayasa'sı egemenliğin kullanılması konusunda millet'e (veya onun temsilcisi sayılan organ'a) her hangi bir katılma hakkı tanımadığı gibi padişah'a ait saydığı bu hakkın sınırlanması yoluna da gitmemişti. Her konuda ilk ve son sözü söyleyecek olan padişah idi ve padişah'ın mutlak iradesi Anayasa perdesi arkasında gizlenmek istenmişti. Gerçekten de Anayasa Padişah'a; -Yasama faaliyetlerinin yürütülmesine izin vermek; -Hükümeti kendi istediği şekilde kurmak veya işten uzaklaştırmak;

Kamu hürriyetlerini kendi keyfine göre ayarlamak, kısıtlamak ve sınırlamak imkanlarını vermıştır."(s. 29,30)

 

DEVLETLERİN ÖMRÜ VE

OSMANLI DEVLETİ'NİN YIKILIŞI

YAŞLANAN HER DEVLET VE TOPLULUK ÇÖKER

 

Batı dünyasının Eski Mısır, Eski Yunan, Roma ve Bizans'tan tevarüs ettiği despotik anlayış son dönemlerde Osmanlılar'a da bulaşmıştır. Çeşitli oyunlar ve dayatmalarla padişahlara Batılı kanun ve anayasalar yaptırmışlar ve uygulatmışlardır. Yazarın sözünü ettiği kamu ile ilgili uygulamalar da bunlardandır.

İlhan Arsel ve onun gibi düşünenler, bir taraftan bu Batı sistemini yerlere ve göklere sığdıramamakta; diğer taraftan Osmanlı döneminde yapılan uygulamaları sürekli olarak yermektedirler. Batı sistem ve düzenleri iyi olsalardı, altı asırlık büyük devleti yıkılmaktan kurtarır veya cumhuriyet döneminde yapılan uygulamalar sayesinde Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olurdu. Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Aksine tersi oldu. Osmanlı Devleti kısa zamanda yıkıldı. Türkiye de güçlü bir devlet olamadı.

Aslında bu sistem ve düzenlerin sahibi olan Batı da yavaş yavaş çöküyor; yıkılması ise an meselesi. Kendisi kurtuluşa muhtaç olan Batı dünyası, başkalarını nasıl kurtarabilsin?

 

İslâmiyet'e göre;

Yaşlanmış olan topluluk ve sistemler kendi güçleriyle ayakta kalıp yaşayamaz hâle gelince, başka topluluk ve sistemlerden destek ve kurtuluş aramaya başlarlar.

Aslında genellikle 'dost' değil 'düşman' olan o topluluklar da 'destek' değil 'köstek' olurlar ve yıkılışı hızlandırırlar.

Osmanlı Devleti'nin yıkılışı da, yüzyıllar süren uzun bir hayat ve yaşlılıktan sonra yıkılışa dönüşen tabiî bir gelişmedir.

Her ümmetin bir eceli vardır.

Eceli gelince ölür ve yerini başka ümmet ve sistemlere bırakır.

 

*  *  *

 

Yazara göre,

Ayan Meclisi'nin yorum yetkisi

padişahların işine yaramıştır.

 

"a- Parlamento'nun iki ayrı meclisten (Meb'usan Meclis-i" ve "Ayan Meclis-i") meydana gelmesi:

Yasama görevini yapacak olan Parlamento "Hey'et-i Meb'usan" (Temsilciler Meclisi) ve "Heyet-i Âyan" Âyan Meclisi adlariyle başka başka iki Meclisten kurulmuştu...

Ayan Meclisi seçim yolu ile değil fakat Padişah'ın tayin edeceği üyelerden meydana gelmiştir...

Ayan Meclisi, diğer Meclis tarafından kendisine gönderilecek olan kanun tasarılarını inceler ve tartışırdı...

Anayasa'nın 117 nci maddesine göre Ayan Meclisi Anayasa hükümlerini yorumlama yetkisine sahip kılınmıştır. Ayan Meclisi'ne tanınan bu yetki daha ziyade Padişah'ın işine yaramış ve özellikle ikinci Meşrutiyet devrinde hükûmet bundan yararlanmasını ve hattâ bunu Mebu'san Meclisi'ne karşı bir silah gibi kullanmasını bilmiştir..."(s.30)

 

YORUM YETKİSİ VE İKİ MECLİS

METİNLERİ SADECE HAKEMLER YORUMLAR

 

Avrupa'da bir tarafta asilzadeler, diğer tarafta halk vardı. Batı toplumu böyle sınıflanmıştı. Bu sınıflar bir arada olamaz ve aynı çatı altında toplanamazlardı. Bundan dolayı 'iki meclis' yapılanması zarureti vardı.

Halbuki Osmanlı toplumunda sınıflar yoktu. Herkes eşitti ve eşit haklara sahipti. Dolayısıyla Osmanlı toplumunun sınıfların varlığı ile oluşan problemleri de yoktu. Birbirinden tamamen farklı bir yapılanma içindeydiler.

Osmanlı dönemindeki Batı hayranlarımız onları körü körüne taklit ettikleri için olmayacak hatalar da yapıyorlardı. 'Temsilciler Meclisi' - 'Ayan Meclisi' ayırım ve uygulaması da bu taklitvari yanlış uygulamalardan biridir. Osmanlılar da Avrupa toplumuna benzer iki meclis kurdular ve Ayan Meclisi'ne de Anayasa hükümlerini yorumlama yetkisini verdiler. Böylece çatışmacı dünya görüşünün sahibi ve temsilcisi Batı'ya benzer şekilde birbiriyle çatışacak 'iki meclis' oluşturmuş oldular.

Artık çatışmanın ilk temelleri atılmıştı.

Bundan sonrası kolaydı ve nitekim kolay da oldu.

Devlet kısa zamanda bölündü, parçalandı, peşkeş çekildi ve yıkıldı.

İslâmiyet'e göre;

Metinleri yorumlama yetkisi

sadece tarafların seçtikleri hakemlere aittir.

Meclislerin, kişilerin veya atanmış hâkimlerin

yorumlama yetkileri yoktur.

 

*  *  *

 

 

Yazara göre;

Meclisi toplama yetkisi padişahtaydı,

dolayısıyla bütün yetkiler yine padişahta toplanmıştı.

 

"3- Padişah ile Parlamento (Meclis-i Umumi) arasındaki ilişkiler:

1876 Anayasa'sına göre kanun teklif etme hakkı esas itibariyle Bakanlar Kuruluna aitti. Meclislerden her biri, ancak Padişeh'tan izin almak suretiyle bazı belli konularda teklifte bulunabilirlerdi... Daha başka bir deyimle kanun ancak Padişah'ın keyfine uygun olarak çıkarılabilirdi.

Parlamento'yu toplantıya çağırmak veya Meb'usan Meclisi'ni dağıtmak hükûmeti kurmak veya görevden uzaklaştırmak Padişah'a tanınmış bir hak olduğundan yasama ve yürütme görev ve yetkileri Padişah'a terkedilmiş sayılabilirdi."(s. 31)

 

BAŞKANIN YETKİLERİ VE DENGE.

BAŞKAN İCRACI DEĞİL HAKEMDİR.

 

Toplulukların yönetiminde daima 'denge' aranır. Dengeyi kuramayan topluluklar ya büyük sarsıntılar geçirirler veya yıkılırlar. Toplulukların varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri açısından son derece gerekli olan bu dengenin nasıl sağlanacağı konusunda ittifak edilmiş bir kural yoktur. Her topluluk kendine uygun gördüğü farklı bir uygulama yapmıştır.

Osmanlılar'da denge daima hükümdarlar tarafından sağlanmıştır. Çağındaki diğer topluluklarla mukayese edildiğinde son derece başarılı bir uygulama olan bu denge sayesinde dünyanın en uzun ömürlü devleti kurulabilmiştir. Denge bozulduğu andan itibaren de çöküş başlamış ve yıkılış mukadder olmuştur.

İslâmiyet'e göre;

Başkan bizzat icracı değildir.

Ancak dengeyi korumada ve ihtilâflarda ilk başvurulacak 'hakem'dir.

Bu konuda bir örnek verelim: Sözgelimi, bir arabayı iki kişi sahiplenmektedir. Bu durumda ortada bir ihtilâf vardır ve başkana düşen görev zilyetin kimde olduğuna karar vermek suretiyle arabayı ona teslim etmektir. Kesin çözüm ise hakemlere yani yargıya aittir.

İslâmiyet'te başkan denilince, cuma namazının kılındığı bir beldenin başkanı anlaşılır. Kaza birimi olan bu yerin başkanı bu kararı verebilir. Devlet başkanı ise toplumu oluşturan organ ve kurumlar arasında dengeyi sağlayan hakemdir.

Çıkan ihtilâflar kendisine götürülür ve ilk elde başkan yetkilileri belirler. Kurumların ve organların yargı hakları saklıdır. Hakemlere giderek alınan kararları kaldırtabilirler.

O halde yargı yolu açık olmak üzere, başkanlar uygulamada ilk hakemdirler. Bu sistem sayesinde bir toplulukta denge sağlanmış ve korunmuş olur.

*  *  *

 

 

İlhan Arsel'e göre;

padişah insan hak ve hürriyetlerini yok edebilirdi.

 

"C- 1876 Anayasa'sında kamu hürriyetleri ve bu hürriyetlerin güvenlikten yoksun oluşu:

1876 Anayasa'sı kişi hak ve hürriyetleriyle ilgili hükümlere yer vermişti: Vergilerin eşitlik ve adalet esasları gereğince alınacağı, hiç kimsenin kanun dışı yollarla cezalandırılamayacağı; dernek kurma hürriyeti; devlet memurlarında yeterlilik esasına göre hareket olunacağı; mal dokunulmazlığı, v.s., Ancak ne var ki bu hak ve hürriyetleri teminata bağlayan bir mekanizma kurulmamıştı ve kurulmadıktan başka Anayasa'daki bir madde gereğince (ünlü 113 madde) Padişah, bütün bu hak ve hürriyetleri gelişi güzel yok edebilirdi. Şöyleki devletin güvenliğini bozar sandığı kişileri, basit bir polis soruşturmasıyle, memleketten sürebilir ve Bakanlar Kurulu aracılıyle çıkaracağı geçici tüzükler ve kararlarla kişi hürriyetlerini işlemez hale sokabilrdi. Nitekim Padişah, yukardaki yetkilere dayanarak hürriyet savaşı yapan kişileri ve başta Mithat paşa'yı yok etmesini bilmiştir."(s. 31)

 

 

İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİ;

HAKKI ÜSTÜN TUTAN SİSTEM.

 

Hak ve hürriyetlerin belirlenmesi konusunda iki görüş vardır:

a) Asıl olan yasaklardır; kanun hak ve hürriyetleri sayar.

b) Asıl olan hürriyetlerdir; kanun yasakları sayar.

Hakkı üstün tutan sistem ve medeniyetlerde yasak olmayan her şey haktır. Bu hakları kullanma konusunda her insan hürdür ve bu haklar devlet teminatı altındadır.

Kuvveti üstün tutan sistem ve medeniyetlerde ise sadece kuvvetin lutfettiği hak ve hareketler serbesttir; bunlar dışındaki hareketler ise yasaktır.

Osmanlılar, Batılılaşma hareketlerinden önce hakkı üstün tutuyorlardı. Sadece yasakları sayıyorlar, hak ve hürriyetlerden bahsetmiyorlardı. Çünkü bunlar tabiî haklardı.

Batılılaşma hareketleri ile birlikte artık hükümdar hakları da saymaya başladı ve sistem çorbaya döndü.

Denge bozuldu ve çorbaya dönen sistem çöküntüyü hızlandırdı.

İslâmiyet;

Hakkı üstün tutan bir sistem ve düzendir.

Yasaklanmayan her şeyi yapmak insanların tabiî haklarıdır.

Bu haklar kanunla belirlenmez. Buna gerek yoktur.

Şeriat yasakları tesbit eder; bu yasaklar dışında kalan her şey

serbesttir ve haktır.

Bundan dolayı kanunlar hakları sayar; şeriat ise vazifeleri sayar.

Şeriata göre haklar sonsuzdur ve sayılmaz.

İşte şeriatın bu özelliğinden dolayı, bir İslâm devleti anayasasında  mesken masuniyeti yer almaz; başkasının evine girme yasağı bulunur. Mesken zaten tabiî olarak masundur. Ayrıca bunu yazarak belirtmeye gerek yoktur. Sadece ona dokunulamayacağı yazılmalıdır.

İslâmiyet'i çok iyi anlamak gerekir. Anlamayanlara bir diyeceğimiz yoktur; ama anladığı ve bildiği halde hakkı ve hakikatı gizleyenlere Kur'ân 'kâfir' diyor.

 

*  *  *

 

Yazara göre;

Osmanlı-Rus Savaşı bahanesiyle

I. Meşrutiyet'e son verilmiştir.

 

"II- 1876 Anayasa'sına son verilmesi:

Görülüyor ki 1876 Anayasa'sı "Mutlak Monarşi" sistemini Anayasa perdesi altında yürütmekten başka bir değişiklik getirmemişti. Fakat memleketi sorgusuz sualsiz ve Anayasa'sız yönetmeğe alışmış Padişah'a bu dahi fazla görünmüştür. Osmanlı-Rus savaşı vesilesiyle Meclis'te hükûmet'in tenkid konusu yapılması ve savaş'ın askerî başarısızlıklar nedeniyle aleyhe gitmesi konularının tartışılması nedeniyle Padişah 13 Şubat 1878 tarihinde Parlamento'yu süresiz olarak dağıtmış ve böylece tarihimizde Birinci Meşrutiyet diye anılan dönem son bulmuştur."(s. 32)

 

 

BATI DÜNYASININ PLÂNLARI VE GELECEĞİMİZ.

KARANLIK OLMADAN AYDINLIK OLMAZ.

 

Batılılar, sömürgeleştirme faaliyetleri ile birlikte Müslümanlar arasında Jön Türkler örneğinde en açık şekilde görüleceği üzere İslâm düşmanı kanser hücrelerini yetiştirmeye başlamışlar ve Osmanlı Dev-leti'ni içten yıkmayı plânlamışlardır.

II. Abdülhamid I. Meşrutiyet'i askıya almasaydı, 1910'lu yıllardaki acı sonuçlar 1880'li yıllarda olacak ve devlet 30 yıl önce yıkılacaktı. Bu arada vakti gelince Anadolu'yu kurtaracak olan kadrolar da henüz yetişmemiş olacaktı. Batı dünyasında yapılan plânların uygulanması sonucunda Anadolu'da tek bir Müslüman bile kalmamacasına katliamlar yapılacak ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti de olmayacaktı. Kim bilir, belki de Sakarya'da Rum ve Ermeniler savaşacaklardı.

II. Abdülhamid 1876 Anayasası'nı askıya aldı ama başlattığı eğitim seferberliği ile açtığı okullarda yetişen kadrolar 1920'lerde Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdular.

İlhan Arsel gibiler, Osmanlı dönemi Jön Türkler'in misyonunu yüklemek ve fonksiyonunu icra etmek üzere tekrar yetiştirildiler, bu arada Batı dünyasından da çok büyük destek gördüler. Emellerine tam olarak erişememekle beraber, Türkiye'ye çok yönlü büyük zararlar verdiler.

İslâmiyet'e göre;

Olan her şey iyidir ve öyle de olması gerekir.

Gece olmadan gündüz, karanlık olmadan aydınlık olmaz;

Gündüz olmadan gece, aydınlık olmadan da karanlık olmaz.

Dolayısıyla her şey Allah'ın takdiri ile olmaktadır ve geçmişte olanlardan ibret ve ders alınmalıdır. Geçmişi şöyle veya böyle suçlayıp kötülemeye gerek yoktur. Sadece bilmek ve ibret almak gerekir. Gelecek aydınlıktır ve o aydınlık gelecek de çok yakındır. Zira karanlık en zifiri hâlini almış, zulmü bütün dünyayı sarmıştır. Artık aydınlığın tam zamanıdır.

"İşte böylece biz, o günleri insanlar arasında çevirip duruyoruz. (Kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazan bir topluluğa iyi ve kötü günler gösteriyoruz, bazan ötekine). Allah inananları ortaya çıkarsın, sizden şehidler edinsin diye (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allah, zalimleri sevmez." (Kur'ân/Âl-i İmrân[3]; 140)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ KONU

 

 

 

İKİNCİ MEŞRUTİYET DEVRİ

 

1876 Anayasası'nın (1293 Kanunu Esasi'sinin)

Değiştirilerek Yeniden Yürürlüğe Konması

 

 

 

Yazara göre;

II. Meşrutiyet ,

İttihat ve Terakki'nin dayatması ile ilân edilmiştir ve

II. Meşrutiyet'te ayrıca güvenoyu getirilmiştir.

 

"Dikta rejimine karşıt eylemler.

1892 yılında Askeri Tıp öğrencileri tarafından, daha sonra "İttihad ve Terakki" adını alacak olan bir örgüt'ün kurulduğunu görmekteyiz...(s. 33)

Fakat gerek yurt içinde ve gerek yurt dışında dikta rejimine karşı sürdürülen muhalefet Abdülhamid'e Anayasa'yı yeniden yürürlüğe koymaktan başka çare olmadığını göstermiştir. Özellikle "İttihad ve Terakki" Cemiyeti'nin giriştiği amansız hücumlar sonucunda Abdülhamid 24 Temmuz 1908 tarihinde "Meb'usan Meclisi'nin" seçimiyle ilgili kararı imzalamış ve böylece 30 yıllık bir ara vermeden sonra millet yeniden "Meşrutiyet" adı verilen rejime kavuşmuştur...

Bakanların sorumluluklarıyle ilgili madde açıklığa kavuşturulmuş ve Padişah için ancak Meb'usan Meclisi'nin güvenine sahip kimseleri bakan tayin edebilmek imkanı tanınmış ve Bakanlar Kurulu'nun ancak bu meclisin güveniyle iş görebileceği öngörülmüştür.

Padişah kendi istediği şekilde hükümet kuramayıp her şeyden önce milletçe seçilmiş ve millet iradesini temsil eden meclisin isteğine uyacak ve ona göre onun güven beslediği kimselerle kabine kurabilecekti."(s. 34)

 

II. ABDÜLHAMİD - İTTİHAD VE TERAKKİ MÜCADELESİ

GÜVENOYU VE 'BİAT SİSTEMİ'

 

II. Abdülhamid birinci meclisi kapatıp anayasayı askıya aldıktan sonra, bir taraftan medreseleri güçlendirmiş, diğer taraftan Batı tipi modern okullar açmıştı. Böylece birbirine hasım iki güçlü ekol oluşmuştu. Batı dünyasının yoğun propagandaları sonucunda hem medrese hem de okullar II. Abdülhamid'e karşı cephe almışlardı. Bu arada geçen zaman içinde kendisi de yaşlanmıştı. Bütün bu gelişmelerden sonra II. Meşrutiyet'i ilân etti ve Hareket Ordusu komutanlarının emirlerine uydu.

Çoklu grup oluşturamayan bir yönetim denge kuramaz ve sonunda teslim olur veya yok olup yıkılır.

Fatih Sultan Mehmet, 'sadrazam'ı kendisine 'mutlak vekil' yapmış ve kendisi yönetime doğrudan katılmamıştı. Bu uygulama sayesinde, şikâyetler arttıkça sadrazam değiştirilmek suretiyle saltanat güvenceye alınmış bulunuyordu.

Bu sistem Batı'ya, meclisin hükümeti düşürmesi şeklinde intikal etmiş, böylelikle devlete bir şey olmadan hükümet değiştirme sistemi getirilmişti. Ancak bu uygulama da pek istikrarlı olmamış ve hükümetlerin devamlı değişmesi de dengesizliğe sebebiyet verdiğinden sağlıklı bir istikrar ve denge sağlanamamıştır.

İslâmiyet'te;

Halkın yöneticileri denetleme sistemi getirilmiştir.

Ancak bu denetleme güvenoyu uygulaması ile değil, halkın her gerekli gördüğü zamanda grubunu değiştirmesiyle olmaktadır.

Bir örnekle konuya açıklık getirelim. Diyelim ki, meclis oluştu ve koalisyon hükümeti kuruldu. Her yirmi milletvekilini kendisine bağlayan kimse bakan oldu. Bakanın icraatları beğenilmediğinde halk temsilcilerini uyarır; onlar da bakanı uyarırlar. Milletvekilleri desteklerini çekince o bakanın bakanlığı düşer. Milletvekilleri desteklerini çekmezse, halk milletvekillerinden temsilcilik yetkisini alır ve onlar milletvekilliğinden düşer.

Bu sistem ve uygulama sayesinde,

hükümet sürekli olarak halkın denetimi altındadır.

Bu sistemde devlet başkanı, bakanların atanması veya görevden alınması ile değil; bu mekanizmayı adil bir şekilde çalıştırmakla yükümlüdür.

İşte 'biat sistemi' budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Meclis denetimi olumlu bir adımdı.

 

"B- Padişahın Durumu: (s. 34)

30. maddenin yukarıdaki şekilde değiştirilmesi sonucu olarak Padişah için Başbakanı atama serbestisi sınırlandırılmış oluyordu. Çünkü Padişah ancak "Mebusan Meclisi"nin güvenine sahip bir kimseyi bu mevkiye getirebilecek ve Başkanın kuracağı bakanlar kurulunu da kabul zorunluğunda kalacaktı. Yani Bakanlar Kurulu artık kendi varlığını Padişaha değil, fakat daha ziyade Mebusan Meclisi'ne medyun bulunduğundan gerektiğinde Padişaha karşı direnebilecek ve onun keyfi işlemlerini önleyebilecektir. Daha başka bir deyimle Padişah artık her istediği şeyi bakanlarına yaptırtmak olanağına sahip değildir. Çünkü aksi takdirde bakanlar, Mebusan Meclisi'ne karşı hesap vermek durumunda kalabileceklerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, Bakanlar Kurulu, Hükümdardan ziyade Mebusan Meclisi'nin iradesine bağlı bir hale getirilmiştir..."(s. 35,36)

 

SAĞ-SOL AYIRIMI VE

HALKIN DENETİMİNDEKİ HÜKÜMET

EKSERİYET DENETİMİ YERİNE HALK DENETİMİ

 

Kapitalist sistemde halk iki kampa ayrılır:

Kamplardan biri 'sağcı', diğeri de 'solcu' olur.

Bunların reyleri birbirine çok yakın olur, hükümet küçük bir fazlalıkla aldığı güvenoyu sonrasında oluşur. Böyle kurulan zayıf hükümet sermaye sahiplerini dinlemezse, meclisteki satın alınmış küçük gruplar harekete geçirilir ve hükümet düşürülür.

Görünürde ülkede cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, hükümet ve ordu vardır. Ancak bütün bunlar sermaye için sahnede oynayan birer tiyatro oyuncusundan başka bir şey değildirler. Kukla konumundadırlar. Oyunu oynatan başkasıdır. İpin ucu ve gerçek güç, iç veya dış sermayenin elindedir. Bu sistemin adı da sözde demokrasidir.

II. Meşrutiyet'te de durum yaklaşık olarak böyle olmuş, on sene içinde altı asırlık büyük bir imparatorluk haritadan silinmiş ve netice, İlhan Arsel gibilerin takdirini kazanacak bir hâle gelmiştir. O günkü Avrupa devletlerinin istediği de budur.

İslâmiyet'e göre;

Ekseriyet denetimi yerine halk denetimi vardır.

Mensupları azalan ve yeterli oy oranını kaybeden parti yavaş yavaş iktidarı da kaybeder. Çünkü koalisyondaki yeri ve gücü, mensubu yani halktan aldığı oy kadardır. Satın alınabilecek veya korku ile baskı altına alınabilecek üç-beş kişi ile iktidar ve hükümet ile oynanamaz.

İstikrarlı ve dengeli bir demokrasinin, buna paralel olarak halkın kontrol, destek ve denetiminde güçlü bir hükümet vardır. Küçük bir mutlu azınlık hükümet ve halkın kaderi ile oynayamaz. Sistem buna göre kurulmuştur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Meclisin kendiliğinden toplanması büyük bir gelişmedir.

 

"1- Padişah ile "Meclis-i Umumi" arasındaki ilişkiler

a- Meclis-i Umumi'nin yıllık toplantılara kendiliğinden başlayabilmesi:

1876 Anayasasının 43. maddesi hükmüne göre Meclis-i Umumi'nin iki dalının yıllık toplantılara başlayabilmesi Padişah tarafından yapılacak davet üzerine olabilirken, bu maddede 1909 tarihinde yapılan değişikliklerden sonra Mebusan Meclisi ve Ayan Meclisi her yıl Ekim ayı başında davetsiz olarak toplanır ve Mayıs başına kadar toplantılarına devam ederek o tarihte Padişahın kararı ile toplantılarına son verip ve meclislerden biri toplantı halinde bulunmadığı zamanlar diğerinin de toplanamayacağı ve böylelikle Padişahın yasama meclisinin toplanmasına engel olamayacağı esası kabul edilmişti."(s. 36)

 

MECLİSİN TOPLANMASI VE DAĞILMASI

KANUN YAPMA YETKİSİ VE İÇTİHAD

 

Batı düzeninde hafta tatili, yıllık tatiller yapma geleneği yanında; meclisin toplanması ve dağılması da davete bağlanmıştır. Meclisin hâkim olduğu ülkelerde davetsiz toplantı olur. Sistem böyle kurulmuştur.

İslâmiyet'e göre; şûranın dağılması sözkonusu değildir.

İsteyen istediği zaman tatil yapar. Şûraya gelmeyenlerin söz ve oy hakkı olmaz. Ancak görüşülecek konular bir hafta önce duyurulur. Şûra üyeleri toplantıya gelip gelmeme konusunda serbest olurlar.

İslâmiyet'te kapalı toplantı yoktur. İsteyen herkes dinleyici olarak meclis toplantılarına katılır ve müzakereleri dinler. Ancak söz hakkı yoktur, fakat salon dışında temsilcilerini uyarabilir, görüş ve kanaatlerini bildirebilir.

 

"b- Ayan Meclisi'nin onayı olmadan, Mebusan Meclisi'nin dağıtılamaması:

1909 tarihinde yapılan değişikliklerdin sonra Mebusan Meclisi'ni dağıtmak hakkı her ne kadar yine Padişaha bırakılmış ise de bu hakkın kullanılması oldukça güç bir sisteme bağlanmıştı. ...o zaman Padişah değişik 17. madde gereğince Ayan Meclisi'-nin onayını almak şartıyla Mebusan Meclisi'ni dağıtabilirdi."(s. 36,37)

İslâmiyet'e göre;

Meclisin dağıtılması sözkonusu değildir.

Belki bazı milletvekillerinin

milletvekilliğini iptal etme hakkı olabilir.

Bu iptal da belli bir müddet için sınırlıdır.

Örneğin, yılda en çok üç milletvekili.

Bu uygulama sayesinde

başkanın meclis üzerindeki denetimi daha sağlıklı sağlanmış olur.

 

"c- Kanunların hazırlanması konusunda:

1876 Anayasası ile kanun teklifinde bulunma hakkı esas itibariyle hükümete, bakanlara tanınmış ve milletvekillerine bu konuda pek sınırlı yetkiler bırakıl-mıştır... 1909 tarihli değişikliklerle iki meclis üyeleri için kanun teklifinde bulunmak yetkisi bu sınırlamalardan kurtarıldı..."(s. 37,38)

 

Yürütme organı olan hükümetin kanun teklif etmesi kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Ama Batı'da her şey göstermeliktir. Aslında kuvvetler ayrılığı yoktur. Sadece öyle olduğu iddia edilmektedir. Göstermelik olarak milletvekillerinin kanun teklif etme yetkisi vardır ve çoğunlukla görüşülmeden kadük hâle geldiğinden fiilen yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Herkes kendisi için yapacağı içtihatların teklifini de kendisi yapar.

Teklif, hiç kimsenin imtiyazında değildir.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

II. Meşrutiyet Anayasası'nda

hürriyetlere daha çok yer verilmiştir.

 

"C- Kişilerin hak ve hürriyetlerinin güvencesi konusunda yapılan değişiklikler:

Kişilerin hak ve hürriyetleri ile ilgili olarak 1909 tarihinde yapılan en önemli değişikliklerden biri 113. maddenin son fıkrası hükmünün Anayasadan çıkarılması olmuştur... "(s. 38)

 

HAK VE HÜRRİYETLER

 

İktidarın atadığı ve maaşını verdiği bir hakimin kararı ile hangi hak ve hürriyetler korunabilir.

Sovyet ve Çin anayasalarında da bütün haklar yazılıdır. Ancak hakların yazılması değil uygulanması önemlidir. Uygulanmadıktan sonra da hiçbir değeri yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Hak ve hürriyetlerin kullanılması için ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları (âkileleri) oluşturulmuş ve mahkemeler hakemler-den teşkil edilmiştir.

Ayrıca hak ve hürriyetler asıl kabul edilmiş, yasaklamalar için mevzuat gerekli görülmüştür. Bütün insan hakları korunmuştur.

İslâmiyet'te karakol yoktur ki işkence yapılsın ve dolayısıyla insan hak ve hürriyetleri ihlâli olsun. Bu sistemde polis, sadece tahkikat yapmakla görevlidir. Bu tahkikatı yaparken de karakola götürme yetkisi yoktur. Tahkikat dışardan yapılır.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İttihat ve Terakki Partisi

kendi hükümranlığını sağlamak amacıyla,

meclisi dağıtma meselesinde

Ayan Meclisi'nin muvafakati şartını kaldırdı.

 

"II- İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNİN SONA ERMESİ(s. 39)

Mebusan Meclisi'nin her şeyin üstünde bir güç olmasını isteyen hiç şüphesiz "İttihat ve Terakki" olmuştur... Ancak kendi lehine olacağı kanısıyla başlangıçta böyle bir tedbiri olumlu gören İttihat ve Terakki partisi Mebusan Meclisi'nin bu suretle gereğinden fazla bir bağımsızlığa ve serbestiye kavuştuğunu izleyerek daha sonra bu sistemin tüm olarak karşısına çıkmıştır...(s. 40)

Mebusan Meclisi'ni kendine itaatkâr kılmabilmek için yapılacak başlıca şey onu kolaylıkla dağıtılabilir hale getirmekti... Mebusan Meclisi'ni dağıtma yetkisini Ayan Meclisi'nin onayından çıkararak doğrudan padişaha tanınmasında bir sakınca görmeyen İttihat ve Terakki.. Çünkü bu suretle dilediği zaman padişaha meclisi dağıtma kararını aldırabilecekti...(s. 41)

Böylece 1911 tarihinde yapılan bu değişikliğe göre Mebusan Meclisi'nin dağıtılabilmesi Padişaha ait bir yetki haline getirilmiştir. Bunun sonucu olarak İttihat ve Terakki Mebusan Meclisi'ne karşı daha serbest davranabilmek ve onu kolayca itaati altına alabilmek olanaklarını elde edebilmiştir.

Bu vesile ile şu noktayı açıklamak yerinde olacaktır ki, İttihat ve Terakki liderleri, Mebusan Meclisi'nin dağıtılması kararının Ayan Meclisi'nin onayından uzak kılmakla Meşrutiyete en büyük kötülüğü yapmışlardır...

Mebusan Meclisi'nin 21 Aralık 1918 tarihinde dağıtılması işte bu nedenle ve hiç şüphesiz son derece kolaylıkla olmuş ve böylece Meşrutiyet dönemi de son bulmuştur."(s. 42)

 

 

İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ,

OSMANLI DEVLETİ'NİN YIKILIŞI

VE YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULMASI.

 

Bize göre, gerçek insan haklarını ve adil bir düzeni getirmede İslâmiyet önceliğe sahiptir. İslâmiyet'ten başka bir kaynak gerçek ve kâmil anlamda bir denge yönetimi sağlayamaz. Nitekim insanlık tarihini incelediğimizde bunun apaçık böyle olduğunu görürüz. Hakka dayalı düzenleri büyük peygamberler aracılığı ile hep İslâmiyet getirmiş, daha sonra ard niyetli insanlar bu sistemi yozlaştırarak kuvvete dönüştürmüşlerdir.

Batı dünyası da, insan hak ve hürriyetlerini propaganda aracı yapmış, ancak gerçekte bu haklara asla inanmamıştır. Batı samimi değildir. Sadece göz boyamacıdır. İnsanları böyle aldatmaktadır. Nitekim Batı mukallidi olup sözde insan hakları ve demokrasi için savaş veren İttihat ve Terakki Partisi, bütün çabalarının sonunda kendi diktatörlüklerini sağlayıp sağlama almak için olduğunu, Arsel bile itiraf etmek zorunda kalıyor. Dünyada örneği görülmemiş zulüm ve entrikalar sonunda adeta çok kocalı bir kadına dönen devlet, bu karışıklıklar sonunda yıkılma noktasına gelmiş ve bir müddet sonra Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak kendi kendisine son vermiştir. Kendi idam fermanını kendisi imzalamıştır. İttihat ve Terakki Partisi'nin en büyük başarısı budur! Gerçekten de, altı yüzyıllık ve bugünkü Türkiye'nin birkaç katı büyüklüğündeki imparatorluğu on yıl gibi kısa bir zamanda yıkmak ve büyük bir sadakat içinde düşmanlara teslim edebilmek başarısı, dünyada hiçbir partiye nasip olmamıştır...

İlhan Arsel, Osmanlı Devleti'nin kısa zamanda yıkılmasından ve şeriatın ayaklar altına alınmasından sorumlu olan İttihat ve Terakki Partisi'nin marifetlerini, bir ilim adamı insaf ve gerçekçiliği ile niçin söylemiyor ve yazmıyor?..

İslâmiyet'e göre;

Sonbahar gelip yapraklar dökülmezse, bahar ve yaz mevsimi gelince yeni filiz ve yapraklar ortaya çıkamaz. Her yeni ve taze başlangıç için eskisinin sona ermesi gerekir. Dünya hayatı ve düzeni böyle kurulmuştur.

Osmanlı yıkılırken yerini yeni bir devlete bırakıyordu. İttihat ve Terakki Partisi Osmanlı Devleti'ni tarihe gömerken, Anadolu'da yeni ve genç bir devletin kurulmasına sebep oluyordu. Eğer İttihat ve Terakki bu kadar çabuk davranmasaydı, düşmanlar daha çok tedbir alırlar ve Anadolu'-nun kurtulması mümkün olmazdı.

Allah diyor ki:

"Onlar plân yapıp tuzak ve düzen kurarlar,

Allah da plân kurar ve

Allah plân kurucuların en iyisidir."

(Kur'ân/Âl-i İmrân[3]; 54)

Allah her zaman ,

onların plân, tuzak ve oyunlarının üzerine galip gelicidir.

Nitekim bugün altmışbeş milyonluk

büyük bir Müslüman Türkiye varsa,

bu durum Allah'ın üstünlüğünü ve galibiyetini gösterir.