BEŞİNCİ BAŞLIK
OSMANLI DEVLETİ'Nİ
GERİLETEN ŞERİAT
Yazara göre,
Osmanlılar despotik, mutlak, totaliter, teokratik
ve monarşik bir yönetime mahkum olmuşlardır.
"OSMANLI DEVLETİ'nin ANAYASALCI ve DEMOKRATİK DEVLET NİTELİĞİNE GİREMEMESİ NEDENLERİNİ ŞERİAT'a SAPLANMIŞLIKTA ARAMAK GEREĞİ:
Altı yüzyıla yakın yaşamı içerisinde Osmanlı devleti'nin ne ANAYASALCI ve ne DEMOKRATİK ve ne de CUMHURİ yönde en ufak bir gelişme gösteremeyip despotik ve mutlak ve totaliter ve teokratik ve monarşik kalması nedenlerini doğrudan doğruya Şeriat'ta aramak gerektiği açıktır. Bunun böyle olduğunu ilerdeki sahifelerde ve Şeriat düzeni içerisinde kalmışlığın ne demek olduğunu eleştirmek suretiyle görmüş olacağız...(s. 117)
Çünkü Şeriat, gerçek demokrasi olan layik demokrasi anlayışına her zaman yabancı, her zaman uzak kalmıştır. Ne Muhammed'in kurduğu ilk İslâm devletinde ve ne de onun ölümünden sonra ilk dört halife devrinde veya daha sonraki Emeviler ve Abbasiler devrinde demokratik yaşam diye bir şey olmamıştır. Daha doğrusu egemenliğin halka ait olması, halk (veya millet) iradesinin hür olarak ortaya çıkması, hür ve serbest seçimler, halkın veya temsilcilerinin KANUN yapması kişi bakımından doğal haklar ve bu hakların her şeyin üstünde sayılması, eşitlik, v.s.. gibi hususlar hiç bir zaman bahis konusu olmamıştır..."(s. 118)
YİNE BAZI KAVRAMLAR VE OSMANLILAR
İSLÂMÎ HÜVİYETİNİ KORUYAN OSMANLI DEVLETİ
Despotik:
İstediği zaman istediği şekilde hareket etme hürriyetine sahip bir yönetim şeklidir. İnançsız insanların başkalarına zulüm yapmaktan zevk aldıkları bir düzendir. Bu yönetim şekli, çağımızdaki diktatörlerin uygulayageldikleri bir yönetimdir.
Oysa İslâmiyet'te herkes şeriata uymak zorundadır; dolayısıyla İslâmiyet'te kesinlikle despotiklik uygulaması yoktur. Eğer biri despot olmuş veya despotik bir uygulamada bulunmuşsa, o kimse şeriat ve onun düzeni dışına çıkmış demektir.
Mutlak:
İstediği kaideyi koyan ve uygulayan demektir. Despot, kaidesiz hareket eden; mutlak ise kaideleri kendisi koyan ve o kaidelere uyan demektir.
Osmanlılar, 'özel hukukta' şeriatçı, 'kamu hukukunda' atalarının koyduğu kanunlara uymak zorundaydılar ve kesinlikle mutlakiyetçi değillerdi.
Totaliter:
Merkeziyetçi yani her şeyi tekelinde toplayan sistem demektir. Diğer bir deyişle dikta yönetimi.
Osmanlılarda asla böyle bir yönetim uygulaması yoktu. Hattâ çağındaki yönetimlerle mukayese edildiğinde son derece demokratikti. Atamaların bir kısmı merkezden yapılırdı. Ancak ondan sonraki merhalelerde merkezden yönetme yoktu Tayin edilen yönetici kendi insiyatifini kullanabiliyordu.
Teokratik:
Allah'tan vahiy alan kimselerin bir devleti sübjektif kurallar bütünü ile yönetmesi sistemi demektir.
Osmanlılar döneminde 'şeyhülislâm' uygulaması vardı ve şeyhülislâmların fetvaları vahye değil mevcut mevzuatı yorumlamaya dayanıyordu. Bugünkü yargının görevini görüyor ve fonksiyonunu icra ediyordu. Bundan dolayı Osmanlı yönetimi hiçbir zaman teokratik olmamıştır.
Monarşik:
Adı üstünde, bunu o zamanların, o dönemlerin topluluğu yani insanları tabiî saymış ve hükümdarlığı Osmanlı hanedanına terketmiştir. Çağına göre en ileri bir uygulama şekliydi. Mozayik halinde yaşayan nice inanç ve kavme mensup insanlar, bu yönetimde asırlar boyu mutlu bir hayat sürdüler.
Ancak bu yönetim biçimi ve kuralları, İslâmiyet'in önerdiği ve öngördüğü kurallar değildir. Ama bir topluluk böyle yönetilmek istiyorsa bunu da meşru sayar.
SONUÇ olarak diyebiliriz ki;
Osmanlı Devleti, I. İslâm Medeniyeti'nin yaşlı döneminde oluşmuş bir devlet ve medeniyettir. Yaşlılığın verdiği bütün arıza, aksaklık ve eksiklikleri bünyesinde toplamış olmakla beraber; genel olarak İslâmî hüviyetini korumuş ve tarihe en uzun ömürlü adil devlet uygulaması özellikleriyle geçmiştir.
Osmanlı Devleti'nin bu özellik, güzellik ve üstünlüklerini, ardniyetli olmayan hiçbir insaf sahibi ilim adamı inkâr edemez. Ardniyetlilere de, gördüğünüz gibi cevap yetiştirmeye çabalıyor ve insanları aldatıp saptırmalarına engel olmaya çalışıyoruz.
* * *
İlhan Arsel'e göre,
İslâmiyet'te iktidar, Tanrı'nın vekili halifeye aittir
ve sınırsızdır.
"Oysa ki İslâm'da İKTİDAR'ın kişi hak ve ve hürriyetleri (doğal hürriyetler) yolu ile sınırlanması diye bir şey kabul edilmek şöyle dursun, bahis konusu bile olmamış, ancak Tanrı ve Peygamber emirlerine uygun uygulanması öngörülmüştür. Tanrı'nın yeryüzündeki vekili sayılan hükümdar için iktidarın Kur'an ve Hadis (Sünnet) emirlerine göre iş görmek her ne kadar asıl sayılmış ise de, bu zorunluluğu dahi yok eden durumlar olmamış değildir. Daha İslâm'ın ilk yerleştiği anlardan itibaren toplum asayişinin her şeyden üstün bir değer taşıması ve bu asayişi sağlamak için her şeyin her türlü şiddet ve zorlamanın dince caiz görülmesi ve Hükümdarın (Halifenin) din kurallarına aykırı davranması halinde dahi ona karşı gelme yollarının kapatılması nedeniyle İktidar için sınırlama diye bir durum belirmemiştir...(s. 118,119)
İslâm'da daha ilk anlardan itibaren DEVLET ve Devletin yönetilmesi ile ilgili her şey insan aklı dışında yerleşmiş hükümlere göre ayarlanmıştır. Ayarlanırkan de EGEMENLİĞİN sadece Tanrı'ya ait olduğu, millet egemenliğinin veya iradesinin üstünlüğü diye bir şey olamayacağı, olsa olsa bu iradenin Tanrı emirlerine ve peygamber sözlerine uygun düştüğü sürece anlam taşıyabileceği, kişiler için doğal hukuk ve bu doğal hukukun her şeye üstün olacağı diye bir şeyden bahsedilemeyeceği...
Bu zihniyet günümüze kadar, ufak tefek bazı değişiklikler hariç, aynen devam edegelmiştir.
Batı anlamında ve bugün artık gerçek diye kabul ettiğimiz DEMOKRASİ anlayışına tamamiyle karşıt olan bu anlayış eskiden olduğu gibi bugün dahi savunucular bulur ve Şeriat'ın en mükemmel ve en gerçek demokrasiye yer verdiğini ve Batı demokrasilerinin sahte ve halk çıkarlarına aykırı şeyler olduğunu kabul eder."(s. 120)
İSLÂMİYET 'GERÇEK DEMOKRASİ'Yİ GETİRMİŞTİR
BÖYLE BİR DEMOKRASİNİN UYGULAYICISI OLMAK
İslâmiyet'e göre; Allah önce kâinatı varetti ve ardından insanı yarattı. Yeryüzünde belli bir düzenin olması için tabiî ve sosyal kanunları koydu. Bütün bunları değerlendirip yararlanabilmesi için insana akıl verdi. İnsan aklının da zaman zaman yetersiz kalacağını bildiği için bütün insanlara peygamberler ve kitaplar gönderdi; bunlar aracılığıyla insanlığın o dönemdeki ihtiyaçları seviyesinde tabiî ve sosyal kanunları öğretti. İnsanoğlunu topluluk içinde yaşayabilecek donanımlarla donattı, bütün bunları da anlayabilecek ve uygulayabilecek en mükemmel şekliyle yarattı.
İnsanların oluşturduğu bu topluluklar, kendilerine temsilciler seçerler ve ortak işlerini onlara gördürürler. Bu yöneticiler asla Tanrı'nın halifesi değildirler. Yöneticiler, toplulukların ortak hizmetlerini ve işlerini gören hizmetkârlardır.
Tanrı'nın halifesi insanın bizzat kendisidir;
Topluluk için de halktır. Yöneticiler değildir.
Dolayısıyla Batı dünyasının İslâmiyet'ten devşirerek aldığı iktidar ve demokrasi anlayışı ile İslâmiyet'in öngördüğü iktidar ve demokrasi anlayışı arasında, aradaki yozlaşma ve saptırmalar hariç tutulursa, özde çok büyük bir fark yoktur.
İnananlar 'ilâhî kanun'; inanmayanlar 'tabiî ve sosyal kanun' diyorlar. İsim ayrı ama müsemma yani maksat aynıdır. İnananlan hükümdara Allah'ın temsilcisi diyorlar; inanmayanlar da halkın temsilcisi diyorlar. İnananlar da iktidar ile hürriyet arasındaki dengeyi kurmaya çalışıyorlar; inanmayanlar da. İnananlar da anarşiye karşıdırlar; inanmayanlar anarşiye karşıdırlar. Bunların böyle olmadığını ve aksini iddia eden yoktur.
İktidarın hareket alanını ilk sınırlayan Hz. Musa olmuştur. Tevrat bir anayasa olmuş ve hükümdarların ona uymaları zorunlu kılınmıştır. Yunanlılar da genel olarak bu usûlü benimsemişler, ancak kanunları ekseriyet sistemi ile yapmışlardır.
Batı dünyası, İslâmiyet'in etkisiyle bu yönetim şekline yönelmiş, ancak Yunanlıların ekseriyet sistemini benimsemiştir. Batı dünyası hiçbir zaman gerçek demokrasiye inanmamış, sadece inanmış gibi görünmüştür. Yani özü ve uygulaması itibariyle Batı demokrasisi sahtedir. Bundan dolayı Batı'da hakkın ve halkın hakimiyetini değil, kuvvetlinin ve kapital sahiplerinin hakimiyetini sağlayan bir mekanizma kurulmuştur. Hâlen bu mekanizma en acımasız şekliyle ve çeşitli versiyonları ile uygulanmaya devam etmektedir.
Yeni İslâm düzeni, alternatif olarak getireceği sistem ile bu uygulamalara son verecektir. İnsanlık bunun beklentisi içindedir. Ancak bunu anlayan ve uygulayan insanları beklemektedir. Bütün mesele, böyle bir sistemden kaynaklanan gerçek demokrasinin uygulanmasıdır. Siz böyle bir düzen ve sistemin uygulayıcısı olmak istemez misiniz?
İslâmiyet ise;
Gerçekten halkın yönetimine inanmış olduğu için gerçek demokrasiyi getirmiştir. Sözleşme serbestliği ve verilen sözlere uyma zorunluluğu, bu çerçevede yapılan uygulamalar gerçek demokrasiyi yerleştirmiştir.
Kamu hukukunda sitelerin istedikleri sözleşmeyi yapmaları; özel hukukta mezheplerin istedikleri şekilde içtihatta bulunmaları ve hükümdarların ancak kendilerine yetki verilen işleri yapıp diğer işlere karışamamaları esasları, gerçek demokrasiyi oluşturur.
Kuvveti yani iktidarı ellerinde bulunduranlar halkın ne ilmine, ne dinine, ne de ekonomik faaliyetlerine karışabilirler. Devlet başkanı da bu alanlara karışamaz ve müdahale edemez. İşte gerçek demokrasi uygulaması budur.
Devleti yönetenler, başkanların geçici olarak verdikleri zilyetlik kararları ile hakemlerin verdikleri mülkiyet kararlarının uygulanmasını sağlamak ve devletin varlığını korumakla yükümlüdürler. Bu sistem sayesinde Müslümanlar dünyanın en güçlü ve en en üstün seviyedeki devletlerini kurabilmişlerdir.
İslâmiyet işte bu 'gerçek demokrasi'yi getirmiştir.
* * *
Yazara göre,
'Çoğunluk İradesi' dışında çözüm olmadığı anlaşılmıştır.
"II- ŞERİAT DEVLETİ UYGULAMASINDA ANAYASALCI NİTELİK OLUP OLMA-DIĞI Konusunda.
Daha ilerdeki sahifelerde göreceğiz ki Anayasalcı gelişme İKTİDAR'ı sınırlandıracak kuralların ve güçlerin oluşması ve bu sınırlandırma yolu ile KİŞİ hürriyetlerine bir güvence sağlanması sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişme özellikle XVIII ci yüzyıl sonlarından itibaren yazılı anayasalar sisteminin benimsenmesi yolu ile en olumlu safhaya girmiştir. Millet iradesini "ÇOĞUNLUK İRADESİ" olmak dışında kabul eden başka çare bulunmadığı gerçeğini anlayan Batı demokrasileri çoğunluk iradesini hürriyetler için tehlike olmaktan çıkarıcı usulleri en akıllıca bir şekilde geliştirme suretiyle kendi demokratik yaşamlarına yeni gelişmek imkanları yaratmışlardır. Bütün bu aşamalar ve gelişmeler Şeriat ülkeleri ve yaşamları için mümkün olamamıştır."(s. 120)
SÖZDE DEMOKRATLAR VE GERÇEK DEMOKRASİ;
GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR VE İSLÂMİYET'TEDİR
Sözde demokratlar, dört veya beş yılda bir oylamaya giderler ve çeşitli maddî-manevî baskılarla elde ettikleri oyların genel olarak sadece yüzde beşine tasdik ettirmekle oluşturulan bu sözde demokrasiyi savunurlar.
Diktatörler, yani akılcı dinsiz diktatörler ise tek parti bünyesinde atadıkları kimselerden oluşan meclislere 'evet' anlamında baş sallat!ırlar ve güçlülüklerini kendilerince kontrol ederler.
Bu kalpazanlar, 'bu altın sahtedir' ama 'gerçek altın yoktur!', diyorlar.
Bunlara karşı da biz diyoruz ki; gerçek altın yani gerçek demokrasi vardır ve o da İslâmiyet'tedir.
İslâm düzeninde;
Herkes kendi içtihadına göre kendi işlerini düzenler ve bu uygulamada hiç kimse ona karışamaz. Bu gerçek hürriyetin uygulanma şeklidir.
İslâmiyet'e göre, isteyen istediği mezhebe girerek beğendiği hukuk sistemini benimser ve yaşar. Bu da gerçek demokrasidir. Kamu hukuku alanında da kişi istediği siteye veya kantona girer ve oradaki hukuku yaşar. Bu da gerçek demokrasidir.
Kişi ihtiyaç veya gerek gördüğü her zaman temsilcisini ve sitesini değiştirebilir. Bu değiştirme esnasında da ekonomik zarara uğratılmaz.
Şimdi bir düşünelim ve mukayese yapalım bakalım: Temsilcisini istediği her an azletme yetkisine sahip olma mı daha çok demokratiktir; yoksa dört veya beş yıl temsilcisini azledememe mi?
Ekseriyetin kararı ile iktidar olan kimsenin atadığı ve bir daha değiştiremediği hakimlerin verdiği kararlar mı daha demokratiktir; yoksa tarafların seçtikleri hakemlerden oluşan mahkeme mi daha demokratiktir?..
Buna benzer sorular çoğaltılabilir ama burada ve bu konuda bunları yeterli görüyoruz.
* * *
Yazara göre,
Şeriat ilâhî kaynaklı olduğu için iktidarı sınırlamaz.
"A- Şeriat hükümleri'nin (ve özellikle Kur'an ve Hadis hükümlerinin) İKTİDARLAR için sınır çizdiği ve bu nedenle İslâm devletinin Anayasalcı nitelikte bulunduğu görüşü.
Bazı yabancı hukukçular Kur'an ve Hadis gibi hükümler başta olmak üzere Şeriat kurallarının İslâm devletlerinde İktidarlar için birer sınır niteliği yarattığını ve bu nedenle İslâm devletlerinde Anayasalcılık niteliği bulunduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir...(s. 120)
Snouck-Hurgronje, İslâm devleti kadar meşruti (Anayasalcı) bir Monarşi ve daha doğrusu Cumhuriyet olamayacağını söyler. Ona göre İslâm devletinde Anayasa Şer'i hükümlerin tümüdür ve bu hükümler devletin başında bulunanı olduğu kadar onun belli görevlere getirdiği yetkilileri ve bütün yöneticileri yani daha başka bir deyimle İKTİDARI sınırlar. Bu konuda bk. Kramers, Analecta Orientalia, Leiden 1956, Vol. II, sh. 168; Snouck-Hurgronje, De Atjehers, Vol. II, sh. 355.
Ancak bu görüşün ne kerte hatalı olduğu ortadadır, çünkü Anayasalcılık ve bundan çıkabilen demokrasi dediğimiz rejimde İKTİDAR ilâhî hukuk hükümleriyle değil ve fakat İNSAN AKLININ ürünü olan ya da AKLA oturtulabilen hükümlerle sınırlamak gerekir. Bundan dolayıdır ki İslâm devleti'ni Anayasalcı devlet niteliğine sokmak mümkün değildir."(s. 121)
YASA VE ANAYASALARIN OLUŞMA ŞEKLİ
İSLÂMİYET'E GÖRE ANAYASA NASIL HAZIRLANIR?
Topluluk bir kurallar manzumesine dayanmalıdır. Bu kurallara 'yasa' veya 'anayasa' diyoruz. Bu topluluk kurallarını birey ortaya koyacaktır. Bu konuda başkaca bir çözüm şekli yoktur. Meselâ, kanun taslağını birileri hazırlayacak, daha sonra halk onu benimseyecek ki 'anayasa' olsun.
Buraya kadar herhangi bir itiraz sözkonusu değildir. Ancak bundan sonraki merhalelerde yapılan uygulamalara geçildiğinde durum değişmektedir. Halk bir teklifi niçin ve nasıl kabul eder? Ya korkar ve benimsemeye mecbur olur, başıma bir dert gelmesin diye evet demek mecburiyetinde kalır; ya çıkarı ve menfaati olur, aç kalmayayım veya daha fazla kazanayım diye evet der; ya sevdiklerinin önerisi olur, onların hatırı için onlara uyar ve evet der; veya oturup düşünür, tartışır, öneriyi makul bulur ve evet der... Bu kabulden sonra o teklif anayasa olur ve herkes ona uymak zorunda kalır.
Şeriatı hazırlayanlar kimlerdir?
İslâm ilim adamlarıdır.
Müçtehitler, dinî liderler değildirler, ilim adamıdırlar. Halk müçtehitlerin içtihatlarını kendi çıkarlarına uygun bulmuş ve benimsemiş, böylece halk tarafından benimsenen bu 'içtihatlar' şeriat olmuştur.
Şeriat düzeninde herkes kendi müçtehidine yani kendi mezhebine göre hareket ediyor. Bu uygulamada gerçek demokrasi vardır. Anlaşma (konsensus) ile oluşmuş ortak kurallar vardır. Bu kurallar bütünü ile 'anayasa' oluşuyor.
Çağımızda da başka bir şey olmuyor. Biri bir taslak hazırlıyor. Genellikle bu taslağı hazırlayan kimse ilim adamı da değildir. Halkın seçilmiş veya genellikle zoraki seçtirilmiş temsilcileri, bazen isteyerek, bazan istemiyerek 'evet' demişler ve bu metin 'anayasa' olmuştur.
Bu ikisi arasındaki fark ortadadır: Birincisinde serbest irade belirleyici iken, ikincisinde dayatma ön plandadır.
İslâmiyet'e göre Anayasa;
Değişik din ve görüşlere mensup kimselerin uzlaşarak ortaya koydukları ortak kurallar bütünüdür.
Müslümanlar, Kur'ân ve Sünnet'e dayalı çağdaş hükümlerin kabul edilmesi teklifini uzlaşma masasına getirirler.
Ancak o günkü şartlarda daha yararlı görürlerse taviz vererek uzlaşırlar ve uzlaştıktan sonra da sözlerinden dönmezler.
Halk bu yasaları kendi istek ve iradeleri ile kabul etmelidir. Bunun sistem ve mekanizması kurulmalıdır. Aksi halde demokratik anayasa olmaz.
* * *
Yazara göre,
Şeriat değişmez hükümleri içerir.
Değişmeyen şey demokratik olamaz.
"B- Şeriat kaynakları'nın ve özellikle KUR'AN ve HADİS kaynaklarının DEMOKRATİK ANAYASA niteliğinde OLAMAYACAĞI:
Müesseseleri değişmezlik esasına göre ebedileştirmek, dondurmak, müesseselerin tarihî gelişme niteliğine aykırıdır... Millet iradesinin sınırsız olmadığı ve Anayasayı sınırsız şekilde değiştirme olanağına sahip bulunmadığı iddia ve kabul edilse bile bu kısıtlama yine de beşer dışı bir iradenin üstünlüğünü kabul anlamına gelmez, çünkü demokrasilerde sınırsızlığın "sınırlarını" da çizecek olan yine beşer iradesidir...
Bütün bunlar gösteriyor ki Demokratik Anayasa anlayışına hakim olan unsur Anayasa kurallarının beşer iradesine bağlı olmak üzere yerleşmesi, kaldırılması veya değiştirilme-sidir. Beşer iradesi dışında ve gökten inme usullerle Anayasal yaşantıları düzenleme diye bir şey yoktur.
İşte bundan dolayıdır ki Şeriat Kaynaklarının ve özellikle Kur'an ve Hadis'lerin temel esaslar şeklinde yani Anayasa olarak kabul edilmek istenmesi halinde demokrasiden bahsedilemeyeceği aşikârdır."(s. 121,122,123)
İÇTİHAD VE İCMALAR DEĞİŞEBİLİR.
BÜTÜN İNSANLAR ALLAH'IN HALİFESİDİR.
Tabiî ve sosyal kanunları değiştiremeyiz. Değiştiremediğimizden dolayı da sadece onlara uymakla iktifa ederiz.
Ancak tabiî ve sosyal kanunları kullanmak ve değerlendirmek bizim elimizdedir; kullanma ve değerlendirme olgusunu her zaman değiştirebiliriz.
Kur'ân, değişmez tabiî ve sosyal kanunları içerir. Siz veya bir başkası değiştirmek istese de değiştiremez. Değiştirmeye gücü yetmez.
Nitekim Marx dini, aileyi, milliyeti ve mülkiyeti kaldırarak yeni bir toplum projesi önerdi ama kendisi de dahil olmak üzere hiç kimseye uygulatamadı. Bizzat kendisi de evliydi ve çocukları vardı; Yahudi asıllı idi ve milleti vardı; para kullanarak alışveriş yapıyor ve öylece geçimini sağlıyordu; ateizmi din olarak benimsemişti.
İslâmiyet;
İçtihatların her zaman değişebileceğini kabul etmiş ve icmaların da icmalarla değişebileceğini benimsemiştir. Ancak kimsenin değiştiremeyeceği icmalar da elbette olacaktır. Allah'tan başka hiç kimse dünyayı durduramayacaktır.
Şeriatta 'nesh' olduğuna göre elbette 'değişme' de vardır. Bütün hatalı düşünceler, insanın tanrı olarak kabul edilmesi ile başlar. Şayet insanoğlunu asaleten veya vekâleten tanrı kabul ederseniz, şeriat da elbette diğer kanunlar gibi pespaye olacaktır.
Şeriatı inkâr eden sistemler, insanın ilâh olduğu ilkesine dayanıyor ve bir veya birkaç insanı diğer insanların tanrısı yapıyor. Çoğunluk köleleşiyor. Halbuki insan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir; ama bütün insanlar Allah'ın halifesidir.
Hiç kimsenin bu konuda bir ayrıcalığı yoktur.
Birbirlerine karşı zorbalık ve kaba kuvvet kullanamazlar.
Birbirlerine verdikleri sözleri mutlaka yerine getireceklerdir.
Başkan-halk ilişkileri, sadece sözleşme çerçevesi içindedir ve;
Herkes her zaman veya istediği zaman,
Sözleşmeyi tek taraflı feshederek o topluluktan ayrılabilir.
Sözleşmenin değiştirilme usûlü yine sözleşmede yer alırsa geçerlidir.
Hakem kararları da değiştirmeyi mümkün kılar.
* * *
Yazara göre;
Şeriatta güç ayrılığı yoktur.
Şeriatın bu eksikliği Atatürk için meziyettir.
"C- ŞERİAT DEVLETİ SİSTEMİNDE, İKTİDAR'ı HÜRRİYET'ler lehine sınırlandırıcı ve denetim sistemine bağlayıcı bir GÜÇLER AYRILIĞI kavramına yer olamadığı:
Batı'daki anayasalcı ve demokratik gelişmeye yardımcı olan araçlardan biri de bilindiği gibi GÜÇLER AYRILIĞI (Kuvvetler ayrılığı) sistemi olmuştur.
Şeriat devleti anlayışında ise güçler ayrılığı ve güçlerin birbirlerini denetleyerek veya sınırlandırarak kişi hürriyetleri oluşumuna ve güvencesine ortam yaratmaları diye bir şey düşünülememiş ve böyle bir şey mümkün görülememiştir... Bu nedenledir ki GÜÇLER AYRILIĞI görüşü Şeriat devleti sisteminde yer alan bir görüş olmamıştır...(s. 123)
İlerde göreceğiz ki Atatürk bu çıkar uzlaştırması amacını demokratik ve cumhuri devlet şekline aykırı bulmuş ve güçler ayrılığı sistemi yerine egemenliğin tüm olarak millet temsilcisi olan T.B.M. Meclisinde toplanması yolunu seçmiştir."(s. 124)
VAHDET-İ KUVVA İLKESİ VE UYGULAMA.
DİNI, İLMî, İKTİSADİ VE SİYASİ TEMSİLCİLER.
'Vahdet-i Kuvva' (kuvvetler tekliği) ilkesi, padişah yerine o sülale veya hanedandan gelmeyen birini o makama oturtmak için bulunmuş bir formüldür. Tarih bu gerçeğe şahittir.
Ancak Vahdet-i Kuvva birileri için iyi ve haklı ise padişahlar için de iyi olmalı; kötü ise onun için de kötü olmalıdır. 'Vahdet-i Kuvva', Abdülhamid için kötü, Mustafa Kemal için iyidir, mantığını anlamak mümkün değildir. Bu kadar da tek taraflı görüş ve yorumlar olamaz; olmamalı. Bu derece akıl ve mantık dışı değerlendirmeler gerçekten korkutucu ve ürkütücü olmaktadır. Seviyesizliğin de bir derecesi olmalı.
İşte bu tür hakikatleri gizlemeye veya saptırmaya çalışan insanlardan korkulmalı; inançlı insanlardan değil. İslâm literatüründe ve anlayışında bunlara ne ad verildiği de herkesin malumudur. Bir ülkeyi geri bırakan zihniyet işte bu zihniyettir. Bunlardan ders almayan veya önlemeyen topluluklar helâk olmaya mahkumdurlar.
Kâinat sahipsiz değildir. Dünyanın bir sahibi vardır ve sonuna kadar her şey başıboş bırakılmaz. Bu kadar çarpıtılmış mantık aslında cevap verilmeye bile müstehak değildir. Ama daha önce de ifade ettiğimiz üzere, 'cevap veremediler!' dedirtmemek için belli bir seviyede bu cevapları verme zorunluğu hissettik.
İslâmiyet'e göre;
Kişinin geri alamayacağı bir vekâleti vermesi sözkonusu olamaz. Bu insanın kendisini satması veya köle yapması ile eşdeğerdir.
İslâmiyet'e göre,
Kişi akilesini seçerek 'siyasî' temsilcisini;
Mezhebini seçerek 'ilmî' temsilcisini;
Tarikatını seçerek 'dinî' temsilcisini;
Meslek odasını seçerek 'meslekî' temsilcisini seçer.
Bu temsilcilerini her zaman değiştirebilir.
İlmî şûra teşri; Meslekî şûra icra;Ssiyasî şûra kaza;
Ahlâkî şûra da denetim görevini yüklenir.
Devlet başkanları, bunların üzerinde acil kararlar için hakemlik görevini görürler. Başkanların ne kanun vazetme ne de herhangi bir müdahalede bulunma yetkileri vardır. Savaşlarda başkomutanlık yaparlar.
Bu sistem sayesinde;
Keyfî yönetim ortadan kalkmış veya engellenmiş olur.
İnsan fıtratına uygun olan sistem ve düzen budur.
* * *
Yazara göre,
İslâmiyet'te lâiklik yoktur.
"III- İSLAM'DA BATI ANLAMINDA "LAYİK DEMOKRASİ" OLAMAYACAĞI.
Geçen yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde Anayasa reformu yapmak ve böylece Batı anlamında anayasal bir rejim getirilmesini isteyenlerin karşısına çıkanlar arasında DEMOKRASİ'yi dinsizlik rejimi olarak kabul edenler ve İslâm'ın Batı'daki uygulanan şekliyle demokrasiyi benimsemediğini ve halk iradesi, halk egemenliği, halk yönetimi gibi sistemlere İslâm'da yer olmadığını ileri sürenler vardı. Egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait bulunduğu ve milletin kendi kendisini kendi hür iradesine göre yönetmesi gerektiği, ve kişinin doğal hak ve hürriyetlerinin hiç bir güç, hiç bir emir ve hüküm ile yok edilemeyeceği fikrine dayanan Batı demokrasisi anlayışının hemen her Şeriat ülkesinde genellikle red edildiğini görmekteyiz..."(s. 124)
İSLÂMİYET VE LÂİKLİĞİN TANIMI;
İSLÂMİYET'E GÖRE LÂİKLİĞİN TANIMI
Bir şeyin bir yerde olup olmadığını söyleyebilmek için o şeyin öncelikle tanımlanması gerekir. Kavram kargaşası her şeyi karıştırır ve anlaşmayı zorlaştırır.
Biz her şeyden önce İslâmiyet'i ve lâikliği tanımlayalım:
Kelâmcılara göre İSLÂMİYET, ehl–i hak olanların yoludur. Bu yol hakkı bâtıla tercih eden kimselerin yoludur. Hak denilince kastedilen doğru, iyi, yararlı ve uygun olan şeydir. Bâtıl ise yanlış, kötü, zararlı ve zulüm olan şey demektir. İnsan akıl yoluyla hakkı bâtıldan ayırır.
Kur'ân'a göre İSLÂM, Ehl-i Kitap olanlardır. Kendileri, kendi hayatlarını ve komşuluk ilişkilerini yazılı bir metine dayatıp barış içinde birlikte yaşamayı kabul edenler 'müslim'dirler. Barış içinde olmak İslâm olmaktır.
Fıkha göre MÜSLİM, ehl-i kıble olanlardır. Yani Kur'ân-ı Kerîm'i kendilerine kitap, Hz. Muhammed (s)'i de peygamber kabul edenlerdir. Kur'ân bunlara 'mü'min' diyor. Fıkıhta bu yolda olanlara 'müslim' deniyor.
Usûlü fıkıhta ise MÜSLİM, ehl-i sünnete denir. Bunlar içtihadı ve icmayı kabul eden ve delillerini Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'a oturtan kimselerdir.
O halde İslâm denilince ne kastedilmektedir? Öncelikle bu kavram çok iyi tanımlanmalı, anlaşılmalı ve bilinmelidir. Arzetmeye çalıştığımız tanımlar çerçevesinde bilinmelidir. Bu mesele iyi anlaşılıp kavrandıktan sonra, diğer meseleler çorap söküğü gibi birbiri ardısıra çözülecektir.
LÂİKLİK de değişik şekillerde tanımlanmıştır:
Fransız inkılâpçıları lâikliği, din adamlarının devlet yönetiminden çekilmesi yani teokrasinin kalkması dediler.
Sovyet lâikleri, lâiklik ateizmdir, halkın dinden uzaklaştırılmasıdır, dediler.
Bugünkü Avrupalılara göre lâiklik, din ve vicdan hürriyetidir.
İslâmiyet'in tanımladığı lâiklik ise;
Kişilerin fert olarak cemaatlerini istedikleri şekilde kurup yaşamaları ve devlet içinde bütün dinî cemaatlerin murakabe görevini yüklenmeleridir.
Teşrî, icra ve kaza işlerine dinî cemaatlerin karışmamasıdır.
İlhan Arsel, lâikliği din düşmanlığı şeklinde anlamaktadır. Bundan dolayı İslâmî anlayıştan son derece uzaktır. Elbette İslâmî anlayıştan uzak olunca, buna bağlı olarak ilmî anlayıştan da uzaktır.
* * *
Yazara göre,
İslâm'da hiyerarşik bir teşkilâtlanma var,
dolayısıyla lâiklik olamaz.
"A- BATI anlamındaki bir DEMOKRASİ'ye ŞERİAT DEVLETİNDE yer olmadığı fikrini savunarak Meşrutiyet rejiminin (1876 Anayasasının) getirilmesine engel olmak isteyen ŞERİATÇI ZİHNİYET.
Yine bunun gibi yukarıdaki kitabın yazarı Batı demokrasilerinde EŞİTLİK diye benimsenen ve demokrasi sistemine temel yapılan kuruluşu İslâm'ın benimsediği bir kuruluş değil bilakis red ettiği bir kuruluş gibi görür; çünkü İslâm'da eşitlik yok ve fakat Tanrı'nın düzenlediği ve öngördüğü ve HİYERARŞİK olan sistem vardır... Her kes, kendisinin üstünde olana itaat etmeli ve değer, durum, yönetim veya hükümet konusunda onlarla rekabet haline düşmemelidir. Böylece dünya ve kişi işleri ilâhî hikmet gereğince ve Peygamber emirleriyle düzenlenmiş olan HİYERARŞİK amaçlara uygun düşer ve memleketin gelişmesi ve asayişi sağlanmış olur..."(s. 124.125)
LÂİKLİK VE DEMOKRASİYİ BİRBİRİNE KARIŞTIRMAK
İSLÂMİYET'TE TAM DEMOKRASİ VE LÂİKLİK VARDIR
Lâiklik ile demokrasiyi birbirine karıştıran yazar, hiyerarşik teşkilâtlanma İslâmiyet'te olunca kötüdür, diyor.
Yazara göre; köyler, bucaklar, ilçeler, iller ve devletler olmamalı; halk kendi yöneticilerine itaat etmemelidir ki, lâiklik olsun!
Yine yazarı iddiasına göre, okumuş - okumamış, alim - cahil olanlar birbirine eşit olmalıdır ki, lâiklik olsun!
Bir toplulukta elbette ehliyet olmalı ve pilot olmayan uçak kullanamamalıdır. Bir ülkede elbette teşkilât olmalı ve hiyerarşik düzenlemeler yapılmalı, dolayısıyla başkanlar da olmalıdır. Elbette halk da başkanlarına itaat etmelidir. Başka türlü topluluğun varlığı söz konusu olabilir mi?
Ancak ehliyet alabilme yolu herkese açık olmalıdır. Uçak kullanabilen her kes pilot olabilecektir. Başkana itaat isteyerek olacak; başkana itaat etmek istemeyen kimse topluluğu terkedebilecektir.
Bu anlamda İslâmiyet'te tam demokrasi vardır ve lâiklik yalnız İslâmiyet'e göre yapılan düzenlemelerde gerçekleşebilir.
İslâmiyet'e göre;
Ekseriyet sistemi sonunda yönetime bir hizip veya mezhep hakim olur ve sonunda halkı o mezhep mensubu yapar. Hıristiyanlık bunun yakın örneğidir.
Oysa nisbî ve yerinden yönetim sistemi değişik grupların bir arada yaşamalarına imkân verir. İslâm Tarihi de bunun açık örneğidir.
* * *
Yazara göre,
Şeriat parlamentonun kanun yapmasına manidir.
"1- "Temsil sistemi" getiriyor diye Mithat Paşa'yı dinsizlikle suçlayan zihniyet.
Biraz yukarda belirtiğimiz üzere Şeriatcı, Şeriat dışında kanun diye bir şey tanımaz. Milleti temsilen kurulacak bir Meclis'in, bir parlamento'nun, millet iradesi gereğince kanunlar yapması ona göre dinsizliktir. İşte bu zihniyet nedeniyledir ki "Meşrutiyet" sistemini getirmek isteyenlere karşı Ulema, din adamları tüm olarak cephe almışlar ve bir yandan halk'ı ve diğer yandan medrese öğrencilerini başta Mithat paşa olmak üzere parlamento kurulmasını isteyenlere karşı kışkırtmağa başlamışlardı. Ve bunu yaparlarken de en ilkel usullere ve toplumu en geri bıraktırıcı yollara başvurmaktan kaçınmamışlardı...
Parlamento ve temsil sistemine karşı olanlar Şeriat'ın temel esaslarından hareket etmekteydiler. Onlara göre Halife Tanrı'nın yeryüzündeki vekilidir ve Müslümanların İmam'ıdır. Onun uyguladığı hükümler ve emirler Tanrı'nın ve peygamberi'nin ortaya vurduğu şeylerdir ve bunlara itaat gerekir, bunlar dışında "insan beşer yapısı" kanunlara uymak gerekmez...(S. 126)
Görülüyor ki Anayasal bir sistem ve parlamento sistemi gökten inmiş hüküm ve emirler dışında yeni kurallar ve yeni bir düzen kabul edilir korkusu ile reddedilmek istenmekteydi."(s. 127)
AŞİRET, BUCAK, İL VE DEVLET YAPILANMASI
BİZE GÖRE OSMANLI DEVLETİ NASIL KURULABİLİRDİ?
Osmanlı Devleti'ni yıkmak isteyenler, aslında merkezî yönetimde ekseriyetle alınan kararlarla yönetilen bir ülke planlıyorlardı.
Bu uygulama İslâm'a aykırı olduğu gibi, Osmanlılar'ın ilk varoluş anlayışına ve o günkü varlığına da ters düşüyordu. Çünkü hiç kimseye göz göre göre 'sen ölmelisin!' denmez; böyle bir söz söylenemez ve uygulamasını yapması teklif edilemez.
Ama olanlar oldu ve Meşrutiyet'in ilânından sonra devlet çok kısa bir zamanda yıkılıp gitti. Halbuki yeniden yapılanma modelini ve anayasayı ardniyetli mukallit Batıcılar değil de, Müslüman alimler hazırlasaydılar, sonuç bu kadar acı olmazdı.
Nüfusu 30 ile 100 kişi arasında olan topluluklar bir 'aşiret' (ocak/ apartman) oluştururlar ve kendi yaşama düzenlerini kendileri kurarlar. Bu aşiret içinde yaşayanlar o aşiretin başkanlarına itaat etmek zorundadırlar. İsteyen her zaman aşiretini terkedebilir. Terk esnasında maddi bir zarar verilmemesini devlet tekeffül eder.
Nüfusu 3 000 ile 10 000 arasında olan kentli veya köylüler, bir 'bucak' oluştururlar, kendi bucak başkanlarını seçer; bu arada ilmî, dinî, meslekî ve siyasî cemaatlerini de oluştururlar.
Cemaatler özel hukukla ilgili hususlarda istedikleri hukuku kabul eder ve bir bucak sınırları içinde isteyen istediği hukuku yaşama hürriyetine sahiptir.
Kamu hukukunu ise bucak kurucuları düzenler ve muhakemeler tarafların seçecekleri hakemlerle yapılır.
Bu bucakta ikamet edenler bucağın yönetimine itaat etmek zorundadırlar. Yönetimden memnun olmayanlar istedikleri her zaman bucağı terk edebilirler. Terk esnasında maddi bir zarara uğratılmazlar ve bu konu da devletin kefaletindedir.
Sekiz senelik ilk öğretim burada yapılır. Bucak sakinleri istedikleri dilde tedrisat yapabilirler. Ancak herkes kendi devletinin dilini öğrenmelidir.
Cemaat başkanları bucak şûralarını oluştururlar.
Nüfusu 300 000 ile 1 000 000 kişi arasında olan yöreler;
bir 'il' oluştururlar.
İllerin de ilmî, dinî, meslekî ve siyasî cemaatleri vardır.
İllerin iç güvenliğini sağlamak ve yapılan saldırılara ilk karşılığı vermek için jandarma birlikleri vardır. Bu birlikler askerî mükellefiyeti olan il halkından oluşturulur. Bölükler ilçelerde bulunur. Ancak bir ilçedeki askerler o ilçe sakinlerinden olmamalıdır.
13 yıllık orta öğretim illerde yapılır.
Mahalli dilde öğretim yapılabilir.
Göç her zaman serbesttir.
Nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında bulunan halk;
bir 'devlet' kurabilir.
Devlet ordu besler ve dış savunmaları yapar. Ordu bölgelerde bulunur ve askerler o bölgenin halkından olmamalıdır.
Devletin ilmî, dinî, meslekî ve siyasî meclisleri olur. Bu meclisler temsil yoluyla oluşur ve herkes her zaman temsilcisini değiştirebilir.
Meclisler sosyal gruplar halinde teşkilâtlanırlar.
Sosyal grup başkanları şûrayı oluştururlar.
Devlet başkanı ilmî şûra üyelerince ittifakla seçilir.
İslâmiyet'e göre;
Ancak böyle bir yasa, anayasa ve yeniden yapılanma Osmanlı Devleti'ni kurtarabilirdi.
Ulema da böyle bir yapılanmaya karşı çıkmazdı.
Aksi halde kötü ve yanlış olan şeylere sadce ulemanın değil, herkesin karşı çıkma hakkı vardır. Nitekim karşı çıkmışlardır. Ama iyiyi de getirememişlerdir.
* * *
Yazara göre,
Yeni Osmanlılar da şeriatçı olup lâik değildirler.
"2- Yeni Osmanlılar bile millet veya Halk egemenliği fikrini ("Contrat Social" tezini) Şeriat ile bağdaştırma çabasında idiler.
Sanılır ki Birinci ve İkinci Meşrutiyet devirlerinde ve bu devirleri hazırlayan Yeni Osmanlılar'da millet egemenliği, halk egemenliği fikirleri benimsenmişti.
Oysa ki durum bu olmaktan çok uzaktı. Her ne kadar Yeni Osmanlılar başta Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi aydınlar istibdat yönetimine karşı başkaldırmışlar ve millet egemenliği deyimlerini ağızlarında geveler olmuşlarsa da bunların anladığı millet egemenliği kavramı millet'in hür ve bağımsız iradesinden doğma bir egemenlik değildi. Kaynağını Tanrı'dan almayan bir iktidar ve egemenlik anlayışını benimseyen bir düşünür çıkmamıştır içlerinden. Namık Kemal bile J. J. Rousseau'nun tanımlamasına uygun bir "Genel İrade" (Halkın iradesi) fikrini red etmişti...
Oysa ki Yeni Osmanlılar, egemenliğin (iktidarın) kaynağının Tanrı olduğu fikrinden hareketle bu iktidarın kullanılması şeklinin halk ile kıral arasında imzalanmış bir andlaşma ile belli olabileceği fikrini işlemekteydiler."(s. 127)
OSMANLI DEVLETİNİ YIKANLAR NE YAPTILAR?
HAKİMİYET ALLAH'INDIR, DİNDE ZORLAMA YOKTUR.
Maksat ve ana hedef Osmanlı Devleti'ni yıkmak olunca, bu hedefin peşinde koşanların stratejisi halktan yana görünmek olmuştur. Halkı Osmanlılar'a karşı kışkırtabilmek için halkı kendi taraflarına çekmeleri gerekiyordu. Bu amacı gerçekleştirmek için de halktan yana oldukları görüntüsü vermeye özel bir özen göstermişlerdir.
Osmanlı Devleti'ni yıkanlar böyle yaptılar.
Yeni devlet kurulduğunda da durum fazla değişmemişti. Nitekim 1924 yılına kadar Mustafa Kemal da lâiklikten bahsetme gereği görmemiştir. Bunun iki önemli sebebi vardır. Batı dünyasında anlaşılan şekliyle olan lâiklik, bütün tarihleri boyunca zaten Osmanlılar'da vardı. İslâmiyet yanında diğer dinler de varlıklarını hür bir ortamda sürdürüyordu. Dolayısıyla böyle bir lâiklikten bahsetmeye gerek yoktu. Sovyetler Birliği ülkelerinde uygulanan 'dinsiz lâiklik' ise o dönemde Batı dünyasında da söz konusu değildi ve hiç kimse böyle bir lâikliğe inanmıyordu.
Lâikliği ateizme sokan 20. yüzyıl diktatörleri olmuştur. 20. yüzyıl sona ererken, dinsiz lâikliği benimseyenlerin kendileri yok olduğu gibi lâiklik anlayışları da yok oldu. Bu çağdışı yaklaşım yürürlükten kalktı. Tarih sayfaları arasındaki yerini aldı. Dolayısıyla bizim İlhan Arsel'e cevap vermemize de artık gerek kalmadı. Aradan geçen zaman zarfında mesele çözüldü. Gorbaçov'un açtığı yoldan giden sosyalist ülkeler, faşizmi terkeden Alman ve İtalyanlar, günümüz Türkiye'si bu çağdışı 'dinsiz lâiklik' uygulamalarına gerekli cevabı vermişlerdir.
İslâmiyet'e göre;
Hakimiyet Allah'ındır.
Allah yeryüzünde insanı kendisine halife yapmıştır.
Halife kılınan bu insan da bu hakkını içtihad yaparak ve;
İnsanlarla uzlaşarak birlikte kullanacaktır.
Herkes içtihatta ve uzlaşmada serbesttir.
Diğer dinlere ve mensuplarına zorlama yapılmaz.
Herkes hür iradesi ile istediği dini seçer, ona göre yaşar.
"Dinde zorlama yoktur.
Doğruluk sapıklıktan seçilip belli olmuştur.
Kim tâğûtu inkâr edip Allah'a inanırsa;
Muhakkak ki o kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.
Allah işitendir, bilendir."(Bakara[2]; 256)
* * *
İlhan Arsel'e göre,
Osmanlılar'da halk egemenliği fikri gelişmemiştir.
"3- "Halk egemenliği" veya "millet egemenliği" kavramları bakımından Osmanlı devleti, XIX cu yüzyıl sonlarında bile Orta Çağ Avrupasından geri idi.
Yeni Osmanlılar egemenlik kavramı konusunda XVIII ci yüzyıl filozoflarının (J. J. Rousseau, Locke, v.s.) görüşlerini benimsemek şöyle dursun ve fakat Orta Çağ seviyesine dahi çıkamamışlardı. Batı'nın bazı uyanık ülkelerinin, Orta Çağ'ın en karanlık dönemlerinde ve o gerilikler ortamı içerisinde, her şeye rağmen sahip olduğu fikirler ve görüşler vardır ki Şeriat ülkeleri bu görüş ve fikirlere o en ileri uygarlık gelişmesi gösterdikleri dönemlerde dahi sahip olamamışlardı.
Ayni şekilde Osmanlı devleti içinde de durum bu idi. XIX cu yüzyılın sonlarında bile Osmanlı devletinin en aydın sanılan sınıfları Orta Çağlardaki halk egemenliği fikrine benzer bir fikre sahip olamamışlardır.
Gerçekten de gerek halk egemenliği fikri ve gerek tabiî hukuk görüşleri Orta çağ'da Avrupa'da bilinen ve dar bir çevre içinde de olsa, işlenen şeylerdi... Bk. J.W. Allen, "Politics", (in "Mediaeval Contributions to Modern Civilization", N. Y. Barnes & Noble İnc. 1949, sh. 262)."(s. 128)
HAKİMİYET ALLAH'INDIR;
İNSAN ALLAH'IN HALİFESİDİR
İlhan Arsel'in son derece çarpık ve ilim dışı egemenlik ve lâiklik anlayışları var. Sürekli olarak bunları tekrarlıyor. Tarihi gerçekleri ya görmezlikten geliyor veya inkâr ediyor. Burada da mukayese yapıyor.
Halbuki Osmanlı Devleti, en insafsız tarihçilerin de itiraf ettiği gibi çağının en uygar devletiydi. Hele çağdaşı olan Avrupa devletleri ile mukayese edildiğinde, halk veya millet egemenliği, lâiklik ve din hürriyeti açısından dünyanın en ileri ve gelişmiş uygarlığının temsilcisiydi. Asırlarca Balkanlar gibi mozaik bir etnik ve dini yapıya sahip bölgeyi bile en sağlıklı bir şekilde problemsiz yönetmiştir. Osmanlı hakimiyeti sona erer ermez Balkanlar'da patlak veren ve hâlen de durulmayan çalkantılar, çatışmalar, savaşlar bunun en belirgin delilidir.
Bu vesileyle yazarın sapık bir saplantısına işaret etmeden geçmeyelim.
Arsel'e göre lâiklik; halk Allah'a inanmayacak, kendisini tanrı sayacak, diğer tanrı insanlarla savaşacak, mağlup olursa tanrı olmadığını anlayıp galip gelen insanlara kul-köle olacak, galip gelirse kendisinin tanrı olduğunu anlayıp artık tanrılık taslayacak. Diğer insanlara diktatörce ve despotça hükmedecek. Ondan sonra da bu yönetim şeklinin adı sözde 'halk egemenliği' veya 'millet egemenliği' olacak.
Bu arada yazar Donkişot örneği kötü olan her şeye Şeriat yani İslâmiyet ismini verecek ve yeldeğirmenlerine saldırır gibi saldıracak. Onun hayal ettiği halk egemenliği ve lâiklik uygulamalarını sadece Lenin veya Stalin uygulamıştır. Başkaları değil. Bu çağdışı anlayış, bırakınız krallıkla yönetilen başta İngiltere olmak üzere nice Avrupa ülkesinde olmadığı gibi; artık eski Sovyet ülkelerinde bile yoktur.
İslâmiyet'e göre, hakimiyet Allah'ındır.
Yukarıda ve daha önceki birçok yerde, bu hakimiyetin Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan insanoğlu tarafından nasıl kullanılacağını defalarca açıkladık.
Hakimiyet, lâiklik, din hürriyeti, insan hakları, v.s. temel konularda İslâmiyet'in tavrı gayet net ve açıktır. Bu netlik ve açıklık da insanlığın yararınadır. Kaynaklar ve geçmişteki sağlıklı uygulamalar bunun en açık delilidir.
* * *
Yazara göre,
Şeriat içtihadı ilmiye sınıfına vermiştir.
Dolayısıyla İslâmiyet'te demokrasi olamaz.
"B- Halkın yönetime katılmasını ve anayasal rejimi "Halk cahildir ona danışmak olmaz" ve "Şeriat dışına çıkılmaz" gerekçesiyle karşı koyan din ve devlet adamları. (XIX cu yüzyıl sonu)
Anayasal sistemin getirilmesi ve halka yönetime katılma imkanlarının tanınması (oy hakkı gibi) konularında Mithat Paşa'nın 1876 da hazırladığı tasarıya karşı ilk ayaklananlar Sadrazam Rüştü paşa gibi zamanın devlet adamları ve Fetva emini gibi din adamları olmuştur. Her ikisi de hakın henüz devlet yönetimine katılacak yeterlikte ve olgunlukta bulunmadığı görüşünde müşterek idiler... Esasen devleti Şeriat hükümleri dışında idare etmenin caiz olmayacağını ve binaenaleyh Şeriat'a göre yönetilmek gereken bir devlette Şeriat dışı bir iradenin yeri olamayacağını ve devlet işlerinde tereddüt edildiği her defasında başvurulacak yeğane Şeriat olmak gerektiğini -Şeriat'tan hükümler çıkararak anlatmaktaldı..."(s. 129,130)
DEMOKRAT OLMAYAN PARTİLERİMİZ.
CEHALET, İÇTİHAT YAPMANIN SEBEBİDİR.
Meşrutiyet yönetimlerine karşı çıkanlar, genellikle en önemli gerekçe olarak halkın cehaletini öne sürmüşlerdir. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde durum böyle olduğu gibi daha sonra da aynı anlayış sürdürülmüştür. Bugün de değişen fazla bir şey yoktur.
Nitekim Mustafa Kemal de o cahil halkın katılımı ile kurtardığı ülkenin kurduğu ilk meclisini dağıtmış ve ülkeyi atamalarla tayin edilen milletvekilleriyle yönetmiştir. Tek parti döneminden sonra çok partili dönemlerde de hep aynı bahane ileri sürülerek gerçek demokrasiye izin verilmemiştir. Zaman zaman askerî müdahalelerde bulunulmuştur.
Burada doğru olan bir şey vardır ki o da şudur:
Hem yöneticiler hem yönetilenler cehalet içindedirler ve kesinlikle demokratik yönetim modelini gerçekleştiremiyorlar veya beceremiyorlardı. Bu konuda kimseyi suçlamamak gerekir. Zira bugün de demokrasiyi becerdiğimiz söylenemez. Partiler arasındaki seviyesiz didişmeler, parti içindeki antidemokratik uygulamalar bu durumun acı belgeleridirler.
Kendileri demokratik olmayan ve buna göre yapılanmayan partiler, demokratik uygulamayı nasıl yapsınlar?
Kendi iç yapılarını düzenliyemiyen siyasî kuruluşlarımız, ülkemizi nasıl düzene sokabilsinler.
Teorik ve pratik olarak bu mümkün değildir.
İslâmiyet'e göre;
Kişi bilebildiği kadariyle içtihat yapmakla mükelleftir.
Cehalet, içtihadı kaldırmanın değil;
içtihat yapmanın sebebidir.
Bilinen işlerde zaten içtihada gerek yoktur.
Her halükârda içtihat yapmak farzdır.
Türkler, içtihat müessesesini kaldırarak veya içtihat kapısının kapalı olduğunu iddia ederek İslâmiyet'ten uzaklaşmışlardır. Kurulu düzeni bozmuşlardır.
Ancak sadece Türkler değil bütün Müslümanlar aynı şeyi yapmışlardır. Bütün bunlar yaşlanan bir medeniyetin tabiî sonuçlarıdır. Bu konuda kimseyi suçlamamak gerekir.
* * *
Yazara göre,
Müslümanlar millî hakimiyeti
Kur'ân hakimiyeti olarak anlarlar.
"C- ŞERİAT ÜLKELERİNDE BUGÜN DAHİ "MİLLET EGEMENLİĞİ" DEYİMİNİN "KUR'AN'IN VE PEYGAMBERİN GÖSTERDİĞİ YOL" OLARAK BENİMSENMESİ VE DEMOKRASİ'NİN BUNA GÖRE TANIMLANMASI.
Oysa ki İslâm devlet doktrininde EGEMENLİK deyimi son yüzyıla gelinceye kadar HALK ve MİLLET deyimleriyle bağlantısız olarak ve sadece ilâhî nitelik içinde kullanılmıştır. "Millet egemenliği" veya "Halk egemenliği" veya "Halk iradesi'nin üstünlüğü" vesaire gibi deyimler bilinmeyen deyimlerdir...(s.130)
İslâm demokrasilerinde EGEMENLİK, onlara göre, BATI ülkelerinde olduğu gibi doğrudan doğruya halka veya millete ait değildir;... Daha başka bir deyimle millet egemenliği ya da halk egemenliği diye bir deyim vardır fakat bu deyim TANRI İRADESİNİN yani Kur'an'ın ve Peygamber'in gösterdiği, çizdiği yol olarak anlaşılmak gerekir...
(s. 131)
Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığının 1973 yılında yayınladığı "Hutbeler" adlı kitapta... "Milli irade, kitabımızın ve Peygamberimiz'in gösterdiği yoldur..." Görülüyor ki millî irade denilen şey milletin hür ve serbest şekilde ortaya çıkardığı irade ve milletin gösterdiği yol değil "Kur'an ve Hadis'lerin" gösterdiği şeydir. Ve devamla "... Bu büyük irade ve hâkimiyet, dışında kalanları ezmiştir." Yani Tanrı ve peygamber emirleri dışında kalanları bu İrade ezmiştir...(s. 132)
İslâm yazarlarına ve hukukçularına göre Batı demokrasilerinde, yani layik demokraside KANUN'u halk'ın seçtiği temsilciler (Parlamento) yapabildiği halde İslâm demokrasisinde kanun yapma yetkisi.. doğrudan doğruya TANRI'ya ve PEYGAMBER'e aittir..."(s. 133)
İSLÂMİYET UZLAŞMACIDIR VE 'TANRI İNSAN' YOKTUR;
'ALLAH'IN HALİFESİ İNSAN' VARDIR.
Yazarın öngördüğü demokrasi uygulamasının gerçekleştiğini bir an için varsayalım. Türkiye'de Batı tipi demokrasinin geldiğini ve uygulanabildiğini hayal edelim. Sonuç ne olacaktır? Serbest seçimler yapıldığında, halkın çoğunluğu 'Hanefi' olduğu için seçimleri ve dolayısıyla iktidarı bu mezhepte olanlar kazanacaktır. Bütün yasaları ve anayasayı Hanefîlerin anlayışına göre düzenleyeceklerdir.
Uygulanmakta olan demokratik sistem 'çoğunluk sistemi' olduğu için herkesi Hanefi olmaya zorlayacaklardır. Batı demokrasilerinde yapılan bu değil midir? Böylece Türkiye dayatmacı, despot ve totaliter bir rejim uygulamasına girmiş olacaktır.
Çoğunluğun aklı ve Batı demokrasilerinin sonucu budur.
Bunun adı da demokrasidir!
Oysa 'uzlaşmacı demokrasi' uygulamasında, Arsel gibi ateistler de dahil olmak üzere, herkesin inancına göre yaşama ve yapılanma hakkı vardır. Onlarla birlikte elbette Hanefîler de yaşayacaklardır.
İslâmiyet tarafından çoğunluk sistemi bu olumsuzluklardan dolayı kabul edilmemekte ve benimsenmemektedir. Egemenlik, hakimiyet, demokrasi gibi birçok kavram gibi İslâmiyet'i de yeniden tanımlamamız gerekmektedir. Kavramlar kargaşası içinde konular da net olarak anlaşılamamakta ve kavranamamaktadır. Başlangıç olarak da en büyük problemimiz budur. Kavram belirsizliği ve buna bağlı olarak bilgisizlik.
İslâmiyet,
düzen olarak uzlaşmayı esas almış ve temel prensiplerden biri gibi benimsemiştir. Ateistlerle bile uzlaşmak suretiyle bir arada yaşanabileceğini göstermiştir.
Ancak anarşistler ile kitapsızlar yani hiçbir düzenin varlığını kabul etmeyenlerle bir arada yaşanmaz, yaşanamaz. Çünkü onların hiç bir düzenleri yoktur.
Kur'ân'ın hükümleri düzen olarak da ihtiyarîdir. Yani sadece ona inananları ilzam eder ve kimse kimseye karışmaz, karışamaz. Dinde zorlama yoktur.
Bu da gösteriyor ki 'din' ve 'düzen'i birbirinden ayırmıştır. Bu arada dir insanlara düzenlerinin nasıl olacağını, nasıl olması gerektiğini de önermiştir.
İslâmiyet'te 'millî irade' yoktur; bunun yerine hilâfet kavramı, içtihat ve icma, irade-i cüz'iye ve irade-i külliye vardır. Yani millî irade ancak bu icmalarla tezahür eder ve böyle bir icma da Allah'tan gelen vahiy gibi kabul edilebilir.
İslâmiyet'e göre; 'Tanrı insan' yoktur; 'Allah'ın halifesi insan' vardır. İnsanı tanrılaştıran ve başkalarını da akılsızlıkla itham eden zihniyet sahiplerine hasım olmak gerekmez, sadece acımak ve Allah'tan hidayet dilemek gerekir.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te demokrasi vardır diyenler
İslâmiyet'i bilmiyorlar.
"D- "Demokrasi'den anlaşılmak gereken şey çoğunluğun mutlak egemenliği ve kanun koyma gücü ise İslam bu anlamda bir demokrasi'den uzaktır" görüşü.
İslâm hukukunda Devlet yapısını eleştiren bir yazar, 1970 Türkiyesinde şunları yazmakta: "İslâm Devleti "demokratik" midir? Bu soruyu sormaya lüzum görenler de, önce "demokrasi"den ne anladıklarını tespit etmelidirler. Kastedilen çoğunluk iradesinin mutlak hâkimiyeti ve kanun koyma gücü ise, İslâm bu anlamda bir demokrasiden uzaktır. Meselâ bir 'nas' ile Kur'anı-ı Kerim veya sahih bir hadis ile belirtilen bir esası çoğunluğun iradesi değil -farz-ı muhal- bütün insanların ittifakla vereceği bir karar bile değiştiremez."
Fakat eğer demokrasi ırk ayırımını, devlet başkanının halka sorumluluğunu, eşitlik esasını anlatıyorsa o takdirde İslâm'da demokrasi vardır: "Fakat ırk ve aile imtiyazlarının kaldırılarak devlet reisinin de ümmete, halka karşı sorumluluğu esasının benimsenmesi, eşitlik esası, insan hakları, azınlığın çoğunluğa karşı korunması, devlet reisliğine getirilmede ırk ve aile imtiyazlarının değil şahsî vasıfların etkili oluşu ve seçme hakkının kullanılmasında da zenginlik ve asalet değil, bilgi ve fazilete önem verilişi gibi esaslara bakılarak hüküm verilecekse, mutlaka yabancı bir terim kullanmak isteyenler 'İslâm'da demokrasi vardır' diyebilirler." Bk. Hüseyin Hatemi, İslam Hukukunda Devlet Yapısı, Hareket Yayınları, İstanbul 1970, sh. 50.
Görülüyor ki yazar demokrasi'nin ne olduğundan, İslâm'da Kureyş kabilesinin üstünlüğü geleneğinden, kadın erkek eşitsizliğinden, köleliğin doğal kuruluş olduğundan, devlet başkanının halka değil Tanrı'ya sorumlu olduğundan, seçim unsurunun uygulanmadığından, habersizdir."(s. 133,134)
ÇOĞUNLUK DEMOKRASİSİ VE TABİÎ HUKUK.
KUR'ÂN VE SÜNNET REHBERLİĞİ İNSANI HÜR KILAR
Konuyu iyi bir şekilde anlayabilmek ve anlatabilmek amacıyla, yine 'çoğunluk demokrasisi' anlayışından hareketle eşitliği ele alalım. Bir taraftan 'millî iradenin üstünde bir güç yoktur', deniyor; 'millî irade' de çoğunluk iradesidir, deniyor; ondan sonra da eşitlikçilikten ve azınlık haklarından bahsediliyor. Eğer millî iradenin dışında bir şey yoksa ve eğer çoğunluk oyu millî irade ise; azınlığın haklarını kim koruyacaktır ve eşitliği kim sağlayacaktır?
Bir an için ideal demokrasinin olduğunu ve seçimlerin de yapıldığını varsayalım. Toplulukların çoğunluğunda kadınların nüfusu genel olarak fazladır ve ekseriyettedir. Böyle bir toplulukta kadınlar seçimleri kazandılar ve erkekleri de köle yaptılar... Tanrı da yok ya! Şimdi ne olacak?
Tabiat anaya yalvaran erkeklerin isteklerini kabul eden doğum tanrısı erkeklerin nüfusunu artırdı, onlara sayıca üstünlük sağladı ve bu sefer de erkekler seçimi kazandılar, kadınları ezdiler, onları kendilerine kul ve köle yaptılar...
Ama erkekler bu sefer çok daha dikkatli davrandılar. İktidarı tekrar kadınlara kaptırmamak için bir kanun çıkardılar ve Firavun ile eski Arapların yaptıkları gibi yeni doğan kız çocuklarını öldürmeye başladılar... Demokrasi ve çoğunluk iredesi değil mi? Böyle bir çoğunluk demokrasisini uyguladılar. Kim ne diyebilir ki? Artık 'millî irade' hep erkeklerdedir, erkekler efendi ve kadınlar köledir. Millî iradenin dışında da bir güç ve kuvvet yoktur ya!..
Buyrun bakalım, bu problemi nasıl çözeceksiniz?
Çözemezsiniz.
Öyleyse şu gerçeği kabul etmek zorundasınız. Millî iradenin üstünde de 'tabiî hukuk' vardır. Bunun Müslümanlardaki adı da 'tabiî hukuk' veya 'ilâhî hukuk'tur. Yani Yaratıcı'nın yaratılanlar üzerinde koruyucu kanatları vardır. İnsanlar çözüm bulamadıkları konularda adaleti o güç tesis edecektir.
İslâmiyet'e göre;
Allah insanı kendisine halife yapmıştır.
Onu yani insanı kendi iradesinde (irade-i cüz'iye) muhtar yani serbest kılmıştır. Ancak nasıl hareket edeceğini de öğretmiştir. İnsan insanı öldürmeyecektir.
Bu arada insanlar birbirini öldürecektir diye insanların kolların da bağlamayacaktır. Sadece insan öldüren hukuken aynıyla mukabele görür ve cezalandırılır.
Bundan dolayı insan ilk hareketinde hürdür, iradesine karşı bir kayıt ve sınırlama yoktur. Ama hareketlerinin sonuçlarına katlanmak zorundadır.
Dolayısıyla Kur'ân ve Sünnet'in insana yol göstermesi, ona rehberlik etmesi onu köle yapmaz. Bilakis kararlarını bilerek vermesini sağlar ve onu gerçek anlamda hür kılar.
* * *
Yazara göre,
Şeriatta yani İslâmiyet'te tabiî hukuk anlamı yoktur.
"E- ŞERİAT'ın TABİî HUKUK fikrini benimsemediğini ve bu nedenle ANAYASAL rejimlere gidilemeyeceğini savunan Şeriat zihniyeti:
Anayasal rejime karşı çıkanlardan bir kısmı da KİŞİ'lerin doğuştan sahip olabilecekleri hak ve hürriyetler diye bir şeyden bahsedilemeyeceğini düşünmekteydiler. Tabiî hukuk fikri onların havsalalarının dışında kalan bir felsefî fikirdir. Tabiî hukuk fikrine yani KİŞİ'nin doğuştan sahip olduğu hak ve hürriyetler esasına göre Padişahın (Halifenin) yetkilerine ve iktidarına sınır vurmak diye bir şeyden bahsetmek din'e aykırı düşünmek olurdu..."(s .134)
ANAYASA AÇISINDAN İKİ GÖRÜŞ;
YASAKLANMAYAN HER ŞEY TABİÎ HAKTIR.
Bu konuda iki görüş vardır:
1) Birinci görüşe göre, insanlar devletin mutlak yönetimindedirler. Devlet vatandaşlarına ne ikram ederse o kişilerin hakkı olur. Bu hakların kısıtlanmaması için de bu haklar teker teker anayasada sayılır. Sayılmayan hakları verip vermemek konusunda devlet serbesttir.
2) İkinci görüşe göre ise, insanlar hürdür. Devlet ancak sözleşmelerde yani yasalarda konan yasakları uygulayıp uygulamamak konusunda serbest olabilir. Yani yasak veya mükellefiyetler getirmez. Hatta uygulayıp uygulamama serbestisine bile sahip değildir. Bu anlayışta olanlar, anayasalarda sadece yasakları sayarlar, hak ve hürriyetleri saymazlar. Çünkü tabiî hukukun anayasada yer almasına gerek yoktur. O zaten anayasadan önce ve anayasanın da üstünde olmak üzere vardır. Aksi halde o da pozitif hukuk konusu içine girerdi.
İslâmiyet'e göre;
Pozitif hukuk oluşturulurken tabiî hukuka dayandırılacaktır.
Bu uygulamanın nasıl olacağını ilim gösterir.
Kur'ân işte bu ilmin verilerini anlatır.
Asıl olan tabiî hakların varlığı olup,
Yasaklanmayan her şey tabiî haktır.
Ayrıca yasalarda yer almasına gerek yoktur.
Ancak yasalarda bunların zikredilmiş olması ,
Öğrenilmesi bakımından yararlı olabilir.
* * *
İlhan Arsel'e göre;
Şeriat devlet anlayışında tek parti vardır.
Onun için demokrasi olamaz.
"IV- NEDEN ŞERİAT devletinde "Siyasi partiler" sistemi gelişmedi ve gelişemezdi:
Şeriat devleti anlayışında çok partili siyasî hayata yer yoktur; çünkü çok partili siyasî hayat demek birbirine zıt ve yekdiğeriyle çatışan fikirler, görüşler ve zihniyet demektir... Oysa ki ŞERİAT için geçerli olan bir tek görüş bir tek fikir vardır ve o da "Tanrı'nın" sözleri şeklinde Kur'an'da veya Peygamberin emir ve davranışları şeklinde Sünnet (Hadis)'lerde belirmiştir...(s. 134)
Bilindiği üzere Batı demokrasi anlayışında siyasî partiler demokrasi'nin vazgeçilmez unsurlarıdır ve "Tek parti" sistemi ile demokrasiyi bağdaştırmak mümkün değildir. Şeriat devleti ise tek parti sistemi, yani Tanrı'nın ve Peygamber'in iradesine ve emirlerine göre hareket eden ve bunun dışına çıkmayan parti sistemi demektir.
Bu bakımdan da Şeriat devleti'nin demokratik olamayacağı açıktır."(s. 135)
İSLÂMİYET'E GÖRE ÇOK PARTİLİ SİSTEM UYGULAMASI
KUR'ÂN'IN ÖNGÖRDÜĞÜ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI
İslâmiyet'e göre;
İlimde, dinde, iktisatta ve siyasette
çok partili sistem vardır.
İlk siyasi partileri bizzat Hz. Peygamber (s) Medine'de ilk devleti kurduğu zaman teşekkül ettirdi ve topluluğu akilelere ayırdı. Bu ayırımda din ve ırk ayrılığı gözetmedi. Grupların hepsi de silâhlıydı. Hz. Peygamber bütün savaşlara bu gruplarla girip zaferden zafere koşmuştur.
Halife Ömer ise devlet bütçesinden siyasi partilere pay bağladı. Divanda kayıtlı bulunan askerler birer siyasi partiye mensup oldukları halde maaş alıyorlardı. Her erkek askerlikle yükümlü bulunuyordu.
Sonra mezhepler doğdu ve mahkemeler mezheplere göre hükmetmeye başladılar. Diğer bir deyişle içtihat hukuku uygulandı. Daha sonra tarikatlar ortaya çıktı ve bunlar da dinî gruplar oluşturdular. Tezkiye bu gruplar tarafından yapılıyordu. Nihayet âhi teşkilâtları kurulup gelişti ve böylelikle meslekî gruplar oluştu. Bunların hepsi akile grubu içindedir.
Anlattığımız bütün bu uygulamalar tamamen Kur'ân'ın hükümlerine dayanmaktadır. Herkesin bir ilmî partisi (grubu), bir ahlâkî partisi, bir meslekî partisi ve bir de siyasî partisi vardır. Bunun böyle olduğu şeklindeki ifadeler Kur'ân-ı Kerîm'de çok açıktır. Yeri geldikçe bunlar açıklanmıştır.
İslâmiyet;
Yalnız Müslümanlara değil, herkese teşkilâtlanma hakkını tanımış ve bu hakların bir dayanışma ortaklığı içinde kullanılmasını önermiştir.
Yukarıda Kur'ân'ın öngördüğü bu uygulamanın geçmişte ve tarihte nasıl pratiğe dönüştürüldüğünü kısaca açıklamış olduk. Yeri geldikçe daha da anlatacağız.
Günümüzde de böyle bir yapılanma olmadıkça gerçek demokrasiden sözedilemez. Gerçek demokrasi, ancak bizim bu önerilerimiz dikkate alınıp yeni bir yapılanma gerçekleştirildiğinde gelmiş olacaktır.