İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
2671 Okunma
ŞERİAT DEVLETİ OLARAK OSMANLI DEVLETİ'NİN OLUMSUZ TEOKR

ALTINCI BAŞLIK

 

 

 

ŞERİAT DEVLETİ OLARAK

OSMANLI DEVLETİ'NİN

OLUMSUZ TEOKRASİ DÜZEYİNDE KALIŞI

 

 

 

 

Yazara göre,

Şeriat yönetimi koyu teokrasidir.

 

"ŞERİAT Devleti'nin (ve bir Şeriat devleti olarak Osmanlı devleti'nin) OLUMSUZ BİR TEOKRASİ DÜZEYİNDE kalıp ne millî ve ne de demokratik gelişme rayına oturamayışı.

Şeriat devleti deyimin bütün anlamiyle TEOKRASİ idi. Bir Şeriat devleti olarak Osmanlı devleti de gerçek anlamda ve hem de en katı şekliyle bir teokratik devletti. Her ne kadar Batı ülkelerinde de Orta çağ boyunca Teokratik devletler egemen olmuşlarsa da Batı'daki teokrasi Batı toplumlarının, her birine özgü MİLLİ'lik (milli devlet) bilinci ve niteliği içinde yerleşmelerine ve demokratik yönde gelişmelerine olanak vermiştir... Ve yine göreceğiz ki Şeriat devleti zihniyetinin öngördüğü teokrasi düzeni İslâm'a dahil bulunan çeşitli toplumlara ne millî bir bilinç içinde ortaya çıkmalarına ve ne kendi millî bilinç yolundan demokratik ve bağımsız şekilde yaşamaları olanağını vermiştir..."(s. 136)

 

İNSANLIĞIN GELİŞİMİ VE TEOKRASİ

İSLÂMİYET'TE ASLA TEOKRASİ YOKTUR

 

Başlangıçta bütün medeniyetleri din yönetiyordu. Hiçbir fikir veya hukuk kaynağı yoktur ki dine dayanmasın. Roma hukukunun temelini teşkil eden ilk kaynak dindir. Bizans hukuku Hıristiyanlığın etkisindedir. Batı İslâmiyet sayesinde kurulup gelişebilmiştir.

İnsanlar, tarihin ilk çağlarından beri tabiî ve sosyal kanunları ilâhî kanun olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla her şeyin başlangıcı hep din olmuştur. Gerçi 18 ve 19. yüzyıllarda Tanrı inkâr edilmiş ve bunun sonucunda ilâhî kanunlar tabiî ve sosyal kanunlar oluvermiştir ama; 20. yüzyıl sonunda ilmin ulaştığı sonuçlar nedeniyle tekrar Tanrı kavramına geri dönülmüştür.

Her ne ise, demek istediğimiz şudur ki;

Kanunların ilâhî kaynaklı olması asla teokrasi değildir.

Teokrasi, Allah'tan vahiy aldığını iddia eden din adamlarının bir ülkeyi objektif olmayan kaidelerle yönetmesidir.

 

İslâmiyet'e göre;

Vahiy, Son Peygamber ile kesildiği için böyle din adamlarına inanmak şirktir. İslâmiyet'te asla teokrasi yoktur.

Şeriatta hükümler ikiye ayrılır:

1) 'Dini hükümler' vardır ve bu konu Allah ile kul arasındadır ve kul hesabını doğrudan doğruya Allah'a verir. Bu konuda kimse kimseye müdahale edemez.

2) Bir de 'kazaî hükümler' yani mahkemelere konu olan hükümler vardır. Bunlar objektif kaidelere bağlıdırlar.

Hz. Peygamber dahi asla doğrudan doğruya vahye dayanarak hüküm vermemiş ve normal muhakeme usulleriyle davalara bakmıştır. "Ben gaybı bilmem. Sizin şehadetinizle yanlış hükmedebilirim. Hesabını sonra Allah'a verirsiniz" demiştir.

Hz. Peygamber bile vahiy ile değil de hukuk kurallarıyla devleti yönetmiş ve kendisinden sonra vahyin kesildiğini ilân etmişken, hâlâ 'İslâmiyet teokrasidir' diyebilmek; tarafsız akıl sahipleri ve gerçek ilim adamları için mümkün değildir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

 

.ŞERİAT DEVLETİNDE

ANAYASALCI GELİŞME OLAMAYIŞI

 

 

 

 

 

Yazara göre,

Şeriatta din ve devlet işleri aynı olduğundan

demokrasi gelişmemiştir.

 

"DİN VE DEVLET BİRLİĞİ NEDENİYLE ŞERİAT DEVLETİNDE ANAYASALCI VE DEMOKRATİK GELİŞME OLAMAYIŞI

İslâm tarihi denemesinin ortaya vurduğu gerçek odur ki Şeriat devletinde Anayasalcılık oluşmamış ve demokratik gelişmeler görülmemiştir...

Şeriat ülkelerinde Anayasalcı gelişme diye bir şey olmamıştır... Ve bütün bunlardan başka Batı ülkelerinde DİN ve DEVLET kuruluşlarının birbirinden ayrı ve farklı ve birbirlerine karşı rakip iki örgüt iki güç olarak bulunması KİŞİ ÖZGÜRLÜKLERİ'nin güvenceye kavuşmasını sağlayacak iktidar kısıtlamaları olanağını yaratmıştır. Oysaki Şeriat ülkelerinde Tanrı'dan gelme egemenliği kısıtlayacak bir doğal hukuk ve insan kişiliğinin haysiyeti unsuru ve nihayet iktidarın sınırlandırılmasında rol oynayabilecek din-devlet ayrılığı sistemi olmamıştır..."(s. 137)

 

 

DİN VE DEVLET İŞLERİ BİRBİRİNDEN AYRIDIR

İSLÂMİYET'E GÖRE DİN VE DÜNYA DÜZENİ

 

İslâmiyet'te;

din ile devlet işleri tamamen birbirinden ayrıdır.

Dinde zorlama yoktur.

 

Kur'ân;

"Sizin dininiz size,

benim dinim banadır." (Kâfirûn[109]; 6) derken,

her halde devletin savaşmıyacağını ve

suçlulara da ceza vermiyeceğini söylemiyordu.

Din, insanın tabiî hak ve görevlerini öğretir ve bu konuda bir zorlama yapmaz; sadece sonuçları bildirir.

Devlet ise, pozitif hukukun verdiği yetkiler nisbetinde hürriyetleri kısar ve suçluları cezalandırır. İslâmiyet'teki bu ayırım kesindir.

 

İslâmiyet'e göre;

Dünya işleri yalnız Müslümanlar için düzenlenmemiştir ve Müslüman-lara bir ayrıcalık veya imtiyaz da tanımamıştır.

Dünya düzeni bütün insanlığın saadeti için düzenlenmiştir. Din ise âhiret saadetini temin etmek için faaliyet gösterir. Bu dünyada tabiî ve sosyal kanunlar dışında bir hesap sözkonusu olamaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ KONU

 

 

 

ŞERİAT DEVLETİNİN

LAYİKLİĞE OLANAK VERMEYİŞİ

 

 

Yazara göre,

Lâiklik diğer dinlerle uyuşur ama İslâmiyet'le uyuşmaz.

 

"ŞERİAT DEVLETİ'nin DİN ve DEVLET AYRILIĞINA ve LAYİKLİK ANLAYIŞINA OLANAK VERMEZ KÖKENİ KONUSUNDA:(s. 139)

Ancak bizim aydınımız Batı'daki din ve devlet ilişkilerini.. Batı'nın DİN anlayışını ve Batı'daki gelişmeleri iyi bilmez ve böylece bizdeki durumlara çok ters düşen hususları kavrayamaz.

Batı'daki din anlayışının gerek Tanrı-kişi ilişkileri ve gerek KANUN ve REFORM anlayışı ve gerek kişi değerlendirmeleri bakımından ne kadar farklı ve ayrı temellere ve verilere dayandığını düşünemez...(s. 140)

Batı'da dine bağlı olanlar da vardır dini kendi yaşamlarından atmış olanlar da vardır... XVIII ci yüzyıldan bu yana hıristiyanlığa karşı savaş açan düşünürleri şöyle bir gözden geçirmiş olsak bizim ölçülerimize göre Batı'nın dinsizliğine inanasımız gelir..."(s. 141)

 

LÂİKLİĞİN DOĞUŞU VE UYGULANIŞI

İSLÂMİYET, LÂİK BİR DİNDİR

 

Hıristiyanlık ortaya çıkıp insanları sınıfsız bir topluluk olarak takdim edince, Roma asilzadeleri ve üstün sınıf temsilcileri bu anlayışa şiddetle karşı çıkmışlar ve Hıristiyanlığa karşı amansız bir savaş açmışlardır. Bu saldırı ve zulümler o kadar artmıştır ki, sonunda Hıristiyanlar yeraltına inip orada kentler kurmuşlar ve ibadetlerini ancak oralarda sürdürebilmişlerdir. Anadolu'da böyle kurulmuş birçok kent vardır.

Daha sonra silahsız ama inançlı olan Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara karşı başarılı olamayacağını anlayan Roma yönetimi Hıristiyanlığı din olarak benimsediler, bu sefer de papazlarla birleşerek halka zulmetmeye başladılar.

İslâmiyet'in gelmesiyle Batı dünyası uyanmış ve kiliseyle işbirliği içinde olan imparatorlukları yıkarak krallıklar kurmuştur. Kilise ve papalar bu durumda krallarla bir olmuş, onlar da zayıflayınca derebeyleri ile işbirliği yapmıştır. Bu arada Haçlı Seferleri başta olmak üzere İslâm ülkeleri ve Müslümanlarla yapılan temaslar sonucunda Avrupa'da esnaf sınıfı doğdu. Halk uyanmaya başladı. Kilise, faizi meşru gören bu sınıfla çatışmaya başladı.

Lâiklik işte bu dönemde doğdu. Zaruretten dolayı bu yöntemle kilise devre dışı bırakıldı. Batı dünyasının kendi şartlarında oluşan ve gelişen bir anlayış olarak varlığını bugüne kadar sürdürdü.

İslâmiyet'te;

Kilise şeklinde bir yapılanma ve papa yönetimi olmadığı için böyle bir problem de yoktu. Teşkilâtlanmış bir yapı şeklinde ilim adamları da yoktu. Dinî topluluklar olarak tarikatlar vardı ama bunların da sayıları çok olduğu için devlete doğrudan etki edecek bir güçleri yoktu.

Sadece 'medrese' İslâmiyet'te veya devlet yönetiminde fonksiyonel rol oynamıştır. Medrese de dinî bir kuruluş olmayıp ilmî bir kuruluştur.

İslâmiyet, zaten doğuşundan ve başlangıcındaki uygulamalardan itibaren lâik bir dindir. Bundan dolayı I. İslâm Medeniyeti döneminde lâiklik mücadelesi olmadığı gibi buna gerek de olmamıştır.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Kur'ân insan iradesi ile değiştirilemez ve

Hz. Peygamber zamanında tartışılmamıştır.

 

"I- İSLAM DEVLET anlayışında KUR'AN ve HADİS'lerin TEMEL YASA niteliğinde olup insan iradesi ile değiştirilemezliği:

Tanrı emirleri ve sözleri olarak kabul edilen KUR'AN'ın hemen her suresinde, her sahifesinde bu KİTAB'A temel YASA olarak bakılması ve uygulanması gereği belirtilmiştir...

Şeriatcıya ve müslüman toplumlara göre bu YASA Tanrı'nın iradesinden ve ağzından çıkmış sözlerden başka bir şey değildir ve "... doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara YOL GÖSTEREN kitaptır." Kur'an bunu Bakara Sûresi'nin 1 ci Ayet'i ile belli etmiştir...(s. 141)

Tanrı iradesi ve sözleri olan Kur'an hükümlerini değiştirmek, bir hükmünü kaldırıp yerine yenisini koymak, hatta kelimelerini ve virgülünü oynatmak mümkün değildir. Tanrı tarafından yasaklanmıştır bu..."(s. 142)

 

 

KUR'ÂN'IN YORUMU ÇAĞLARA GÖRE DEĞİŞİR

KUR'ÂN ÇAĞIN 'LÂİKLİK' PROBLEMLERİNİ ÇÖZÜYOR

 

Kur'ân, kâinatı vareden Allah'ın tabiî ve sosyal kanunlarını açıklayan bir kitaptır. Kur'ân'ın resmî bir yorumu yoktur. Sadece Hz. Peygamber çağında ilk olarak örnek uygulama yapılmış, resmî yorumun yapılması Allah tarafından yasaklanmış ve Kur'ân'ın yorumlanması hususu kişilere ve devirlere bırakılmıştır. Çünkü yorum her devre ve her çağa göre değişecektir.

Meselâ, bakkalda alışveriş ettiğinizde 'fiatla miktarı çarpın ve öylece parayı ödeyin' emri olsa, bu emir değişmez ama ödenen miktar ve para değişir. Bu açıklamadan sonra kalkar da hangi parayı ödeyeceğim? Miktarı nasıl tespit edeceğim? Gram mı olsun okka mı olsun? Artık böyle sorular sormanız uygun olmaz. Aksine son derece yakışıksız olur. Aslında uygulanması da mümkün olmaz.

İşte ondört yüzyıl sonra bile Kur'ân-ı Kerîm'de böyle eskimiş bir cümle bile bulamazsınız. Hz. Peygamber zamanında ne dil ilmi ne de başka hiç bir ilim bilinmiyordu. Kur'ân bu durumu açıkça ifade ederek: "Onu açıklama sonra bize aittir"(Kıyamet[75];19)diyor. Başka bir yerde de: "İnsana açıklamayı da öğrettiğini"(Rahman[55];3) söylüyor; "İlminiz olmayan hususlarda tartışmayın, ilminiz olan hususlarda ise tartışın", (Âl-i İmran[3];66) diyor.

İslâmiyet'e göre;

Kur'ân Müslüman için değişmez bir kitaptır. Ancak bu kitap 'içtihat ve icmalar' ile her çağın ihtiyaçlarına cevap verir. Çağımızın bütün problemlerini yine Kur'ân çözüyor.

Anlattıklarımızı görüyor ve okuyorsunuz. 'Lâiklik' ve 'demokrasi' gibi çağın çıkmazlarını, en önemli problemlerini Kur'ân ne kadar kolay ve güzel çözüveriyor.

Dinde zorlama yoktur; ama anlaşmalarla oluşan düzende zorlama vardır. Bu zorlama Kur'ân hükümleri üzerinde değil; uzlaşma ile sabit olan yasa hükümleri üzerindedir.

Kur'ân yasaların nasıl yapılması gerektiğini önerir; yapıldıktan sonra da o yasalara uyulmasını emreder. İçtihat yapıldıktan sonra ortaya çıkan sonuç Kur'ân hükümlerine aykırı da olsa, Kur'ân-ı Kerîm ona uyulmasını emreder. Aksi halde o yöre terkedilmeli ve uygun başka bir yere hicret edilmelidir.

Bilen ve anlayanlar, daha doğrusu bilmek ve anlamak isteyenler için İslâmiyet böylesine kolay, Kur'ân-ı Kerîm de sorunları böylesine çözen, kolay ve anlaşılır bir kitaptır.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Sünnet konusunda da tartışmak yasaktır ve değişmezlik vardır.

 

"Hadis ve Sünnet hükümleri için dahi durum aynı:

Her ne kadar Kur'an, Tanrı emirleri ve sözleri olarak kabul edilmekle ilk planda yer almakta ise de Muhammed'in sözleri ve davranışları da ondan daha az güçte ve değerde sayılmaz...(s. 143)

Bu bakımdan Kur'an hükümleri üzerinde nasıl tartışmak yasaklanmış ise Hadis'ler üzerinde de yasaklanmıştır...

Kur'an hükümlerini değiştirmek veya onlara ilavelerde bulunmak nasıl "YENİLİK" yaratmak yani kafirlik olursa Hadis'ler için de durum aynıdır...(s. 144)

Bundan dolayıdır ki İslâm ülkelerinde bütün devirler boyunca Kur'an ve Peygamber sözleri dışında davranmak YENİLİK ve KAFİRLİK sayılmıştır."(s. 145)

 

SÜNNET SADECE

HZ. PEYGAMBER'İN SAĞLIĞINDA TARTIŞILMAZDI.

İSLÂM MEDENİYETİ

TARTIŞMA VE İÇTİHATLAR ÜZERİNE KURULMUŞTUR.

 

Kur'ân-ı Kerîm, Kur'ân nâzil olurken tartışmayı yasaklamış ve hayatta olduğu dönemde Hz. Peygamber'in yaptıkları üzerinde de tartışma yasaklanmıştır. Bu noktanın çok iyi anlaşılması ve kavranması gerekir.

Yazar, laf kalabalığı ve ağız çabukluğu ile sanki Hz. Peygamber'den sonra da tartışma yasakmış gibi ifadeler kullanıyor. Tam tersine, ondan sonra tartışmak yani 'içtihat yapmak' emredilmiştir. Bu tartışmalar ve içtihatlar sonunda Müçtehitler ve Mezhepler doğmuş, İslâm Medeniyeti tartışma, içtihat ve icmalar üzerine bina edilmiştir.

Her hangi bir şeyi tartışmadan önce onu öğrenmek gerekir. Biz kapitalizm veya sosyalizmi öğrenmeden önce o konuda tartışmayız. Bilmeyen kimseye tartışmanın yasaklanması başka, tartışmanın yasak olması başkadır. Kur'ân ve Sünnet konusunda da ilk zamanlar aynı şey sözkonusu olmuştur. Tamamı bilinmeden elbette tartışılamazdı.

Hadisler, Kur'ân'ın ilk uygulamalarıydı. Hadisler olmadan Kur'ân'ı anlamak mümkün değildi. Çünkü henüz devlet aşamasına gelmemiş bir toplulukta onların dili ile devlet kurmak son derece zordur.

Meselâ, o topluluk vergi nedir, bilmemektedir. Toplantı nedir, bilmemektedir. Başkan nedir, bilmemektedir. Kur'ân bu ve benzeri konuları o topluluğun kelime ve kavramlarını kullanarak anlattı. Meselâ, vergiye 'zekât' dedi, toplantıya 'salât' dedi. Başkana 'imam' dendi. Ancak daha önce bilinmeyen manalar Hz. Peygamber'in uygulaması ile öğrenildi. Kelime ve kavramlara yeni anlamlar yüklendi. Topluluk böylece çok kısa bir zamanda kim bilir belki de ikibin yıllık geri kalmışlığı bertaraf ederek bir anda çağının ilerisine geçti.

Ancak bu uygulama o çağ ile ilgilidir. Meselâ, diyet miktarı yüz deve olarak belirlendi. Kur'ân'da bu konuda doğrudan sözedilmemiştir ama bunun örf ile tesbit edileceği ifade edilmiştir. Yani her çağın ihtiyaçları ve problemleri o çağdaki içtihat ve icmalarla çözülecektir.

Demek ki iki çeşit hadis vardır:

1) Birincisi, çağı ile ilgilidir ve her zaman değişebilir. Nitekim daha dört halife devrinde bile değişiklikler yapılmıştır.

2) Bir diğeri de, Kur'ân'ın kelimelerine yüklenen yeni anlamlardır yani Kur'ân'ı izah etme ve açıklamadır. Bunlardan 'mütevatir' olanlar hiçbir suretle değişmezdir ve bunlar da çok azdır. Meselâ, ziraatta vergi nisbeti onda birdir. Bir kısmı da 'meşhur' hadislerdir ve bunların sayısı da yüzün üstünde değildir. Bunlar da bir zorunluluk olmadıkça değiştirilmezler. Hadislerin çoğunluğu 'haber-i vahid'dir ve uygulanması caiz olup uygulama zorunluğu yoktur.

Son olarak diyebiliriz ki, hadislerden Kur'ân'ı anlamak için yararlanmak gerekir ama her hadise uymak zorunluğu yoktur. Dolayısıyla bütün bu anlattıklarımızdan anlaşılmalıdır ki, hadisler değişmeye ve gelişmeye engel değildir.

Kur'ân'da: "De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmiyorum. Size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Körle, gören bir olur mu?" Düşünmüyor musunuz?" (En'âm[6]; 50) buyrulmaktadır.

Yine Kur'ân ayetlerinde (örneğin, (Tahrim[66];1) ayetinde) Hz. Peygamber'e: "Niçin böyle yaptın?" diye ihtarlarda bulunulması, onun hata etmez bir kimse olarak kabul edilmediğini gösterir. Değişmeyen sadece Allah ve O'nun yüce kelâmı olan Kur'ân'dır.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Kıyas ve icma tali delillerdir.

 

"ŞERİAT hükümleri arasındaki hiyerarşi-

Her ne kadar "İcma-ı Ümmet" ve "Kıyası fukaha" denilen kaynaktan çıkma hükümler Şeriat'ın bir bölümünü meydana getirirlerse de bu hükümlerin Kur'an ve Hadis hükümlerine denk ağırlıkta olmaları bahis konusu değildir. Beşer iradesi niteliğinde sayılan birincilerin Tanrı iradesi niteliğinde sayılan ikincilere (Kur'an ve Hadis) nazaran ikinci planda kalacakları ve onlara aykırı olamayacakları, şüphe götürmez."(s. 145)

 

İCMA VE KIYAS, KUR'ÂN VE SÜNNET İLE BİRLİKTE DELİLDİR

İÇTİHATSIZ KİTAP VE SÜNNET İLE AMEL EDİLMEZ

 

Delil vardır, hüküm vardır. Delil, geçmişte cereyan eden tüm olayların bize ulaşan etkileridir. Hüküm ise, beynimizde oluşan ve gelecekle ilgili olacakları veya olması gerekenleri bildiren kararlardır. Bizim için delil olarak s›ras›yla önce Kitap, sonra Sünnet, sonra İcma, sonra da K›yas't›r. Çünkü Sünnet Kur'ân'a, İcma Sünnet'e, K›yas da icmalara dayanmaktad›r.

Bizim için hüküm konusuna gelince, önce kendi içtihad›m›zd›r yani bizim bizzat kendimizin ç›kard›ğ›m›z hükümlerdir. Bu hükümler sadece dört delile dayanmaz. İlmin verdiği sonuçlar› da, bu naklî deliller kadar kullanarak değerlendireceğiz.

Bu dört delili ak›l ve ilimle yorumlayacak, akla ve ilme ayk›r› olanlar› tevil edecek veya müteşabih deyip b›rakacağ›z.

Böylece bir s›ralama yaparsak içtihad›m›z yani akl›m›z başta gelmektedir. Ondan sonra icma gelir. Çünkü icmalar içtihatlara dayan›r. Dolay›s›yla hüküm bak›m›ndan icma, içtihattan sonra ve ikinci s›rada yer al›r. Daha sonra Sünnet gelir. Çünkü ancak s›hhati ve anlam› icmalarla sabit olan hadisler, bizim için uyulmas› ve uygulanmas› gereken hadislerdir. Yoksa içtihad›m›z hadislerden öncedir. Sonra da Kitap gelir çünkü Kitap mücmeldir, doğrudan uygulanamaz. Hangisi muhkem, hangisi müteşabih bilinemez. Biz Kitab'› ancak Sünnet'e dayanarak anlayacağ›z.

O konuda icmalar olacak ki bizi hüküm bak›m›ndan bağlas›n. Bundan dolay›d›r ki, "İçtihats›z Kitap ve Sünnet ile amel edilmez" kaidesi vard›r.

İşte içtihad› başa almakla ve içtihad› da akla dayand›rmakla, İslâmiyet aklî ve ilmî bir din hâline gelmiştir. Diğer dört delil olan Kitap, Sünnet, İcma ve K›yas hep insan akl›n› hatalardan koruyup İlhan Arsel gibilerin durumuna düşmesini önlemek içindir ve hepsi de düzen içinde zorlamas›zd›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te din ile dünya işleri birlikte yürütülmüştür.

 

"II- DİN ve DEVLET İşlerinin Birlikte Görülmesi.

A- Din ve siyaset işlerinin müştereken görüldüğü yer olarak CAMİ.

Layik'lik prensibi, yani din ve devlet işlerinin ayr› görülmesi durumu İslâm'›n daha ilk anlardan itibaren benimsemediği tutum olmuştur. Aksine din ve devlet işleri bizzat Muhammed zaman›nda ve onun taraf›ndan birlikte yürütülmüş ve Cami hem din ve ibadet mahalli ve hem de devlet işlerinin görüldüğü bir yer olmuştur. Cami'deki Mimber, şu durumda hem uhrevi otoritenin ve hem de dünyevi ve siyasi otoritenin merkezi niteliğini taş›m›şt›r. Muhammed kendisine biat eden Arap aşiretlerinin temsilcilerini bu mimber'de kabul etmiş, ve yine bu mimber'de siyasi görüşlerini aç›klam›ş ve din kurallar›n› yerleştirmiştir. Bk. Sir Th. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924, sh. 37.

Muhammed'in yapt›ğ›n› yapmak ve davran›şlar›n› taklit ve devam ettirmek Müslümanlar için zorunluluk teşkil ettiğinden Muhammed'ten sonra da bu tutum böylece devam etmiş ve Cami toplumun dini yaşamlar›n›n mahalli olmakla kalmam›ş, fakat siyasi yaşamlar›n›n da merkezi ve İktidar sahiplerinin meşrutiyete kavuşduklar› bir yer olmuştur."(s. 145)

 

NAMAZLAR GÜNLÜK HAYATI PROGRAMLAR

İSLÂMİYET'TE DİN - DÜNYA ÇELİŞKİSİ YOKTUR

 

İslâmiyet'e göre din, insanlar›n dünya işlerinden başka bir şey tanzim etmez. Kitab›n baş›ndan beri 'İslâmiyet' kelimesinin 'din' ve 'düzen' anlam›n› ihtiva eden bir kavram olduğunu defalarca aç›klad›k. Burada tekrar hat›rlat›yoruz.

İslâmiyet, din ve dünya düzeni demektir.

Gerçi insanlar dünyada yapt›klar›n›n mükafat›na da cezas›na da âhirette kavuşacaklard›r. Dolay›s›yla müeyyidesi dünyevî değildir; ama emredilenler dünyevîdir. Gerek kişi ve gerekse topluluğa ait yararlar› içerir. Dolay›s›yla İslâmiyet'te dünya d›ş›nda din yoktur ve yöneticiler d›ş›nda da din yoktur. Yöneticiler de seçimle gelir.

Kişilerin herhangi bir dinî üstünlükleri sözkonusu değildir. Mescitler ve camiler dinî bir merkez değil, tam tersine toplanma yeridir. Orada dinî ayinler icra edilmez; aksine dünya işleri görüşülür, siyasî ve askerî eğitim yap›l›r. Mescitlerin buna benzer daha nice fonksiyonu vard›r ve hepsi de dünyevîdir.

Burada günlük - haftal›k - y›ll›k namazlar ile ilgili olarak genellikle herkes taraf›ndan yanl›ş bilinen bir konuyu aç›klamakta yarar görüyoruz:

Sabah olmadan güneşin doğmas›na iki saat kala ezan okunur ve insanlar uyan›r. Herkes evde sabah temizliğini ve kahvalt›s›n› yaparak toplant›ya haz›rlan›r. Sonra hep birlikte camiye gidilir ve günün ilk toplant›s› olan sabah toplant›s› yap›l›r. Güneşin doğmas›na yar›m saat kala herkes yani kad›n ve çocuklar da dahil olmak üzere bütün aile fertleri mescide gelir, böylece sabah namaz› ve toplant›s› yap›l›r. Güneş doğmadan önce herkes işine gitmeye başlar veya işine gitmiş olur. Böylece sabah ile öğle aras›ndaki mesai başlam›ş olur.

Öğleyin ezan okunur, iş tatil edilir, herkes temizliğini yapar, namaz k›l›n›r ve öğle toplant›s› yap›l›r. Herkes evine gider ve öğle istirahatini yapar.

İkindide ezan okunur, herkes ikindi namaz› ve toplant›s›na gelir ve öğleden sonraki mesaiye başlar.

Akşam mesai biter ve ezan okunur okunmaz hemen akşam namaz› ve toplant›s› yap›l›r. Herkes evine gider ve akşam yemeğini yer.

Yats› için yemek sonras›nda mescide gelir ve sohbete kat›l›r. Bu zaman zarf›nda gece eğitimi yap›l›r. Yats› ezan› okunur ve günün son namaz› k›l›n›r yani son toplant›s› yap›l›r. Ard›ndan herkes evlerinde istirahate çekilir.

Ayr›ca her hafta, haftal›k Cuma toplant›s› yap›l›r. Y›lda iki defa da y›ll›k Bayram toplant›lar› olur. Böylece günlük, haftal›k ve y›ll›k toplant›lar programlanm›ş olmaktad›r.

Namazda, namaz öncesinde insan›n temizliğini yapm›ş olmas›, temiz elbiseler giyinmesi, s›raya geçerek oturmas›, başkana doğru dönmüş olmas›, söylenenleri dikkatle dinlemesi gibi toplant› kurallar›na uyulur.

Toplant›lar esnas›nda Kur'ân okunarak, anlam› aç›klanarak, yorumu yap›larak eğitim ve öğretim yap›l›r. Bu eğitim program›na kad›n - erkek, büyük - küçük, yaşl› - genç bütün aile fertleri kat›l›r. Ayr›ca ortak komutlarla birlikte hareket talimleri yap›larak hem beden hem de ruh birliği sağlan›r. Cemaat al›şkanl›ğ› ve birlikteliği gerçekleştirilir. Bunun d›ş›nda dinî bir merasim yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Dünya hayat›nda ,

işe  yaramayan bir ayin resmen icra edilmez.

İslâmiyet'te din ile dünya çelişki içinde değildir.

Sadece dinde zorlama yoktur.

Düzende ise dünyevî cezalar vard›r.

İslâmiyet'te din adam› s›n›f› da yoktur.

 

Yazara göre;

Hutbeler siyasî demeçlerdir.

 

"B- Hutbe siyasi nitelikte demeç demektir.

Cami'de hutbe okunmas› geleneği yine kaynağ›n› Muhammed zaman›nda ve Muhammed'in tutumunda bulan bir gelenektir. Yabanc› bir hukukçu, Sir Th. W. Arnold Hutbe'yi, "Taht'›n söylevi" şeklinde tan›mlar ki doğrudur. Bk. Sir Th. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924, sh. 37.

Çünkü Hutbe hem dini hem de as›l siyasi nitelik taş›yan bir beyandan ibaretti. İslâm peygamberi Hutbeyi bu nitelikler içerisinde devlet işlerine alet etmiştir.

Daha sonraki yüzy›llar boyunca da hutbe bu niteliğini korumuştur...

Saltanat ve Hilafetin kald›r›lmas›ndan nerede ise yar›m yüzy›l geçmiş olmas›na rağmen Cumhuriyet Türkiyesinde Cami'ler ve Cami'lere liderlik yapan Diyanet İşleri Başkanl›ğ› Hutbeyi hâlâ siyasi bir etki arac› olarak kabul etmektedir. Cumhuriyetin 50 ci y›ldönümü vesilesiyle Cami'lerde okunan ve Başkanl›kca yay›nlanan Hutbe'yi buna örnek göstermek yerinde olacakt›r. Bu Hutbe, adeta siyasi bir demeçten başka bir şey değildir. Hilafet'in siyasi nitelikleri, ve İslâm devletlerinin cumhuriyet ve demokrasi'ye yatk›nl›klar›, ve bunun nedenleri bu hutbede yer alm›şt›r..."(s. 146)

 

İSLÂMİYET;

BİR BÜTÜN OLARAK BİLİNMEDİKÇE ANLAŞILMAZ

CUMA TOPLANTISI VE HUTBE ELBETTE SİYASİDİR

 

Çok doğru! Yazar ilk defa doğru söylüyor. Biz de tasdik ediyoruz. Yazar burada da elbette al›şkanl›ğ› üzere olumsuz ve çarp›k şeyler yazmaya devam ediyor. Ancak bu sefer o al›nt›lar› yapmad›k. Gerek görmedik!

Hz. Peygamber (s.a.v.) kendi hayat›nda din adam› gibi hareket etmemiştir. Mekke döneminde sadece bir Kur'ân öğretmeni idi. Bu merhalede Kur'ân'› sadece ezberletiyor, yorum da yapm›yordu. Hz. Peygamber'e bu dönemde yorum yapmas› yasaklanm›şt›. Daha doğrusu daha yorum yapmaya yetkili değildi.

Medine döneminde de bu öğretmenliğine devam etti. Aç›klama ve yorum yapma yasağ› yine sürüyordu. Kur'ân ayetlerini sadece okuyor ve okuyanlar› dinliyordu. Medine'de ayr›ca Site Başkan› yani Devlet Başkan› olmuş ve böylece yöneticilik de yap›yordu. Camiler birer mabed değil, siyasi kongrelerin aktedildiği merkezlerdi.

Burada çok önemli bir noktaya da işaret edelim. Bilindiği gibi zaten camiler de Medine döneminde devletin kuruluşu ile birlikte başlam›şt›. Cuma'n›n şartlar› vard› ve Cuma toplant›lar› da her yerde yap›lamazd›. Ancak devletin gücü varsa ve mahkemeler kurulup suçlular› cezaland›rabilecek bir güce sahip ise Cuma Toplant›lar› yap›labilirdi.

İslâmiyet'te kapal› yönetim yoktur.

Aksine aç›k ve şeffaf yönetim vard›r.

Yine son derece dikkat edilmesi gereken önemli bir hususa daha işaret edelim. Başkan halk›n içinde onlarla birlikteyken ve iştişârelerini yapt›ğ› anda hükümlerini vermelidir. Topluluktan, halktan, istişâre ehlinden uzakta yani kapal› kap›lar ard›nda ald›ğ› kararlar geçersizdir. Bu nokta çok önemlidir ve unutulmamal›d›r. Çünkü günümüzde Müslüman olduğunu söyleyenler de bu noktaya hiç dikkat etmemekte ve uygulamamaktad›rlar. Elbette buna bağl› olarak da kararlar› da anormal olmakta veya uygulamada problemler ç›kmaktad›r. Bu konu üzerinde zaman zaman ayr›ca durulacakt›r.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

Peki, değişik dinlere mensup insanlar bu toplant›lara nas›l kat›lacaklard›r? İşte bundan dolay› devlet başkanl›ğ› yoktur, bucak başkanl›ğ› vard›r. Her bucak kendi siyasi toplant›lar›n› istediği şekilde düzenler. Devlet başkan› yerine devletin merkezi vard›r. Kent kente komuta eder. Orada da böyle toplant›lar yoktur. Merkez kentin ille de Kur'ân'›n öğretilerine göre düzenlenmesi şart› yoktur. Bugün olduğu gibi merkez kent ateist olabilir. Elbette, ancak millî irade böyle tezahür ederse buna müsade edilir. Sistem bir zincirdir. Zincirin bir halkas›n› ç›kar›rsan›z bağlant› kopar. Çark›n bir dişlisini bile yok ederseniz sistem çal›şmaz veya teklemeye başlar. İslâmiyet tam ve bir bütün olarak bilinmedikçe, onu anlamak zordur.

Müslümanlar bile, İslâmiyet'i tam ve bir bütün olarak bilmedikleri için anlam›yorlar. Anlayamay›nca da, uygulay›p yaşayam›yorlar. Dünyalar›n› ona göre düzenliyemiyorlar.

Kur'ân-› Kerîm'i bütün müslümanlar okuyup ezberliyorlar. Ama 'anlama' ve 'uygulama' merhalelerine henüz geçebilmiş değiller. Müslümanlar›n ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî işlerini şöyle bir düşününüz. Çağdaş Müslümanlar bunlardan hangisini Kur'ân'› anlayarak ve yorumlayarak, çağdaş içtihatlar›n› yaparak düzenleyebilmektedirler? Müslümanlar da, İslâmiyet'i anlama ve uygulama merhalelerine geçebildikleri oranda başar›l› olacaklard›r. Herkesten önce, bizzat Müslümanlar›n İslâmiyet'i bir an önce anlamalar› ve uygulamalar› zarureti vard›r. Art›k bir an önce okuma ve ezberleme merhalesinden, anlama ve uygulama merhalesine geçmeleri gerekiyor. Dünya ve devlet düzeni İslâmiyet'e uygun kurulduğu ölçüde bütün insanl›k kurtuluşa erecektir. Aksi halde dünyadaki çarp›kl›k, çat›şma, savaş ve katliamlar varolmaya devam edecektir.

Ne zamana kadar?

Dünya İslâm, silm, bar›ş düzenine kavuşuncaya kadar.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te din ile devlet birbirinden ayr›lmaz.

 

"C- "DİN" ve "DELET"in ikiz kardeş olduğu ve devletin desteği olmadan DİN'in yaşayamayacağ›. Devlet'in var oluş nedeninin din'i uygulamak olduğu ve Din olmadan da DEVLET'in yaşayamayacağ› görüşü.

H›ristiyanl›kta olduğunun aksine İslâm'da DİN ve DEVLET ayn› şey demektir. Aralar›nda ayr›l›k yoktur. Din ve devlet ikiz kardeş durumundad›r ve öyle kabul edilegelmiştir.(s. 146)

İbn Kuteybe "Uyun al-Ekber" adl› eserinde din ve devletin birbirinden ayr›lmaz iki erkek kardeş şeklinde olduklar›n› ve bunlardan biri olmadan diğerinin yaşayamayacağ›n› belirtmiştir. Bu görüşünü de Acem hükümdarlar›ndan Ardaşir'in örgütlerine, daha doğrusu tahta ç›kacak olan oğluna yapt›ğ› öğütlere dayat›r: "Oğlum Krall›k ve DİN iki erkek kardeş gibidir ve bunlardan biri olmadan diğeri yaşamaz. Çünkü DİN bir temeldir ki Devlet onun üzerine oturur ve Krall›k ise onun koruyucusudur. Temeli olmayan şey çöker ve korunamayan şey ise çürür gider." (İbn Quteiba, Uyun Al-Akhbar, (transl. J. Horovitz, "İslamic Culture, The Hyderabad Review", Vol. IV, 1930 sh.184).

Devletin varoluş nedeni DİN'i yaşatmak, uygulamakt›r. Çünkü Şeriat zihniyetinde DİN, devlet olmadan yaşamaz. Din kendi kendine yaşayabilecek bir kuruluş say›lmam›şt›r.

İbn Kuteybe'den 6 yüzy›l sonra İbn Teymiye (ölümü 1328 miladi) "Hükümet ve idare dinin lüzumlu k›ld›ğ› en önemli unsurlard›r ve bunlar olmadan din yaşayamaz" demiştir. Ona göre iktidara sahip olmaktan maksat "dinin geleceğini sağlamak"..t›r. "İktidar› kullanmak demek dini bir görev yapmak demektir"."(s. 147)

 

İSLÂMİYET'TE YANİ İSLÂM DÜZENİNDE

DİN İLE DEVLET ARASINDA UZLAŞMA VARDIR

 

İnsan bir bedenden oluşur. Ne var ki, bu bedenin ayr› ayr› organlar› vard›r. Göz görür, kulak işitir, dil konuşur, ayak yürür, el iş yapar... Bütün bu organlar aras›nda iş bölümü vard›r. Her biri kendi işini görür.

Devlet de aynen böyledir. Devletin sosyal organlar› yani kuruluşlar› vard›r. Her bir kuruluş ayr› ayr› faaliyet gösterir ama hepsinin de görevi devlete hizmet etmektir.

Bir devletin genel yap›s›nda ve yap›lanmas›nda 'fert' ve 'topluluk' vard›r. Fert demek, onun yani o insan›n hürriyeti demektir. İstediği gibi varolup yaşamas› demektir.

Devletin bir görevi de, fertlere istedikleri bu yaşama hürriyetini sağlamad›r. Ancak fertler bu hürriyetlerini kendi başlar›na sağlayamazlar. Cemaaleşmek ve topluluk oluşturmak zorundad›rlar. İşte fertlerin kendi hürriyetlerini koruyup yaşatabilmeleri için oluşturduklar› cemiyetlere 'dinî cemaat' denmektedir.

Devlet ile dinî cemaatler aras›nda çok önemli ilişkiler vard›r. Devlet dinî cemaatlerin hak ve hürriyetlerini koruyacak, onlara dinî bask› yap›lmas›n› önleyecektir. Devlet kendisi herhangi bir bask› yapm›yacağ› gibi başkalar›n›n yapmas›n› da önleyecektir. Farkl› dinî cemaatler aras›nda hakemlik rolü oynayacakt›r.

Dinî cemaatler de buna karş›l›k devlete sad›k, ona bağl›, onun için mallar› ve canlar› ile savaşan askerler yetiştireceklerdir. Devlete hizmet eden ve çal›şan insan yetiştireceklerdir. Böylece İslâmiyet'te yani İslâm düzeninde din ile devlet birbiriyle çekişip çat›şmamakta, aksine din ile devlet ç›kar paralelliği ve uyumu içinde uzlaşmaktad›r.

Din devlete, devlet de dine tahakküm etmeyecektir. Bunun diğer manas›, fert devleti sömürmeyecek, devlet de ferdi ezmeyecektir. Devletsiz fert, fertsiz devlet olmayacağ›na göre, birbirine has›m değil, bar›ş içinde olmalar› gerekir. Din ferdin, devlet topluluğun temsilcisidir.

Din ile devlet aras›ndaki bu bar›ş, inşaat malzemesi üretenlerle inşaatç›lar aras›ndaki bar›ş gibidir. Ne inşaat mühendisi çimentonun nas›l yap›lacağ›na kar›ş›r, ne de kimya mühendisi betonun dökülmesiyle ilgilenir. Ama kimyac› çimentosunu beğendirmek zorundad›r. İnşaatç› da kimyac›n›n ürettiği çimentoyu kullanmak zorundad›r.

Ne devlet dinlere, sen cemaatini şöyle şöyle eğit demek durumundad›r; ne de din devlete, benim yetiştirdiğim vatandaş› şöyle değerlendir, şurada iş ver demek durumundad›r. Ama cemaatler kendi mensuplar›na toplulukta yer ve iş verebilmeleri için devletin istediği kişileri yetiştirirler, devlet de onlar› istihdam etmek zorundad›r. Böylelikle İslâmiyet'te yani İslâm düzeninde, hem devlet ile din birliği sağlanmakta, hem de lâiklik en ideal şekliyle gerçekleşmektedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te din siyasete alet edilmiştir.

 

"III- DİN adam›n›n siyasete alet edilmesi geleneği, -Abbasiler zaman›nda güçlenen gelenek.

San›l›r ki din adam›n›n devlet siyasetine alet edilmesi ve din ve devletin işbirliği halinde bulunmas› geleneği Abbasi halifeleriyle başlar. Gerçek olan odur ki bu gelenek İslâm'›n doğmas› ile birlikte başlam›şt›r. İslâm din ve devlet ayr›l›ğ› diye bir ay›r›m tan›mad›ktan gayr› aksine devletin başl›ca görevinin din'i uygulamak ve yaymak olduğu tezine dayat›lm›şt›. Fakat Abbasi halifelerinden baz›lar› din adam›n›n toplum üzerindeki ve toplumun iktidara itaat› konusundaki etkisini daha da geliştirmek amaciyle bir yandan din adam›na devlet mekanizmas›nda daha önemli bir yer vermişler ve diğer yandan da Halifelik makam›n›n din konusundaki faaliyetlerini daha da geliştirmişler ve din kuruluşlar›n› merkezileştirerek devlet denetimi alt›na alm›şlard›. Abbasi halifelerinin ›srarl› dilekleriyledir ki din adamlar› din etkisinin en dar ve mutlak anlamiyle uygulanmas› yollar›n› denemişlerdir..."(s. 147,148)

 

İSLÂM DÜZENİNDE,

MEDRESE MENSUPLARI

DİN DEĞİL İLİM ADAMIDIRLAR.

 

İslâmiyet'e göre yani İslâm düzeninde hükümdar; sadece hakem ve başkomutand›r. Daha küçük birimlerde yani bucaklarda sadece kendi bucağ›n›n kad›s›d›r. Kendi bucağ› d›ş›nda kad›l›k yapamayacağ› gibi, savaş durumu olan fevkalade hal d›ş›nda diğer alt kuruluşlar›n iç işlerine asla müdahale edemez.

Teşri işlerini halk›n biat›yla oluşmuş 'ilmî şûra' yürütür.

Kaza işlerini yine halk›n biat›yla oluşmuş 'siyasî şûra' yürütür.

Dinî kuruluşlar ve meslekî kuruluşlar vard›r; bunlar da şûra oluşturabilirler. Ekonomik faaliyetleri 'meslekî kuruluşlar', ahlâkî eğitim faaliyetlerini ise 'dinî kuruluşlar' yaparlar.

Medrese mensuplar› din adamlar› değil, ilim adamlar›d›r. Din adamlar› tekke mensuplar›d›r. Din adamlar›n›n devlet bünyesinde resmî görevleri olmam›şt›r ve olmamal›d›r. Abbasiler ve Osmanl›lar devlet yönetiminde din adamlar›n› değil, ilim adamlar›n› görevlendirmişlerdir.

Bugünkü memur ve bürokratlar›n tahsil görmüş insanlar aras›ndan seçilip görevlere getirilmesi, işte o geçmişteki yönetimlerden kalan bir gelenek ve mirast›r. Bugün olduğu gibi gelecekte de hiç kimse bu uygulamadan vazgeçemiyecektir. Devlet meclislerinde üye olabilmek için 'akademik' kariyer yapmak, il meclislerinde üye olabilmek için 'yüksek' tahsilli olmak ve bucak meclislerinde üye olabilmek için 'orta' öğrenimini yapm›ş olmak gerekecektir. Meclisler, hükümetlerin ve siyasi partilerin oyuncağ› olmaktan ancak böyle kurtulabilir. Yeniden yap›lanma çerçevesinde yap›lacak bu uygulamalar sayesinde demokratik olmayan dayatmalara karş› konabilir.

B›rak›n›z din adamlar›n›n siyasete alet edilmesi, hiç kimse ve hiçbir kuruluş hiçbir şeye alet edilemez. Yazar ve benzer düşünce veya bilgisizlik içinde olanlar›n endişelerine de mahal kalmaz. Bütün s›k›nt›lar›m›z›n kaynağ› bilgisizlik ve cehalettir

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te iktidara körü körüne boyun eğilir.

 

"A- İKTİDAR'a körü körüne boyun eğme geleneği: Abu Hanife örneği (VIII ci yüzy›lmiladi)

İslâm'›n büyük düşünürü diye kabul edilen ve hattâ yep yeni bir mezhep kurabilecek güçte say›lanlar› bile İKTİDAR'a körü körüne boyun eğme geleneğinden kendilerini kurtaramam›şlard›r. Abu Hanife İslâm'›n ilk yüzy›l›ndan kalma ilginç bir örnektir. Devrinin ünlü imamlar›ndan Muhammed ibn Leyla'n›n görüşlerine ayk›r› görüşlere sahip olduğu ve onu tenkid ettiği için Kufe Valisi taraf›ndan (İmam'›n şikayeti üzerine) ikaz edilen ve görüşlerini bildirmemesi istenilen Abu Hanife bu emre körü körüne boyun eğmiştir. Öylesine eğmiştir ki bir gün k›z›n›n "Babac›ğ›m, oruçluyum, fakat dişlerimden ağz›ma kan geldi ve tükürdüm, ve tükürüğümde kan kalmay›ncaya kadar tükürmekte devam ettim. Acaba tükürüğümü şimdi yutarsam orucum bozulur mu?" şeklindeki sorusuna, "K›z›m, din konular›nda görüş belirtmemi Vali yasaklad›. Bu soruyu kardeşin Hamad'a sor" diye cevap vermiştir.

İktidara böylesine bilinçsizce itaat Şeriat ölçülerine göre büyük meziyet olarak görülür. Nitekim yukardaki olay› nakleden İbn Hallikan, "Bu örnek, Abu Hanife'nin meşru otoriteye gösterdiği sayg›y› ve onun sahip olduğu meziyeti göstermek bak›m›ndan ilginçtir; öylesine bir sayg› ki (Abu Hanife) özel bir iş dolayisiyle dahi görüşünü aç›klamaktan ve k›z›na din konusunda cevap vermekten kaç›nm›ş ve (otoriteye) boyun eğmenin ne kerteye götürebileceğini ispat etmiştir" diyerek bu davran›ş› takdir etmiştir. Bu olay için bk. Ibn Khallikan, Biographical Dictionnary, (Slane'in İngilizce çevirisi, Paris 1843, Vol. II, sh. 585)."(s. 148)

 

 

İSLÂMİYET'TE KÖRÜ KÖRÜNE İTAAT YOKTUR

BAŞKANLARIN YETKİLERİ SONSUZ DEĞİLDİR

 

İslâmiyet'e göre; İslâm düzeninde bucak başkanlar› vard›r.

Bu başkanlar o bucağ›n güvenliğini sağlamakla yükümlüdürler.

Halk o başkana itaat etmekle mükelleftir.

Halk yani kişiler, gerektiğinde başkan› sadece uyarmakla ve yapt›ğ›n›n yanl›ş olduğunu söylemekle yetinmelidirler. Ancak başkana yap›lan uyar›lar olumlu etkisini göstermez de böyle bir beldede oturulamaz bir hâle gelinirse, art›k hicret edilir ve o belde terk edilir. Dirlik ve düzenlik ancak böyle sağlanabilir. Aksi halde huzur kalmaz, anarşi ve kargaşa ç›kar. Topluluğun düzeni bozulur.

Ebû Hanife'nin konuşmas›n› yasaklayan valinin emirlerine Ebû Hanife ya uymal› ya da o kenti terketmeliydi. Ebû Hanife bu konuda birinci ş›kk› tercih etmiş valinin emrine itaat etmiştir. Aksi halde kenti terketmesi gerekirdi.

Ancak burada Ebû Hanife'nin, yöneticilerin bütün isteklerini yerine getirmediği hat›rlanmal›d›r. O kendi içtihad›na göre sadece meşru olan talepleri yerine getirmiştir. Kendi içtihad›na uygun olmayanlar› reddetmiş ve bu yüzden yöneticiler taraf›ndan hapsedildiği zindanda ölmüştür. Dolay›s›yla kendi içtihad›nda ›srarl› ve sabit olan böylesine büyük bir imam›n iktidar sahiplerine körü körüne boyun eğmediği bilinmektedir. O hayat›n›n sonuna kadar ve hayat› pahas›na uyar› görevini yerine getirmiş ve ilmî doğrulardan kesinlikle taviz vermemiştir.

Bu konuda eksik kalan ve tarihte uygulanmam›ş olan k›s›m, devlet başkanlar›n›n veya valilerin sadece kendi bucaklar›n›n kad›s› olduklar›, o s›n›rlar d›ş›nda herhangi bir yasak koyamayacaklar› hususudur. Kad›lar›n bu yetkileri sonsuz değildir. Göç yeterli seviyeye ulaşt› m› o kad›n›n kad›l›ğ› biter ve bucağ›n› terke zorlanabilir. Böylece kad› adaletle davranmak zorunda kal›r.

Şûra üyelerinin bucağ› terketmeleri o başkan›n başkanl›ğ›n› sona erdirir. İl bucaklar›n›n başkanlar› ülke mahkemelerinde, diğer bucak başkanlar› illerinin mahkemesinde muhakeme edilip görevlerine son verilebilir.

Devlet başkan›n›n görevine son verilmesi ise, ilim şûras›n›n ittifakla birini başkan seçmesidir. Eski başkan fahri başkan olarak kal›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Din adamlar› devlet adamlar›n› kullanm›şlard›r.

 

"B- DİN ADAMI'n›n İKTİDAR ile İŞBİRLİĞİ: (Muhammed İbn Abu Leyla örneği; 693-765 Miladi).

Din adam› her zaman ve her vesile ile İKTİDAR'› kendisine yard›mc› ve destek olmağa zorlayabilmiş ve bunda başar›l› olmuştur.

İslâm'›n daha ilk kuruluş dönemlerinde bunun böyle olduğunu görmekteyiz. Verilecek pek çok örneklerden biri olmak üzere Muhammed İbn Abu Leyla (74-148 Hicrî) ile Abu Hanife aras›nda geçen olay› belirtmekte yarar vard›r.

Muhammed İbn Abu Leyla, önce Emeviler ve sonra Abbasiler zaman›nda Kufe'de KADI'l›k görevlerinde bulunmuş bir din adam›d›r. Din konusunda kendi baş›na karar verme yetkisine sahip say›lan imamlardan biri olarak tan›n›r. 33 y›l boyunca çeşitli unvanlarla (Kad›, Müftü v.s.) görev yapm›şt›r. Kendi kararlar›na ve görüşlerine  karş› hiç bir tenkide tahammül göstermezdi. Bundan dolay›d›r ki Abu Hanife ile aras› aç›lm›şt›r. Çünkü Abu Hanife onu tenkid ederdi. Muhammed Abu Leyla'n›n, bir gün sokakta giderken kendisine çirkin laf söyleyen bir kad›na falaka cezas› vermesi üzerine Abu Hanife onu tenkid etmiştir. Bu tenkid üzerine Muhammed İbn Abu Leyla durumu derhal Kufe valisine bildirerek: "Abu Hanife ad›nda bir genç benim kararlar›m› tenkid etmekte, verdiğim kararlara ayk›r› görüşler belirtmekte ve benim hata işlediğimi söyleyerek bana hakaret etmektedir. Onu bu davran›ş›ndan vazgeçirin" diye şikayette bulunmuştur. Bunun üzerine Kufa Valisi, Abu Hanife'ye bir daha böyle bir davran›şta bulunmamas›n› ve din kanunlar› konusunda görüş belirtmemesini emretmiştir.

Abu Hanife bu emre derhal boyun eğmiş ve din konusunda görüşlerini aç›klamaktan vazgeçmiştir. Bu konular için bk. Ibn Khallikan, Biographical Dictionnary, (Slane'in İngilizce çevirisi, Paris 1843, Vol. II, sh. 585)."(s. 149)

 

 

İSLÂM DÜZENİNDE İLİM ADAMLARI GÖREV ALIR

İSLÂM DÜZENİNDE İŞBÖLÜMÜ VE DENGE VARDIR

 

İslâmiyet'e göre;

İslâm düzeninde ,

Din adamlar› devlet işinde görev almam›şt›r;

İlim adamlar› görev alm›şt›r.

Ne var ki, ilim adamlar› da hiç bir zaman hükümdar›n üstüne ç›kmam›şlard›r. İslâmiyet'te, Bat› dünyas›nda olduğu gibi bir afaroz veya vaftiz müessesesi yoktur. İlim de diğer siyasî, iktisadî ve dinî kuruluşlar›n görev-lerine müdahale etmez.

Kad›n›n verdiği hükmü eleştirme ise ne ilmî ne de dinî bir meseledir; siyasî bir meseledir. İslâmiyet'te kazaî kararlar, başka hükümler için kaynak değildir. Bu nedenle başkanl›ğ› veya kad›l›ğ› devam eden kimsenin kararlar›n› eleştirmek yarg› bağ›ms›zl›ğ›n› zedeler. Ancak görüşler her zaman eleştirilebilir.

İslâmiyet'te/ İslâm düzeninde, işbölümü ve denge vard›r.

Herkesin yetki ve sorumluluklar› bellidir.

Kimse bir başkas›n›n yetki alan›na kar›şamaz ve müdahale edemez.

Sadece görüş beyan etme ve uyar›da bulunma yetkisi vard›r.

Başkan hakemdir. Başkan›n verdiği kararlara ya uyulur veya o başkan›n bulunduğu topluluk terkedilir. Kural budur. Başka türlü çözüm yoktur.

Aksi halde topluluk ve devlet olmaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te lâikliği savunmak dinsizliktir.

 

"C- "Uhrevi" ve "Dünyevi" İktidarlar›n birbirinden ayr›lmas›n› düşünmek dahi dinsizlik demektir.

Şeriat devleti uygulamas›nda "Uhrevî" ve "Dünyevî" iktidarlar›n birbirlerinden ayr›lmas›n› düşünmek bile dinsizlikle suçland›r›lmay› gerektirir. Nitekim İslâm'›n "Siyasal İktidar" unsuruna dayanmad›ğ›n› ve t›pk› H›ristiyanl›kta olduğu gibi dünyevi iktidar alan› d›ş›ndaki uhrevi ve manevî yaşamlar› düzenlediğini ve bu nedenle Hilafet kuruluşunun devletin oluşumunda bir unsur say›lamayacağ›n› söylemek cesaretini gösteren yazarlar bu suçlamaya muhatap olmuşlard›r. Atatürk'ün Saltanat'› Hilafet'ten ay›rarak 1922 y›l›nda kald›rmas› ve 1924 y›l›nda da Hilafete son vermesi olay› üzerine bir M›s›rl› yazar, Ali Abdürraz›k, bu davran›ş› ve bu kararlar› savunmak amac› ile 1925 y›l›nda bir kitap yay›nlam›şt›r... Bk. Ali Abdurraziq, L'İslam et les Bases du pouvoir, "Revue des Etudes Islamiques", (Paris 1933, Cahier III, sh. 353-390)"(s. 149,150). Ayr›ca bk. Ali Abdurraz›q, Al-İslam Wa Usul al-Hukm, (Cairo 1925); Ayr›ca bk. M. Khadduri, PoliticalTrends in the Arab World, (The J. Hopkins Univ. Press 1970, sh. 218)."(s. 149,150)

 

 

ALLAH İNSANI YARATTI VE KENDİSİNE HALİFE YAPTI

İSLÂMİYET'E GÖRE,

DİN İLE DÜNYA ASLA AYRI DEĞİLDİR.

 

"Allah insanlar› yaratt› ve dünyevi işlerinizi siz istediğiniz gibi görün, ben sonra sizinle ahirette görüşürüm!" gibi inan›şlar son derece sakat ve yanl›şt›r. Ayn› zamanda elbette küfürdür.

Biz burada bu vesileyle doğru olan ve küfür olmayan inanc› aç›klayal›m:

Allah insan› yaratt› ve yeryüzünde kendisine halife yapt›.

Allah, insanlara dinler ve peygamberler arac›l›ğ›yla, ak›llar›n› kullan›p dünya düzenlerini nas›l kuracaklar›n› da öğretti.

Dünyada yapt›klar›n›n hesab›n› ahirette soracağ›n› yani hesaba çekileceklerini ama o hayat öncesinde dünyada serbest b›rak›ld›klar›n› bildirdi.

Birlikte yaşamak için konmuş olan mevzuata uyulmas› gerektiğini, uyulmamas› halinde cezaland›rman›n olacağ›n› da hükme bağlad›.

Hilafetin kald›r›lmas› konusu ise, Doğu - Bat› dünyalar› aras›ndaki bir savaşt›r. İki medeniyetin çat›şmas›d›r. Hakka dayal› dünya görüşü ile kuvvete dayal› dünya görüşünün birbirlerine üstün gelme mücadelesidir. İslâmî yani dinî olmaktan çok siyasî bir olayd›r. Mustafa Kemal, Kanuni devrinde yaşasayd› hilafeti kald›rmaz, kendisi halife olurdu. Nitekim kendisi de bu konuyu Büyük Nutuk'da aç›klamaktad›r.

İslâmiyet'e göre;

Din ile dünya asla ayr› değildir.

Sadece devletle ilgili hükümlerde dünyevî müeyyideler vard›r.

Diğer hususlardaki müeyyideler uhrevîdir.

Yoksa Allah'tan başka Tanr› yoktur.

Her şey O'nun eseridir.

Arsel'in bir sivrisinek kanad›nda bile pay› yoktur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te H›ristiyanl›k'ta olan

tabiî hukuk kavram› yoktur.

 

"D- "LAİK'lik niteliğinde bir davran›ş içine girilebilse idi dünyevi iktidar karş›s›nda uhrevi iktidar belki yer al›r ve, h›ristiyan ülkelerde olduğu şekilde KİŞİ hürriyetleri yarar›na bir rekabet doğard›" görüşü.

... İslâm, Bat›'da uygulanan h›ristiyanl›ktan çok farkl› olarak "TABİİ HUKUK" kavram›na yer ve değer vermeyen ve aksine KİŞİ'yi Tanr› karş›s›nda KUL gören ve bu bak›mdan KİŞİ için, doğuştan edinilme hak ve hürriyetler ya da Orta Çağ düşünürlerinin savunduklar› gibi dinin üstünde tabiî hukuk kurallar› diye bir şey tan›mayan bir düzendir..."(s. 150)

 

MÜSLÜMANLAR TABİÎ HUKUKU KABUL EDİYOR

AKIL YOLUYLA BİLİNEN HAKLAR VARDIR

 

İslâmiyet'te üç mezhep vard›r:

1) Eş'arî, Allah neye iyi demişse o iyidir, neye kötü demişse o kötüdür, diyor.

2) Mu'tezile ise, Allah'›n da bağl› bulunduğu Allah'›n üstünde ak›lla bilinen haklar vard›r, diyor.

3) Maturidi ise, Allah'›n üstünde akl›n bileceği haklar yoktur, ancak peygamberlere gelen vahyin d›ş›nda akl›n bilebildiği tabiî haklar vard›r, diyor.

Demek ki Eş'arîler d›ş›nda, hem Sünnî hem de Mu'tezile mezhepleri tabiî hukuku kabul ediyorlar ve ak›l ile bilineceğini de söylüyorlar.

Oysa H›ristiyanl›kta akl›n yeri yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Vahye gerek görmeksizin

İnsanlar›n ak›llar› ile bilebilecekleri haklar vard›r.

Bat›l›lar bunlara tabiî haklar diyorlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâm din adamlar› lâikliği benimsemediler.

 

"E- DİN ADAMI'n›n olumsuz tutumu.

Eğer istemiş olsa idi Din adam› her konuda ve alanda olduğu gibi, LAYİK devlet zihniyetinin yerleşmesinde de etkili olabilir ve t›pk› Bat›'da örneğin Luther'in yapt›ğ› gibi din ve devlet ayr›l›ğ› sisteminin yerleşmesine çal›şabilirdi; özellikle Atatürk'e, demokrasi gelişmesi çabalar›nda yard›mc› olabilirdi. "Ak›l" yollar›na başvurmas› şüphesiz ki ondan beklenecek bir şey değildi; fakat Şeriat kaynaklar›n› dahi biraz kar›şt›r›p ve zorlay›p LAİK'lik konusunda destekleyici hükümler ç›karabilirdi. Mesela BUHARİ'nin "Kitab al-Fotan" adl› kaynağ›nda "Yöneticilerinize verilmesi gerekeni onlara veriniz, ve size verilmesi gerekenleri de Tanr›'dan isteyiniz" şeklinde Bir Hadis vard›r. İslâm hukuku eleştiricilerinden ünlü Goldziher,... kitab›nda bu Hadis üzerinde durur ve bu hükme dayan›larak LAİK'lik prensibinin savunulabileceğini... söyler... Bk. Goldziher, Muhammedanish Studien, (Hallen 1889-1890, II, sh. 384, 286).

Fakat ne var ki bizim din adam›m›z veya ayd›n›m›z İslâm'da din ve devlet ay›r›m›n› idrak edebilecek yeterlilikte hiç bir zaman olmam›şt›r. Ne o zamanlar ne de şimdi LAİK'lik sistemini o "dinsizlik" olarak göstermekten geri kalmam›şt›r."(s. 151)

 

RESMÎ DİN ADAMI VE RESMÎ İLİM ADAMI YOKTUR

İSLÂMİYET LÂİKTİR VE ADİL BİR DÜZENE SAHİPTİR

 

İslâm düzeninde;

Resmî din adam› yoktur; resmî ilim adam› da yoktur.

Halk istediği kimseyi kendisine dinî mürşid yapar; istediği alimin fetvas› veya içtihad› ile amel eder.

Din devlete kar›şmaz, devlet de dine kar›şmaz. Sadece ç›kar paralelliği, uyum ve denge içinde olurlar.

Devlet başkanl›ğ› dinî bir atiye değildir. Bundan dolay› başkan halka zulüm yapamaz. Nitekim tarihte de hep adil hükümdarlar hükümran olmuş ve adalet sebebiyle halk isyanlar› da olmam›şt›r.

İslâm tarihindeki iç savaşlar, iktidara talip olan soylar aras›ndaki savaşlard›r. Meselâ, Haşimîler ile Emevîler aras›ndaki mücadele ve savaşt›r. İslâmiyet bu tür mücadeleleri 14 as›r önce ortadan kald›rm›ş; insanl›k ise ancak 20. yüzy›lda bu anlay›ş› terketmeye muvaffak olabilmiştir.

İslâmiyet zaten lâiktir.

Din hürriyetini tan›r.

Dinde zorlama yoktur.

Bunu gerçekleştirmeye çal›ş›r.

Adil bir dünya düzenine sahiptir.

Aksi halde Endülüs ve Anadolu'da Müslümanlarla H›ristiyanlar bin y›l birlikte yaşayabilirler miydi? Bu hürriyet ortam› ve adalet anlay›ş› olmasayd›, beş as›r önce Yahudiler İspanya'dan İstanbul'a göç ederler miydi?

Anadolu'dan Rum ve Ermenilerin tehciri Lâik Türkiye Cumhuriyeti döneminde olmuştur. Karş›l›kl› katliamlar Meşrutiyet dönemlerinde olmuştur.

İslâmiyet'in ve İslâm düzeninin hükümran olduğu dönem ve diyarlarda gerçek lâiklik ve din hürriyeti vard›r.

İslâm tarihi bunun şahididir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Dinî lider siyasî liderden ayr› değildir.

 

"F- XX ci yüzy›lda hilafet'in saltanat'tan ayr›lamayacağ›na dair El-EZher'in görüşü:

İslâm'da din ve devlet ayr›l›ğ› olamayacağ›na, yani layiklik prensibinin uygulanamayacağ›na en son delillerden biri de T.B.M. Meclisi'nin 1922 y›l›nda hilafeti saltanattan ay›rarak saltanat› kald›rmas› ve halifeliğe Abdülmecid'i getirmesi ve getirirken de hilafet makam›na dünya ve devlet işleriyle uğraşma yasağ›n› koymas› ve halifeyi sadece "ruhani" başkan olarak kabul etmesi olay› ve bun karş› beliren tepkilerdir.(S. 151)

Bu karar üzerine 28 Mart 1924 tarihinde El-Ezher Camii şeyhinin başkanl›ğ›nda toplanan bir heyet taraf›ndan yay›nlanan kararda hilafetin saltanattan ayr›lamayacağ› ve sadece ruhani yetkilerle donat›lm›ş bulunan Abdülmecid'in halifeliğinin Şeriat'a uygun olmad›ğ› bu bak›mdan müslümanlar›n böyle bir halifeye "biatlar›"n›n din'e ayk›r› bulunduğu ilan edilmiştir..."(s. 152)

 

 

HİLAFET VE MEKKE KONUSU YANLIŞ BİLİNİYOR;

İSLÂMİYET'TE DİNÎ LİDER YOKTUR, MÜRŞİD VARDIR

 

İslâmiyet, dinî lider diye bir şey tan›maz.

İsteyen Müslümanlar birleşip dinî cemaatler oluşturup kendi mürşidlerini ortaya ç›karabilirler. Bunlar lider değil, mürşiddirler. Devlet bunlara kar›şmaz, bunlar da devlete kar›şmazlar.

İslâmiyet'te her kavmin bir başkan› vard›r ve

o devlet başkan›n› kendileri seçerler.

Tek İslâm devleti olmad›ğ› için

tek devlet başkan› da yoktur.

Genellikle süper devletlerin başkanlar› kendilerini halife saym›şlard›r. Bunlar›n hiçbir dinî dayanağ› yoktur. Ne Emevîler'e, ne Fat›mîler'e, ne Abbasîler'e, ne de Memlükler'e hilafeti veren olmam›şt›r ki; Osmanl›lar onlardan als›nlar.

Hilafet, İslâmî aç›dan tarihi seyirde hemen hemen hiçbir etkisi bulunmayan bir müessesedir. Genellikle sembolik bir değeri vard›r. Kald›r›lmas› sayesinde tarihte İslâmiyet'ten yap›lan bir sapman›n şimdi düzeltilebilme imkân› doğmuştur.

İslâmiyet'e göre;

Mekke bağ›ms›z bir kenttir.

Herkese aç›k, bu arada gayr-i müslimlere de aç›k bir kenttir.

Mekke Emiri, Hac mevsiminde orada toplananlar taraf›ndan seçilebilir. Böylece bütün dünya Müslümanlar›n›n bir 'Genel Sekreteri' konumunda olur.

Bugün Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin icra ettiği fonksiyonu icra eder. Maddî gücü yoktur. Sekreterya hizmetini görür.

Bat›l›lar sanm›şlard›r ki, hilafeti kald›r›rsak İslâmiyet ve Müslümanlar dağ›l›p çöker. Tam tersi olmuş, bundan sonra bütün İslâm ülkeleri bağ›ms›zl›klar›n› kazanmaya başlam›şlar ve halk aras›nda İslâmiyet daha çok yay›lmaya başlam›ş, dolay›s›yla dünyada Müslüman-lar›n say›s› da artm›şt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet devletsiz yaşayamazsa devletle de yaşayamaz.

 

"IV- Din'in KORUYUCUSU olarak DEVLET ve DEVLET'in TEMELİ olarak DİN. (Devlet'in korumas› olmadan İslâm'›n yaşayamayacağ›)

(s. 152)

Eskiden olduğu gibi bugün de İslam yazar ve düşünürlerinin savunduklar› görüş odur ki Devlet'in desteği ve yard›m› ve korumas› olmadan İslam yaşayamaz, devam edemez, çöker gider... Şayet devletin Şeriat gibi bir dayanağ› ve temeli olmayacak olursa hükümet harabeye döner, çöker ve yok olur, ve şayet Şeriat'›n (İslâm'›n) devlet gibi bir koruyan›, bekçisi olmayacak olursa o da kaybolur gider...

İşte bu temel görüş yüzy›llar içerisinde bu şekilde anlaş›la gelmiş ve benimsenmiştir. Din ve devleti birbirlerinin vazgeçilmez gereği gibi görmüşler ve bütün yazar ve düşünürler de bu tezi böylece işleyegelmişlerdir...

Öte yandan din ve devlet birbirlerine böylesine bağl› ve muhtaç iseler bu takdirde ne demokratik bir gelişmeye yönelmek ve ne de kişilerin ve toplumun olumlu yönde ilerlemesi ve gelişmesi düşünülebilir. Çünkü devlet dini uygulamaktan başka bir şey yapamayacağ›ndan, din'in değişmez ve çoğu zaman çağ d›ş› kurallar› ve düzeni yüzünden ak›l ve deney yolunun gösterdiği mutlu sonuçlara gidilemeyecektir."(s. 153)

 

İSLÂMİYET DEVLETLERE DEĞİL,

DEVLETLER İSLÂMİYET'E MUHTAÇ.

 

Marx'a göre, dinler halk› uyutmak ve sömürmek için yöneticilerin icat etmiş olduklar› bir afyondur. Bu afyon sayesinde insanlar uyutulmakta, uyuşturulmakta, aldat›lmakta, mukavemet edemez bir hâle getirilmekte ve bundan sonra kolayl›kla istenilen şekilde sömürülmektedirler.

İnsanlar›n dindar olanlar›n› tedavi etmek mümkün değildir. Hattâ imkâns›zd›r. Bundan dolay› özellikle din adamlar›n› tamamen yok etmek gerekir. Ancak o zaman dindar insanlar da ya yok edilir veya tamamen pasifize edilir. Değişik metod ve yollarla halk dinden ve dindar insanlardan uzak tutulursa, bir nesil sonra din tamamen unutulur gider. Marx'›n din ve dindarlarla ilgili düşüncelerinin özeti böyledir.

Marksizmin uygulanmaya çal›ş›ld›ğ› eski sosyalist, komünist ve demirperde ülkelerindeki neticeleri de çok iyi bilinmektedir. 20. yüzy›l, bu aç›dan bak›ld›ğ›nda bütün çeşitleri ile din karş›t› denemelerin ve uygulamalar›n yap›ld›ğ› yüzy›l olmuştur. Uygulama aç›s›ndan vahşet derecesine varan› Marksizm veya komünizm olmuştur.

Bu deneme ve ac›mas›z uygulamalar insanl›ğa çok pahal›ya malolmuştur. İnsanl›k henüz bunlar›n tesirinden kurtulamam›şt›r. Bu konuda daha zamana ihtiyac› vard›r.

Türkiye'de, diğer birçok ülke gibi bu ak›m ve uygulamalardan nasibini ald›. Medrese, tekke ve zaviyeler kapat›ld›. Dünyada eşine ender rastlanan ve adeta ilmî intihar denilebilecek bir uygulama ile bir anda alfabe değiştirildi. Yeni hafta tatili günleri getirildi. Ezan türkçeleştirildi. Velhas›l, olabildiğince din bütün fonksiyonlar› ile devre d›ş› b›rak›lmaya çal›ş›ld›. Karş› duranlar veya fazla direnenlerin yarg›lanmas›ndan çekinilmedi.

Bin y›ld›r İslâmiyet'in bayraktar› olan bir millete olanlar oldu ve bütün bu olanlardan sonra da güya din tamamen devre d›ş› b›rak›lacak ve unutulacakt›. Aradan y›llar geçti. Millet yeniden uyanmaya başlad›. Yeni hamlelere girişti ve günümüze kadar gelindi.

Şimdi b›rak›n›z Türkiye'de, Türk işçilerin göç ettiği Almanya ve değişik Avrupa ülkelerinde bile gürül gürül ezanlar okunuyor ve Kur'ân dersleri veriliyor. Osmanl›lar zaman›nda girilemeyen ülkelere Lâik Türkiye Cumhuriyeti döneminde gidildi, girildi ve günümüze kadar gelen gelişmeler oldu. Bütün dünya yeniden dine dönmeye başlad›.

Bu gidişle 21. yüzy›l din veya dinler asr› olacak gibi bir görüntü veriyor. Bizim görüş ve kanaatimiz de odur. İnsanl›k yeniden aslî ve öz kaynaklar›na dönecektir. Tek cümleyle, 21. yüzy›l akl›n ve naklin yeniden dengeli bir şekilde buluşacağ› ve dünya düzeninin de buna göre tanzim edileceği bir yüzy›l olacakt›r.

İslâmiyet devletlere değil,

devletler İslâmiyet'e muhtaçt›r.

Tarihte hiçbir devlet yokken, insanl›k daha devlet merhalesine gelmemişken 'din' vard› ve insanl›ğa dünyevî saadeti getiriyordu. Dünya  ve dünya hayat› ile ilgili bütün beklentilerine cevap veriyordu.

İslâmiyet'e göre devletin görevi;

Din ve vicdan hürriyetini sağlamak ve

dinî bask›lar› ortadan kald›rmakt›r.

Ana hedefi bu dengeli ve olumlu ortam› haz›rlamakt›r.

İslâmiyet, düzen olarak,

asla tek bir dinin vecibeleriyle ilgilenmez.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te devlet, İslâmiyet'i yaymakla yükümlüdür.

 

"İslâm'da devletin dini yaymakla ve dine göre adalet dağ›tmakla görevli olduğu. Din kurallar› ve kanunlar› d›ş›ndaki kanunlar›n hükümsüz ve değersiz olduğu.

Şeriatc› çevreler, bütün İslâm ülkelerinde, devlet kuruluşunun İslâm dinini yaymakla ve İslâm'›n öngördüğü esaslar› ve amaçlar› gerçekleştirmekle görevli olduğu fikrinde birlik halindedirler.(s. 153)

Ayn› şekilde devletin İslâmî kanunlar› (Şeriat kanunlar›n›) uygulamakla ve Tanr›'n›n emri ve kurallar›na göre adaleti dağ›tmakla yükümlü bulunduğunu Kur'an ve Peygamber emirleri d›ş›ndaki davran›şlar›n kafirlik ve zulum olduğunu ve asl›nda Tanr›'ya sayg›s›zl›k ve itaatsizlik say›lacağ›n› söylerler..."(s. 153,154)

 

İSLÂMİYET

BÜTÜN DİNLERE FAALİYET İMKÂNI SAĞLAR;

İSLÂMİYET'TE

'DİN HÜRRİYETİ' VE 'HİCRET HÜRRİYETİ' VARDIR

 

İslâmiyet, bütün dinlere serbest faaliyet imkân›n› sağlar.

Bu konuda dinler aras›nda bir ay›r›m gözetmez.

Allah ile insanlar aras›ndaki engelleri ortadan kald›r›r.

Bu arada İslâm dinini kabul edenler de elbette bundan yararlanarak bu dini yayarlar. Ancak devletin bizzat kendisi kesinlikle herhangi bir dini yaymakla uğraşmaz; uğraşamaz. Devletin böyle bir yetkisi yoktur. Aksi halde dinde zorlama olur. Hem de dengeleri alt üst eden devlet destekli bir dinde zorlama faaliyeti gerçekleşir ki, genellikle dünyadaki birçok çat›şmalar›n ana kaynağ› da bu olmaktad›r. Her topluluk kendi din, inanç ve düzenini başkalar›na dayatmaya kalk›şmakta ve çat›şmalar da bundan dolay› ç›kmaktad›r.

Burada önemli bir görüş ve kanaatimizi de bu vesileyle aç›klam›ş olal›m: Bir devlet eğer 'din ve fikir hürriyetini sağl›yorsa', o devletle din için savaşmak caiz değildir.

İslâmiyet'e göre;

Bir devlet ülkesinden ç›k›ş› serbest b›rak›yorsa, o devletle savaş›lmaz. Çünkü o ülkede 'hicret hürriyeti' var demektir.

Ama bir ülke halk›n›n d›şar›ya ç›kmas›na için vermiyorsa, o ülkedeki insanlar›n hürriyete kavuşturulmas› için savaş›labilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet kendisini üstün din kabul eder.

 

"V- LAYİK NİTELİĞE GİRMİŞ DEVLETİ DAHİ HOŞGÖRÜ'DEN YOKSUN DEVLET YAPAN VE YURTAŞLARI DİN KISTASINA GÖRE DEĞERLENDİREN ŞERİAT ZİHNİYETİ.

... Ama ne var ki bizim din adamlar›m›z, sanki halâ orta çağlar bitmemiş ve milletler birbirlerine din düşman› gözü ile bak›yorlarm›ş gibi, XX ci yüzy›l›n nerede ise bitmekte olan bir döneminde, yani bugün, halka-  ..."Allah kat›nda gerçek din İslâm'd›r" şeklindeki hükmü hat›rlatt›ktan sonra "İslâm'dan başka dinlere rağbet edenler tam bir SAPIKLIK ve ZİYAN içindedirler" diye hayk›rmaktad›rlar...(s. 154)

Ancak unutmamak gerekir ki böylesine bir suçlama milletler aras› ahlâka, ve kurallara ve Türkiyenin imza koyduğu vesikalara ayk›r›d›r.

Ve bu ayn› din adam› bize İslâm dini'nin hoşgörü dini olduğunu söyleyecek ve bununla ilgili kurallar gösterecek ve birbirini tutmaz bu beyanlar karş›s›nda bizden kendisine sayg› ve güven beslememizi bekleyecektir."(s. 155)

 

İSLÂMİYET, İNSANLIĞIN DİNİ VE DÜNYA DÜZENİDİR;

DİNİ TEBLİĞ ETMEK, EN KUTSAL HAK VE GÖREVDİR.

 

Kur'ân Allah'›n kitab›d›r. Her Müslüman Allah'›n bu son ve tek tahrif edilmemiş olan kitab›n› bütün insanl›ğa ulaşt›rmakla görevlidir. Müslüman›n en önemli yükümlülüklerinden biri de budur.

Hak dinde olanlar, İslâmiyet'e göre ayn›d›r. Biz Müslüman-lar, peygamberler aras›nda bir fark gözetmeyiz. Bütün kitaplara iman ettiğimiz gibi, bütün peygamberlere de iman ederiz. İslâmiyet, baz›lar›n›n iddia ettiği gibi kesinlikle Muhammedîlik değildir.

İslâmiyet, Hz. Adem'den zaman›m›za kadar oluşagelmiş olan ilâhî bir müessesedir; bütün insanl›ğ›n dini ve dünya düzenidir.

Dinde zorlama yoktur. Ama dini tebliğ etmek, insanl›ğ›n en tabiî, en kutsal, en önemli hakk› ve görevidir. Siz elbette kendi görüşlerinizi üstün göreceksiniz. Aksi halde adi veya s›radan bir insan konumuna düşersiniz. İnanmad›ğ›n›z ve yaşamad›ğ›n›z şeyleri savunursunuz.

Bir kimsenin kendi görüşünün üstün olduğunu düşünmek, kendini üstün görmek değildir. Görüş başka, o görüşü benimseyen başkad›r. Herkes ayn› görüşü benimseyebilir. Bizler sizin görüşlerinizi asla benimsemiyoruz; ama size sayg›m›z vard›r. Sizler de bizim görüşlerimizi benimsemeseniz dahi, bizlere sayg›l› olacaks›n›z. Denge ve uzlaşma içinde birlikte yaşama ancak böyle mümkün olabilir. Yoksa yanl›şlar doğrular kadar makbul ve mukaddes değildir.

Zulümle adalet, kötüyle iyi, çirkinle güzel bir değildir. Yanl›ş yanl›şt›r, kötü kötüdür, bât›l bât›ld›r. Onlara karş› mücadele etmek, gerektiğinde olanca gücü ile savaşmak, her insan›n varl›k sebebidir ve en önemli hattâ biricik önemli görevidir. Bizler, kötülerle yani kötü insanlarla savaşmay›z ama kötülüklerin her çeşidiyle savaşmaktan da bir an bile geri durmay›z.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te lâikliğe yer yoktur.

 

"VI- Şeriat Devleti'nin "Layik'lik" esas›na dayat›labileceği görüşü.

Bütün bu yukarda belirttiklerimizden de anlaş›lacağ› üzere Şeriat din ve dünya işlerini birbirinden ay›rmaz ve layikliğe yer vermez. Bunun böyle olduğunu Şeriat hukukçular› da büyük bir çoğunlukla savunmuşlard›r; üstelik layikliği İslâm'a dahi yak›şt›rmam›şlar ve dinsizlik diye kabul etmişlerdir...

"Layiklik" prensibine özenen baz› Şeriatc› çevreler İslâm'da din ve devlet işlerinin ayr› tutulmas› gereğini Müslim'den al›nma bir Hadis'e dayat›rlar. Bu Hadis'e göre Arap Peygamberi Medine'de bir gün halk›n hurma ağaçlar›n› aş›lad›klar›n› görerek ne yapt›klar›n› sorar. Ald›ğ› cevap üzerine- "Bundan vazgeçmek belki sizin için daha hay›rl› olacakt›r" der. Bunun üzerine Medineliler aş›lamay› durdururlar. Fakat zaman› gelince hurma ağaçlar›n›n az ürün verdiğini görünce durumu Muhammed'e anlat›rlar. Bunun üzerine Muhammed "Ben sadece bir insan›m. Sizlerden din ile ilgili bir şey yapman›z› istediğim zaman dediklerimi yap›n. Fakat (bunun d›ş›nda) kendi görüşümü belirttiğim zaman, ben de sadece bir insan›m" diye cevap verir.

Bu Hadis'ten din ve dünya işlerinin ayr› olmas› gerektiği ve Muhammed'in dünya işleri için söylediği sözlerin din işleriyle ilgili sözlerine nazaran zorunluluk arzetmeyeceği sonucunu ç›karmak bir çok bak›mdan mümkün görünmemektedir..."(s. 155,156)

 

BİR İNSAN OLARAK Hz. PEYGAMBER

DİN İLE DEVLET ARASI DENGELİ UYUM

 

Elçi Muhammed (s), Kur'ân'›n öğretilerine dayanarak hayatta olduğu sürece ve her vesileyle, her türlü hurafe ve ak›l d›ş› davran›şlara karş› cephe alm›ş, mezarlar›n ziyaret edilmesine var›ncaya kadar her türlü manas›z hareketleri yasaklam›şt›. Binlerce hadis ve rivayet bunu ispat eden örneklerle doludur.

Elbette Hz. Peygamber de diğer insanlar gibi bir insand›. Allah'›n kendisine bildirdiklerinden ve öğrettiklerinden başkas›n› bilmeyen bir ümmî insan idi. Dolay›s›yla her normal ve ziraatçi olmayan insan›n bilemeyebileceği gibi, hurma ağaçlar›n›n tozlaşma suretiyle döllendiğini bilmiyordu. Ağaçlar›n aş›lanmas› fikri ona ilmî gelmedi. Bu işi de hurafelerden bir hurafe sayd› ve Medinelilere hurmalar›n› aş›lamamalar›n› söyledi. Oysa o devirde Hz. Peygamber şu âyetleri Mekke döneminden yani Medine'ye hicretinden önce bile okuyordu:

"Döllendirici rüzgârlar› biz gönderiyoruz."(Hicr[15]; 22)

"O Allah ne yücedir ki, toprağ›n yerden bitirdiği her şeyi, kendilerinden olanlar› ve bilmedikleri daha nice şeyleri çiftler olarak yaratm›şt›r."(Yâsîn[36]; 36)

Ancak 19. yüzy›lda bilinebilen veya keşfedilebilen bu gerçeği, Hz. Peygamber hadiste anlat›lan olaylardan sonra bile anlayamam›şt›. İşte bu da Kur'ân-› Kerîm'in nice mucizelerinden bir mucizedir ve Hz. Peygamber'in bunlar› kendi akl›yla getirmediğinin delilidir. Kur'ân'da buna benzer pozitif ilimleri doğrulayan daha nice mucizeler vard›r.

Sonuç olarak diyebiliriz ki İslâmiyet;

Kişilere tam ve kâmil anlamda din hürriyeti sağlam›ş, insanlar›n dinî cemaatler olarak teşkilâtlanmalar›na sadece izin vermekle kalmam›ş, ayr›ca bu konuda imkânlar da temin etmiştir.

İslâmiyet'in temel varl›k sebeplerinden ve en önemlilerinden biri de budur. Allah ile kullar› aras›ndaki engelleri ortadan kald›rmak ve insanlara kâmil anlamda bir din hürriyeti sağlamak. Din ile devlet aras›nda dengeli bir uyumu gerçekleştirmek.

Devlet kişileri yetiştirmekle uğraşmaz, bu görevi din yerine getirir. Devlet, dinlerin yetiştirmiş olduğu haz›r elemanlar› al›r, topluluk içinde görev vererek düzeni oluşturur ve yaşat›r. En ideal ve istikrarl› şekilde devam ettirir. Dinde kesinlikle zorlama yoktur. Düzende ise, düzene uymayanlara karş› müeyyideler vard›r.

Art›k anlatt›ğ›m›z şekliyle hak ve doğru bütün aç›kl›ğ› ile ortaya ç›kt›ktan sonra, siz buna yani bu sisteme ister 'lâiklik' deyin ister demeyin veya başka bir şey deyin, bu önemli değildir; ama İslâmiyet işte budur. Bize göre ideal olan çözüm de budur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ KONU

 

 

 

ŞERİAT DEVLETİNİN

'KİLİSELİ' VE 'RUHANİLİ' OLMAYIŞI

 

 

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te kilisenin olmay›ş› bir eksikliktir.

 

"ŞERİAT DEVLETİ'NİN "KİLİSELİ" VE "RUHANİLİ" GELENEKTE BİR DEVLET OLMAYIŞININ SONUÇLARI

Şeriat devleti'nin "Kiliseli" ve "Ruhanili" bir geleneğe sahip olmad›ğ› ve bu nedenle onu TEOKRATİK nitelikte saymak gerekmeyeceği ve bu gelenekten uzak kalm›ş olmas›n›n üstünlükleri bulunduğu ileri sürülür. İslâm'›n teokrasi'ye yer vermediğini ve teokratik sistemlere yabanc› olduğunu söyleyen Müslüman yazarlar için TEOKRASİ.., örgütlenmiş bir ruhban s›n›f› ve kilise kuruluşu demek olduğu şeklinde kendini gösterir. Ruhban s›n›f›n›n İktidar'a ve devlet yönetimine sahip olarak hükümet etmesi suretiyle teokrasi oluşur diye kabul edilir. Müslüman yazarlar teokrasiyi böyle tan›mlarlar. Bu konuda bk. "Sources of İndian Tradition", Edition William Theodore de Bary, Vol. II, sh. 292-93 ve 318-19)... Öte yandan ruhban s›n›f›n›n ve kilise kuruluşunun varl›ğ›n›n, bütün olumsuz ve kötü yönlerine rağmen, Bat› ülkelerinde Anayasalc› ve demokratik gelişmelerde olumlu katk›lar yaratt›ğ›n› da inkar etmek mümkün değildir."(s. 157)

 

HUKUK VE AHLÂKÎ HÜKÜMLER BİRBİRİNDEN AYRIDIR

İSLÂM DEVLETİNDE RESMÎ DİN VEYA MEZHEP YOKTUR

 

İslâmiyet, hukuk ile ahlâkî hükümleri birbirinden ay›rm›şt›r. Ahlâk›n müeyyidesi uhrevî olduğu halde, hukukun müeyyidesi dünyevî olmuştur. Devlet, ahlâkî konular demek olan dinî konulara kar›şmamakta, her cemaati bu konuda tek baş›na ve hür b›rakm›ş bulunmaktad›r.

Osmanl› dönemlerinde, bu hürriyet ortam›ndan yararlanmak suretiyle pek çok tarikatlar ve tekkeler oluşmuştur. Bu durum, teşbihte hata olmazsa 'kilise yoktur' demek değil; 'bir kilise yoktur' şeklinde aç›klanabilir. Dinî bask› yoktur. Halk istediği kiliseyi yani dinî kuruluşu seçmekte serbesttir. Osmanl› dönemindeki tekkeler, dinî kuruluş anlam›nda ele al›rsak, kilisenin fonksiyonunu icra eden bir kuruluş değil de nedir?

İslâmiyet'e göre;

Topluluk içinde uygulanacak olan mevzuat› ilim adamlar› haz›rlarlar. Başkan› onlar seçerler.

Bağ›ms›z yarg›n›n ve hakemlerin verdiği kararlar› siyasî kuruluşlar ve ordu uygular.

Devletin bütçesini meslekî kuruluşlar ve iş adamlar› sağlarlar.

Din adamlar› ve dinî kuruluşlar ise, devlete ahlâkl› vatandaş yetiştirirler ve doğrudan doğruya bir devlet hizmetinde bulunmazlar. Hele bir dinin asla özel bir imtiyaz› ve bu anlamda bir üstünlüğü yoktur.

İslâm devletinde resmî din veya mezhep yoktur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Teokrasi Tanr›'ya inanmakt›r ve

İslâm Devleti veya Osmanl› Devleti teokratiktir.

 

"Birazdan da göreceğiz ki TEOKRASİ demek sadece "Ruhanili" ve "Kiliseli" bir gelenek demek değildir. Teokrasi demek İktidar›n kaynağ›n›n Tanr› olduğunun kabul edilmesi ve bu iktidar›n Tanr› emirlerine ve ilahî hükümlere uygun olarak kullan›lmas› ve toplumun ve kişilerin yaşamlar›n›n, hemen her yönü ile bu emirlere ve hükümlere göre ayarlanmas›d›r..."(s. 157)

I- İslâm Devleti'nin TEOKRASİ'ye yer vermediği ve bu nedenle Os-manl› Devleti'ni TEOKRATİK DEVLET olarak tan›mlamamak gerek-tiği iddialar›.

Teokrasi rejimi'nin müslümanl›ğa ayk›r› olduğu ve Şeriat sisteminin teokratik bir devlet düzeni yaratmad›ğ› ve bu nedenle Osmanl› devletine teokrasi denemeyeceği ileri sürülür. Bk. Niyazi Berkes, "Teokrasi", ["Cumhuriyet" Gazetesi, 5 Kas›m 1974](s. 157)

Bu görüşü savunanlar Teokrasi için "Kiliseli" ve "Ruhanili" bir gelenek bulunmak gerektiğini, oysa ki ne İslâm'da, ne Türk geleneğinde ve ne de Osmanl› yaşamlar›nda Kiliseye benzer bir örgüt veya kurul veya "Ruhanilik" diye bir şey bahis konusu olmad›ğ›n› belirtirler...

Bir yazara göre durum Müslümanlar için böyle değildir çünkü Müslümanlar veya Türk böyle bir din kurulunun içinde doğmaz. Cami inananlar› bir araya toplayan bir yerdir. Orada namaz k›l›n›r, Kur'an okunur. Bunlar›n çoğu da isteğe bağl›d›r.

Kan›m›z o'dur ki yazar burada bir yan›lma içindedir. H›ristiyanl›k kilisesini "inanman›n kurallar›n› düzenleyen, yürüten ve denetleyen bir kurul" olarak görüp ruhban s›n›f›n›n varl›ğ›n› da buna ekleyerek teokrasiyi H›ristiyan ülkelere özgü gibi göstermek ve İslâm'da kilise ve ruhban s›n›f› yoktur ve Cami sadece namaz k›lmak ve Kur'an okumak için toplan›lan yerdir diye İslâm devletinin teokratik olmad›ğ›n› ileri sürmek ve sanki İslâm'da "İnanman›n kurallar›n› düzenleyen, yürüten, denetleyen" güç veya kurul yokmuş gibi iddiada bulunmak çok yanl›şt›r; ilerideki sahifelerde İslâm devletinin kuruluş amac›n›n bu olduğunu göreceğiz...

Yukardaki görüşlere kat›lmak oldukça güçtür."(s. 158)

 

VAHİY VE PEYGAMBERLİK BİTMİŞTİR

ARTIK İÇTİHAD, İLHAM VE BİAT VARDIR

 

İnsanlar›n çoğunluğu Tanr›'ya inan›r ve Tanr›'n›n onlara verdiği nimetleri şükranla hat›rlarlar. Allah insara ak›l verdiği gibi seziler yani ilhamlar da vermiştir. Ak›l hastas› veya kâfir yani inkârc› olmayan herkes bunun böyle olduğunu kabul eder. Bu durum ve inanç asla teokrasi değildir.

Teokrasi, kişinin doğrudan Allah ile irtibatta olduğunu iddia ederek başkalar›n› kendi emrine ve yönetimine almas› demektir. Bunun gerçekleştirilmesi için bir teşkilâta da gerek vard›r. Çünkü teşkilâts›z devlet olmaz. Bir devletin yöneticileri, 'biz Tanr›'dan vahiy al›yoruz' veya 'biz Tanr›y›z ve böyle buyuruyoruz' diyorlarsa, bu yönetim şekli teokrasidir.

İslâmiyet bu yönetim şeklini şiddetle reddeder. Hiçbir İslâm devleti veya Osmanl› Devleti, bu anlamda teokratik olmam›şt›r. İslâm tarihinin hiçbir döneminde böyle iddialarda bulunan bir tek hükümdar bile ç›kmam›şt›r. Ç›kmas› da zaten düşünülemez, çünkü bu iddia ve inançta olan bir kimsenin Müslüman olmas› düşünülemez. Dolay›s›yla bu ve benzeri düşünce ve inan›şlar kesinlikle İslâmiyet'e ve Osmanl›lar'a maledilemez.

Genel olarak bilindiği üzere, hangi dinde olursa olsun o dindeki her mü'min, kendisini ve kâinattaki her şeyi Allah'›n yaratt›ğ›n›, Allah d›ş›nda bir kudretin bulunmad›ğ›n› bilir. Mü'min böyle inan›r. Ak›l hastas› veya inkârc› olmayan herkes de bu gerçeği çok iyi bilir.

Asl›nda Arsel de bunun böyle olduğunu bilir, ama inad›ndan veya nereden sağlad›ğ›n› bilemiyeceğimiz menfaatlerinden dolay› aksini iddia eden bu ve benzeri diğer kitaplar› kaleme alm›şt›r. Nitekim zaman zaman fark›nda olmadan veya bilerek dürüst ve ilmî itiraflarda bulunmaktad›r. Biz Allah'tan kendisine ve benzer düşüncelerde olanlara hidayet diliyoruz.

Burada yazar›n da zaman zaman görüşlerine müracaat ettiği Prof. Dr. Niyazi Berkes'ten, biz de yazar›n kitab›n›n bu sayfalar›ndan, görüşlerin tamam›na kat›lmasak bile baz› aktarmalar yapmak istiyoruz. Bu al›nt›lar da gösterecektir ki, biraz ilim ve insaf sahibi olununca, gerçeğe ve doğrulara yaklaş›labiliyor. İlhan Arsel'in kitab›n›n 158. sayfas›ndaki bir paragrafl›k bu görüşü ve dipnotu aynen aktar›yoruz:

"Yazara göre Müslümanlar için durum farkl›d›r. Müslümanl›kta kilise diye bir kuruluş ve ruhban s›n›f› diye bir s›n›f yoktur. Şeriat ise dinin kiliseleşmesinin değil hukuksal kurullaşmas›n›n bir ürünüdür. Bunlar›n bir k›sm› kişi inanc› olarak yaşar, bir k›sm› toplum geleneği olur, bir k›sm› da... kişiler aras› hukuk ilişkilerini düzenler. Hukuksal ilişkiler çağ koşullar› alt›nda değişince o kurallar› da geçerlikten düştü. Bunlar› zorunlayacak inanç bekçisi ya da kontrolcusu olan ayr› bir s›n›f, 'ruhban s›n›f›' yoktur."

Bu görüşü savunan yazar şöyle diyor:

"Çünkü teokrasiyi bilmek için 'Kiliseli', 'ruhanili' bir gelenek bulunmas› gerekir arkada. Türk geleneğinde ise böyle bir kurul ya da örgüt, böyle bir s›n›f yoktur. Osmanl› geleneğinde de yoktu. İslam geleneğinde de. Biz 'kilise'den ince taşlardan yap›lan çan kulesi olan bir 'bina' anlar›z. Ne var ki kilise yaln›z bir yap› değildir. O H›ristiyanl›ğ›n temeli olan bir kuruldur. Kilisesiz h›ristiyanl›k olmaz. O sadece inananlar›n bir toplant› ya da tapma yeri değildir. Bir inananlar toplam› da değildir. İnanman›n kurallar›n› düzenleyen, yürüten, denetleyen bir kuruldur. Protestanl›k d›ş›ndaki kiliseler -Katolik ve Ortodoks kiliseleri- üyelerinin yaşam›n›n hemen her yan›na el atmak eğilimindedirler. Çünkü her h›ristiyan kilisenin içinde doğar." (Prof. Dr. Niyazi Berkes, "Teokrasi", Cumhuriyet Gazetesi, 5 Kas›m 1974)

İslâmiyet'e göre;

Vahiy bitmiştir ve bundan sonra peygamber de gelmiyecektir. Art›k insanlar için seziler veya ilhamlar vard›r.

Ancak bunlar içtihad bünyesinde yer al›r ve kişi büyük bir araşt›rma gayretinden sonra bu neticelere ulaşabilir.

Durup dururken ve kendiliğinden ilham gelmez. Araşt›rmak ve çal›şmak gerekir. Çal›şmadan ilim elde edilemez.

Yöneticiler yöneticilik yetkisini, kendilerinin yönetmekte olduklar› topluluklar›n biat›ndan alacaklard›r. Başka bir yerden değil.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Teokrasi vahye inanmakt›r.

 

"Teokrasi demek sadece KİLLİSE ve RUHBAN SINIFI demek değildir.

TEOKRASİ'nin bütün unsur ve niteliklerini İslâm devletinde (hem de daha ilk anlardan bugüne gelinceye kadar - Özellikle Osmanl› devletinde) bulmak mümkündür...

Tarih içerisinde TEOKRASİ deyimi Devletin Tanr› emirlerine ve hükümlerine göre yönetilmesi şeklinde anlaş›lm›ş ve uygulanm›şt›r.

TEOKRASİ egemenliğin Tanr› iradesi şeklinde ve ona uygun olarak iş görmesi ve uygulanmas› demektir... İlerde de göreceğimiz gibi İslâm'da devletin kuruluş amac› ve görevi ve her şeyi Tanr› iradesini, Tanr› emirlerini ve hükümlerini uygulamak ve bu uygulamay› denetlemektedir... Bilakis as›l inanman›n kurallar›n› düzenleyen, ve yürüten ve denetleyen ve kişinin bütün dünya yaşamlar›n› en ince noktas›na kadar Tanr› emirleriyle ayarlayan kuruluş İslâm dinidir...(s. 159)

Türk'ün layik geleneğe eğilimli oluşuna bak›pta İslâm yaşamlar›na ve Şeriat devleti zihniyetine veya Osmanl› devletinin gelişimine TEOKRASİ hükmetmemiştir demek yanl›ş olur.

Bu kitab›m›z›n büyük bir k›sm› İslâm yasal düzeninin ve devlet sisteminin ne kerte TEOKRASİYE oturduğunu belirten örnekler ve tan›mlamalarla dolu olacakt›r."(s. 160)

 

KUR'ÂN; VAHİY, KAYNAK, REHBERDİR

VE AYNI ZAMANDA KÂİNATIN BİR HARİTASIDIR

 

Allah insan› yaratt› ve ona orta seviyede bir ak›l verdi. Ak›l, dolmam›ş bilgisayar disketi gibidir. Programs›z hiçbir iş yapmaz, yapamaz; program gerekir. İşte Allah insan›n bu eksikliğinden dolay› peygamberleri ve onlarla birlikte kitaplar› göndererek bilgisayarlar›n giriş bantlar›n› doldurdu.

Son Peygamber Hz. Muhammed (s) ile de Kur'ân denilen bozulmaz, değiştirilemez, örneği yap›l›p getirilemez gibi nice özellikleri olan bir band› b›rakt› ve art›k bundan sonra yeni bir program gönderilmiyeceğini de bildirdi.

Bir tarla düşünün. Bu tarlan›n içinde bir hazinenin varolduğunu bilelim, ama bu hazinenin nerede olduğunu bilmemiş olal›m. Hazineyi bulmak için yapacağ›m›z iş bütün tarlay› taramak ve kaz›makt›r. Hazineyi buluncaya kadar bu çal›şmaya devam ederiz. Bu işi yaparken tarlan›n neresinden kaz› işlemine başlayacağ›m›z konusu önemli değildir. Çünkü bu konuda bir ön bilgimiz yoktur.

Yaşl›lardan biri gelir de, tarlay› buradan kaz›maya başlay›n, bildiğim ve duyduğum kadar›yla hazine buradad›r derse, biz de kaz› işlemine oradan başlayabiliriz. Ak›l böyle yapmam›z› gerektirir. Az da olsa, o yaşl› kişinin söylediğinde doğru olma ihtimali vard›r.

Ama onun söylediği hiç doğru olmasa bile, o noktadan kaz› yapmaya başlamam›zda hiçbir zarar yoktur. Çünkü nas›lsa tarlan›n herhangi bir yerinden kaz› yapmaya başlayacağ›z. Dolay›s›yla oradan başlam›ş olmam›zda bir mahzur yoktur.

İşte peygamberler ve kitaplar bu fonksiyonu yerine getirdiler. İnsanl›ğa yol gösterdiler ve rehber oldular. Onlara inanan insanlar, kaz› işlemine işaret edilen yerden başlad›lar ve gerçekten de insanl›ğ›n en önemli hazinelerini onlar›n söyledikleri veya gösterdikleri yerde buldular.

Meselâ, Araplar ve Türkler, Bat› dünyas›n›n bugün bile henüz keşfedip bulamad›ğ› nice şeyleri ve değerleri as›rlar öncesinde buldular, anlad›lar, kavrad›lar, yorumlad›lar ve yaşad›lar. Temsili sistemi, biat sistemini buldular ve uygulad›lar. Kazaî hükümlerle dinî hükümleri ay›rd›lar ve lâikliği Bat›l›lardan as›rlarca önce bulup yaşad›lar.

Oysa Bat› dünyas› bugün bile hâlâ bunlar› bulmak için debelenip durmakta ve tam olarak bulamad›ğ› için de çat›şmalar içinde ç›rp›n›p durmaktad›r. Buyurun, bizler Kur'ân'›n öğretileri ile ve sizler de kendi akl›n›zla geliniz, akl›n ve ilmin ›ş›ğ›nda görüşüp tart›şal›m, bakal›m sonuç ne olacak?

Meselâ, İslâmiyet boşanmay› kolaylaşt›rm›şt›r. 'Boş ol' demekle kad›n boşan›yor. Kad›n da boşanmay› talep edebiliyor ve boşan›yor. Bat› dünyas›nda ise boşanma zorlaşt›r›l›yor. Ne var ki, hem İslâm hem de Bat› boşanman›n kötü bir şey olduğunu vurguluyor.

Bu verdiğimiz örnek konusunda bir araşt›rma yapal›m, bakal›m hangi topluluklarda daha çok evlilik vard›r ve hangi topluluklarda boşanmalar daha azd›r. Bunun araşt›rmas›n› yapmak gayet basittir. Herhangi bir Avrupa kentinde say›m yapal›m, bir de herhangi bir Türk kentinde. Böylece mukayese yaparak sistemimizi ilmî ve istatistikî yollardan kontrol edelim.

Asl›nda bu konularda yap›lm›ş araşt›rmalar pek çoktur ve netice İslâmiyet lehinedir. İslâmiyet'ten uzaklaşan ve özellikle Bat› veya Bat› özentisi topluluklarda çöken aile yap›s› art›k çok yayg›n olarak bilinen bir gerçektir.

Kur'ân vahiydir. İlâhî kaynakl›d›r. Allah taraf›ndan insanl›ğ›n istifade etmesi için gönderilmiş bir kaynakt›r. Bütün çağlara cevap verebilen bir programd›r. Eşi ve benzeri olmayan tek kitapt›r.

Kelime veya kavram olarak art›k buna 'teokrasi' veya ne diyeceksek diyelim. Ama biz bu kitaba inan›yoruz. Hayat›m›z› da onun öğretilerine göre programlamaya ve düzenlemeye çal›ş›yoruz. Çünkü bu kitap 'buray› kaz›n›z, burada hazine var' diyor; ve bizler as›rlardan beri bu kitab›n işaret ettiği her nereyi kazd›ysak hazine bulduk.

Kur'an kâinat›n bir haritas›d›r. Bu kâinat›n hangi ilmî, dinî, iktisadî, siyasî ve sosyal olay›na uygulayabildiysek, sonuç hep doğru ve pozitif ç›kt›. Sonuç hep doğru ve gerçek ç›k›yorsa, ona niye inanmayal›m ki?

Biri veya birileri inanmad›, inkâr etti, gerçekleri gizlemeye veya sapt›rmaya çal›şt› diye, bizim o ak›ls›zlar› veya inkârc›lar› taklit etmemiz sözkonusu olamaz. Bizim yolumuz, akl›selîm sahiplerinin yoludur.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Kilise ve ruhbanl›k Bat› dünyas›na demokrasiyi getirdi.

 

"II- "Kilise"nin ve "Ruhaniliğin" Varl›ğ› Bat› ülkelerinin ANAYASALCI ve HÜRRİYETÇİ ve DEMOKRATİK Yönlerde gelişmelerine yard›mc› olmuştur.

Daha ilerdeki bahislerimizde Anayasalc› ve demokratik rejimlerin Bat› ülkelerindeki gelişme nedenlerine k›saca göz atarken tekrar göreceğimiz gibi gerek İKTİDARLARIN s›n›rlanmas› ve gerek kişi HÜRRİYETLERİNİN gerçekleşmesi çabalar›nda Kilise'nin ve Ruhban s›n›f›'n›n, Devlet'ten ayr› ve farkl› birer kuruluş olarak oldukça önemli etkileri ve katk›lar› olmuştur. Her ne kadar bin y›la yak›n bir karanl›k çağ döneminde Kilise'nin ve din adamlar›n›n Bat› yaşamlar›nda son derece olumsuz, ve her türlü gelişmeyi önleyici, kişi yaşamlar›na zararl› rolleri olmuş ise de bunun yan›nda, dünyevi iktidar›n s›n›rland›r›lmas›nda ve kişi hürriyetlerinin korunmas›nda da olumlu denilebilecek tutum ve davran›şlar› olmam›ş değildir. Kilise veya devlet birbirinden ayr› ve birbirine karş› başl› baş›na bir GÜÇ ve daha doğrusu birer RAKİP olarak kalabildiği hallerde sonuç daima kişi'nin ve toplumun lehine olmuş ve Anayasalc› ve Hürriyetçi rejimler işte bu iki güç'ün ve bu iki büyük kuruluşun rekabetinden doğabilmiştir. Buna karş›l›k Kilise veya Devlet'ten birinin daha ağ›rl›k say›labildiği ya da kilise ile Devlet'in birbirlerine destek olduklar› hallerde ise ne Anayasal gelişme ne kişi hürriyetleri güvencesi, hiç bir şey bahis konusu olmam›şt›r..."(s. 161)

 

HIRİSTİYANLIK VE İSLÂMİYET'İN MERHALELERİ

İSLÂM DÜZENİNDE DİN VE DEVLET İŞLERİ AYRILDI

 

K›ş, ard›ndan ilkbahar gelsin diye gelir. Gece, ard›ndan gündüz olsun diye varolur. Karanl›k, bir bak›ma gelecek ayd›nl›ğ›n habercisidir.

H›ristiyanl›ğ›n art›k modas› geçmiş olan uygulanmas› insanl›ğ› yenilik yapmaya zorlam›şt›r ve bu konuda k›smen de olsa başar›l› olunmuştur. Bu durum karş›s›nda, gece gündüzün doğmas›na sebebiyet veriyor, o halde gece gündüzden daha iyidir; k›ş bahar›n gelmesine vesile oluyor, öyleyse k›ş bahar veya yazdan daha iyidir, denemez. Denmemeli. Ak›l ve mant›k bunu gerektirir. Kötü komşu kişiyi kap kacak sahibi yaparm›ş, deyip şimdi kötü komşuluğu mu öveceğiz?

Geçmiş çağlarda uygulanan despotizm ve bask›c› diktatör yönetimler, demokrasi ve cumhuriyetin gelmesine vesile oldu; öyleyse despotizm ve diktatörlükten övgüyle söz edelim. Böyle ilim ve mant›k olur mu?

İslâmiyet'ten önce bir devlet içinde tek bir hükümdar vard›. Bu hükümdar, ya Tanr› ad›na hükmeden ruhban s›n›f› veya bizzat Tanr› makam›nda olan krallar şeklinde yap›lanm›ş oluyordu.

H›ristiyanl›kta ise, Hz. İsa din ile dünyay› birbirlerinden ay›rd›. H›ristiyanlar, o çağa kadar insanl›ğ›n hiç bir döneminde görülmemiş derecede zulümler gördüler ama sonuna kadar da direndiler. Bu sab›rl› ve azimli mücadele karş›s›nda, sonunda imparatorluk teslim olarak H›ristiyanl›k ile birleşti. Bu sefer 'din' ile 'devlet' birleşerek as›rlar boyu sürecek huzurlu bir yönetim kurulmuş oldu. Avrupa nihayet çat›şmalardan kurtulup huzurlu yüzy›llar yaşad›.

Ne var ki, daha sonra ve bu sefer de kilise yönetimi bozuldu ve dejenere oldu. Yönetimler yozlaşt› ve Avrupa ülkeleri İslâmiyet'in tehdit veya bize göre yeniden diriliş atmosferine girdi. Bütün bu olumsuz gelişmelerin sonucunda, din ile yönetimler aras›ndaki kavga ve çat›şmalar başlad› ve as›rlarca sürüp gitti. Sonunda kilise de mahvoldu, Bat› dünyas›n›n düzeni de.

İslâm düzeninde ise;

Art›k bir devlet bünyesinde tek sistem uygulamas› yürürlükten kald›r›ld› ve din ile devlet işleri de birbirinden ayr›ld›.

Devlet, sadece vergi toplar, d›ş savunmalar› yapar, içte de adaleti ve dengeyi tesis eder. Halk›n ilmî veya dinî faaliyetlerine asla kar›şmaz. Art›k tek medrese ve tek din uygulamas› yoktur. Ekonomide de tekel yoktur. İşte bu sistem ve uygulamalar sayesinde İslâm ülkelerinde halk bin y›ldan fazla süren huzur, adalet ve denge yüzy›llar›n› yaşam›ş oldular.

Elbette bu yüzy›llarda da huzursuzluklar olmad› değil. Ama bu huzursuzluklar hanedan ve saray s›n›rlar› içindeydi. Genellikle halk› rahats›z ve huzursuz edecek boyutlara ulaşmazd›.

Dolay›s›yla bu huzur ortam›n› yakalam›ş olup da problemleri olmayan Müslüman topluluklar, rahatl›ğ›n verdiği rehavet ve teslimiyetle, birkaç as›r sonra art›k yenilik yapamaz olmuşlard›r. Ama bu durum tabiî ve sosyal bir kanundur. İşte şimdi yani çağ›m›zda da problemler vard›r ve art›k yenilik yapacakt›r. Yeni bir yeniden yap›lanma hamlesine girişecektir.

Asl›nda aray›ş ve araşt›rmalara başlanm›şt›r. Bunlar bir gün tamamlanacak ve kemâle erecektir. Bütün bu anlat›lanlardan başka şu nokta da unutulmamal›d›r; hiçbir problem olmasa bile sadece yaşlanma bile bir sistem ve medeniyet için başl› baş›na bir problemdir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

H›ristiyanl›kta devleti üstün tutma yoktur.

 

"A- "DEVLETİ (İktidar›) ÜSTÜN TUTMA" veya "DEVLET ÇIKARLARINI TEK AMAÇ SAYMA" zihniyetini KİLİSE benimsememiştir.

Öte yandan Kilise ve daha doğrusu H›ristiyanl›k, İKTİDAR ve HÜRRİYET dengesinde Devlet ç›karlar› üstünlüğü k›stas›na önem vermemiştir. İktidar'a hürriyetler aleyhine bir ağ›rl›k tan›mam›şt›r...(s. 161)

Toplumun siyasal yönetiminde DEVLET ÇIKARLARINI siyasal bir formül olarak üstün tutma geleneği istisnai devirler hariç Bat›'da pek tutunamam›ş ve tutunamamas›n›n nedenlerinden biri de Kilise (ve din adamlar›) olmuştur... Bu konuda bk. C. Brinton, A History of Western Morals, (New York 1959, sh. 272).

Oysa ki Şeriat ülkelerinde din kuruluşlar› ve din adamlar› hiç bir devirde ve hiç bir yerde DEVLET (Hükümdar) ç›karlar› ad›na girişilen vahşete, ve halk› ezme ve kişileri yok etme siyasetine karş› seslerini yükseltememişlerdir. Aksine ilerde özellikle Osmanl› devleti tarihinde de göreceğimiz gibi, devlet ad›na huzur ve asayiş uğruna her cinayetin destekçisi ve tahrikçisi olmuşlard›r."(s. 162)

 

 

HİÇBİR DİN DEVLETİ ÜSTÜN TUTMAZ

İSLÂM DÜZENİNDE GRUPLAR ARASI DENGE VARDIR

 

Hiç bir din, devleti üstün tutmaz; kendi cemaatini ve tanr›s›n› üstün tutar. Ancak bir din kendi baş›na varl›ğ›n› sürdüremiyorsa, bir kuvvetle uzlaşmak zorundad›r. İslâmiyet'te veya İslâm düzeninde, işte bu uzlaşma ister istemez olmuştur. Değişik mezhep ve tarikatlar›n hepsi de devletin varl›ğ›n› korumay› ve devam ettirmeyi hedeflemişlerdir. Bunun gerçekleşmesi için çal›şm›şlard›r. Çünkü kendi varl›klar› da buna bağl›yd›.

Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlar› olarak devletimizi ve tarihimizi neden koruyoruz? Varl›ğ›m›z›n ve devletimizin bekas› buna bağl› değil midir? Biz devletimize ve tarihimize sald›rm›yoruz. Çünkü bizler anayasa profesörü değiliz ve milletimizin inançlar› ile birlikte tarihine ve devletine hakaret edelim diye Amerika ve Avrupal›lar bizlere menfaat temin etmiyor!..

Avrupa'da kilise tektir ve rakipsizdir. Menfaati neredeyse, ç›kar› neyi gerektiriyorsa o taraf› destekliyor ve gücünü o yönde gösteriyordu. Ne 'afaroz' ne de 'vaftiz' müessesesi olmayan bir ülkede 'teokrasi' olamaz ve kurulamaz. Nitekim bütün İslâm ve Osmanl› tarihi boyunca da olmad› ve kurulmad›.

Bu nas›l ve ne acaip bir mant›kt›r ki; kilisenin ve ruhaniliğin teokrasisi meziyet, İslâmiyet'in anti teokrasiliği ise hep en kötü teokrasidir!.. H›ristiyanl›kta, Avrupa'da, Amerika'da, Bat› dünyas›nda olan her şey iyi ve güzel; İslâmiyet'te, bizde, bizim dünyam›zda olan her şey kötü ve çirkin!.. Doğrusu bu mant›ğ› anlamak mümkün değil.

İslâmiyet'e ve İslâm düzenine göre;

İlmî, siyasî, meslekî ve dinî sosyal gruplar vard›r. Bu gruplar aras›nda denge ve uyum vard›r. Ayr›ca ilim, din, iktisat ve idare aras›nda da denge ve uyum vard›r.

Bunlar çoklu sisteme göre yap›lanm›şlard›r. Halk bu gruplardan dilediğine kat›lmakta ve bu alanlardaki haklar böyle korunmaktad›r.

I. İslâm Medeniyeti'nin eksikliği, adil bir şekilde hakemlik yapacak devlet başkanlar›n›n gelmemiş olmas› veya bu sistemin kurulmamas›d›r. Bunun nedeni ve sebebi gayet aç›kt›r. Hz. Peygamber (s) ve dört halife dönemlerinden sonra, Emevîlerden beri hilâfet ve devlet başkanl›ğ› hep gayr-i İslâmî bir oluş içine girmiştir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Kilisenin kutsal kitaplar› halk egemenliğini sağlam›şt›r.

 

"B- DAHA ORTA ÇAĞLARDA KİLİSE'NİN BENİMSEDİĞİ KUTSAL DİN KİTAPLARI HALK EGEMENLİĞİ FİKİRLERİNE KAYNAK YAPILABİLMİŞTİR.

Bat›'da daha orta çağlarda (XVI c› yüzy›lda) HALK EGEMENLİĞİ fikri Kilise'nin elindeki kutsal kitaplara örneğin (İncil'e) dayan›larak savunulmakta idi. J. J. Rousseau'nun daha sonraki yüzy›llarda geliştireceği Sosyal Sözleşme kavram› (İçtimai Mukavele) daha XVIc› yüzy›llarda ele al›nm›ş ve Devlet kuruluşunun Kral ile Halk unsurlar›ndan oluştuğu ve halk ile Kral aras›nda imzalanm›ş bir sözleşmeden devlet denilen kuruluşun doğduğu fikirleri işlenmiştir. Bk. Ernest Baker, Churc, State and Education, (The University of Michigan 1957, sh. 72 ve d., 86).

Yine orta çağlarda Bat› ülkelerinde Kilise'nin Devletin karş›s›nda ona rakip bir güç olarak kişi hürriyetlerinin korunmas›nda ve İKTİDARIN s›n›rland›r›lmas›nda ne olumlu rol oynad›ğ› bilinen bir gerçektir."(s. 162)

 

 

KİTAP VE SÜNNET'İN RESMÎ YORUMU YOKTUR

YENİ İSLÂM MEDENİYETİ'NİN KURULUŞU YAKINDIR

 

Bat› dünyas›n›n kutsal kitaplar›, içtihada ve dolay›s›yla icmalara imkân vermeyen kitaplard›. Dolay›s›yla bu kitaplar›n resmî yorumcular› vard›. Zamanla kiliseden uzaklaşan her topluluk kitaplar› kendi papazlar›n›n aç›klad›ğ› şekilde anlamaya ve hattâ bu gelişmeler muvacehesinde ona göre değişik metinleri benimsemeye başlad›lar. İlk as›rlarda say›lar› yüzlerce olan İncil kitab› bile, bütün çabalara rağmen Matta, Markos, Luka ve Yuhanna nüshalar› olmak üzere ancak dörde indirilebilmiş, diğerleri yak›l›p yok edilmiştir. Ama bunlar›n hiç biri Allah'›n Hz. İsa'ya gönderdiği gerçek İncil değildir. Bu durum kurum olarak kilisenin zamanla zay›flamas›na, ama buna paralel ve olumlu bir gelişme olarak uluslar›n bağ›ms›zl›klar›n› kazanmalar›na sebebiyet verdi.

İslâmiyet'e göre;

Kitab'›n ve Sünnet'in resmî yorumlay›c›lar› yoktur.

Herkes, her Müslüman içtihat yapmak zorundad›r ve mahallî icmalar ayr› ayr› topluluklar› oluşturmaktad›r. Zaten Bat› dünyas› da belli dönemlerde yapm›ş olduğu reformlar› İslâmiyet'i taklit ederek, yapabildiği kadar yapm›şt›r.

İşte baz›lar›nca benimsenmeyip beğenilmeyen İslâm ve şeriat budur. Bat› dünyas›n›n kötü bir İslâm taklitçiliği ile ve fakat dinden ç›karak başarabildiğini, İslâm dünyas› dinin s›n›rlar› içinde kalarak başarm›şt›r.

Yeni İslâm Medeniyeti, sistemi ve dünya düzeni de yine ayn› şekilde kurulup gerçekleştirilecektir. İslâm ve Kur'ân'da, muhtaç olunan yeniden yap›lanma ve diriliş dinamizmi mevcuttur. Çok k›sa zamanda yeryüzündeki en güçlü soluk ve sedâ, İslâmiyet'in diriltici soluğu ve sedâs› olacakt›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Kilise feodaliteyi desteklemiştir,

bu da yerinden yönetimi doğurmuştur.

 

"C- Kilise'nin FEODALİTE'yi desteklemesi ve Feodal beylerle birlike Kral'a karş› koymas› sonucu İKTİDAR s›n›rlanm›ş ve KİŞİ HÜRRİYETLERİ güvencesi doğmuştur.

Kilise'nin Devlet'ten ayr› ve bağ›ms›z bir kuruluş olarak varl›ğ› KİŞİ HÜRRİYETLERİNİN oluşumu bak›m›ndan bir de şu yoldan iş görmüştür ki Orta Çağ'da Feodal beyleri, KRAL'a karş› tutan ve destekleyen ve onlara Kral önünde güçlü bir durum sağlayan Kilise olmuştur... Bu konuda bk. Arend Th. Leewen, Christianity in World History-The Meeting of the Faiths of East and West, (New York 1964, sh. 288 ve d.).(s. 162)

Yani Kilise'nin desteklediği ve güçlendirdiği ve Kral İktidar›na karş› koruduğu Feodalite sayesinde Bat› ülkelerinde Orta Çağ'da MERKEZİYETÇİ bir hükümet ve despotik bir İktidar sistemi pek yerleşmemiştir...(s. 163)

Görülüyor ki her ne kadar Osmanl› devleti de feodal yap›da bir devlet olarak yaşam›ş ise Bat›'dakine benzer bir oluşum kendisini gösterememiştir çünkü bu oluşumu sağlayabilecek olan Kilise niteliğinde bağ›ms›z ve devletten ayr› bir kuruluş olmam›şt›r."(s. 164)

 

İSLÂM DÜZENİ DENGE DÜZENİDİR

BATI'DAKİ ÇATIŞMALAR DOĞUDA OLMAMIŞTIR

 

Avrupa'da üstünlüğü bazen imparator, bazen krallar, baz› dönemlerde de derebeyleri ele geçirmişlerdir. Bu üstünlükleri ele geçirme konusunda zaman zaman kilise ile yap›lan işbirlikleri de önemli bir rol oynam›şt›r. Avrupa tarihi, bu mücadele ve çat›şmalarla geçmiştir.

İslâm tarihinde de zaman zaman iktidarlar› destekleyen şeyhler veya ulema olmuştur. Ancak İslâmiyet'te Bat› dünyas›nda olduğu gibi tek şeyh veya tek alim olmad›ğ›ndan dolay›, Bat›'da olduğu gibi devletler dinin oyuncağ› olmam›şt›r. Dinî otoritenin tamamen hükümranl›ğ› alt›na girmemiştir. Zaman zaman sars›nt›lar geçirmiş olmakla birlikte, genel denge ve uyum hep sağlanagelmiştir.

Bat› dünyas›nda lâiklik, işte tarihte en bariz şekilde görüldüğü üzere gerçekleşmiş olan kilise ve ruhban s›n›f›n›n tasallutundan kurtulmak için oluşmuştur. Lâiklik hareketi sayesinde Avrupa devletleri hürriyetlerine kavuşabilmişlerdir.

İslâm düzeni

denge düzenidir.

Uyum ve işbirliği düzenidir.

Ç›kar paralelliği ve hakka dayal› dünya görüşünün

hükümran olduğu bir düzendir.

İslâm düzeni, dengesizlik düzeni değildir. Uyumsuzluk ve anarşi düzeni değildir. Ç›kar çat›şmas› ve kuvvete dayal› dünya görüşünün hükümran olduğu bir dünya düzeni değildir.

Dolay›s›yla, Bat› dünyas›nda ve tarihinde cereyan etmiş olan kavga ve çat›şmalar, savaş ve iktidar mücadeleleri, Doğu dünyas›nda yoktur.

Doğu, silm yani bar›şa dayal› denge düzeni içinde huzurlu bir bin y›l yaşam›şt›r. Şimdi de huzurla geçecek yeni bir bin y›ll›k huzur, sevgi ve selâmet medeniyetinin yeniden yap›lanma haz›rl›ğ› içindedir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Kilise milliyetçiliği doğurmuştur.

 

"D- Bat›'da MİLLET Bilinci'nin doğmas›nda KİLİSE'nin ve FEODALİTE'nin etkisi ve rolü.

Kilise.. devlet'in oluşumunda önemli bir unsur say›lan MİLLİYET (millilik) bilincinin de doğmas›na yard›mc› olmuştur. Bat›'da MİLLET kavram›n›n oluşumunda kilise'nin ve din adamlar› s›n›f›n›n çok büyük katk›s› olmuştur...(s. 164)

Almanya'da LÜTHER'in papal›ğa karş› kafa tutmas› demek KUTSAL ROMA İMPARATORLUĞU fikrine ve Evrensel Kilise devleti görüşüne karş› direnmesi demekti...

Ne Osmanl› devletinde ve ne de başka bir Şeriat devletinde Halife'nin Tanr›sal iktidar› alt›nda ve Müslümanl›k duygular›yle milliyet duygular› yok edilmiş olarak tutulan toplumlara milliyet bilinci verecek ne kilise ve ne de feodal bir sistem bahis konusu olmam›şt›r...(s. 165)

İslâm'da kilise kuruluşu gubu bir kuruluşun veya ruhban s›n›f› gibi bir ayr› s›n›f›n bulunmay›ş› hay›rl› değil belki de sak›ncal› olmuştur..."(s. 166)

 

 

DENGE VE DÜZEN KORUNMALIDIR

İSLÂM DÜZENİNDE YERİNDEN YÖNETİM ESASTIR

 

İnsanlar;

aşiret, kabile, şa'b, kavm ve millet olarak yaşarlar.

Millet, imparatorluğu veya devletler topluluğunu, kavm devleti, şa'b derebeylerini, kabile beyleri, aşiret de ağal›klar› oluşturur. Bunlardan biri güç kazan›r ve topluluğa o hâkim olmuş olur.

Bat› dünyas›nda kilise parçalanarak bu değişim hareketine kat›lm›ş; İslâm dünyas›nda ise zaten meşru bir yap›lanma olan mezhep ve tarikatlarla bu durum en uygun ve uyumlu şekilde gerçekleştirilmiştir.

İslâmiyet'e göre;

Denge ve düzen korunmal›, ad›geçen grup ve kurumlardan her biri müstakil olarak kendi görevini yapmal›, başkalar›n›n görevlerine kar›şmamal› ve başkan da hakem olarak denge unsuru olmal›d›r.

İslâm düzeninde yerinden yönetim esast›r. Bununla beraber ekonomik kuruluşlar merkezîdir ve bu konudaki denge de bu merkeziyetçilik sayesinde sağlanmaktad›r.

 

*    *   *

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Bat›'da kilise milliyetçiliğin oluşmas›na sebep olmuştur.

 

"E- BATI'da DİN KURULUŞU (Kilise ve Din adamlar› da dahil) daha orta çağ'da MİLLİYET bilincinin yerleşmesinde ön ayak olmuş ve demokratik hükümet sisteminin gelişmesine bu yönden yard›m sağlam›şlard›r.

Bat›'da daha XI ci yüzy›l›n başlar›nda (1000 y›llar›nda) MİLLİLİK ve MİLLİ TOPLUM duygular›n›n doğduğunu ve olumlu sonuç yaratacak şekilde geliştiğini görmekteyiz... Bu konuda bk. Ernest Baker, Churc, State and Education, (The University of Michigan 1957, sh. 135 ve d.).(s. 166)

Oysa ki Osmanl› devletinde (genellikle Şeriat ülkelerinde) Şeriat ruhu içinde erimişlik, böyle bir milli bilince imkan b›rakmad›. İslâm dini milliyet duygusunu İslâm›n Araptan gayr› unsurlar› için yok etmiş bulunduğundan Türk için, ister cahili ister ayd›n› olsun, İslâm öncesi nitelikleri hat›rlamak ve geliştirmek şöyle dursun ve fakat Türklüğünü dahi unutmak gerekti..."(s. 167)

 

 

HER KAVİM DEVLET KURABİLİR

YENİ İSLÂM MEDENİYETİ KURULACAKTIR

 

Din ve vicdan hürriyetini tan›mayan Bat› dünyas›n›n totaliter rejimleri, bir ülkede yaln›z bir dinin varolmas›n›, ayn› dinden olanlar›n tek devlet kurmalar› gerektiği esas›na dayan›yordu. Dolay›s›yla Avrupa'da her yeni devlet ayn› zamanda yeni bir mezhep demekti. Bu gelişmelerin neticesinde de Avrupa'da otuz y›ll›k veya yüz y›ll›k mezhep çat›şmalar› ve din savaşlar› olmuştur.

Başlang›çta İslâm dünyas›na karş› birleşip Haçl› Seferleri düzenleyen Avrupa devletleri, bu sefer de birbirleriyle din ve mezhep savaşlar›na tutuşmuşlard›r. Bu savaşlar yüzy›llar boyunca süregelmiş ve bugün de devam edegelmektedir. Bütün bu gelişmeler sonucunda ve mezhep ayr›l›klar› sayesinde kavmiyet yani milliyet olgusu oluşmaya başlam›ş ve günümüze gelinceye kadar giderek güçlenmiştir.

İslâmiyet yani İslâm düzeni;

Değişik dinlere mensup olan insanlar›n ayn› devlet içinde yer alabileceğini öngördüğü gibi, bir dine mensup olan insanlar›n da değişik ülkelerde yaşayabilmesi ortam›n› gerçekleştirmiştir. Dolay›s›yla kavmîlik yani milliyetçilik ile din aras›nda doğrudan bir ilişki yoktur.

İslâmiyet bütün kavimlere devlet kurma yetkisini vermiş, ancak İslâm tarihi boyunca bundan önce Araplar, sonra Türkler, daha sonra da İranl›lar yararlanm›şlard›r. Bunun sebebi, halifeliğin İslâmiyet'ten ayr›larak saltanata dönüştürülmüş olmas›d›r.

İkinci İslâm Medeniyeti döneminde bu veya bunun benzeri bir hastal›k olmayacakt›r. Yepyeni ve ileri seviyede bir sistem, düzen ve medeniyet doğacakt›r. Elbette bu sistem ve medeniyetin ortaya ç›kmas›na engel olmak isteyenler de olacakt›r.

Ancak akl›selim ve iyiniyet sahibi olan insana yak›şan, bu yeni sistem ve medeniyetin oluşmas›na, olgunlaşmas›na, ortaya ç›kmas›na ve yeryüzünde hükümran olmas›na destek olmakt›r.

İslâm sistem ve medeniyetini anlamak ve anlatmak, yaşamak ve yaşatmak, gelecek y›llarda insanl›k görevi olmal›d›r. Bütün engellemelere rağmen bu sistem ve medeniyet kurulacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Bat›'da din ve devlet ayr›l›ğ› monarşiyi yumuşatm›şt›r.

 

"F- Din ve devlet ayr›l›ğ› sayesinde Bat›'n›n demokrasiye Din ve devlet birliği nedeniyle Şeriat ülkelerinin despotizme ve mutlak monarşiye yönelişleri.

Din ve devlet ayr›l›ğ› sistemi Bat› ülkelerinde (Anayasalc›) gelişmeleri ve kişi hürriyetlerinin güvencesini sağlayan iktidar s›n›rlamalar› sonucunu verirken, Şeriat ülkelerinde din ve devlet birliği koyu bir istibdat rejiminin ve mutlak monarşinin hiç bir zaman hafiflememesi, bilakis güçlenmesi sonuçlar›n› doğurmuştur...(s. 167)

Oysa ki buna benzer bir durumu Şeriat ülkeleri tarihinin hiç bir döneminde göremiyoruz. Şeriat ülkelerinde, bunun tamamen aksi bir durum kendini göstermektedir ki o da Din ve Devlet'in birlik olup kişiyi en insafs›z ve en mutlak bir devlet ve hükümet sistemi alt›nda yaşatmas›d›r..."(s. 168)

 

İSLÂM DÜZENİNDE SOSYAL KURALLAR BİRDİR

HUKUK KURALI AYNI ZAMANDA AHLÂK KURALIDIR

 

Topluluklar› yöneten kurallar vard›r. Bu kurallar sayesinde devlet varolabilmektedir. Bu kurallar›n iki müeyyidesi vard›r: Bunlardan biri, mevzuatta yaz›l› cezalar veya karş›l›klar vard›r ve bu kurallara uymayanlar o cezalarla cezaland›r›l›rlar veya orada yaz›l› olan mükâfatlarla mükâfatland›r›l›rlar. Bu kurallar bütününe 'hukukî kurallar' diyoruz. Diğer kurallar›n müeyyidesi ise ahlâkîdir. Bu kurallar›n özellikleri, sosyal bask›, ay›plama ve günah gibi dinî olmalar›d›r. Bunlara de 'dinî kurallar' veya 'ahlâkî kurallar' diyoruz.

İslâm düzeninde sosyal kurallar birdir; yani hukukî veya dinî kurallar›n hepsi de ayn›d›r. Aralar›ndaki tek fark, ahlâkî kurallarda devlet müeyyidesinin olmamas›d›r. Bu genel sosyal kurallar›n baz›lar›nda devlet müeyyidesi vard›r ve bu özellikleri olan kurallar 'hukuk kurallar›' kapsam›na girmektedir. Bu tan›m ve değerlendirmelere göre, bütün hukuk kurallar› ayn› zamanda ahlâk kural›d›rlar. Ama ahlâk kurallar› içinde hukuk kural› olmayan pek çok kural vard›r. Din ve devlet, bir kumaş›n veya bir paran›n iki yüzü gibidirler. Ayn› kurala başka başka yönlerden bak›l›r; yoksa kumaş›n iki yüzü ne ise din ve devlet de bu şekilde birbirlerinden ayr›lmaz bir bütündür. Başka bir ifadeyle, bir bütünün iki parças›d›r.

İslâmiyet'e göre;

Hiçbir hukuk kural› yoktur ki;

sonunda insan›n vicdan›n› değerlendirmeye tâbi tutmas›n.

O halde ahlâka dayanmayan hukuk kural› olmaz; olamaz. Ahlâk›n›n bir gereği olarak doğru konuşmayan bir tan›k veya bir bilirkişinin şahitliği; yine ahlâkî prensiplere dayanmayan bir hakemin kararlar› nas›l 'hukukî' olacak?

Eğer bir toplulukta düzen yoksa, adalet yoksa, hak yoksa, hakl› hayat hakk› bulam›yorsa, orada yaşayan insanlar nas›l ahlâkl› olacaklard›r?

Hukukun ve ahlâk›n çal›şma tarzlar› da farkl›d›r.

Birinde zor ve zorlama yoktur; diğerinde esas prensip cezad›r, savaşt›r ve bunlar da zorlama demektir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

H›ristiyanl›k devlet içinde doğmuştur.

İslâmiyet ise devleti kendisi kurmuştur.

 

"G- BATI'DA KİLİSE HALK ÜZERİNDE OTORİTEYE SAHİP BİR ÖRGÜT VE DOLAYISİYLE DÜNYEVİ İKTİDAR'A RAKİP BİR GÜÇ OLABİLMİŞTİR.

İslâm'da DEVLET denilen kuruluş, çeşitli Arap kabilelerini tek bir otorite halinde birleştiren bir örgüt olarak, İslâm ile birlikte (hemen hemen) doğmuştur. İslâm'dan önceki devrede Araplar›n devlet yaşam› diye bir yaşam› yoktu... Muhammed'in Peygamber olarak gördüğü en önemli iş bu Arap kabilelerini bir araya getirip devlet şeklinde örgütlemesi olmuştur.

Oysa ki Bat›'da devlet kuruluşu H›ristiyanl›ğ›n ortaya ç›k›ş›ndan önce de vard›... Ancak aradan üçyüz y›l geçtikten sonrad›r ki H›ristiyanl›k devlet kuruluşu ile ilişki kurmuştur...

Daha sonraki yüzy›llar içerisinde kilise ve devlet, zaman zaman birbirlerine destek, zaman zaman birbirlerine üstünlük sağlayacak şekilde ve fakat her zaman ayr› iki örgüt ve otorite olarak, iki farkl› kuruluş olarak göreceklerdir... Bk. H.A.R. Gibb, "The Evolution of Government in Early İslam", (İn "Studia İslamica", 1955, IV, sh. 10)."(s. 168,169)

 

'MEDİNE MODELİ' ÖRNEK MODELDİR

DEVLET - FERT DENGESİ SAĞLANMALIDIR

 

Yazar gerçekten de doğru yaz›yor. İslâmiyet o çağa kadar devlet aşamas›na gelememiş olan bedevî Araplar› birden bire üstün seviyede bir devlet kurma aşamas›na kavuşturmuştur.

O çağdaki problem, ferdin hürriyetlerini korumak değil, o güne kadar devlet aşamas›na gelememiş olan bir toplumda devleti oluşturmakt›. Fert çöl hayat› ve kabile yönetiminde zaten alabildiğine serbestti. Önemli olan yeniden yap›lanma modeli çerçevesinde devlet kurmas›yd›. Önderleri Son Peygamber Hz. Muhammed (s)'in rehberliğinde, çağdaş› olan devletlere de örnek olacak ideal bir devlet modelini uygulamaya geçirmiş oldular.

O çağda kurulan bu devlet, günümüzde bile örnek olma özelliklerini devam ettirmektedir. 'Medine Modeli', devlet yap›s› literatüründe baş köşeyi işgal etmeye devam etmektedir.

H›ristiyanl›k ise devlet içinde bağ›ms›zl›ğ›n› gerçekleştirmekle yola ç›kt›. 'Sezar'›n hakk›n› Sezar'a ve Tanr›'n›n hakk›n› Tanr›'ya vermek' şart›yla, topluluk içinde erimeyen ve yok olmayan kişinin/ kişiliğin oluşmas›n› gerçekleştirebildi. Bu merhaleye de ancak doğuşundan üçyüz y›l sonra ulaşabildi.

İslâmiyet'e göre;

Devlet düzeninde daima denge mevcut olmal›d›r.

Denge ve dolay›s›yla düzen bozulmamal›d›r.

Eğer devlet zay›flam›şsa, bu durumda Müslüman devleti güçlendirip topluluk yaşam›n› korumal›d›r. Şayet devlet çok güçlenmiş ve bu durumda da fert eziliyorsa, o zaman da devleti zafiyete uğratmadan ferdin her türlü hukuku korunmal›d›r.

Önemli olan devlet - fert dengesinin sağlanmas›d›r. Uyumlu bir devlet düzeni bu dengeyi sağlayabilen düzendir. Kur'ân, duruma göre nas›l hareket edileceğini ve dengenin nas›l sağlanacağ›n› gösteren formülleri ihtiva etmektedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Bat›'da lâikliği kilise getirmiştir.

 

"H- Siyasal iktidar, hükümet ve İdare sistemi konular›nda Bat›l› din adamlar›n›n gayretlerinden örnekler.

Bat›l› din adamlar›n›n demokratik fikirlerin gelişmesindeki rolü çok önemlidir. Din kitaplar›n› (Kutsal kitaplar›) halk›n okuyup anlayabileceği şekle sokmuş olmalar›, eşitlik fikrini geliştirmeleri, egemenliğin k›ral ile halk aras›nda yap›lan bir andlaşmaya bağland›ğ› görüşünü savunmalar› ve zulme karş› ayaklanmay› öngörmeleri verilecek örneklerdendir...(s. 169)

Daha 1562 tarihinde Katolik ve Protestan din adamlar›n›n halk egemenliği fikrinden bahis ettiklerini görmekteyiz... Bu hususlar için bk. C. Northcote Parkinson, L'Evolution de la Pensée Politique, 1965, vol. II, sh. 68.

Bat› ülkeleri demokrasi iklimine bu gibi din adamlar›n›n gayretleriyle girmişlerdir...

Öte yandan demokratik gelişmenin en önemli yönü say›lan layiklik konular›nda da din adam› öncülük yapm›şt›r. Özellikle reformasyon döneminde en ünlü din adamlar› ve kilisenin başl›ca liderleri bütün güçleriyle layiklik esas›n› yerleştirmeğe çal›şm›şlard›r. Ve dikkat çekici husus şudur ki bu din adamlar› layiklik fikrini H›ristiyanl›ğ›n temellerinde aray›p bulmağa gayret etmişlerdir...

Bunu yaparken de İsa'dan gelme "Sezar'›n hakk›n› Sezar'a, ve Tanr›'n›n hakk›n› Tanr›'ya verin" emrini işlemişlerdir."(s. 170)

 

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYETİ

İLİM VE DİN ULEMASI TARAFINDAN KURULACAKTIR

 

Bat› dünyas›nda, kilisenin ve papalar›n önderliğinde Haçl› Seferleri başlat›lm›ş ve sürekli olarak İslâm dünyas›na sald›r›lar düzenlenmiştir. Bu sald›r›lar as›rlar boyu devam etmiş ve bu zihniyet bir türlü sona ermemiştir. 20. yüzy›l›n sonuna geldiğimiz 1990'l› y›llarda bile, Balkanlar'daki 'BOSNA' örneğinde yani Arupa'n›n göbeğinde bu zihniyet en ac›mas›z katliamlar›n› sürdürebilmektedir.

Bat› H›ristiyan dünyas›, başlang›c›ndan beri Haçl› Seferleri'ni düzenlemiştir ama Selçuklu ve Osmanl›lar zaman›nda hiçbir zaman başar›ya ulaşamam›şlar ve hep yenilmişlerdir. Üst üste ve sürekli olarak al›nan bu yenilgiler sebebiyle Avrupal› yöneticiler H›ristiyanl›ğa ve kiliseye karş› cephe almaya başlam›ş; hattâ Jan Jak Russo gibi baz› büyük düşünürler Müslüman olmay› bile düşünmüşlerdir. Din ile devlet, kilise ile krallar aras›nda ç›kan çat›şmada taraflar birbirlerini yenip üstünlük sağlayamay›nca, uzlaşma yollar›n› aramaya başlam›ş ve uzun mücadelelerden sonra İslâmiyet'teki 'dinin devlete devletin de dine kar›şmamas›' ilkesini getirmişlerdir. Bu gelişmeler sayesinde art›k 'afaroz' müessesesi yürürlükten kald›r›lm›ş veya işlemez ve bir fonksiyon icra etmez duruma getirilmiştir. Evet doğru, kilise gelişen olaylar ve bask›lar sonucunda reformlar yapm›ş ve uzun zaman direndikten sonra sonunda lâikliğe raz› olmuştur; ancak bunu isteyerek ve kendi bünyesinde varolan bir değer olarak değil, İslâmiyet'in uyar›lar› ve İslâm dünyas›ndaki örnek uygulamalardan yararlanarak yapm›şt›r.

H›ristiyan din adamlar›n›n İncil ve Tevrat'ta İslâm'›n önermiş olduğu kaynak kavramlar› bulmuş olmalar› son derece tabiî bir şeydi. Çünkü İslâm'›n temel kitab› Kur'ân gibi bu iki kitab›n müellifi de ayn›yd›. İnsanlar as›rlar süren mücadele ve direnmelerden sonra yeniden asla, ana kaynaklara ve köklere dönüyorlard›; aynen bugün 21. yüzy›la geldiğimiz şu çağda insanl›ğ›n yeniden dine dönmeye başlamas› gibi.

İslâmiyet'e göre;

Tarihte her türlü reformlar›n, yeniliğin ve gelişmelerin kaynağ› 'peygamberler' olmuştur.

Son Peygamber'in gelişi ile insanl›k için peygamberlik ve vahiy kap›s› kapanm›şt›r ama çözüm kap›s› kapanmam›şt›r.

Bundan sonra, 'inanm›ş ilim adamlar›'n› dinleyen ve destekleyen 'din adamlar›' insanl›ğ›n ihtiyac› olan değişim, gelişme ve yeniden yap›lanmalar› gerçekleştireceklerdir.

İnsanl›k, peygamberlerin varisleri olan ilim adamlar›n›n önderlik ve rehberlik merhalesine gelmiştir. Yeni dünya düzeni ve medeniyeti bunlar taraf›ndan kurulacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te devlet adamlar› devlet içindedir.

 

"III-  OYSA Kİ ŞERİAT DEVLETİNDE DİN KURULUŞU VE DİN ADAMI DEVLET'İN İÇİNDE VE ONU DESTEKLER NİTELİĞİYLE İKTİDAR'IN SINIRSIZLIĞI VE DESPOTİZMİ SONUÇLARINA YARDIMCI OLMUŞTUR.

İslâm'da ve Şeriat devleti yaşamlar›nda İKTİDAR'a karş› ve ona rakip, onu engelleyebilecek nitelikte bir din kuruluşu ve din adamlar› s›n›f› diye bir şey olmam›şt›r. Asl›nda din kuruluşu da vard›r, din adamlar› s›n›f› da... Fakat bunlar Devlet'in d›ş›nda değil onun içinde ve her daim onu destekler durumda bulunmuşlard›r. Yüzy›llar içinde Şeriat devletlerinde İKTİDAR'›n kötüye kullan›lmas›, despotik bir şekilde uygulanmas› genellikle din kuruluşunun ve din adam›n›n desteği ve katk›s›yla olabilmiştir."(s. 171)

 

"DEVLET İKİ ŞEYE DAYANIR: KALEM VE KILIÇ"

DEVLET İÇİNDE DİN ADAMININ YERİ YOKTUR

 

İslâmiyet'e göre devlet, siyasî akilelerden oluşur.

Bu akileler de derebeyi, beyler ve ağalardan meydana geliyordu.

Osmanl› Devleti'ndeki 'sipahi teşkilât›' böyle bir kuruluştu.

Yeniçeri Ocağ› ise gayr-i İslâmî bir Osmanl› müessesesidir.

Osmanl› Devleti genel olarak müsbet bir yap›lanma içindeydi. Siyasiler, halktan alacaklar› vergi d›ş›nda onlar›n ne meslekî, ne dinî ve ne de ilmî işlerine kar›şabilirlerdi. Halk tam bir hürriyet ortam› içinde teşkilâtlanm›ş bulunuyordu ve herkesin ilmî, dinî ve iktisadî kuruluşunun karş›l›ğ› olarak medresesi, tekkesi ve loncas› vard›. Bu kuruluşlar kendi alanlar› ile ilgili faaliyetleri hep kendileri yürütürlerdi.

Devletin halktan özel ve ek bir vergi almas› sözkonusu değildi. Ziraî mahsulden onda bir ve madenlerden beşte bir vergi al›n›r, ayr›ca k›rkta bir oran›nda da zekât toplan›rd›.

Toplulukta tam bir iş bölümü ve 'çoğulcu teşkilâtlanma' vard›. Bu teşkilâtlanma veya yap›lanma modeli içinde kuruluşlar›n devletle mücadele edecek bir durumlar› yoktu.

Büyük tarihçi ve sosyolog İbn Haldun der ki; "Devlet iki şeye dayan›r: Kalem ve K›l›ç." Dolay›s›yla İslâm devlet modeli bünyesinde yani içinde ruhban s›n›f›n›n yeri yoktur.

Yazar, her konuda olduğu gibi bu konuda da tam bir yan›lg› veya sapt›rma içindedir. Doğrusu bizim anlatt›ğ›m›z gibidir.

 

 

*    *   *

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâm devletinin kaynağ› dinî fetvalard›r.

 

"A- İslâm'da DİN kuruluşu'nun Devlet'ten ayr› ve farkl› bir kuruluş olmay›ş›n›n sak›ncal› yönü:

Oysa ki İslâm'da, din ayr› bir kuruluş ve örgüt olmay›p sadece devletin ve toplumun temel yaşamlar›n› düzenleyen kurallar bütününden ibaret kalm›şt›r. Din ve devlet birbirlerine karş› mücadele halinde iki ayr› otorite olmam›şt›r. Din dünyevi iktidar› k›s›tlayan bir nitelik taş›mam›şt›r. İktidar› k›s›tlamak ve onu kişi hak ve hürriyetlerine uydurmak şöyle dursun ve fakat iktidar›n en müstebid, en tahammül edilmez şekillerde uygulanmas›na dahi destek olmuş ve bu konuda Tanr› ve Peygamber emirlerini ayakta tutmuştur...(s. 171)

Her halükârda İslâm devletlerinde İktidar'›n her türlü keyfî ve zalim uygulamalar›n› din kurallar› desteklediği içindir ki yeryüzünün başka hiç bir ülkesinde görülmeyen cinayetler ve kötü iktidarlar İslâm devletlerinde görülmüştür. Şeriat ülkelerinde (ve Osmanl› devletinde) iktidar sahiplerinin bütün tüyler ürpertici cinayetleri, bütün hürriyet ihlalleri hep din adamlar›n›n (Şeyhülislamlar›n) fetvalar› ile olmuştur

Hakl› veya haks›z İktidar›n bütün keyfî ve zalim kararlar›, bütün kelle kestirmeleri ya da ast›rmalar›, idamlar› hep bu fetvalar sayesinde "meşruiyet" kazanm›şt›r. Devlet'in hiç bir işlemi olmam›şt›r ki din adam›ndan al›nm›ş fetva olmadan yap›lm›ş olsun."(s. 172)

 

 

İLMÎ, DİNÎ VE MESLEKÎ KURULUŞLAR BAĞIMSIZDIR

MEDRESELER DİNÎ KURULUŞ DEĞİLDİR

 

İslâm düzeninde, siyasî yani ayn› zamanda askerî kuruluşlar›n d›ş›nda kalan medrese, tekke ve âhi teşkilâtlar›, hiçbir zaman devlet bütçesinden pay almam›şlard›r. Ayr›ca bu kuruluşlar›n yöneticileri de devlet taraf›ndan asla atanmam›şlard›r. Bu kuruluşlar değişik vak›flar olarak oluşup kurulmuş ve tüm desteği cemaatlerinden alm›şlard›r. Dolay›s›yla yazar›n ifade ve iddia ettiği gibi 'İslâmiyet'te devletten başka dinî kuruluşlar yoktur' demek, son derece yanl›şt›r. İddian›n hiçbir ilmî dayanağ› yoktur.

Osmanl› Devleti döneminde dinî kuruluşlar yoktu da, Cumhuriyet döneminde kapat›lan 'tekke ve tarikatlar' neydi? Bütün olumsuzluklara ve engellemelere rağmen, bugün bile bu tarikatlar varl›klar›n› sürdürmekte ve halk›n bu alandaki ihtiyaçlar›n› karş›lamaya çal›şmaktad›rlar. Cumhuriyetin yetmiş y›ll›k politikas›na karş› bugüne kadar kim ve hangi kuruluşlar direndi? Hangi kuruluşlar halk›n dinî ihtiyaçlar›n› gidermeye çal›şt›? Bu kuruluşlar›n ellerinden gaspedilerek al›nan vak›flar, bütün darbelere rağmen olanca haşmet ve eserleriyle varl›klar›n› sürdürmeye çabal›yorlar.

Gerçekçi olmal›, gerçek ilim adam› ve araşt›rmac› olmal›, gerçekleri olduğu gibi su yüzüne ç›karmal›y›z. Birilerine yaranmak için kendi kendimizi kand›rmakla hiç bir yere varamay›z. Dirlik ve düzenimizi kurup koruyamay›z.

Yap›lan ikinci ve çok büyük bir hata da, medreselerin dinî kuruluş olarak görülmesi ve bu kategoriye sokulmas›d›r. Medreseler dinî değil ilmî kuruluşlard›r. Bat› dünyas›nda ilk kuruluşundan günümüze kadar ulaşan lise ve üniversite kurumlar›, hep İslâm medreselerinin uzant›s›d›r.

Arsel hariç, bu ilmî gerçeği veya bilim tarihi gerçeğini hiç kimse inkâr etmiyor. Arsel de neye istinaden inkâr ediyor, anlamak mümkün değil.

Fetvalar da din adamlar› taraf›ndan değil, ilim adamlar› taraf›ndan verilmiştir ve tayin edilen Şeyhülislâmlar›n -tekke değil- medrese mensubu olmalar› şart› vard›. Yukar›da da aç›klad›ğ›m›z üzere, devletten tamamen bağ›ms›z olan bu kuruluşlar›n tarafl› fetvalar vermesi mümkün değildi.

Burada bu vesileyle yineleyerek belirtelim ki; saray içi entrika ve mücadeleler hariç tutulmak kayd›yla, İslâm devletlerinde asla müstebit yönetim ve iktidarlar olmam›şt›r. Halk genel olarak daima yöneticilerden ve yönetim biçimlerinden memnun olmuştur. Bu müsbet yönetim modeli ve uygulamalar›ndan dolay› İslâm devletlerinin hükümran olduğu bölgelerde, Kilise ve H›ristiyan halk bile İslâm idaresini desteklemiştir. Halk Osmanl› yöneticilerini kendi yöneticilerine tercih etmiştir. Bu tarihin doğrulad›ğ› bir gerçektir. Aksi halde bugün kendi kendilerini bile adalet ve refah içinde yönetemiyen bu ülkeleri, Osmanl› Devleti beş - alt› as›r nas›l yönetimi alt›nda tutabilirdi?

Bugünkü siyasîler beş - alt› y›l zor iktidarda kalabiliyorlar. Geçmişteki yönetim ve iktidarlarla günümüzdekileri şöyle bir mukayese edelim bakal›m. Bunu sadece ülkemiz için değil, demokrasi ile idare edildiğini iddia eden bütün Bat› ülkeleri için de söylüyor ve soruyoruz. Acaba neden? Çok adil ve demokrat olduklar›ndan m›? Yoksa...

İslâmiyet'e göre;

Halk›n yönetim aç›s›ndan rahat edebilmesi amac›yla 'kanton sistemi' ve 'içtihat sistemi' getirilecektir.

İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayan›şma ortakl›klar› oluşacak; halk istediği sosyal grubu ve kantonu seçmede, gerektiğinde 'hicret edebilme' konusunda serbest olacakt›r.

Hürriyetler, birli veya ikili sistemde değil

'çoklu sistemde' sağlanabilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te din adamlar› devletten yana idiler.

 

"B- BU KONULARDA BATI'da ve İSLAM ülkelerinde DİN ADAMI'n›n farkl› tutumlar›.

Sadece din kuruluşu aç›s›ndan değil ve fakat konuyu din adam›n›n tutum ve davran›şlar› aç›s›ndan da ele ald›ğ›m›zda Bat›l› din adam› ile şeriat ülkelerindeki din adamlar› aras›nda çok önemli farklar göze batmaktad›r.

Bat›l› din adam› sadece kişi hak ve hürriyetleri lehine çal›şm›ş ve dünyevi iktidarlara karş› mücadele etmiş değil ve fakat din ve devlet ay›r›m›n› güçlendirmek için de elinden geleni yapm›şt›r. Oysa ki İslâm'da din adamlar› layiklik için çal›şmak şöyle dursun ve fakat bu konuda uğraşanlar› dahi dinsizlikle suçlama yolunu tutmuşlard›r.

Bat›l› din adam›, din kurallar› aras›nda aray›p bulduğu layiklik esas›n› işlerken, ve din ve devlet ayr›l›ğ›nda kişi için en mutlu yaşamlar›n varl›ğ›n› öğüt verirken, İslâm ülkelerinde ve özellikle Osmanl› devletinde layikliği savunmak ve hatta düşünmek bile suçtu. H›ristiyan dünyas› layik devlet anlay›ş›n› günlük yaşant›lar›n temel prensibi haline getirirken İslâm ülkeleri bunun z›dd›n› yani din ve devlet birliği esas›n› devam ettirmişlerdir. Layiklik konusunda fikir vermek isteyen ayd›nlar› dahi en kaba usullerle susturmas›n› bilmiş-erdir..." (s. 172)

 

İKİ ÇEŞİT DEVLET VARDIR;     HER MÜSLÜMAN,

ADİL DEVLETİ DESTEKLEMEKLE MÜKELLEFTİR.

 

İki çeşit devlet vard›r:

1) Birincisi 'kuvvete dayal›' devlettir.

Bu sistemi benimseyen insanlar, herhangi bir yöntemle iktidar› ele geçirir ve benimsedikleri dünya ve devlet düzenini diğer insanlara zorla dayatarak kabul ettirir.

Bu sistemle yönetilen topluluklarda dinin ve din adamlar›n›n görevi, bu zalim yöneticilerin otoritesini k›rmak ve iktidarlar›n› yap›lacak uyar›larla ›slah etmeye çal›şmak olacakt›r.

2) İkinci tip devlet anlay›ş› ise 'hakka dayal›' devlet anlay›ş›d›r. Ayr› ayr› ve zay›f olan insanlar kendi haklar›n› koruyamamaktad›rlar. Bu insanlar bir araya gelerek başlar›na adil bir hükümdar nasbederler ve onun uygulad›ğ› adil düzen sayesinde haklar›n› iç ve d›ş tehlikelere karş› korurlar.

Bu devlet düzeninde dinin ve din adamlar›n›n görevi, iktidar› güçlü ve kuvvetli k›lmakt›r. Yöneticiler ülkeyi adaletle yönettikleri sürece onlar› desteklemek, onlar› sürekli denetlemek ve yanl›ş davran›şlarda bulunduklar›nda uyarmakt›r.

Bat› dünyas›nda 'kuvvete dayal›' olarak hükmeden ve halk›n› ezen 'zalim hükümdarlar' vard›. Her zaman halk›n yan›nda yer almas› gereken din adamlar›, bu hükümdarlar›n zalim yönetimlerine karş› ç›kt›lar.

İslâm dünyas›nda ise 'hakka dayal›' olarak hükmeden ve halk›n› adaletle yöneten 'adil hükümdarlar' vard›. Yine her zaman halk›yla iç içe yaşayan din adamlar›, cemaatleriyle beraber bu adil yöneticilerin yan›nda yer ald›lar ve onlar› desteklediler.

Yazar›n iddia ettiği gibi ortada bir suç varsa bu suç din adamlar›nda değil, monarşik yollarla iktidara geldikleri halde hükümdarlar›n 'zalim' olmay›p 'adil' olmalar›ndad›r. Adaletle hükmedilmesinden ve halk›n da yöneticilerinden memnun olmas›ndan dolay› o toplumun dinî kuruluşlar› olan tarikatlar, Osmanl›lar zaman›nda devletin yan›nda yer alm›şlard›r. Cumhuriyet döne-minde ise bilinen sebeplerden dolay› yönetimin karş›s›nda olmuşlard›r.

Şimdi asl›nda Say›n Arsel'in tarikatlara mersiye ve medhiye yazmas› gerekir. Ama o bunu yapm›yor veya yapam›yor ve hep sald›r›yor; nedense bunu hep yap›yor! Ne zaman ki yavaş yavaş demokrasi uygulamalar›na geçip yöneticiler k›smen de olsa 'adil' olmaya başlad›lar, tarikatlar da adaletleri ve iyilikleri nisbetinde onlar› desteklemeye başlad›lar.

İslâm devlet düzeninde;

'Din adamlar›' diye bir s›n›f ve kesim yoktur;

Müslümanlar vard›r.

Her Müslüman, devlet ve yöneticiler adil ise yan›nda yer alacak ve kuvvetli k›lmak için çal›şacak, onun için savaşa gidip gerekirse can›n› feda edecek; devlet ve yöneticiler adil değilse adil yapmak için çaba sarfedecek, bunu başarmak için olanca gücünü kullanacak ama sonunda başaramazsa o ülkeyi terkedip adil olan başka bir devlete hicret edecektir.

İslâmiyet'te zay›f devlet teorisi yoktur. Devlet demek, kuvvetli olmak demektir. Kuvvet ve kudret sahibi olmayanlar devlet olamazlar.

Nitekim Mustafa Kemal da öyle demiyor mu? Hayat mücadeleden ibarettir, bu mücadeleyi kim kazan›rsa o yaşar.

Ancak burada Müslüman›n görevi, adil olan› kuvvetli k›lma veya adil yöneticileri kuvvetli yapmad›r. Zaruret halinde hicret etmeden iktidar›n ve yöneticilerin gücünü zay›flatmak, iç ve d›ş tehlikeler doğurur ve gemi batar; bu durumda da gemi sadece batmakla kalmaz içindekiler de hep birlikte yok olurlar.

Gemi bat›r›lacaksa ya da o geminin art›k bat›r›lmas› gerekiyorsa, bu durumda gemi bat›r›lmaz, terkedilir. Bunun anlam›, zalim hükümdarlar› öylesine kendi başlar›na b›rakacağ›z demek değildir. Hükümdar› ve devleti kuvvetli k›larken ayn› zamanda sürekli olarak denetleyecek ve adil olmas›n› da sağlam›ş olacağ›z. Bütün uyar›lar›m›za ve gayretlerimize rağmen başar›l› olamazsak, art›k son çare olarak oradan göç edeceğiz.

Halk yani herkes desteğini çekip hicret edince o hükümdar kimi yönetecektir ki? İslâm düzeninde zalim hükümdar› hizaya getirmenin usulü budur. Zaten desteğin çekildiğini gören hükümdar hemen kendisine ve yönetim biçimine çekidüzen vermeye başlar. Aksi halde hükümranl›ğ›n› kaybeder.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanl› Devleti'nde din adam› devlete bağl› idi.

 

"1- DİN'in ve din adam›'n›n devlet'e bağl› oluşu nedeniyle İKTİDAR'a karş› ve İktidar› s›n›rlayacak bir güç bulunmay›ş›:

Bilindiği üzere ORTA ÇAĞ Avrupas›nda KİLİSE, bağ›ms›z ve güçlü bir kuruluş olarak DEVLET'in karş›s›nda yer alm›şt›r. Böylece İDARE EDEN ile İDARE EDİLEN aras›nda adeta ARACI durumunda iş görebilmiş ve KİLİSE ile DEVLET rekabetinden de kişi hürriyetleri yararlanm›şt›r.

Oysa ki Şeriat ülkelerinde buna benzer bir durum ortaya ç›kmam›şt›r.

Özellikle Osmanl› devleti zaman›nda DİN ADAMI hükümdar›n emrinde, ona bağl› güç olarak İKTİDAR'a s›n›r çizmek şöyle dursun ve fakat onu s›n›rs›z sahalara götürmek bak›m›ndan zararl› ve tehlikeli bir iş görmüştür."(s. 173)

 

İSLÂMİYET'TE 'ŞEYHÜLİSLÂM' YOKTUR

'MÜÇTEHİD' OLMAYAN BAKAN VE BAŞKAN OLAMAZ

 

Osmanl› Devleti yönetiminde 'şeyhülislâm' ve 'şeyhülislâm-l›k makam›' vard›.

İslâmiyet'te yeri olmayan bu uydurma müessese, Osmanl›lar döneminde bugünkü anayasa veya anayasa mahkemesi mesabesinde bir işlev görüyordu. Şeyhülislâmlar din adam› değildiler. Çünkü şeyhülislâmlar Allah'tan vahiy almad›klar› gibi hiç kimseyi 'afaroz' veya 'vaftiz' de etmiyorlard›. Sadece devletin en yüksek seviye ve makam›ndaki hukuk müşaviri konumundayd›lar. Hukuk devleti anlay›ş› da zaten buradan gelmiş bulunmaktad›r.

Bat› dünyas›nda hükümdarlar› bağlayan ve denetleyen bir kurum yoktu. Gerçi kilise vard› ama kilise yap›lan işler hakk›nda 'fetva' vermiyor, kişiyi 'dinsiz' diye 'afaroz' ediyor ve o kimsenin krall›ğ›n› düşürüyordu.

İslâm dünyas›nda yani Osmanl› yönetiminde ise sorulan meselenin hukuka uygun olup olmad›ğ›na fetva veriliyordu. Yani hakl› kimse as›lm›yor, haks›z olan kimse as›l›yordu. Günümüzde de hukuk mekanizmas› böyle çal›şm›yor mu?

Bu kurumun, bugün de emsallerinde ve özellikle Türk adalet sisteminde aç›kça görüldüğü gibi kötü çal›şt›ğ› dönemler olmuştur. Alt› as›rl›k uzun bir yönetim devresinde elbette az da olsa kötü yönetim dönemleri olmas› normaldir. Ama aksakl›klar›n as›l sebebi 'içtihat' yapman›n yasaklanmas›, 'içtihat kap›s›n›n kapanmas›' ve art›k 'fetva' devrinin başlat›lmas›d›r. Olumsuzluklar bu gelişmelerin tabiî bir sonucudur.

İslâmiyet'te 'şeyhülislâm' yoktur.

Böylesine varolduğu ileri sürülen bir makam›n İslâm ad›na hüküm yani 'fetva' vermesi bir nevi şirktir. Çünkü herkes kendi içtihad›yla hareket etmek zorundad›r. Şeyhülislâm, hükümdar ve halifenin özel bir müçtehidi olarak düşünülebilir ama hükümetin müftüsü olamaz. Meselâ, kabinede yirmibeş bakan varsa ve kabine üyeleri müçtehid değilse, bakanlar›n her biri bir müçtehid seçecek ve müçtehidinden ald›ğ› fetvalarla oyunu kullanacakt›r.

Esas›nda İslâmiyet'te müçtehid olmayanlar›n hükümdar yani başkan veya bakan olmalar›na cevaz verilmez.

İslâmiyet'e göre;

Herkes mevzuata uymak zorundad›r ve herkes kendi içtihad› ile ilzam olunur. Hesab› da bizzat kendisi verir.

Amirin içtihad› ile hareket etmek caiz değildir ve tek baş›na emir sorumluluktan kurtarmas› için yeterli değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Bağ›ms›z din adam› despotizmi önler.

 

"2- Uhrevi güç (DİNSEL güç) DEVLET karş›s›nda BAĞIMSIZ güç niteliğinde olsayd› DESPOTİZM sistemi sonucunda değişiklik olmazd›.

DİN ve DİN adam›, devlet'ten ayr›, bağ›ms›z bir güç ve kuruluş olarak iş görmediği için kamu hürriyetlerinin korunmas›, ve İktidar›n s›n›rlanmas› mümkün olmam›şt›r diye düşünmek şüphesiz ki yanl›ş değildir. Bat›'da KİLİSE'nin başl› baş›na bir güç ve devlet'e rakip bir kuruluş olmas› nedeniyle hürriyet gelişmesi sonuçlar›ndan bahsedilmektedir. Böyle bir durum Şeriat ülkelerinde görülmemektedir...(s. 173)

Çünkü, dayand›ğ› temel esaslar ve düzen itibariyle ŞERİAT, KİŞİ'de tabiî hak ve hürriyet unsuru görmeyen, ve KİŞİ'ye TANRI'n›n kölesi olmaktan daha üstün bir değer tan›mayan ve bu nedenle ona üstün hak ve hürriyetlere sahip olma isteğini ve dileğini vermeyen bir sistem olarak demokrasi ve hürriyetler rejimine yönelmezdi...

Daha önce de belirttiğimiz üzere TOTALİTERLİK ve DESPOTİZM doğrudan doğruya ŞERİAT'›n kendinden gelme şeylerdir... Ve bundan dolay›d›rki Şeriat ülkelerinde Şeriat düzeni, Doğu Avrupa ülkelerindeki Ortodoks kilisesinden de daha y›k›c› ve çökertici ve kişideki ve toplumdaki yaşamlar› ve dinamizmi söndürücü işler görebilmiştir."(s. 174)

 

DENGELİ VE DENGESİZ YÖNETİMLER

İSLÂMİYET 'SAVAŞ' DEĞİL 'BARIŞ DÜZENİ' GETİRİR

 

Baz› güçler her zaman dengesiz yönetimlerin varolmas›n› istemektedirler. Ancak sosyal kanunlar bu güçlere karş› mutlaka bir karş› güç ve kuvvet ç›kar›r ve dengeyi yeniden oluşturur.

Mustafa Kemal başlang›çta İstanbul Hükümeti ve Kuvvay› Milliye'ye dayanarak dengeyi kurdu. Sonra ordu ile Kuvvay› Milliye aras›nda denge oluştu. Sonra hilafetçilerle cumhuriyetçiler aras›nda denge kuruldu. Sonra tek parti ile çok particiler aras›nda denge oluştu. Sonra demokratlarla bürokratlar aras›nda denge meydana geldi. Sonra askerlerle siviller aras›nda denge oluştu. Daha sonra şeriatç›larla lâikler aras›nda ayn› boğuşma sürdü. Nihayet askerlerle siviller aras›ndaki mücadele ile doksanl› y›llara var›ld›.

Bat› dünyas›nda da benzer kutuplaşmalar olmuş ve din her zaman fonksiyonunu icra edip gerekli rolünü oynam›şt›r.

İslâm dünyas›nda ise benzer kutuplaşmalarda gerek tekke ve gerekse medreseler birlik olup bir taraf› tutacaklar›na bölünmüş ve iki taraf› da desteklemişlerdir. Dolay›s›yla bu müsbet yaklaş›m sayesinde denge bozulmam›ş ve kanl› savaşlar olmam›şt›r.

İslâmiyet;

'savaş düzeni' değil 'bar›ş düzeni' getirmektedir.

Sosyal kutuplaşmay› tabiî kabul etmekle birlikte, bu kutuplaşmada tabiî bir oluş ve yap›laşmay› öngörmektedir. Müsbet ve menfi elektrik, kuzey ve güney kutbu varsa ve Makswel'in formülleri ile bunlar birbirine bağl› ise; aynen bunun gibi sosyal yüklenme ve kutuplaşmalar vard›r.

İman müsbet yükü oluşturur. İlim ise şüpheci olmas› nedeniyle menfi yükü oluşturur ve ayr› yükler yani dinî kuruluşlar ile ilmî kuruluşlar birbirlerini iterler. Buna karş›l›k din ile ilim birbirlerini çeker ve bir denge oluşur.

Benzer şekilde meslekî kuruluşlar üretici olduklar›ndan kuzey kutup, siyasî kuruluşlar yasaklay›c› olduklar›ndan güney kutup oluştururlar. Birbirini iterler ama karş› kuruluşlar birbirini çekerler. Denge böyle oluşur. Bu oluşumda başkan taraf değil denge unsurudur.

Oysa Bat› dünyas›nda din ile devlet aras›ndaki ilişki çekişme ve çat›şma içinde geçmiştir. Dolay›s›yla bu çekişme huzursuzluk kaynağ› olmuş, lâiklik merhalesine de bundan sonra var›lm›şt›r.

Arsel'in mant›ğ›na göre, Diyanet İşleri Başkanl›ğ› bağ›ms›z olmal› ve Cumhuriyet yönetimi ile boğuşmal›d›r. Ama Arsel buna da karş›d›r. Asl›nda o her şeye karş›d›r! Hele sözkonusu olan İslâm ve ondan kaynaklanan doğrular ise, tereddütsüz karş›d›r!.. Ve akl›nca ve baz›lar›nca o ilim adam›d›r ve yapt›klar› da ilminin bir gereğidir!..

 

*    *   *

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Osmanl› yönetiminde din bağ›ms›z olmad›ğ›ndan

despotizm doğmuştur.

 

"IV- Osmanl› Devletinde de durum ayn› -Hükümdar›n İKTİDAR'›na rakip ve onu s›n›rlayabilecek bir tek kuruluş yok- DİN iktidar›n desteğinde.

Her ne kadar bütün devirler boyunca Şeriat ülkelerinde sadece TEOKRASİ denilen din devleti sistemi cari olmuş ise de DİN ADAMI'n›n âdeta bir oyuncak gibi hükümdar›n emrinde ve elinde, onun ç›kar›na ve keyfî iktidar›na araç olmas› Yavuz Selim'in Hilafeti ele geçirmesiyle (1516-7) gerçekleştirilmiştir. Özellikle Kanunî Süleyman ile birlikte (1522-1566) Saltanat ve HİLAFET tek bir elde toplanm›ş ve örgütlenmiş olarak iş görmeğe başlam›şt›r. Bu demek olmuştur ki Padişah sadece dünyevî, ve sadece askerî iktidar›n tek ve mutlak sahibi değil ve fakat ayn› zamanda uhrevî iktidar›n da sahibi olarak Tanr› ve Peygamber düzenini, emirlerini (Şeyhülislâm› kendine sözcü yaparak ve fakat onun da kaderini elinde tutarak) doğrudan doğruya uygulayabilecektir...(s. 174)

Devlet işlerini DİN esaslar›na uygun olarak yönetiyormuş gibi görünmek Hükümdar›n tek kaygusu idi. Çünkü bu suretle elindeki iktidar›n karş› gelinmez ve ZULUM şeklinde dahi kullan›lsa daima itaat edilmek gereken bir nitelik içerisinde tutabileceğini bilirdi. Bundan dolay›d›r ki Şeyhülislâma dan›ş›r ya da ondan fetva al›r davran›ş›nda bulunurdu. O kudretli ve kanunsuz padişah s›rf halk› aldatabilmek için din adam›n›n fikrini alarak iş görüyormuş gibi yapard›... Bk. P. Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire..., London MDCLXXXVII, sh. 3.

Fakat ister Padişah'›n isteklerine uysun ister uymas›n din adam› DİN'i olduğundan çok daha farkl› şekliyle Padişah'a ve onun mutlak İktidar›na uydurmuş say›lmaz. Çünkü zaten bizatihi ŞERİAT İKTİDAR'›n mutlak ve müstebid nitelik içerisinde kullan›lmas›na yatk›nd›."(s. 175)

 

 

OSMANLI YÖNETİMİNDE DİN VE İLİM

TAMAMEN BAĞIMSIZ VE ÖZERK BİR YAPIDAYDI

 

Her şeyden önce ve tekrar olarak belirtelim ki Osmanl› yönetimi asla despotizm ve bask› rejimi değildi. Arsel'in as›ls›z ve ilmî dayanaklardan yoksun iddialar›na her cevap verdiğimiz yerde, bu konuyu da değişik boyutlar› ile aç›klam›ş olduk. Burada da ayn› şeyi yapacağ›z. Birkaç aç›dan, H›ristiyan tebâ da dahil olmak üzere, Osmanl› halk›n›n padişahlara ve yöneticilere karş› son derece bağl› ve sayg›l› olduğunu anlatm›ş olacağ›z. Bunu delillendirerek aç›klam›ş olacağ›z.

 

1) HALK DİNİ VE OSMANLIYI HEP SEVMİŞTİR

 

Bunun en bariz ve birinci delili, Osmanl› yönetimi ve şeriat sistemi despotik bir yönetime sahip olsayd›, Mustafa Kemal İstiklâl Savaş›'na grişirken mücadelesinin, sonralar› amans›z hasm› olduğu anlaş›lan saltanat ve hilafetin kurtar›lmas› hareketi olduğu konusunu bayrak yapmazd›. Demek ki her iki kurumun da halk nezdinde önemli ve üst seviyede bir sayg›nl›ğ› vard›. Bu sayg›n›n sebebi neydi?

Demek ki, Osmanl›lar y›k›l›p çökerken bile zulüm yapmad›lar. Bundan dolay› bu en kötü dönemlerinde bile halk nezdindeki itibarlar›n› yitirmediler. Esasen herkes gibi bizler de, sadece kendi büyüklerimizden dinlediklerimizle bile, halk›n Osmanl› Hanedan›'ndan ne kadar memnun olduğunu çok iyi biliyoruz. Yaşl›lar ve bizlerden bir-iki nesil önce yaşam›ş olan insanlar yani Osmanl›lar›n y›k›l›ş dönemini idrak etmiş olanlar bile, kesinlikle Osmanl›ya ve şeriata karş› değildi.

Cumhuriyet döneminde ilkokul s›ralar›ndan başlay›p üniversite y›llar›na kadar devam eden Osmanl› düşmanl›ğ› eğitimine rağmen, bizler bile Osmanl›lara has›m olamad›k. Şeriat yani İslâm ve Osmanl› sevgisini kalbimizden, kafam›zdan ve gönlümüzden atamad›k.

 

2) TEKKE VE TARİKATLAR YÖNETİMDEN BAĞIMSIZDI

 

Osmanl›larda din adamlar›n› tekkeler ve tarikatlar temsil eder, devletin de tekke ve tarikatlarla hiç bir ilişkisi olmazd›. Bunlar yönetimden tamamen bağ›ms›z kuruluşlard›. Devletin bunlara müdahale etme ve yönetimlerine kat›lma hakk› yoktu.

Aksine zaman zaman tekkelerle âhi teşkilâtlar› bir olmuş; medrese ile beylikler bir olmuş ve böylelikle daha önce sözünü ettiğimiz direnmeler devam edegelmiştir. Padişahlar da zaman zaman yap›lan bu direnme ve bask›lar sebebiyle baz› vezirlerin başlar›n› uçurmak zorunda kalm›şlard›r.

Osmanl› yönetiminin son zamanlar›nda medrese değil tekke yeniçerilerle işbirliği yapm›şt›r. İslâmî bir kuruluş olmayan Yeniçeri Ocağ› da özellikle son dönemlerinde Osmanl›lar›n baş› na büyük dertler açm›şt›r.

 

3) DEVLETİ DİN DEĞİL İLİM KONTROL ETMİŞTİR

 

Medrese dinî değil ilmî bir kuruluştur. İlim yani medrese bütün diğer kuruluşlar›n müşaviri olduğu sürece bir problem olmam›ş ve devlet dengeleri bozulmam›şt›r. Bozulmayan bu dengeler sayesinde de halk huzurlu as›rlar yaşam›şt›r. Hattâ yukar›da sözünü ettiğimiz ve zaman zaman şeriatç›larla tarikatç›lar aras›nda cereyan eden mücadeleler bile bahsedilen dengeyi oluşturmada bir etken olabilmiştir. Dolay›s›yla devletin müşavirlik hizmetlerini gören bir kurum olarak din değil ilim yani medrese olmuş veya diğer bir ifade şekliyle devleti kontrol eden din değil ilim olmuştur.

 

 

4) MEDRESELER ÖZERK BİR YAPIYA SAHİPTİ

 

Osmanl› yönetiminde gerçi merkezde şeyhülislâm ve illerdeki kad›lar, merkezden atanm›ş kimselerdi. Ancak bunlar medreseden yani o çağdaki üniversiteden yetişme kimselerdi ve devletin de medreselere herhangi bir şekilde müdahalesi sözkonusu değildi. Ne bütçesi, ne kadrosu, ne de ders program› veya herhangi başka bir konuda müdahalesi sözkonusuydu. Medreseler tamamen özerk bir yap›ya sahiptiler ve bu özerklik günümüzdeki üniversitelerle k›yaslanamayacak kadar ileri seviyedeydi.

Bu özerklik de İslâmiyet'teki vak›f sisteminden kaynaklanmaktad›r. Bir medreseyi kuran, onun 'hayriyesi' yani hizmet yerlerini belirlediği gibi, ayn› zamanda onun 'galliyesi' yani gelir kaynaklar›n› da koymuş oluyordu. Dolay›s›yla art›k o medrese tamamen bağ›ms›z ve özerktir. Ulema yani öğretim üyeleri kendi kendilerini atar. Ders program› yoktur; alim ne isterse onu okutur, öğrenci ne isterse onu okur. Öğrencilerin iskân ve iaşeleri  yani konaklama ve yiyecek ihtiyaçlar› vak›flarca karş›lan›r; ama bunun karş›l›ğ›nda vak›f taraf›ndan ders program› ile ilgili herhangi bir müdahale yap›lmazd›.

Böylece tamamen özerk bir statüde eğitim yapan medrese mezunlar›ndan atamalar yap›ld›ğ› için ve fetvalar alenî olarak verildiğinden, şeriat uyumlu bir denge içinde en güzel şekliyle hükmünü icra ederdi.

Günümüzdeki uygulamalar aç›s›ndan da durum ayn› mecrada cereyan etmektedir. Şah rejimine karş› İran halk ink›lâb› da bu medreselilerin önderliği ve rehberliği sayesinde başar›l› olabilmiştir. Türkiye'de Kur'ân Kurslar›, İmam-Hatip Liseleri ve İlâhiyat Fakülteleri, cendere gibi s›kan ve tevhid-i tedrisat prensibine dayanan tek tarafl› bask›c› eğitime rağmen her geçen gün etkilerini daha da artt›rmaktad›rlar. Böyle bir eğitim program› olanlar›n geçmişi kötülemeye ve tenkid etmeye hakk› yoktur.

Osmanl› yönetiminde din ve ilim, tamamen bağ›ms›z ve özerk olabilmiştir. Kad›lar merkezden atanm›şt›r, ama merkezden değil medreseden yani tamamen bağ›ms›z olan bir kurumlardan yetiştirilmişlerdir.

Günümüzde ise standart fabrika üretimi gibi tek merkezde eğitilen hakimler, günde onlarca (50'ye yak›n) davaya bakmaya çal›şmakta ama adaleti sağlayamamaktad›rlar. Daha iyisini yapamad›ğ›m›z sürece geçmişi tenkid etmeye, hele hele kötülemeye hiç hakk›m›z yoktur.

 

 

*    *   *

 

 

 

 

 

Yazara göre,

Ulema s›n›f› despotizme yard›m etmiştir.

 

"Osmanl› Hükümdarlar›'n›n UHREVİ (dinsel) İktidar› kullanma konusunda gevşek ve ilgisiz olmalar› olagan›n›n ULEMA s›n›f›'n›n gücünü artt›rd›ğ› ve toplumun gerici unsurlariyle (Fanatik halk y›ğ›nlar› ve Yeniçeri kuruluşu) işbirliğine sürüklediği.

Fakat şüphesiz ki iktidar›n dinsel bir kaynağa dayat›lm›ş olmas› (Şeriat arac›l›ğ› ile) Padişahlar›n durumunu daha da sağlam ve karş› gelinmez bir otorite kertesine yükseltmiştir. İktidar›n kaynağ›n›n dinsel olmas› elbetteki İktidar sahibini din adam›na (Ulema'ya) karş› şu veya bu şekilde bağl› k›lacakt›. Çünkü nihayet İktidar› ondan alacağ› fetvalara göre uygulamakta yarar vard›. Otoritesinin meşruluğu biraz da buna bağl› idi... (s. 175)

Öte yandan Osmanl› Padişahlar› ak›ll›, zeki ve gayretli ve devlet işlerine eğilmiş ve ordunun baş›nda savaşa gider olduklar› sürece, yani Kanuni'ye gelinceye kadar, Ulema'y› kendilerine son derece bağl›, sayg›l› bulmuşlar ve onlara karş› oldukça güven besler olmuşlard›r...(s. 176)

Uleman›n (din adamlar›n›n) Yeniçeri gücü ile ittifak› her iki taraf›n ç›karlar› bak›m›ndan yararl› görünmüştür; çünkü yeniçeri kuruluşu fiziki güç yolu ile ulemay› desteklemek ulema ise din fetvalar› ile yeniçerilerin her dileğini oluşturmak usullerinin kendileri için iyi sonuç verdiğini keşfetmişlerdir. Böylece zamanla Padişah, yeniçeri-ulema ittifak›n›n zavall› kurban› durumuna girecektir. Bütün bu hususlar için XIX cu yüzy›l›n başlar›nda Osmanl› ordusunu eğitmek ve geliştirmek amaciyle Fransa'dan getirilen A. de Juchereau Saint-Denys'in "Révolutions de Constantinople 1807 et 1808" başl›kl› iki ciltlik yap›t›na bak›n›z. (Paris 1819, Vol. I, sh. 4-8).

Görülüyor ki din adamlar› s›n›f› diyebileceğimiz Ulema'n›n zamanla Padişahtan ayr› ve oldukça bağ›ms›z bir duruma girmesi Bat›'da olduğu gibi toplum ve kişi hürriyetlerinin İktidar ihlallerine karş› korunmas› yolunu açmam›ş, aksine despotizmin yoğunlaşmas› sonuçlar›n› doğurmuştur."(s. 177)

 

 

İSLÂMİYET'E GÖRE ORDU VE ASKERLİK

ORDULARIN BAŞI DEVLET BAŞKANIDIR

 

Osmanl› devlet yap›s›nda köklü ve sağlam gelenekleri ile beylikler vard›. Gerçi Osmanl›lar zamanla bu beylikleri hakimiyetleri alt›na ald›lar ama onlar yine de varl›klar›n› sürdürdüler. Devlet yönetiminin bütünüyle bürokratlar›n eline geçişi Tanzimat yönetimlerinden sonrad›r.

Biz bu uygulamay› yani Tanzimat yönetimine geçişi, Osmanl›lar›n kendi aslî bünyesinden ve güçlü yap›lanma modelinden uzaklaşma olarak görüyoruz.

Osmanl›larda merkezî yönetim uygulamas› yeniçerilerle birlikte başlam›ş ve belli bir merhalede iyice kemikleşmiştir. Bu usul Abbasilerden beri uygulanagelen 'hassa ordusu' geleneğinin bir uzant›s›d›r. Saltanat yönetimi uygulamas›n›n başka türlü yürümesi mümkün değildi.

Bat›l›laşma hareketlerinin müsbet bir uygulamas› olarak millî ordular oluştu. Ordunun bu şekilde yap›lanmas› demek, İslâmî ordu kurulmas› demekti. Yani beylikler şeklinde olmasa da 'komutanl›klar' şeklinde ordular oluştu. Paral› askerler ve kölelerden oluşmuş olan ordu ortadan kalkm›ş oldu.

Bu yeni ordu, Son PeygamberMuhammed'in ordusuydu ve bundan dolay› ismine de 'Asâkir-i Mansûre-i Muhammedîye' dediler.

Bugünkü Türk ordusu millî ordudur. İslâmiyet'in önerdiği ve öngördüğü şekilde oluşmuştur. Bu vesileyle burada orduda İslâmiyet'e göre yap›lmas› gereken değişiklikleri de belirterek, bugünkü Türk ordusunun İslâm ordusundan ne yönde farkl›l›klar› bulunduğunu aç›klam›ş olal›m.

İslâmiyet'e göre;

Ordular›n baş› ayn› zamanda devlet başkan›d›r.

Dolay›s›yla Genel Kurmay Başkanl›ğ› yoktur.

Olsa olsa bir korgeneral genel kurmayl›k yapar.

Osmanl› ordusunda ve askerî yap›lanmas›nda durum böyleydi. Böylelikle ordunun ve askerlerin sivil yönetimlere müdahale etmesi engellenmiş olur.

Bu uygulama yan›nda

cumhurbaşkan› da orgenerallerden seçilmelidir.

'İlmî Şûra'

orgenerallerden birini cumhurbaşkan› yapmal›d›r.

Yoksa orduya hakim olamaz, dengeyi kuramaz;

sürekli çat›şma ve müdahale olur.

 

İslâm düzeninde;

Cephe komutanlar›

devlet başkan›nca atan›r veya azledilir.

O halde her bölgeye bir ordu komutan› atanmal›d›r.

Böylece ülke yaklaş›k olarak on ordudan oluşmal›d›r.

Ayr›ca özel kara, deniz ve hava kuvvetleri yoktur.

Bir ordu, bağ›ms›z olarak savaş verebilen bir kuruluştur.

Ordu komutan›, ordusunu şartlar›n gerektirdiği şekilde ve cephesinin özelliklerine göre teşkilâtland›r›r.

Vatandaşlar orduya ve askerlik hizmetlerine nöbetleşe kat›lacaklard›r. Ancak bir denge tedbiri uygulamas› olarak bir bölgede o bölgenin halk› değil, diğer bölgelerin halk› asker olarak gönderilecektir. Halk yani vatandaşlar, kendi bölgeleri d›ş›nda istedikleri orduda ve komutan›n emrinde askerlik hizmetlerini yapabileceklerdir. Komutanlar da istedikleri kimseleri ordular›na alabileceklerdir.

Savaş ihtiyarîdir. Gönül r›zas› iledir. Zorlama yoktur.

İsteyenler bedel vermek şart›yla askerlik hizmetinden muaf tutulabilirler. Bedel miktar›n›n tesbiti orduya aittir. Komutanlar duruma göre dengeyi sağlarlar. İhtiyaca göre askerlik bedelini yükseltir veya düşürürler. Ayr›ca gümrük gelirleri de orduya aittir. Bütçeden alacaklar› pay oranlar› da anayasa ile belirlenmiştir.

Ordulara askerî m›nt›kalar tahsis edilir ve oralarda savaş hukuku uygulan›r. Askerler bu m›nt›kalar d›ş›ndaki yerlerde resmî k›yafetleri ile dolaşmazlar.

İşte k›saca özetlemeye çal›şt›ğ›m›z bu farklar d›ş›nda, bugünkü ordumuz 'İslâm Ordusu' tarz›nda teşkilâtlanm›ş bir ordudur. Yeniçerilerin ortadan kalkmas›yla yeniden şeriata dönülmüş; bürokrasi yönetimine geçildiği oranda şeriattan uzaklaş›lm›şt›r.

 

 

 

 



© 2024 - Akevler