İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
2195 Okunma
YEDİNCİ BAŞLIK

YEDİNCİ BAŞLIK

 

 

 

ŞERİAT DÜZENİ NEDENİYLE

İSLÂM DEVLETLERİNİN NİTELİKLERİ

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Şeriat›n yap›s›;

seçim, halk egemenliği, iktidar s›n›rlamas›, tabiî haklar

ve hürriyetler, demokrasi ve lâikliğe elverişli değildir.

 

"ŞERİAT'›n GETİRDİĞİ DÜZEN NEDENİYLE İSLÂM DEVLET-LERİ'nin ANAYASALCI, DEMOKRATİK, CUMHURİ ve HÜRRİYETÇİ OLMAYIP MUTLAKİYETÇİ, TOTALİTER VE TEOK-RATİK NİTELİKTE KALMA-LARI

Her ne kadar Arap Peygamberi'nin kurduğu ilk İslâm devleti'nin ve Muhammed'ten sonra gelen ilk dört Halife devrindeki "Devlet" ve "Hükümet" sistemlerinin Demokratik ve Cumhuri nitelikte olduğu ve İslâm'›n "ÖZ ve TEMEL ESASLAR" itibariyle demokratik olduğu söylenir ve İslâm'›n özünden uzaklaş›ld›ğ› ve Şeriat'a s›rt çevrildiği hallerde DESPOTİK ve TOTALİTER sistemlere gidildiği ve TÜRK YÖNETİMİ devirleri'nin buna örnek verilebileceği iddia edilirse de bu iddian›n gerçekle ilgisi yoktur. Olmad›ğ›n› anlamak için Şeriat› incelemek ve İslam'›n getirdiği düzeni ve zihniyeti eleştirmek ve İslam tarihine göz atmak yeterlidir. Çünkü İslamda daha ilk anlardan itibaren demokratik ve cumhuri nitelikte bir devlet ve hükümet sisteminin yokluğu kendisini göstermiştir. Ne Muhammed'in baş›nda bulunduğu ilk İslam devletinde, ne ondan sonraki dört Halife ve Emevi'ler ve Abbasi'ler devirlerinde Anayasalc›, Demokratik, Cumhuri ve Hürriyetçi ilkeler ve siyasal bir düzen var olamam›şt›r. Demokratik Cumhuriyet diyebileceğimiz bir sistemi oluşturan ne gibi unsurlar var ise bunlar›n hiçbirisi bu ilk İslam devletlerinde ( ve daha doğrusu İslam'›n devlet doktrininde) görülmemiştir. Toplum için ne EGEMENLİĞE sahip olmak, ne kendi HÜR İRADESİ'ne göre KANUN yapabilmek, ne TEMSİL ORGANLARINA sahip olmak ve temsil organlar›n› seçebilmek, ne İKTİDARI SINIRLAYABİLMEK veya İKTİDARI SORUMLU KILMAK, ne EKONOMİK gelişmeye yönelerek siyasal ve sosyal aşamalara kavuşmak ve ne de bunlara benzer ilkeler ve sistemler arac›l›ğ› ile HAK ve HÜRRİYETLER düzeyine yükselmek bahis konusu olabilmiştir. Aksine DEMOKRASİ'ye gidebilecek her yol şu veya bu şekilde t›kal› tutulmuştur. Muhamed ve ilk dört Halife zaman›n› demokratik devlet ve hükümet sistemine ideal örnek gösterenler, Demokrasi anlay›ş›na. "SEÇİM" veya "HALK EGEMENLİĞİ" veya "İKTİDAR SINIRLAMASI" veya "TABİİ HAKLAR ve HÜRRİYETLER" veya buna benzer İLKELER d›ş›nda formüller bulmaya çal›şanlard›r. Bu bölümde İslam'›n DEMOKRATİK ve CUMHURİ bir devlet ve hükümet şekline ve uygulamas›na olanak b›rakmayan baz› yönlerini inceleyeceğiz."(s. 178,179)

 

 

İSLÂM DÜZENİNDE TEMEL BAZI MESELELER:

SEÇİM, EGEMENLİK, İSYAN, BAŞKANLIK, YÖNETİM,

TABİİ HAKLAR, MERKEZİYETÇİLİK VE

YERİNDEN YÖNETİM

 

Burada yeni bir bölüme başlarken, bu çal›şmam›zda adetimiz olmad›ğ› halde yazar›n bu k›s›mdaki metnini aynen ve özetlemeden aktard›k. Tek bir kelimesine bile dokunmad›k. Amac›m›z yazar›n üslubunu ve anlay›ş›n› bu vesileyle bir bütün olarak aktarmakt›r. Yazar bu giriş k›sm›nda zihniyetini bütün ç›plakl›ğ› ile izhar etmektedir. Biz bu zihniyette olan insanlar›n say›s›n›n az olduğunu çok iyi biliyoruz. Bunlar azd›r ama maalesef önemli makam ve mevkiler işgal etmektedirler. Dolay›s›yla insan›m›z›n mukadderat›na ve ülkemizin geleceğine hükmetmektedirler.

Yine baz› d›ş mahfiller ve mihraklarla işbirliği içinde olduklar› izlenimini vermektedirler. Aksi halde Bat› dünyas› ve değerleri, sistem ve medeniyeti, H›ristiyanl›k ve Kilise gibi konularda son derece olumlu yaklaş›mlarda bulunurken; 'şeriat' ad› alt›nda Türk milletinin bin y›ll›k inanç ve değerlerine sürekli olarak sald›rmas›n› başka türlü değerlendirmek mümkün değildir.

Doğrusu bir üniversite ve fakültenin böyle bir eseri yay›nlamas›n› da anlamak mümkün değildir. Ama bu konuyu da iddia ve düşüncelerimizin bir parças› olarak burada bir kere daha hat›rlatmakta yarar vard›r. Üniversite-lerimizde yani sadece ilmî gerçeklerin öğretilmesi gereken kurumlar›m›zda bu zihniyetin bulunmas›, tek kelimeyle ilmî intihard›r. Bir ülke bu düşüncelerle bağ›ms›z olamaz, kalk›namaz, ilmî gerçekleri yakalayamaz; sadece sömürge ve uydu olur...

Bu zaruri ve zorunlu aç›klamadan veya hat›rlatmadan sonra, doğrudan doğruya yazar›n zikrettiği temel baz› meselelerin 'İslâm düzeninde' nas›l olacağ› konular›na geçebiliriz. Bizim görüş ve anlay›ş›m›za göre, İslâm aç›s›ndan dünya ve devlet düzeni aşağ›daki konularda aç›klayacağ›m›z gibi olmal›d›r.

 

İslâm düzeninde, sand›kta oy kullanma yoktur.

Herkes kendi akilesini yani partisini seçer ve istediği her zaman da dağiştirebilir. Yani 'sand›k sistemi' yerine 'bağlanma sistemi' vard›r. Bunun İslâm literatüründeki ad› 'biat sistemi'dir. Sistemin en güzel ve örnek uygulamalar›n› Hz Peygamber yapm›şt›r. Belli say›da kimseleri kendisine bağlayabilen şah›s temsilci olur. Hangi sistemin daha iyi ve daha demokratik olduğu her zaman tart›ş›labilir.

 

İslâm düzeninde;

Çoğunluğun egemenliği ve çoğunluk sistemi yoktur.

Halk kendi içtihat ve icmalar› ile yükümlü k›l›nmaktad›r. Bir insan›n çoğunlukta da olsa, başka bir insan› kendisine itaat ettirme hakk› yoktur. Böyle bir hak bulunmamaktad›r. Sözleşme serbestliği vard›r ve bu sözleşmeler kişileri bağlamaktad›r. Halk bağland›ğ› başkanlara itaat eder.

 

İslâm düzeninde; çağ›m›z demokrasilerinin en büyük handikap› olan

Çoğunluk sistemi yoktur.

İslâm düzeninde;

Halk›n başkana isyan etmesi sistemi yoktur.

Başkan›n gücünün zay›flat›lmas› kabul edilmemektedir. Başkan›n gücünün zay›flat›lmas› dengeleri bozar ve devleti çökertir. Yerinden yönetim, kanton sistemi, halk›n hicret hakk› ve halka sağlanan diğer benzeri imkânlar; başkanlar› zay›flatarak değil de onlar güçlü olduklar› halde adil olmalar›n› sağlamaktad›r. Sistem kendiliğinden ve tabiî olarak başkanlar› denetim alt›nda tutmakta ve adil olmaya zorlamaktad›r.

 

İslâm düzeninde; Bütün haklar tabiîdir ve insan hürdür.

Bunlar›n ayr›ca kanunlarda ve anayasalarda yaz›lmas›na gerek yoktur. Bunlar insanda doğuştan varolan haklard›r. İnsan›n insan olmas›n›n tabiî bir sonucudur. Hiçbir beşerî güç insan›n bu haklar›n› elinden alamaz. Ancak insan›n yine kendi iradesiyle yapt›ğ› sözleşmelerle, tabiî haklar› ve hürriyetleri s›n›rlanabilmektedir. Bu s›n›rlar da gelişigüzel değil, yetkili ve bilgili hakemler taraf›ndan belirlenir.

 

İslâm düzeninde;

Başkanl›k verasetle geçmez; biatla oluşur.

Hanedan hükümranl›ğ› yoktur. Saltanat sistemi İslâmî değildir. Bir sülalenin veya kabilenin bütün insanlar› yönetmesi kabul edilemez. Babadan oğula veya diğer yak›n akrabalara hükümdarl›ğ›n devri sözkonusu olamaz. Ancak baban›n başkan olmas›, biat yani bağlanma sistemi ile gerçekleşmesi şart›yla oğlunun da başkan olmas›na mani değildir.

 

İslâm düzeninde;

Merkeziyetçilik yoktur, yerinden yönetim vard›r.

Daha önce de defalarca değinildiği üzere, İslâm düzeninde asla merkeziyetçilik yoktur; 'yerinden yönetim sistemi' vard›r. Yerinden yönetimi gerçekleştiren mekanizma ve yap›lanma modelleri vard›r.

 

Yazar sürekli olarak ayn› tekrarlamalarda ve iddialarda bulunmaktad›r. Burada da baz› konularda ayn› şeyi yapm›şt›r. Ama biz yine de bütün iddialar›na cevap vermekten geri durmuyoruz. Bunu yaparken en önemli amaçlar›m›zdan biri de, kafalardaki ve kalplerdeki tereddütleri ortadan kald›rmakt›r. Sadece bunu gerçekleştirsek bile, kendimizi başar›l› ve bahtiyar sayacağ›z. Ama bizim niyet ve hedeflerimiz bundan daha fazlad›r.

Bizler çal›ş›yoruz.

Başar›ya ulaşt›racak olan ise Allah't›r.

Vakti gelince olmas› gereken her şey olacakt›r.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

 

İSLÂM DEVLET DOKTRİNİNDE

 

DEMOKRASİYE ELVERİŞLİ SEÇİM OLMADIĞI

 

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet seçim sistemi getirmemiştir

 

"İSLAM'›n DEVLET DOKTRİNİNDE ve ŞERİAT DEVLETİ UYGULAMASINDA DEMOKRASİYE YA DA CUMHURİYET REJİMİNE ELVERİŞLİ BİR SEÇİM UNSURU'nun ÖNGÖRÜLMEDİĞİ:

Şeriat devlet doktrininde ve uygulamas›nda demokratik ya da cumhuri bir devlet ve hükümet rejimine (veya böyle bir rejimin kurulmas›na) elverişli bir SEÇİM unsuru, veyahutta İKTİDAR'›n devri (İktidara geliş) esaslar› öngörülmemiştir. İktidar›n devri konusunda aç›k ve seçik bir sistem getirilmediği içindir ki Şeriat ülkeleri tarihi iktidar kavgalar› ve taht çekişmeleri şeklinde süregelmiştir. İktidara geçiş düzeninin belli esaslara bağlanmam›ş olmas› sürekli şekilde siyasî huzursuzluklar yaratm›şt›r."(s. 180)

 

İSLÂM SEÇİM SİSTEMİ

MEDİNE DEVLETİ'NDE ÂKİLE UYGULAMASI

 

Hz. Peygamber (s) Medine'ye hicret edince, Medine'de yaşayan Arap ve Yahudi kabilelerini tasnif etmiş, her kabileye de 'âkile' ad›n› vermiştir. Müslümanlarla müslüman olmayanlara farkl› âkilelerde yer vermiştir. Kan davas› güdülmesini yürürlükten kald›rm›ş, alternatif olarak yerine 'k›sas' veya 'diyet' uygulamalar›n› getirmiştir. Diyet ödenmesi gerektiğinde, diyeti bu âkilelere ödettirmiştir. Önce Müslüman âkileler aras›nda yap›lan bu akit içinde diğer âkilelerin isimlerini de saym›ş, benimseyip kat›lanlara da ayn› hükümlerin uygulanacağ›n› aç›klam›şt›r. Böylece Medine'de ilk akdi yapanlar Elçi Muhammed (s)'i başkan olarak kabul etmişlerdir.Topluluğa sonradan kat›lacaklar da bunu kabul etmiş olacaklard›. Nitekim daha sonralar› müslüman olmayan Arap kabileleri ile Yahudi kabileleri de bu anlaşmaya kendi istekleriyle kat›l›p Medine Devleti'ni oluşturdular.

Âkile reisleri Hz. Peygamber'in şûras›n› teşkil ediyorlard›. Medine içindeki bütün Arap kabileleri zorlama olmadan Müslüman olmuşlard›. Yahudiler ise savaşta ihanet ettiklerinden Medine'den sürüldüler. Son Peygamber ve Medine Devlet Başkan› Hz. Muhammed (s) vefat edince, bu âkile reisleri bir araya gelerek ittifakla Halife Ebu Bekir'i halife seçtiler. Bu seçim şekli İslâmiyet'e uygundu. Hz. Ebu Bekir ise daha hayattayken yerine geçecek birini yani Halife Ömer'i seçtirdi ve buna da hiç kimse itiraz etmedi. Seçimde icmâ / ittifak has›l olduğu için bu seçim de İslâmiyet'e uygundu. alife. Osman'›n seçiminde de İslâmî usul uyguland›. Bu seçim sisteminde âkile reisleri veya münasip görecekleri kimseler bir odaya kapan›r, ittifakla başkan› seçerler. Şimdi papa da böyle seçiliyor. Halife Ali üzerinde ittifak sağlanamam›ş ve ondan sonra da hilafet saltanata dönüşmüştür.

İslâmiyet, içtihad ve icma ile ilgili hükümler getirmiştir.

Sahabeler zaman›nda henüz içtihat müessesesi doğmam›şt›. Uygulama olarak sadece icmalar vard›. Bu icmalar da ilmî içtihatlara değil, sahabelerin sezilerine dayan›yordu.

Daha sonra 'içtihat devri' başlay›p Kur'ân'›n haber verdiği 'beyan dönemi' geldiğinde, maalesef art›k saltanat devri başlam›ş olduğu için bu konuda içtihat yap›lmam›şt›r.

Yoksa gerek Kur'ân'da, gerek Sünnet'te, gerekse sahabelerin icmalar›nda seçimle ilgili pek çok hüküm vard›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İlk halifeler de seçimle gelmemişlerdir.

 

"I- İLK Şeriat devletinde gerçek anlamda SEÇİM unsuru ve kavram› ve CUMHURİYET niteliği olmam›şt›r.

İktidar› kullanacak veya toplum ad›na kanun yapacak olanlar›n seçim yolu ile belli olmalar› demokrasinin vazgeçilmez bir unsurudur. Seçim unsuru tek baş›na demokrasinin varl›ğ›n› sağlamaya yeterli say›lmazsa da (çünkü seçim sistemi demokrasiden gayri rejimlerde örneğin diktatorya rejimlerinde de görülmektedir). Seçim unsuru olmadan demokrasi'nin ya da cumhuriyet rejiminin kurulmas› ve işlemesi düşünülemez.

Hele Cumhuriyet rejimi demek devletin temel organlar›'n›n ve özellikle devlet başkan›n›n seçim yolu ile göreve gelmeleri demektir. Devletin temel organlar›n›n seçimden gayri usullere ve örneğin İRSİYET esas›na dayat›ld›ğ› hallerde cumhuriyet bahis konusu olmaz. Demokrasi için de aşağ› yukar› durum budur...(s.  180)

İslâm ülkelerinde ise seçim unsuru diye bir uygulama ve bir sistem, denilebilir ki hiç bir dönemde ve hiç bir yerde var olmam›şt›r. Muhammed'in kurduğu ilk İslâm devletinde ve onu takip eden ilk dört halife döneminde devlet başkanl›ğ›na (Halifeliğe) seçim yolu ile gelindiği öne sürülürse de bunun böyle olmad›ğ› anlaş›lmaktad›r."(s. 181)

 

İSLÂM DÜZENİNDE SEÇİM SİSTEMİ

ÂKİLE BAŞKANLARI BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇERLER

 

Bat› dünyas›nda bir seçim usulü yerleşmiş ve gelişmiştir. Sand›k kurulur, gizli oy at›l›r, aç›k tasnif yap›l›r ve çoğunluk iktidar olur.

İslâmiyet'te böyle bir seçim sistemi yoktur. İslâmiyet bu seçim sistemini kesinlikle demokratik bulmaz ve gerçek bir seçim kabul etmez. İnsan›n kendi reyini bile aç›kça kullanamad›ğ› bir seçim sisteminde, verilen oylar ne işe yarayacakt›r? Kim kimi kand›r›yor? Hangi parti hangi partiyi aldat›yor? Seçmen gerçekten birilerini mi seçiyor? Yoksa dayat›lan adaylara zoraki oy mu veriyor?.. Hiçbir şey belli değildir. Daha çok bir aldatmaca ve kand›rmaca sözkonusudur. Her şey birilerinin veya bir kaç kişinin insiyatifinde cereyan eder. Ad›na da 'seçim' denir!

İslâmiyet, gizli kapakl›, korkak ve kaçak bir sistem değil; aç›k ve şeffaf, cesur ve atak bir sistem ve bunu uygulayan şahsiyet sahibi kişiler ister. Ciddi, cesur, atak, aç›k, şeffaf, kesin, kavi, dirayetli... insanlar ve onlar›n uygulad›ğ› bir sistem.

İslâm düzeninde seçim sistemi:

Bir kimsenin bucak düzeyinde milletvekili olabilmesi için ülke halk›n›n meselâ en az 2000 (ikibin)de birinin oyunu almas› gerekir. En az o kadarda birini temsil etmesi gerekir. En çok da 500 (beşyüz)de birini temsil eder. Böylece bir kişi halk› ne kadar korkutursa korkutsun veya aldat›rsa aldats›n, oy fazlas› işine yaramaz.

İslâmiyet'e göre;

Başkan›, on kişilik âkile başkanlar› ittifakla seçer.

Daha sonra, seçilen o başkana halk biat eder.

Biat etmeyenler ise o bucağ› veya ülkeyi terk etmelidirler.

İslâmiyet'e göre;

Esas seçim birimleri ve gerçek seçimler

bucaklardan oluşur.

Halk kendi yöneticilerini,

kendilerine bağlanmak suretiyle seçer.

İl yöneticileri ise il bucağ› üyeleri taraf›ndan seçilir. Bu üyeler kimlerdir? Halk›n seçtiği 'yüksek ehliyetliler'dir. Bunlar il merkezine gelir, orada yerleşir ve merkez bucağ› oluştururlar.

Devlet merkez bucağ›n› ise 'akademik kariyer' yapm›ş kimse-lerden halk›n seçtiği kimseler oluşturur.

Medine'deki seçimler de Medineliler taraf›ndan yap›lm›şt›r. Ancak henüz içtihat dönemi gelmediği için sistem oturmam›şt›r.

 

*    *   *

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Şeriattaki seçim boşluğu

taht kavgalar›na neden olmuştur.

 

"II- İktidar'a geliş ve iktidar'›n devri konusundaki boşluklar ve bu boşluklar›n yaratt›ğ› siyasi bunal›mlar konusunda:

İslâm'›n temel kaynağ› olan Kur'an'›n al-An'am Suresi'nin 38 ci Ayet'inde: "... Biz kitapta hiç bir şeyi eksik b›rakmad›k" (Gölp›narl› çevirisi) hükmü vard›r. Ve gerçekten de söylendiğine göre kişi'nin bütün yaşamlar› ve davran›şlar›yla ilgili olmak üzere Kur'an her konuda kural koymay› unutmam›şt›r. Ayn› şekilde Arap Peygamberi'nin de her şeyi, en ince noktas›na kadar önceden hesaplad›ğ›, ve peygamber olma niteliği içerisinde her şeyin oluşunu önceden bildirdiği kabul edilir. O kadar ki Roma İmparatorluğunun çökeceğini, ve dünyan›n sonunun yak›n bir tarihte geleceğini ve buna benzer bütün hususlara var›ncaya kadar herşeyi öngördüğü hat›rlat›l›r.

Ancak ne var ki bütün bunlar kadar önemli.. hususlar vard›r ki bu konularda ne Kur'an aç›k ve seçik bir hüküm getirmiştir ve ne de Muhammed, beyanlar› ve davran›ş-lar›yle, belli ve geçerli kurallar koymuştur. İktidara geliş ve İktidar›n devri konular› bunlardan biridir.

Her ne kadar gerek Kur'ân ve gerek Hadis hükümleri aras›nda devlet başkanl›ğ› (Halifelik) ile ilgili baz› hükümlere ve işaretlere rastlanmakta ise de, birazdan da göreceğimiz gibi, bu hükümler ve işaretler demokratik nitelikte belli bir sistemin yerleşmesini sağlayacak güçte olmam›şt›r...(s. 181)

Fakat şimdilik şunu belirtmek gerekir ki bu konularda kesin ve aç›k hükümler olmad›ğ› içindir ki 1400 y›l boyunca şeriat ülkelerinin hepsinde taht ve saltanat kavgalar›, iktidar çekişmeleri ve cinayetleri, yer yüzünün başka hiç bir ülkesinde görülmediği şekilde ve şiddette birbirini izlemiş ve bu nedenlerledir ki bitmeyen bir siyasî huzursuzluk ve bunal›m Şeriat halklar›n› felaketten felakete sürüklemiştir...(s. 182)

Asl›nda iktidara geliş konusunda ilk tereddütler ve endişeler ve huzursuzluklar san›ld›ğ› gibi Emevilerle değil çok daha önce ilk halife olan (Muhammed'ten sonra) Ebu Bekir ile başlam›şt›r. Ebu Bekir'ni serbest ve hür bir seçim ile ve Medine halk›nca halifeliğe getirildiği çok söylenir. Oysa ki gerçek bu değildir ve olmad›ğ›n› da diğer bir bölümde birazdan belirteceğiz..."(s.  183)

 

SEÇİM SİSTEMİ VE YAPILANMA MODELİ

 

Yazar konuya Kur'ân-› Kerîm'den ald›ğ› bir âyet meâli ile girmektedir. Biz de öyle yapal›m ve hem yazar›n zikrettiği âyeti ve devam›n›, hem de bir sonraki âyeti ve yine devam›ndaki diğer baz› âyetleri hat›rlatal›m. Burada da bizzat Kur'ân ile cevap vermiş olal›m. Bunun d›ş›nda da bir yorum, değerlendirme ve tenkit de yapmayal›m. Ard düşünceli olmayan akl-› selim sahipleri ne demek istediğimizi hemen anlayacaklard›r. Hemen ard›ndan da doğrudan doğruya, İslâmiyet'e göre ve dolay›s›yla da bizim içtihad›m›za göre, İslâm düzeni ve yönetim yap›lanmas›n›, buna paralel olarak da konu ile ilgisi aç›s›ndan seçim sistemini anlatm›ş olacağ›z.

"Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik b›rakmam›ş›zd›r.

Sonra onlar Rab'lerinin huzuruna toplanacaklard›r.

Bizim âyetlerimizi yalanlayanlar,

karanl›klar içinde kalm›ş sağ›r ve dilsizlerdir.

Allah dilediği kimseyi şaş›rt›r,

dilediği kimseyi de doğru yola iletir."

(En'âm[6];38,39)

Ayn› sûrenin devam eden âyetleri de, anlayan ve inananlar için çok anlaml› ve hikmetli ifadeler içerdiğinden, ayr›ca Arsel ve onun gibi inanmayan inkârc›lar›n durumunu çok iyi aç›klad›ğ›ndan, s›ras›yla birkaç›n› daha zikredelim:

40 - De ki: "Düşündünüz mü kendinizi hiç? Size Allah'›n azab› gelse, ya da o k›yamet saati gelse, Allah'tan başkas›na m› yalvar›rs›n›z? Doğru sözlü iseniz söyleyin bakal›m?"

46 - De ki: "Söyleyin bana, eğer Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa, kalplerinizin üstüne de mühür vursa, Allah'tan başka bunlar› size getirip verecek tanr› kimdir? Bak, nas›l âyetleri çevirip türlü türlü aç›kl›yoruz? Sonra onlar yine yüz çeviriyorlar.

47 - De ki: "Düşündünüz mü kendinizi hiç? Size Allah'›n azab› ans›z›n, ya da aç›kça gelse, zalim toplumdan başkas› m› helâk edilir?"

48 - Biz elçileri sadece müjdeleyiciler ve uyar›c›lar olarak gönderiyoruz. Kim inan›r ve kendini düzeltirse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

49 - Ayetlerimizi yalanlayanlara da yapt›klar› fenal›k yüzünden azâb dokunacakt›r.

50 - De ki: "Ben size, Allah'›n hazineleri yan›mdad›r, demiyorum. Gayb› da bilmem; size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Körle, gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"

 

İSLÂMİYET'E GÖRE;

DEVLET DÜZENİ VE YAPILANMA MODELİ

İSLÂM DÜZENİNDE SEÇİM SİSTEMİ

 

30 (üç)dan az ve 100 (on)den çok olmamak üzere on kişilik aileler bir araya gelir ve bir 'aşiret' (ocak) oluşturur. Grup üyelerinin her biri ikili ilişkilerle birbirlerine bağl›d›rlar. Herkesin diğer grup üyesiyle olan ilişkileri farkl› farkl›d›r. Biri diğerinin yerine geçmez. Buradaki birleşme ruhî yani manevî olup içtimaî yani sosyal değildir.

Bir topluluğu daima böylesine oluşmuş ve yap›lanm›ş bir aşiret yönetir. Böyle bir aşiretin bir başkan› vard›r. Aşireti o başkan yönetir. Aşiret de topluluğu yönetir.

Topluluk / Bucak 3000 (üçbin) ile 10000 (onbin) aras›nda ve ortalama olarak 5000 (beşbin) kişiden oluşur. Bucak, yönetimin unsurlar›yla tam olarak oluştuğu bir birimdir. Bu topluluk / bucak üyeleri birbirlerini tan›yan kimselerdir. Ancak bu tan›malar› birbirlerini bilebilecek kadar değildir. İlişkiler ikili münasebetler şeklinde ve seviyesinde değildir. Herkes diğerine karş› benzer işlemler yapar, benzer davran›şlarda bulunur.

Toplulukta/ Bucakta sosyal bask› vard›r. Bir töre, bir örf, bir gelenek oluşmuştur ve herkes o töreye uyar. Bu say› 3000 (üçbin)den az olursa, topluluk sosyal olmaya başlar yani ruhî ilişkiler belirir. 10000 (onbin)den fazla olursa, bu sefer de kişiler birbirlerini tan›yamaz olur ve sosyal yap› bozulur. Bu say›daki bir topluluğa / bucağa Kur'ân'da'kabile' denmektedir.

Kabileler kentleri oluştururlar. Art›k yönetim yap›lanmas› tamamlanm›şt›r. Halk aşiretler şeklinde teşkilâtlanm›şt›r. Aşiretlerin bir başkan› vard›r. Aşiretler kabileler halinde toplanm›şlar ve bir topluluk oluşturmuşlard›r. Merkez aşiret kabileyi idare eder ve yönetir.

Yönetimin temel fonksiyonu adalettir. As›l istenen, adil bir düzen ve sistem kurulmas›d›r. Diğer bir ifade ile kişilerin 'savaş' durumundan 'bar›ş' durumuna geçmeleridir. Bu sistemin gerçekleşebilmesi için bir 'hukuk düzeni'nin yani 'sözleşmelerin' olmas›, bu sözleşmelere göre 'hakem kararlar›'n›n bulunmas› ve nihayet bu kararlar›n 'infaz›' söz konusudur. İşte bu uygulamaya 'yarg›' diyoruz. Bucak olarak teşkilâtlanm›ş kabile bir yarg› kaza kuruluşudur.

Merkez aşiretinin özelliği, bucak temsilcilerinden oluşmas›d›r. Halk kendilerine 'ilmî, dinî, meslekî ve siyasî velilerini', 'dayan›şma ortakl›ğ› başkanlar›n›' seçer ve bunlar merkez aşiretini oluştururlar. Merkez aşiret kendi aras›ndan ittifakla bir başkan seçer ve bu başkan ayn› zamanda bucak başkan› olur. Sonra halka dönük oylama yap›l›r. Bu oylamaya 'mübayaa' denir ve herkes bu başkana 'biat' ederse başkanl›k oluşmuş olur. Bucak sakinlerinden en az 3000 (üçbin) kişi başkana biat etmezse, başkanl›ğ› tamamlanm›ş olmaz. Şûra yeni bir başkan seçer; eski başkan da bucağ› terkeder. En az 3000 (üçbin) kişi başkana biat ederse, diğerleri ya bucağ› terkederler ya da istemeseler de başkana biat ederler. İslâm düzenindeki seçim sistemi işte budur.

İllerde ise bucak temsilcilerinin seçtikleri temsilciler bulunur. Bunlar 'il merkez bucağ›'n› oluştururlar. Bunlar ilçelere dağ›lm›şt›r. İlçe merkez bucak yönetimini de bunlar oluştururlar. Merkez bucaklarda oturanlar art›k kendi yöneticilerini kendileri seçmezler. Oradaki yöneticiler merkezde kimlerin oturacağ›na karar verirler. Herkes bucak değiştirme hakk›na sahip olduğu gibi, başkanlar da bucaklar›ndan istedikleri kimseleri sürebilme yetkisine sahiptirler. Benzer durum, devlet merkez bucağ› için de söylenebilir.

Mekke bucağ›n›n ise

bütün bunlardan ayr› ve farkl› bir statüsü vard›r.

Görülüyor ki başkanlar, temsilcilerin ittifak› ile aday oluyorlar ve yeter say›n›n kabulü ile başkanl›klar› kesinleşiyor. Merkez bucaklar›n› temsilciler oluşturuyorlar ve bucaklar› merkez aşiretleri, il ve devleti ise mer-kez bucaklar› yönetiyor.

Yönetim, 'yerinden yönetim' şeklinde organize oluyor.

Bucaklar›n iç işlerine kar›ş›lm›yor.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Arap geleneğinde irsiyet yoktur.

 

"III- Toplumu yönetecek kişi'nin belli olmas› konusunda eski Arap geleneği. "İrsiyet" esas›n›n bulunmamas›.

Muhammed devrinde Arap aşiretleri aras›nda var olan ve uygulanmakta bulunan usule göre her aşiret kendi liderini kendi seçer ve seçerken de yerleşmiş olan baz› dondurulmuş kurallara göre davran›rd›. Bu eski Arab gelenekleri aras›nda "irsiyet" esas› diye bir şey bir usul yoktu. Sadece belli niteliklere sahip olanlar›n belli esaslara göre iş baş›na gelmeleri geleneği vard›...

Ortada şekli bak›mdan bir seçim işlemi olmamakla beraber kişiliği üzerinde böylece birleşilen kimse belli olunca her kes ona "biat" ederdi.

Muhammed'in kurduğu ilk İslâm devleti ile birlikte bu eski Arap geleneği her ne kadar bütünüyle terkedilmedi ise de aynen de devam ettirilmedi. Gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümlerinin tetkikinden ve Muhammed'in davran›şlar›ndan ve Ebu Bekir'i kendisinden sonra Halife olarak göstermesinden şu sonucu ç›karmak mümkündür ki İslâm devletinin baş› demek olan Halife'nin iş baş›na gelmesi ve seçilmesi Tanr› emri olarak öngörülmüştür. Onu o göreve getiren Tanr›'d›r ve Tanr› bu işi, dilediği gibi yapmakta veya yapt›rmaktad›r..."(s.  183)

 

YÖNETİM ESASLARI KUR'ÂN'DA VERİLMİŞTİR

'İLİM', 'EHLİYET' VE BAĞLANMA ESASLARI

 

İbn Haldun'un da dediği gibi; topluluğu bir kişi değil bir 'asabe' yani 'aşiret' yönetir. Diğer aşiretler o aşireti kendilerine baş yaparlar. Aşireti de en yaşl›, en nitelikli, en tan›nm›ş, en kabiliyetli, en fazla sayg›ya lay›k, toplulukta en fazla kabul gören veya en bilgili; ya da bütün bu özellikleri olabildiğince kendinde toplayabilen bir 'büyük' yönetir.

Bir çok ahvalde başkan sembolik olur.ve aşireti başkalar› yönetir. Her işi yürüten bir kimse vard›r. Ancak d›şar›ya karş› resmî olarak o başkan görünür. Devlet aşamas›na gelmemiş topluluklarda 'yönetici soy' genellikle uzlaşma içinde doğar. Rakip soylar aras›nda da hep geçimsizlikler ve zaman zaman da çat›şmalar olur. Mekke'de Haşimîlerle Emevîler aras›nda buna benzer bir soy çekişmesi sürüp gelmiş ve İslâmiyet'in doğuşuna kadar ulaşm›şt›r. Dört halife dönemi incelendiğinde de görülür ki, son iki halife döneminde bile bu çekişmelerin uzant›lar› vard›r. Emevî ve Abbasî hanedanlar› da bu çekişmelerin bir sonucudur.

İslâm tarihi incelendiğinde, Mekke ve Medine dönemleri ile daha sonraki as›rlarda anlatt›klar›m›za uyan pek çok örnek olduğu görülecektir. Bu durum genel boyutlar› ile bütün insanl›k için de geçerlidir. Hükümranl›ktaki ve hükümdarlardaki bu usul henüz tamamen değişmiş değildir. Dünyan›n bir çok bölgesinde devam etmektedir.

Araplar 'Mekke Yönetimi'ni genel olarak ve ittifakla kabul etmişlerdi. O devirde Mekke'nin özel bir durumu ve statüsü olduğu gibi bundan böyle de öyle olmaya devam edecektir. Mekke için özel bir statü ve yap›lanma modeli geliştirilecektir.

İslâmiyet'e göre;

Yönetim esaslar› Kur'ân'da verilmiştir.

Ancak bu esaslar›n en iyi şekilde uygulanabilmesi için insanl›k 'İkinci İslâm Medeniyeti'nin gelmesini beklemektedir. Bu dönemde bu esaslar en uygun ve gelişmiş şekliyle uygulanacakt›r.

İslâmiyet'te yönetim 'ehliyet'e verilmiştir. Ehliyet ise 'ilim' ile tesbit edilmiştir. Bir de halk›n ona 'bağlanma's› ilkesi getirilmiştir. Yani ilim, ilmî ehliyet şartt›r; bağlanma sebeptir.

Yöneticileri halk seçecek ama halk s›radan insanlar› değil bilenleri yani ilim adamlar›n› seçecek. 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?' prensibini unutmayacak ve uygulayacak.

Bu ilim adamlar›n› da yine halk›n seçtiği ilim adamlar› belirleyecek. İslâmiyet'in bu konudaki temel ve esas mekanizmas› işte budur ve denge düzeni böyle kurulmuştur. Bunun d›ş›ndakiler gerçek manada demokrasi değildir.

Bu vesileyle ehliyetler ve ehliyetliler ile ilgili baz› bilgileri ve yönetime hangi seviyede kat›lacaklar›n› da vermiş olal›m:

Bucaklar› halk›n seçtiği 'orta ehliyetliler' yönetir.

İlleri halk›n seçtiği 'yüksek ehliyetliler' yönetir.

Ülkeyi halk›n seçtiği 'üstün ehliyetliler' yönetir.

Ehliyetler ise objektif kurallara dayal›d›r. Meselâ, test imtihanlar› gibi usullerle ve üstün ehliyetlilerden gelecek sorularla yap›l›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te seçme olsa bile

Tanr› ad›na seçme olduğu için geçersizdir.

 

"IV- KUR'ÂN VE HADİS HÜKÜMLERİNE GÖRE

Kur'ân'daki baz› hükümlere ve örneğin "Ey müminler, Tanr›'ya ve Peygamber'e itaat ediniz; aran›zdan seçtiğiniz ulul'emre (yani emir verme yetkisine sahip olanlara da) riayet ediniz", veya yine "Tanr› emaneti (iktidar›) içinizde en yetenekli olanlara vermenizi emreder" şeklindeki âyetlere dayan›larak İslâm'da SEÇİM sistemine yer verilmiş olduğu ileri sürülür. Örneğin Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Prensipleri, İstanbul 1957, sh. 57-101. Şeriat sisteminin ne olduğunu iyice öğrenmeden ve sadece Başgil'den edinme bilgilerle yetindiğimiz y›llarda bu görüşü biz dahi benimsemiş idik.

Oysa ki Şeriat sistemini derinlemesine incelemek ve şeriat ülkeleri tarihini ilk başlang›çtan itibaren izlemek suretiyle İslâm devlet anlay›ş›nda SEÇİM unsuruna yer verilmediği görülür..."(s. 184)

 

ATEİZM DE BİR DİNDİR VE TOPLUMDA YERİ VARDIR

DÜNYA VE DEVLET DÜZENİ SÖZLEŞMELERLE OLUŞUR

 

Yazar, kitab›n›n bu bölümünde Prof. Ali Fuat Başgil ve şeriat hakk›nda ilginç sözler sarfediyor. "Şeriat sisteminin ne olduğunu iyice bilmeden ve sadece Başgil'den edinme bilgilerle yetindiğimiz y›llarda bu görüşü biz dahi benimsemiş idik." diyor. Bizler çok merak ediyoruz, Arapça ve İslâmî temel ilimler olmadan şeriat yani İslâmiyet nas›l iyice bilinebiliyormuş? 'Şeriat sisteminin ne olduğunu' ne zaman, kaç yaş›nda, kimden ve hangi kaynaklardan 'iyice bilmek' seviyesinde öğrenmiş?

Yazar, Kur'ân âyetlerini bile son derece kötü ve yanl›ş meâllerden aktar›yor. Kendi sapt›rmalar› ise ayr› bir konu. Burada ona değinmiyeceğiz. Dipnotlarda ise sürekli olarak İngilizce kaynaklar zikrediyor. İngilizler, Amerikal›lar, Avrupal›lar İslâmiyet'i ne kadar biliyorlar ki, Yazara iyice bilme seviyesini kazand›rs›nlar? Genellikle zikredilen bütün kaynaklar ardniyetli ve çarp›k görüşleri ihtiva ediyor. Bu kadar kaynağ›n yazara ulaşabilmiş olmas› da son derece ilginç. Bir insan›n bu kadar İslâmiyet düşman› literatürü tek baş›na toplayabilmesi insanüstü bir gücü gerektiriyor veya...

Her neyse, biz yine de iyiniyetimizi ve üslubumuzu muhafaza edelim. İslâm ile ilgili ve Türkçe diline de kazand›r›lm›ş olan eserler ise hep gözard› edilmiş. Yazar yani Prof. İlhan Arsel ve onun gibi düşünenler, bu düşünceleri büyük bir üniversitemizin fakülte yay›nlar› aras›nda yay›nlayanlar; şeriat› yani İslâmiyet'i bir de bizden öğrendikten sonra görüş ve düşüncelerinde kalmaya devam edecekler mi? Merak ediyoruz. Yine sormadan yapam›yoruz: Sahi bu görüş ve düşünceler kime hizmet ediyor? Türkiye'ye ve Türk milletine ne faydas› ve katk›s› var? Yoksa birilerine hizmet için mi kaleme al›nm›şt›r? Bunlardan kim yararlan›yor? Bunlar gerçekten Türk dostu mu? Türkiye'nin menfaatlerini mi düşünüyor ve savunuyorlar?.. Sorular.. sorular.. sorular... Cevaps›z kalmaya mahkum sorular...

Değerli okuyucular!

Yoksa siz bu sorular›n cavaplar›n› biliyor musunuz?

Biliyorsan›z, o zaman bizim anlatmam›za gerek yok!

Biz tekrar as›l konumuza geçelim.

İnsan›n bir iç yap›s› ve iç dünyas› vard›r. Bu yap› insan›n inanc›na dayan›r ve bu âlemle dinler ilgilenir. Ateizm de bir dindir. Onlar da kendilerine göre hür insan yetiştirirler. Yönetim bu insanlar›n iç yap›lar›na kar›şmaz. İmtihanda sorulan sualleri bilenler ehliyet al›rlar. Bu sualleri değişik dinlere mensup kimseler soracağ› gibi, güçlerine yani üye say›lar›na göre ateistler de soracakt›r. Sonra cemaatini bulan herkes, ateist de olsa dayan›şma ortakl›ğ›n› kuracakt›r. Dolay›s›yla kimsenin kalbi yar›l›p yani beyni aç›l›p iç alemi denetlenmeyecektir. Menfî anlamdaki lâikliği benimseyenler yani dinsiz lâikler, ateist lâikler de kendi aralar›nda yap›lanacaklar ve topluluktaki yerlerini alacaklard›r. Ateistler bile seçimlerini yapacak, öngördüğümüz şekilde yeniden yap›lanacak ve sistemde yerlerini alacaklard›r.

İslâmiyet'e göre;

Fert için Allah'a inanmak ve O'nun emirleriyle yaşamak ne kadar önemli ise; yine Allah'›n emrine göre sözleşmelere uymak da o kadar önemlidir.

Dünya ve devlet düzenini sözleşmeler oluşturur. Bu sözleşmelere uyulmal›d›r. Aksi halde düzen ve denge bozulur.

Seçim sistemi de belli prensiplere göre oluşturulur. Herkes ve her grup bu esaslara uyar. Kişi, Allah'›n istediğine ayk›r› da olsa, söz vermişse sözünü tutacak veya o yeri terkedecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te halifeyi Tanr› atar ve o O'nun vekilidir.

 

"A- KUR'AN VE HADİS HÜKÜMLERİNE GÖRE HALİFE TANRI'NIN TAYİN ETTİĞİ KİŞİ'DİR.

Gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümlerine göre Halife, yani Tanr›'n›n yeryüzündeki vekili halk taraf›ndan veya halk›n temsilcileri eliyle değil ve fakat Tanr› taraf›ndan tayin edilir ve Tanr› iradesi gereğince devletin baş›na geçer. Gerek Halife'ler ve gerek halifelik d›ş›ndaki İktidarlar "meşruluk" gücünü Halk'tan değil Tanr›'dan al›rlar. Daha doğrusu Halife bu gücü Tanr›'dan ve Halifelik niteliğine sahip olmayan iktidarlar ise, Halife arac›l›ğiyle Tanr›'dan al›rlar.

Meşruluk unsuru Halife'nin Tanr› taraf›ndan tayin edilmiş olmas›ndan ortaya ç›kar. Konuyu esas itibariyle Halifelik bak›m›ndan ve sonra da halifelik niteliğine sahip olmayan İktidarlar bak›m›ndan k›saca özetlemek uygun olacakt›r"(s. 184)

 

İSLÂMİYET VE KAVRAMLAR; 'RIZA' VE 'İRADE'

İSLÂMİYET'E GÖRE HALİFE VE BAŞKAN

 

İslâmiyet'i iyi anlamak için baz› kavramlar› bilmek gerekir. Meselâ, 'r›za' ile 'irade' mefhumlar› ayr› ayr› şeylerdir. Kur'ân bu ay›r›m› yapm›şt›r. Bat› literatüründe ve Bat› demokrasilerinde bu ay›r›m yoktur. Dolay›s›yla bunlar›, bu kavramlar› bilmeyen bir insan için İslâm akidesini anlamak mümkün değildir. Anlaş›lmas› mümkün olmay›nca da ya bilmeden yanl›ş neticelere ulaş›l›r veya bilerek sapt›rmalar yap›l›r. Yazar›m›z için her ikisi de sözkonusu; cehalet ve ardniyetli sapt›rma.

Kumar oynayan kişi kendi iradesi ile karş› tarafa para vermiştir. Kumarbaz meselâ, 'zar düşeş gelirse bu para senin olsun' diyor ve düşeş gelince de sözkonusu paray› karş› tarafa veriyor; aksi olursa o kadar paray› al›yor. Ama buna yani bu paray› vermeye raz› değildir. Yani düşeş gelmesini istemiyor, buna raz› değil ama düşeş gelirse de iradesini üstün tutuyor ve paray› karş› tarafa veriyor.

İslâmiyet'e göre,

Allah için kabul edilen temel ilke şudur:

Kul ne yaparsa yaps›n her şey Allah'›n iradesi ile olur. Allah'›n iradesi d›ş›nda bir yaprak bile k›p›rdamaz, bir kar›nca bile yürümez. Allah bu iradesini kulun isteğine göre kullan›r. Kul kötülük yapmak isterse o isteği yerine getirmek için kullan›r; iyilik yapmak isterse iyilik için kullan›r. Sonra da kötülük yapm›şsa o kulunun cezas›n› veya iyilik yapm›şsa mükâfat›n› verir.

Ancak Allah ister ki, kumarda kazanmak isteyen oyuncu gibi kulum kötülük istemesin, iyilik istesin de sonu onun için de iyi olsun. Peki, neden buna izin veriyor dersiniz? İnsan› hür k›lmak, iradesini kendisinin kullanmas›n› sağlamak için böyle yap›yor ve işte kendi iradesiyle hareket eden bu insan Allah'›n yeryüzündeki halifesi oluyor.

Bu dünyada eğitilen bu kimse iradesini iyi yollarda, iyilikler yapmak ve salih amellerde yani doğru işlerde bulunmak için kullan›rsa, dersini iyi çal›ş›p s›n›f›n› geçen öğrenci örneğinde olduğu üzere; dünyada başar›l› olacağ› gibi âhirette de daha yüksek yerlere ve mükâfatlara ulaşacakt›r. Aksi halde dünyada olanlar âhirette de olacakt›r. Dünyas›n› kaybeden âhiretini de kaybedecektir.

İslâmiyet'e göre halife,

kullar›n›n isteğine göre Allah taraf›ndan atan›r.

Halife, Allah'›n değil, onu atamak isteyen halk›n vekilidir.

Bunu şöyle izah edelim: Milletvekillerini halk seçer ama mazbatay› halk›n isteğine göre seçim kurulu verir. Yani atamay› Allah yapar ama halk›n isteğine göre yapar. Halk seçimle isterse seçimle, soya göre isterse soya göre; atama Allah taraf›ndan yap›l›r.

Başka bir ifade ile, nas›l seçimlerde seçim kanunu geçerli ise; kâinat›n ve dolay›s›yla dünyan›n yönetiminde de 'ilâhî kanunlar' yani 'tabiî ve sosyal kanunlar' geçerlidir.

İslâm düzeninde başkan, Tanr›'n›n değil peygamberin halefidir ve halk›n vekili bile değil sadece elçisidir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Kur'ân'da mülkün Allah'a ait olduğu,

peygamberleri de O'nun gönderdiği söyleniyor.

Peki, seçim ve demokrasi nerede kal›yor?

 

"1- HALİFE'nin Tanr› taraf›ndan gönderildiği konusunda Kur'an hükümleri.

Kur'an'daki hükümlere ve bu hükümlerin Hadis'ler arac›l›ğ› ile yorumuna göre Halifeliğin Tanr›'dan gelme olduğu ve Halife'nin de Tanr› taraf›ndan atand›ğ› anlaş›lmaktad›r.

Bir kere Al-i İmran Sûresi'nin 26c› Ayet'inde: "De ki; Allah›m MÜLK'ün sahibi sensin, MÜLK'ü dilediğine verirsin, dilediğinden al›rs›n, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçalt›rs›n" şeklinde bir hüküm vard›r ki buradaki MÜLK deyimi İKTİDAR anlam›na kullan›lm›şt›r. Bundan başka Nûr Sûresi'nin 55 ci Ayet'inde: "Allah içinizden inan›p yararl› iş işleyenlere, onlardan öncekileri örnekleri halef k›ld›ğ› gibi, onlar› da yeryüzüne halef k›lacağ›n›... söz vermiştir." diye yaz›l›d›r.

Veya Ad milletine ve Semud milletine Tanr› taraf›ndan halife gönderildiği hususu ile ilgili A'raf Suresi'nin 65 ci Ayeti olan "Ad milletine de kardeşleri Hûd'u gönderdik", ve 73cü Ayeti olan "Semud milletine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik..." hükümlerini, ve yine Sâd Suresi'nin 26 c› Ayetinde yer alan ve Davud'un Tanr› taraf›ndan hükümdar gönderildiğini belirten "Ey Davud, Seni şüphesiz yeryüzünde hükümdar k›ld›k, o halde insanlar aras›nda adaletle hükmet...", ve yine Bakara Suresi'nin 34 cü Ayetinde bildirilen "Meleklere 'Adem'e secde edin' demiştik..." şeklindeki hükümler gösterilebilir. Bu hükümlerden anlamak mümkündür ki halifelik Tanr› taraf›ndan belli kişilere tan›nan bir hak ve görevdir ve Tanr› belli kişileri (örneğin, Adem, Hûd, Salih, Davud, Muhammed, v.s. gibi) bizzat ve doğrudan doğruya halife olarak göndermiştir.

İslâm yazarlar›n›n pek çoğu bu hükümlere dayanarak Halife'nin otorite ve prestijinin üstünlüğünü savunmuşlard›r... Bu hususlar için bk. Sir Th. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924, sh. 42, 45 ve d."(s. 185)

 

KUR'ÂN'DAN SÛRELER VE ÂYETLER

 

Yazar bu konuyu yazarken birçok âyet zikretmiş. Biz de öyle yapal›m. Siyak ve s›bak, öncesi ve sonras›n› da nazar› itibara alarak ayn› sûrelerdeki âyetleri, bir de biz aynen aktaral›m.

Yorumsuz, hiç bir değerlendirme yapmadan, sade şekliyle Allah'›n Kitab'›nda zikrettiği âyetleri aynen okuyal›m:

 

Âl-i İmrân Sûresi:

20 - Seninle tart›şmaya girişirlerse de ki: "Ben de kendimi Allah'a teslim ettim; bana uyanlar da." Kendilerine Kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: "Siz de İslâm oldunuz mu?" Eğer İslâm oldularsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönerlerse, sana düşen, yaln›z duyurmakt›r. Allah kullar›n› hakk›yla görmektedir.

21 - O, Allah'›n âyetlerini inkâr edenler, haks›z yere peygamberleri öldürenler, insanlar aras›nda adaleti emredenleri öldürenler yok mu, onlara ac› bir azâb› müjdele!

22 - İşte onlar›n yapt›klar›, dünyada da âhirette de boşa ç›km›şt›r. Onlar›n hiçbir yard›mc›lar› da yoktur.

23 - Baksana Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralar›nda hüküm versin diye Allah'›n Kitab›na çağr›l›yorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar.

24 - Bu hareketleri, onlar›n: "Bize, ateş say›l› birkaç günden başka dokunmayacak" demelerinden ileri gelmektedir. Ve uydurduklar› şeyler, onlar› dinlerinde yan›ltm›şt›r.

26 - De ki: "Allah'›m, ey mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü al›rs›n; dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçalt›rs›n. İyilik senin elindedir. Sen her şeye kaadirsin."

 

Nûr Sûresi:

54 - De ki: "Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin." Eğer kabul etmeyip dönerseniz, ona gereken, kendisine yükletilen duyurma görevini yapmak; size gereken de, size yükletilen itaat görevini yapmakt›r. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Peygambere düşen, sadece aç›k bir şekilde duyurmakt›r.

55 - Allah sizden, inan›p iyi işler yapanlara vâdetti; onlardan öncekileri nas›l hükümran k›ld›ysa, onlar› da yer yüzünde hükümran k›lacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaşt›racak ve korkular›n›n ard›ndan kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Ama kimler bundan sonra da inkâr ederse işte onlar, yoldan ç›kanlard›r.

 

A'râf Sûresi:

65 - Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanr›n›z yoktur. O'na karş› gelmekten sak›nmaz m›s›n›z?" dedi.

66 - Kavminden ileri gelen inkârc›lar dediler ki: "Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalanc›lardan san›yoruz!"

73 - Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik: "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanr›n›z yoktur. Size Rabb'inizden aç›k bir delil geldi. İşte şu, Allah'›n devesi, size bir mucizedir; b›rak›n onu Allah'›n arz›ndan yesin içsin, sak›n ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi ac› bir azab yakalar."

 

Sâd Sûresi

Rahmân ve Rahîm Allah'›n ad›yla

1 - Sâd. Öğüt veren şerefli Kur'ân'a and olsun ki;

2 - İnkâr edenler bir gurur ve ayr›l›k içindedirler.

12 - Onlardan önce de Nuh kavmi, Âd kavmi ve kaz›klar sahibi Firavun kavmi de yalanlam›şt›.

13 - Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halk› da böyle yapm›şt›. İşte onlar da paygamberlere karş› birleşik partilerdi.

26 - Ey Davud, biz seni yeryüzünde hükümdar yapt›k. İnsanlar aras›nda adaletle hükmet; keyfine uyma, sonra seni Allah'›n yolundan sapt›r›r. Allah'›n yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklar›ndan dolay› onlara çetin bir azab vard›r.

 

ALLAH'IN İRADESİ VE İNSANLARIN DAVRANIŞLARI

 

Allah kendi iradesini, halk›n seçmesine ve demokrasiye kullan›yor; kullan›yor ki, bu sayede yeryüzünde her türlü yönetim şekli vard›r. Marksizm de, sosyalizm de, komünizm de O'nun iradesiyle oluşmuştur.

Allah'tan başka tanr› yoktur. Ancak Allah'›n r›zas› adil bir düzen kurulmas›ndan yanad›r. Halk›n adil olan kimselere biat etmeleri, adaletin bozulduğu yerde onu düzeltmek için ikazlarda bulunmalar› ve bütün uyar›lar›na rağmen adaleti sağlay›p yönetimi düzeltemezlerse oradan ayr›lmalar› şeklindedir. Allah'›n r›zas› buna muvaf›kt›r; ama insanlar› buna icbar etmiyor, mutlaka böyle yapmalar› için onlar› zorlam›yor, hür ve serbest b›rak›yor.

Doğru, peygamberleri insanlara rehberlik yaps›nlar diye Allah atam›şt›r. R›zas›n›n nerelerde ve hangi yönde olduğunu bildirmeleri için atam›şt›r. Ama iradesini halk›n iradesine göre yani onlar›n ak›llar›n› kullanarak verdikleri kararlar yönünde kullanmaktad›r. Peygamberler, peygamber olarak haleflerini seçmediler. Belki sadece Allah'›n r›zas›n› beyan ettiler.

Daha sonra yani peygamberlerden sonra, halk toplanarak kendi başkanlar›n› kendileri seçtiler. Boşluk varsa bunun için vard›r; yani topluluğu ve insanlar› kendi iradeleri ile başbaşa b›rakmak. Allah bundan dolay› aç›kça insanlara görünüp de 'bunu böyle yap›n' demiyor; elçilerini gönderip doğru yolu gösteriyor ve 'kendi iradelerinizi kullan›p istediğinizi yap›n' diyor.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Tanr› iyilere iyi halife, kötülere kötü halife gönderiyor.

Demek ki halifeyi halk seçmiyor.

 

"İktidar› kullanan›n Tanr› taraf›ndan seçildiğine dair hadis.

Maverdi'nin "Al-Ahkam Us-Sultaniyyah" adl› kitab›nda üzerinde durduğu hadis şudur: "Tanr› ne zaman HALKIN iyiliğini isteyecek olursa o toplumu baş›na ak›ll› birisini getirir ve kişilerin mülkünü cömert hükümdar›n ellerine teslim eder; fakat ne zamanki halk›n kötülüğünü temenni eder o zaman onlar›n baş›na soysuz birini geçirir ve kişilerin mülkünü cimri bir yöneticinin eline b›rak›r".

Görülüyor ki peygamberin kendi beyan›na göre İktidar sahibini toplumun baş›na getiren halk›n kendisi değil fakat Tanr›'d›r. Ve Tanr› iyiliğini istediği topluma iyi halife (hükümdar) ve kötülüğünü istediği topluma ise kötü ve cimri halife (hükümdar) gönderir. Buna karş› halk›n yapabileceği pek bir şey yoktur, çünkü toplumun iradesi Tanr›'n›n iradesine karş› ç›kamaz."(s. 186)

 

İYİ İNSANLAR İYİ YÖNETİCİ;

KÖTÜLER DE KÖTÜ YÖNETİCİ SEÇER

 

İyi insanlar iyi halife seçerler,

kötüler de kötü halife seçerler.

İyiler cesur olur,

kendi iradelerini kullan›p iyi halife isterler ve seçerler.

Kötüler korkak olur,

kim güçlü ise onu kendilerine halife yaparlar ve o da onlar› kötü yönetir.

Allah ise halk ne isterse, ama sevdiklerinden ama korktuklar›ndan her neden olursa olsun ne isterlerse, onu yapar. Kişilerin iradelerine müdahale etmez. Ama kişilerin bu iradeleri cüz'îdir, kişilerin kendi iradeleridir. Allah küllî iradeye yani kendi iradesine de kesinlikle müdahale ettirmez. Yani kendi düzenini ve kanunlar›n› da bozdurmaz. Sünnetullah, sürer gider. Tabiî ve sosyal kanunlar değişmez. Allah bunlar›n değişmesine kesinlikle müsade etmez.

İslâmiyet'e göre;

İnsanlar›n baş›na gelen kötülüklerin tamam› kendi hakettiklerinin karş›l›ğ›d›r. Ama bunlar hep Allah taraf›ndan yap›lmakta yani yarat›lmaktad›r. Allah kendi kanunlar›na göre insanlar› cezaland›rmakta veya mükâfatland›rmaktad›r.

Bugün da adil devlet yönetimi böyle değil midir? Cezay› devlet verir, ama bu cezay› kişinin işlemiş olduğu suça karş›l›k olarak verir.

Ceza veya mükâfat, herkesin yapt›klar›na karş›l›kt›r. Veren Allah't›r yani devlettir. Bu âyetlerin devlet aşamas›na gelmemiş topluluklar için anlaş›lmas› zor olabilirdi. Ama çağ›m›zda şimdi bunlar hep yaşan›yor, yaşanarak daha iyi ve kolay öğreniliyor.

 

Ne var ki, onlar yani geçmişteki o insanlar birçok yetersizliklere rağmen anlad›lar da bunlar/ bizimkiler bir türlü anlam›yorlar; Arsel ve benzerleri hâlâ anlamamakta inat ediyorlar! Neden? Bir önceki konuda, âyetlerde uzun uzun anlat›lan sebeplerden ve daha bilemediğimiz nice sebeplerden.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Peygamberlere hilafeten başkanlar

eski başkanlarca atan›r.

 

"2- "Tanr› Halife'leri Muhammed ve onun önceden belirlediği kişiler eliyle seçer.

Görülüyor ki Devlet Başkan›n›n yani Tanr›'n›n yeryüzündeki vekili olan Halife'nin seçimi işi Tanr›'ya aittir. Tanr› bu seçim işini Halk arac›l›ğ› ile yapacak değildir. Bu işi bizzat kendisi Muhammed'i seçmek suretiyle yapmağa başlam›şt›r. Esasen Muhammed'ten önce de yeryüzündeki vekillerini bizzat kendisi göndermiştir. Musa'lar, İsa'lar, v.s. gibi...(s. 186)

Muhammed kendisinden sonra Halifeliğe önce Ebu Bekir'in ve Sonra Ömer'in ve ondan sonra da Osman'n› geleceğini rüyalar›nda görmüştür, ki bu da bir Tanr› işareti olarak kabul edilmelidir...(s. 187)

İktidar sahibini, Halife'yi halk tayin etmez, İktidar sahibini Tanr›, doğrudan doğruya tayin eder (Muhammed'i tayin ettiği gibi) veya ettirir (Ebu Bekir'i Muhammed'e, Ömer'i Ebu Bekir'e, Osman'› Ömer'e ettirdiği gibi).

Her ne kadar "emaneti içinizde en ehil olanlara veriniz" şeklinde bir hüküm var ise de..."(s. 188)

 

İSLÂM GELENEĞİ, İLİM VE SİYASET

İSLÂMİYET'E GÖRE BAŞKAN SEÇİMİ

 

İslâm geleneğinde, tarikatlarda böyle bir usûl vard›r. Onlar›n beyan›na göre, Hz. Peygamber gizli olarak HHalife Ebu Bekir'i ve Ali'yi kendisine maneviyatta halife yapt› ve onlar›n tahlifi ile bugün binlerce tarikat vard›r. Onlara göre bir kimse onlardan yetki almad›kça tarikat› kuramaz.

Ne var ki, İslâmiyet'e göre, ne ilimde ve ne de siyasette böyle bir şey vard›r. Bu anlay›ş bu alanlarda kesinlikle yoktur. Alimler kendi kitaplar›n› icazetle okuturlar, ama yeni kitap yazan kimseden icazet alma durumunda değildirler. Hükümdarl›k da böyledir. Halife Ebu Bekir, Ömer'i atamam›şt›r; seçtirmiştir.

Bugün A.B.D.'de de başkan›n görevi devam ederken yeni başkan seçilir ve başkan göreve alt› ay sonra başlar. Bu atama değil; seçtirmedir.

İslâmiyet'e göre;

aşiret içinde bir hiyerarşi vard›r.

Çünkü namaz k›ld›r›rken aşiret mensuplar›ndan biri imam olacakt›r.

Başkan›n yokluğunda s›ra ile başkan olunacakt›r. Seçimde de 'en bilgili' olan kimse başkan olur. Ehliyetleri ayn› olanlar aras›nda 'en yaşl›' olan başkan olur.

Yönetim ekip yönetimi olduğu için bunun fazla bir önemi de yoktur. Ancak bütün bunlar tavsiye mahiyetindedir. Karar biatla ilişkilidir.

Bunun için seçimi yapacak olan on kişilik yönetici grubu kapal› bir odada toplan›r. İttifakla birini başkan seçerler. Halk da seçilen başkana biat eder. Halk biat etmezse o kimse başkan olmaz. Yani ittifak, halk›n biat edeceği kimselerden oluşmal›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Halife Kureyş'ten olmal›d›r.

 

"III- HALİFE olacak kişide aranan nitelikler dahi serbest SEÇİM olanağ›na yer vermez. (KUREYŞ kabilesine mensub olma koşulu)

Halife olacak kişide bulunmas› gereken koşullar genellikle ERKEK cinsiyetinden olmak - İslâm topraklar›n› savunabilecek ve din ad›na savaşlar yapabilecek yeterlikte olmak - Fizkî ve beynî yeterliğe sahip olmak - ve as›l KUREYŞ KABİLE-SİNDEN bir ARAP olmak.

İslâm hukukçular›n›n yüzy›llar içerisinde hemen hemen oy birliğiyle savunur olduklar› hususlar aras›nda yukar›da sayd›ğ›m›z koşullar vard›. Bu koşullar içerisinde "KUREYŞ kabilesine mensup bir ARAP olma" koşulu en önemli bir koşul olarak benimsenegelmiştir. İlerde de göreceğimiz gibi Türklerin, k›l›ç gücü ile HİLAFETE sahip ç›kmalar› ve Osmanl› Padişahlar›n›n Halife olarak iş görmeleri olay›n› Araplar bir zorunluluk olarak kabul etmişler ve fakat hukuken bunun olmayacağ›n› söylemekten geri kalmam›şlard›r. Bunun böyle olduğunu sadece Araplar değil ve fakat Türk din adamlar› dahi öngörmüşlerdir...(s. 188)

Maverdi gibi ve ondan da ünlü Arap tarihçisi İbn Haldun, "Mukaddime" adl› kitab›nda halifenin Kureyş kabilesinden gelme olmas› koşulunu savunmuştur."(s. 189)

 

MEKKE EMİRİ, İSÂM DEVLETLER TOPLULUĞU

VE TOPLULUK GENEL SEKRETERİ MESELELERİ

 

Halife Ebu Bekir'in seçilmesi esnas›nda başkanl›k yani hilafet konusu tart›ş›lm›şt›r. Halife Kureyş'ten olmazsa siyasi durum ne olur? Bu tart›şmalar s›ras›nda Medineliler kendilerinin duruma hakim olamayacaklar›n› anlay›p ikna olmuşlard›. Çünkü Arap halk› geleneksel olarak Medinelilere değil Mekkelilere bağl›yd›.

Meselenin özü şuydu:

Mekke'de yönetim ya Haşimîlerin ya da Emevîlerin hükümranl›ğ›nda olmaktayd›. İşte Medineliler daha çok bunun devam etmemesini istediler. Çünkü bu gelenek devam ederse Mekke yönetimi başa gelirdi. Hz. Ömer,  Ebu Bekir'in halife olmas›n› önerdi ve Medineliler de bunu kabul ettiler. Mekkeli muhacirler de teklifi uygun buldular.

Bu tart›şmalar esnas›nda "Başkanlar Kureyş'ten olur" sözü de söylenmeye başland› ve genel bir kabul gördü. Bu konuda bir tür icma has›l oldu. Ancak bu sözün peygamber sözü olup olmad›ğ› bilinmiyor. Çünkü burada Halife Ebu Bekir'in veya bir başkas›n›n bunu hadis olarak nakledip nakletmedikleri belli değildir. Zaten söz kesin olarak hadis olsayd›, ikna etmek için o kadar aç›klamalar ve tart›şmalar yap›lmas›na gerek olmazd›. Bu esas, sadece uygulanm›ş bir icma durumundad›r.

Bu konuda bu söz gerçekten söylenmişse; bu söz inşâî midir veya ihbârî midir? Bu da kesin olarak bilinmiyor. Çünkü cümle her ikisi için de kullan›labilir. Yani 'Başkanlar Kureyş'ten olmal›' m›d›r; yoksa 'Başkanlar Kureyş'ten olacak' m›d›r? Bu nokta aç›k olarak belli değildir. Eğer 'olacakt›r' anlam›nda olup ayn› zamanda hadis ise o zaman Hz. Peygamber geleceği bilmiş demektir. Gerçekten de İslâm dünyas›nda hakimiyetin Araplarda olduğu as›rlar boyunca halifelik hep Kureyş'te kalm›şt›r.

Bize göre; bu hadisten ziyade bugün çözmemiz gereken çok daha önemli bir problem vard›r. Biz as›l onun üzerinde durmal›y›z.

Her topluluk kendi başkan›n› kendisi seçecektir. Seçme şekli de belirlenmiştir. Devletleri de uluslar kuracakt›r. Dünya nüfusu artm›şt›r ve daha da artacakt›r.  İnsanl›k art›k ayr›ca büyük topluluklar şeklinde de teşkilâtlanacakt›r. 'Avrupa Topluluğu' gibi 'İslâm Devletler Topluluğu' da olacakt›r. Bu topluluğun merkezi de Mekke olacakt›r. Mekke'nin ordusu ve askerî gücü olmayacakt›r. Sadece topluluğun sekreterlik hizmetlerini görecektir. Bu sekreter ayn› zamanda Mekke bucağ›n›n da başkan›d›r veya Mekke Bucağ› Başkan› yani 'Mekke Emiri' ayn› zamanda 'İslâm Devletler Topluluğu Genel Sekreteri'dir.

Günümüzde meseleyi böyle değerlendirip böylesine bir yaklaş›mla ele ald›ktan sonra, işte şimdi bu başkan kim olacakt›r ve nas›l seçilecektir konusuna gelebiliriz? Bu hadis ve tarihteki uygulamalardan şu sonucu ç›karabiliriz:

Mekke Emiri, Mekkelilerden yani orada yaşayan Mekke'nin sakinlerinden biri olacakt›r. 'Kureyş' demek bir soyu ifade etmez; sadece 'Mekkeli' olmay› ifade eder. Çünkü 'Kureyş' demek 'tüccar' demektir ve Mekke'de geçim sadece ticaretle olur. Bu şehir sakinleri için başka bir geçim kaynağ›, başka bir meslek sözkonusu değildir. Ziraat veya sanayi yapma imkan› yoktur.

Osmanl› kitaplar›nda bu cümlenin yer almas›, Osmanl› ulemas›n›n taklitçiliğinden ileri gelmiştir. Arap müellifleri de Abbasi hilafetini pekiştirmek ve desteklemek için böyle yapm›şlard›r.

İslâmiyet'e göre;

Değişmez olan hükümler Kur'ân-› Kerîm'de yer almal›d›r.

Kur'ân'da böyle bir hüküm olmad›ğ›na göre, bu hadis 'ihbârîdir'; 'inşâî' değildir, der ve meseleyi kapat›r›z. Böylece bu tart›şma da biter.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Hadisler halifenin Kureyş'ten olmas›n› emreder.

 

"A- Halifeliğin Kureyş kabilesi mensuplar›na ait olageleceği.

Hilafet makam›na (Yahut İktidara) gelecek olan kişi sadece Tanr› taraf›ndan gönderilmiş kişi olmakla kalm›yor ve fakat ayn› zamanda KUREYŞ kabilesinden olmak gerekiyor. Çünkü bu koşul da Tanr›'n›n istek ve emri niteliğinde olmak üzere Hadis hükümleriyle belli edilmiştir. Yani daha başka bir deyimle Tanr›, halifeyi seçerken kendisini kendi iradesiyle adeta bağlam›şt›r, çünkü Kureyş kabilesinden olmayan bir kimseyi halife tayin etmeyeceğini aç›klamaktad›r hadis hüküm-leriyle...(s. 189)

Buhari ve Müslim'den gelen en sağlam nitelikteki bu Hadis'ler Kureyş'lilerin önderliğini öngörmekte ve biraz evvel belirttiğimiz gibi İmam ve Halifelerin Kureyşliler aras›ndan ç›kacağ›n› ilâhî bir emir olmak üzere yerleştirmektedir... Bunlar için bk. C. Brockelman, Geschicte der Arabischen Litteratur, (Leiden 1949, vol. II, sh. 504.)"(s. 190)

 

KUR'ÂN VE HADİSLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

BU KONULARDA DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

 

İslâmiyet'te hadislerin değerlendirilmesi ve tasnif edilmesi için kabul edilen usuller vard›r:

Mütevatir hadisler, sahabeler zaman›nda duyulmuş ve benimsenmiş hadislerdir. Kureyş ile ilgili hadis, hadis olarak değil de hüküm olarak duyulmuş ve yayg›nlaşm›şt›r.

Meşhur hadisler, sahabelerin hemen arkas›ndan duyulup yayg›nlaşan hadislerdir. Bunlarla amel edilmesi gerekir.

Sonralar› ilim adamlar› taraf›ndan tahkik edilen hadisler vard›r. Bunlara, ayr›ca tahkike gerek kalmaks›z›n uyulabilir; tahkik yap›larak terkedilebilir. İlim adamlar›nca tahkik edilmeyen hadislere tahkik yap›lmadan uyulmaz; tahkik edildiğinde uyulabilir. Hadis ilim adamlar› olarak da, ilgili uleman›n icma› ile alt› hadisçi kabul edilir. Demek ki, mütevatir ve meşhur olmayan hadislere uyup uymamakta serbest olunduğundan dolay›, bu konu tart›şma konusu yap›lamaz. Çünkü doğruluğu kesin olarak sabit değildir.

Mütevatir ve meşhur hadisler çok azd›r. Hele bunlardan lafzen mütevatir olanlar hemen hemen yoktur. Manen mütevatir olanlar, icma olmas› bak›m›ndan kesin hadistir; yoksa hadis olarak kesin değildir. Kureyş hakk›ndaki hadiste manen tevatür vard›r, lafzen yoktur.

Kureyş ile ilgili bu hadislere de iki bak›mdan uymak gerekmez:

1) Birincisi, o hadisin konusu o devrin meselesi ile ilgilidir. Konu, Araplar›n Kureyşlilere ittiba edeceği hususundad›r. Bizim meselemiz değildir.

2) İkincisi de, hadisin yorumudur. Kureyş ile ilgili hadis 'ihbârî' kabul edilirse tart›şma biter. Bu konuda söz söylemeye gerek kalmaz.

Burada ayr›ca şu husus da belirttilmelidir. Tart›şmada hadisleri öne ç›karmak doğru değildir. Hadislerin çoğunluğu bizlere 'vahit haber' olarak gelmiştir. Bundan dolay› uyup uymama konusunda serbestiz. Hadisler genellikle kendi çağlar›n›n problemlerini çözmüşlerdir. İkinci olarak, bugün o konulardaki durum değişmiş olabilir.

Biz iddia ediyoruz ki, Kur'ân-› Kerîm'de belli bir çağa mahsus bir hüküm yoktur. Değişik yorumlar yap›labilir, ancak hiçbir zaman bu hüküm sadece bu çağ›n gereği idi denemez. Bundan dolay›d›r ki, yazar›n hadislere dayanarak ileri sürdüğü veya ilim adamlar›n›n kendi içtihatlar› olarak ileri sürdükleri iddialar› cevapland›rmayacağ›z. Biz, Kur'ân'daki hükümleri esas alarak cevaplar›m›z› vermeye devam edeceğiz.

Sayg›değer Okuyucular!

Hadislerin s›hhatinde ve bu konuda İslâm alimlerinin söylediklerinde hatalar olabilir. O nedenle, bunlar›n üzerinde ayetlerin de önüne ç›karak fazla durmamak gerekir. Bunlardan doğru olanlar ve söylenenler al›n›r ve yanl›ş olanlar varsa terkedilir. Ama Kur'ân-› Kerîm'de zikredilen ve söylenen her şey kesin olarak doğrudur; ondan bir şey atma düşünülemez. Sadece müteşabih âyetleri anlayamad›ğ›n›z için şimdilik onlara uyulmayabilir. Bu gibi hallerde hep akl ön plana ç›kar›lmal›d›r. Kur'ân'› anlad›ktan, Hadisleri anlad›ktan ve diğer âlimlerin söylediklerini anlad›ktan sonra, onlar› değerlendirirken hep akl kullan›lacakt›r. Art›k hep birlikte bu prensipler çerçevesinde hareket edelim.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Tarihte hep Kureyşliler halife oldular.

 

"İlk halifelerle Emevi ve Abbasi halifeleri hep KUREYŞ kabilesinden.

Halife'liğin Kureyş kabilesinden ç›kma kişilere ait olacağ› kural› temel bir kural olarak benimsenmiştir çünkü Tanr›'n›n yeryüzündeki vekili olan Muhammed Kureyş kabilesinden idi. Bu kural öylesine mutlak bir kural olarak ele al›nm›şt› ki Muhammed'ten sonra halifeliğe gelen ilk 4 halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali) hep Kureyş kabilesinden gelme kimselerdir. İlk 4 halife'den sonra yerleşen Emevi saltanat› ve daha sonra Abbasi saltanat› zaman›nda da halifeliğe hep Kureyş kabilesi mensuplar› gelmiştir. Bunlar›n Şii olan rakipleri ve M›s›r'da saltanat süren Fatimi'ler de keza Kureyş kabilesine mensub idiler. Bu konuda bk. Sir Th. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924, sh. 47."(s. 190)

 

 

DEVLETİ İLİM ADAMLARI ŞÛRASI YÖNETECEKTİR

İLÂHÎ İRADE VE CÜZ'Î İRADE AÇISINDAN YÖNETİM

 

Evet, İslâm tarihinde Araplar›n hâkim olduğu dönemlerde hep Kureyşliler halife oldular. Böylece Hz. Peygamber'in haber vermiş olduğu durum gerçekleşmiş oldu. Her şeyin de Allah'›n iradesi ile olduğu da belirlendi.

Son Peygamber Muhammed (s.a.v.)'den önce peygamberler gelir ve topluluklar› yönetirlerdi; veya onlar olmad›ğ› zaman kendini adeta tanr› ilan eden 20. yüzy›l diktatörleri gibi hükümdarlar ülkeleri idare ederdi. İslâmiyet bu durumu sona erdirdi, uygulamay› yürürlükten kald›rd› ve halk›n biat ettiği ilim adamlar›n›n meşvereti alt›nda hukuk esaslar›na göre devletin yönetilmesi ilkesini getirdi.

Ne var ki, ilk zamanlar insanl›k henüz bu ilkeyi hazmedip uygulayabilecek durumda değildi. Bu dönemde de ülkeleri alimler değil de asilzadeler yönetti; ama özel hukukta alimler hükümferma oldular.

İslâmiyet, tarihî gelişme seyri içinde insanl›ğa demokratik yönetim ve yap›lanma modelini getirdi. Art›k bundan sonraki devirlerde halk, kendi seçtiği ilim adamlar› taraf›ndan yönetilecektir. İnsanl›k bu aşamaya gelmiştir. Bundan sonraki çağlarda yönetim yap›lanmalar› böyle olacakt›r.

İslâmiyet'e göre;

İlâhî irade vard›r ve bu irade her zaman insanlar›n r›zas› istikametinde tecellî etmez. Çoğu zaman ideal uygulama olmaz. Bu da insan›n irade–i cüz'iyesini kullanabilmesi ive hata yapabilir bir varl›k olmas› özelliği aç›s›ndan böyledir. İnsanlar irade-i cüz'iyeleri ile neyi isterlerse ve neye lây›k iseler, Allah'›n iradesi o yönde tecellî eder.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Arap olmayanlar halife olamaz.

 

"B- HALİFELİĞİ Arap niteliği d›ş›nda kullanma durumu.

Diğer bölümlerde de belirttiğimiz gibi Halifelik unvan› ilk 4 halife ile birlikte bir Arap geleneği olarak ve Arap nitelikleriyle kullan›lmağa başlanm›şt›r. Gerek Kur'an ve gerek özellikle Hadis kurallar›na göre halife olacak kişinin Muhammed ile ilişkisi kurulmak istenmiş ve bu nedenle mutlaka Kureyş as›ll› olmas› aranm›şt›r. Gazzali'lerden, İbn Haldun'lardan, İbn Sina'lara kadar İslâm'›n bütün büyük düşünür ve yazarlar› ve hukukcular› bu koşulu ilk ve en önemli bir koşul olarak görmeğe çal›şm›şlard›r.

Halife'nin Kureyş kabilesinden olmayan kişiler aras›ndan ç›kabileceğini söyleyen nadir hukukcular olmam›ş değildir. al-Bakilane bunlardan biridir...(s. 190)

Halife'lerin Kureyş as›ll› olmalar› gereğini din kurallar›na dayanarak savunanlar özellikle Arap düşünürler olmuştur..."(s. 191)

 

HER KAVMİN DEVLETİ VE KENDİ BAŞKANI VARDIR

KUREYŞ'İN BİR SOY OLDUĞUNA DAİR DELİL YOKTUR

 

İslâmiyet'te her kavmin bir devleti ve başkan› vard›r.

Kur'ân'›n 'hâdi' dediği bu başkanlar o kavmin bizzat kendilerindendir. Bütün Müslümanlar tek devlet olamayacaklar›na göre tek devlet başkan› da olmayacakt›r.

Mekke'ye gidip yerleşmek ve orada yaşamak herkesin en tabiî hakk›d›r. Mekke'de oturanlar ticaretle geçinmek durumundad›rlar ve dolay›s›yla Kureyşlidirler. Nas›l Türk olmak için mutlaka Türk anne ve babadan dünyaya gelmiş olmak gerekmiyorsa; Müslüman olmak için de Müslüman anne ve babadan olmak gerekmiyor. Ayn› şekilde Kureyşli olmak için de bir insan›n mutlaka Kureyşli bir anne ve babadan gelmiş olmas› gerekmiyor. Mekke'de mukim olmas› yeterlidir.

Kur'ân'da Kureyşin bir soy olduğuna dair herhangi bir delil yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Her kavmin (ulusun) bir devleti vard›r.

Her kavmin reisi, emiri, başkan› kendilerinden olacakt›r.

Müslümanlar›n veya insanl›ğ›n tek bir başkan› olmayacakt›r.

Her kavim yeterli say›ya ulaşt›ğ›nda devlet kuracakt›r.

 

Yazara göre,

Muhammed seçimle halife olmad›.

 

"IV- Muhammed'ten sonra Devlet'in baş›na geçen ilk dört Halife (Ebu Bekir-Ömer-Osman-Ali) halk taraf›ndan seçim yolu ile gelmemişlerdir.

San›l›r ki Arap Peygamberi'nin ölümünden sonra devletin baş›na geçen ilk dört halife Medine halk› taraf›ndan ve seçim yolu ile gelmişlerdir... İlk dört Halife'nin halk taraf›ndan seçilmiş olduğu iddialar› da temelsiz ve gerçekle ilgisi bulunmayan iddialard›r. Ne Muhammed ve ne de kendisinden sonra devletin baş›na gelen Halifeler "HALK SEÇİMİ" usulünü devletin bekas› için uygun görmemişler ve bu usule hiç bir şekilde yanaşmam›şlard›r...

İlk dört halife'nin halifeliğe geliş hikayesine k›saca göz atacak olursak "Demokratik Cumhuriyet" devri diye gösterilmek istenilen bu dönemin "demokratik" ve "cumhurî" olmaktan ne kadar uzak bulunduğunu anlar›z."(s. 191,192)

 

MUHAMMED BİATLA YANİ SEÇİMLE BAŞKAN OLDU

ALLAH İNSANI YARATTI VE KENDİSİNE HALİFE YAPTI

 

Elçi Muhammed (s), olabilecek en adil bir seçimle başkan olmuştur.

Çünkü kendisi yetim ve kimselerin itibar etmediği bir genç iken Mekke'de onüç y›l uğraşarak bir topluluk oluşturdu. Bu topluluğa kat›lanlar›n tamam› onu çok seviyordu ve o herkesin nizas›z başkan›yd›.

Medineliler de onunla anlaşarak onu şehirlerine davet ettiler ve ittifakla başkan yapt›lar. Diğer kabileler ve Yahudiler de sonradan bu anlaşmaya kat›larak devleti oluşturdular. Hz. Muhammed gerçekten peygamberdi. İnsanl›ğ›n Son Peygamberi, son rehberi, son önderi bir kavimden olacak, henüz hayatta olacak, o güne kadar devlet aşamas›na gelememiş olan bu kavim ilk defa onun sayesinde devlet kuracak ve o kavmin mensuplar› ondan başkas›n› devlet başkan› yapacaklar! Bu olacak şey midir? Hangi ak›l ve mant›k bunu kabul eder. O toplulukta ondan daha uygun kim olabilir ki?

Bütün bu ve benzeri sebeplere rağmen, Hz. Peygamber önemli olaylar›n arefesinde arkadaşlar›n› toplam›ş ve onlar›n biat›n› yenilemişti. Bu biat yenileme olay› bir nevi bugünkü 'güven oyu' gibi ve onun mesabesinde bir uygulamad›r. Dünyada ilk defa bu uygulamalar› yapabilen bir insan ve devlet aşamas›na gelişin daha başlang›c›nda bu kadar demokratik uygulamalar yapm›ş olan bir topluluk nas›l tenkid edilebilir? Bu gerçekler nas›l inkâr edilip gözard› edilebilir?

Dünyada ve ülkemizdeki uygulamalar aç›s›ndan ele al›nd›ğ›nda, o dönemdeki uygulamalarla çağ›m›zdaki uygulamalar mukayese edildiğinde, siyasi kuruluşlar›n ve devletlerin iç ve d›ş yap›lar› gerçekçi şekilde incelendiğinde, acaba hangisi daha demokratik olabilmiştir? Hele insanl›ğ›n geçirdiği aşamalar düşünüldüğünde gerçekler daha bariz özellikleri ile apaç›k ortadad›r. Hem de inkâr edilemeyecek ve gizlenemeyecek seviyede ortada. Yeter ki gerçekten ilim yap›ls›n ve gerçek ilim adam› olunabilsin.

İslâmiyet'e göre;

Allah insan› yaratt› ve kendisine halife yapt›.

İnsanlara rehber ve önder olmalar› için peygamberler gönderdi.

O peygamberler Allah'›n yeryüzündeki elçileriydiler. Allah, Son Peygamber Muhammed (s)'den sonra art›k kavimlere ve insanl›ğa peygamber göndermeyeceğini bildirdi. 'Siz benim elçime bir halife nasbedin' buyurdu.

O halde başkanlar, Allah'›n değil topluluğun elçileri ve Allah elçilerinin halifeleridirler. Bu son derece basit temsilî sistem kavranmad›kça, İslâmiyet'in anlaş›lmas› mümkün değildir. Hz. Ebu Bekir 'Halifetullah' değil 'Halifetü Rasûlillah't›r. Bu hususta ihtilâf yoktur.

 

*   *   *

 

Yazara göre,

Ebu Bekir bask› ile halife oldu.

 

"Ebu Bekir'in Halifeliğe gelişi

Fakat hemen belirtmek gerekir ki Ebu Bekir'in halife seçilmesi hür ve serbest irade izhar› ile olmad›. Çünkü Ansar, yani Ebu Bekir'i halife seçen hey'et, Ebu Bekir'in halife seçilmesi gereğinin Tanr› emri şeklinde Muhammed taraf›ndan bildirilmiş olmas› beyan›na kanarak ve bu emre uygun hareket etmiş olmak için böyle hareket etmişti. Bilindiği üzere Muhammed, daha kendi hastal›ğ› s›ras›nda ve ölümünden önce Ebu Bekir'i adeta halifeliğe aday göstermişti. Toplumun ibadet ve ayinlerini, kendi yokluğunda, ona yapt›rmakta idi.

Maverdi'den öğrendiğimize göre Ebu Bekir'i seçenlerin say›s› 5 kişiyi geçmemiştir. Bu konuda bk. Maulana Muhammed Ali, Early Caliphate, Lahore, İndia 1932, sh. 17-25"(s. 192,193)

 

EBU BEKİR'İ BÜTÜN MEDİNELİLER SEÇMİŞTİR

İSLÂM DÜZENİNDE EKSERİYET SİSTEMİ YOKTUR

 

Bir toplulukta başkan seçilirken elbette orada sosyal ve psikolojik bask› olacakt›r. Topluluk en iyiyi ve en uygunu seçmenin sanc›lar›n› yaşayacakt›r. Ama bunun da elbette özelliği ve seviyesi de olacakt›r.

Düşünelim bakal›m, Ebu Bekir'in seçildiği meclis askerî kuvvetler taraf›ndan sar›lm›ş da bir bask› m› yap›lm›şt›r? Ya bu şahs› seçersiniz ya da kellelerinizi uçururuz mu denmiştir? Ya da çağ›m›zda yap›lan envai çeşit seçim oyunlar›ndan biri mi yap›lm›şt›r? Hay›r, hiçbiri yap›lmam›şt›r.

Arap Yar›madas›'nda ilk defa kurulan bir devletin ikinci başkan› olan Ebu Bekir, Medineliler taraf›ndan ittifakla seçilmiştir. Başkan şûra taraf›ndan seçilmiş, sonra teker teker bütün Medineliler yeni halifeye biat etmişlerdir. Başkan bütün seçmenlerin oyunu alm›şt›r.

Bu durum o kavim için yepyeni bir durumdu ve bütün insanl›ğa da örnek olacak bir aşamayd›. Bu seçim bir soy seçimi değildi. Bu seçim bir kuvvet, ç›kar, çat›şma seçimi değildi... Sadece liyakat seçimiydi. En bilgili, en tecrübeli insan›n ve belki de bir yönü ile Son Peygamber'in hayatta olan en yak›n arkadaş›n›n seçimiydi. Ashab da en uygun, uyumlu ve isabetli seçimi yapm›şt›r.

İslâm düzeninde ekseriyet sistemi yoktur.

Ekseriyet sistemi kand›rmacadan başka bir şey değildir. Çağdaş bir sahtekârl›kt›r. Bir güç ve kuvvet gösterisidir. Güçlü olanlar aras›nda bir ülkeyi kimin daha iyi ezeceği yar›ş›d›r.

Bir ülke düşünelim ve diyelim ki o ülkede bütün hürriyetler var. Herkes parti kurabiliyor ve seçimlere kat›labiliyor. Seçim kanunu son derece adil ve s›k s›k değiştirilmiyor. Bask› yok, barajlar yok, idamlar yok... Bunlara benzer daha nice olumsuzluklar yok. Böyle bir ülkede en az beş parti kurulur. Demek ki bu durumda bir partinin hiçbir bask› olmaks›z›n alabileceği oy yüzde k›rk› (% 40) geçemez. Seçime kat›l›m da yüzde sekseni (% 80) geçmez ve bu da eder yüzde otuzalt› (% 36). Yüzde otuzalt›n›n dörtte biri ile toplant› yap›labiliyor ve bu da eder yüzde dokuz (% 9); bunun da yar›s› yüzde dört buçuk (% 4,5). Evet, evet, yanl›ş okumad›n›z; yüzde dörtbuçuk (% 4,5) ile bir ülke yönetilebiliyor ve bunun ad›na da 'demokrasi' deniyor!

Hangi demokrasi?!..

Bu ne biçim ekseriyettir?

Bu ne biçim çoğunluktur?

Bu nas›l demokrasidir?

Kald› ki genellikle her zaman gerek seçim mevzuat›, gerekse ekonomik ve siyasi bask›lar öyle tarafs›z bir seçimin yap›lmas›na asla imkân vermez. Böyle bir seçim ne zaman yap›labildi ki?

İslâmiyet, hokkabazl›k ve hilekârl›k yapmaz.

Aldatmacalarla sözde halk oylamalar› oyunlar› oynamaz.

Vars›n bu çarp›k çoğunluğa dayal› uydurma demokrasi ve sözde seçim sistemi sizlerin olsun.

Bu çoğunluk handikap›n› çözecek sistem 'alimler şûras› ve biat/ bağlanma sistemi'dir. Bu da bir toplulukta ilmî, dinî, meslekî ve siyasî gruplar›n oluşmas› ve herkesin dilediği gruba kat›lmas›yla mümkün olur. Bu düzende ve ortamda, irade ve r›zalar serbestçe ve bir bütün olarak gerçekleşecektir.

 

*   *   *

 

Yazara göre,

Ebu Bekir Ömer'i atad›.

 

"Ömer'in halifeliğe gelişi:

Ebu Bekir ölmeden önce Ömer'i kendisine halef tayin etmişti. Ve Ebu Bekir'in bu vasiyeti üzerindedir ki çok dar bir grup Ömer'i halifeliğe getirdi.

Denilebilir ki Ömer'i halife olarak Ebu Bekir atam›şt›r."(s. 193)

 

 

ÖMER'İN HALİFE SEÇİLMESİ

SEÇİM ŞEKLİ KONUSUNDA KESİN EMİR YOKTUR

 

Hz. Peygamber (s)'in atama yapmas› yani halifeyi atamas› mahzurlu say›lm›şt›r. Zira peygamberin yapt›ğ› usul olur ve ondan sonra her gelen halifeyi zorlayarak atard›. Oysa Ebu Bekir Allah'tan vahiy alm›yordu. Onun yapacağ› hiç bir uygulama kural olmazd›. Dolay›s›yla kendisi daha hayatta iken yerine halefini seçtirmiş olmay› uygun gördü ve halk da onun uygun gördüğü kimseyi seçti. Ama yine biat yani bağlanma sistemi ile seçti. Bu önemli nokta unutulmamal›d›r.

Bu seçime itiraz eden de olmad›. Yine ordu, asker veya kuvvet kullan›lmam›şt›. Çünkü halifenin özel bir ordusu yoktu; hattâ muhaf›zlar› bile yoktu. İstese de zor ve kuvvet kullanamazd›. Sistemde böyle özel bir güç yoktu. Kendisi de zaten halk aras›nda sade bir insan gibi yaş›yordu. Hiçbir ayr›cal›ğ› yoktu. Yerine oğlunu veya akrabalar›ndan birini de atamad›. Askeri darbe ile gelmedi. O halde bu uygulama demokratik seçim değildir de nedir?

Oylama yap›lacak da yukar›da anlatt›ğ›m›z ekseriyet sistemi mi uygulana-cakt›? Çoğunluğa dayal› bir düzen mi olacakt›? İttifak, biat ve bağlanma varken, bu yapmac›k yöntemleri uygulamak ak›l kâr› m›d›r?

İslâmiyet'te gizli oylama yoktur.

Korkaklar›n yönetimde paylar› yoktur.

İslâmiyet;

Başkanlar›n seçimi konusunda kesin emirler ve hükümler getirmemiştir. Topluluklar› kendi inançlar›na ve örflerine göre serbest b›rakm›şt›r. Müslüman olan kabilelerin reislerini değiştirmemiştir. Geleneksel seçim usullerine de dokunmam›şt›r. Çünkü böyle bir şey merkezî yönetim uygulamas› demektir.

Buna karş›l›k İslâm, merkezî olmayan yönetim sistemini getirmiştir. Bu sistem çerçevesinde değişik seçim yöntemlerinden birer örnek vermiştir. Topluluklar başkanlar›n› kendi usullerine ve geleneklerine göre seçebilirlerdi. Bütün mesele seçilen başkan›n halk taraf›ndan benimsenmesi ve herhangi bir bask› yap›lmaks›z›n kendisine biat edilip bağlan›lmas›d›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Osman'› beş kişi aras›ndan Abdurrahman b. Avf seçti,

halk seçmedi.

 

"Osman'›n halifeliğe gelişi:

Ömer, daha hayatta iken kendisinden sonra halifeliğe gelebilecek olan kişileri tan›mlam›şt›. Bu tan›mlad›ğ› isimler şunlard›: Osman, Ali, Sa'd bin Abi Vakkas (İran Fatihi), Talha ve Zübeyr. İşte halife bu alt› (beş) kişiden biri olmak üzere ve yine bu alt› kişilik hey'et taraf›ndan seçilecekti. Ömer'in vasiyeti buydu... Beş kişilik hey'etin verdiği karara göre Abdurrahman bin Avf bu beş kişiyi ayr› ayr› dinleyecek, onlar›n her birinin oy'unu toplayacak ve bu oylama sonucu halifenin kim olduğunu bildirecekti. Abdurrahman ad› geçen beş kişiyi ayr› ayr› dinledi, onlar›n oylar›n› toplad› ve sonunda Osman'›n halife seçilmiş olduğunu ilan etti..."(s. 194)

 

OSMAN'IN HALİFE SEÇİLMESİ.

SEÇİMDEN SONRA HALK BAŞKANA BİAT EDER.

 

Hz. Ömer'in, halifelik yapt›ğ› dönemde bir şûras› vard› ve Medinelilerin ileri gelenlerinden oluşuyordu. Bu şûra 'başkanl›k şûras›' idi ve Hz. Ömer halefini onlara seçtirdi. Onlar da seçme işini Abdurrahman Bin Avf'a havale ettiler. O da Hz. Osman'›n seçilmiş olduğunu ilan etti. Ancak bu seçim akabinde bütün sahabeler yani Medineliler Halife Osman'a biat ettiler.

Nedense yazar bu biat olay›n› hep es geçiyor ve tenkitlere girişiyor. Hz. Ali, daha Hz. Ebu Bekir döneminde ve onun yerine kendisini başkanl›ğa lây›k görüyordu. Ayr›ca Hz. Osman'›n Emevîlerden olmas› nedeniyle muhalefet etmesi gerekirken, etmemiştir. Oysa Hz. Ömer'in 'baş dan›şman›' Hz. Osman değil Hz. Ali idi.

Ancak onun başkan olmas› ihtilâfl› olabilirdi. İhtilâf olunca ne olacakt›? Şûra dağ›lacak ve başka şûra oluşturulacakt›. Burada da seçim vard›r. Çünkü soy sözkonusu değildir. Başkan askeri kuvvet yoluyla da gelmemiştir. Seçim sonunda halk da yeni başkana biat etmiş ve bağlanm›şt›r.

İslâmiyet'e göre;

Birini hakem atad›n›z m›, art›k onun vereceği karardan dönülmez.

Heyet Hz. Ali ile Hz. Osman aras›nda hilafette ihtilâf etmiş, bunlardan birini atamada Abdurrahman bin Avf hakem olmuş ve hakemin karar›na itirazs›z itaat edilmiştir.

Oylama yap›lsayd›, başkan birinin fazla reyi ile seçilmeyecek miydi? O da bir kişi değil midir?

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Ali, çete taraf›ndan seçilmiştir.

 

"Ali'nin halifeliğe gelişi:

Osman'›n halifeliği s›ras›nda baz› isyan olaylar› görülmüştü. Bu isyan olaylar›na kat›lan çetelerden birisi de M›s›r çetesi idi. Bu çete, Hicret'in 35ci y›l›nda (Dulhaç 24), "Peygamber'in vasiyeti vard›r ve bu vasiyet gereğince Ali'nin halife olmas› gerekir" diyerekten Ali'yi halifeliğe getirmiştir. Söylemeğe hacet yoktur ki Ali'nin bu şekilde halifeliğe gelişini hür ve serbest irade yolu ile ve seçim usulu ile olmuş gibi kabul etmeğe imkan yoktur..."(s. 194)

 

ALİ'NİN HALİFE SEÇİLMESİ.

BAŞKAN SEÇİMİ KUR'ÂN'A GÖRE ÇÖZÜLECEKTİR.

 

Hz. Ali'nin hilafeti, daha ilk halife seçiminde olmuştu.

Hz. Ebu Bekir kendisine muhalefet ettiği için yeniden böyle bir durumu önlemek amac›yla Hz. Ömer'i yerine seçtirmiştir. Hz. Osman ile Hz. Ali aras›nda çetin tart›şmalar olmuş ve sonunda hakem karar›yla Hz. Osman başkan seçilmişti. Hz. Osman'›n şehadetinden sonra zaten başka aday bulunmamaktayd›. Hiç kimse ona karş› ben halife olacağ›m diyebilecek durumda değildi. Muaviye bile başlang›çta karş› gelmedi. Böylece Hz. Ali halife oldu.

Nitekim başka aday olmad›ğ› için Mustafa Kemal, Evren veya Özal'›n seçildiği gibi seçimle halife olmuş oldu. Ancak daha sonra fitne kaynat›ld›, ortal›k kar›şt›r›ld›, Hz. Ali'nin yapmad›ğ› şeyler yapt› gibi gösterildi ve Muaviye bu durumdan yararlanarak hilafeti gaspetti.

İslâm düzenine göre;

Her kavmin kendi devleti olacak ve başkan da kendilerinden olacakt›r.

Oysa daha ilk halifeler zaman›nda Arabistan d›ş›nda büyük ülkeler fethedilmiş ve seçim hâlâ Medineliler aras›nda devam ediyordu. Bu durumda bu seçim şekli art›k meşruiyetini kaybetmişti.

Allah peygamberlerden sonra vahiy göndermeyecektir. Ancak yap›lacak yanl›ş ve hatal› hareketler Müslümanlar› başar›s›zl›ğa götürecektir. Bu hatalar bir uyar› mahiyetinde olacak ve doğru bulunacakt›r.

İşte Hz. Ali'nin başar›s›zl›ğ› bu olmuştur; tek İslâm devleti anlay›ş›. Bu yanl›ş anlay›ş sebebiyle, çağ›m›za gelinceye kadar sürüp gelen kanl› saray olaylar› olmuştur.

Art›k yeni 'İkinci İslâm Medeniyeti' döneminde bu konu Kur'ân'a göre çözülecek ve geçmiş as›rlardaki saray zulmü olmayacakt›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İlk halifeleri halk seçmiş değildir.

 

"V- İlk dört Halife'nin Devlet'in baş›na gelişinde HALK'›n hiç rol oynamad›ğ› ve bu nedenle "Cumhuri" ve "Demokratik" seçim usul-lerinin bahis konusu olmayacağ›.

Görülüydr ki ilk halifeler ne doğrudan doğruya bir seçim esas›na göre, ne doğrudan doğruya "Atama" sistemine göre ve ne de irsiyet esas›na göre halife olmuşlard›r. Halifeliğe geliş bir tür "atama" ve bir tür "seçim" unsurunun kar›ş›m› bir şekil ve yoldan olmuştur, ve bu bak›mdan denilebilir ki Arap'›n eski gelenek ve özellik-lerinden doğma bir esasa oturtulmuştur...

HALK hiç bir zaman halifeyi seçen bir unsur olarak kabul edilmemiş ve seçim çok mahdut ve çok dar anlamda sayabileceğimiz kişiler ve hatta bazan bir tek kişi marifetiyle yap›lm›şt›r. Halk›n hür ve serbest irade ile halifeyi seçmesi diye bir şey hiç bir şekilde bahis konusu olmam›şt›r..."(s. 195)

 

HALK BAŞKANI DOĞRUDAN SEÇMEZ

KUR'ÂN'IN GETİRDİĞİ SEÇİM SİSTEMİ

 

İslâmiyet'e göre, başkan› halk doğrudan seçmez.

Şimdi olay› birlikte düşünelim ve bir-iki de örnek öneri getirelim.

Birinci öneri: Bugün Osmanl› dönemi olsa, o dönemin anayasas› yürürlükte bulunsa ve sadece cumhurbaşkan›n›n seçimi için fetva istense; ne fetva verilebilir? Her şeyden önce Türklerde yani Osmanl›larda her zaman güçlü bir ordu vard›r ve cumhurbaşkan› orduya kumanda edecektir. O halde ilk şart olarak seçilecek cumhurbaşkan›n›n orgenerallerden olmas› gereke-cektir.

İkinci öneri: Günümüzde olduğu gibi halk›n temsilcisi olan şûra seçecek. Peki, bu seçecek olanlar kimlerdir? Siyasi partiler. Meclis seçimlerinde % 5 civar›nda oy alan parti başkanlar› bir araya gelecekler ve orgenerallerden birini cumhurbaşkan› seçeceklerdir. Seçimde mutlaka ittifak edeceklerdir. İttifak etmeden ayr›lan parti başkan›n›n partisi dağ›l›r ve kendisi de ülkeyi terketmek zorundad›r.

Sonra anayasa uyar›nca mecliste oylama yap›lacak ve milletvekillerinin çoğunluğunu almas› şart› yerine getirilecek. Ayr›ca ülke genelinde de bir halk oylamas› yap›lacak ve ekseriyetin 'evet' demesi şart› yerine getirilecek.

İslâmiyet'e göre, bütün bu merhalelerden sonra cumhurbaşkanl›ğ› seçimi kesinleşmiş olacakt›r.

Kur'ân-› Kerîm'de ve Hadislerde ne orgeneral, ne meclis, ne siyasi parti, ne de halk oylamas› vard›r. Öyleyse bu öneriler ve bu senaryo nereden ç›kt›?

Bu öneri ve bu senaryo, Kur'ân'›n genel hükümlerinden ç›kt›: Akitlere riayet ediniz. Anayasaya uyunuz. Sonra başkan›n›z› temsilcilerin ittifak› ile seçiniz.

İlk dört halife de böyle seçilmiştir. Kur'ân'›n genel hükümlerine göre seçilmişlerdir. Sonunda hep bütün halk›n yani sahabenin biat› al›nm›şt›r. Elbette o çağdaki Arap gelenekleri de bu seçimlerde rol oynam›şt›r. Aksi halde kendilerine göre nas›l çağdaş seçim olabilirdi ki? Çünkü Kur'an o hususlarda topluluklar› serbest b›rakm›şt›r.

Başka bir ifade ile Kur'ân, 'din' olarak fertleri her hususta uyarm›ş; ancak 'düzen' olarak fertleri anlaşmalara uymalar› gerektiği ilkesine bağlam›şt›r.

Seçim de bir anlaşma değil midir?

Çoğunluğun seçtiğine uyacağ›z demek, anlaşma değil midir?

Onu bile, eğer kabul etmişsek uymak zorunday›z.

Bu mecburiyet saltanat için dahi öngörülmüştür.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Emevîler seçimli monarşiyi getirdiler.

 

"VI- Emevî'ler ile birlikte İRSİYET ESASI'n›n yerleşmesi.

Bilindiği üzere yedinci yüzy›l›n ikinci yar›s›nda, yani 661 y›l›nda (Muhammed'in ölümünden 30 y›l sonra) hilafet makam› Muaviye'ye geçti. Muaviye Emevi hanedan›n› kuran kişidir. Ölümünden dört y›l önce oğlu Yezid'i kendisinden sonra hilafet makam›na gelecek kimse olarak atam›ş ve böylelikle İslâm tarihinde gerçek anlamiyle irsiyet sisteminin yerleşmesine amil olmuştur. Ancak irsiyet sisteminin özellik arzeden yönü hilafet makam›nda bulunan kişi'nin kendisinden sonra gelecek olan oğlunu tayin ve tesbit etmesidir. Bu sisteme bir tür seçimli monarşi ad›n› vermek yanl›ş olmaz."(s. 195)

 

İSLÂMİYET'TE SALTANAT SİSTEMİ YOKTUR;

İLMÎ ŞÛRA, İTTİFAK VE BİAT İLE SEÇİM VARDIR

 

Bir topluluğun kendisine başkan seçme sistemini kesin kurala ve şekle bağlamak, topluluklar› statik hâle getirir ve uyuşuk başkanlar ortaya ç›kar. Böyle bir durum, tabiî kanunlara ve yar›şma kurallar›na ayk›r›d›r. İslâmiyet, bundan dolay› bu hususta kesin bir kural koymam›şt›r.

Muaviye ile Hz. Ali aras›ndaki çekişme, Muaviye lehine bitmiştir. İnsanl›ğ›n o gün için hazmedebileceği bir sistem gelmiş ve yerleşmiştir. Osmanl›lar›n sonuna kadar ufak tefek değişikliklerle gelen bu sistem, Roma ve Pers imparatorluklar›nda uygulanan o çağ›n süper devletlerinin sistemiydi. Başkan ölünce seçkinlerden oluşan bir grup toplan›r ve hanedandan en liyakatli kişi kim ise onu başkan yaparlar, diğerleri kabul etmezse savaş olur, kazanan başkan olurdu. Bazan ülke parçalan›r, bazan iç kar›ş›kl›klar ve ihtilalle hanedan devrilir ve yerine yenisi gelirdi.

İnsanl›k as›rlarca bu saltanat sistemi ile yönetildi. Bat› dünyas›nda, günü-müzde bile bu sistemi sürdüren ülkeler çoktur. Avrupa ülkelerinin genelinde hâlâ krall›k yönetimleri varl›klar›n› sürdürmektedir.

İslâmiyet;

Başkanlar›n 'ilmî şûra' taraf›ndan 'ittifakla' belirlenmesini ve 'biat' yoluyla seçim yap›lmas›n› önermektedir.

Ancak kabul edilen başka bir usul varsa; meselâ, ekseriyet veya saltanat sistemlerini de geçerli saymaktad›r.

İslâmiyet'e göre; Allah'›n r›zas›na uymayan şeyler vard›r. Bunlar günaht›r. Ahirette hesab› sorulacakt›r. Ancak bunlar dünyevî bak›mdan geçerlidir ve hüküm ifade eder.

İslâmiyet'e göre; domuz haramd›r. Ancak eğer bir topluluğun kendi mezheplerine göre haram değilse, devlet o domuzlar› korumakla mükelleftir. O hususta yap›lan akitler geçerlidir. Emevî saltanat› da böyledir.

İslâmiyet'te saltanat sistemi yoktur. Ancak eğer biri bu sistemle hükümdar olmuşsa, art›k halk›n ona itaat etmesi gerekir. İtaat etmeyecek olanlar›n ise o hükümdar›n ülkesinden hicret etmeleri gerekir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Abbasîler de halifelerini ayn› şekilde seçtiler.

 

"Abbasi'ler zaman›nda irsiyet usulu devam ettirilir.

Emeviler zaman›nda yerleşen irsiyet usulu Abbasiler zaman›nda da devam etmiştir. Abbasi halifeleri, kendilerinden sonra oğullar›ndan hangisinin hilafet makam›n› işgal edeceğini ilan ederlerdi. Bu tercihi yaparlarken her ne kadar kendi oğullar› içerisinde en ziyade bu görevi yerine getirebilecek yeterlikte olan› seçer idiyseler de çoğu zaman bu ölçülerinde duygusal hareket ettikleri ve en ziyade sever olduklar› oğullar›n› hilafete aday gösterdikleri görülmüştür. Bu konuda bk. Sir Thomas W. Arnold, The Caliphate, Oxford Clarend on Press 1924, sh. 237."(s. 196)

 

BAŞKANIN SEÇİLMESİ VE AZLİ MESELESİ

ESKİ BAŞKAN 'FAHRİ BAŞKAN' OLUR

 

Bir tek kural ile halife olma sistemi, çökmekte olan hanedan ve devletlerde görülür. Meselâ, Osmanl›lar›n son zamanlar›nda da öyle olmuştur. Oysa başlang›çta Osmanl›larda da sultanlar›n ve halifelerin hanedan içinden seçilmeleri sistemi vard›. Dolay›s›yla o dönemde hep güçlü şahsiyetler sultan seçilmişlerdir.

İslâm düzeninde; seçilen bir hükümdar›n ne kadar zaman hükümdarl›k yapacağ› belirlenmemiştir. Yani bu konu hakk›nda henüz içtihat yap›lmam›şt›r. Ayr›ca hükümdar›n nas›l uzaklaşt›r›lacağ› da belirli değildir. Ancak genel kural şudur ki; atayan ayn› zamanda azletmekte de yetkilidir.

Öyleyse, madem ki 'ilmî şûra' ittifakla başkan› seçiyor; ilim şûras›n›n yine ittifakla başkan›n görevine son verebilmesi gerekir.

Ancak bunun gerçekleşmesi zor bir olayd›r.

Başkan›n değişmesi gerektiğine kani olan bir şûra üyesi, kendisine başka birini başkan seçer ve başkanla doğrudan muhatap olmaz. Şûralara kat›l›r, ancak görüşlerini seçtiği kimsenin görüşüne paralel k›lar. Oyunu ona göre kullan›r. Görevi doğrudan yüklenmez, seçtiği kimse arac›l›ğ›yla yüklenir. Böylece, eğer bir ikinci başkan üzerinde ittifak edilirse art›k o başkan olur ve birinci başkan da 'fahri başkan' olmuş olur. Yani ilk başkan bütün emirlerini ikinci seçilen bu başkana vermek durumunda olur. Protokolde yeri önde olursa da, art›k uygulamada sadece müşavir durumundad›r.

Bunun d›ş›nda, yaş haddi ve emeklilik gibi kurallar da kabul oluna-bilir. 63 ve 70 yaşlar› emeklilik yaş› olarak al›n›r. Yahut hizmet y›llar› fahri başkan olmaya sebep olabilir. 7 veya 10 y›l hizmet yeterli say›labilir. Bunlardan hangilerinin ne şekilde uygulanmas› gerektiği hususu ise, içtihatla ve uzlaşarak anayasaya koymakla sağlan›r.

Bunlar›n mahzuru şudur:

Ayr›lacağ›n› bilen başkan gayretini gevşetebilir.

Ancak ayr›ld›ktan sonra da fahri başkanl›ğ› devam ettiği ve protokoldaki yerini koruduğu, gelirinde de bir eksilme meydana gelmediği için ayr›lma onu fazla üzmeyecektir.

Getirdiğimiz ve önerdiğimiz bu hükümleri Kur'ân-› Kerîm'den ç›karmaktay›z. Bizim bu konudaki içtihad›m›z budur. Ancak bunlar›n hepsi ayn› zamanda hikmete dayanmakta ve ak›l ile de çözülmektedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

F›k›hç›lar seçimi kitaba uydurdular.

 

"VII- Halifeliğe SEÇİM d›ş› yollardan gelindiği halde SEÇİM unsuru varm›ş gibi say›lm›şt›r.

Görülüyor ki ne ilk 4 halife devrinde ve ne de bunu takip eden Emeviler ve Abbasiler devrinde halifeliğe geliş seçim usulleri demokratik esaslara uygun şekilde olmam›şt›r...

Durum bu olduğu ve hele Emeviler ve Abbasiler zaman›nda halifelik irsiyet esas›na göre devrettiği halde İslâm hukukçular› genel olarak SEÇİM esas›n›n var olduğu iddias›ndan vazgeçmemişlerdir...

Yine Maverdi'den öğreniyoruz ki diğer baz› İslâm hukukçular› halifeyi seçecek olan hey'etin bundan daha az say›da kişiden ve mesela 3 kişiden meydana gelebileceğini kabul etmişlerdir...(s. 196)

Bütün bunlar İslâm hukukçular›n›n ne kadar sathi bir hukuk anlay›ş›na ve samimiyetten ne kadar uzak bir ahlak davran›ş›na sahip olduklar›n› göstermeğe yeterlidir."(s. 197)

 

 

İSLÂMİYET,

GEÇMİŞ DEĞİL GELECEK ÜZERİNDE DURUR.

SEÇİM UZLAŞMA İLE OLUR; SİSTEM ÇOKTUR.

 

İslâmiyet, geçmiş üzerinde değil gelecek üzerinde durur.

Zina yapmak suçtur ve haramd›r.

Ancak zina yap›lm›ş da bir çocuk doğmuşsa, art›k onun hayat›n›n korunmas› düşünülecek ve bu çocuğun hukuku belirlenecektir. F›k›hç›lar da gayri meşru olarak tahta geçen hükümdarlar›n tahta geçişlerini tart›şmay› bir tarafa b›rakarak, hükümdarl›ğ› meşru yoldan nas›l götürmesi gerektiği üzerinde durdular.

Bu konuda verdikleri fetva şudur:

Bir hükümdar, halk›n r›zas› olsun olmas›n, zor kullans›n veya kullanmas›n, bir yerde  devlet otoritesini kurmuş ve halk› da kendisine itaat ettirmiş ise; o hükümdara itaat etmek farzd›r. En kötü devlet, en iyi anarşiden daha iyidir.

Bu hükümdar adaletle hükmediyorsa zaten problem yoktur. Adaletle hükmetmiyorsa, vatandaşlar›n görevi onu adalete getirmek için uyarmakt›r. Yine de gelmezse yap›lacak iş, o ülkeyi terk etmektir. Terk edenlerin say›s› artt›kça, adil olmayan zalim sultan›n saltanat› fiilen sona erecektir.

İslâm düzeninde;

Seçim uzlaşma ile olur.

Uzlaşma nas›l olacakt›r?

Güreşe benzer. İki kişi güreşir ve biri galip gelir. İki kişi yan yana gelince uzlaş›r ve biri başkan olur. Bir toplulukta herkes önce ikişer ikişer uzlaş›p yar›s› başkan, yar›s› da cemaat olacakt›r. Sonra ayn› işlem başkanlar aras›nda olur. Onlar da ikişer ikişer olmak zorundad›rlar. Böylece yar›lanmak suretiyle azala azala son başkan seçilmiş olur. Kapal› bir yerde veya odada yap›lacak işlem budur. Böyle bir uygulama yap›labilir ve sonunda başkan seçilmiş olur.

Önereceğimiz başka bir sistemde de, herkes başkan olacaklar› s›ralar ve tersleri al›narak toplan›r. Bu s›rada birinci gelen başkan seçilmiş olabilir.

Ekseriyet usulü de o meclis için kabul edilirse, günah olmakla beraber, meşrudur.

Görülüyor ki; içtihat ile birçok seçim sistemi bulunur.

İslâmiyet'e göre;

İçtihat yap›ld›ktan sonra bunlar›n hepsi de geçerlidir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İbn Haldun hilafeti ilâhî olarak anlat›yor.

 

"Hilafete gelişte SEÇİM unsuru'na önem vermeyen görüş - İbn Haldun (1352-1406)

İbn Haldun'un temel tezi o olmuştur ki Halife, insan iradesi yolu ile hilafet makam›na gelmez. Halifeyi bu makama getiren irade Tanr› iradesidir.

Tanr›, yeryüzünde kendisini temsil edecek ve insanlar› ilahi emirlere uygun şekilde idare edecek olan halifeyi bizzat kendisi o makama getirmiştir. İbn Haldun'a göre bunun böyle olduğu, vahiy yolu ile inen hükümlerden ve Peygamber'in yak›nlar›n›n ortaya vurduklar› doktrinden anlaş›lmaktad›r. Bk. İbn Khaldun, Prolégoménes, (De Slane çevirisi, Sh. 386-8, 394, 423-4). Sir Thomas W. Arnold, The Caliphate, (Oxford Clarend on Press 1924, sh. 75)."(s. 197)

 

 

SÜNNETULLAH / SOSYAL KANUNLAR

İSLÂMİYET, KÜLLÎ İRADE YANİ İLÂHÎ İRADEDİR

 

İbn Haldun başkanlar›n sosyal kanunlara göre geldiğini, başkan seçiminin bu kanunlara göre yap›ld›ğ›n› belirtmekte ve seçimde kullan›lacak oyun da birtak›m sosyal, ekonomik ve psikolojik sebepler sonucu kullan›ld›ğ›n›, dolay›s›yla keyfî hareketlerin olmad›ğ›n› belirtiyor.

Diyelim ki, 1950'de DP seçimi kazand›; kazanacakt›, kazanmal›yd›. Çünkü CHP ink›lâp partisiydi. Tek parti zihniyeti ve uygulamas›n›n temsilcisiydi. İnk›lâplar sosyal kanunlara göre yap›lmam›şt›. İnk›lâplar›n bir k›sm› halk nezdinde kabul görmüş ve tutmuştu; önemli bir k›sm› da tutmam›şt›. Ancak halk ayn› zamanda saltanat› da art›k istemiyordu. Halk dinsizliğe de karş›yd› ve bunu her f›rsatta izhar ediyordu. Dolay›s›yla çok partili döneme geçildiği bu merhalede halk CHP'ye oy veremezdi. Verseydi, 'tekrar tek partili sisteme dönelim' demek olurdu. Türk halk›, Millet Partisi'ne de oy veremezdi çünkü o partiyi iktidar yapmama karar›ndayd›. İktidar olan CHP ile uzlaşm›şt›.

Bütün bu sebeplerden dolay› iktidar Demokrat Parti'ye geçti. Yoksa halk›n gönlü öyle istedi de öyle oldu, demek değildir diyor İbn Haldun. Yani sosyal kanunlar, Sünnetullah olan kanunlar olaylara hâkimdir. İbn Haldun ve ondan birkaç as›r sonra gelen Durkheim hep bunlar› savundular.

İslâmiyet, küllî irade yani ilâhî iradedir ve bu iradeyi değiştirmek mümkün değildir.

Cüz'î irade ise kişilerin şahsî iradesine göre değişir. Küllî irade cüz'î iradelerin terkibidir. Ama küllî irade değişmez.

Bunu şöyle izah edelim:

Kumar masas›na oturan beş kişinin toplam bir milyonu varsa, nas›l oynarlarsa oynas›nlar bir milyon yani mevcut para artmaz. Sonunda yine bir milyon para olur. Miktar› değişmez. Eğer sonuna kadar kumara devam ederlerse, bütün bu paralar tek elde toplanm›ş olur. Buna küllî irade denir. Ama bu paran›n oyunculardan hangisinin elinde ve ne kadar zaman sonra toplanacağ› cüz'î iradeye tabidir. İşte İbn Haldun'un, 'iktidar›n ilâhî olduğunu belirleyen Allah't›r' derken kasdettiği budur. Hilafet ergeç saltanata dönüşecekti; ama bunun Emevîlerin eline geçmesi Muaviye'nin çabas› ile olmuştur. Emevî saltanat› da bitecekti; ama bunun Abbasîlere geçmesi de onlar›n çabalar›yla olmuştur. Osmanl› Devleti de elbette 'Devlet-i Ebed Müddet' değildi ve bir gün y›k›lacakt›; ama lâik bir cumhuriyetin kurulmas› Mustafa Kemal'in çabalar› ile olmuştur.

Sosyal olaylar ile kişinin sosyal olaylardaki rolünü birbirinden ay›rdetmek gerekir. Bu da, psikoloji ile sosyolojinin s›n›rlar›n› ay›rdetmekle başar›l›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Hükümdar›n meşruiyeti ilâhî tavzif ile oluyordu.

 

"VIII- İKTİDAR'a meşruluk veren şey ne SEÇİM unsurudur ve ne de Halk (Millet) İradesidir; ARANAN ŞEY SADECE ŞERİAT'A UYGUN-LUK OLMUŞTUR.

İslâm devletlerinde Halifelik, iktidar unsuruna meşruluk veren güç kaynağ› olmuştur. Bat›'da Prens'ler ve Dükal›k'lar belli bir Hükümdar'a ubudiyet yolu ile nas›l meşruiyet sağlayabiliyor idiyseler, İslâm devletlerinde de hükümdarlar Halife'den kendi iktidarlar›n›n desteğini ve meşruiyetini al›rlard›...(s. 197)

Osmanl› Padişah› Birinci Beyaz›d da ayni ihtiyaç ile 1394 y›l›nda Kahire'deki Abbasi halifesine başvurarak "Padişah-Sultan"unvan›n›n resmen tan›nmas›n› ondan istemişti. Bütün bu yukardaku hususlar için J. Vo Hammer'in "Osmanl› Tarihi" Almanca asl›na bk. (Vol. I, sh. 195).

Daha sonralar› Osmanl› padişahlar› kendilerini Halife görmeğe başlam›şlard›r...(s. 198)

Osmanl› padişahlar› kendilerini,... Doğrudan doğruya Kur'an hükümlerine dayanarak kendilerini Tanr›n›n yeryüzündeki vekili gibi görmeğe başlam›şlard›..."(s. 199)

 

HÜKÜMDARLIK MİRAS MALI GİBİ GÖRÜLÜYORDU.

İSLÂM'A GÖRE, SALTANAT MİRAS DEĞİLDİR.

 

Hükümdarl›k, insanl›k tarihinin geçmiş dönemlerinde miras olarak düşünülüyordu. Baba hükümdar, vasiyetle çocuklar›na mal› istediği gibi b›rakma hakk›na sahipti. Hattâ istediği takdirde başkas›na da b›rakabilirdi. Bundan dolay› tarihteki uygulamalarda görüyoruz ki, ölecek olan hükümdarlar kimi halef olarak b›rak›rlarsa halk onlar›n iktidar sahibi hükümdar olmas›n› istemiştir.

Ne var ki, tarihin birçok dönemlerinde bu uygulamaya karş› da çokça direnilmiş ve bu vasiyetler çoğu zaman yerine getirilmemiştir. Tarihteki mücadelelerin büyük bir bölümü de, ölen hükümdarlar›n miras›na konma mücadelesidir. Asl›nda kural olarak da halef b›rakma teamülü tam olarak kabul edilememiş; ancak her şeye ve bütün olumsuzluklara rağmen bir çok zamanlar fiilen gerçekleşebilmiştir.

İslâmiyet'e göre;

Özel hukuk alan›nda miras›n üzerinde vasiyetler kay›tlanm›şt›r. F›k›hta üçte birden fazla mallar üzerinde vasiyet kabul edilmemiş ve varisler aras›nda miras üzerinde değişiklik meşru k›l›nmam›şt›r.

Olay› hükümranl›k aç›s›nda ele ald›ğ›m›zda, devlet sultan›n mülkü olarak kabul edilse bile İslâm'daki miras hukuku böylesine el vermeye ve sultanl›ğ› evlâd›na miras b›rakmaya müsait değildir. Saltanat miras olamaz.

Bugün de İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü CHP'ye başkan olmuştur. Ama bu genel bir kural değildir ve istisnad›r.

Gerçek olan şudur ki, başka bir tercih ve çözüm bulamayan topluluklar, ç›k›ş yolunu soyda aramaktad›rlar. İnsanlar Tanr›'ya inan›r gibi soydaki katl›t›ma da inanmaktad›rlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Şeyhülislâm›n fetvas›yla hükümdar düşürülürdü.

 

"Padişah'›n İktidardan düşürülmesi DİN ADAMI'n›n fetvasiyle.

Taht'a ç›k›ş nas›l uhrevi usullere göre cereyan ediyor idiyse (hutbe okunmas› gibi) tahttan düşüş te yine din esaslar›na göre yani din adam›n›n fetvasiyle olurdu. Daha doğrusu din adam›ndan fetva almak suretiyle padişah'› tahttan indirme işlemi hukukilik kazan›rd›. Din adam›n›, daha doğrusu Şeyhül İslam› göreve getiren Padişah olmakla beraber Padişah'›n saltanattan uzaklaşt›r›lmas›n› fetva yolu ile hukukileştiren Şeyhülislamd›... Nitekim Üçüncü Selim'in 1808 y›l›nda, Abdülaziz'in 1876 da Başinci Murad'›n 1876 da ve Abdülhamid'in 1909 da taht'dan indirilmeleri veya hal'edilmeleri hep bu tür fetvalarla hukukilik k›l›ğ›na sokulmuştu."(s. 199)

 

BAŞKAN ŞÛRA ÜYELERİ ELİYLE İŞ YAPAR;

BAŞKAN ŞÛRANIN İTTİFAKI İLE DEĞİŞEBİLİR.

 

Güçlü olanlar, iktidar› ele geçirince kendilerine bir dayanak ararlar. Genel olarak bu dayanak, ilim veya hukuk olur. Daha çok ilmî veya hukukî gerekçelerle değişiklikler meşrulaşt›r›lmaya çal›ş›l›r.

İnsanlar suçlar›n› daima baz› k›l›flarla gizlemeye çal›ş›rlarlar. İktidar sahipleri veya iktidara oynayanlar için de ayn› şeyler geçerlidir. İnsanl›k tarihi ve özellikle de iktidar mücadeleleri tarihi, böylesine nice ibretli olaylarla dopdoludur. Hükümdar, ya ak›l hastas› ilân edilerek  ya da gayrimeşru hareket ettiği ileri sürülerek iktidardan al›n›r.

Bu uygulamalar sosyal gelişmelerdeki hokkabazl›klard›r. Halk› aldatmak için yap›lan göz boyama aldatmacalar›d›r. Gerçeğe ve asl›nda olmas› gerekene hiçbir etkisi yoktur. Yani o fetva olmasa da ayn› sonuç elde edilir. Yeni bir müftü atan›r ve ondan fetva al›n›r. Nitekim Mustafa Kemal da öyle yapm›şt›r.

İslâm düzeninde;

Başkan›n ancak şûra üyeleri eliyle ,

iş yapabilmesi ilkesi vard›r.

Hiçbir şûra üyesi başkan› dinlemezse;

Art›k o başkan iş yapamayacakt›r demektir.

Kötü ve ardniyetli hareket eden şûra üyeleri ise halk›n kontrolündedir. Çünkü halk herhangi bir olumsuzluğunu gördüğünde, o şûra üyesine olan bağl›l›klar›n› çektiler mi onun şûra üyeliği otomatikman düşecektir.

Dolay›s›yla bu mekanizma ve uygulama sayesinde başkan veya herhangi bir şûra üyesi, heva ve hevesine göre her istediğini yapamayacakt›r. Yapt›ğ› anda denetim mekanizmas› otomatikman devreye girecek ve o olumsuzluğu bertaraf edecektir.

Ayr›ca bir şûra üyesinin yapt›klar›na karş›l›k hakemler nezdinde dava ikame hakk› da vard›r. Başkan›n emriyle yap›lm›ş bir iş olsa bile, sorumlu bugün olduğu gibi bakand›r yani şûra üyesidir.

Başkan›n değiştirilmesi ise fetva ile değil,

Şûran›n ittifakla yeni başkan› seçmesiyle

mümkün olabilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Halife, emir, imam ve sultan, değişik manalar› ifade eder.

 

"IX- İKTİDAR sahibinin üç unvan›- Halife, Emir-ül Mü'min, İmam

Muhammed'ten sonra iktidara gelen ilk halifelerin genellikle üç ayr› unvan› olmuştur- HALİFE, EMİR ÜL-MU'MİN (Yani Müslümanlar›n lideri), İMAM. Bu ünvanlar iktidar sahibinin hem dünyevi ve hem de uhrevî iktidar ve yetkilere ayni zamanda sahip olduklar›n› göstermeğe yarard›...

HALİFE ünvan›na sahip olmakla iktidar sahibi kendisini İslâm peygamberine inen manevi bağlara sahip gibi göstermiş olur ve böylece İktidar›n› adeta Tanr›'ya dayatm›ş olurdu...

Emir ül-Mü'min unvan› ise daha ziyade dünyevi nitelik arzeden yetkileri kullanma hakk›na sahip olduğunun delili idi... Bu konuda bk. Sir Th. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924, sh. 40.(s. 200)

1517 y›l›nda M›s›r› fethedip Halifelik unvan›n› Abbasi halifesi Mütevekkil'den resmen devir al›ncaya kadar Osmanl› Padişahlar› "Halife" unvan›n› kullanmam›şlard›r. Fakat daha ziyade kullan›r olduklar› unvan SULTAN unvan› olmuştur..."(s. 201)

 

İMAM, EMİR, SULTAN, RESUL VE HALİFE KAVRAMLARI

TOPLULUK BAŞKANLARINA 'İMAM' DENİR

 

İslâmiyet'ten önce Araplarda devlet geleneği yoktu. Henüz devlet aşamas›na gelmemişlerdi. Kabileler halinde yaş›yorlard›. Devletleri olmad›ğ› için hükümdara verecekleri herhangi bir isim de bilmiyorlard›.

Kur'ân, Hz. Peygamber'e 'resul' diyor ve onun görev ve yetkile-rini de gösteriyordu.

Kur'ân, peygamberin bulunmad›ğ› yerlerde başkanl›k yapanlara da, 'emir sahibi yetkililer' diyordu. Hz. Peygamber'den sonra gelen başkana bir isim arand›. Başlang›çta 'bütün mü'minlere emir' anlam›nda 'Emiru'l-Mü'minîn' dendi. Yani başkan en büyük emir say›ld›. Peygambere vekâlet konusu düşünülmedi. Çünkü başkan›n art›k böyle bir görevi kalmam›şt›.

Sonra totaliter rejim uygulamalar›na benzer uygulamalara doğru gidilmeye başlan›nca, daha doğrusu hilafet saltanata dönüşünce, sultanlar kendilerini güçlendirmek istediklerinden ilk sultanlar 'Halifei- Rasulullah' yani 'Allah Resulü'nün Halifesi' ünvan›n› kullanmay› gelenek haline getirdiler.

F›k›hç›lar ise ne Emiru'l-Mü'minîn ve ne de Halife-i Rasulullah dediler. Onlar her cemaat için bir imam yani önder gerektiği, dolay›s›yla bütün halk›n bir imam› olacağ› görüşüne dayanarak 'imam' dediler. Kur'ân, imam ve imamlardan çokça bahseder ve âhirette her topluluğun imamlar› ile çağr›lacağ›n› bildirir.

'Sultan' kelimesi ise gücü ifade eder ve kuvvetin üstünlüğünü belirleyen bu kelime olup Kur'ân'da bu manas›yla geçmemektedir.

İslâm düzeninde, topluluklar›n başkanlar› vard›r.

Bunlar aşiret ve kabile başkanlar›d›r ve bunlara 'imam' denir.

'Emir' ise seçimle göreve gelenlerden ziyade

görevli yani yetkili demektir.

Dolay›s›yla seçimle gelenlere 'imam',

atama ile gelenlere 'emir' diye-biliriz.

'Halife' kavram›na gelince; bütün insanlar Allah'›n yeryüzündeki halifeleridir. Peygamberler de 'resul' olarak O'nun halifeleridir. Yeryüzünde Allah'› 'topluluk' temsil eder yani O'na hilafet yapar; peygamberlerini de 'başkanlar' temsil ederler. Allah nas›l peygamberleri göndermiş ise; topluluk da başkanlar›n› peygamberin halifesi olarak seçer.

 

*    *   *

 

 

Prof. Dr. İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te toplumu yöneten başkan değil Allah't›r.

 

"X- İslâm Devlet doktrininde ve uygulamas›nda TANRI sadece iktidar Sahibini seçen değil ve fakat ayni zamanda O'nun "Yeterli ve Hay›rl›" olmas›n› veya olmamas›n› sağlayand›r.

İktidar› kullanacak olan› (Halife'yi) halk seçmedikten başka onu toplumun yarar›na iş görecek hale getiren veya bu nitelikten ç›karan da halk değildir; Tanr›'d›r. Halife'yi (İktidar sahibini) halk›n ihtiyaçlar›n› giderecek hale sokan veya halk'a "şer" vermek için kötü yapan ve s›rf bu nedenlerle onu toplumun baş›na getiren doğrudan doğruya Tanr›'d›r...(s. 201)

Öte yandan İktidar'a geleni yetenekli ve güçlü (kudret sahibi) yapan, onu doğru yolda sürükleyen ve ona başar›lar (zaferler) kazand›ran yine Tanr›'d›r. Bütün bunlarda kişi'nin kendi iradesinin, azminin veya topluma karş› sorumluluk duygusunun ve bu duygudan doğma gayretlerinin rolü yoktur... Bk. İbn Quteiba, Uyun al-Akhbar, (transl. Horovitz, "İslamic Culture", 1930, Vol. IV, sh.188)."(s. 202)

 

 

BAŞKAN, HÂKİM DEĞİL HÂDİMDİR VE

BAŞKAN KANUN YAPMAZ; KANUNLARI UYGULAR

 

Allah kâinat› yaratt›; insanlar› yaratt›; topluluklar› yaratt›. İnsanlar›n ve topluluklar›n davran›şlar›n› düzenleyen tabiî ve sosyal kanunlar› vazetti. Bunlar 'irade-i külliye'ye tâbidir ve hiçbir güç bunlar› değiştiremez.

Allah, yaratt›ğ› varl›klar aras›nda olan insanlar› yeryüzünde kendisinin halifesi k›ld› ve onlara 'irade-i cüz'iye' verdi.

Hiç kimse Allah'›n küllî iradesi d›ş›nda hareket edemez ve herhangi bir davran›şta bulunamaz. Dolay›s›yla topluluklar› da küllî irade yönetir. Başkanlar da bu küllî irade içinde ve çerçevesinde topluluklar› yönetirler. Diğer taraftan meşru başkanlar topluluklar› ancak mevzuat içinde yönetebilirler. Çünkü başkanlar›n halktan ve diğer insanlardan herhangi bir üstünlükleri yoktur. Sadece sözleşmelerin verdiği görevleri yine sözleşmelerdeki yetkilere göre kullan›rlar.

O halde başkanlar keyfî davran›şlarda bulunamad›klar› ve yönetimi de ona göre yapamad›klar› için topluluklar› yönetenler onlar değildirler; topluluklar› yöneten sözleşmelerdir, şeriatt›r, hukuktur yani Allah't›r. Çünkü Allah yeryüzünde topluluğu kendisine halife yap›nca, art›k topluluğun hukuku Allah'›n hukuku demektir.

İslâm düzeninde başkan,

hâkim değil hâdimdir.

Görevi, hakl›n›n kuvvetli hâle gelmesi için topluluk içinde birlik sağlamakt›r. Topluluğu güçlendirmektir.

Başkan kanun yapmaz;

kanunlar› yani sözleşmeleri uygular.

Bat› dünyas› uygulama aç›s›ndan fiilen henüz bu seviyeye gelememiştir. Fikren yani düşünce olarak ise ancak 18. yüzy›lda gelmeye başlam›şt›r.

İslâmiyet ise daha baştan bunu kestirip atm›ş ve kesinlik kazand›rm›şt›r. Hükümdarlar yani başkanlar kanun yapamazlar; sadece kanunlar› uygularlar. Kanun ise sözleşmelerden ibarettir; ekseriyet kararlar› değildir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te gayrimüslimlerin oy hakk› yoktur.

 

"XI- İSLÂM'IN MODERN DEVLET ANLAYIŞINDA DAHİ DEMOK-RASİ'DEN ANLAŞILMAK GEREKEN ŞEY SEÇİMLERİN GENEL, SERBEST VE EŞİT OLMASI DEMEK OLMAMIŞTIR.

İslâm demokrasisini Bat› demokrasilerinden (layik demokrasiden) ay›ran önemli bir husus vard›r ki o da oy verme hakk› konusunda kendisini göstermektedir. Günümüzün Modern İslâm yazar ve düşünürlerinden pek çoğuna göre Layik demokraside her vatandaş oy verme hakk›na sahip olduğu halde İslâm demokrasisinde bu hakk›n ancak Müslüman kişilere ait olabileceği, yani dini olmayanlar›n veya din değiştirmiş bulunanlar›n oy hakk›na sahip olmayacaklar› savunulur. Bu itibarla layik demokrasi tipinin çeşitli din ve mezheplere bağl› toplumlarda uygulanabileceğini ve fakat İslâm demokrasisinin ancak çoğunluğu Müslüman olan toplumlarda yürütülebileceğini ileri sürerler...Bk. Zaheen Shah Taji, Islamic Constitution, (Karachi 1971, sh. 10).

Müslüman olmayan veya dinden ç›km›ş veya dini bulunmayan kişilere oy hakk› tan›mayan bu ilim adamlar›, İslam demokrasisinde hürriyetlerin en mükemmel ve üstün kertede olduğunu söylemekten de geri kalmazlar."(s. 202)

 

 

MÜ'MİN, MÜSLİM VE GAYRİMÜSLİM KAVRAMLARI

SİLAH TAŞIYAMAMA VE PARTİ KURAMAMA HÜKMÜ

 

İslâmiyet, gayrimüslimlerin kendi aşiretlerini kurup yöneteceklerini ve kendi aşiretlerinin işine devletin kar›şamayacağ›n› hükme bağlam›şt›r.

İslâmiyet, gayrimüslimlerin kendi bucaklar›n› kurup kendi bucaklar›n› kendilerinin yönetmesini de hükme bağlam›şt›r. Devlet bucaklar›n iç işlerine kar›şmaz.

İslâmiyet, gayrimüslimlerin kendi illerini kurabileceklerini ve yine kendilerinin yönetebileceklerini de hükme bağlam›şt›r. Devlet illerde de onlar›n iç işlerine kar›şmaz.

İslâmiyet, gayrimüslimlerin de müslim gibi devlet kurabileceklerini, müslim devletlerin onlar› tan›yabileceğini, onlarla ikili anlaşmalar yapabileceğini, karş›l›kl› îman (güvenlik) hükümleri götürebileceklerini teşri etmiştir.

Gayrimüslimler, İslâm devletleri içinde de serbestçe ilmî, dinî ve meslekî teşkilâtlar›n› kurabilir ve hiçbir ayr›cal›klar› olmadan şûralara yani meclislere girebilirler.

İslâmiyet'e göre; gayrimüslim olup olmama şeklinde bir ay›r›m olmamakla beraber, fiiliyatta gayrimüslimlerin İslâm devletleri içinde bulunduklar›nda tâbi olduklar› bir hüküm vard›r ve o hüküm de; 'silah taş›yamama ve siyasî teşkilât kuramama' hükmüdür.

Bunun için konmuş olan kaide şudur:

İslâm devletlerinde iki türlü vatandaş vard›r.

Birincisi, devletin varl›ğ›n› benimseyen, onu korumak ve yaşatmakla kendisini görevli gören vatandaş  Bu vatandaşlara 'mü'min' diyoruz; 'güven alt›na alan' demektir. Bu vatandaşlar siyasî dayan›şma ortakl›klar›n› (partilerini) kurar ve gerekli ödemeleri yaparlar yani gerektiğinde diyetleri öderler.

İkincisi de, devlet içinde yaşamay› ve mevzuata uymay› kabul ederler, ama devlet için savaşmay› reddederler. Bunlardan 'vergi' al›n›r ve vatandaş olarak b›rak›l›rlar. Bu fazla vergi askerliğe karş›l›kt›r. Bundan dolay› karş›l›k anlam›nda 'cizye' denmektedir. İşte bu vatandaşlar›n can ve mal güvenliği, ald›klar› bedel karş›l›ğ› olmak üzere mü'minlerin tekeffülündedir. Bu özelliklerinden dolay› da bu vatandaşlar silâh taş›mazlar; taş›yamazlar. Ayr›ca bunlar›n siyasî görevlere getirilmeleri meşru değildir. İlmî, dinî ve meslekî hak ve hürriyetleri aynen diğer vatandaşlar gibidir; siyasî haklar› ise k›s›tl›d›r.

Bu vesileyle burada şunu belirtebiliriz ki, her vatandaş her zaman askerlik hizmetini yaparak ve ülke savunmas›na bedenen kat›larak mü'minler s›n›f›na girebilir. Dolay›s›yla bütün siyasî haklara da kavuşabilir. Ancak bunun tersi geçersizdir. Yani muharip s›n›f›ndan ç›kabilmek için o ülkeyi terketmek gerekir. Çünkü uygulamada böyle yap›lmazsa insanlar bar›ş zaman›nda vergi vermemek için 'muharip' s›n›f›nda olur, savaş zaman›nda ise 'z›mmî' s›n›f›na geçerler. Dolay›s›yla, her z›mmî her zaman muharip olabilir; ama hiçbir muharip z›mmî olamaz. Olmak istediği zaman ülkeyi terketmek zorundad›r ve etmezse savaş kaçağ›d›r diye işlem yap›labilir.

Tarihteki yan›lma, 'z›mmî' ile 'mü'min' ay›r›m›n›n dine göre yap›lm›ş olmas›d›r. Oysa İslâmiyet'te 'din' ile 'düzen' ayr›lm›şt›r. Düzeni benimseyenler 'mü'min'; düzeni benimsemeyip sadece yurttaşl›ğ› kabul edenler ise 'müslim'dirler. Buradaki mü'min, güven alt›na alan anlam›ndad›r. Müslim de, bar›ş içinde olan ve selâmete eren demektir.

Kur'ân, 'müslim' deyince 'z›mmî' olan kimseyi, 'mü'min' deyince de 'muharip' olan› kasdetmektedir.

Ancak bunu Allah'a îman ile kar›şt›ran kimseler, mü'min ve müslimi ayn› anlamda muharip s›n›f olarak anlamakta, Ehl-i Kitab› da z›mmî saymaktad›rlar.

Birinci İslâm Medeniyeti döneminde işlenen bu hata, İkinci İslâm Medeniyeti uygulamas›nda tekrar edilmeyecektir. "Ben ülke savunmas›na bedenen kat›lmak ve muharip s›n›fa girmek istiyorum" diyen her fert ve topluluk, din ay›r›m› yap›lmaks›z›n muharip olabilecek ve diğer vatandaşlarla ayn› haklara sahip olacakt›r.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ KONU

 

 

 

 

ŞERİAT DEVLETLERİNDE

KANUN ANLAYIŞI YERLEŞMEMİŞTİR

 

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te Tanr›'n›n değişmez kurallar› vard›r.

Akl›n ve iradenin yeri yoktur.

 

"ŞERİAT DEVLETLERİNDE DEMOKRATİK NİTELİKTE "YASAMA ORGANI", "YASAMA GÜCÜ VE YETKİSİ" DİYE BİR ŞEY OLMAMIŞTIR. İNSAN YAPISI KANUN ANLAYIŞI YERLEŞMEMİŞTİR.

İslâm Peygamberi'nin kurduğu ilk Şeriat devletinde, ki İslâm'›n öz'üne bağl› kal›nd›ğ› bir dönem say›l›r, ve hiç şüphesiz onu izleyen diğer Şeriat devleti uygulamalar›nda demokratik düzeye götürücü YASAMA SİSTEMİ, ve böyle bir sistemi oluşturabilecek "Yasama organ›", "Yasama gücü ve yetkisi" anlay›ş› bahis konusu olmam›şt›r...

Her ne kadar her "İnsan yap›s› Kanun", demokratik düzeyi oluşturmaz ise de AKIL ÜRÜNÜ kanun sistemini, gökten inme kanunlara üstün kabul etmeyen bir zihniyetle demokrasi ortam›n› haz›rlamak düşünülemez...(s. 203)

Oysa ki ŞERİAT düzeninde ve zihniyetinde KANUN anlay›ş› yukardaki'nin tamamiyle tersinedir. KANUN demek, ebedî ve değişmez şekliyle, Tanr› emri olduğu iddia edilen Kur'an hükümleriyle Peygamber taraf›ndan ortaya vurulan kurallard›r. Her ne kadar "İcma-i ümmed" veya "K›yas-› fukaha" ad› verilen usullerle de insan yap›s› görünen kurallar var ise de... İnsan yap›s› kanunlara ve kurallara uymak zorunluğu yoktur ama Tanr› ve Peygamber yap›s› kanunlara uymak en büyük zorunluluktur... Bu konuda bk. K.H. Henrey, "Glimhse of Turkish Opinion", (in "The Muslim World", Vol. XLVIII, no. 4; Oct. 1958, sh. 315-321)."(s. 204)

 

 

TABİÎ VE SOSYAL KANUNLARIN ÖĞRENİLMESİ

AKLÎ VE NAKLÎ DELİLLERİN KULLANILMASI

 

Allah kâinat› varetmiş ve değişmez kanunlar koymuştur. Bunlara tabiî ve sosyal kanunlar denmektedir. Günümüz dünyas›nda ve anlay›ş›nda buna 'determinizm' deniyor. Yap›lan bütün deney ve araşt›rmalar, laboratuarlardaki bütün çal›şmalar hep bu değişmezleri kan›tlar. Dünyadaki tüm üniversitelerde okutulan ilimler bu değişmezleri anlat›r.

Ancak bu değişmez kanunlar içinde insan›n iradesi de vard›r. Zaman ve mekân, varl›ğ›; madde ve enerji, tesiri; nema ve hayat, gayeyi; şuur ve ma'şer de iradeyi oluşturur. İrade demek, bu değişmiz tabiî ve sosyal kanunlar› insan›n istediği gibi kullanmas› demektir.

Bir mühendis uçak yaparken ve o uçağ› uçururken tabiat kanunlar›n› değiştirmez; tam tersine onlardan yararlan›r. Bir sosyal kurucu da topluluğu kurarken sosyal kanunlar› bozmaz ve değiştirmez; tam tersine onlara uyar ve sosyal yap›y› oluşturur. Nas›l bir mühendis bir tabiî kanunda hata yapt›ğ›nda o uçak uçmazsa, bir sosyal yap›mc› da sosyal kanunlara uymazsa o topluluğun yap›s› bozuk ve eksik olur. Bugün bu gerçek art›k tart›ş›lm›yor. İnsanl›k ittifak ve icma ile bunun böyle olduğunu kabul ediyor.

İslâmiyet'e göre;

İnsan tabiî ve sosyal kanunlar› ak›l yoluyla öğrenir.

Ancak delillerin bir k›sm› kendi müşahedelerine dayan›r; bunlara 'aklî deliller' denmektedir.

Bir k›sm› da başkalar›n›n müşahedelerine dayanmaktad›r; onlara da 'naklî deliller' deniyor.

Her ikisini de delil olarak kabul eden ama akl›n süzgecinden geçiren kimse, en uygun yolu takip etmiş olur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Bat›'da demokrasi H›ristiyanl›ktan öncedir.

 

"I- BATI'da KANUN anlay›ş› farkl› anlamda ve farkl› kaynaklardan ç›kma; İNSAN yap›s› KANUN fikri eski Yunan ve Roma'ya iner:

A- BATI'n›n sosyal kuruluşlar›n›n temelleri özellikle DİN KANUNLARINA dayanmam›şt›r; Oysa ki Şeriat devleti bu nitelikteki zihniyete yabanc› kalm›şt›r.

Bat›'da KANUN kavram›n›n ve Siyasal anlay›ş›n›n kökü H›ristiyanl›ğ›n var k›ld›ğ› şeyler olmam›şt›r. Çünkü H›ristiyanl›ktan önce de bir KANUN anlay›ş›, ve hem de en köklü şekliyle bir kanun anlay›ş› ve siyasi kuruluş kavram› ve denemesi var olmuş, ve bütün bunlar ilahî hukuk sahas› d›ş›nda, daha ziyade akla dayanan temellere oturtulmuştu. Roma ve Yunan'da olduğu gibi... "... Roma kanunlar› H›ristiyanl›ğ›n zuhurundan önce uygulanmakta idi ve her ne kadar bu kanunlar t›pk› siyasal kuruluşlar gibi, uygarl›ğ›n içine al›nmam›şlarsa da...bu kaynaklardan (yani Roma kaynağ›ndan) doğma bu kuruluşlar, H›ristiyanl›ğ›n dayanm›ş olduğu semavi temellerden (kitaplardan) ayr› ve ona öncelik arzeden bir kaynaktan ç›kma niteliklerini korumuşlard›r." Bk. Sir th. Arnold, The Caliphate, Oxford, Clarendon Press 1914, sh. 46."(s. 204,205)

 

İSLÂMİYET'İ;

ANLAMAK VE ANLATMAK, YAŞAMAK VE YAŞATMAK.

İÇTİHAT VE İCMA VAR; ÇOĞUNLUK KARARI YOKTUR.

 

Önceleri insanlar› peygamberler yönetiyordu. Bu çağlarda hukuk düzeni yerleşmemişti. Bir bak›ma dini yönetim vard›. Bütün sosyologlar bu dönemde dinin egemen olduğunu yazmaktad›rlar.

Peygamberleri inkâr eden ve yönetimlerini benimsemeyenler, yöneticileri tanr› yapt›lar ve Nemrut veya Firavun gibi onlara tapmaya başlad›lar. M›s›r Firavunlar yönetimi böyledir. Bu yönetimlerde hükümdar› kay›tlayan bir müessese veya esaslar yoktur. Firavun sonsuz yetkilere sahiptir.

Yeryüzünde ilk şeriat getiren ve hukuk devletini tesis eden peygamber Hz. Musa'd›r. Hz. Musa, insanl›ğa Allah'›n kitab› Tevrat'› getirdi ve hükümdarlar›n da bu kitaba uymas› gerektiği kaidesini koydu. Kendisine, 'buna sen de mi uymak zorundas›n?' diye sorulduğunda; 'Evet' dedi. 'Yani sen de zina yapsan sana ceza uygulayacak m›y›z?' dediler; 'Evet, ben de zina yapsam, recmedeceksiniz' dedi. Hattâ, bir iftiradan dolay› muhakeme edildi ve beraat etti.

Sonra Yunanl›lar bu sistemi ald›lar, ancak Tevrat'› kabul etmediler ve aristokrat s›n›f›n ekseriyeti ile al›nan kararlara uydular. Allah'›n Kitab'› yerine ekseriyet kararlar›n› koydular. Site devletlerinde uygulanan bu sistem, Roma'da temsilciler sistemine dönüştü. Daha sonra da terkedildi.

İslâmiyet'in içtihat ve icmalar› yeryüzüne hâkim oldu. Bat› yeniden hukuk sistemine dönerken yani kilise yönetiminden/ teokrasiden demokrasiye dönerken, İslâmiyet'in içtihat ve icma sistemi yerine parlamenter sistemi yani ekseriyet sistemini benimsedi. Böylece krall›k ve derebeylikler y›k›ld›, yerine sermaye tekeli hükümferma oldu.

İslâmiyet'e göre;

İnsanlar hürdür ve istedikleri gibi yaşarlar.

Allah taraf›ndan kendilerine ulaşan dinleri istedikleri gibi anlar ve anlat›r, yaşar ve yaşat›rlar. Devlet bu insanlar›n inanç ve bilgi dünyas›na kar›şmaz.

Düzen ise inançlara değil sösleşmelere dayan›r. Herkes sözleşmelere uymak zorundad›r. Uymad›ğ› takdirde o topluluğu terkedip gidecektir. Hicret olay› işte budur ve bu gibi durumlar için vard›r.

Bu nedenledir ki, İslâm devletinde içtihat ve icma vard›r;

ekseriyet yani çoğunluk kararlar› yoktur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Bat›'da Orta Çağ'da tanr›s›z hukuk savunulmuştur.

 

"B- Orta Çağ'da bile Bat›'da KANUN anlay›ş›, ilâhi nitelikten ç›kar›l›p beşer iradesine dayat›lmak istenir. SPİNOZA'ya göre KANUN kavram›na "İlâhi" nitelik tan›mak toplumlar› kand›rmak amac›n› taş›yan bir siyasettir.

Bat› toplumlar›nda Orta çağ'larda ilâhi hukuk anlay›ş› gereğince KANUN'un Tanr› taraf›ndan indirildiği görüşü geçerli idi...

Fakat Bat›'n›n büyük düşünürleri aras›nda bu zihniyet ile savaşanlar çok olmuştur. Spinoza bunlardan biridir.

Spinoza'ya göre Tanr›'y› veya onun yeryüzündeki vekili say›lan k›rallar› KANUN koyucu niteliği içerisinde görme ve gösterme çabas› halk y›ğ›nlar›n›n düşünme yeteneğinden yoksun olmalar› ve budalal›klar› ve beyinsizlikleri nedenine dayan›r;... Bk. Benedict de Spinoza, The Political Works, (Oxford Univ. Press 1958, sh. 83)."(s. 205)

 

 

BATI'DA ÇOĞUNLUK DEMOKRASİSİ,

İSLÂM'DA İÇTİHAT VE İCMALAR VARDIR.

 

Hz. İsa, din ile düzeni birbirinden ay›rmak için geldi. Onun vazifesi bunu sağlamakt›. Bu nas›l olacakt›? İnsanlar Allah'a zorlanmadan inanacaklar ve dinin emirlerine de zorlanmadan uyacaklar, hesaplar›n› da insanlara değil Allah'a vereceklerdi. Dünya işleri ayr› bir konuydu ve düzenin işiydi.

Düzen konusunda kendisi görevli değildi; ama kendisinden sonra gelecek olan 'Ahmed' isminde biri bunu insanl›ğa öğretecekti. Hz. İsa düzenle ilgili hükümleri getirmeyince, insanlar genel olarak bu dönemde Tevrat hükümlerine uymuşlard›r. Ancak Tevrat da Kur'ân'dan farks›z olduğu için kamu hukuku konusunda bir boşluk meydana gelmemiştir.

Asl›nda buna da pek ihtiyaç olmam›şt›r, çünkü H›ristiyanl›k dünyas› nedense kendisini Tevrat'a uyma zorunluğu içinde hissetmemiştir. Dolay›s›yla devlet yönetimi dine sadece dini istismar etmek amac›yla dayand›r›lm›şt›r. Yoksa H›ristiyanl›kta yönetim ve düzenle ilgili hükümler yoktur. Ama Roma ve Bizans İmparatorluklar›, H›ristiyanl›ğ› alet ve istismar ederek kendi hegemonyalar›n› tesis etmiş, daha sonra papal›k kendisi imparatorluk olmuştur.

İslâmiyet'e göre;

Peygamberler insanl›ğa ilimle kendilerini yönetmeyi öğrettiler ve böylece görevlerini tamamlad›lar. Bu görev Hz. İbrahim'de başlad› ve Son Peygamber Hz. Muhammed'de bitti.

Yeni vahiy gelmeyince, dünyada yeni yönetim şekilleri ve modelleri arand›. İslâmiyet'te 'icma ve içtihatlar', Bat›'da ise 'çoğunluğa dayal› demokrasi' esas al›nd›. Ne var ki, İslâmiyet'te siyaset alan›nda pek uygulama yap›lamad› ve saltanat sistemi devam ettirildi. Bat› dünyas›nda da demokrasi sermayenin ve diktatörlerin oyuncağ› oldu.

Ama yak›n bir gelecekte insanl›k art›k mukaddes kitaplar›n öğretilerine kulak verecek ve gerçek adil yönetimi tesis edecektir. Dünya ve insanl›k bu aşamaya gelmiştir. Bunu başarabilecek güce ve birikime sahiptir. Kur'ân-› Kerîm'i anlayabilen ve dünya düzenini de ona göre uygulayabilen bir topluluk bunu başaracakt›r.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre,

Bat›'da tabiî hukuk ilâhî hukuk olarak ak›lla bulunurdu.

 

"II- ŞERİAT DEVLETİ'nde ise as›l olan şey "Şeriat d›ş› KANUN olmaz bilincidir.

Orta çağ'larda Bat› toplumlar›'n›n KANUN anlay›ş› ile Şeriat ülkelerinin bütün devirler içerisinde saplanm›ş olduğu Kanun anlay›ş› aras›nda büyük bir benzerlik ve fakat az da olsa Bat› toplumlar› lehine say›labilecek bir farkl›l›k vard›r...(s. 206)

Görülüyor ki BATI'n›n ORTA ÇAĞ'lardaki bu KANUN anlay›ş›nda İNSAN'›, ve İNSAN AKLINI, red'etmeyen, küçültmeyen, ve bilakis AKLİLİK konusunda TANRI ve KİŞİ ayniyetini öngören bir unsur mevcut...

Nitekim XVI c› yüzy›l›n sonlar›na doğru yukarda belirtmiş olduğumuz durum, yani "en üstün kanunlar uhrevî kanunlard›r ve her ne kadar bu kanunlar›n genel prensipleri insan akl›nda yerleşmiş ise de bunlar› Papa ortaya vurur", anlay›ş› gerçeği aksettirmekten uzak kalm›şt›r... Bütün bu hususlarda bk. F. C. Hearnshaw, The Social & Political Ideas of Some Great Thinkers of the XVI and XVII th Centuries, (Kennikat Press, New York 1967, sh. 94-7).(s. 207)

Görülüyor ki ORTA ÇAĞ'da BATI, KİŞİ'yi, özellikle AKIL, İRADE yönünden TANRI kertesinde görebilmekte ve ona, kendi akl› yolu ile keşfedebileceği bir KANUN KAYNAĞI olduğu bilincini verebilmekte. ŞERİAT toplumlar›n›n hiç birinde ve hiç bir devirde buna benzer bir DEĞER ölçüsü KİŞİ ve HALK bak›m›ndan kendisini duyurmuş değildir..."(s. 208)

 

 

YENİ İÇTİHATLAR DÜNYAYI AYDINLATACAKTIR

NAKİL YANİ VAHİY AKLIN YARDIMCISIDIR

 

İnsanlar›n insan olarak kâinatta yani dünyada birtak›m haklar› ve görevleri vard›r. Bunlar› dinler öğretir. Meselâ, kendine ne yap›lmas›n› ve nas›l davran›lmas›n› istiyorsan; sen de başkalar›na ayn› şeyleri yap ve öyle davran. Yalan söyleme ve kimseyi aldatma. Sözünde dur ve sözleşmelere uy. Bunlar hep tabiî hukuk kurallar›d›r.

İşte özet olarak ve tek cümleyle ifade edersek, 'kendine ne yap›l-mas›n› istiyorsan sen de başkas›na onu yap' cümlesi, bütün 'özel hukuk' kurallar›n› tabiî olarak oluşturur. Bu kural 'k›sas' hükmünü de beraberinde getirir. Ancak arkas›ndan 'af' ve onunla bağlant›l› olarak da 'tazminat' ve 'diyet'i de getirir. Çünkü insan bütün bunlar› kendisi için ister. 'Kamu hukuku' da sözleşmelere uyma kural› ile birlikte kendiliğinden doğar. Bu da netice itibariyle başkan›n emirlerine ve hakemlerin hükümlerine uymak demektir.

İşte k›saca özetlemeye çal›şt›ğ›m›z bu tabiî hukuk kurallar›, hem İslâmiyet'te hem H›ristiyanl›k'ta 'ilâhî hukuk' kurallar› olarak kabul edilir ve bu kurallar›n uygulanmas› konusunda da hem ilimden hem de ilâhî kitaplardan yararlan›l›r. Bu ilâhî kaynak Bat›'da 'Tevrat', İslâmiyet'te 'Kur'ân' olmuştur.

Bat›, İslâm dünyas› ile karş› karş›ya gelip çat›şmak durumunda kal›nca İslâmiyet'ten öğrendiklerini gizlemiş ve tabiî hukuk nazariyesi ile İslâm hukukunu Bat›'ya adapte etmiştir. Bundan dolay›d›r ki meselâ, İsviçre Medeni Hukuku ile İslâm Hukuku aras›nda çok yak›n bir benzerlik vard›r. Bat› hukukunun, Roma hukukunun devam› olduğunu ileri sürenler aldan›yorlar; Roma'da akit serbestliği yoktur. Oysa yeni Avrupa hukukunda akit serbestliği vard›r. Bu ne demektir? Kanun sistemi terkedilmiş ve şeriat sistemi başlam›şt›r, demektir. İçindeki hükümler başka, sistem başkad›r. Bat› hukuku, özel hukuk alan›nda İslâm hukukunu benimsemiştir. Kamu hukuku alan›nda ise İslâmiyet maalesef örnek verememiş olduğundan, Bat› dünyas› hâlâ Roma hukuk kurallar› içinde yuvarlanmaktad›r. Ama şimdi içtihatlar yap›l›yor ve bu yeni içtihatlar sayesinde bütün dünya ile birlikte Avrupa ve Bat› dünyas› da İslâmiyet'in kamu hukuku ile ayd›nlanacakt›r.

İslâmiyet'e göre;

Nakil yani vahiy akl›n yard›mc›s›d›r.

Yoksa son söz daima akl›n yani ilmindir.

Akla ve ilme verilen bu önem sebebiyle Avrupal›lar Müslümanlara dinsiz demişlerdir. Çünkü Müslümanlar îman› da akla dayand›r›yorlar ve Kur'ân da ilimlerin ilâhî kitab›d›r diyorlar. Bunun için ona inanmak zorunluluğu vard›r. Aksi halde neden Kur'ân'a inanal›m?

Yazar, İslâmiyet'in en önemli özelliklerinden birini Orta Çağ Avrupas›na yüklüyor ve methediyor. Hasmane tavr› sebebiyle de Avrupa'n›n olumsuz vas›flar›n› İslâmiyet'e yükleyip zemmediyor. Allah'a inanmayan ve sürekli olarak gerçekleri sapt›r›p gizlemeye çal›şan bir insandan, bundan başka bir davran›ş beklemek de zaten yanl›ş olurdu. Ancak Allah'a inanmayanlar şayet bir âkile etraf›nda topluluk oluşturmuş olsalard›, mutlaka Arsel'i âkilelerinden ç›kar›rlard›. O da ilim postuna s›ğ›narak bu kadar saçma sapan şeyler iddia edemezdi veya iddialar›n›n sadece kendi şahs›na ait düşünceler olduğu bilinirdi. Ama 20 - 25 y›l öncesinde bu kitaplar› hem de bir üniversitemizin yay›nlar› aras›nda yay›nlayan bu yazar›n düşüncelerinin o kesimler taraf›ndan herhangi bir şekilde reddedilmemesi, bizleri bir reddiye yazmaya iten en önemli etkenlerden biri olmuştur. Biri veya birilerinin bu fikirlere bir cevap vermesi gerekiyordu. Müslümanlar ad›na acizane bu görev bize düştü ve biz de görevimizi gücümüz yettiğince yerine getirmeye çal›ş›yoruz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te yasama Allah'a aittir.

 

"A- ŞERİAT DEVLETİ UYGULAMASINDA NE HALK'A VE NE DE İKTİDAR SAHİPLERİNE AİT YASAMA GÜCÜ (Yasama Yetkisi) diye bir şey yoktur.

Şeriat sistemi YASAMA GÜCÜ e YASAMA YETKİSİ diye bir şeye yer vermemiştir. Gerçek anlamda YASAMA yetkisi diye bir şey yoktur Şeriat Devleti teorisinde. Yasama yetkisi doğrudan doğruya TANRI'ya ait'tir; ve ondan başka hiç kimseye tan›nm›ş olamaz. Sadece Tanr›'n›n elçisi say›lan Muhammed için Tanr›'dan esinlenmiş olarak hükümler koymak mümkün görülmüştür."(s. 208)

 

 

YAŞATAN DA ÖLDÜREN DE ALLAH'TIR

KADER PLANDIR, KAZA PLANIN UYGULAMASIDIR

 

Hz. İbrahim ile Nemrut tart›şm›şlar. Nemrut İbrahim'e 'Senin Rabbin kimdir?' diye sormuş, o da 'Öldüren ve dirilten kimsedir' demiş. Bunun üzerine Nemrut iki kişiyi çağ›rtm›ş, birini öldürmüş birini de sağ b›rakm›ş ve ard›ndan 'Ben de öldürür ve diriltirim' demiş.

Bu mant›ks›z muhakeme anlay›ş› ve Nemrut zihniyetinin üzerinden 4000 y›l geçti ama dinsizlerin kafas› zerre kadar gelişme kaydetmedi. Ayn› k›s›r anlay›ş ve dar bak›ş devam ediyor. Değişen fazla bir şey yok. Dinsizler bu çağda da ayn› dar kafal› mant›ğ› yürütüyorlar.

Allah'tan başka kim yaşatacak ve öldürecek? Kâinat› ve içindeki bütün varl›klar› O yaratt›ğ›na göre, elbette yaşatan da öldüren de sadece ve sadece O'dur. O'nun değişmez tabiî sosyal ve ekonomik kanunlar› yaşat›r ve öldürür. Ancak o kanunlar›n içinde yaşamak veya ölmek iradesi insana verilmiştir.

 

İslâmiyet'e göre;

Kader vard›r; kaza vard›r.

Kader 'plan'd›r;

kaza ise o 'plan›n uygulamas›'d›r.

Kaderde İzmir'den hareket edip Afyon'a varan kişi, yola devam ederse Ankara'ya vars›n, sağa dönerse Konya'ya gitsin, yaz›l›d›r. Kazada ise bunlardan sadece biri gerçekleşir ve bu da oraya varan kişinin isteğine göre olur. Kaderde olmayan bir şey gerçekleşmez. Bu kimse hiçbir zaman otomobili ile aya gidemez.

Bu kadar basit şeyler neden anlaş›lmaz?

Yoksa kasten anlaş›lmak istenmemekte midir?

 

*    *   *

 

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te Muhammed'den sonra teşri yoktur.

 

"1- Muhammed'in ölümü ile birlikte YASAMA YETKİSİ sona ermiştir.

İslâm'›n devlet doktrininde gerçek anlmiyle YASAMA YETKİSİ diye bir şey yoktur. Yasama yetkisi Tanr›'ya ve onun Peygamberine aittir ve Muhammed'in ölümü ile birlikte bu yetki sona ermiştir ve hiç kimse, başta Halife olmak üzere, kendi hür ve bağ›ms›z iradesine göre Yasama yetkisini kullanamaz ve Kur'ân ve Hadis hükümleri d›ş›nda veya bunlara ayk›r› olacak şekilde hüküm geçiremez, kanun yapamaz...(s. 208)

Görülüyor ki gerçek anlamiyle yasama yetkisi, yani orijinal nitelikte emredici ve düzenleyici hüküm koyma yetkisi Tanr›'ya ve Muhammed'e aittir. Tanr›'n›n, Muhammed'ten sonraki vekillerinin (Halife'lerin) Kur'an ve Hadis d›ş›nda yeni hükümler getirmeleri yasaklanm›şt›r."(s. 209)

 

SÖZLEŞMELER DIŞINDA TEŞRİ YOKTUR VE

TEŞRİ YETKİSİ İLİM ADAMI İLE ŞÛRADADIR

 

Allah, Kur'ân-› Kerîm'de hukukun irsî özelliklerini saym›ş yani yer ve zamana göre değişmeyecek olan hükümleri koymuştur. Meselâ, kimse gücünün yetmediği bir yükümlülük alt›nda b›rak›lamaz. Kimse başkalar›n›n yapt›klar›ndan dolay› cezaland›r›lamaz...

Bu örnekler çoğalt›labilir.

Bu gibi genel ve değişmez hükümler d›ş›nda kalan, daha doğrusu yer ve zamana göre değişecek hükümler için 'içtihat' ve 'icma' müesseselerini getirmiştir. Bu konudaki yetki de insan›n kendisine verilmiştir. İlmin d›ş›nda, ilmî gerçeklerin d›ş›nda, hükümdar veya başkan da olsa, bir başkas› ad›na bir başkas› hüküm koyamaz.

Bu şu demektir; İslâmiyet'te Elçi Muhammed (s.a.v.)'den sonra başkanlar›n teşri yetkisi yoktur; alimlerin ve şûralar›n teşri yetkisi vard›r. İşte gerçek ve ideal demokrasi de bu değil midir? Bununla beraber başkanlar›n kaza yetkisi vard›r ve bunu da beğenmeyenlerin hicret yetkisi veya hakk› vard›r.

İslâmiyet;

İnsan› insana esir etmemiştir.

Ancak anlaşmalara riayet edilmesini emrederek,

eşit hukuk ilkesini getirmiştir.

Herkes kendi mezhebini yani hukukunu kendisi seçer ve yine kendi kad›s›n› yani bucak başkan›n› da kendisi seçer.

Bu sonuncunun gerçekleşmesi yani bucak başkan›n› kendisinin seçebilmesi için insan›n yerini/ bucağ›n› değiştirebilmesi gerekir.

Böylece anlaş›lmaktad›r ki;

İslâmiyet'te sözleşmeler d›ş›nda bir teşri yoktur ve

sözleşmelerle ilgili teşri  ilim adamlar› ve şûra taraf›ndan yap›l›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te yasama dondurulmuştur.

 

"2- YASAMA YETKİSİ öylesine yoktur ki, TANRI'n›n ve Peygamberin hükmettiği sözler d›ş›nda hiç bir alanda ve konuda yeni hükümler koymak ve bunlar› değiştirmek, kald›rmak mümkün değildir.

Ne Halife'ye ve ne de Halife'den gayri kişilere ve Halk'a ait bir yasama yetkisi öylesine yoktur ki hiç kimse, hiç bir güç, hiç bir organ, Kur'an ve Hadis (Sünnet) yolu ile getirilmiş olan hükümler d›ş›na ç›kamaz, bu hükümleri kald›ramaz, veya değiştiremez. Yap›lacak tek şey bu hükümlere tam bir mutlakiyet ve teslimiyetle itaat etmektir. Boyun eğmek ve olsa olsa bunlar› benzeri olaylara uydurabilmektir..."(s. 209)

 

BİRİNCİ İSLÂM MEDENİYETİ ÇÖKTÜ, AMA;

İCMA VE İÇTİHATLARLA HER AN YENİLENEBİLİR

 

Topluluklar doğduklar› zaman kendilerine gerekli olan kurallara sahip değildirler. Zamanla aralar›nda kurallar teessüs eder ve bu kurallar sayesinde topluluk gelişir. Ne var ki, belli büyüklük ve zaman sonras›nda, başlang›çta gelişmeye sebep olan kurallar art›k duraklamaya sebep olur. Çünkü eski kurallar yeni ve değişen hayat şartlar›na uymaz. Eski kurallar yeni meseleleri çözemez. Ancak sosyal yap› öylesine donmuştur ki, art›k topluluk bu kurallar›n› istese de yenileyemez ve bir müddet sonra da topluluk yaşlan›p çöker. Bu sosyal bir kanundur.

İslâm Medeniyeti için de durum aynen böyle olmuştur. İslâmiyet ilk dört as›rda içtihat ve icmalarla kurallar üretmiş ve medeniyet sürekli olarak gelişmiştir. Bu sayede de tarihte emsali görülmemiş bir sür'atle bütün dünyaya hakim olmuştur. Sonra duraklamaya başlam›ş ama dörtyüz y›l daha yine de güçlülüğünü sürdürmüştür. Tarihinin bu döneminden yani sekizinci yüzy›ldan sonra da bir dörtyüz y›l daha eski gücünü korumuş ve yine savaşlar kazan›r gibi olmuştur. Son iki as›r ise çökmenin eşiğinde can çekişmiştir. Ne yeni içtihatç›lar ve ne de Avrupa tarz› reformistler, art›k çok yaşlanm›ş olan bu medeniyeti çökmekten ve ölmekten kurtaramam›şlard›r.

İslâmiyet'te;

İcma ve içtihatlarla her zaman yenilenme imkan› vard›r.

Yeni, güçlü ve gür ağaçl› bir orman yetiştirilebilir. Ama bunun için orman›n yaşl› ve kuru ağaçlardan temizlenmesi gerekir. İşte Avrupa'n›n ateist medeniyeti bu görevi yerine getirmiş, bu işi görmüş ve İslâm Medeniyeti orman›n›n yaşl› ve art›k iyice kurumuş ağaçlar›n› yak›p y›km›ş ve yerle bir etmiştir. Art›k aç›lm›ş olan tarlalar yeni ekinlerini, eski orman arazileri yeni fidanlar›n› bekliyor; bütün insanl›k ve dünya yeni içtihat ve icmalar› bekliyor.

Bu da çok yak›nda olacak ve beklenen gelecektir.

Bizim yapt›ğ›m›z ve anlatmaya çal›şt›ğ›m›z İslâmiyet

işte bu İslâmiyet'tir.

Yeni İslâm Medeniyeti'nin;

Tam da başlang›ç dönemini hep birlikte yaş›yoruz.

Bizler, elbette sistem ve medeniyetimizi anlamaya ve anlatmaya, yaşamaya ve yaşatmaya çal›ş›rken, çok büyük s›k›nt›lar yaş›yor ve çileler çekiyoruz. Peygamberler tarihi incelendiğinde, onlar›n her biri de s›k›nt›lar çekmedi mi? Demek ki bu mücadelenin yap›s› ve tabiat› böyle. Biz de ayn› s›k›nt›lar› çekeceğiz ama Allah'›n izni ve yard›m› ile sonuna kadar direneceğiz. Sonunda da mutlaka başar›l› olacağ›z.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Peygambere itaat zorunlu k›l›nm›şt›r.

 

"3- Fakat Devlet yaşamlar›nda Halife'ler (ve İktidar uygulay›şlar›) Kur'an'›n ve Hadis'lerin bu bağlay›c› ve dar ve kat› yasaklar› ile her zaman bağl› kalmam›şlard›r.

Yasama yetkisi'ni top yekün red eden Kur'an ve Hadis hükümlerine rağmen Halife'ler ve iktidar uygulay›şlar›, devlet ve toplum idaresinde bu yasaklarla bağl› kalmam›şlar ve Şeriat'›n uygulama sahas›'n›n tayin ve tespiti hakk›na dayanarak serbestce yasama hükümleri getirme ve bu konuda geniş bir şekilde hareket edebilme olanağ›na sahip olmuşlard›r...

Kur'an'daki hükümlerin d›ş›na hiç bir suretle ç›k›lamayacağ›n›, ve kitabda olmayan koşullar›n ve yasalar›n konmayacağ›n› İslâm peygamberi aç›kça belirtmiştir...

Yine Buhari ve Müslim'den al›nma diğer Hadis'lerde de Peygamber'in emirlerine ve yasaklar›na uyma zorunluğu aç›kça belirtilmiştir..."(s. 210)

 

DEVLET YÖNETİMİNDE İTAAT DENGESİ.

HER ŞEYİN KESİN BİR ÇÖZÜMÜ VARDIR.

 

İslâmiyet;

İnsanlar›n toplu olarak yaşayacak şekilde yarat›ld›ğ›n› ve toplu yaşaman›n şart›n›n da başkana itaat etmek olduğu esas›n› belirtmiştir. Topluluk bu temel esasa dayan›r. Başkana itaat edilmezse topluluk oluşmaz ve bar›ş içinde yaşamak da mümkün olmaz. Bu kesin ve değişmez bir kaidedir.

Kur'ân bunu; 'Başkana itaat eden topluluğa itaat etmiş olur' şeklinde anlayacağ›m›z 'Resule itaat eden Allah'a itaat eder' hükmünü getirmiştir. (Nisa[4];80) Devlet olman›n temel ilkesi budur. Ancak başkan›n da topluluk yasalar›na, sözleşmelerine yani Allah'a itaat etmesi gerektiği kural› getirilmiş ve bunu anlatmak için de 'Bize karş› gelirsen senin atar damar›n› kopar›r›z' ifadesi kullan›lm›şt›r. (Hakka[69];41)

İnsanlar başkana itaat edecek ama başkan da şûraya yani halk›n temsilcilerine itaat edecektir. Denge böyle sağlanacakt›r. Bunun tek yolu, başkana ait yetkilerin s›n›rland›r›lmas›d›r. Her şeyden önce, bucaklar muhtard›r, hürdür ve bu birimlerin iç işlerine kar›ş›lmaz. Halk bucaklar› değiştirme yetkisine sahiptir. Böylece bucak başkan›n›n başkanl›ğ› halk taraf›ndan kontrol alt›na al›nm›ş olur. Bu şu demektir; bir toplant›da veya toplulukta ya başkana itaat edeceksiniz ya da o topluluğu terkedeceksiniz. Bunun d›ş›ndaki çözümler dengesizdir.

İslâmiyet'e göre;

Her şeyin ve her meselenin kesin çözümü vard›r.

Kişinin hangi hallerde  ve durumlarda;

Nas›l hareket edeceği belirlenmiştir.

Soru sorulur ve cevab› istenir:

'Başkana itaat m› edilecek, karş› m› gelinecek?'

Tek cevap verilecektir ve o da; 'İtaat edilecektir' şeklinde olmal›d›r.

Arkas›ndan ikinci soru sorulur: 'Peki, ya başkan zulmederse?'

Cevap; 'Hicret edilecektir.'

İslâmiyet'te tereddütlü ve ihtimaliyatl› cevaplar yoktur.

Meselâ; 'Duruma göre itaat edilecektir.. Edilmezse de duruma göre hareket edilecektir!...' gibi cevaplar, sadece cahillerin vereceği savsaklama cevaplar›d›r.

İslâmiyet'te bunlara yer yoktur.

Müslüman net, aç›k, kesin ve kararl› olmal›d›r;

Kesinlikle takiyye yapmamal›d›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Araplarda devlet geleneği yoktur.

 

"B- İslâm'da KANUN ve SİYASAL KURULUŞ anlay›ş› tüm olarak DİN temeline dayat›lm›şt›r.

Her ne kadar İslâm, Arap'›n İslâm öncesi geleneklerinin ve yaşamlar›n›n az çok bir devam› şeklinde kabul edilirse de bu gelenekler ve yaşamlar aras›nda, gerçek niteliğiyle KANUN ve DEVLET ve Siyasal KURULUŞ kavramlar› ve uygulamas› yoktu. İslâm, sadece baz› "Miras" ve "Borçlar" ve "Boşanma" v.s. özel hukuk alanlar›n› ilgilendiren Arap geleneklerini az veya çok değişikliklere sokarak devam ettirmiştir. Fakat buna karş›l›k DEVLET, İKTİDAR vesaire gibi kamu hukuku alanlar›nda Arap'›n o zamana kadar bilmediği ve uygulamad›ğ› kuruluşlar› ve kavramlar› getirmiş ve bunlar› din temellerine dayatm›şt›r..."(s. 211)

 

ALLAH'IN MÜLKÜ OLAN DEVLET VE;

DEVLETİN ORADA YAŞAYANLARCA YÖNETİLMESİ

 

İnsanlar başlang›çta devlet olarak değil, sosyal bir disiplin içinde dinler taraf›ndan yönetildiler. İlk devlet mefhumu Mezopotamya'da doğmuş; daha sonra s›ras›yla M›s›r'da, İbraniler'de, Yunanistan'da, Roma'da, İslâmiyet'te ve Bat›'da bu mefhum gelişmiştir.

Daha önceleri ise bütün beşeriyet devlet öncesi aşamada yaş›yordu. Araplar da, İslâmiyet'ten önce cahiliye döneminde yaş›yorlard›. Henüz devlet aşamas›na gelmemişlerdi. Devlet denen bir mefhumlar› yoktu; yani onlar›n yaşad›ğ› toplulukta hukuk yoktu, mahkeme yoktu, ceza yoktu... Sadece gelenek kurallar› vard› ve bu kurallara uymayanlar aras›nda ç›kan savaşlar topluluğu disipline ediyordu.

Bundan dolay›d›r ki, Hz. Peygamber bir devleti y›k›p yeni devlet kurmam›ş; baştan ve s›f›rdan bir devlet kurmuştur. Devlet mefhumunu 'Allah' lafz› ile ve devlet başkan› mefhumunu da 'resul' lafz› ile ifade etmiştir. ''Halefiyet' de budur ve böylesine anlam› olan bir kavramd›r. İki kişi sözleşti mi, art›k sözleşmelere uymalar› gerekir. Çünkü onlar Allah'a söz verdiler. Allah o sözlerin bekçisidir. İşte bundan dolay›d›r ki devlet akitleri korumakla yükümlüdür.

İslâmiyet;

Bir hanedan›n mülkü olan devleti değil, Allah'›n mülkü olan devleti önermekte; bu mülkün yönetimi ise orada yaşayanlara verilmektedir.

Özel mülkiyetin kaynağ› budur.

Herkes kendi mülkünde Allah'›n halifesidir ve

Bu mülkü dilediği gibi yönetir.

Mülkü as›l sahibinin talimatlar›na göre yönetirse mükafat görür; talimatlar›n d›ş›na ç›karsa, diğer insanlar ona kar›şamaz ama hesab›n› Allah'a verir.

Ortak işler ise sözleşmelerle çözülür. Nizalar hakemlerle halledilir.

Ortak işlerin tümü devleti oluşturur.

Bunun sahibi de bir kişi değil, doğrudan doğruya Allah't›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

İlâhî kanunlar değişmez olduklar› için

mutsuzluğun kaynağ›d›r.

 

"C- ŞERİAT düzeninde KANUN'u yapan HALK değildir

ŞERİAT düzeninde kanun'u halk, ya da toplum veya onlar ad›na şu veya bu şekilde hareket eden kişiler, hey'etler yapmaz. İNSAN YAPISI kanun diye bir şey yoktur ve insan yap›s› kanun makbul olmayan, mutlaka hatâ ve yanl›ş› getiren ve uyulmas› gerekmeyen şeydir. Var olan şey Tanr› ve Peygamber yap›s› kanunlar, kurallar'd›r, ve bunlara uyulmak gerekir. Bu gökten inme ve insan eli değmez kanunlar topluma ve kişiye şekil verir... Bat›'da TOPLUM'un SOSYAL ve SİYASAL etkenleri KANUN'u yaratan unsurlard›r. Bk. N. J. Coulson, "The State and the Individual In Islamic Law", (The İnternational and Comparative Law Quarterly, Vol. VI, Jan. 1957, sh. 49-60; 50).

AKIL mahsulu olmayan ve gökten inme kanunlarla yönetilen toplumlar ise yeryüzünün en geri, en ilkel ve en mutsuz toplumlar› olarak kalmağa mahkumdurlar. Şeriat ülkeleri örneği ortadad›r."(s. 211,212)

 

 

İLÂHÎ YANİ TABİÎ KANUNLAR DEĞİŞMEZ;

BUNLARDAN YARARLANMA ŞEKLİ DEĞİŞİR

 

Allah kâinat› yaratm›şt›r. Bu kâinat›n yönetilmesi için de birtak›m tabiî, sosyal ve ekonomik kanunlar koymuştur.

Bu kanunlar değişmezdir.

Allah insana bunlar› anlayacak beyin ve ak›l vermiştir. Bunlar değişmez olduklar› için insan öğrenmektedir, öğrenebilmektedir. İnsan böylece kader içinde yani değişmez kanunlar içinde kendi hayat›n› düzenleyebilmektedir.

Aksi halde ateş bazen yak›p bazen yakmasayd›; su bazen ak›p bazen akmasayd› ve bunlar da bir kanuna dayanmasayd›, insan nas›l yaşayacak ve ne yapacağ›n› nas›l bulacakt›?

Hukuk devletinin de felsefesi budur. Herkes mevzuata uymal›d›r ki, kişi ne yapacağ›n› bilsin ve ona göre hareket etsin. Mevzuata uymayan veya hukuku olmayan topluluklar onun için helâk olup giderler.

İslâmiyet'e göre;

İâhî kanunlar değişmezdir;

tabiî ve sosyal kanunlar değişmezdir.

Herkes sözüne, verdiği söze ve sözleşmelere uymal›d›r.

Uyanlar kurtulur; uymayanlar helâk olur.

Bu kanunlar değişmez; ama herkes sözleşmeyi istediği gibi yapacağ› için bunlardan yararlanma şekli değişir. Her şey ters anlaş›l›rsa o terslik o müesseseyi y›kmaz; ters anlayan› y›kar.

İslâmiyet'i ters anlay›p onu kötülemenin ona zarar vereceğini sanmak zavall›l›ktan başka bir şey değildir; bu çarp›k ve yanl›ş anlay›ş İslâmiyet'i değil onu ters anlayan› y›kar. Mesele bu kadar basit ve aç›kt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te beşerî kanunlara zor yoksa uyulmaz.

 

"D- İnsan yap›s› kanuna değer vermeyen Şeriat zihniyeti; Şeriat Devleti'nin İNSANI, Şeriat d›ş›nda veya Şeriat'a dayanmayan hiç bir kural'› (Kanun'u) itaat edilmesi gereken kural şeklinde görmez ve bunlara sadece zor alt›nda boyun eğer; zor kalkt›ğ› an bu kurallar› hiçe sayar.

Bu çeşit emir ve hükümlere ancak ZOR alt›nda ve kendini güçlü bulmad›ğ› sürece boyun eğer ve fakat bu ZOR unsuru yok olduğu veya onu yok sand›ğ› an bunlar› çiğnemekten kaç›nmaz. ZOR alt›nda- Şeriat d›ş› kurallara boyun eğmesi halinde bunun "günah" olmayacağ› da Şeriat kural› olarak ortadad›r. Fakat ayn› din kural› ona, ZOR unsuru'nun ortadan kalkt›ğ› veya kendisini güçlü bulduğu an bu kurallara boyun eğmeme emrini vermiştir..."(s. 212)

 

İSLÂMİYET'E GÖRE İSYAN VE İTAAT;

İSYANLA DEĞİL, İTAAT VE İNKİLÂPLA.

 

İslâmiyet'te bu konu, Muaviye'den sonra incelenmiştir.

İslâm alimleri bu konuda ikiye ayr›lm›şlard›r:

1) Bir k›sm›; gayrimeşru şekilde iktidar olanlara ve İslâmiyet d›ş› uygulamalar yapanlara ancak şeriat›n izin verdiği ölçüde geçici olarak uyulur; ilk f›rsatta karş› gelinir ve gerekirse isyan da edilerek iktidardan indirilir. Bu görüşü Şia ulemas› savunmuştur.

2) Sünnî ulema ise; eğer devlet oluşmuşsa, oluşmas› gayrimeşru da olsa, uygulanan kanunlar gayri İslâmî de olsa, orda yaşayanlar o yönetime samimiyetle uymak zorundad›rlar. Eğer uymak istemiyorlarsa, oras›n› terketmekle yükümlüdürler. Yoksa, kötü de olsa kurulu bir düzeni Müslüman bozamaz; olsa olsa sadece düzeltebilir. Bu da isyanla değil; itaat ve inkilâpla olur. Dolay›s›yla Müslüman, eğer söz vermişse İslâmî olmayan kanunlara uyar.

Bir yerde, bir beldede, bir bucakta, bir ülkede yaşamak demek, o ülkenin yönetimini ve mevzuat›n› kabul etmek demektir. Zorla hiç bir şey değiştirilemeyeceği gibi bir insan da zorla bir yerde tutulamaz. Beğenmeyen oradan gider ve başka bir yere hicret eder.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te kanunlar› Türkler getirdi.

 

"E- Şeriat d›ş› kanun anlay›ş› sadece Türk geleneği olarak Türk İslâm devletlerinde.

İslâm öncesi yaşamlar› itibariyle Türk'e özgü olan AKILCILIK unsuru, Türk'ün İslâm› kabulünden sonra ak›l d›ş› yaşam unsurlar› ile yer değiştirmiştir. Fakat her şeye rağmen AKILCI unsurun etki yaratmaktan geri kalmad›ğ› görülmüştür. Arap'›n yaşamlar›nda buna pek örnek verilmez ise de Türk'ün tarihinin çeşitli dönemlerinde güzel örnekler bulmak mümkündür, ve bu örneklerden birisi de Şeriat d›ş› kanun anlay›ş› ve uygulamas›d›r...(s. 213)

Şeriat d›ş› kanun anlay›ş›na karş› gerek din adam›nda ve gerek medrese kafal› s›n›flarda var olan düşmanl›k Cumhuriyet Türkiyesinde çok partili demokrasi rejimi ile birlikte tekrar canlan›r olmuştur..."(s. 214)

 

ÖZEL HUKUK VE KAMU HUKUKU;

KAMU HUKUKUNU SİTE KURUCULARI KOYAR.

 

İslâmiyet;

Özel hukuku icma ve içtihatlarla tanzim etmiştir.

Kamu hukukunu da;

Siteyi kuranlar›n koyduğu kurallar oluşturur.

Bir memleket fethedilirse;

Fatih o kentin veya ülkenin kamu hukukunu koyar.

Hz. Peygamber (s);

'Mekke'yi İbrahim, Medine'yi ben harem k›ld›m' buyuruyor.

Yani site kurucusu kamu hukukunu koyar. Sonralar› hükümdarlar site hukuku yerine devlet hukukunu yapmaya başlad›lar. Bu uygulama devletlerin merkezileşmesi sonucunu doğurmuştur. Bununla beraber bu kanunnamelerin çoğu saray ve kabile yönetimi ile ilgilidir. S›n›rlar› sitenin d›ş›na pek taşm›ş say›lmaz.

İslâmiyet'e göre;

Kamu hukukunu site kurucular› koyarlar ve sonra gelenler de bu hukuka uymak zorundad›rlar.

Bu hukuk ancak site şûralar›n›n ittifak› ile değiştirilebilir. İl ve devlet merkezi bucaklar› için de ayn› hükümler geçerlidir.

Hükümdarlar›n bucak d›ş›nda geçerli olan hükümler koyma yetkileri yoktur. Müçtehitlerin icmas› müstesnad›r. Merkez bucağ›ndan ayr›lan kimseye merkez bucağ›n›n hükümleri uygulanamaz.

Bucak başkan›n›n sadece bucaktan sürgün etme yetkisi vard›r; il veya ülkeden sürgün etme yetkisi yoktur. Ancak ülkedeki hiçbir bucağ›n kabul etmediği kişi ülkeden ayr›lm›ş olur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriat kanunlar› üstün say›l›r.

 

"F- "İNSAN YAPISI KANUN" düşmanl›ğ›n›n XIX cu yüzy›lda su yüzüne ç›kan sonuçlar›.

Daha ilk İslâm devleti uygulamas› ile yerleşen zihniyet o olmuştur ki kişi ve toplum yaşamlar› AKIL ÜRÜNÜ yasalarla değil ve fakat Tanr› ve Peygamber emri yasalarla (veya buna uygun olmak üzere ç›kar›lacak hükümlerle) düzenlenmek gerekir. AKIL ÜRÜNÜ yasalar› YASA saymayan zihniyet yüzy›llar boyunca hiç değişmemiş, bilakis gittikçe kökleşmiştir. Öylesine kökleşmiştir ki XIX cu yüzy›l›n sonlar›nda bile Osmanl› toplumunun en ayd›n geçinen unsurlar› (yazarlar, düşünürler, devlet adamlar›, v.s.) KANUN değerlendirmesini AKIL ÜRÜNÜ olup olmama k›stas›na göre yapmaktayd›lar... Bu zihniyetin kökleri elbetteki Şeriat devleti uygulamas›n›n geçmiş tarihine iner."(s. 214,215)

 

İSLÂM DÜZENİNDE SUÇ VE CEZA;

ÖZEL HUKUK İÇTİHATLARLA DÜZENLENİR.

 

İslâmiyet'e göre;

Özel hukuk içtihatlarla düzenlenmiştir ve bunlara 'şeriat' denir.

Kişiye kendi mezhebi d›ş›nda hukuk uygulanamaz. Bu hukuku uygulaya-cak olanlar da, kişilerin kendilerinin seçtikleri hakemlerdir. Burada beşerî hukuk diyebileceğimiz kamu hukuku uygulanamaz. Kamu işlerinin tedvirinde de site yönetim hukuku uygulan›r; içtihat hukuku uygulanamaz.

Ne var ki, bu beşerî hukuk icmalara ayk›r› olmamal›d›r. Yani bütün mezheplerin ittifak ettiği hususlara kamu içinde de uyulmas› gerekir. Ancak müeyyidesi hicrettir. Sonra site aleyhine tazminat davas› aç›labilir. Bucak başkan› da o kimseyi kabul eden bucak aleyhine tazminat davas› açabilir. Hattâ bu kural devletler aras›nda da geçerlidir. Bir caniyi koruyan tazminat›n› ödemek zorundad›r.

İslâmiyet'e göre;

Cezalar işlenen mahallin hukukuna göre verilir. Oran›n kamu hukuku uygulan›r. Ancak infaz kişinin bulunduğu yerde yap›l›r.

Bucak başkan› yeniden muhakeme ederek kişiyi suçlu bulursa cezaland›r›r; bulmazsa cezaland›rmaz. Ancak bu suretle himaye edilen failin diyetini himaye eden bucak tazmin eder.

İslâmiyet'te temyiz müessesesi yoktur, ancak yer değiştirenler yeniden muhakeme edilme imkan›n› bulurlar.

İslâmiyet'te mağdur diyetle korunmuştur. Cezalar ise cayd›r›c› ve önleyici olmak şart›yla mümkün olduğu kadar azalt›lm›şt›r. Suçlar başka yollardan önlenmiştir. En müessir olan› sürgündür.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Cevdet Paşa da ak›lc› değildi.

 

"Cevdet Paşa'n›n MECELLE'yi "İnsan yap›s› kanun" olmad›ğ› için bütün dünya kanunlar›na üstün saymas›.

İlerdeki sahifelerde de uzun uzad›ya üzerinde duracağ›m›z gibi AKLA yer ve değer vermemek, AKLI her şeyin üstünde kabul etmemek, ve ak›l d›ş› yollarla ve ilahi emirler şeklinde inen esaslar› ve kurallar› ve yasalar› temel almak yüzy›llar boyunca Şeriat toplumlar›n›n ve bizim ikinci bir tabiat›m›z olmuştur. AKILCILIK'tan yoksun veya uzak kalmay› övgü vesilesi sayan ve akl› rehber-önder kabul etmeyi küçüklük gören ZİHNİYET, Şeriat ülkelerinde ve özellikle Osmanl› devletinde Devleti yönetenlere devaml› şekilde egemen olmuş bir zihniyettir...

Cevdet paşa gibi, geçen yüzy›lda Osmanl› topluluğunun en değerli, en ayd›n, en geniş görüşlü bir devlet adam› dahi "Mecelle-i Ahkam-› Adliye"yi üstün bir kanun olarak gösterirken bu üstünlük niteliğini Mecelle'nin insan akl› yap›s› bir kanun olmay›p Tanr› iradesi ürünü olan Şeriat'tan derlenme bulunmas› nedenine dayatmakta idi.

Ve ona göre Mecelle, bu bak›mdan Roma kanunnamesi "Corpus İuris Civilis"ten de üstün bir nitelik ve değer taş›maktayd›..."(s. 215)

 

İSLÂMİYET 'YIKICI' DEĞİL 'YAPICI'DIR;

CEVDET PAŞA DA YIKICI DEĞİL YAPICIYDI

 

İslâmiyet, getirdiği tüm kurallar› o kadar aklî, mant›kî, ilmî ve hikemî olarak takdim etmiş; ve yine bu kurallar› düşünen insan› bu düşünce alan›nda öylesine hür b›rakm›şt›r ki; oraya ve o dünyaya giren kimse art›k oradan ç›kmay› kesinlikle akl›ndan bile geçiremez.

Arsel bile şimdi bizleri dinlese, geçici olarak da olsa bizim gibi düşünmeye başlasa; bir müddet sonra o da Müslümanlar›n en beğenilen müçtehitlerinden biri olabilir. Dolay›s›yla İslâmiyet'e büyük hizmetleri olabilir. İnanmayan insanlar için tevbe, îman ve hizmet kap›s› her zaman aç›kt›r.

Cevdet Paşa niçin ve neden 'y›k›c›' olacakt›? Y›k›c› olmad›, olamazd›, onun seviyesinde ilmi olan birinin y›k›c› olmas› düşünülemezdi. O 'yap›c›' bir insand›, bir ilim adam›yd›; İslâmiyet'e karş› ç›k›p y›kma yerine İslâmiyet dairesi içinde kalarak yapmaya ve yap›c› olmaya çal›şt›.

Bizler de Cumhuriyet rejimine karş› ç›k›p onu y›kmaya çal›şabilirdik. Ama öyle yapm›yoruz. Aksine Cumhuriyet yönetiminin yan›nda yer al›p onu yapmaya çal›ş›yoruz. 'Cumhuriyet ile İslâmiyet birbirine z›dd›r' desek, elbette böyle bir düşünceyi destekleyecek dayanaklar bulabiliriz; 'Birbirine uygundur' desek, yine buluruz. 'Ay'dan Dünya görünmez' dersek, doğrudur; Ay'›n arka yüzüne geçersek Dünya görünmez. 'Ay'dan Dünya görünür' dersek, o da doğrudur; çünkü  şayet Dünya taraf›na geçerseniz görünür. Eğer maksad›m›z Ay ile Dünya'y› birbirinden ay›r›p dengeyi bozmak olursa, görünmezi savunuruz. Ama aksine dengenin sürüp devam etmesini istersek, aksini savunuruz. Nitekim Cevdet Paşa meseleye müsbet yaklaş›p böyle yapm›ş; biz de aynen onun gibi öyle yap›yoruz. 'Cumhuriyet ile İslâmi-yet uyuşur' diyoruz ve Türk devleti ile Türk halk›n› karş› karş›ya getirtip çat›şt›rm›yoruz. Aksine uyum içinde birlikte ve beraber olmalar›n› sağlamaya çal›ş›yoruz.

Arsel ise bizim yapt›ğ›m›z›n aksine, 'Cumhuriyet ile İslâmiyet uyuşamaz!' deyip, devlet ile milleti karş› karş›ya getirip çat›şt›rmaya çal›ş›yor. Dolay›s›yla bu devleti y›kmak istiyor. Doğrusu merak ediyoruz, acaba niçin? Yazd›klar›ndan şu netice ç›kar›labilir mi: 'Çünkü o bu devlet ve milletin düşmanlar›na hizmet etmektedir.' Halbuki yapt›klar›n›n tam aksini yap›p doğup büyüdüğü ve yetiştiği devletine ve milletine hizmet etse, kendisi için de çok daha iyi olurdu.

Bizler, sadece Türk devleti ile Türk milletinin aras›n› açmay› kötü bulmuyoruz. Bizler ayn› şekilde Sovyetlerle Sovyet halk›n›n, Rusya'yla Türk cumhuriyetlerinin, ABD ile Amerikan halk›n›n, Türkiye ile İslâm ülkelerinin ve benzeri daha nice devlet ve milletin, aralar›n›n aç›lmas› konusunda da ayn› şeyleri düşünüyor ve söylüyoruz.

Biz y›k›c› değil yap›c›y›z. Çünkü İslâmiyet y›k›c› değil yap›c›d›r.

Biz mikrop değil kan›z. Biz şeytanlar›n değil meleklerin yan›nday›z.

Say›n Arsel! -ve onun gibi düşünenler- Gel/geliniz; ne olursan ol, yine gel/hep beraber geliniz. Bu kap› tevbe kap›s›. Geliniz ve bizimle beraber olunuz. Bak›n›z o zaman ne kadar huzurlu olacak, yazd›klar›n›z› yenileyecek ve tarihe de şerefli bir insan olarak geçeceksiniz. Nitekim Cevdet Paşa da bizim gibi yapm›şt›r; sizin gibi değil. Yap›c› olmuş, y›k›c› olmam›şt›r.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ KONU

 

 

 

İSLÂM DEVLET UYGULAMASINDA

"M E Ş V E R E T"

 

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te meşveret de yoktur.

 

"İSLÂM DEVLET UYGULAMASINDA"MEŞVERET" USULU

1400 y›ll›k İslâm devlet uygulamas›nda gerçek anlamda "HALK'a dan›şma" veya HALKIN TEMSİLCİLERİNİN devlet işlerini görüşmeleri ve karara bağlamalar› diye bir şey bahis konusu olmad›ğ›, ve bunu öngören hükümler de bulunmad›ğ› halde Şeriat devleti'nin "MEŞVERET" yolu ile yönetildiğinden bahsedilir. Her ne kadar MEŞVERET usulünü var gösterir baz› hükümler öne sürülürse de bu hükümlerin demokratik bir düzen ve sistem getirmediği aç›kt›r."(s. 216)

 

İSLÂMİYET'TE 'MEŞVERET' VARDIR;

'ÇOĞUNLUK KARARI' YOKTUR

 

Türkiye'de dağ var m›d›r? Meselâ, siz dağ› 6000 metrenin üstünde bir yükseklik olarak tan›mlar ve ard›ndan 'Türkiye'de dağ yoktur!' dersiniz. 10 metre olarak tan›mlarsan›z, 'Basra Körfezi'nde dağ vard›r' bile diyebilirsiniz. Bir kavram veya kelimeyi bir topluluk kullan›yorsa, o toplulukta o varl›k vard›r demektir.

Kur'ân-› Kerîm'de madem ki 'meşveret' kelimesi geçiyor, o halde orada o vard›r demektir. Onun ne olduğu, iyi veya kötü olduğu her zaman tart›ş›labilir; ama hiçbir zaman 'İslâmiyet'te meşveret yoktur!' denemez. Demek ki bu cümle ve bu iddia daha baştan sakat ve yanl›şt›r.

Meşveret, işaret etmekten türemiş bir kelime ve kavramd›r. Birine bir şey sorarsan›z, o da ilmî delillere gitmeden size görüşünü söylerse, buna meşveret denir.

Meşverette karar› yine meşveret eden verir. Ne var ki, meşveret eden devaml› olarak çevresinin etkisi alt›ndad›r. Dolay›s›yla konular› görüşüp tart›ş›r ve ister istemez görüştüğü insanlar›n etkisinde karar verir. Hele her zaman görüşüp tart›şanlar›n görüşleri zamanla birleşip kaynaşmaya ve ayn› olmaya başlar. İşte gerçek 'ma'şerî karar' budur.

Temsilciler, sürekli olarak kendilerini seçenlerle beraberdirler ve ayn› dünya görüşünü paylaş›rlar. Müşavirler de başkanla beraberdirler ve zamanla ayn› görüşü paylaşmaya başlarlar. Böylece tabiî topluluk doğar ve oluşur. Bundan dolay›d›r ki, aşiret günde beş defa toplanarak birbirine etki eder. Günlük beş vakit namaz budur. İşte bu sayede ve bu şekilde birbirine kenetlenmiş ve kaynaşm›ş topluluk oluşur.

Haftada bir defa da tüm bucak (kabile) halk› toplanarak ma'şerî bir hava ve atmosfer içinde birbirlerine etki ederler. Böylelikle gerçek bir topluluk birlik ve beraberliği doğar. Haftal›k Cuma namaz› budur.

Hz. Peygamber (s)'e soruluyor: "Başkanlar›m›z zalim ve facir olursa da m› itaat edeceğiz?" Cevap veriyor ve "Evet!" diyor, "Sizinle namaz k›ld›kça itaat edeceksiniz." İslâmiyet'te başkan günde beş defa halkla görüşür. Görüşmeleri kapal› yapamaz. Kimseyi meclisinden uzak tutamaz. Elbette bunu kendi bucağ›ndaki halk için söylüyoruz. Kap›c›, odac›, arac› bulunduramaz. Halk›ndan ayr› yaşayamaz. İşte böyle bir başkan, her zaman halk› ile istişarededir.

Tekrar edelim ki;

İslâmiyet'te ekseriyet yani çoğunluk karar› yoktur.

Çoğunluk, suçu başkas›na atma tezgâh› ve oyunudur.

Heyete karar ald›r›l›yor ve istediğini başkan yap›yor, ard›ndan da 'Ne yapal›m?!. Heyet karar›, meclis karar›!' deniyor.

İcraî kararlar› daima bir kişi al›r ve sorumlu da odur. Başkan yetkiliyi atama karar›n› al›r ve bundan sorumludur. Ehliyetsiz kimseyi göreve atarsa, sorumludur. Yetkili kimse ise istişareden sonra karar› kendisi verir ve sorumluluk da kendisine aittir. Herkes âmire karş› değil, mevzuata karş› sorumludur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Meşverette ekseriyet/çoğunluk karar› yoktur.

 

"I- Şeriat devletinde MEŞVERET usulünün bulunduğu ve bu nedenle Şeriat devletinin demokratik nitelikte olduğu görüşü.

Kur'an'›n çeşitli Ayetlerinde devlet işlerinin meşveret yolu ile görülmesinin emredildiği söylenir. Kur'an'daki "Mu'minlerle meşveret et, onlar›n fikrine dan›ş", veya "Mu'minlerin işleri aralar›nda dan›şma iledir" şeklindeki hükümlere dayan›larak "...dinimiz bir insan›n keyfine göre idareyi ve istibdad› tan›m›yor. Aksine bizden istenen işlerin hakkaniyet, adalet ve müsavat prensiplerine uygun olmas›n› ve MEŞVERETLE, yani işlerin millî hakimiyet uyar›nca yürütülmesini istiyor" sonucuna var›l›r...(s. 216)

Daha ilerde de değineceğimiz gibi genel olarak bu Ayetlerin gerçek anlamda devlet işlerinin halka dan›ş›larak görülmesi gereğiyle ilgisi yoktur...(s. 217)

Oysa ki ne öne sürdüğü Ayet hükmü halk'a dan›şmay› öngörmüştür ve ne de Muhammed, halk›n çoğunluğunun isteğine ve iradesine göre davranm›ş ve bu iradeyi Tanr› emirleri diye yerleştirdiği Kur'an hükümlerinin veya Hadis (Sünnet) şeklinde kendi yerleştirdiği hükümlerin üstünde ya da bunlar› değiştirebilir nitelikte kabul etmiştir...(s. 218)

Öte yandan Muhammed halk› egemenliğin kaynağ› gibi görüp halka dan›şarak asla iş görmüş veya devleti yönetmiş değildir..."(s. 219)

 

BAŞKAN ŞÛRAYA DANIŞMADAN İŞ YAPAMAZ

ÇOĞUNLUK KARARI ZULÜM VE ALDATMACADIR

 

İnsanlar değişik yarad›l›ştad›rlar. Kimi içtihat yap›p karar›n› araşt›rma sonunda verir. Kimi başkas›n› taklit eder. Kimi de ortada akl›na geldiği gibi hareket eder.

Araşt›rarak görüş sahibi olanlar kutuplaşabilirler; kutuplaş›rlar. Bunlar›n görüşlerinde isabet etmeleri tesadüfe bağl›d›r. Değişik görüşler içinde güçlü bir kişi terkip ve tercih yaparlar. Görüş sahibi olmayanlar ise bunlardan birine kat›l›rlar.

Çok az say›da oynak rey vard›r ve bunlar görüş bak›m›ndan en zay›f kimselerdir. Bunlar› sağa-sola yöneltmek çok kolayd›r. Ekseriyet sisteminde topluluğu bu oynak oylar (karars›z oylar) yönetir. Böylece topluluk karars›z ve zay›f görüşlerle yönetilir. Bundan dolay›d›r ki İslâmiyet çoğunluk sistemini şiddetle reddeder.

 

İslâmiyet'te değişik görüşlerde olanlar aras›nda tercih yap›l›r, onlar›n en güçlüsü ve bizzat kendileri taraf›ndan seçilmiş olan› başkan yaparlar. Nas›l temsilciler halk›n ad›na karar verme yetkisine sahip iseler; başkanlar da temsilcilerin temsilcisi ve hakem konumunda olmalar› nedeniyle ortak karar alma yetkisine sahiptirler.

İslâm düzeninde;

Başkan doğrudan doğruya kararlar al›p

şûra d›ş›nda işler yapt›ramaz.

Şûrada görüşülen meselelerden başkan hangi üyenin görüşünü tercih ederse görevi ona verir. O da kendi içtihad› ile işleri yürütür. Başkan ona nezaret eder. Başaramazsa değiştirebilir. Ama hiçbir zaman ona talimat veremez.

Görevli yapt›klar›ndan doğrudan doğruya topluluğa karş› sorumlu olup her zaman hakemlere hesap verme durumunda olduğu için kendi içtihad›na ve adaletin istediği şekilde hareket eder.

Diğer taraftan başkan onun görevine müdahale edemez ama her zaman azletme yetkisine sahip olduğu için onun görüşlerini de değerlendirme durumundad›r. Ayr›ca her görevli daima kendisini seçenlerin denetimindedir. Böylece halk yönetimi en adil bir şekilde gerçekleşmiş olur.

Ekseriyet yani çoğunluk karar› ise karar değil, aldatmaca ve zulüm kaynağ›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Demokrasi için ekseriyet yeterli değildir.

 

"II- "MEŞVERET" usulünden anlaş›lmak gereken şey demokratik usuller olmam›şt›r.

Her ne kadar MEŞVERET (Dan›şma) sistemi diye bir sistemden bahis edilir ve yine her ne kadar İslâm devletlerinde, ve özellikle İlk İslâm devletinde Halifelerin (Örneğin Muhammed'in) "Meşveret" yolu ile iş gördükleri belirtilirse de bu örnekleri Demokrasi'nin varl›ğ›na tan›k ya da demokrasiyi oluşturmağa yeterli saymak mümkün değildir...

Çoğunluk iradesinin üstünlüğü diye bir şey ne Muhammed'in ve ne de hiç kimsenin akl›ndan geçmiş değildir...(s. 219)

Öte yandan bir de şu hususu hat›rlatmak gerekir ki demokrasi hiç bir zaman çoğunluk iradesi k›stas›na dayat›larak tan›mlanamaz, ve yukardaki beyanda belirtildiği gibi çoğunluk iradesinin keyf ve arzusuna uygun idare tarz›d›r şeklinde bir formüle sokulamaz. Şüphesiz ki çoğunluk iradesinin üstünlüğü ve egemenliği demokrasinin temel prensiplerinden birisidir ve fakat demokrasi sadece "çoğunluk iradesi ne derse o olur" demek değildir. Demokrasi, olsa olsa, çoğunluk iradesinin hukuka (en geniş anlam›yle) ayk›r› düşmeyen tezahürüdür. Çoğunluk iradesinin hukuka ayk›r› düşmemesi, ve hukukun s›n›rlar› içerisinde iş görebilmesi için de Anayasa denilen bir müessese düşünülmüştür..."(s. 220)

 

DEMOKRASİ İÇİN ÇOĞUNLUK YETERLİ DEĞİLDİR

KUVVETLİNİN ZAYIFA TAHAKKÜMÜ YOKTUR

 

Doğru; demokrasi için ekseriyet yeterli değildir. İşte bu söz tam bir gerçeği ifade ediyor. O halde ekseriyeti/ çoğunluğu kay›t alt›na alan ve onu s›n›rlayan kuruluş nedir? İşte bu konudaki çözümü sadece şeriat getirmiştir ve başka bir çözüm getiren de yoktur.

Gerçekten de; 'çoğunluk, demokrasi için yeterli değildir'. Bunun için İslâmiyet, ekseriyet karar› yerine iştişâreden sonra başkanl›k karar›n› esas al›r ve yerinde karar almayan başkanlar›n cemaat›ndan ayr›lma yetkisi halka tan›n›r. Dolay›s›yla cemaat›n› yan›nda tutabilmek için başkan adil karar almak zorunda kal›r. Yoksa ekseriyete uyan başkan›n zalim kararlar›na karş› topluluk azalmaya başlar ve sonunda başkan›n başkanl›ğ› biter. Yine ekseriyet karar› geçersiz olduğu için her sosyal grup kendi hukukunu kendisi düzenlemekte, kanun yerine çoklu hukuk yani şeriat sistemi getirilmiş bulunmaktad›r.

İslâm düzeninde;

Kuvvetlinin zay›fa tahakkümü yoktur.

Ekseriyet/ çoğunluk olmak hiçbir şey ifade etmez. Bat›'n›n çoğunluk kaidelerini de ille değerlendirmek istiyorsak; başkan çoğunluğa kat›lmazsa karar alamas›n, ama başkan›n kat›lmad›ğ› karar da karar olmas›n.

İslâm düzeninde;

Hürriyet esas olup bağlay›c›l›k ar›zîdir.

Bundan dolay›d›r ki karar almak zordur. Çünkü hürriyeti bağlay›c›l›k zor bir iştir. Uygulama ise karara gerek b›rakmaz çünkü uygulay›c›n›n da hürriyeti vard›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Meşveretle şeriat değişmez.

 

"A- "Meşveret" unsuru'nun demokratik devlet sistemiyle ilgisi bulunmayan yönü.

Daha öncede belirttiğimiz gibi Şeriat hükümleri aras›nda "meşveret konusunda emirler ve sözler olduğu doğrudur... Mü'minlerin fikrine dan›şmak belki "meşverettir" ama, bu ayni Mü'minlere kendi hür ve serbest iradeleri d›ş›nda yerleşmiş bir düzeni ve hükümleri uygulamak ve onlara bu düzeni ve hükümleri değiştirme hak ve hürriyetini tan›mamak demokratik değildir...(s. 220)

"Meşveret" vard›r ama meşveret yolu ile "iktidar sahipleri iktidar› kötüye de kullanm›ş olsalar onlara itaat gerekir" şeklindeki din kurallar›n› değiştirmek mümkün değildir. Meşveret vard›r ama... demokrasiye ayk›r› din kurallar›n›... değiştirmek mümkün değildir..."(s. 221)

 

MEVZUAT MEVZUATLA DEĞİŞMEZ;

İÇTİHAT VE İCMALARLA DEĞİŞİR

 

Evet, meşveret icraî kararlarla ilgili olup sadece görüşülen mesele ve onun uygulamas› için geçerlidir. Bir mevzuat durumunda ve konumunda değildir. Bunun ötesinde ve daha üst seviyede bir fonksiyonu yoktur. Mahkeme kararlar›na benzer. Sonraki kararlarda da benzerlikler bulunmas› durumunda emsal olarak yararlan›labilir ama mutlaka yararlanma zorunluluğu yoktur.

Yöneticilerin kanun yapma yetkisi olmad›ğ› için istişâre de elbette şeriat› değiştirmez; şeriat ancak sözleşmelerin yenilenmesiyle değişebilir. İçtihat ve icmalarla değişir. İçtihad›n değişmesi o cemaat için kanunlar›n değişmesi gibidir. Kamu hukukunda ise ancak şûran›n ittifaklar› ile mevzuat değişebilir. Başkan yeni konularda yeni hükümler vazedebilir.

İslâmiyet'e göre;

İçtihat ilmî bir çal›şmad›r, delillere dayan›r ve mevzuat› oluşturur.

İstişare ise sezilere dayan›r, sosyal bir ilişkidir ve icraî kararlar› oluşturur. İstişare ile mevzuat değiştirilemez.

Günümüzdeki uygulamalardan örnek verirsek, bakanlar kurulunun kanunlar› değiştirememesi gibidir.

*    *   *

 

Yazara göre,

Kur'ân iştişare ile oluşturulmad›.

 

"Var olduğu iddia olunan dan›şma usulu "Demokratik" ve Cumhuri" bir rejimi yaratacak nitelikte olmam›şt›r.

Kur'ân ve Sünnet kurallar› dediğimiz kurallar ve emirler Muhammed'in ashaba ya da halka dan›şarak ortaya vurduğu şeyler değildi. Ne bu dönemde ve ne de daha sonralar› halk›n iradesi'nin (Çoğunluk karar›n›n) üstün ve egemen olmas› diye bir şey bahis konusu olmam›şt›r. Üstün ve egemen olan şey halk›n ve kişilerin iradesi d›ş›nda yerleşmiş olan, ve ne halk›n ve ne de kişilerin hiç bir suretle dokunamayacaklar› ve değiştiremeyecekleri veya karş› gelemeyecekleri dinsel hükümlerdi... Bu hükümler Tanr› ve onun yeryüzündeki vekili say›lan Muhammed taraf›ndan, halka veya kişilere (ne de ashab ile) dan›ş›lmadan konmuş olan hükümlerdi."(s. 222)

 

KUR'ÂN ALLAH KELÂMIDIR;

'HÜKÜM' DEĞİL 'DELİL'DİR

 

Kur'ân, Allah'›n kelâm›d›r. Hz. Muhammed (s)'e kelimesi kelimesine var›ncaya kadar öğretildi. İnsanlara bir 'hüküm' olsun diye değil, 'delil' olsun diye indirildi; yani iştişare yapanlar, içtihat yapanlar ondan yararlans›nlar diye gönderildi.

Yoksa Kur'ân-› Kerîm doğrudan doğruya uygulanmaz, uygulanamaz. Dünyadaki ilk uygulamalar› Hz. Peygamber yapt› ve bu uygulamalar› da ashab› (arkadaşlar›) ile istişare ettikten sonra yapt›.

İçtihat ilimden farkl› bir şeydir. İlimde bir olay›n hangi olaylara neden olduğu tesbit edilir. Tek olay›n doğurduğu birçok olay ele al›n›r ve incelenir. İçtihat ise bir olay› hangi olaylar›n doğuracağ›n›n araşt›r›lmas› yani çok olay›n bir olay› nas›l meydana getirebileceğinin tesbit edilmesidir.

Kur'ân delildir ve bir Kur'ân âyeti birçok manalar› ihtiva eder. Oysa içtihatta birçok âyetlere yani delillere dayan›larak bir tek hüküm ç›kar›l›r. Bu hüküm ç›kar›l›rken de sadece âyet veya âyetler değil, diğer aklî ve naklî deliller bir arada değerlendirilir.

Kur'an Allah'›n kelâm›d›r ve Allah kelâm› olduğu ilmen sabittir.

Kur'ân üslup itibariyle kâinat üslubundad›r ve kâinat›n standartlar›n› kullan›r. Nas›l bir kan parças›n› veya p›ht›s›n› tahlil ettiğimizde kime ait olduğunu bilirsek, Kur'ân'› da tahlil ettiğimizde onun kâinat› varedene ait olduğunu bilebiliriz. Allah'›n kitab› olan işte bu Kur'an bizlere İslâmiyet'i getirmiştir. Bundan dolay› da bizler hep İslâmiyet'i anlatacağ›z ve bu anlatt›klar›m›zla insanl›ğ›n bindörtyüz y›ld›r çözemediği meseleleri nas›l çözdüğünü göstermiş olacağ›z. İlk görünüşte yanl›ş olduğu zannedilen hususlar›n dikkatlice düşünüldüğünde ne derece isabetli olduğunu görmek, onun ilâhî söz olduğunu ispata yeterlidir.

Çoğunluk sisteminin kötülük ve eksiklikleri ortadad›r ve bu bozuk sistemin alternatifi olarak önerdiğimiz çözüm de ortadad›r. İnsanlar›n gücü varsa onun önerdiklerinden daha iyi bir çözüm getirsinler. Bindörtyüz y›ld›r getiremediklerine göre, bundan sonra da getiremezler. Kur'ân'›n ortaya konmas›nda insanlarla meşveret yap›lmas› talebi de doğrusu son derece gülünç bir taleptir. Allah'a veren insanlar m› olacakt›r? Yaratan, yarat›lanlara m› dan›şacakt›r?

İslâmiyet içtihatta da meşvereti kabul etmez. Orada sezi değil delil devrededir, ak›l devrededir ve o çal›ş›r. Bundan dolay›d›r ki bir araya gelinerek al›nan kararlar icma› oluşturmaz. İcma, birbirinden ayr› ve bağ›ms›z çal›şan alimlerin birbirinin etkisinde kalmaks›z›n ayn› sonuca varmalar›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Meşverette parlamento yoktur.

 

"B- MEŞVERET (dan›şma) UNSURUNU "TEMSİLCİSİZ" ve "PARLAMENTO-SUZ" DEMOKRASİ ANLAYIŞINA ARAÇ YAPMA EĞİLİMİ.

Şeriat zihniyeti sahipleri için geçerli bir demokrasi anlay›ş› vard›r ki bu anlay›ş› ak›l ürünü demokrasi anlay›ş› ile yoğurmak kolay değildir. İbn Teymiye'lerin ve İmam Gazzali'lerin mant›ğ›yle ve tüm olarak Şeriat mant›ğ›yle hareket olundukta "Temsilsiz" ve "Parlamentosuz" demokrasiden bahsetmek kolayd›r. Fakat bu bir aldanmadan başka bir şey olmaz...(s. 222)

Yüzy›llar içerisinde MEŞVERET kavram› bu yanl›ş anlay›şla sürdürülmüştür. Bugün dahi bu anlay›şta fazla bir değişiklik görülmez...(s. 223)

K›saca özetleyecek olursak Şeriat devleti uygulamas›nda MEŞVERET (dan›şma) diye tan›mlanan usulün halk'a ve halk'›n temsilcilerine dan›şma sistemiyle ilişkin bir yönü yoktur ve olmam›şt›r. Fakat bir an için MEŞVERET kavram›n› "Halk'a dan›şma gereği" şeklinde ele alm›ş olsak bile bununla demokrasi'nin varl›ğ› aras›nda yine de büyük bir boşluk bulunmaktad›r. Çünkü Meşveret'de halk'›n iradesi'nin üstünlüğü, ve bu iradeye göre devletin yönetilmesi diye bir şey bahis konusu olamayacakt›r..."(s. 224)

 

MEŞVERET NASIL YAPILIR?

İL VE DEVLET PARLAMENTOSU

 

Meşveret, ilk kademede aşiret, ikinci kademede kabile (bucak) içinde yap›l›r. Bucak meclisi, kad›n-erkek herkesin kat›lmas›yla oluşur. Başkan beş ile on kişi aras›nda bir say›da temsilcilerden oluşan şûra ile istişare eder. Bu şûra ilmî temsilcilerden oluşur.

Halk şûra görüşmelerini takip eder ama doğrudan doğruya söze kar›şamaz. Ancak kendi görüşlerinin aksini savunan şûra temsilcisini ikaz edebilir. Müşavirlerin kendi görüşünü meclise götürmesini isteyebilir. Bu maksatla gerek gördüğünde müşavirini değiştirebilir. Müşavirlerin isteği üzerine başkan halktan istediğini dinleyebilir ve görüşünü alabilir. Herkes kendi işini doğrudan başkana götürebilir. Bunun d›ş›nda 'doğrudan yönetimde' parlamento 'halk meclisi'dir.

İslâm düzeninde;

İl bucağ›n› 'yüksek ehliyetli temsilciler' oluştururlar ve onlar da 'il parlamentosu' üyesidirler.

Devlet merkez bucağ›n› 'üstün ehliyetli temsilciler' oluşturur ve onlar da ayn› zamanda 'devlet meclisi' üyesidirler.

İslâm devlet düzeninde meclis yap›lanmas› böyledir. Demek ki İslâm düzeninde parlamento vard›r ama yap›lanma şekli bugünkü parlamentolardan farkl›d›r.

Başlang›ç dönemindeki olumlu uygulamalardan sonra başlayan saltanat döneminde bütün bu olumlu uygulamalar ask›ya al›nm›şt›r. Saltanat döneminde anayasa ile ilgili içtihatlar da yap›lmad›ğ›ndan dolay›, Kur'ân'dan ç›kar›lan bu yeni hükümler f›k›hta da yoktur. Bundan sonra olacakt›r.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ KONU

 

 

 

ŞERİAT DEVLETİNİN

TOTALİTER NİTELİĞİ

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Totaliter sistemde devlet kişinin özel hayat›na kar›ş›r.

 

"ŞERİAT DEVLETİ'NİN TOTALİTER DAVLET OLMA NİTELİĞİ

Totaliter devlet demek kişi'nin bütün yaşamlar›na, bütün davran›şlar›na hatta kafas›n›n ve kalbinin içine var›ncaya kadar bütün düşüncelerine devletin kar›şmas›, ve yön vermeğe çal›şmas› demektir. Geçmiş yüzy›llar içerisinde totaliterizm ister Doğu ve ister Bat› ülkelerinde olsun genellikle din k›l›ğ›na bürünmüş olarak kendini göstermiş ve din ve devlet'in birlikte olduğu hallerde en sak›ncal› sonuçlar›n› vermiştir. Bundan dolay›d›r ki Hürriyet kavram›na bağl› olanlar ve hürriyet rejimine özlem duyanlar din'e karş› olumsuz tutum tak›nmaktan kendilerini alamam›şlar veya hiç olmazsa din ve devleti birbirinden ayr› k›lmağa çal›şm›şlard›r...

Yine çağ›m›z›n en kültürlü ve kudretli siyâset adam› niteliğini kazanm›ş olan J. Nehru: "Din kitaplar›n› okumakta daima tereddüt etmişimdir. Bu kitaplara dayan›larak yap›lmak istenilen TOTALİTER çağr›lar beni hiç bir zaman ilgilendirmemiştir." der. Bk. J. Nehru, The Discovery of India, (New York 1946, sh. 66).

Birazdan Osmanl› devleti'nin totaliter niteliğini k›saca belirtirken...

Totalitarizm, tipik otoritarizm gibi demokrasi rejimine ayk›r› ve demokratik gelişmeyi engelleyen bir düzendir. Şeriat düzeni, daha ilk anlardan itibaren totaliter nitelikte bir devlet şeklinin doğmas›na neden olmuştur."(s. 225)

 

TOTALİTER REJİM DİN VE İLİM DÜŞMANIDIR

İSLÂMİYET TOTALİTER DÜZENE KARŞIDIR

 

Gerçekten de Arsel'in dediği gibi totaliter sistemde topluluğu oluşturan herkes birbirine benzeyecek, ayn› kanunlara tabi olacak ve kişi yönetimin istediği gibi bir iç yap›ya sahip olacakt›r.

Bu rejimler aile düşman›d›r; çünkü anne-babalar çocuklar›n› yönetimin istediği şekilde ve kal›pta yetiştirmek zorundad›rler. Bu rejimler din düşman›d›r; çünkü din adamlar› halk› onlar›n istediği gibi yetiştirmezler. Bu rejimler ilim düşman›d›r; çünkü alimlerbask› alt›ndad›rlar ve insanlar› hür ve serbest düşünen insanlar olarak yetiştiremezler.

Her türlü eğitim ve öğretim kurumlar› onlar›n ellerindedir. Eğitimde tek bir şablon ve tek sistem kullan›rlar. Özellikle çocuklar› ve gençleri kendi sistemlerinin şekil ve kal›b›na sokarlar. İş yerlerini de ellerine ve denetimlerine al›rlar ki, iş hayat›na ve ülke ekonomisine istedikleri gibi hakim olsunlar.

Onlar için insan, bir fabrikada imal edilmiş ve oradan ç›km›ş olan standart bir mamulden yani bir maldan başka bir şey değildir. İnsan›n duygular›, düşünceleri, inançlar› ve haklar› o rejimler için hiç de önemli değildir. Önemli olan tek şey kendileri, kendi iktidarlar› ve rejimlerinin hükümran olup devam etmesidir. Bunun gerçekleşmesi için de her şey meşru ve mübaht›r. Rejim ad›na her şey yap›labilir.

İslâmiyet;

Bu düzene yani totaliter sisteme şiddetle karş›d›r.

İslâm düzeninde ;

Kişininin gerek ahlâkî gerek ilmî eğitimleri tamamen serbest olup

Siyasî teşkilât bu müesseselere asla kar›şamaz.

Değişik din ve ekoller, medrese ve tekkelerin varl›ğ›, totaliter sistemlerde öngörülen ve uygulanan böylesine tek tip insan›n yetiştirilmesini kesinlikle önermez. Aksine olanca güçleriyle önler.

Siteler yani herkes ve her topluluk kendi hukukunu kendisi yapar.

Yerinden yönetimle değişik kantonlar (siteler) oluşur.

Hicret serbestliği totaliterizme karş› al›nm›ş bir tedbirdir.

Çoğunluk sistemi de bundan dolay› geçersizdir, çünkü çoğunluk sistemi yap›s›nda bar›nd›rd›ğ› özelliklerden dolay› yavaş yavaş o toplulugu veya devleti totaliterizme götürür.

İslâmiyet ise;

Kesin olarak böyle bir gidişe ve totaliter düzene karş›d›r.

Olmamas› ve gerçekleşmemesi için bütün gücünü kullan›r.

Müslümanlar da,

Totaliter sistemleri engellemekle mükelleftirler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriatta kişi paternalizmden yani

iktidar velayetinden kurtulamaz.

 

"I- DEMOKRASİ demek KİŞİ'nin ve TOPLUM'un kendisini her türlü İKTİDAR Velayetinden "Paternalism"inden kurtarmas›, ve yaşamlar›n› hür davran›ş esas›na dayatmas› demektir. Şeriat devletinde ise "Paternalisim" esast›r.

Demokrasi her yönü ile hürriyet rejimi olunca kişi'nin ve toplumun şu veya bu şekilde iktidar velayetinden "Paternalism"den kendisini kurtararak hür davran›ş içerisinde bulunmas› demokrasinin amaçlar›ndand›r... Bk. James Marshall, The Freedom to be free, New York 1943, sh. 104.

Bu aç›dan ald›ğ›m›z zaman dahi ŞERİAT düzeni demokrasi için temel olamaz çünkü Şeriat düzeninde KİŞİ'nin, yukar›da belirtilen davran›şa yani kendini paternalism'den kurtarma davran›ş›na girişmesi mümkün değildir. Zira paternalismden kurtulmak demek kişi'nin (ya da toplum'un) kendi HÜR akl›na göre kendi yaşam›n› düzenlemesi demektir. Oysaki Şeriat kişi'nin her davran›ş›n› ve yaşam›n›, en ince noktas›na kadar ayarlam›şt›r. Daha başka bir deyimle Şeriat, paternalist bir tutum ile kişi'yi her yönü ile bağlam›şt›r.

Çünkü ŞERİAT kişi'yi AKLI bak›m›ndan yetersiz sayar...

ŞERİAT'›n temel felsefesine göre İNSAN AKLI mükemmel olmaktan uzakt›r. Gerçeği ve İyi'yi tek baş›na aramak ve bulmak yeterliliğinde değildir. GERÇEĞİ ve İYİ'yi AKIL yolu ile değil fakat İLAHİ hükümler Tanr› ve Peygamber emirleriyle, sözleriyle bulmak mümkündür...(s. 226)

Bu zihniyet Osmanl› İmparatorluğunu, t›pk› ondan önce diğer bütün Şeriat devletlerinde olduğu gibi, sonuna kadar takip etmiştir."(s. 227)

 

İSLÂMİYET'TE PATERNALİZM YOKTUR,

İNSANLAR HÜR DÜŞÜNCELİ OLARAK YETİŞİR

 

Yazar, hemen ard›ndan yazd›ğ› baz› kelimelerdeki sapt›rmalar olmasa, yukar›daki sözlerinde bile baz› doğrular› yazmaktan geri durmuyor. Ama hiç de al›ş›k olmad›ğ›m›z halde aşağ›da aynen alacağ›m›z k›s›mda yazar baz› gerçekleri bizim düşündüğümüz gibi ifade etmiştir:

"Şeriatç›ya göre beşeriyetin ilk anlar›ndan itibaren daima Tanr›sal yollarla peygamberler gönderilmiştir. Adem bu peygamberlerin ilkidir. Bu gönderilen peygamberlerden her birisi, bir öncekinin ortaya vurduğu ilahi hükümleri değiştirmiş, düzeltmiş ve genişletmiştir. Kur'ân Tanr›'n›n en son indirdiği vahiyler kitab›d›r. Bu itibarla kişi ve toplumlar için inanç ve davran›şlar›n düzenlenmesi bak›m›ndan en son ve en mükemmel hükümleri kapsar. Yine Şeriatç›ya göre Kur'ân öz ve genel hükümlerden meydana gelmiştir. Bu itibarla bunlar›n kişi yaşant›s›na uygulan›rken yorumlanmas› gerekir. Bu yorumu Tanr› taraf›ndan Peygamber yapmağa yetkili k›l›nm›şt›r. Zira Peygambere sadece Kur'ân nazil olmam›ş ve fakat ayn› zamanda Kur'ân'› yorumlamak için "Hikmet" de verilmiştir. Böylece Peygamber'in sözleri ve davran›şlar› Kur'ân'›n bir nev'i yorumu demektir. Bu sözler ve davran›şlar dahi Tanr›'dan mülhem, Tanr›'dan gelme şeylerdir..."(s. 226,227)

Totaliter rejim, çocuklar›n babalar›n›n ve atalar›n›n din ve inançlar›nda olmas› ile başlar. Art›k o topluluktaki insanlar olmas› gereken din ve inançta değil, birçok değerleri ile geçmişte kalm›ş ve çağdaş sorunlar› çözme yeteneğini yitirmiş inanç ve hurafelerin meftunudurlar. Babalar›n din ve inanc›nda olmakla başlayan bu süreç, birkaç nesil sonra atalar›n dini haline dönüşür, iyice eskiyip köhneleşir ve sürekli değişen dünya şartlar›na cevap veremez hâle gelir. Donukluk sonunda totaliterizme dönüşür.

Gerçi İslâmiyet'te baban›n onbeş yaş›na kadar çocuğu üzerinde etkisi vard›r. Ancak onbeş yaş›na gelen k›z ve erkek, art›k tam bağ›ms›z olarak istediği gibi hareket etmek hürriyetine sahiptir. İstediği dini seçebildiği gibi ayn› zamanda istediği müçtehidi veya mezhebi de seçebilir. İstediği mesleğe ve meslek birliğine girer. İstediği askeri birliğe yaz›l›r. Yani kişi tam bir serbestlik içindedir ve babas›n›n veya akrabalar›n›n hiçbir şekilde ona bask› yapma yetkisi yoktur.

Ayn› durum kar›-koca için de geçerlidir. Ayn› çat› alt›nda yani ayn› evde yaşayan kar›-koca ayr› dinlere ve değişik inançlara sahip olabilir, değişik mezhep mensubu olabilir, değişik meslekî kuruluşlara kat›labilir ve değişik siyasî akileler yani partiler içinde yer alabilirler. Kad›n›n kendisi diyet ödemelerine iştirak etmez, ama onun diyeti akilesi taraf›ndan ödenir. Akile de devlet bütçesinden ona göre tahsisat al›r.

Bütün bu tedbirler hep totaliterizmi önlemek içindir. Öyle bir eğitim sistemi ve hayat ortam› haz›rlan›r ki, çocuk hep ayn› ve benzer etkiler alt›nda yetişmesin. Çocuğun çevresi ve akrabalar› değişik düşünce ve görüşlerde olunca, çocuk da bu değişiklikler atmosferinde ve zengin düşünceler çevresinde en güzel şekliyle yetişmiş olur. İslâm düzeni yap›lanmas›na göre kurulmuş olan ayn› aşirette veya ayn› mahallede tek tarafl› görüşler hakim değildir.

İslâmiyet;

Bir taraftan aileye ve akrabal›ğa önem verirken, diğer taraftan da çocuğun hür düşünceli bir insan olarak yetişmesi için her türlü tedbirleri alm›şt›r.

Esas›nda çok say›daki sosyal gruplar›n varl›ğ› ve bunlar aras›ndaki daha iyi hizmet takdim etme yar›ş›, bunlar›n mensuplar› nisbetinde devlet içinde söz ve pay sahibi olmalar›, kesin olarak paternalizmi yani iktidar velayetini ortadan kald›rm›şt›r.

İslâm düzeninde kesin olarak fertler için iktidar velayeti sözkonusu değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Şeriat, h›rs›zl›kta el kesme, kölelik,

kad›nlar›n erkeklerle eşit olmamas›,

sağ›n mukaddes say›lmas›, sakal-b›y›k meselesi,

k›yafetteki düzenleme gibi

her şeye müdahale etmiş ve dondurmuştur.

Değişmeye ve gelişmeye imkân vermemiştir.

 

"II- Devleti TOTALİTER devlet YAPAN ŞERİAT SİSTEMİ

Şeriat'a dayanan ve Şeriat'› uygulayan devlet gerçek anlamiyle Totaliter devlet niteliği içinde demektir. Şeriat devleti "Din" ve "Devlet" ayr›m›na yer vermediği ve devlet yönetiminin din kurallar›na göre yürütülmesini temel ald›ğ› için ve bu din kurallar› da Totaliter bir ölçü ile kişi'nin ve toplumun davran›ş›n› ayarlad›ğ› için Şeriat devleti Totaliter devlet şeklinde ortaya ç›km›şt›r...(s. 227)

"H›rs›zl›k yapan›n eli kesilir" diye Tanr› kitab›nda yaz›lm›ş ise (ki yaz›lm›şt›r) kişi akl›n› ve mant›ğ›n› kullan›p kol kesmenin h›rs›zl›ğ› gidermede yararl› bir Çare olmad›ğ›n› ve nitekim h›rs›zl›ğ›n bu yollarla ortadan kalkmad›ğ›n›, bunu ortadan kald›rmak için h›rs›zl›ğa neden teşkil eden "nedenleri" gidermek ve faraza kişiye h›rs›zl›k yapma ihtiyac›n› duymayacağ› yaşant›y› sağlamak olduğunu ileri sürüp, bu görüşünü ilmi verilere ve deneylere dayat›p Kur'an'daki hükmü kald›ramayacak ve bunun yerine ilmin ve insaf›n ve etik anlay›ş›n›n gereklerine uygun hüküm koyamayacakt›r.

Yine bunun gibi "Köleliği", ya da "İnsanlar aras› eşitsizliği", veya "Din ad›na savaşlar› ve insan öldürme emirlerini" ve buna benzer nice hususlar› hükme bağlayan Tanr› ve Peygamber emirleri karş›s›nda KİŞİ ve TOPLUM, hiç bir şey yapamamak ve sadece bu emirlere uymak zorunluluğundad›r. Bu emirler içerisinde onun günlük ve kişisel yaşant›lar›n›, hem de en ufak teferruat›na var›ncaya kadar, düzenleyenleri vard›r ki bunlar› benimsemek durumundad›r... Bu "sağ'›n sol'a fazl›n›" göstermek için böyledir... Erkeklerin sakal b›rakmalar› ve fakat b›y›klar›n› kesmeleri gerekir...(s. 228)

Din emirleri şeklinde böylesine bir eğitim ile yetişen kişiler için bütün bu düzen, bütün bu hükümler belki normal ve ahlâkî görülebilir; kendi akl›n› kullanma geleneğinden yoksun b›rak›lm›şlar bak›m›ndan bu durum hiç bir rahats›zl›k yaratmayabilir... böylesine TOTALİTER bir sistem, yukarda belirtmiş olduğumuz olumsuz sonuçlar› yaratmaktan geri kalmaz. Şeriat'›n totaliter bir sistem yaratt›ğ› konusunda Bat›l› yazarlar aras›nda ünlü kişiler çoktur. Bk. J. H. Kramers, Analecta Orientalia, Vol. II, Leiden 1956, sh. 206-7. L. Levonian, Moslem Mentality, London 1928, sh. 106.

Osmanl› Devletinde durum bütün devirler boyunca bu olmuştur...(s. 229)

Daha sonraki y›llarda sokakta dolaşan kad›nlar›n çarşaflar›n›n inceliğinin ve kal›nl›ğ›n›n ne olacağ› kararnamelerle tespit edilmiş ve uygulanm›şt›r..."(s.230)

 

İSLÂM DÜZENİ TOTALİTER DEVLETE KARŞIDIR

SÖZKONUSU MESELELER DONDURULMUŞ DEĞİLDİR

 

Bir toplulukta suç işleyenlere elbette ceza verilecektir. Ancak o toplulukta işlenen suçlar›n çok az olmas› gerekir, yoksa verilen cezalar huzursuzluk doğurur. Ayr›ca ceza, ancak suçun çok kesin olarak sübutu halinde verilebilir. Kesin olarak delillendirilemeyen suçlara ceza verilemez. Ama suç kesin olarak delillendirildiği zaman da, mutlaka en uygun veya suçun durumuna ve özelliğine göre en ağ›r şekilde cezaland›r›l›r. Topluluğun s›hhati ve hayatiyeti buna bağl›d›r. İşte bu nedenlerle cezan›n cayd›r›c› olmas› için çok ağ›r olmas› gerekmektedir.

Burada, İslâmiyet'e göre suç ve ceza ile ilgili ilginç bir örnek verelim. Meselâ, İslâm hukukuna göre bir kimse aç›k olarak başkas›n›n mal›n› gasbettiğinde bunun cezas› yoktur. Mal› aç›k olarak alm›ş ise iade eder. Bir zarar vermiş ise cezas› vard›r ve tazmin eder. Yani aç›k olmak şart› ile mala yap›lm›ş olan hiçbir fiil cezaland›r›lmaz. Sadece zarar sözkonusuysa o zarar giderilir.

Buna mukabil gizli olarak yap›lan h›rs›zl›k suçtur. Çünkü bu durumda vatandaş›n mal güvenliği ortadan kalkmakta ve buna bağl› olarak devlet otoritesi sars›lmaktad›r. Ancak bu suç yani h›rs›zl›k kesin olarak ispat edilmedikçe hiçbir ceza verilemez. Ayr›ca çal›nan mal›n da değerli olmas› gerekir. Bu değer Kur'ân'da belirtilmemiş, değerlendirme konusu bucaklara b›rak›lm›şt›r. Çünkü bir bucakta çok değerli olan bir mal veya miktar, başka bir bucakta önemsiz ve değeriz olabilir.

O halde, bucak kurucular› gerek ispat şeklinde ve gerekse mal miktar›nda öyle şartlar getirebilirler ki, o bucakta hiç kimsenin h›rs›zl›ktan dolay› eli kesilmemiş olur.

Diğer bucaklar da basit bir h›rs›zl›k olay›ndan dolay› el kesebilirler.

Ancak h›rs›zlar el kesilmeyen bir yerde toplan›r ve birbirlerinin mallar›n› çalmaya devam ederler. H›rs›z olmayanlar da diğer bir bucakta toplan›r, mal ve mülklerinden emin olurlar.

 

KAMU HUKUKU İLE İLGİLİ HÜKÜMLER DİNÎDİR

 

İslâmiyet'e göre; kamu hukuku ile ilgili hükümler de dinîdir. Yani bucak kurucular› isterlerse o hükümleri kendi sözleşmelerine geçirirler. Geçirmeyen kurucular ve o bucakta yaşayanlar günahkâr olurlar, ama bunun hesab›n› Allah'a verirler. Hiç kimse bu dünyada o bucaktakileri cezaland›ramaz veya böyle bir bucak kurmalar›na engel olamaz.

 

HER KAVMİN BİR DEVLETİ VARDIR.

'İŞÇİ' OLANLAN 'KÖLE' DEĞİL MİDİR?

 

İslâm düzenine göre; her kavmin bir devleti vard›r.

Tek beşerî devlet yoktur. Devletleraras› hukuk hakemliğe dayan›r. Ancak hakem kararlar›na uymayanlar için uygulanacak olan müeyyide savaşt›r. İnananlar, bu hakem kararlar›na uymayanlarla savaşacaklard›r. Sonunda savaş bitince, o kesimdeki insanlar› bir daha savaşamayacak hâle getirmek gerekir.

Bu hususta gerekli tedbirleri almada s›ras›yla şunlar yap›l›r:

1.  Bağ›şlan›r ve serbest b›rak›l›r veya;

2.  Bedel al›n›r ve serbest b›rak›l›r veya;

3.  Cizye al›n›r ve z›mmî hâline getirilir veya;

4.  Halk› esir edilir ve topluluk dağ›t›l›r.

Art›k o kent tarih olmuş olur veya;

5.  Savaşç›lar öldürülür.

Bunlar, ileride ç›kacak savaş› önlemek için al›nan tedbirlerdir. Ayr›ca savaştan cayd›rma uygulamalar›d›r. O halde savaş devam ettikçe esirlik ve kölelik de devam edecektir. Aksi halde insanlar sürekli olarak savaşlara ve katliamlara neden olurlar. Bugün kölelik kalmam›ş gibidir ama emeği ile geçinen ve çal›şan bütün insanlar 'işçi' olarak bir bak›ma 'köle'haline getirilmiştir.

Kölelik konusu üzerinde, ilerdeki sayfalarda ve yeri geldikçe daha detayl› olarak durulacakt›r. Burada bu konuyu şimdilik bu kadar anlatmakla yetiniyoruz.

 

SAĞ-SOL MESELESİ VE KILIK-KIYAFET KONUSU

 

Sağ ve sol standart davran›şlar› belirler. Trafikte sağdan veya soldan gidilir. Bu durumu değiştirmeye gerek yoktur. Herkes sağ› tercih ederse standartlama olmuş olur. Tabiat da sağ sistem üzerindedir. Bunun böyle olduğunu özellikle biyolojide görmekteyiz. Bu konu insan›n ve evrenin genel yarad›l›ş› ile ilgilidir. Dünya ve devlet düzeni ile bir ilgisi yoktur. Siyasetteki sağ-sol ay›r›m› ise sun'î bir ay›r›md›r ve tabiî değildir. Siyasi gruplar veya partiler herhangi başka bir değerle de birbirlerinden ayr›labilirler.

Sakal ve b›y›k için kesin bir âyet yoktur. İçtihadî bir meseledir. Herkes kendine göre içtihad eder. Bu konunun düzenle hiçbir ilgisi yoktur. Ancak bütün varl›klar gibi insan› da halketmiş olan Allah, kad›n› sakals›z ve b›y›ks›z, erkeği ise sakall› ve b›y›kl› yaratm›şt›r. Her halde Allah erkeğe eziyet olsun ve her sabah sakal ve b›y›ğ›n› kessin diye yaratmam›şt›r. Kad›n› güzelleştiren unsurlar olduğu gibi erkeği de güzelleştiren ve yak›ş›kl› k›lan sakal ve b›y›kt›r. Ama bu kriterler toplumlar›n anlay›şlar›na göre değişebilmektedir.

İslâmiyet'teki k›l›k-k›yafet, tan›nmak, ay›rdedilmek ve farkedilmek içindir. Hatta kad›n›n da tan›nmas› yani kimin ailesi ve eşi olduğunun bilinmesi için namazda olduğu gibi yüzü aç›k olacakt›r. Baz›lar›n›n iddia ettiği gibi fitne yüzü tamamen kapatarak değil; aksine Allah'›n müsade ettiği kadar açmakla önlenir. Kad›n toplumdan tecrit edilmemelidir. Halk› yan›lt›c› k›yafet giyinmek yasakt›r. Kad›n erkeğin, erkek de kad›n›n elbiselerini giyemez. Askeri üniformay› da o rütbeye sahip olmayanlar giyemez ve taş›yamaz.

Yukar›da ele ald›ğ›m›z bütün bu konular dondurulmuş şeyler değildir. Baz› iddialar›n tam tersine İslâmiyet asla şekle ve k›yafete ait özel hükümler getirmemiştir. O kadar ki, setr-i avret farzd›r ama bedene yap›ş›k bir elbisenin giyilebileceği, hattâ elbisenin et yani ten renginde veya şeffaf olmas›n›n bile bir mahzuru olmad›ğ›n› söyleyen ulema olmuştur.

İslâmiyet özel hukuk alan›nda 'içtihat' serbestliğini, kamu hukuku alan›nda da 'sözleşme' serbestliğini getirmekle her türlü donukluğu sona erdirmiştir.

İslamiyet zorlay›c› ve zorlaşt›r›c› değil; kolaylaşt›r›c› ve yol göstericidir. Zorlamalar dinden değil daha ziyade bozuk düzenlerden gelmekte olup yap›lan anlaşmalarla ilgili problemlerdir. İslâmiyet'in ve İslâm düzeninin bunlarla bir ilgisi yoktur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BEŞİNCİ KONU

 

 

 

ŞERİAT DEVLETİNDE "HÜRRİYET" ANLAYIŞI

DEMOKRATİK YAŞAMLARA OLANAK VERECEK

NİTELİKTE OLMAMIŞTIR

 

 

 

 

Yazara göre,

Şeriatta hür olma köle olmama anlam›ndad›r.

 

"I- "Hür olma" ve "HÜRRİYET" deyimlerinin ŞERİAT ÜLKELERİNDE taş›d›ğ› anlamlar:

"Demokrasi", veya "Cumhuriyet" veya "Eşitlik", "Seçim", "Millet egemenliği" v.s.. gibi temel kavramlar›n Bat›'daki anlaş›l›ş şekilleriyle İslâm›n devlet uygulamas›ndaki anlaş›lan şekilleri aras›nda nas›l uçurumlar kadar farkl›l›klar ve z›dl›klar var ve olmuş ise "Hürriyet" ve "hür olma" deyimleri bak›m›ndan da ayn› uçurumlar kendisini göstermiştir...

KÖLELİĞİN en doğal bir kuruluş olarak benimsendiği çağlarda, ve örneğin eski Yunan ve Roma'da her ne kadar hürriyet (hür olma) KÖLE durumunda bulunmamay› anlatmakta idiyse de...(s. 231)

Her ne kadar daha sonraki devirlerde ve özellikle H›ristiyanl›ğ›n devlet dini halini almas›yla Bat›'daki hürriyet kavram› ilâhî düzene ve emirlere ittat etmek ve Tanr› hükümlerine boyun eğmek demek olmuş ise de, orta çağ'›n en karanl›k dönemlerinde bile HÜRRİYET kavram›'n›n bunun d›ş›nda kullan›ld›ğ› ve değer taş›d›ğ› anlamlar olmuştur, ki o da KİŞİ'nin insan olmak niteliği içerisindeki değeri ile ve daha doğrusu DOĞAL haklara sahip kişi'nin siyasî iktidar taraf›ndan yok edilmeyecek olan doğal haklara ve irade bağ›ms›zl›ğ›na sahip olmas› hususlariyle ilişkindir..."(s. 232)

 

TABİÎ HAK KRİTERLERİ

HER İNSAN ŞAHSİYET SAHİBİDİR

 

İlkel topluluklar, dillerini bilmedikleri yabanc› kimseleri insan saymaz, onlar› hayvan san›r veya hayvan muamelesi yaparlard›. İnsanl›k devlet aşamas›na gelince vatandaşlar 'daval›' ve 'davac›' olma hakk›n› elde ettiler; 'şahsiyet' böyle başlad›. Bu yetki sadece erkeklere ve büyüklere verildi. Kad›n ve çocuklar daval› ve davac› olamazlard›. Roma'da bu durum ve uygulama uzun zaman devam etmiştir. Kad›n ve çocuklar için ancak koca ve pederlerce temsil edilmek şart›yla dava aç›labilirdi. Yabanc›lar›n durumu her zaman belirsizdi. Köleler ise eşya say›l›r, kendilerine kesinlikle kişilik tan›nmazd›. Bu durum, Bat›'da köleliğin kald›r›lmas›na kadar as›rlarca böyle devam etmiştir.

İslâmiyet ise her insan› 'kişi' sayar ve ona hem 'daval›' ve hem de 'davac›' olma hakk›n› tan›r. Buna 'vücub ehliyeti' denir. Bu konuda kad›n, çocuk ve büyük olma ay›r›m› da yap›lmaz.

İslâmiyet sayesinde, b›rak›n›z bu sayd›klar›m›z›, ceninlere bile kişilik verildi; ancak ceninler davac› olabiliyor, daval› olam›yorlard›. Ölenin miras taksimine kadar dava aç›labiliyor ama davac› olam›yordu.

İslâmiyet'e göre, kölelik insan olmaktan ç›kmak demek değildir. Köle, sadece vatandaş olmad›ğ› için mülk edinememe demektir. Bunun d›ş›nda çal›ş›p yaşar ve emeğini değerlendirir. Köle olmayan insana 'hür' denmektedir.

İslâm düzeninde;

Köle olmayanlar her şeyi yapma hakk›na sahiptirler. Bu hak onlara Allah taraf›ndan verilmiş tabiî bir hakt›r. Bundan yani bu haktan yine tabiî hukuk kaideleri ile s›n›rlanm›ş olan kurallara ayk›r› davranmama müstesnad›r. Bunlar da şunlard›r:

 

1- Eşitlik İlkesi:

Herkes başkas›na ancak kendisine yap›ld›ğ›nda kabul edeceği şeyi yapabilir. Kişiler aras›nda farkl› haklar yoktur.

 

2- Sözünde Durma İlkesi:

Herkes verdiği sözünde durmal›d›r. Yani kişi kendi hürriyetini anlaşmalarla yine kendisi s›n›rlar.

 

3- Kat›lma İlkesi:

Kişi bir topluluğa kat›ld›ğ›nda veya onlar›n bölgelerine girdiğinde, onlar›n sözleşmelerini kabul etmiş olur. 'Ben böyle bir anlaşma yapmad›m' diyemez.

 

4- Hakemlik İlkesi:

Ç›kacak ihtilaflarda taraflar›n seçtiği hakemlerin karar›na taraflar uymak zorundad›rlar.

 

İşte bu dört kriterle s›n›rlanmam›ş olan her şey tabiî hakt›r ve hür insanlar›n haklar›n› da hiç kimse k›s›tlayamaz; tâ ki hakemler hacrine karar versinler veya küçüklük nedeniyle kanunen hacredilmiş olmas›n.

Bat› hukukunda insanlar›n haklar› yöneticilerin elinde olduğu için onlara karş› hiçbir değeri bulunmayan 'mevzuat' getirilmiştir.

İslâm düzeninde, kölelik d›ş›nda hürriyetlerin k›s›tlanmas› sözkonusu olmad›ğ› için başka bir mefhum gelişmemiştir. Bat› dünyas›nda ise hür olmak kişilik kazanmak demektir.

İslâm düzenindeki hürriyeti elde etmek için de ayr›ca savaş vermek yani askerlik hizmetine kat›lmak gerekmektedir. Her güzel nimetin bir de külfeti vard›r. Zahmetsiz rahmet olmaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te hürriyet şeriat hükümlerine uymakt›r.

 

"II- ŞERİAT DEVLETİ UYGULAMASINDA HÜRRİYET DEYİMİ Sadece KÖLE durumunda olmama ve DİN HÜKÜMLERİNE UYGUN YAŞAMA ANLAMINDADIR.

Şeriat devleti uygulamas›nda hürriyet kavram›n›n taş›d›ğ› anlam hiç bir zaman KİŞİ'nin doğal haklara sahip olmas› veya devlet yönetimine kat›lmas› (kanunlar›n yap›m›na kat›lmas›, v.s..) ile ilişkin olmam›şt›r Hür olma ve Hürriyet deyimlerinin genel olarak iki kullan›l›ş› ve anlaş›l›ş şekli olmuştur, ki o da 1- KÖLE durumunda olmamak; 2- Şeriat emirlerine uyma veya uymama yeteneğine sahip bulunmak, durumu ile ilgili bulunmuştur. Bunun d›ş›nda hürriyet deyiminden bir başka anlam ç›kar›lmam›şt›r. Bu konuda bk. Bernard Lewis, Emergence of Modern Turkey..., sh. 126."(s. 232)

 

HÜRRİYET SERBESTLİK DEĞİLDİR.

İSLÂM DÜZENİNDE;

HERKES ALLAH İLE SÖZLEŞME YAPMIŞTIR.

 

Hürriyet serbestlik değildir.

Tam tersine, savaş durumu olan serbestlikten feragat ederek hakk›n› mevzuat içinde aramakt›r. Yani hürriyet demek, kişinin haklar› olan davran›şlar›n›n toplulukça korunmas›; hakk›n hukuki yollardan aranmas› ve kişinin bizzat ihkak› hak yapmamas› demektir. Ancak şeriat›n vaz›› kişinin bizzat kendisidir.

Kişi bir sözleşme yap›yor ve ilân ediyor, 'benimle ilişki kuran bu sözleşmeye göre kursun' diyor. İcab yap›yor, teklif yap›yor ve böylece şeriat› bizzat kendisi oluşturmuş oluyor. Sonra onunla ilişki kuran kimse de onun teklifini kabul ediyor. Kişi kendi ilân ettiği sözleşmeden dönemez. Elbette karş› taraftan da ayn› şeyi ister. Hürriyet budur. Yaln›z bu hürriyet anlay›ş› tüm hukuk düzenlerinde böyledir. Esasen hukuk düzeni de budur.

Hürriyet, kişinin haklar›n› mevzuat içinde aramas›, bizzat ihkak› hakka gerek kalmamas›d›r. Yoksa boğuşma ve çat›şma şeklinde olan serbestlik ve hürriyet bütün canl›larda vard›r. O haklar› hiç kimse o canl›lar›n elinden alamaz. İnsan ise bar›ş içinde haklar›n› al›r ve kullan›r. Bu da ancak o insan›n yaşad›ğ› ülkede mevzuat›n yani şeriat›n uygulanmas› ile mümkün olur.

İslâm düzeninde;

Herkes Allah ile sözleşme yapm›şt›r.

Bu düzende insan tabiî hukuk kaidelerine uyacakt›r. Asl›nda her Müslüman bununla mükelleftir. Zaten bu düzeni kabul eden insana 'müslim' denmektedir. Art›k o müslim silm ve bar›ş düzenine girmiştir. Bunun için ille de bir peygambere ve kitaba inanm›ş olmas› da gerekmez. İman etmek ayr› bir konudur.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Hür olmak köle olmamakt›r.

 

"A- HÜRRİYET deyimi konusunda: KÖLE deyimin karş›t› olarak HÜRRİYET (HÜR'lük)

Hürriyet deyimi Arapca bir deyimdir. HÜR kökünden gelmedir. HÜR deyimi esas itibariyle KÖLE'liğin z›dd› bir deyim olarak kullan›lm›şt›r. Yani HÜR'lük KÖLE'liğin karş›t›d›r KÖLE durumunda bulunmamak demektir. Bilindiği gibi İslâm dini köleliği doğal bir kuruluş olarak benimsemiştir ve kölelikle ilgili özel hükümler getirmiştir...(s. 232,233)

Fakat hemen belirtmekte yarar vard›r ki her ne kadar HÜR deyimi KÖLE olmayan kişi anlam›na gelmiş ise de İRADE BAĞIMSIZLIĞINA, DÜŞÜNCE SERBESTİSİNE sahip kişi anlam›na hiç bir zaman gelmemiştir. KÖLE olmayan kişinin, kendi davran›şlar›n› kendi iradesine göre düzenlemesi ve ayarlamas› diye bir şey bahis konusu değildir. Veya HÜR kişilerin oluşturduğu toplumun hür iradeye sahip olarak kendi kendisini yöneteceği kurallar› KANUN halinde geçirmesi mümkün değildir, Şeriat devletinde. Şeriat düzeninde bu şekilde bir HÜR'lük yoktur. HÜR olmak sadece KÖLE olmamak, yani, "can› ve mal› ile" bir başka insan›n emrinde, hizmetinde, keyfiliğinde bulunmamak demektir. Bk. Frans Rosenthal, The Moslem Concept of Freedom Prior to the XIX th Century, (Leiden 1960, sh. 7 ve d.)."(s. 234)

 

 

İSLÂM DÜZENİNDE 'HÜR' VE 'KÖLE' İNSAN

SOSYAL GÜVENLİK VE 'ORTAKLIK SİSTEMİ'

 

İslâm düzeninde iki türlü insan vard›r: 'Hür' veya 'köle' insan. İnsan ya hürdür veya köledir. Bu ikisinin aras›nda üçüncü bir insan yoktur.

Bat› dünyas›nda ise hür, köle ve bir de 'hürlerin kölesi' vard›r. Meselâ, işçiler böyledir. Gerçi işçi olan insanlar hukuken mülk edinirler ama asl›nda mülk edinebilecek ne paralar› ve ne de insanca yaşamak için zamanlar› olduğu için kölelerden farks›zd›rlar. Bunlara 'fiilî köle' diyebiliriz. İşte çağ›m›zdaki bu fiilî kölelerin de haklar› korunmal›d›r. Bat› hürriyet mücadelesini bu amaçla vermiştir. Y›llarca süren savaşlar bu amaçla yap›lm›şt›r.

İslâm düzeninde 'köle' ve 'hür' insan vard›r.

Akit serbestliği ve zekât müessesesi ile fiilî kölelik ortadan kalkm›şt›r. Dolay›s›yla İslâm tarihinde ve İslâm topluluklar›nda bir hürriyet mücadelesi söz konusu değildir. Buna ihtiyaç olmam›şt›r. Bundan sonra da olmayacakt›r. Çünkü sistemde fiilî köle yoktur ve tarihte de olmam›şt›r ki savaş olsun. Bunun için verilecek bir mücadeleye de gerek kalmam›şt›r.

 

Burada 'sosyal güvenlik' konusundan k›saca bahsetmek, konuya aç›kl›k getirilmesi aç›s›ndan yerinde olacakt›r.

İslâm düzeninde yat›r›m bütçesi, topraklar›n halka temlikinde al›nan 'ihya pay›' ile yap›l›r. Onun bütçesi de gelirleri de ayr›d›r. Ayr›ca bucağ›n, ilin ve devletin kamu bütçeleri vard›r. Bunlar›n nas›l bölüşüleceği Kur'ân'da belirtilmiştir.

Bucak bütçesi önce üçe ayr›l›r:

1) Bir bölümü alt yap› işletmelerinde kullan›l›r yani vak›f gelirlerinden olur. Bunlar da ikiye ayr›l›r: Yar›s› vak›fta çal›şan personele verilir, diğer yar›s› ise câri harcamalara sarfedilir; meselâ, taş›tlara yak›t al›n›r.

2) İkinci bölümü borçlanmalarda harcan›r. Borçlu olan insanlara yard›m edilir. Meselâ, iflas edenlerin itibarlar› iade edilir. Köle varsa, kölele-rin azad olmas› için harcan›r.

3) Kalan üçte biri de sosyal hizmetler için ayr›l›r ve bunlar da dört gruptur:

a) Bucak içinde servetleri vasat servetin alt›nda olanlara eşit olarak bölüşülerek dağ›t›l›r.

b) Haftal›k gelirleri vasat gelirlerin yar›s›ndan az olanlara eşit olarak bölüşülüp dağ›t›l›r.

c) Kamu hizmetlerinde çal›şanlara çal›şt›klar› saat ve dereceleri nisbetinde bölüştürülür.

d) Şûra üyesi olanlara güçleri nisbetinde bölüştürülüp dağ›t›l›r.

 

Devlet bütçesinde de üçe ayr›lma vard›r:

1) Üçte biri şûralara ait olup onlar›n yapacaklar› bütçeye göre bölüştürülür.

2) Üçte biri başkana ait olup başkan taraf›ndan vak›flara bölüştürülür.

3) Kalan üçte biri ise yine dört gruba ayr›l›r:

a) Geliri az olanlara aynen bucakta olduğu gibi ülke çap›nda eşit olarak bölüştürülür.

b) Dörtte biri yetimlere sosyal güvenlik pay› olarak dağ›t›l›r. Babalar›n›n meslekî derecelerine göre bölüştürülür. Herkes eşit pay al›r.

c) Dörtte biri emeklilere, meslekî derecelerine ve emeklilik yaşlar›na göre bölüştürülür.

d) Dörtte biri de hem d›şar›ya gidecek ve hem de d›şar›dan gelecek olan turistlere verilir.

İl bütçesinin yar›s› merkez bütçesi,

diğer yar›s› da bucak bütçesi gibi bölüştürülür.

Çok fakir olanlar, bucak ve il bütçelerinden yoksulluk ve fakirlik paylar›n›; il ve devlet bütçelerinden yoksulluk paylar›n› al›rlar; böylece alt› yerden gelir temin etmiş olurlar. Az fakir olanlar belki sadece bir yerden yard›m göreceklerdir. Bu uygulama bölgeler aras› gelir dağ›l›m›n› düzenlediği gibi; sosyal güvenliği de hiçbir aidat ödemesine gerek kalmaks›z›n gerçekleştirir.

İslâm düzeninde;

Hiç kimse 'zorunlu işçi' olma durumunda değildir.

Emek sahibi çal›şan, işverenle eşit hâle getirilmiştir, dolay›s›yla hürdür.

Bu hürriyetin sağlanmas› için ayr›ca 'çal›şana kredi sistemi' getirilmiş olup işverenin kredi alabilmesi için işçi çal›şt›rma zorunluğu vard›r. Bu sistem sayesinde işçi kendi sermayesini kendisi getirmektedir.

İslâm düzeninde 'çağdaş kölelik' demek olan 'işçilik sistemi' yoktur; onun yerine 'ortakl›k sistemi' vard›r. Çal›şanlar üretimden pay al›rlar ve bu paylar›n› da 'ayn' olarak al›rlar.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te hürriyet demek,

nefse hakim olmak ve onun esaretinden kurtulmakt›r.

 

"B- HÜR deyimi'nin dünya zevklerinden ve nimetlerinden uzak kalma, nefse hakim olma anlam›.

T›pk› H›ristiyanl›kta ve Musevilik'te olduğu gibi İslâm'da da HÜR deyiminin dünya zevklerinden ve nimetlerinden uzak kalma karş›l›ğ› olarak kullan›ld›ğ› görülür. Bu daha ziyade HÜR deyiminin felsefî anlamdaki karş›l›ğ› olarak karş›m›za ç›kmaktad›r. Kur'an ve Hadis hükümleri aras›nda KİŞİ'lere dünya zevklerinden ve özellikle şehevi duygulardan korunmalar› gereği s›k s›k hat›rlat›l›r...(s. 234)

Ünlü düşünür al-Hindi, dünya zevklerinden ve nimetlerinden uzak kalan KÖLE'nin HÜR say›lacağ›n›, ve bu nimetlere yönelenlerin KÖLE say›lacaklar›n›, bir başka düşünür, İbn al-Jevzi, dünya yaşamlar›n› sadece budalalar›n ve kafas›zlar›n arzulayacaklar›n› HÜR kişi'nin bu tür yaşamlar› küçümseyeceğini belirtir. Bk. Frans Rosenthal, The Moslem Concept of Freedom Prior to the XIX th Century, (Leiden 1960, sh. 85-87).

Şüphesiz ki HÜR olmay› bütün bu fakirlik felsefesi üzerine oturtan zihniyetin kaynağ› Şeriat't›r, ve daha doğrusu Kur'an ve Hadis hükümleridir...

İslâm'da din ve devlet ayn› şey demek olduğundan ve din hükümlerinin uygulanmas›nda dünya yaşamlar›yle uhrevi yaşam aras›nda ayr›m kabul edilmediğinden demokratik düzeye yönelme diye bir şey olmam›şt›r."(s. 235)

 

 

DİNİ HÜKÜMLER VE DÜZENE AİT HÜKÜMLER

EVET, İNSAN BEDENİ NEFSİN ESİRİDİR

 

İslâmiyet'te 'dinî hükümler' vard›r, 'düzene ait hükümler' vard›r ve bunlar birbirinden tamamen farkl›d›r.

Biri, kişinin kendisine ait hükümler olup kişi onlarla ilgili hesab›n› doğrudan doğruya yaln›z Allah'a verecektir.

Diğeri ise, sözleşmelerle ortaya ç›kmaktad›r ve devletin teminat› alt›ndad›r. Bunlar› birbirine kar›şt›rmadan iyi anlamak gerekir. Kar›şt›ranlar zaten bunlara bağl› olarak her şeyi birbirine kar›şt›rmakta ve işin içinden ç›kamamaktad›rlar.

Yazar, yani İlhan Arsel de bunlar› kar›şt›ranlardan biridir. Dolay›s›yla işin içinden ç›kamamas› ve bu durumda İslâmiyet'i anlamam›ş olmas› olağand›r.

İslâm dinine göre,

insan bedeni nefsin esiridir. Çünkü nefis sürekli olarak sahibini köleliğe sürükler.

Meselâ, kişi kumara al›ş›r ve art›k onu b›rakamaz; esrara veya içkiye al›ş›r ve bu al›şkanl›klardan bir türlü kurtulamaz. Kendi akl› ve mant›ğ› başka şey yapmak, bunlardan kurtulmak ister, ama yine de dayanamay›p kendisini tutamaz, nefsine hakim olamaz ve arzular›n›n esiri olur.

Bu tür kötü al›şkanl›klar› olan insan›n akl› ile duygular› çat›şma halindedir. H›rs›zl›k yaparsa kolunun gideceğini ve kesileceğini düşünür ama kumar paras›n› da bulmas› gerekmektedir; arzular› ve duygular› kumar paras› için onu h›rs›zl›k yapmaya zorlarken, ayn› anda akl› ve mant›ğ› h›rs›zl›k yapt›ğ›nda baş›na gelecek olan belâlar› düşündürerek ona engel olur.

İslâmiyet'e göre;

Nefsin ruhu işte böylesine esir edebileceği kabul edilir ve hürriyet de ruhun nefsi yenmesi ve şeytan›n tasallutundan kurtulmas› olarak tan›mlan›r. Bu tan›m›n hiçbir değeri yoktur. Ancak bu bak›ş ve anlay›ş›n sosyal fonksiyonu son derece büyüktür.

Dünyaya düzen vermek için gönderilen İslâmiyet ne yapsayd›? 'Ey insan, gönlünün istediğini yap, nefsinin bütün arzular›n› yerine getir, gerisini ve sonras›n› düşünme!' mi deseydi?

Nefislerinin bütün arzu ve isteklerini yerine getiren insanlardan oluşan bir topluluğun hâlini k›saca tasavvur etmek bile, sonucun nas›l olabileceği hakk›nda uyar›c› olacakt›r. Asl›nda sosyal hürriyet de anlaşmalara dayanmakta yani sosyal hürriyetlerle psikal hürriyetler aras›nda paralellik bulunmaktad›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te ihtiyarî hükümler de

cehennemle zorunlu olmuştur.

 

"III- ŞERİAT DEVLETİ'nde "Siyasî hürriyet" yokluğu; (HÜR) olmak KİŞİ'nin (ya da toplumun) siyasal yönetime (İktidara) kat›lmas› veya doğuştan (ve insan olmak nedeniyle) haklara sahip olmas›, v.s. şeklinde bilinmemiş ve anlaş›lmam›şt›r.(s. 235)

Şeriat toplumlar›nda kişi'nin ya da toplumun özgür İRADE'ye, AKLA sahip olmas› ve buna göre yaşamlar›n› ayarlamas› diye bir şey bahis konusu olmam›şt›r.

Her ne kadar kişiler için İHTİYAR sahibi olma yani belli bir davran›şta bulunma ve bulunmama bahis konusu olmuş ise de bu sadece din'in emrettiği veya yasaklad›ğ› hükümlere uyma veya uymama ve uyulduğu takdirde cennet'e gitme, ve uyulmad›ğ› takdirde ise cehennemi göze alma bak›m›ndan anlam taş›m›şt›r...(s. 236)

Çünkü İslâm Özgür iradeye yer vermemiştir; insan dimağ›n›n ve akl›n›n özgürlüğünü tan›mam›şt›r... Siyasal, sosyal ve ekonomik bilim veya nazariyeler diye bir şey tan›maz İslâm..."(s. 237)

 

İNSAN İÇTİHAD VE İYİ AMEL İLE MÜKELLEFTİR.

İSLÂMİYET'TE İYİLERLE KÖTÜLER BİR DEĞİLDİR.

 

Evet, İslâmiyet diyor ki;

"Sen insanlar nezdinde hürsün. İstediğini yapabilirsin. Ama sen bu hürriyete rağmen içtihad et ve ne iyi ise onu yap. Yoksa Allah sonra senden bunun hesab›n› sorar".

İnsan kendi içtihad›na göre hareket etmek ve iyi ameller işlemekle mükelleftir. Etmezse hesab›n› Allah'a verir. Allah hiç hesap sormasayd›, cehennemle tecziye etmeseydi de insanlar hukuk d›ş› hareket ederek her istediklerini yapsalard› daha iyi olurdu, iddias› doğru değildir. Bir an için bu iddian›n doğru olduğunu düşünsek bile yapabileceğimiz bir şey yoktur, çünkü Allah kâinat› böyle yaratm›şt›r. Bunu değiştirmek veya reddetmek mümkün değildir.

Doğrusu bütün insanlar›n her arzular›n› istedikleri gibi yerine getirdikleri bir dünyan›n ne halde olabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Zira arzular›n›n esiri olan kavimlerin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Bizler öyle bir oluşun taraftar› değiliz. Taraftar olanlarla da var gücümüzle mücadele etmeye devam edeceğiz. Asl›nda insanoğlu tabiî ve sosyal kanunlara uymazsa cezas›n› cehenneme kalmadan da çeker; işte dünyadaki esrar belâs›.. işte AİDS belâs›.. işte benzeri çeşitli hastal›klar.. işte açl›k.. işte yokluk.. işte savaşlar... İstesek de istemesek de, beğensek de beğenmesek de, inansak da inanmasak da bu böyle.

İslâmiyet'e göre;

Allah insana irade vermiş ve kendisine halife yapm›şt›r.

İslâmiyet'te, iyilerle kötülerin bir olacağ› gibi bir felsefe anlay›ş› yoktur. İyiler iyidir ve mükâfatlar›n› görmelidirler; kötüler de kötüdür ve yapt›klar› kötülüklerin cezalar›n› çekmelidirler.

Allah Kur'ân'da, iyilik yapanlara asgari olarak on misli iyilikle karş›l›k verileceğini; kötülük yapanlara ise sadece yapt›klar› kötülük kadar yani misliyle ceza verileceğini ve çoğunun da affedileceğini belirtmektedir. Ama hiçbir zaman iyilerle kötüler bir olmayacakt›r. Cezalar da işlenen suçtan fazla olmayacakt›r.

Nitekim çağ›m›zdaki devlet yönetimlerinde de suç işleyenlere karş› bundan başka ve farkl› bir usul uygulanmamaktad›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Kader ve ilâhî hükümler hürriyeti yok ediyor.

 

"IV- İslâm'›n HÜR İRADE ve AKLA yer verdiği iddias›:

Modern Arap yazar ve düşünürlerinin çoğunun iddias› o'dur ki KUR'AN HÜR İRADE ve HÜR AKIL unsurlar›na yer veren hükümleri kapsamaktad›r. Bir yazar, (New York'taki İslam Kültür Merkezi Başkan›) M.A. Rauf, 1970 y›l›nda yay›nlad›ğ› "The Quran and Free Will" başl›kl› yaz›s›nda ("The Muslim World", Vol. IX, 1970, no.3, sh.205-217) Kur'ân'dan örnek olarak şu hükümleri verir:

Fusilat Suresi Ayet 46: "Ve kim iyi bir iş yaparsa faydas› kendisinedir ve kim kötülükte bulunursa zarar› kendisine...";

Bakara Suresi Ayet 286: "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla bir şey teklif etmez. Herkesin kazand›ğ› sevap kendisine aittir. Elde ettiği suç gene kendisine aittir.";

al-Muddass›r Suresi Ayet 38: "Herkes kazanc›na bağl›d›r...", Ayet 41 "...Mücrimlerin halinden"..;

al-Necm Suresi Ayet 38: "Hiç bir suçlu başkas›n›n suçunu yüklenemez", Ayet 39: "ve gerçekten de insan ancak çal›şt›ğ›n› elde eder";

al-Isra Suresi Ayet: "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur ve kim yoldan sapm›şsa kendisini sap›tm›şt›r ve kimse bir başkas›n›n yükünü yüklenmez..."

Ve buna benzer hükümleri sayd›ktan sonra yazar: "İnanc›m›z odur ki bu hükümler, eğer kapsad›klar› anlamlar içinde ve ön yarg›lara kap›lmadan okunacak olursa, kişi hürriyetine sar›lanlar›n ahenk içerisinde bulunacaklar› hükümlerdir" der.

Fakat derken de vahiy yolu ile inmiş Tanr› ve Peygamber emirlerine KİŞİ'nin boyun eğmesi gereği'nin İslâm'›n (Kur'an'›n) gereği olduğu ve fakat bu emirlere boyun eğmek veya eğmemek hususunda kişilerde tercih serbestisi bulunduğunu, boyun eğerlerse Tanr› nazar›nda iyi bir iş eğmezlerse KÖTÜ bir iş yapm›ş olacaklar›n› ve şu hale göre kişiler için TERCİH imkan›n›n olduğunu söyler ve bunun da HÜRRİYET demek olduğunu ekler...(s. 237,238)

Yazar Şeriat zihniyeti'nin tipik bir temsilcisidir. Bir yandan Kur'an hükümlerinin ve Peygamber sözlerinin kişi'ye İRADE serbestisi, ve sorumluluk yüklediğini ve bu nedenle ona HÜRRİYET hali tan›d›ğ›n› söylerken diğer yandan da Kur'an'›n insanlar› iyi'ye ve kötü'ye götüren ve her davran›şlar›n› düzenleyen Tanr› sözü olduğu hususu ile ilgili hükümleri de ekleyerek bu iki farkl› hüküm kategorisi aras›nda çelişme olmad›ğ›n› belirtmekten geri kalmamaktad›r.

Kişi'nin veya toplumun kendi kaderini kendisinin (kendi hür iradesine göre) düzenleyememesi, kendi yaşamlar›n› kendi karar› ile (kendi yapacağ› kanunlarla, v.s.) ayarlayamamas› Şeriat zihniyetindeki yazara göre hürriyetsizlik olmamaktad›r. O kadar ki Kur'an'da kişinin bütün kaderinin ve davran›şlar›n›n en ince noktas›na kadar Tanr› taraf›ndan ayarlanm›ş olduğunu gösterir hükümleri dahi s›ralarken bunlarda HÜRRİYET'i engeller bir yön görmemektedir. Örneğin Kur'an'daki Bakara Suresi'nin 26 c› Ayet'indeki "... O bununla çoklar›n› şaş›rt›p azd›r›r, çoklar›n› da doğru yola getirir", veya al-Ar'af Suresi'nin 186 c› Ayetindeki "Allah kimi yoldan ç›kar›rsa art›k yoktur onu doğru yola sevkedecek,.." şeklindeki hükümleri ve buna benzer daha bir çoklar›n› örnek verirken dahi bu hükümlerin kişi hürriyetini, kişi'yi kendi kaderine sahip olma serbestisinden yoksun k›lmad›ğ›n› iddia edecek kadar farkl› bir Hürriyet anlay›ş› içindedir.

Kişi'nin bütün kaderinin Tanr› taraf›ndan çizilmiş olduğunu gösteren hükümleri s›ralarken ve Kur'an'›n temel felsefesinin kişi'nin kaderini önceden belirtmek olduğunu eklerken bütün bunlar›n Kişi'nin HÜR iradeye ve HÜRRİYET'e sahip olmas›n› önleyemediğini söyler...(s. 239)

Şeriat hükümleri d›ş›nda ve örneğin KUR'AN'daki hükümlere ayk›r› veya bunlar› değiştirici nitelikteki yaşamlar› hürriyet olarak benimsememektedir ve benimseyemez de. Kur'an'daki çeşitli hükümleri, ve örneğin evlenme, boşanma, kad›n erkek aras› eşitsizlikler, v.s.. gibi özel hukuk sahas›ndaki hükümler yerine insan yap›s› kanunlarla farkl› veya bunlara z›d hükümler geçirmeyi ve bu hükümlere göre yaşamay› yazar hürriyet diye alamayacakt›r. Çünkü Kur'an hükümlerini değiştirmek, kald›rmak, ve yerine başka hükümler koymak ve buna göre yaşamak anlam›na gelebilecek olan bir davran›ş onun zihniyetine göre hürriyet değil Şeriat d›ş›na ç›k›ld›ğ› için hürriyetsizlik olacakt›r.

Osmanl› devleti zaman›nda (XIX cu yüzy›l) Osmanl› toplumun ayd›n geçinenlerinin inand›klar› da bu idi. Bu zihniyeti Atatürk değiştirmiştir. Layiklik esas›na bağlanmakla hürriyet anlay›ş›m›z da mihrak›na oturacakt›r.

Bugün hâlâ Arap ve diğer Müslüman ülkelerde HÜRRİYET anlay›ş›, demokratik gelişmeye yer verir nitelikte bir anlay›ş değildir."(s. 240)

 

KUR'ÂN ÂYETLERİ İLE CEVAP

Yazar Arsel, bu bölümdeki dört sayfada söze Kur'ân ile başlamakta ve yine Kur'ân ile bitirmekte, Kur'ân lafz›n› tam 12 (oniki) defa zikretmektedir. Ayr›ca 7 Kur'ân suresi ve 9 âyet de sözkonusu edilmektedir. Yazar›n genel üslûbu ve ilim anlay›ş› bilindiği için elbette Kur'ân'dan söz ettiğinde ona sald›rmaktan ve anlamlar› sapt›rmaktan geri durmayacağ› art›k çok iyi bilinmekte ve anlaş›lmaktad›r.

Dikkat edilirse, aynen ve tamamen olmasa da, burada yazardan yapt›ğ›m›z al›nt›lar› uzun tuttuk. Bunun iki sebebi vard›r: Birincisi, yazar›n genel üslubunu bir kere daha bütüne yak›n verip onun genel anlay›ş› ve bak›ş aç›s› hakk›nda hat›rlatma yapmak. İkincisi ise, bu bölümde yazar taraf›ndan Kur'ân lafz›n›n, sure ve âyetlerin dikkat çekecek ve rahats›z edecek kadar fazla say›da diline doland›r›lmas›d›r.

Biz, zaman zaman yapt›ğ›m›z gibi burada da hiç yorum yapmadan doğrudan doğruya sadece yazar›n zikrettiği Kur'ân âyetlerini ve yine bu âyetlerin siyak ve s›bak›ndaki yani öncesinde ve sonras›ndaki baz› âyetleri zikretmekle iktifa edeceğiz. Daha sonra konu ile ilgili 'ilmî' ve 'İslâmî' cevab›m›z› k›saca vereceğiz.

Evet, Kur'ân yani Allah diyor ki:

 

FUSSİLET SURESİ

46 - Kim iyi bir iş yaparsa faydas› kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zarar› kendisinedir. Rabb'in , kullara zulmedici değildir.

 

BAKARA SURESİ

286 - Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazand›ğ› iyilik kendi yarar›na, kötülük de kendi zarar›nad›r. "Rabb'imiz, unutur, ya da yan›l›rsak bizi sorumlu tutma Rabb'imiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağ›r yük yükleme! Rabb'imiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağ›şla, bize ac›! Sen bizim mevlâm›zs›n! Kâfirler toplumuna karş› bize yard›m eyle!"

 

MÜDDESSİR SURESİ

38 - Her can, kazand›ğ›yla (Allah kat›nda) rehin al›nm›şt›r.

39 - Yaln›z sağ›n adamlar› (kitaplar› sağdan verilenler) hariç.

40 - Onlar cennetler içinde,

41 - Suçlulardan sorarlar:

42 - "Sizi şu yak›c› ateşe ne sürükledi?"

43 - Onlar da derler ki: "Biz namaz k›lanlardan olmad›k."

44 - "Yoksula da yedirmezdik."

45 - "Boş şeylere dalanlarla birlikte dalard›k."

46 - "Ceza gününü yalanlard›k."

47 - "Sonunda bu halde iken ölüm bize gelip çatt›."

 

NECM SURESİ

37 - Ve çok vefal› İbrahim'in (sahifesinde yaz›l› olan şu gerçekler):

38 - Ki hiç bir günahkâr, başkas›n›n günah yükünü yüklenmez.

39 - İnsana çal›şmas›ndan başka bir şey yoktur.

40 - Ve çal›şmas› da yak›nda görülecektir.

41 - Sonra ona tastamam karş›l›ğ› verilecektir.

42 - Ve sonunda senin Rabb'ine var›lacakt›r.

 

İSRÂ SURESİ

13 - Her insan›n amel kuşunu boynuna dolad›k, k›yamet günü onun için aç›lm›ş olarak bulacağ› bir kitap ç›kar›r›z:

14 - "Kitab›n› oku, bugün nefsin sana hesapç› olarak yeter!" (deriz).

15 - Kim yola gelirse kendisi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başkas›n›n günah yükünü taş›maz. (Herkes kendi günah›n› çeker). Biz, elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azâb edecek değiliz.

 

BAKARA SURESİ

26 - Allah, bir sivrisineği hattâ onun da üstünde olan› (ondan daha zay›f bir varl›ğ›) misâl vermekten utanmaz. İnananlar onun, Rabb'lerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise: "Allah, bu misâlle ne demek istedi?" derler. (Allah), onunla birçoğunu sapt›r›r ve yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fâs›klar› sapt›r›r.

 

KADER, BİR TOPLULUKTAKİ MEVZUATTIR.

KADER, TOPLULUKTAKİ KURALLAR BÜTÜNÜDÜR.

KADER, KÜLLİ İRADE; KAZA, İCRAATTIR.

 

Kader nedir?

Bir topluluktaki mevzuatt›r.

Bir topluluktaki kurallar bütünüdür.

Kişi, o mevzuat›n çerçevesi ve çizgileri içinde çizilmiş olan kadere sahiptir. Onun d›ş›na ç›kamaz. Kader nedir, sorusuna böyle bir cevap verebilir ve tan›mlamay› da böyle yapabiliriz.

Şimdi bu tan›m› açmak ve anlaş›l›r k›lmak için bir örnek verelim. Meselâ, ben h›rs›zl›k yaparsam, sonunda soruşturma aç›l›r, tahkikat yap›l›r, deliller toplan›r ve bunlara istinaden beni yakalarlar, mahkemede muhakeme edilirim, iki y›l hapis yatar›m... Veya meselâ, birisini döversem takip edilip yakalan›r›m ve yap›lacak soruşturma sonunda tutuklanarak gerekli cezaya çarpt›r›l›r›m...

İşte yap›lan bu ameller sonunda olacaklara inanmak; kadere inanmakt›r. Bir başka deyişle; ben bu topluluk içinde hürüm, çünkü ben herhangi bir suç işlemezsem hiç kimse beni cezaland›ramaz, bana bir kötülük yapamaz. Yaparsa, polis o kimseyi yakalar ve gerekli cezay› verir. Bu düşünce çerçevesinde kalan inanca biz, kadere inanmak diyoruz.

Başka bir vatandaş da bu kadere inanm›yor, yani mevzuata inanm›yor ve diyor ki; Beni kim yakalayacak? Hiç kimsenin beni görmeyeceği şekilde her şeyi gizli gizli yapabilirim! Yapabildiğim kadar her şeyi yapay›m! Yapt›ğ›m yan›ma kâr kals›n! İşte böylesine istifhamlar içinde bulunmak, yani suç işleyen nas›l bulunacak, bulunsa kim taraf›ndan korunacak gibi sorular›n esiri olmak ve sürekli olarak bu tür korkular içinde olmak, kaderi inkârd›r.

İslâmiyet'e göre;

Devleti de içine almak şart›yla

bu kâinat›n bir sahibi vard›r.

Ben kötülük yaparsam cezaland›r›l›r›m, çünkü kader böyle çizilmiş; suç işleyenler cezaland›r›l›r. Hiç kimse hürriyetimi k›s›tlayamaz ve bana dokunamaz; dokunursa Allah cezas›n› verir. Benim görevim, ondan-bundan korkmak yerine tabiî ve sosyal kanunlardan, ilâhî kanunlardan korkmak olmal›d›r. Dünyada iyi veya kötü kader veya buna benzer herhangi bir şey yoktur.

Kadere inanmak da işte böyledir. Onu iyilikte kullan›rsan iyidir, kötülükte kullan›rsan da kötüdür. Elinizde bir b›çak olsa, bu b›çak ne iyidir ne de kötüdür; ama iyilikte kullan›rsan iyi, kötülükte kullan›rsan kötüdür.

İslâmiyet'e göre;

İnsanoğlu kâinatta pek çok şeylerle karş›laş›r. Bütün bunlar›n tamam› ilâhî kanunlara ve tabiî kadere tâbidir. İnsan ondan yararlanmaya çal›şacakt›r. İyiliklerden yararlanacak, kötülüklerden ise korunacak ve sak›nacakt›r.

Hiç kimse, hiçbir insan, sabah veya akşam›n oluşuna veya var olmas›na engel olamaz ama sabahtan ve akşamdan herkes yararlanabilir.

Kader, küllî iradedir. Kaza ise, icraatt›r. İnsan iradesi yani cüz'î irade işte burada ve bu merhalede devreye girer. Fonksiyonunu icra eder ve mesele de halledilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Dinden dönen öldürülüyor.

 

"V- ŞERİAT DEVLETİNDE DÜŞÜNCE, İNANÇ, VİCDAN ve DİN HÜRRİYETİ OLAMAYACAĞI KONUSUNDA

İslâm yazar ve düşünürleri İslâm'›n en geniş bir vicdan ve inanç ve din hürriyetine yer verdiğini ve bu konularda kişilere en büyük bir serbesti tan›d›ğ›n› söylerler...(s. 240)

Ona göre Kur'an'›n Bakara Suresi'nin 256 c› Ayetindeki "DİNDE ZORLAMA YOKTUR..." hükmünü ve yine Şura Suresi'nin 48 ci Ayetindeki "Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Biz seni onlara bekçi göndermedik, sana düşen sadece tebliğdir..." şeklindeki hükmünü ve yine...

Şüphesiz ki bütün bu belirtilen hükümlerde inanç ve din hürriyeti bak›m›ndan hoşgörü unsuru vard›r. Fakat şunu hat›rlamak gerekir ki bütün bu hükümler Muhammed'in henüz zay›f durumda bulunduğu devrelerde konmuş olan ayetlerdir...

Fakat ne zamanki güçlenmeğe ve taraftarlar›n›n artt›ğ›n› görmeye başlam›şt›r işte o andan itibaren o zoraki hoşgörü davran›şlar›na son vermiş ve din ad›na savaşlar›, cihad'lar› ve kafirlere karş› aman vermeden döğüşmeleri, onlar› dine zorlamalar›, dinden ayr›lanlar› öldürtmeleri birer Tanr› ve Peygamber emri olarak yerleştirmiştir...(s. 241)

İslâm peygamberinin nas›l din ad›na savaşlara giriştiği ve 27 def'a elinde k›l›nç bu savaşlara kat›ld›ğ›...

El Maverdi'nin "El-Ahkâm-Sultaniye" adl› yap›t›na şöyle bir göz atanlar dinden ayr›lanlar›n baş›na neler gelebileceğini kolayl›kla anlarlar. İslam'› terkeden, dinden ç›kan kişilerin (ister başka bir dine girsin, isterse putperest kals›n) öldürülmeleri gerektiği fikrini Şeriat hükümlerine dayanarak eleştiren Maverdi Muhammed'in bu konudaki amans›z emrini hat›rlat›r -"Tanr› elçisi... DİN DEĞİŞTİRENİ ÖLDÜRÜN" diye emretti der..."(s. 242)

 

DİNDE ZORLAMA YOKTUR

İRTİDAT MESELESİ VE ÖLDÜRME

 

Her şeyden önce şunu kesin olarak belirtmeliyiz ki, dinde zorlama yoktur. Arapçadaki ifade tahlil edildiğinde şu sonuçlar aç›kça ortaya ç›kar:

a) Hiç kimse bir dine girmeye ve o dinde kalmaya zorlanamaz. Her insan istediği dinde olabilir, inanacağ› ve mensubu olacağ› dini kendisi seçer; veya dinsiz de kalabilir. Bütün bunlara kendi cüz'î iradesi ile kendisi karar verir ve bu konuda başkalar› taraf›ndan zorlanamaz.

b) Herhangi bir dinin içinde olan kimse de, o dinin vecibelerini yerine getirmeye veya getirmemeye zorlanamaz. Bu konuda da tam bir hürriyet ve serbestlik vard›r.

c) Din, diğer devlet ve düzenin unsurlar› olan ilim, iktisat ve siyasete karş› da zor kullanamaz. İlim, iktisat ve idare/ siyaset de dine karş› zorlamalarda bulunamaz ve bask› uygulayamaz. Her kesim kendi alan›nda hürdür ve diğerlerinin zorlamalar›na muhatap olmaz.

Bunlar böyle olmakla birlikte, siyasette savaş ve öldürme vard›r. İslâmiyet'teki öldürme; 'dinden dönene' değil, 'düzene karş› gelene' uygulanan bir cezad›r. Bunu bucak başkanlar› uygularlar. Eğer bir kimse hukuk düzenini ve mevzuat›n› tan›yorsa, o kimseye mevzuatta gösterilen ceza uygulan›r. Hukuk düzenini tan›m›yorsa, oras›n› terketmek zorundad›r; hukuk düzenini tan›mad›ğ› halde oraya terketmezse sürülür; hatta yerine ve şartlar›na göre öldürülür.

İslâm düzeninde hapishane yoktur;

Sadece 'ev hapsi' vard›r.

Aşağ›daki hallerde kişinin korunmas› ortadan kalkar:

a) Başkan taraf›ndan davet edildiği halde duruşmaya gelmeyen,

b) Hakemlerin verdiği cezalar›n infaz›ndan kaçan,

c) Ev hapsi karar› verildiği halde evinden ç›kan,

d) Sürgün edildiği halde yine de bucağa dönen.

Bu hükümlerin hepsi de o bucak için sözkonusu olup, kişi başka bir bucağa geçtiğinde bu hükümler uygulanmaz.

D›ş güvenliği sağlama yükümlülüğü ve görevi devlete aittir. Devlet bu görevini muharip yani askerlerin ülkeyi korumalar› ve gerektiğinde savaşmalar› ile yerine getirir.

Baştan muharip olmayanlar, muharip olmak için zorlanamazlar. Ama bir defa muharip olduktan ve muharip s›n›f›na girdikten sonra bu s›n›ftan ayr›lmak, ancak ülkeyi terketmekle mümkündür. Terketmeyen kimseye, tekrar muharip s›n›fa dahil olmas› için telkinde bulunulur. Yap›lan bütün telkinlere rağmen muharip s›n›fa dönmeyi kabul etmezse ve bu arada ülkeden de ayr›lmam›şsa, öldürülür.

İslâmiyet'teki irtidat işte budur.

Geçmişte yani tarihte, 'din' ile 'düzen'i birbirinden ay›ramayan yöneticiler farkl› uygulamalar yapm›ş olabilirler. Bu yanl›ş anlay›ş ve uygulamalar İslâmiyet'i bağlamaz ve İslâm dini için de bir eksiklik değildir.

İslâmiyet, bütün insanl›ğ›n düzenidir.

Ona inanm›yanlar›n ve onu inkâr edenlerin varl›ğ› bu yüce dine bir eksiklik vermediği gibi; mensubu olduklar› halde yanl›ş veya eksik anlayanlar›n hatalar› da onu bağlamaz ve bir eksiklik de vermez.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Kişi kendi iradesiyle değil Tanr› iradesiyle yaşar.

 

"A- ŞERİAT DEVLETİN'de HÜRRİYET "İRADE HÜRRİYETİ" ANLAYIŞI:

İslâm'›n temel ve kutsal kitab› say›lan KUR'AN KİŞİ'nin kaderi'nin ve doğuştan önce ve sonra ki bütün yaşam ve davran›şlar›n›n Tanr› iradesiyle önceden belirlenmiş ve ayarlanm›ş olduğunu gösteren say›s›z hükümlerle doludur. Bunlardan bir kaç›n› örnek olarak verecek olursak:

al-Furkan Suresi'nin 2 ci Ayetinde: "...(Tanr›) herşeyi yaratm›şt›r. ...mukadderat› takdir etmiştir"

al-Muddass›r Suresi 30 cu Ayetinde: "...Allah dilediğini sapt›r›r ve dilediğini doğru yola sokar..." (Ayn› şekilde diğer baz› sure ve ayetler)

al-Takvir Suresi'nin 29 cu  Ayet'inde: "Ve isteyemezsiniz ...Allah istemedikce";

al-A'la Suresi'nin 3 cü Ayet'inde: "...(Allah) ölçüp biçti ve doğru yolu buldurdu".

Yasin Suresi 8-9 cu Ayetler'; "... Önlerine bir sed çektik, arkalar›na bir sed ve gözlerini bağlad›k da bu yüzden onlar görmezler"

Bakara Suresi 26 ci Ayeti; "O (Tanr›) bununla çoklar›n› şaş›rt›p azd›r›r, çoklar›n› da doğru yola getirir. Azd›r›p şaş›rtt›klar› kötü işler yapanlard›r."

Al-i İmran Suresi: "O (Tanr›) size daha analar›n›z›n karn›ndayken dilediği gibi şekil verdi"

al-İsra Suresi "(Tanr›) dilediğinin r›zk›n› genişletir, daralt›r,..."

Al-Nahl Suresi "... bir şeyin olmas›n› diledik mi ona ol deriz derhal olur"

Hud Suresi "... ve her şey apac›k kitapta tesbit edilmiştir."

Bütün bu ve bunlara daha eklenebilecek yüzlerce hükümlerden kolayl›kla anlamak mümkündür ki kişi kendi yaşam›n› kendi iradesi ile değil kendi iradesi d›ş›ndaki Tanr› iradesiyle düzenlemekte ve yaşamaktad›r.

Kişi için, Hürriyet eğer irade bağ›ms›zl›ğ› ve serbestisi ise, gerçek HÜRRİYET hali diye bir şey bahis konusu değildir. Kendi iradesi d›ş›ndaki Tanr› ve Peygamber emirlerine uymaktan başka yap›lacak bir şey yoktur kişi için (veya toplum için)..."(s. 242,243)

 

FURKAN SURESİ

1 - Alemlere uyar›c› olsun diye kulu (Muhammed)e furkan› (hakk› bât›ldan ay›rma ölçüsünü) indiren (Allah)›n hay›r ve bereketi pek çoktur!

2 - O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O'nundur, (O), bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağ› yoktur. Her şeyi yaratm›ş, ona bir düzen vermiş, mukadderat›n› (kaabiliyetlerini, özelliklerini) tayin etmiştir.

 

MÜDDESSİR SURESİ

30 - Üzerinde ondokuz (muhaf›z melek) vard›r.

31 - Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yapt›k. Onlar›n say›s›n› da inkâr edenler için bir imtihan k›ld›k ki kendilerine Kitab verilmiş olanlar iyice inans›n, inananlar›n îmân›n› art›rs›n. Kitab verilmiş olanlar ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastal›k bulunanlar ve kâfirler de: "Allah bu misâlle ne demek istedi?" desinler. Böylece Allah, dilediğini sap›kl›kta b›rak›r, dilediğini doğru yola iletir. Rabb'inin ordular›n› ancak kendisi bilir. Bu (Sekar, yahut cehennem muhaf›zlar›n›n say›s› veya bu sûre), insanlara bir tebliğdir.

 

YÂSİN SURESİ

8 - Biz, onlar›n boyunlar›na halkalar geçirdik. O halkalar, çenelere kadar dayanm›şt›r; onun için kafalar› yukar› kalk›kt›r.

9 - Önlerinden bir sed ve arkalar›ndan bir sed çektik de onlar› kapatt›k; art›k görmezler.

10 - Onlar› uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.

11 - Sen ancak zikre (Kur'ân'a) uyan ve görmeden Rahmân'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

 

İNANMAK VEYA İNANMAMAK NEYİ DEĞİŞTİRİR?

KİŞİ ALLAH'IN KADERİ İÇİNDE KENDİ KAZASINI ÇİZER

 

Konuyu anlay›p kavrayabilmek amac›yla, bir an için -baz›lar›n›n inand›ğ› gibi- Tanr›'y› yok farzedelim ve  O'nun yerine tabiat›n varl›ğ›n›, sosyal yap›n›n varl›ğ›n› koyal›m. İnsanoğlu da bu tabiat›n bir parças›, bu sosyal yap›n›n bir ferdidir. Bu insan, bu kişi, yine bu tabiat›n veya sosyal yap›n›n kanunlar›na göre yaşam›yor mu? İnanç değişikliği olunca sonuç itibariyle o fert için değişen nedir? Yani o insan›n kendi iradesi de o tabiî ve sosyal kanunlar›n sonucu değil midir?

Tanr›'ya ister inanal›m, ister inanmayal›m; biz ancak tabiî ve sosyal kanunlar içinde onlara uyduğumuz ve onlar› kulland›ğ›m›z nisbette hürüz. Elbise giyersek soğuktan korunuruz, yemek yersek açl›ğ›m›z› gideririz, tohum ekersek tah›l elde ederiz; çünkü 'tabiî kanunlar' böyle düzenlenmiştir. Adam öldürürsek, h›rs›zl›k yaparsak, anarşi ç›kar›rsak, toplum taraf›ndan cezaland›r›l›r›z; çünkü 'sosyal kanunlar' böyle hükmediyor. Bunlar›n böyle olmad›ğ›n› ve aksini kim iddia edebilir?

O halde aradaki fark nedir?

Tanr›'ya inanmayanlar, bu işlerin kendiliğinden ve kör bir kuvvet taraf›ndan yap›ld›ğ›n› söylüyorlar. Tanr›'ya inananlar ise, bütün bunlar›n şuurlu ve iradesi olan bir varl›k taraf›ndan yap›lmakta olduğunu söylüyorlar. Ama burada bizi ilgilendiren yönü aç›s›ndan, her iki taraf da bu 'tabiî ve sosyal kanunlar›' yani 'küllî iradeyi' kabul ediyorlar; her iki taraf da 'insan iradesini' yani 'cüz'î iradeyi' kabul ediyorlar.

Peki, bu aç›k olarak böyledir de, bütün bunlar›n sadece İslâmiyet'e has, inanç ve îmana özel gibi -hem de bir meziyet olduğu halde bir noksan gibi-gösterme gayreti neyin nesidir? Hem de dikkati çekecek ölçüde uluslararas› işbirliği ve dayan›şma organizasyonu çerçevesindeki bu sapt›rma çal›şmas› neyin nesidir? Tek cümle ile, hakk› inkâr ve gerçekleri gizleme, hakikatleri sapt›rma ve doğrular› değiştirme gayretkeşliğidir.

İşte 'îman' ile 'küfür' aras›ndaki fark da budur. İslâmiyet‘i ve şeriat› anlamayanlar›n, pozitif ilimleri ve sosyal kanunlar› anlayabilme yetenekleri de işte bu kadard›r.

İslâmiyet'e göre;

Kişi Allah'›n kaderi içinde kendi kazas›n› çizer.

Hattâ Kur'ân-› Kerîm'de 'eceli müsemma' ve 'eceli kaza' kavramlar› geçmektedir. Bugünkü teknikte buna 'nominal ömür' diyoruz.

Meselâ, teknolojide kullan›lan motorlardaki bir yatak 'on bin saat' kullan›l›r ve ondan sonra değiştirilmesi gerekir. Ama öyle zay›f veya kalitesiz yap›lm›ş yataklar vard›r ki 'bin saat' sonra dağ›l›r; veya sağlaml›ğ› sebebiyle 'yirmi bin saat' çal›şt›ğ› halde dağ›lmaz.

İnsan›n nominal ömrü 'yüz y›l'd›r. Ama insan 'bir yaş›nda' ölebileceği gibi 'yüz altm›ş y›l' yaşayan insanlar da vard›r. Allah'›n iradesi müsemmalardad›r, insan ise bunlardan bir k›sm›n› fiilî ecele dönüştürür.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Hürriyet, kendine özgü kanunlar› olmak ve

ona göre yaşamakt›r.

 

"B- ŞERİAT DEVLETİNDE HÜRRİYET kavram›n›n yokluğu konusunda-

Görüldüğü gibi, Şeriat ülkelerinde HÜR'lük ve HÜRRİYET kavramlar› demokrasi ortam›n› yaratacak nitelikler içerisinde bulunamamaktad›r. HÜR'lük sadece KÖLE olmama veya dünya zevklerinden ve nimetlerinden uzak kalma, din emirlerine ve hükümlerine uygun yaşama şeklinde anlaş›lm›şt›r. Yani kişiler için egemenliğin bir parças› olmak, irade izhar etmek, oy kullanmak, temsilcileri seçmek veya temsilci seçilmek, kanunlar›n yap›m›na kat›lmak, doğal haklara sahip olmak, ve bu doğal haklara sayg› göstermeyen iktidar› değiştirebilmek, ve daha doğrusu DEMOKRASİ dediğimiz rejimi yapan bu ve buna benzer hususlar, ki Bat› ülkelerinde HÜRRİYET olarak bilinir, Şeriat toplumlar›nda görülen ve uygulanan şeyler olmam›şt›r. Şeriat ülkelerinde bu anlamda HÜRRİYET diye bir şey hiçbir zaman, hattâ diyebiliriz ki XIX cu yüzy›l›n sonlar›na gelinceye kadar, kendisini göstermemiştir. Kişi'nin ve kişilerden kurulu TOPLUM'un kendine özgü bir iradesi ve bu iradenin ortaya vurabileceği (ve toplum yaşamlar›n› düzenleyecek nitelikte sayabileceği) kanunlar› bulunacağ› ve bu tür kanunlara göre yaşaman›n kişiler ve toplum için hürriyet say›lacağ› fikri Şeriat ülkelerinde ne ele al›nm›ş, ve ne de tart›ş›lm›şt›r. Bütün bunlara Şeriat ülkeleri yabanc› kalm›şlard›r.

VI- ŞERİAT ÜLKELERİNDE HÜRRİYET BİLİNCİ'nin ve ORTAMI'n›n OLMAYIŞI NEDENLERİ KONUSUNDA:

Denilebilir ki demokrasiye yatk›n, veya demokrasiyi yaratabilecek şekil ve yönü ile HÜRRİYET kavram› hiç bir devirde ve hiç bir İslâm ülkesinde ele al›nmam›ş ve işlenmemiştir. Bu nitelikteki bir hürriyet anlay›ş›n›n bilinci dahi var olmam›şt›r. Kişi'lerin veya toplumlar›n İRADE SERBESTİSİ, içinde KENDİ KENDİLERİNİ YÖNETMELERİ, veya AKIL ÜRÜNÜ KANUNLAR ÇERÇEVESİ İÇİNDE YAŞAMALARI, veya KİŞİLERİN KENDİ DOĞAL HAKLARINDAN YARARLANMALARI VE DEVLETİN BU HAK VE HÜRRİYETLERİ GÜVENLİK ALTINDA TUTMASI GEREKTİĞİ, VEYA TOPLUM İRADESİ ŞEKLİNDE ORTAYA ÇIKAN KANUNLARA GÖRE YAŞAMAlar› fikri doğmam›şt›r... Özgürlük (Hürriyet) konusunda bk. İ. Arsel, Anayasa Hukuku Demokrasi, (İstanbul 1968, sh. 122-132; sh. 248 ve d.)(s. 244)

Bir yabanc› yazar›n, L. Gardet'nin bu konuda vard›ğ› sonuç şudur: "İdeal İslâm devletinde özgürlük (hürriyet), öyle uğrunda ölünecek,... hayat verilecek, ve Tanr› suretinde yarat›lm›ş kişi haysiyeti duygusunu ilgilendirecek bir kavram olmam›şt›r." Bk. L. Gardet, La Cité Musulman, (Paris 1954, sh. 69)."(s. 245)

 

KİŞİ KENDİ KANUNLARINI YAPAR VEYA SEÇER

KİŞİ İÇTİHADLARI VE ANLAŞMALARI İLE İLZAM OLUNUR

 

Bizde halk aras›nda çokça kullan›lan bir deyiş vard›r, biri bir şey hakk›nda güzel bir söz söylediği zaman, 'Ceddine rahmet! Ne güzel söyledin!' derler. Biz de Arsel için burada ayn› deyimi kullanacağ›z; 'Ceddine rahmet Arsel! Ceddine rahmet! Ne güzel söyledin!' Söyledin de, her zamanki gibi yine ters söyledin. Bütün güzellik ve doğruluklar Bat› ülkelerine; bütün çirkinlik ve yanl›şl›klar da Şeriata ve İslâm ülkelerine! Nitekim burada da, kendi dünyan› yani Doğu dünyas›n› yerden yere vurup yermekten vazgeçmediğin gibi; her zaman olduğu üzere Bat› dünyas›n› göklere ç›karmaktan geri durmam›şs›n:

"İslâm ülkelerinnin en yüksek uygarl›ğa eriştiği söylenilen dönemlerinde bile İslâm'›n ünlü, ve büyük yazar ve düşünürleri aras›nda bu konulara eğilen ve bunlar›n tart›şmas›n› yapan, pek ç›kmam›şt›r.

Ünlü al-Hindi veya İbn Haz›m... İbn Durayd, as-Suli al-Vahidi (XI ci yüzy›l)...

XVI c› yüzy›lda Şemseddin al-Kuhistan›, Cami ar-Rumuz adl› eserinde "Hürriyet, dil bak›m›ndan, kar›şmam›ş, temiz.. Hukukî bak›mdan bir tür hukukî özlük, yani bir kimsenin bir başkas› taraf›ndan yap›lan iddia ve iftiralardan ar›nm›ş hali... ayni zamanda Köleliğin z›dd› olarak anlam taş›r" der. (Bu pasaj Frans Rosenthal'den naklen, The Moslem of Freedom Prior to the XIX th Century, Leiden 1960, sh. 27) (s. 245, 246)

İbn Arabi, Futuhat adl› yap›t›nda: "...özgürlük demek kişi'nin sadece Tanr›'ya köle olmas›... demektir" der...

al-Farabi, Kitab as-Siyasah al Medeniyah adl› yap›t›nda, çeşitli hükümet sistemleri konusunda görüşler belirtirken eşitlik esas›na dayanan bir devlet sisteminden bahseder. Halk özgürdür ve kendi dileğine göre yaşamaktad›r; diledikleri kişiyi kendilerine lider yaparlar, kendilerine en fazla özgürlük vaad eden kişiyi lider seçerler; hükümet ve iktidar sadece halk›n iradesine dayan›r; ve işte bu sistem, ideale en yak›n olan devlet ve hükümet sistemidir. Kişiler için siyasal haklar ve özgürlükler bahis konusudur böyle bir devlette ve böyle bir devlet en fazla mutlu k›lan bir kuruluş demektir.

İbn Rüşd, biraz daha az cesaret göstererek demokratik say›labilecek sistemlerin ve özgürlüklerin denemesine şöyle bir değinmiştir. (Bu konularda bk. F. Rosenthal, a.g.e., sh. 100-5).

Şeriat devleti sisteminde Demokrasi rejimine yönelişi sağlayacak nitelikte HÜRRİYET kavram› olmam›şt›r çünkü Şeriat zihniyeti kişi iradesini s›f›ra indiren...(s. 246)

Fakat Şeriat gerçek anlamda HÜR iradeye ve Hür düşünce yaşamlar›na karş› dikilmiş ve bu kavramlar›n ne tart›ş›lmas›na ve ne de bilinmesine f›rsat b›rakmam›şt›r..."(s. 247)

Bu al›nt›larda ve sat›rlarda müsbet diyebileceğimiz baz› itiraflar olsa ve koksa bile, genelde yazar taraf›ndan al›ş›lageldiği üzere süregelen sald›r› ve sapt›rmalar devam ediyor. Bat›l› bir yazar sözkonusu olunca ise insaf ve itibar sonuna kadar var! Bat›l› literatür ve kaynaklar›n zenginliği yan›nda, İslâm yazar ve kaynaklar›n›n da sürekli olarak Bat›l› kaynaklardan ve Bat›l› telaffuz ve yaz›l›ş şekliyle aktar›lmas›, son derece dikkat çekici! Arsel'in 850 sayfal›k kitab›n›n baş›ndan sonuna kadar bu durum hep böyle! Acep nedendir ve bu kadar zengin kaynak neredendir?!.

Ama bu da iyi hem de çok iyi oluyor. Biz böylece bir taraftan Bat› düşünceli yerlilerimize reddiye yazarken; diğer taraftan birkaç as›rda oluşmuş olan İslâm karş›t› Bat›l› literatüre de reddiye yazm›ş oluyoruz. Dolay›s›yla bir taşla iki kuş vurmuş oluyoruz. Bu hizmetinden ve vesile oluşundan dolay› da yazara teşekkür borçluyuz!

"Bir yabanc› yazar›n, L. Gardet'nin bu konuda vard›ğ› sonuç şudur: "İdeal İslâm devletinde özgürlük (hürriyet), öyle uğrunda ölünecek,... hayat verilecek, ve Tanr› suretinde yarat›lm›ş kişi haysiyeti duygusunu ilgilendirecek bir kavram olmam›şt›r." (L. Gardet, La Cité Musulman, Paris 1954, sh. 69)" (s. 245)

Her zaman ve her yerde olduğu gibi burada da doğrusunu yine biz söyleyelim.

İşte bu tan›mlad›ğ›n şey İslâmiyet'tir; İslâmiyet'in ta kendisidir. İslâm düzeninden başka hiçbir düzende de kâmil anlamda bunlar yoktur. Bugüne kadar olmad›ğ› gibi bundan sonra da olmayacakt›r. Olmas› da mümkün değildir.

İslâm düzeninde;

a) Kişi 'kendi içtihadlar›' ile kendisinin yaşad›ğ› kanunlar› koyar ve bu kanunlara göre yaşar.

b) Toplu yaşayan insanlar da kendi kanunlar›n› 'ittifakla' ortaya koyarlar ve bu kanunlara göre yaşarlar.

Kişiler tek başlar›na kendi meseleleri ile ilgili bütün kanunlar› haz›rlayamad›klar› için 'mezhepler' oluşmuştur. Kişi bu mezheplerden istediğine kat›lmakla, kendi kanunlar›n› kendisi yapmam›ş olsa bile kendi kanunlar›n› kendisi seçebilme hakk›na ve seçeneğine sahiptir. Evet, İslâm düzeninde kişi yaln›z kendisinin irade-i cüz'iyesi ile beğenip seçtiği kanunlarla ilzam olunur. İşte bu kanunlar›n; tek tip olmay›p çok olmas› ve kişilerin tercih yapabilme imkânlar›n›n bulunmas›, güçleri yetiyorsa kendilerinin de içtihad yapabilmesi, bucak kurabilmesi, kişinin kendi kanunlar› ile yaşamas› demektir.

İslâm düzeninden başka hangi dünya düzeninde bu sadelik, bu gerçekçilik, bu hürriyet, bu demokrasi, bu insan haklar›, bu kat›l›m ve buna benzer sayabileceğimiz daha nice hususlar vard›r? Biz rahatl›kla iddia ediyoruz ki yoktur. Olmas› da mümkün değildir. Çünkü ak›l ve nakile dayanan tek dünya sistemi bu sistemdir. Diğer bütün dünya düzenleri tek yönlüdür ve bu yüzden de eksiktir.

İslâm düzeninde;

Kişi kendi içtihadlar› ve anlaşmalar› ile ilzam olunur.

Topluluğun bir kimseyi ancak;

O topluluktan ç›karabilme müeyyidesi vard›r.

Başka hiç bir şekilde hiç kimsenin hürriyetine dokunulamaz.

Sadece savaş durumu bu durumdan müstesnad›r.

Sözlerinde durmayanlara karş› savaş meşrudur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriata uyma köleliktir.

 

"VII- Köleliği hürriyet niteliğinde gösterme al›şkanl›ğ›

Beşer iradesi d›ş›nda yerleşmiş olan ve beşer iradesinin değiştirilemeyeceği nitelikteki kurallara uyma geleneği köleliği hürriyet şeklinde kabul etme al›şkanl›ğ›n› doğurur. Bu görüş Orta çağ karanl›klar›nda Spinoza'n›n belirttiği bir görüş olmuştur. Ona göre kişi veya toplumlar için dünya işlerinin görülmesinde doğmalara ve kutsal nitelikte say›lan değişmez kurallara uyma geleneği kadar sak›ncal› bir şey yoktur. Eğer kişi , her davran›ş› itibariyle kendi hür düşüncesi ve iradesi d›ş›ndaki emirlere mutlak itaat içinde bulunacak olur ve bütün yaşant›lar›n› buna göre ayarlama zorunluğunda kalacak olursa bu takdirde öylesine bilinçsiz bir itaat al›şkanl›ğ›na saplan›r ki onun için art›k her şeye körü körüne itaat bir tür hürriyet anlam›na gelir. Hürriyeti itaat'de bulur...(s. 247)

"Daha başka bir deyimle onlar›n bütün yaşamlar› bitmeyen bir itaat uygulamas› şeklinde idi. Bundan dolay›d›r ki itaat onlar için ikinci bir tabiat haline gelmiştir ve itaat etmeyi kölelik şeklinde değil ve fakat hürriyet şeklinde görür olmuştur." Bk. B. de Spinoza, The Political Works, (Oxford University Press 1958, sh. 179).

Denebilir ki ayni al›şkanl›k ve gelenek İslâm toplumlar› ve insanlar› için de böyle olmuştur..."(s. 248)

 

HER DEVLETİN BİR MEVZUATI VARDIR

YASAK VE HÜRRİYETLER KISAS İLEDİR

 

Her devletin bir mevzuat› vard›r.

Totaliter düzenlerde bu mevzuat tek tip olduğu için buna 'kanun'; demokratik düzenlerde ise mevzuat çeşitli ve seçmeli olduğu için 'şeriat' diyoruz. Kişi, topluluğun içine girmekle bu mevzuat›n sağlad›ğ› haklardan yararlan›r ve kendisi de bu mevzuata uymakla yükümlü olur. Böylece o kişinin haklar› kamu taraf›ndan güvence alt›na al›nm›ş olur. Kişi bu mevzuata uymazsa veya uymay› reddederse, bu haklardan yararlanma hakk›n› da kaybeder. Bu durum sadece İslâm düzeninde değil, bütün dünya düzenlerinde böyledir.

Hürriyet, kişinin davran›şlar›n›n topluluk taraf›ndan güvence alt›na al›nmas›d›r. Yoksa insan zaten serbesttir. Sağ olduğu sürece hiç kimse onun serbestliğini ve hürriyetini k›samaz. Ayn› şekilde karş› taraf da serbest ve hür olur. Mevzuat olmaz ve o mevzuata uyulmazsa, devlet olmaz anarşi olur. Yenen yenene gider, kişinin yapt›ğ› yan›na kâr kal›r, adalet olmaz. Oysa taraflar mevzuata uymakla savaşmadan serbestliği ve hürriyeti elde etmiş olurlar.

O halde hürriyet, önce mevzuat içinde elde edilebilir ve sözkonusu bu hürriyetten yararlanmak için de mevzuata uymak gerekir. Mevzuata uymayanlara k›sas hükümleri uygulan›r. Başkas›na hürriyet tan›mayana hürriyet tan›nmaz. Bu mümkün değildir.

İslâmiyet'e göre;

Haramlar k›sas iledir, hürriyetler k›sas iledir.

Yani bir haktan yararlanmak için o hakka sayg›l› olmak gerekir. Bize yap›lmas›n› istemediğimizi biz de başkas›na yapmamal›y›z. Bundan başka ve farkl› bir düzen şekli ancak totaliter rejimlerde vard›r.

İslâm düzeninde;

İsteyene istediği muamele yap›l›r. Kişi mezhebini ve sitesini değiştirme hürriyetine sahip olduğu için şeriata uymak kesinlikle kölelik değildir. Ama merkezî tek tip totaliter yönetimlerde bu değiştirme hakk› olmad›ğ› için oradaki kanunlara uymak gerçekten de köleliktir.

Ancak İslâmiyet, bir ülkeden hicret edilmedikçe o ülkenin kanunlar›na uyulmas› gerektiğini emreder. Hürriyet, savaşta değil hicrette aranmal›d›r. Hicret hakk› için savaş›labilir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te Allah'a kul olmak hür olmak demektir.

 

"KÖLELİKTE HÜRRİYET, ve HÜRRİYET'DE KÖLELİK. (-el-Maverdi)

Fakat diğer baz› İslâm hukukçular›na göre HÜRRİYET yukardaki görüşe paralel ve fakat biraz farkl› bir anlat›şla, KÖLELİK ile (Tanr›'ya kölelikle) var olabilmektedir. Örneğin X ve XI ci yüzy›l hukukçular›ndan Maverdi'ye göre kişi için Tanr›'n›n kölesi, kulu durumunda olma olanağ› asl›nda kişi'yi hür k›lmaktad›r...(s. 248)

"El-Ahkam-› es-Sultaniye" adl› ünlü eserinde Maverdi: "Bu metafizik KÖLELİK, kişi'lerin yeryüzü dünyas›ndaki mutlak hürriyetlerinin nedeni ve teminat›d›r. Gerçekten de KÖLE olma bilinci içerisinde kişiler Tanr›'ya karş› baz› yükümleri ve örneğin ona iman besleme ve tapma yükümünü kabullenmişlerdir. Bu yükümleri yerine getirmek baz› mükafatlar› gerektirirken bunlar›n ihmal edilmesi cezaland›r›lmay› gerektirir. (Söylemeye hacet yoktur ki) mükafatland›r›lma ve cezaland›r›lma keyfiyeti r›za ile yap›lan işlerde bahis konusudur. İnsan›n (kişilerin) gösterdiği sayg›ya karş›l›k Tanr› ona her şeyden önce ak›l ve hür davran›ş nimetleri bağ›şlam›şt›r" der. (Bu pasaj için bk. El-Mawerdi, El-Ahkam es-Soultania, Traité du Droit Public Müsulman, Arapça'dan Frans›zca'ya çeviri L. Ostorog taraf›ndan, Paris 1906, Tome I, sh. 63)."(s. 249)

 

HUKUK DEVLETİNDE MEVZUATA GÖRE YÖNETİM

İSLÂM'DA TANRI TANRI'DIR KUL DA KULDUR

 

Kişi tek baş›na yaşayamaz, bir topluluk içinde yaşamak zorundad›r. Topluluk olmak ise birtak›m kurallar›n varl›ğ›n› gerektirir ki, bu kurallar bütününe de 'mevzuat' diyoruz. Topluluklar›n bir k›sm› mevzuata göre yönetilir ki, böyle yönetilen topluluklara 'hukuk devleti' diyoruz.

Bir k›s›m topluluklar da kişilerin keyfî iradeleriyle yönetilirler ki, böyle yönetilen topluluklar›n yönetim şekline 'keyfî yönetim' veya 'polis rejimi' diyoruz. Her şeyden önce mevzuata göre  yönetilmek demek, yöneticilere karş› hür olmak demektir. Sonra tek tip kanunlarla değil de değişik tip sözleşmelerden seçtiklerinizle yönetilmek demek, mevzuat› vazedenlerin kölesi olmaktan kurtulmak demektir; dolay›s›yla bu sistem sayesinde insan›n insana köle olmamas› demektir.

Demek ki, insan toplu olarak insanlarla yaşad›kça -yazar›n deyimiyleinsan birşeylere köle olmak durumundad›r. Ancak sözkonusu olan bu kölelik ya topluluktaki başka fertlere olur veya topluluğa yani Allah'a olur. Çünkü Allah, dünyadaki kendi yönetme haklar›n› O'nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğa b›rakm›şt›r. Bu durumda insan başkalar›n›n ve diğer fertlerin kölesi olamaz; olmamal›d›r. Sadece Allah'a kulluk kişiyi diğer insanlara karş› hür k›lar.

Hiç kimsenin kölesi olmayacaklar›n› iddia edenler, asl›nda kendilerinin Tanr› olduklar›n› iddia ediyorlar. Halbuki bu kâinat›n/ evrenin düzeni böyle kurulmuştur. Öyleyse bu kâinat› terketsinler, kendileri Tanr› olma iddias›nda olduklar›na göre kendilerine yeni bir kâinat varetsinler ve orada hükümferma olsunlar. Başkalar›n› yani baz› insanlar› ilâh edinenlere söyleyeceğimiz şudur: O halde bu evrende, bu insanlar aras›nda, bu dünyada, bu ülkede ne ar›yorsunuz? Bütün bunlar Allah taraf›ndan yarat›lm›şt›r. Bütün bu varl›klar› terkedip b›rak›n da gerçekten gücünüz yetiyorsa bunlar›n benzerini siz halkedin/ yarat›n ve dilediğiniz gibi oraya hükmedin!..

İslâmiyet'te;

Her şey olduğu gibi gösterilir. Her şey yerli yerindedir. Kul tanr›laşt›r›lmad›ğ› gibi Tanr› da kul yap›lmaz.

İslâmiyet'e göre;

Tanr› Tanr›'d›r ve kul da kuldur. Allah'a kulluk etmeyen kula kulluk eder. Çünkü hiçbir insan kul olmadan yani topluluk içinde gerekli olan vecibeleri yerine getirmeden yaşayamaz. Yaşamas› mümkün değildir.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre,

Kölelik, kişinin kendi iradesi d›ş›na zorlanmas›d›r.

 

"Maverdi'nin yan›ld›ğ› nokta.

Her ne kadar Maverdi'nin mant›ğ›na kan›p Tanr›'ya (ve Şeriat'a) itaat etme ve etmeme serbestisi'nin sanki kişi'yi HÜR İRADE'ye sahip olma şekline soktuğunu sanmak mümkün ise da bu mant›ğ›n oldukça hatal› yönlerini ortaya vurmak zor değildir. Bir kere Şeriat'da KİŞİ'nin Tanr›'ya itaat etme veya etmeme serbestisi, san›ld›ğ› gibi, var değildir. Tanr› emirlerine (Kur'an veya Hadis) riayet etmeme halinde kişi'nin sadece Tanr› taraf›ndan cezaland›r›lmas› ya da mükâfatland›r›lmas› bahis konusu değildir. Kendi iradesinin ürünü olmayan Tanr› emirlerine ve düzenine uymad›ğ› veya buna ayk›r› davrand›ğ› zaman kişi'nin yaşad›ğ› toplum ve (Devlet) taraf›ndan cezaland›r›lmas› görülmeyen şeylerden değildir. Örneğin dinden ç›kma hali, veya Tevbe Suresi'nin 5 ci ayeti gereğince "Müşrikleri nerede görürsen öldür" hükmünce yok edilme hali v.s. gibi.

Bundan başka hür olma halini tan›mlama bak›m›ndan Maverdi'nin hareket ettiği nokta dahi yanl›şt›r. Zira hürriyet toplum'un hür iradeye sahip olarak kural koyma serbestisi kişi'nin bu iradeye kat›labilmesi, ve bu yoldan ortaya ç›kan kurallara (Kanunlara) itaat etme veya etmeme serbestisidir. Kişi kendi iradesi d›ş›ndaki ve kendi iradesinin dahli olmadan konmuş bulunan kurallara riayet etmek veya etmemekle hür olmuş say›lmaz. Kendi iradesi d›ş›ndaki bir iradeye uyduğu takdirde kişi için ancak kölelikten bahsedilebilir. Ve işte Maverdi'nin (ve onun gubu düşünenlerin) yan›ld›klar› nokta da Kölelikte hürriyeti tan›mlamak şeklinde belirmektedir."(s. 249)

 

KİŞİNİN KENDİ İRADESİ DIŞINA ZORLANMASI KÖLELİKTİR

KİŞİ İRADESİNİ SADECE ALLAH İRADESİ KISITLAR

 

Evet, kölelik, kişinin kendi iradesi d›ş›na zorlanmas›d›r. Bir kimse, diğer bir kimsenin kişisel takdirlerine göre hareket etmek zorunda kal›yorsa, bu köleliktir. Bir kimse, kendisinin kabul ettiği anlaşmalar d›ş›nda işler yapmaya zorlan›yorsa, bu köleliktir.

Yeryüzünde sadece ve sadece İslâmiyet bu köleliği kald›rm›şt›r. Herkes kendi içtihad›na veya kendisinin seçtiği müçtehidin içtihad›na göre hareket etmekle yükümlüdür. Herkes kendi kurduğu veya kendisinin seçtiği kurucunun kurduğu kente dahil olup, oradaki kurallara göre hareket etmek zorundad›r. İstediği zaman müçtehidini veya mezhebini, semtini veya kentini değiştirme hürriyetine sahiptir. İşte gerçek hürriyet de budur ve bu kölelik değildir.

Yeryüzünde insanoğluna bu imkânlar› sağlayan başka bir sistem de yoktur. Bu sistem ak›l ile bulunmuş olsa da yine İslâmiyet'tir; çünkü İslâmiyet bu sistemin ak›l yoluyla da bulunabileceğini bizlere haber vermekte ve söylemektedir.

İslâmiyet'e göre;

Kişinin iradesini ancak Allah'›n iradesi k›s›tlayabilir.

Allah'›n iradesi de toplulukta tezahür eder.

Kişinin iradesini başkas›n›n iradesine tabi k›lmak yasak ve haramd›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Nam›k Kemal ve Ziya Paşa'lara göre,

insan›n yapt›ğ› kanunlara uymak köleliktir.

 

"VIII- OSMANLI DEVLETİNDE ÖZGÜRLÜK KAVRAMI, Gerçek anlamiyle, HİÇ BİR ZAMAN var OLMAMIŞTIR.

Osmanl› devletinde, t›pk› diğer bütün Şeriat devletlerinde olduğu gibi özgürlük deyimi ve kavram›, biraz yukar›da belirttiğimiz nitelikleriyle, hiç bir zaman bilinmemiş ve uygulanmam›şt›r. Osmanl› devleti, t›pk› kendinden önceki Şeriat devletleri gibi kişi'nin ÖZGÜR OLAMAYACAĞI ZİHNİYETİNE miras oturmuştur. Şeriat eğitimi içerisinde erimiş beyinlerden demokrasiye imkân yaratacak bir kişi özgürlüğü gelişmesini beklemek kolay olmazd›...

Hürriyet aş›ğ› diye bildiğimiz ve adeta tapar olduğumuz ve hani gençliğimizde "Ne efsunkâr imişsin ah ey didar› HÜRRİYET" şeklindeki m›sralar›n› hayranl›klarla ezberlediğimiz Nam›k Kemal'ler, ve yine onun kadar hür fikirli sand›ğ›m›z Ziya Paşa'lar, ve diğerleri asl›nda gerçek hürriyetin ne olduğundan habersiz kimselerdi...(s. 250)

İlerde de göreceğimiz gibi KİŞİ'nin ve KİŞİLERDEN OLUŞAN TOPLUM'un kendi yaşamlar›n› kendi yapacaklar› kanunlara göre (insan yap›s› kanunlara) göre düzenlemeleri olanağ›n›n HÜRRİYET olduğu fikrini ilk kez ATATÜRK getirmiş olacakt›r."(s. 251)

 

BAŞKASININ YAPTIĞI KANUNLARA UYMAK KÖLELİKTİR;

KENDİ YAPTIĞI KANUNLARA UYMAK HÜRRİYETTİR.

 

Evet doğru, bir insan kendi beğenisi ve hür iradesi ile kabulü d›ş›nda, başka bir insan›n yapt›ğ› kanunlara uyarsa veya uymak zorunda kal›rsa; köle olur ve bu durum köleliktir. Ama insan›n bizzat kendisine, kendi yapt›ğ› içtihadlara, dolay›s›yla kendi yapt›ğ› kanunlara uymas›; gerçek hürriyettir.

Yaşamakta olduğumuz canl› bir örnek olarak 'ekseriyet sistemi'ni ele al›p inceleyelim.

Meselâ, ekseriyet sistemine göre mecliste bir kanun maddesi kabul edildi. Bu kanun maddesinin yar›s› için o insan›n temsilcisi milletvekili vas›tas›yla kendi yapt›ğ› kanun desek bile; o insan kanun maddesinin diğer yar›s›na köle olmaktad›r. Kald› ki kendi yapt›ğ› yani temsilcisi vas›tas› ile yapt›ğ› bu kanunu da art›k kendisi değiştiremiyor. Buna hakk› yoktur! Art›k o kanunu ancak başka bir ekseriyet değiştirebilecektir. Bu nas›l demokrasi, bu nas›l hürriyet, bu nas›l 'kay›ts›z şarts›z millet hakimiyeti'dir?!.

Bu durumda, ekseriyet kanunlar›na uymak köleliktir.

Oysa şeriat düzeninde, kişi kendi kanununu kendisi yap›yor ve bu kanunu istediği zaman da değiştirebiliyor.

İşte gerçek hürriyetin zirve noktas› budur.

İslâmiyet'e göre; Allah'tan başka Tanr› yoktur.

Şeriat yapmak Tanr›'ya aittir derken, işte bu gerçek ifade edilmek istenmektedir. Anlaşma ve sözleşme d›ş›nda bir insan diğer insana tahakküm edemez. Mezhep ve site değiştirmesine engel olamaz. Hiç kimse kendi kendisini de köle yapamaz yani iradesini veya hürriyetini başkas›na devredemez; etse bile bu devretme geçersizdir ve her zaman geri alabilir. Hiç kimse, k›smî olarak da olsa kendisini başkas›na köle yapamaz; yapsa da geçersizdir.

Oysa biz tek bir meclisin ekseriyetine dört-beş sene köle oluyoruz! Çoğu zaman da onlarca y›l önce karara bağlanm›ş olan kanunlara yani çok eskimiş olan ekseriyetlerin kölesi! Ne hikmetse, bir daha ikinci bir ekseriyet elde edip o köhnemiş kanun veya anayasa maddelerini yani ekseriyet kararlar›n› da bir türlü değiştiremiyoruz! Değiştiremiyoruz ve bu değiştirememe köleliğinin ad› da 'demokrasi' oluyor! Ak›lc›l›k oluyor! Hürriyet oluyor!..

İlhan Arsel, burada özellikle Nam›k Kemal ve Ziya Paşa'dan söz etmiş. Onlar›n anlay›ş›n› özetlemiş. Okuyucu için ilginç olacağ› düşüncesiyle, yine yazar›n kaleminden bu düşünürlerimizin görüşlerini aynen aktaral›m:

"Onlar (Nam›k Kemal, Ziya Paşa ve diğerleri) için HÜRRİYET, kişi'nin ve toplumun İKTİDARA sahip olarak KANUN'lar yapmas› ve bu kanunlara göre yaşamlar›n› düzenlemesi değildi; bilakis kişi'nin ve toplumun "beşer iradesi d›ş›" yollarla yerleşmiş ve çoğu zaman HÜR AKLA AYKIRI SAYILABİLECEK hükümlere yani ŞERİAT'a körü körüne itaat etmesiydi: "...Ben hür kişi olarak doğdum. O halde neden ...beni köle haline getiren davran›şlar›n hukukiliğini benimseyeyim? ...Şeriat'›n değişmez oluşunu düşünecek olursak neden ben haklar›m› her zaman için değişebilir olan insan yap›s› kurallara dayatay›m" derdi...

Ancak Tanr› ve Peygamber kanunlar› sayesinde Müslüman toplumlar› ve kişiler hürriyet içerisinde yaşayabilirlerdi. Ancak Şeriat kanunlar›d›r ki kişiye ve toplumlara akla uygun, ahlâka uygun yaşam› öğretebilirdi. Görevlerimizin ve gerçek haklar›m›z›n ne olduğunu ancak bu ilâhî kanunlar sayesinde anlayabilirdik. Faziletin ve musibetin, kötülüğün, ne olduğunu ancak bu kanunlar bize bildirebilirdi.

Evet Nam›k Kemal'e göre KİŞİ, insan akl› d›ş›nda yerleşmiş ilâhî kanunlara boyun eğmekle en mutlu, faziletli ve hür say›labilecek bir yaşama kavuşabilirdi. Onun zihniyetine göre kişi veya TOPLUM hem kendi AKIL ve İRADESİ d›ş›ndaki hükümlere itaat etmek ve hem de böylece HÜR olmak durumunda idi. İlâhî kanunlar›n (Tanr› emirlerinin ve Peygamber hükümlerinin) varl›ğ›n›n nedeni KİŞİ'nin en doğru, en âdil, en faziletli, en ahlâki ve en iyi olan şeyleri bulma yeteneğinden yoksun olmas›yd›. Eğer kişi için için beşer iradesi ve akl› ve zekâs› ile konulacak hükümlere ve emirlere göre en uygun şekilde (en doğru en ahlâkî, v.s...) yaşamak mümkün olsa idi, veya doğruyu, ve iyiyi, ve ahlâkî olmayan şeyleri, "Doğru", ve "iyi" ve "ahlâkî", v.s.den ay›rmak ve buna göre davranmak olanağ› bulunsayd› bu takdirde ilâhî emirlere gerek kalmazd› ve Tanr› bu hükümleri indirmezdi. Fakat kişi'nin aklen zay›f olduğunu bildiği içindir ki Tanr› ona, onun mutlaka uymas› gereken düzeni indirmiştir.

Ziya Paşa da, t›pk› Nam›k Kemal gibi, hürriyeti ŞERİAT kanunlar›n›n varl›ğ›yle tan›mlar ve Şeriat d›ş›na ç›kmay› hürriyetsizlik şeklinde al›r. Onun anlay›ş›na göre insan yap›s› kanunlar dairesinde davran›ş serbestisi ve yurttaşlar›n kamu iktidar›na kat›lmas› ve ŞERİAT DIŞINDA kendi devlet yaşamlar›n› düzenlemeleri, v.s.. gibi hususlar kişi'nin hayr›na olan şeyler değildir. Nitekim Şeriat d›ş› kanunlar ç›kar›lm›ş ve uygulanm›ş olmas› büyük hata idi."(s. 250,251)

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanl›larda saltanat tart›ş›lmam›şt›r.

 

"XIX cu yüzy›l›n sonunda bile gerçek demokrasi mücadelesi yok. Saltanat ve Padişahl›k sistemine karş› husumet yok. BÜROKRASİYE KARŞI VAR.

Tanzimat ve sonras› döneminde GENÇ TÜRK'lerin (Yeni Osmanl›lar›n) mücadelesi SALTANAT ve Monarşi sistemine veya egemenliğin uhrevi niteliğine (Tanr›'dan gelmiş olmas›na) karş› değil, fakat kötü idare sistemine, bürokrasiye karş› olmuştur. Padişah›n kişiliğine nadiren hücum ederler ve fakat Padişahl›k mevkiine, Saltanat sistemine asla dokunmak istemezlerdi. Aksine Saltanat sistemine karş› büyük bir bağl›l›k ve sayg› gösterirlerdi. Bk. Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought A Study in the Modernization of Turkish Political İdeas, (Princeton University Press 1962, sh. 108,119).(s. 251)

"Egemenlik kay›ts›z şarts›z millet iradesi olarak ortaya ç›ks›n" veya "Cumhuriyet rejimine gidilsin" şeklinde bir iddialar› yoktu ve ak›llar›ndan böyle bir şey de geçirmemişlerdi. Onlar›n görüşüne göre Padişahl›k sistemi iyi, Padişah yurtsever ve yurt ç›karlar›na yap›lmas› istenilenleri yapmaktan kaç›nmaz bir kimse idi.

Nam›k Kemal'in bile "Bugüne kadar Padişah kendisinden memleket yarar›na olarak yap›lmas› istenilen hiç bir şeyi red etmemiştir" dediği nakledilir. Bu konuda bk. Şerif Mardin, a.g.e., sh. 108..."(s. 252)

 

KURULU DÜZEN İÇİNDE TARTIŞMA YAPILAMAZ

ANCAK MÜSBET YÖNDE TARTIŞMA YAPILABİLİR

 

İslâmiyet'e göre;

Kurulu bir düzen içinde yaşan›rken,

O düzen hakk›nda tart›şma yap›lmaz.

Meselâ, bizler şimdi cumhuriyeti ve onun değişmez vas›flar› olan demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olma özelliklerini tart›şm›yoruz. Türklerin bu ülke üzerindeki hakimiyetlerini tart›şm›yoruz. Bu cumhuriyetin ve devletin kurucusu olan Mustafa Kemal'e hakaret etmiyoruz. Devlet başkan›m›za sayg› gösteriyor ve kesinlikle küfretmiyoruz. Burada s›ralamaya gerek görmediğimiz, bunlara benzer daha nice durumlara ve değerlere sayg›m›z sonsuzdur.

Peki, neden böyle yap›yoruz? Çünkü bunlar› yapmad›ğ›m›zda veya aksini yapt›ğ›m›zda. devletimiz y›k›l›r. Devlet y›k›l›nca, bizler de ayn› devletin vatandaş› olduğumuza, ayn› gemide bulunduğumuza göre, biz de y›k›l›r ve boğuluruz. Bu durum, sadece bizim ülkemiz için değil her ülke ve devlet için böyledir. Sosyalist ülkelerde de o rejim ve sistem tart›ş›lmaz. Kapitalizmle yönetilen ülkelerde de rejim tart›ş›lmaz. Osmanl›larda da saltanat tart›ş›lmam›şt›r. Tart›ş›lsayd›, çok yaşamaz, alt› as›r devam edemez ve erken y›k›l›rd›. Nitekim devletin son dönemindeki y›llarda tart›ş›lmaya başland›ğ› anda imparatorluk çok k›sa zamanda paramparça olup y›k›lm›şt›r.

Mustafa Kemal bile, ülkeyi kurtarmadan ve yeni devleti kurmadan tart›ş›lmas›n› uygun görmemiştir; bir bak›ma böyle davrand›ğ› için de başar›l› olabilmiştir. Günü gelince saltanat› kald›rd›, sonra tart›şma konusu yapt›.

İslâmiyet'e göre;

Bir devlet içinde yaş›yorsan›z o devletin varl›ğ›na zarar veren tart›şmalar yapamazs›n›z. Tart›şma yap›lacaksa bu tart›şmalar, o devleti güçlendirme ve iyileştirme istikametinde olmal›d›r.

Şayet bunun yap›lmas› uygun görülmüyorsa, o ülke ve devlet terkedilmelidir. Terkedilmeden o ülke yönetiminin olumsuz tart›şmas› yap›lamaz. Gemi terkedilmeden, geminin bat›r›lmas› düşünülemez. Bat›r›lmas› veya bat›r›lmaya çal›ş›lmas›, akla ve mant›ğa ayk›r›d›r. Dolay›s›yla devlet varken rejim tart›şmas› yap›lmaz.

Bundan dolay›d›r ki İslâm devletleri tarihi boyunca Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanl› dönemlerinde devlet yap›lanmas› saltanata dayal› olarak İslâm düzenine ayk›r› olup gayrimeşru olduğu halde, bu konu hiçbir zaman tart›şma konusu yap›lmam›şt›r.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ALTINCI KONU

 

 

 

 

 

 

 

ŞERİAT DÜZENİNDE

DEMOKRATİK GELİŞMENİN OLAMAYACAĞI

 

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Bernard Lewis'in görüşünün aksine

İslâmiyet ›rk ay›r›m›n› kald›rmam›şt›r.

 

"I - ŞERİAT'›n EŞİTLİK esas›na yer verdiği iddias›:

Genellikle san›l›r ki İslâm EŞİTLİK esas›na yer veren bir din'dir ve "...Soy, boy davas›n›, ›rk ayr›m›n› kald›rm›ş, insan eşitliğini sağlam›şt›r." (Prof. A. Gölp›narl›)

Hemen bütün Müslüman yazarlar›n ve bazan da yabanc› düşünürlerin bilinçli ya da yar› bilinçli ve nihayet bilinçsiz olarak savunduklar› bu görüşün dayanaklar› bazan Kur'an hükümleridir, bazan uygulama geleneğidir, bazan da her ikisidir.

Bilinçsiz olanlar İslâm'›n EŞİT'lik esas›n› mutlak olarak benimsediğini, yeryüzü insanlar› aras›nda hiç bir şekilde ay›r›m yapmay›p hepsine hoşgörü göstermek bak›m›ndan tam bir eşitlikle davrand›ğ›n› ileri sürerler...(s. 254)

"Arap Milliyetçiliği ve Türkler" başl›kl› kitab›m›zda değindiğimiz ve biraz ilerdeki sahifelerde de k›saca belirteceğimiz gibi İslâm dini KÖLELİĞİ yok etme amac›n› gütmemiştir. Aksine bu kuruluşu doğal bir kuruluş olarak ve kalkmamacas›na yerleştirmiştir...(s. 255)

İslâm hakk›nda tarafs›z eleştirileriyle tan›nan ünlü bilim adam› Bernard Lewis 1971 y›l›nda yay›nlad›ğ› "Race and Color in İslâm" adl› kitab›nda bu konuya eğilmiş ve her ne kadar İslâm dünyas›nda mutlak bir ›rk ve renk eşitliğinden bahsedileme-yecekse de...

Yine B. Lewis'e göre her ne kadar Kur'an ›rk ve renk ayr›cal›ğ› ve eşitsizliği yaratma-m›ş ise de..."(s. 256)

 

IRKLAR FARKLI YARATILMIŞLARDIR;

BU FARKLILIKLAR ÜSTÜNLÜK DEĞİLDİR

 

Irklar konusunda birbirine z›t iki görüş vard›r:

1) Birinci görüşe göre, ›rklar aras›nda bir ayr›l›k yoktur. Bütün insanlar eşit olarak yarat›lm›şlard›r ve kabiliyetleri de ayn›d›r. Bu görüşte olanlar, bütün ›rklar›n ayn› özelliklere sahip olduklar›n› ve birbirlerinden farkl› olmad›klar›n› savunurlar.

2) İkinci ve karş› görüşte olanlara göre ise, ›rklar aras›nda farkl› özellikler vard›r ve bundan dolay› da baz› ›rklar diğer ›rklardan daha üstündür. Bu görüşte olanlar, ›rklar aras› farkl›l›klar› ve baz› ›rklar›n üstün olduklar› düşüncesini savunurlar.

Hattâ Yahudi inan›ş›na göre, Yahudilerin d›ş›ndaki insanlar bir hayvan gibidirler veya o mesabededirler ve Yahudilere hizmet etsinler diye yarat›lm›şlard›r. Yirminci yüzy›l diktatörlerinin büyük çoğunluğu da ›rk ay›r›m›n› savunmuşlard›r. Özellikle milliyetçi devletlerin ortaya ç›kt›ğ› çağ›m›zda ›rk ay›r›m› daha büyük bir h›z kazanm›ş ve yeryüzüne yay›lm›şt›r.

İslâmiyet;

Ayr› ›rklar›n var olduğunu ve her ›rk›n da farkl› özellikleri bulunduğunu kabul eder. Irklar ancak bu farkl› özelliklerini değerlendirmeleri nisbetinde diğerlerinden üstün olabilirler.

Meselâ, Yahudiler tüccar özellikleri ile temayüz etmiş ve bu yönde şöhret kazanm›ş bir millettir. Bu özelliklerini insanl›ğ›n lehine ve yarar›na kullan›rlarsa iyi bir kavim olurlar; aleyhine ve zarar›na kullan›rlarsa kötü bir kavim olurlar. Mesele genel boyutlar› ile bu kadar basittir.

Ayn› durum insanlar için de sözkonusudur. İnsanlar da farkl› özellik ve kabiliyetlerini diğer insanlar›n yarar›na veya zarar›na kullanabilirler. İmtihan dünyas›n›n hâli, kişiler ve kavimler için ayn›d›r. Hepimiz fert ve millet olarak imtihanday›z; iyilik veya kötülük imtihan›nda.

İslâmiyet'e göre;

Irklar farkl› yarat›lm›şlard›r. Değişik kavimlerin değişik özellikleri vard›r. Ancak bu özellikler diğer kavimlere karş› bir üstünlük doğurmaz.

Bu özelliklerin kullan›lmas› ve değerlendirilmesi, o ›rklar› diğerlerinden üstün yapabilir. Ne var ki, bu üstünlüklerini korumak için insanl›ğa hizmet etmeye devam etmelidirler. Farkl› meziyetler insanl›ğ›n zarar›na değil yarar›na kullan›lmal›d›r. Babalar›n›n meziyetleri çocuklar›n›n işine yaramaz. Kur'ân bunu aç›kça belirtir.

Kur'ân'da kavimlerin üstünlük iddia etmeleri de şiddetle yerilmiştir. Bir insan diğer insandan kuvvetli olabilir, zeki olabilir, zengin olabilir ama bu ve benzeri özellikler o insan›n veya kavmin diğerlerine karş› üstün say›lmas› için bir sebep değildir. Sadece farkl› hizmet yapanlar farkl› bir karş›l›k veya farkl› ücret al›rlar.

Arsel, burada da insafs›z İslâmiyet ve Kur'ân eleştirilerini ve sapt›rmalar›n› sürdürmekte ve meselâ; iki âyeti zikrettikten sonra Bat›l› düşünürlerin insafl› kabullerini bile kendisi bir türlü kabullenememektedir: "Burada hemen belirtmek gerekir ki yukardaki Kur'an hükümlerini değerlendirirken say›n Bernard Levis iyi niyetlerinin sürüklediği bir hataya düşmüştür. Çünkü ne al-Rum Suresinin 22 ci Ayeti ve ne de özellikle al-Hucurat Suresi'nin 13 cü Ayeti IRK ve RENK ayr›cal›ğ›n› önler ve eşitliği sağlar nitelikte hükümler değildir. Aksine birazdan da göreceğimiz gibi bunlardan EŞİTSİZLİK sonucu doğmaktad›r. al-Hucurat Suresi'nin 13 cü Ayetindeki "sizi aşiretler ve kabileler halinde getirdik" deyimi asl›nda "ARAPLAR" ve "ARAP OLMAYANLAR" şeklindeki ayr›l›ğ› öngörür şekilde okunmak gerekir." (s.256)

Evet, Arsel aynen böyle demekte ve akl›nca bu âyetleri böyle okuyup anlamak gerektiğini iddia edebilmektedir. Bunu neye, hangi ölçü ve kriterlere; hangi Arapça ve tefsir bilgisine göre yapmaktad›r? Belli değildir! Biz de bu âyetlerin anlamlar›n› komşu âyetlerle birlikte aşağ›da ibret olarak takdim ediyoruz ki böylece gerçek doğrular bütün aç›kl›ğ› ile görülsün ve anlaş›ls›n.

Arsel, bu arada insafl› baz› Bat›l› düşünürlerin görüşlerini de aktarabilmektedir. K›saca bu görüşleri zikredelim: "Ünlü tarihçi TOYNBEE, Müslümanlar›n ister Arap, ister sar› veya isterse beyaz ›rka mensup olsun, genellikle BEYAZ olmayan ›rklara karş› RENK ayr›m› önyarg›s›ndan uzak kalabildiklerini belirtir. (Bk. A.J. Toynbee, A Study of History I, London 1939, sh. 226; Bernard Lewis, Race and Color in Islam, New York 1971, sh. 1)(s.255)

Bernard Lewis'e göre Kur'an'da IRK ve RENK ayr›l›ğ› konusunda başl›ca iki hüküm vard›r, fakat bu hükümlerden insanlar aras›nda ›rk ve renk aç›s›ndan eşitsizlik sonucu ç›kar›lamaz. Bu hükümlerden biri al-Rum Suresi'nin 22 ci Ayeti'dir ki şöyle der; "ve delillerindendir... dillerinizin ve renklerinizin ayr›l›ğ›; şüphe yok ki bunda bilenlere deliller var".

Diğeri de al-Hucurat Suresi'nin 13 cü Ayeti'dir ki şöyledir: "Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir dişiden yaratt›k ve sizi aşiretler ve kabileler haline getirdik tan›s›n diye; şüphe yok ki Allah kat›nda sevab› en çok ve derecesi en yüksek olan›n›z en fazla çekineninizdir." (Bernard Lewis, a.g.e., sh. 102)" (s. 256)

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te,

Din, ›rk, soy, renk ve cinsiyet ayr›l›klar› vard›r.

 

"II- ŞERİAT DÜZENİNİN VE ZİHNİYETİNİN EŞİTSİZLİK TABANI

Şeriat düzeni esas olarak tam bir eşitsizlik taban›na oturmuştur; bundan dolay›d›r ki Şeriat devleti demek çeşitli k›staslara göre ortaya ç›kan eşitsizlikleri sürdürmekle görevli devlet demektir. Şeriat sistemindeki eşitsizlik, farkl› k›staslar›n hareket noktas› olarak ele al›nmasiyle ortaya ç›kan sonuçlar şeklinde kendisini gösterir. Bu k›staslar esas itibariyle din k›stas›, ›rk ve soy ve renk k›stas›, doğuş k›stas›, v.s.. gibi k›staslard›r...

Öte yandan eşitsizlik sadece bu yeryüzü dünyas›na özgü bir şey değil gelecek dünyalar için de bahis konusu olan bir şeydir. Hatta Cennet'e gitme şans›na ve mutluluğuna sahip olmuşlar için dahi Cennet yaşamlar› s›ras›nda eşitlik diye bir şey düşünülemez. Cennetlerde bile insanlar aras›nda bir hiyerarşi vard›r ve örneğin Ömer cennetteki insanlar›n efendisi olacakt›r..."(s. 256,257)

 

İSLÂMİYET'E GÖRE AYRILIKLAR VARDIR;

AMA BU AYRILIKLAR ÜSTÜNLÜK DEĞİLDİR.

 

Allah kâinatta hiçbir şeyi birbirinin benzeri ve ayn›s› olarak yaratm-am›şt›r. Her bir zerre diğerinden farkl›d›r. Zaten kâinattaki birlik de böyle oluşmuştur. Varl›k demek, birbirine benzemiyen ama aralar›nda ilişki bulunan parça veya fertler topluluğu demektir. İnan›p iyi işler yapanlarla, küfredip kötü işler yapanlar elbette farkl›d›rlar.

Yazar Arsel ile bizim yapt›klar›m›z aras›nda yüzseksen derecelik fark vard›r. Birbirinin tam z›dd› olan görüş ve düşünceleri, inanç ve anlay›şlar› savunuyoruz. Kad›n erkekten elbette farkl›d›r; aksi halde kar›-kocal›k ve anne-babal›k olamazd›. Değişik insanlar farkl› olduklar› gibi değişik ›rklar da farkl›d›rlar. Herkes doğarken farkl› doğar. Kimi insanlar iki, kimileri üç kilo; kimi mavi gözlü kimileri kara gözlü; kimi siyah, kimileri beyaz tenli olarak doğarlar.

Evet, insanlar doğarken farkl› doğarlar. Bu gerçeği inkâr etmek ilmî gerçekleri inkâr etmekle eşdeğerdir. İnsanlar aras›nda doğuştan gelen farkl›l›klar vard›r ama bu farkl›l›klar diğer insanlara karş› üstünlükler doğurmaz. İnsanlar farkl› ama eşittirler. Yarad›l›ş aç›s›ndan birbirlerine üstünlükleri yoktur. Üstün olan insan, kendi hayat›nda yapt›ğ› çabalar ve çal›şmalar sayesinde elde ettiği sonuçlarla üstündür.

İslâmiyet'te ceza ve mükâfat, 'kişiye' değil 'fiile' verilir.

İslâmiyet'te sab›kal› yoktur. Kişiye göre ceza artmaz ve eksilmez; fiile göre artar ve eksilir. Özürlü olanlarda ise tahfif olur ve indirim yap›l›r; veya görevli olanlar›n cezalar›nda teşdit yani art›rma yap›l›r. Burada da karş›l›k kişiye değil, kişinin taş›d›ğ› vasfa göredir.

İslâmiyet'e göre;

Ayr›l›klar vard›r; ancak bu ayr›l›klar üstünlükler anlam›nda değildir. Üstünlük kişiye değil de fiiledir.

İslâmiyet, tabiî hayat›n d›ş›nda bir aç›klama yapmaz. Biz şimdi tam say›lar›, kesir say›lar›, pozitif ve negatif say›lar› biliyoruz ve kolay anl›yoruz. Ama s›f›r ve sonsuz, bilinmeyen ve anlaş›lmayan say›lard›r. Kötü taraf›, her say›n›n yan›nda bir s›f›r vard›r ve bu s›f›rlar›n say›s› sonsuzdur. Aynen bunun gibi insanlar için olaylar basit ve kolayd›r. Ama felsefeye dald›ğ›n›zda s›f›r ve sonsuz gibi her cümleyi anlaş›lmaz yapar.

İslâmiyet buna karş›d›r ve bilinenlerle yetinilmelidir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te müslüman-ehli kitap,

güney-kuzey barbarlar› ay›r›m› vard›r.

 

"A- Din k›stas›na göre öngörülen eşitsizlik esas›:

1- "Müslüman olanlar" ve "Müslüman olmayanlar" bak›m›ndan;

Şeriat düzeninde din'den daha önemli daha üstün, daha kutsal bir başka unsur ve k›stas düşünülemez. Yeryüzü insanlar› bir kere her şeyden önce bu k›stasa göre iki büyük kategoriye ayr›lm›şlard›r ve bu kategoriler aras›nda eşitlik diye bir şeyden bahsedilemez.

İnsanlar›n bir k›sm› Müslüman olarak yarat›lm›şlard›r veya dünya yaşam› s›ras›nda Müslüman olmuşlard›r ve Müslüman kişilerin çoğu da Müslüman olarak doğmaktad›r...(s. 257)

Bir kere her şeyden önce Kur'an'da "Ehli kitap" diye bahsi geçen ve Tanr›'n›n kendilerine Muhammed'ten önce Peygamber ve kutsal kitap gönderdiği kabul edilen din salikleri (H›ristiyanlar, Museviler)... vard›r...(s. 258)

Esasen ehli kitap d›ş›nda kalan dünya, Uygar olanlar ve Barbarlar diye de ikiye ayr›lm›şt›r... Fakat bunun d›ş›nda kalanlar Barbar dünya olarak kabul edilmiştir; Kuzey barbarlar› ve güney barbarlar›. Kuzey barbarlar› aras›nda Türkler, Slavlar ve Güney barbarlar› aras›nda da Afrika zencileri yer alm›şt›r..."(s. 259)

 

MÜSLİM VE MÜ'MİN, ZIMMİ VE KÖLE

İSLÂM DÜZENİNDE PARALI ASKER YOKTUR

 

Müslim ve mü'min kelimeleri, hep dinî olarak anlaş›lm›şt›r. Halbuki bu kelimelerin bir de siyasî anlamlar› vard›r.

İslâmiyet'e göre;

halk önce 'müslim' ve 'mü'min' diye ikiye ayr›l›r.

Müslim, bir ülkede silm yani bar›ş içinde yaşay›p elinden ve dilinden diğer kimselerin selâmette olduğu kimsedir. Vatandaşt›r.

Mü'min ise, ülkenin güvenliğini yüklenmiş olan savaşç› kimsedir. Vatandaş olduğu gibi ayn› zamanda askerdir.

Müslim vatandaşlar, askerlik bedeli olan cizyeyi verir ve huzur içinde yaşarlar. Mü'min olan vatandaşlar ise askerlik bedelini vermez, bedenen ülke savunmas› için savaş›r ve böylece ülke güvenliğini doğrudan sağlam›ş olurlar. Her Müslim her zaman doğrudan Mü'min olabilir; Mü'min ise tekrar eski statüye dönemez. Dönmek isterse ülkeyi terketmek zorundad›r.

Müslimler de ikiye ayr›lmaktad›rlar:

Bunlardan bir k›sm›na 'z›mmî' denmektedir ki bunlar hür olan insan-lard›r ve her zaman mü'min olabilirler.

Diğer k›sm›na ise 'köle' denmektedir ki bunlar da savaş esirleri veya onlar›n çocuklar›d›rlar. Bunlar zamanla vatandaş haline getirilirler ve bunun gerçekleştirilmesi amac›yla kamu bütçesinden yard›m yap›l›r. Kölelerin güneylisi ve kuzeylisi, siyah› ve beyaz› yoktur.

Saltanat sistemi kurulurken hassa ordular› teşkil edildi ve yabanc›lardan ordu oluşturuldu. Çünkü saltanat sahipleri kendi halklar›na güvenemez oldular ve saltanatlar›n›n devam›n› böyle sağlad›lar. Abbasîler bu orduyu Türklerden, Osmanl›lar da gayrimüslimlerden oluşturdular. Osmanl›lar Arap olmad›klar› ve bütün Müslümanlar da halk olarak onlar nezdinde eşit olduklar› için hepsi de eşittiler, dolay›s›yla onlara güvenilemezdi. Abbasîler için ise kendilerine güvenilemeyecek olan kimseler, kendilerini acemlere karş› üstün gören Araplard›. Osmanl›larda ise kendilerine güvenilemeyecek olanlar, kendilerini üstün gören Müslümanlard›. Bu emperyal hanedan yönetim sisteminin genel bir kural›d›r. Bu sistemde saltanat› koruyan ordu gariplerden yani yabanc›lardan oluşturulur.

Mü'minler de iki gruba ayr›l›rlar:

Savaşan erkekler ile asl›nda savaşç› olduklar› halde fiilen savaşa kat›lmayan kad›n, çocuk, sakat ve mü'minlerin köleleri. Bunlar dayan›şma ortakl›klar›ndan yararlan›rlar ama onlarla ortak diyet ve tazminat ödemezler. Bu nedenle bunlar›n siyasî haklar› yar›md›r.

İslâm düzeninde,

paral› asker sistemi yoktur.

Savaşa kat›lanlar, ganimetten eşit olarak pay al›rlar.

Kad›n, z›mmî, köle ve çocuklar da savaşa kat›labilirler. Ancak onlara ganimetten tam pay verilmez; yar›m veya daha az pay verilebilir. Savaş başlamadan önce komutan bu paylar› belirler.

Orduda ücretle asker istihdam edilmesi ise caiz değildir.

İslâm düzeninde adalet vard›r; eşitlik yoktur. Adalet, herkese hakk›n› vermek; eşitlik, hakk› olanla olmayan› ay›rmamakt›r. Eşitlikçi dünya yoktur.

Bat› dünyas›nda 'adalet' kelimesi yoktur. Arapçadan 'eşitlik' olarak tercüme edilmiştir. Bundan dolay› da adalet ile eşitlik birbirine kar›şt›r›lmaktad›r. Yani Bat› dünyas› adalete sosyal eşitlik diyor. Daha sonra o kavram 'sosyal adalet' olarak dilimize tercüme ediliyor. Oysa adalet zaten sosyaldir.

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te Arap-acem, hür-köle,

Kureyş-Kureyş olmayan ay›r›m› vard›r.

 

"B- Müslümanlar aras› eşitsizlikler.

Her ne kadar Müslümanlar, Müslüman olmayan toplumlara nazaran her bak›mdan üstün ve kendi aralar›nda sanki eşit imiş gibi gösterilmişlerse de asl›nda Müslümanlar aras› eşitlik diye bir şeyden de bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Şeriat düzeninde Müslümanlar aras›nda da ayr›cal›klar ve derin eşitsizlikler sistemi öngörülmüştür. Daha İslâm'›n ilk yerleşmesi an›ndan itibaren ve Arap'tan gayri unsurlar›n İslâm'a girmeleriyle birlikte Arap olanlarla olmayanlar aras› bir ayr›cal›k ve üstünlük-aşağ›l›k durumlar› ortaya ç›kt› ve bunun ortaya ç›kmas›nda İslâm'›n temel hükümleri (Kur'an ve Hadis'ler gibi) rol oynad›...(s. 259)

İslâm'›n ARAP unsuru kendi içerisinde KUREYŞİ'ler ve KUREYŞİ OLMAYANLAR şeklinde iki ayr› kategoride toplanm›ş ve Muhammed'in mensub bulunduğu birinciler yani KUREYŞİ'ler diğerlerine her bak›mdan üstün say›lm›şlard›r...

Arap olmayan Müslümanlara gelince, bunlar da, eşitsizlik ayr›m›nda paylar›na düşene raz› olmuşlard›r. Arap olmayan Müslümanlar aras›nda ACEMLER diğerlerine üstün say›lm›şlard›...

Müslümanlar aras› eşitsizlik esaslar›n› çeşitli k›staslara göre tan›mlamak mümkündür... 1- Müslüman olarak doğmuş olmak veya sonradan Müslüman olmuş olmak, 2- Arap as›ll› olmak veya olmamak, 3- Arap as›ll›lar itibariyle Kureyşli olmak veya olmamak, 4- Kad›n veya erkek olmak, 5- Tanr›'n›n paye, unvan ve r›z›k bak›m›ndan ve derece bak›m›ndan üstün yaratt›ğ› kişilerden olmak veya olmamak,..."(s. 260)

 

ARAP-ACEM, VATANDAŞ-HÜR-KÖLE - KUREYŞ AYIRIMI

MEKKE BUCAĞININ ÖZEL STATÜSÜ

 

Bir devlet bir kavimden oluşur. Kavim de, ayn› dili konuşan kimselerden oluşan bir topluluktur. Vatandaş olman›n şart›, o devletin resmî dilini bilmektir. Bir kimse 'ben müslimim' demekle derhal müslim olur. Ancak devletin vatandaş› olabilmek için o ülkenin dilini bilmek gerekir. Bu gerekli şart olup yeter şart değildir.

Arapçada Arap 'arafe' kökünden gelir ki 'dili bilir' anlam›ndad›r. Kur'ân, Arap derken Arapça bileni kasdetmektedir. Zaten 'acem' veya 'acemi' demek, dilsiz demektir. Pek tabiîdir ki, Türk devletinde Arapça yerine Türkçe dili yer alacakt›r. Ayn› şey diğer kavimler için de sözkonusudur. Her kavmin yani her devletin ayr› bir dili olacakt›r.

Kur'ân, her kavmin dili vard›r demekle bunu ifade etmektedir. Kavimleri yani uluslar› kabul etmekle elbette bunlar› birbirinden ay›racakt›r. Her devlet içinde yabanc›larla vatandaşlar elbette farkl› konumda olacaklard›r. Bu durum geçmişte böyle olduğu gibi bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacakt›r.

İslâm devlet düzeninde,

o devletin dilini öğrenen herkes o devlete vatandaş olabilir. Kavim, ayn› dili bilen topluluk olup bunun için ›rk birliği şart değildir.

Hür-köle ay›r›m› da, vatandaş ve vatandaş olmayanlar ay›r›m›n›n tabiî bir sonucudur. Vatanlar›n› savaş sonunda kaybetmiş ve yurtsuz kalm›ş olan kimseler, birden bire vatandaş yap›lamazlar. Çünkü daha o ülkenin vatandaş› olma kültürüne sahip değildirler. D›şar›ya da at›lamazlar çünkü yurtlar› yoktur. İşte bu konumda olan insanlar köledirler. Zamanla vatandaş hâline getirilirler. Bundan dolay›d›r ki, kendi kavminden olan kimselerin köle yap›lmas› sözkonusu değildir. Araplar Arab›, Türkler Türkü köle yapamazlar. Çünkü onlar zaten hemen vatandaş olabilme kabiliyetindedirler. Olsa olsa, o konumda olan insanlardan sadece tazminat istenebilir.

İslâmiyet'e göre köle, savaşta vatans›z kalanlar› vatandaş yapmak için oluşturulmuş bir değişim müessesesidir.

Nas›l bir devlet, vatandaş olarak ayn› dili konuşanlardan oluşmakta ise, ayn› şekilde bucaklar ve bu bucaklar›n sakinleri vard›r. Kişi hangi bucağ›n sakini ise oran›n hukukuna tabidir. Her bucak halk› bir kabile ismini al›r. Bu atalar›n›n ismi olabileceği gibi, kendilerine başka bir ad da verebilirler. Mesela, 'dokumac›lar bucağ›' olabilir. Bu sadece dokumac›lar›n oturduğu bucak demek değildir.

Mekke de bir bucakt›r.

Ancak yeryüzünde sadece buran›n

farkl› bir özelliği vard›r.

Mekke Emiri bu bucaktan hiç kimseyi kovamaz.

Bu bucağa gelen kimse, hiç kimseden izin almaz.

Buras› serbest bucakt›r. Burada taş›nmaz mülkiyeti yoktur.

Bu bucağ›n sakinleri ticaretle geçinirler. Kureyş, tüccar demektir.

Kureyşli olmak için belli ›rktan gelme şart› yoktur.

Mekke sakini olmak Kureyşî olmak için yeterlidir ve

herkes Mekke sakini olabilir.

İslâmiyet'e göre,

ay›r›mlar olduğu gibi üstünlükler de vard›r.

Meselâ, muharip olan, muharip olmayandan üstündür. Mekke'de Mekke'nin sakini, ziyaretçiden üstündür.

Ancak İslâmiyet eğer bir s›n›fa üstünlük tan›d›ysa, o s›n›fa geçmek de herkes için serbesttir. Bu uygulama yani bu serbestlik sayesinde eşitsizlik ortadan kald›r›lm›şt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te kad›n ve erkek eşit değildir.

 

"1- "Müslüman" olarak doğmuş ve sonradan İslâm'a girmiş olma bak›m›ndan eşitsizlikler.

Hanefi mezhebine göre müslüman olarak doğmayan ve İslâm'› sonradan kabul edenler, Müslüman olarak doğmuş bulunanlara nazaran çeşitli şekillerde aşağ› kertede say›l›rlar.

Bilindiği üzere eşitlik konusunda KADIN, ERKEĞE nazaran daha aşağ› durumda k›l›nm›şt›r. Kad›n, gerek Kur'an hükümlerine ve gerek Hadis'lere göre "Dinen" ve "Aklen" erkeğin dumunda kabul edilmiştir. Ancak ne var ki doğuş itibariyle Müslüman doğmam›ş kimse yani İslâm'› sonradan kabul eden kişi Müslüman olarak doğmuş bulunan KADIN'a nazaran biraz daha aşağ› durumdad›r...(s. 260)

Görülüyor ki Müslümanlar aras› eşitlik diye bir şey bahis konusu değildir. Müslüman olarak doğmuş bulunmak veya bulunmamak, veya secere itibariyle Müslümanl›k zincirinde yer almak eşitlik veya eşitsizlik durumlar›n› değiştirmektedir. Fakat her halükârda genel olarak Müslüman erkek kendisi gibi ayni şekilde Müslüman olan Kad›n'dan üstündür...

Temel kural o'dur ki ERKEK, kad›n'a nazaran üstündür..."(s. 261)

 

KADIN ERKEĞE EŞİT DEĞİLDİR;

KADIN İLE ERKEK ARASINDA İŞBÖLÜMÜ VARDIR

 

Evet doğru, kad›n erkeğe eşit değildir.

Her şeyden önce, kad›n çocuk doğurup anne olabildiği halde, erkek çocuk doğuram›yor ve anne olam›yor. Kad›n ruhî ve bedenî yap›s›yla çocuk bak›m› yap›p büyütebildiği ve besleyebildiği halde, erkek çocuk bak›m›nda ayn› sabr› gösteremiyor ve çocuk emziremiyor.

Buna karş›l›k erkek hayat şartlar› karş›s›nda daha dayan›kl› ve güçlüdür. Kad›n ise erkeğe nazaran daha zay›f ve narin yap›l›d›r. Erkeklerle güç ve kuvvet yar›ş›nda bulunamaz. Zaten Türkçe dilinde de 'erkek' demek, güç ve kuvvet demektir. Yani erkek ile kad›n eşit değildirler, farkl› yap›larda yarat›lm›şlard›r ve birbirlerinden ayr› özelliklere sahiptirler.

Bu bize göre Allah; size göre tabiat taraf›ndan böyle yap›lm›şt›r. Bu böyledir ve bunu değiştirmek mümkün değildir. Siz bu düzeni beğenmiyor musunuz? O halde buyrun gidin, bu kâinat› ve dünyay› terkedin! İçinde yaşay›p her türlü nimetinden yararland›ğ›n›z bir dünya ve düzeni kötülemeye ne hakk›n›z var? Üstelik bu düzeni değiştirme imkân› da olmad›ğ› halde, bu anlams›z inkâr›n sebebi nedir? Doğrusu bu anlay›ş ve mant›ğ› anlamak mümkün değildir.

Kad›n da erkek de, kendi baş›na yaşayabilme gücüne sahiptir. Arala-r›ndaki bu farkl› özellikler, onlar›n birbirlerini yani birinin diğerini esir etmesine sebep değildir. Kad›n ve erkek, kendi başlar›na bağ›ms›z olarak yaşama hakk›na sahiptirler.

Ancak insanlar›n bir de nesil üretme ve nesli devam ettirme görevleri vard›r. Nitekim kendilerini de anne ve babalar› dünyaya getirip yetiştirdi. Şimdi kendi çocuklar›n› yetiştirmekle, onlara karş› borçlar›n› ödemiş olacaklard›r. Bütün insanl›ğa karş› olan görevlerini yerine getirmiş olacaklard›r. İşte bu görevlerini başar›yla yerine getirebilmek için kad›n ve erkek bir ortakl›k, bir müessese kurmak zorundad›rlar ki biz buna 'evlilik' ve 'aile' diyoruz.

Burada kad›n ile erkek aras›nda görev taksimi vard›r.

Kad›n çocuk doğurup büyütecek, erkek de o kad›n›n ve çocuklar›n geçimini temin edecek ve onlar› sald›r›lardan koruyacakt›r. Onlara hizmet edecek ve adeta uşakl›k yapacakt›r. Ne var ki, burada önemli bir durum ortaya ç›kar. Kad›n, çocuk doğurmak ve çocuklara hizmet edebilmek için başkalar›na muhtaç değildir. Oysa erkek, kad›n ve çocuklara hizmet edebilme görevini tek baş›na yapamamaktad›r. Tek baş›na ne üretim yapabilmekte, ne de ülkeyi savunabilmektedir.

Erkekler işte bu görevlerini yerine getirebilmek amac›yla topluluk oluşturuyor ve devlet kuruyorlar, böylece han›m ve çocuklar›na karş› yüklendikleri görevlerini yerine getiriyorlar. Dünya düzeni böyle kurulmuş. Bundan başka bir yaşama biçimi mümkün değildir. Beğenmiyenler, buyursunlar başka bir düzen kursunlar!

Arsel, burada Mehmet Kadri Paşa'dan ve onun görüşlerinden bahsetmektedir:

"Mehmet Kadri paşa, Hanefi mezhebi kurallariyle ilgili kitab›nda şöyle der- "Böylece Müslüman olarak doğmam›ş ve sonradan İslâm'› kabul etmiş olan bir kimse, babas› Müslüman olan bir kad›n'a eşit say›lmaz (Yani onun dûnundad›r). Öte yandan sadece babas› Müslüman olan erkek babas› ve büyük babas› Müslüman olan kad›n'a eşit say›lmaz (Yani ondan aşağ› mertebededir)"(s. 261)

Bu al›nt› ile ilgili dipnotta ise bize son derece ilginç gelen şu sat›rlar yaz›l›:

"Mehmed Kadri Paşa'n›n bu kitab› İngilizceye çevrilmiştir. At›flar için bk. Muhammed Kadri Pacha, Code of Muhammedan Personal Law according to the Hanefite School, (Translation by Wasey Sterry and N. Abcarius, 1914, sh. 15). Bu kitap Sudan Hükümeti için bast›r›lm›şt›r."(s. 261)

Sudan Hükümeti için böyle bir kitab›n tercüme ettirilip bast›r›lmas› ilginç olduğu kadar, bu kitab›n Arsel'in eline ulaşmas› ve onun da bu al›nt›lar› yapmas› ne kadar ilginç, değil mi?!.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te iktisadî ve sosyal derecelenmeler vard›r.

 

"2- Paye, unvan ve r›z›k, derece bak›m›ndan Müslümanlar aras› doğal eşitsizlikler.

Gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümlerine göre Tanr›'n›n yaratt›ğ› bir eşitsizlik düzeni vard›r ki bu düzende sadece baz› dinler (örneğin İslâm dini) diğer baz› dinlere veya baz› toplumlar (Ümmet) (Örneğin Müslümanlar) diğer baz› milletlere üstün yarat›lmakla kalmam›şt›r, fakat İslâm ümmetine dahil bulunan insanlar yani Müslümanlar dahi gerek unvan, paye, derece veya r›z›k bak›m›ndan birbirlerine nazaran eşitsizlik içerisinde yarat›lm›şlard›r.(s. 261) Kur'an'›n çeşitli hükümlerinden (örneğin al-An'am Suresi'nin 53 cü Ayeti) anlaş›lmaktad›r ki Tanr› Müslümanlar›n baz›lar›n› özellikle seçmiş bunlara lutuflarda bulunmuş ve unvan, paye ve r›z›k bak›m›ndan onlar› diğerlerine üstün k›lm›şt›r. Tanr› bunu aç›kça Kur'an hükümlerinde belirtmiştir... Kur'an ve Hadis hükümlerinden alacağ›m›z bir kaç hüküm şimdilik yeterli say›lmak gerekir.

Bir kere al-Saff Suresi'nin 9 cu Ayetinde Tanr›'n›n İslâm dinini diğer bütün dinlere üstün olmak üzere gönderdiği belirtilmiştir- "... Putperestler istemese de, dinini bütün dinlerden üstün k›lmak için, peygamberini doğruluk rehberi Kur'an ve gerçek dinle gönderen O'dur...".

Ayni şekilde Al'i İmran Suresi'nin 9 cu Ayetinde... Yine ayni Sure'nin 85 ci Ayetinde...

Maide Suresi'nin 3 cü Ayetinde Tanr› şöyle konuşmaktad›r- "Benden korkun, bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamlad›m, din olarak sizin için İslamiyeti beğendim".

Şimdi, böylesine üstün bir dine kat›lm›ş bulunanlar aras›nda da Tanr› BAZILARINI diğer BAZILARINA HİZMET etsin için derece bak›m›ndan üstün yaratm›şt›r. ZUHRUF Suresi'nin 32 ci Ayetinde "... Biziz geçimlerini aralar›nda paylaşt›ran dünya yaşay›ş›nda ve bir k›sm›n›, bir k›sm›na HİZMET ETSİN DİYE, baz›lar›n› derece bak›m›ndan baz›lar›ndan üstün halkettik"...

Öte yandan yine Tanr›, al-An'am Suresi'nin 53 cü Ayetine göre, halk›n bir k›sm›n›, daha iyi koşullar ve yaşamlarla yaşamak üzere diğer bir k›sm›na üstün yaratm›şt›r...(s. 262)

Allah'›n bu şekilde iyilikte bulunduğu kişiler her bak›mdan ve özellikle unvan, paye ve r›z›k bak›m›ndan üstündürler. İşte bir örnek al-Nahl Suresi'nin 71 ci Ayeti- "ve Allah RIZIK bak›m›ndan BİR KISMINIZI, BİR KISMINIZDAN ÜSTÜN etmiştir..." Her ne kadar ayni Ayet'de- "Geçimi ÜSTÜN OLANLAR, elleri alt›nda bulunanlara verip onlar› da geçim bak›m›ndan kendilerine eşit etmezler, Allah'›n nimetleri inkar m› ederler?" şeklinde hüküm var ise de bu hüküm GEÇİMİ ÜSTÜN olanlar› ELLERİ ALTINDA bulunanlara ÜSTÜN olduklar› kural›n› bertaraf etme amac›na yönelmemişlerdir. "RIZIK" ve "PAYE" ve "DERECE" bak›m›ndan baz› kimselerin, diğer baz›lar›na nazaran TANRI taraf›ndan ÜSTÜN yarat›ld›klar›n›n bizzat Kur'an taraf›ndan aç›klanm›ş bulunan SONUCU değiştirir nitelikte bir anlam taş›maz..."(s. 263)

 

TOPLULUK OLUŞMASI İÇİN DERECELENME ZARURİDİR

İSLÂMİYET'TE İKTİSADİ VE SOSYAL DERECELENMELER

 

Bir topluluğun oluşabilmesi için derecelenme zaruridir.

Zengin ve fakir olacak ki; çal›şan ve çal›şt›ran, yöneten ve yönetilen olabilsin. İnsanl›ğ›n her döneminde, tarihten önceki dönemler de dahil olmak üzere insanlar bütün zamanlarda sosyal ve ekonomik bir derecelenme içinde bulunuyorlard›.

İnsan demek, çal›ş›p ortak üretime yapt›ğ› katk›s› nisbetinde pay alan kimse demektir. Pay katk›s› nisbetinde bir farkl›l›k olacakt›r ve şimdiye kadar bu farkl›l›ğ› ortadan kald›rmas› sözkonusu olan bir deneme bile yap›lamam›şt›r. Sosyalist ülkeler de yap›lan çal›şmaya karş›l›k olarak ücret vermeye devam etmişlerdir ve onlar da emeğin değerlendirilmesi konusunda yeni bir değerlendirme getirememişlerdir.

İki kişi bir araya veya yan yana gelince; hemen biri yöneten ve diğeri de yönetilen konumunda oluverir. Başka türlü bir arada yaşanmas› mümkün değildir. Bütün mesele, bu farkl›l›klar›n ve derecelenmelerin haks›zl›k yap›lmaks›z›n en sağl›kl› şekilde nas›l oluşacağ› meselesidir.

 

İslâm düzeninde;

Kazanma yollar› serbest b›rak›lm›ş ve zengin olmaya bir s›n›r getirilmemiştir. Böylece gerçek serbest teşebbüs ortam› sağlanm›şt›r. Ancak 'faiz yasağ›', 'zekât müesseseleri'nin varl›ğ› ve 'kredinin emeğe verilmesi' ilkeleri sayesinde, İslâm toplumlar›nda s›n›flaşma önlenmiştir.

İslâm toplumlar›nda da diğer bütün toplumlarda olduğu gibi zengin ve fakirler vard›r ama, yukar›da zikredilen özellikler sayesinde toplumun çoğunluğu orta tabakadan oluşur. Dolay›s›yla birbirleri aras›nda uçurumlar olan bir zenginler s›n›f› ile bir yoksullar s›n›f› yoktur. Vasat servetin alt›nda olanlar fakir, üstünde olanlar da zengindirler ama, çoğunluğun serveti vasat servetin civar›ndad›r.

Toplumda istatistikî aç›dan tek çan eğrisi vard›r, çift çan eğrisi yoktur. İstatistikçiler bunu çok iyi bilirler. Kazanç sadece emek ve rizikoya verilmiştir.

İslâm düzeninde;

Sosyal derecelenme konusuna gelinirse, orada da iki kriter esas al›nm›şt›r. İnsanlar ilmî derecelerine göre başlang›ç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün derecelere ayr›lm›şt›r. Herkesin yap›lan objektif imtihanlarla bir üst dereceye ç›kma hakk› ve yetkisi vard›r.

Bir de seçilen seçeni yönetme hakk›na sahiptir. Ne var ki, yönetilen her zaman bu yetkiyi geri alabilir. Bunun mekanizmas› kurulmuştur. Bat› demokrasi ve seçim sisteminde dört-beş y›l bu hak geri al›nam›yor. Bundan dolay› doğuştan derecelenme yoktur ama çal›şma ile elde edilen bir derecelenme vard›r.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

İslâmiyet'te kad›n,

diğer dinlerden daha aşağ› görülmektedir.

Bunlar: Ak›l noksanl›ğ›, din noksanl›ğ›, çok evlilik,

kad›n›n seçme hakk›, boşanma, hemen boşanma, z›har,

hulle, tan›kl›kta yar›ml›k, mirasta yar›ml›k,

cennet hurileridir.

 

"3- Cinsiyet bak›m›ndan (kad›n erkek aras›) eşitsizlik.

Şeriat düzeninin temelinde yatan eşitsizliklerden en olumsuz sonuç yaratan› muhakkak ki cinsiyet k›stas›na dayat›lm›ş olan ve kad›n-erkek aras›nda birinciler aleyhine yarat›lan eşitsizliktir... Bu konuda k›sa bir fikir edinmek için M›s›rl› bir yazar›n Arap kad›n›n›n eşitsiz durumu hakk›nda yazd›ğ› şu kitaba bak›n›z. Y. El Nasry, Le Drame Sexuel de la Femme dans I'Orient Arabe, (Paris 1962, sh. 133-4) (s. 263)

Fakat genel olarak bir k›yaslama yap›ld›ğ›nda görülür ki Kad›n'›n Şeriat düzenindeki yeri çok düşüktür ve kad›n erkek aras› eşitlik diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir... Bir kere İslâm Peygamberi bizzat kendisi kad›nlar› DİNEN ve AKLEN erkeklerden "dun" (aşağ›) olduklar›n› aç›kça belirtmiş kad›nda "küfran" duygular›n›n üstün geldiğini ve bu nedenle cehennem halk›n›n çoğunluğunun kad›nlardan oluştuğunu aç›kça söylemiştir.

KADIN'›n Tanr› taraf›ndan, daha doğuştan AKLEN ve DİN'en aşağ› yarat›k olarak yarat›lm›ş olduğu:

Ebu Saidi Hudri'den naklen gelen bir Hadis'e göre İslâm Peygamberi kad›nlar hakk›nda "Ak›llar›n›n eksik dinlerinin dahi eksik" olduğunu aç›kça söylemiştir...(s. 264)

Bir kere evlilik kuruluşu kad›n›n karş›l›kl› SEVGİ ve isteğine ve serbest İRADESİ'ne göre oluşan bir kuruluş değildir. Müşterek yaşam›n oluşturulmas›nda, t›pk› sürdürülmesinde olduğu gibi, kad›n'›n değil erkeğin keyfi ve isteği üstündür. Nisa Suresinde, erkeğe hitaben "... Hoşunuza giden kad›nlardan 2 veya 3 veya 4 kad›n› nikahla al›n›z" diye yaz›l›d›r. As›l olan karş›l›kl› sevgi ve "hoşlanma" değil sadece erkeğin tercihidir...

Boşanma konusunda kad›n pek çaresiz ve pek zavall› bir durumda tutulmuştur. Zira sevmese de, beğenmese de, nefretten başka bir duygu duymasa da, kendi tek yönlü iradesiyle ve isteğiyle kocas›ndan boşanamaz. Boşama hakk›, hem de hiç bir neden göstermeksizin hiç bir mant›kî ve makul bir nedene dayanmaks›z›n, sadece erkeğe tan›nm›şt›r. (Pek nadir hallerde ve o da şer'i mahkeme karar› ile Kad›n boşama elde edebilirse de bu öylesine güç koşullara bağlanm›şt›r ki kad›n için bir hak doğuracak nitelik taş›maz)...(s. 265)

Miras bak›m›ndan kad›n'›n erkeğe nazaran yar› pay almas› (Nisa Suresi) veya tan›kl›k gibi görevlerin yerine getirilmesinde bir erkeğin iki kad›na denk tutulmas› (Bakara Suresi) halleri de var olan eşitsizlikleri kökleştiren diğer kaynaklard›r.

Fakat kad›n sadece kişi hak ve hürriyetleri aç›s›ndan erkeğe nazaran aşağ› düzeyde bir yarat›k olarak b›rak›lmam›ş ayn› zamanda, kendi kusuru olmaks›z›n erkeğin işlediği baz› günahlar›n, erkeğin kötülüklerinin ve hatta suç niteliğindeki fiillerinin de cezas›n› onun ad›na çekmekle ve kefaretini ödemekle sorumlu k›l›nm›şt›r. Örneğin "z›har" yapan veya "Talak-› Selase" ile kar›s›n› boşayan (ve sonra onunla yine birlikte yaşamak isteyen) erkeğin bu haks›z davran›şlar›n›n cezas›n› asl›nda erkek değil kad›n çeker. Çünkü z›har yapan veya kar›s›n› "Talak-› Selase" yolu ile boş eden koca'n›n kar›s› ile tekrar ilişki kurabilmesi (buluşmas›) için baz› koşullar› yerine getirmesi ya da kad›n›n baz› koşullara raz› olmas› gerekir ki bu koşullar oluşmad›kça kar› koca tekrar bir araya gelemezler. "Talak-› Selase" ile kendisini (hem de hiç bir neden yok iken) boş eden kocan›n bu davran›ş›n›n cezas›n› kad›n HÜLLE yapmak suretiyle yine kendi çeker. Zira HÜLLE demek kad›n›n bir başka erkekle evlenmesi, onunla yatağa girmesi, sonra ondan boşanmas› (erkek boşarsa tabii), ve bütün bunlardan sonra eski kocas›na dönmesi mümkündür...

Bu yeryüzünde olduğu kadar gelecek dünyalarda da, Cennette de en güzel ve en cazip yaşam, en rahat köşeler, en parlak mükafatlar, kad›ndan ziyade erkeğe vaad olunmuştur. Şüphesiz ki kocas›na itaat etmek, sad›k kalmak v.s. şart›yle "inanan" kad›nlar da cennete gideceklerdir. Fakat bütün haşmetiyle, bütün zenginlikleriyle, bütün hurileri ve bakireleriyle Cennet as›l erkeğin yeri olacakt›r...(s. 266)

Çeşitli Ayet'ler ve Hadis hükümleri kad›na adeta küfürler ve hakaretler savurur niteliktedir. (Bu konuda İlhan Arsel'in 8 May›s 1973 günlü "Cumhuriyet"de ç›kan "Şeriat ve Kad›n" başl›kl› yaz›ya bak›n›z.)...

Kur'an'›n şuras›ndan buras›ndan ç›kard›ğ› "Kad›nlara mehirlerini cömertce verin" (Nisa Suresi 4 cü Ayet) veya "Kad›nlara zorla mirasc› olmay›n" (Nisa Ayet 19) veya "Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz birincisine bir yük alt›n vermiş olsan›z bile ondan bir şey almay›n" (Nisa, Ayet 20), gibi veya "Analar›n ayaklar›n›n alt›ndan Cennetler geçer" şeklindeki hüküm ve sözleri göstererek sanki bunlar, bütün o diğer küçültücü ve kad›n› eşitlik ve hak ve hürriyet d›ş› k›l›c› hükümlerin yaratt›ğ› olumsuz ve korkunç sonucu gidermeye yeterli imiş gibi tav›r tak›nacakt›r..."(s. 267)

 

İSLÂMİYET VE KADIN

 

1 - AKIL NOKSANLIĞI

 

Arapçada 'ak›l' kelimesi 'ukl' ayak bağ› kelimesinden gelir. İnsanlar›n karş›laşt›klar› zararlar› öderken dayan›şmalar› ve bir bak›ma birbirlerine ayak bağ› olmalar› anlam›n› taş›r. Bu tür zararlar›n ödenmesine kad›nlar iştirak etmezler. Diyet ödemediklerinden dolay› bir eksiklikleri vard›r.

Demek ki, buradaki ak›l, 'zeka' manas›nda olmay›p 'diyet ödeme' anlam›ndad›r.

Arapçada ak›l 'diyet' demektir. Bir diyeti ortaklaşa ödeyen topluluğa 'akile' denmektedir. Bir akile içinde iki tür hak sahibi yer al›r:

Bunlardan biri, haklardan yararlan›r ama yükümlülüğü yoktur, yani bir hata yapacak olursa akilesi onun tazminat›n› karş› tarafa öder, ancak akileden başkalar›na yap›lacak böyle bir tazminat ödemesine o kat›lmaz, katk›da bulunmaz. Böyle bir yükümlülüğü yoktur. Noksanl›k buradan ileri gelmektedir. İşte kad›nlar böyledir ve bu statüye girerler.

Oysa bunlardan diğeri olan erkekler, akile mensuplar›ndan biri bir hata yapar da diyet yani tazminat ödeme durumu olursa, o tazminat miktar›n› kendi aralar›nda eşit olarak paylaşmak suretiyle öderler. Bir kimse öldürüldüğünde onun için ödenecek diyetin miktar› farkl›d›r. Kad›n ve erkekler için ödenen diyetin iki misli erkekler için ödenir. Çünkü akile, gelir getiren bir ortağ›n› yani üyesini kaybetmiştir. Erkek üyeler ayn› zamanda savaşç›d›rlar ve ülke savunmas›na kat›lmaktad›rlar.

Bu farkl›l›k, ailede nafaka yükümlülüğünün erkeğe ait olmas›ndan doğmaktad›r. Kad›n yani anne evine baks›n, çocuklar›n› yetiştirebilsin, ailenin iç işlerini düzene koysun diye evin geçim masraflar› erkek yani koca taraf›ndan temin edilmektedir. Bundan dolay› da kad›n akiledeki tazminat ödemelerine kat›lm›yor.

Burada hemen belirtelim ki, kad›n aile ile ilgili sorumluluklar› çerçevesinde d›şar›da çal›ş›p ailesi için para kazanma zorunda b›rak›lm›yor, ama çal›ş›p kazanma hakk›na da herhangi bir k›s›tlama getirilmiyor. Çal›şmakla yükümlü değildir ama isterse veya ihtiyac› varsa her zaman çal›şabilir.

 

2 - DİN NOKSANLIĞI

Kad›n›n işlediği hatan›n diyeti akile taraf›ndan ödenmekte ama kad›n›n kendisi ödemelere kar›şmamakta ve kat›lmamaktad›r. Bu ödemeler iki çeşittir: Bunlardan biri 'diyet', diğeri de 'din' yani 'yükümlülük' demektir. Din, 'deyn' kelimesinden türetilen bir kavramd›r ve 'borç' demektir. Dolay›s›yla kad›n›n böyle bir yükümlülüğü de yoktur.

Ayr›ca meselâ, kad›n günlük toplant›lara yani beş vakit namaza kat›lmak ve camiye gitmek zorundad›r; ama haftal›k toplant›lara yani cuma namaz›na kat›l›p kat›lmama konusunda serbesttir. Dilerse kat›l›r, istemezse kat›lmaz. Kat›lmakla yükümlü değildir. Burada da kad›n yükümlülük bak›m›ndan eksiktir ve sözkonusu noksanl›k buradan ileri gelmektedir.

İşte aç›klad›ğ›m›z bu sebeplerden dolay› Hz. Peygamber bu iki kelimeyi bir arada kullanm›ş ve aç›klam›şt›r. İfade üzerinde tam olarak ve dikkatle durmak gerekir. İfade eksik aktar›lm›ş olabileceği gibi bizzat kendisi de eksik ifade etmiş olabilir. Birçok şey gibi bu konu da ilmî ve dinî aç›dan dikkatle ele al›n›p aç›klanmas› gerekmektedir.

 

3 - ÇOK EVLİLİK

Bir hastan›n iki doktoru olamaz, ama bir doktor pek çok hastay› tedavi edebilir. Bir işçinin iki patronu olamaz, ama bir patron birçok işçiyi çal›şt›rabilir. Çocuk yapmak üzere kurulan aile ortakl›ğ›nda bir kad›n›n iki kocas› olamaz. Çünkü bu durumda çocuğun kimden olduğu belli olmayacağ› gibi bir çocuğun değişik erkek hormonlar› ile beslenmesi biyolojik bak›m›ndan mahzurludur. Ama bir erkek birden fazla kad›nla aile kurabilir. Bu herhangi bir mahzur doğurmaz.

Bununla beraber, başkas› ile de ortak olan koca bu ortakl›k görevlerini yerine getiremeyebilir. Bu ihtimalden dolay› baz› tedbirler al›nm›şt›r. Kad›na 'mehir' denilen 'boşanma tazminat›' verilmiştir ve kad›n mehrini alarak kendisini ihmal eden kocas›ndan ayr›l›p gider. Kocas› kendi üzerine evlenen kad›n da mehrini alarak ayr›labilir. Bu şekliyle kar›-koca aras›ndaki hukukun düzenlenmesinde bir haks›zl›k yoktur.

S›rf gayri izrar eden bir hukuk himaye etmez. Sosyal denge bak›m›ndan, kocas›z bir kad›n çocuk doğuramaz, ama kar›s›z koca zaten çocuk doğurmuyor. Öyleyse burada ana hedef, her kad›na koca bulmakt›r; her kocaya kad›n bulmak değildir. Bu ana hedef ve prensibe son derece dikkat edilmeli ve gözard› edilmemelidir. Maksatl› olarak bu hep gözard› edilmek istenmektedir. Her kad›na koca bulabilmek amac›yla çok evliliğin var olmas› şartt›r. Yoksa evli olmayan kad›nlar›n serbest ilişki kurmalar›na izin verilecek, zina yayg›nlaşacak, sosyal yap› sars›lacak veya çökecek, bu genel durum ihtiyac›n› gayrimeşru yollardan gideren birçok erkeği evlenmemeye teşvik edecek, sonunda birçok kad›n kocas›z kalacağ› için o topluluktaki evlilik ve aile müessesesi kökünden bozulacakt›r.

Evlenmenin ve aile kurman›n malî külfeti olmas› sebebiyle herkes evlenebilmek veya daha çok evlenebilmek ve daha çok çocuk sahibi olabilmek amac›yla büyük bir gayretle ve azimle çal›şacak; tembeller ve çal›şmayanlar ise kad›ns›z ve ailesiz kalacaklard›r. Evlilik ve aile kurumu, bir topluluğa birçok yönden olduğu gibi ekonomik aç›dan da dinamizm ve hareket kazand›rmaktad›r. Böylelikle bu sistem sayesinde erkekler, bugün kapitalizmde mevcut olan müteşebbisi sömürmek için kazanma yerine, tüm halk yani erkekler evlenmek için; kad›nlar da zengin koca bulup bol çocuk yapmaya yöneltecektir.

İslâmiyet'te çok kad›nla evlenme;

Erkek hakk› olarak değil kad›n hakk› olarak konmuş olup, ana gaye her kad›na kendisini ve çocuklar›n› geçindirecek koca bulmaktan ibarettir.

Bu hem nüfusu art›racak, hem de nüfus kontrolünü sağlayacak, fakirler de zengin oluncaya kadar evlenemiyeceklerdir.

İslâmiyet fakirliği fazilet saymam›ş, fakirlere çal›şmalar›n› ve zengin oluncaya kadar sabretmelerini, bu arada kesinlikle çal›p ç›rpmamalar›n› emretmiştir.

 

4 - KADININ SEÇME HAKKI

 

Kur'ân, 'yetimler hakk›nda adaleti gözetin' diyor.

Savaşa gidenlerden bir k›sm› gazi olarak ve ganimet alarak geri döner; bir k›sm› da şehit olarak çoluk çocuğunu yetim b›rak›r. Kur'ân, savaş sonras› yetim kalan çocuklar›n dul annelerini ikinci, üçüncü ve dördüncü eş olarak al›n ve yetimler aras›nda adaleti gözetin, diyor.

Meselâ, günümüzde Bosna'daki vahşi katliamlar sebebiyle erkeklerin öldürülmesinden dolay›, fert veya erkek baş›na onlarca kad›n ve çocuk hayattad›r. Çok evlilik yap›lmazsa bu dul kad›n ve yetim çocuklar ne olacakt›r?

Bununla beraber Kur'ân, hem erkek hem kad›n aç›s›ndan, evleneceğiniz kimse hoşunuza giden biri olsun, diyor. Kad›n ile erkek karş› karş›ya gelirse, ya birbirlerinden hoşlan›rlar veya hoşlanmazlar. Dolay›s›yla, birbirlerinden hoşlananlar birbirlerini als›nlar ve aile kursunlar, diyor. Burada erkekler için söylenen her şey aynen kad›nlar için de geçerlidir.

Canl›larda aksiyoner taraf hep erkeklerdir. Erkek güzeli aray›p bulur, dişi ise güçlüyü bulur. Bunun için tavuk veya inek, erkeklere işaret verdikten sonra kaçar, peşine erkekler tak›l›r, en güçlü kim ise o yetişir ve onunla döllenir. İnsanlar aras›nda da erkeklerin hoşuna giden ve kad›n›n beğendiği kimse aras›nda nikâh olmal›d›r. Birbirini beğenmeyenler uyuşam›yorlar demektir ve evlenmemelidirler.

İslâmiyet'e göre;

Evlenmeden önce kad›n ve erkeğin birbirini görmesi, hattâ güzelliklerini göstermesi gerekir. Çünkü sonra uyuşmazl›k olabilir. Bu kad›n ve erkek için hiçbir ay›r›m yap›lmaks›z›n varid olan bir şeydir.

Ancak kad›nlar erkekleri her zaman görebiliyorlar, ama erkekler kad›nlar› her zaman göremiyorlar. Bundan dolay› kad›n görmeden al›nmaz, hükmü söyleniyor ve öne ç›kar›l›yor. Aksini söylemeye zaten gerek yoktur, çünkü maksat has›l olmaktad›r.

 

5 - BOŞANMA

 

Evlilik kadar boşanma da meşru bir müessesedir. Uyuşamayan çiftlerin zorla birlikte kalmalar› yaln›z kendilerine değil, çevrelerine ve çocuklar›na da huzursuzluk verir. Ancak boşanman›n adil ve taraflar› mağdur etmeyecek şekilde gerçekleşmesi gerekir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, kocay› boşanmaktan cayd›rmak gerekir. Çünkü boşanmalarda 'boşanma tazminat›n›' ödeyen kimse olarak mağdur olar taraf daha ziyade erkekler olmaktad›r. Boşanma tazminat›n›n asgarî miktar› bucak hukukunda yer al›r. Bu miktar›n d›ş›nda, evlenirken asgarî miktar›n üstünde istenildiği kadar boşanma tazminat› konabilir. Bu miktar, kad›n ile erkek aras›nda pazarl›k konusudur. Bunun d›ş›nda böyle bir pazarl›k yap›lmam›ş olsa bile, her hangi bir boşanmada takdir yap›larak bu tazminat yine de verilir. Boşanma tazminat› verecek olan erkek, her zaman boşanma yapabilmektedir. O miktar mal›n gitmesini göze ald›ğ›na göre, demek ki boşanmak için yeteri kadar sebebi vard›r ve boşuyor. Ayr›ca mahkemeye gerek yoktur.

Kad›n için de baştan yani evlilik esnas›nda pazarl›kta bulunmak ve şart olarak konulmuş olmas› kayd›yla, yani istediğim zaman mihrimi alarak boşanabilirim demiş ve bu hakk› elde etmişse, erkek de bunu baştan kabul etmişse, o da erkek gibi boşanabilir ve boşanma tazminat› da ödemez.

Bunun d›ş›nda, kad›n veya erkekten her hangi biri mahkemeye giderek boşanma davas› açabilir. Boşanma talebi ve kusur değerlendirilerek, mihrin bir k›sm› veya tamam› al›nmak şart›yla boşanmak mümkündür.

İslâmiyet'e göre;

Boşanma, ailenin s›hhati için teşri edilmiştir.

Boşanmalar kolay olmal›d›r ki, evlenmeler kolay olsun ve kocas›z kad›n kalmas›n, toplulukta fuhuş doğup sosyal yap›y› y›kmas›n.

Boşanmadaki mağduriyet, ayr›ca kad›na tan›nan boşanma tazminat› hakk› ile giderilmiştir. Boşanma tazminat› mükellefiyeti, erkeği çal›şmaya ve üretimde bulunmaya zorlam›şt›r.

 

6 - HEMEN BOŞANMA

 

İslâmiyet'te,

Erkeğe hemen boşanma yetkisi verilmemiştir.

Kad›n ile erkek aras›nda geçimsizlik olduğunda, erkeklere kad›nlardan ayr› yatma hakk› verilmiştir. Ancak bu ayr›l›k dört ay› geçemez. Bu arada ayr› yatma hakk›n› uygularken, birden fazla han›m› varsa, bunu bütün han›mlara birlikte uygulama zorunluğu vard›r.

Buna rağmen erkek boşand›ğ›nda, taraflar üç ay bekler. O süre zarf›nda erkek yeni bir nikâha gerek kalmaks›z›n ve yeni bir mihir de vermeksizin geri dönebilir. Bunu iki defa tekrar edebilirler. Üç defa böyle bir boşama olay› gerçekleşmişse, art›k o erkek o kad›nla bir daha evlenemez.

Bu anlatt›klar›m›zdan anlaş›lacağ› üzere, boşanma öyle aniden cereyan eden bir olay olmay›p çeşitli safhalardan geçtikten sonra olabilmektedir. Öyle maksatl› olarak karikatürize edilmeye çal›ş›ld›ğ› gibi basit ve kolay bir şey değildir.

Hakemlere başvurularak yap›lan boşanmalar da bu bekleme dönemlerine tabidir. Gerçi baz› f›k›hç›lar halifelerin uygulamalar›na bakarak aniden ve birden yap›lan boşanmalar› meşru saym›ş iseler de, Kur'ân'da zikredilen boşanma şekli böyledir. F›k›hç›lar buna 'talâk-› sünnet' diyorlar ki bizce başka talâk yani boşama yoktur. Her konuda olduğu gibi bu konuda da geç-mişteki uygulamalar veya yanl›şl›klar bizi ilgilendirmez ve bağlamaz. Biz Kur'ân'a göre olmas› gereken gerçek İslâmiyet'i anlat›yoruz. Yine Kur'ân'a göre, bu boşanman›n evlilik gibi resmî şahitler yan›nda olmas› gerekmektedir.

İslâmiyet'e göre;

Dinî hükümler ve kazâî hükümler vard›r.

Resmî şahitler olmadan bir kocan›n kar›s›n› boşamas› büyük günaht›r ve hukuken de boşama değildir. Hukuken boşanmak için resmen olmas› yani resmî şahitlerin huzurunda yap›lmas› gereklidir.

Koca kar›s›n› s›k s›k boşanma ile tehdit edemez. Buna hakk› yoktur. Kad›n da kocas›n› fazla k›şk›rtamaz.

 

7 - ZIHAR

 

Kad›n›n hukukunu korumak için konmuş olan bir müessesedir. Koca kar›s›na k›zar ve onunla cinsî ilişki kurmaktan uzak kal›rsa, şayet varsa diğer eşlerden de uzak kalma durumundad›r. Böylece sadece eşine değil kendisine de ceza vermiş olur.

Ancak bu yaklaşmama ya bitmek veya boşanma ile sonuçlanmak zorundad›r. En çok dört ay bu ayr›l›k uygulan›r. Koca bunu yemin yapmadan yapm›ş ise, müddetini doldurarak geri döner. Ancak müddet tayin etmeden yapm›ş ise; dört ay sonunda ya boşamak zorundad›r, ya da geri döndüğü takdirde bir köleyi azad edecektir, veya oruç tutacak, buna da gücü yetmiyorsa fitre verecektir. Böylelikle evlilik kurumu boşanma ve kad›n hukukuyla oynamaktan korunmuştur.

İddia edildiği veya baz›lar›n›n zannettiği gibi evlilik ve boşanma öyle çocuk oyuncağ› mesabesinde bir oyun değil, son derece ciddî bir iştir. Çok evliliğin meşruiyeti sebebiyle, kad›n› çok yönlü olarak koruma zorunluğunu getirmiştir.

Elbette her şeyi kendi sistemi içinde düşünmek gerekir. Evlilik d›ş› cinsi ilişkinin kad›na yasak erkeğe serbest olduğu Bat› hukukunda zina cezas› sadece başka kad›nlarla evlenmek şeklinde anlaş›lmaktad›r. Kad›n için ise cinsi ilişki yeterli görülmektedir. Bu çarp›k anlay›ştan dolay› Bat› dünyas›nda aile yap›s› çökmüş ve adeta yok olmuştur. Bizim dünyam›z, İslâm âlemi için de olmas› istenen budur. Düşen düşeni sever, ayakta kalan› ise sevmez. Düşen, herkesin kendi seviyesine düşmesini ister.

İslâmiyet'e göre;

Evlilik d›ş› ilişkiler ,

Kesinlikle yasaklanm›şt›r ve haramd›r.

Hem kad›n hem erkek için, bekâr da olsalar kad›n ve erkeğe ayn› ceza uygulanmaktad›r.

Burada farkl› olarak erkeğe sadece çok kad›nla evlenme hakk› ve yetkisi verilmiştir. Bundan dolay› doğacak olan mahzurlar da birtak›m hukukî müesseselerle giderilmiştir ki, bunlar›n baş›nda 'z›har' ve 'îlâ' müesseseleri gelmektedir.

 

8 - HULLE

 

Boşanma, ister erkek ister kad›n taraf›ndan gelmiş olsun, ancak üç defa olabilmekte, tekrar evliliklerden sonra üçüncü defa boşama olursa, art›k bu iki insan›n evlenmeleri ebediyen haram k›l›nmaktad›r. Bu da evlenmenin ve boşanman›n çok kolaylaşm›ş olmas›ndan ileri gelmektedir.

Bir kad›n ve bir erkek, şahitler nezdinde biz evlendik demeleri ile hiçbir resmî merasime gerek kalmaks›z›n evlenmiş olmaktad›rlar. İmam-› Âzam Ebû Hanife, aleniliğin sağlanmas› için iki şahidi k›yasla içtihad etmektedir. Boşanma da ayn› derecede kolayd›r. Sadece mali meseleler ve problemler, mahkemelik olmaya sebep olabilmektedir.

İşte İslâm düzeninde evlilikle ilgili olarak sağlanan bu kolayl›klardan dolay›, serbest cinsî ilişki ve fuhuş kesinlikle yasakt›r. Bu kadar kolay evlenme ve boşanma da, adeta serbest cinsî ilişkiye götürebilir. Bundan dolay›d›r ki, evlilik kurumunu korumak ve dejenere olmas›n› engellemek amac›yla, boşanman›n ancak üç defa yap›labilmesine izin verilmekte ve her boşanmada da en az üç ay iddetin beklenmesi istenmektedir. Bu şart, evliliği serbest cinsî ilişkiye döndürmekten uzak tutar. Hele üçüncü boşanmadan sonra art›k o iki insan›n bir daha birbirleriyle yeniden evlenememesi, evliliği son derece ciddî ve kutsal bir kurum hâline sokar.

Bununla beraber normal şartlarda ve kesinlikle dan›ş›kl› olmamak kayd›yla kad›n başka bir koca ile evlenir ve yaşarsa, daha sonra da ondan boşan›rsa, eski kocas›na yeniden dönebilme hakk›n› kazanabilir. Böylece kar›-koca cezalar›n› çekmiş ve bu zaman zarf›nda ›slah olmuş olurlar.

İslâmiyet'e göre;

Dinî hükümler vard›r ,

Evlilik de bu dinî hükümlerdendir.

Bu hükümleri düzene koyup koymamakta da

bucak mukaveleleri rol oynar.

Bu müesseseler, mesut ve huzurlu aileler için gerekli olan müesseselerdir. İnsanlar bunlar› isterlerse uygularlar, istemezlerse uygulamazlar. Bu konuda kesinlikle kad›n-erkek ayr›l›ğ› yoktur. İki tarafa da ayn› hüküm uygulan›yor.

Ne var ki, üç defa boşanan erkek başka bir kad›nla evlenemezse, bir daha o kad›n› alamaz şart› getirilmemiştir. Çünkü erkek her zaman zaten başka bir kad›nla evlenebiliyor. Erkek için de başka kad›nla evlenme ve onu boşama şart› olsayd›, bu hem boşanan kad›n için hem de eski kad›n için bir zulüm olurdu.

 

9 - KADININ TANIKLIĞI

 

Kad›n›n siyasî haklar› yar›md›r; çünkü kad›nlar savaşa kat›lmad›klar› gibi diyetleri de ödemiyorlar.

Polislik de askerî görev gibidir. Tahkikat meselesi de güven işidir. Burada iki kad›n bir erkek olarak kabul edilmektedir. Çünkü kad›n şahitlik yapma hakk›na sahiptir; ama şahitlik yapmak zorunda değildir. Dolay›s›yla baştan şahit tutarken birden fazla kad›n şahit tutulmakta, böylece biri gelemezse diğeri gelsin diye tedbir al›nm›ş olmaktad›r. Bu tedbir baştan al›nmakta, daha sonra şahitliğin edas› esnas›nda ikisinin birden gelmesine gerekkalmamak-tad›r.

Tehlikeli şehadetlerde kad›nlar›n şehadetinin kabul edilip edilmeyeceği konusu, Kur'ân'da yoktur. Duruma göre içtihat edilir. Kald› ki, haberci olma bak›m›ndan kad›nla erkek aras›nda hiçbir fark yoktur. Hattâ baz› yerlerde bir kad›n iki erkek yerine geçmektedir. Doğumla ilgili şehadetlerde, bir kad›n›n şehadetliği yeterli olmaktad›r.

İslâm düzeninde kamu hukuku;

Kişilerin haklar›na değil kamu haklar›n›n ifas›na dayan›r.

Bundan dolay› meselâ çocuklara seçme hakk› tan›m›yoruz.

Kamu görevi hak değildir, vazifedir.

Bundan dolay› aşiret, bucak, il ve devlet başkanlar› ile ordu komutan› demek olan siyasî parti liderleri kad›nlardan olamazlar. Çünkü kad›nlar›n siyasî haklar› vard›r ama siyasî görevleri yoktur. Görevli olmayan, görevliye başkanl›k yapamaz.

Ama kad›nlar ilmî, dinî ve meslekî kuruluş başkanlar› olabildiği gibi; noter, tabip, mühendis gibi siyasî olmayan tüm hizmetleri de erkekler kadar ve eşit olarak yapma hakk›na sahiptirler. Buna karş›l›k savaşmak ve aileye nafaka temin etmek mükellefiyetinde değildirler; ama isterlerse bunlar› da yapma hakk›na sahiptirler.

 

10 - MİRAS KONUSU

 

Mirasta da kad›n-erkek ayr›l›ğ› yoktur.

Esasta kad›n erkeğe eşittir. Anne ve baba eşit miras al›rlar. Anadan kardeşler de, kad›n ve erkek olarak eşit miras al›rlar.

Kar›-koca için küçük bir değişiklik yap›lm›şt›r. Kad›n kocadan boşanma teminat› almaktad›r. Buna 'mihir' deniyor ve bu 'sen beni boşarsan veya bana haks›zl›k yaparsan bu teminat bana kalacakt›r' demektir. Bugünkü iş ihalelerinde nas›l teminat al›n›yorsa, bu teminat da aynen öyledir. Böylece erkek evlenebilmek için çal›şmaya zorlanmaktad›r.

Kad›n›n evliliği teminat alt›na al›nmaktad›r. Boşanma olmaz da ölüm olursa, bu teminat›n iadesi zordur. Bundan dolay›d›r ki, kad›n›n miras›ndan (1/6) 'alt›da bir' al›nacağ› hükmü yerine, (1/4) 'dörtte bir' al›narak teminat› geri istemekten vazgeçiliyor. Kocan›n miras›ndan (1/6) 'alt›da bir' al›nacağ› yerde (1/8) 'sekizde bir' al›n›yor ve teminattan vazgeçiliyor.

Asl›nda kad›n, çocuk ve ev işleri ile meşgul olduğu ve fazla serveti de bulunmad›ğ›ndan, pay olarak farkl› ama miktar olarak eşit almaktad›r. Demek ki burada eşitsizlik şöyle dursun, eşitlik ve kolayl›k sağlanm›şt›r.

Miras taksiminde erkek çocuklara iki misli pay veriliyor. Çünkü k›z evlenecek ve kendi nafakas›n› bile temin etmeyecek, kocadan mihir alacakt›r. Erkek ise evlendiğinde hem nafaka temin edecek, hem de mihir verecektir. Erkeğin ihtiyaçlar› daha fazlad›r. Erkek çocuklar› olmayanlar›n erkeklere gidecek olan paylar› babaya veya erkek kardeşlere gitmek suretiyle aile müessesesi sürdürülmektedir.

İslâmiyet'e göre;

Hak verilirken herkese ihtiyac› kadar verilir.

Bir hastahanede iki hasta yat›yor olsa ve birinin baş› ağr›sa ona aspirin, diğerinin dişi ağr›sa ona da diş ilâc› verilir. Bu ilâçlar›n fiatlar› farkl›d›r diye ikisine ayr› harcama yap›lmaz. İki kardeşten büyüğün elbisesi daha pahal› olur ama her ikisinin elbisesinin ayn› kumaştan olmas› gerekir. Burada eşitlik yoktur ama adalet vard›r.

Miras taksiminde k›z ve erkek çocuklar›n ihtiyaçlar›na göre pay dağ›t›lmakta, yoksa kad›n olduğu için az verilmemektedir.

Devletin erkeklere ait olmas› konusunu yukar›da izah etmiştik.

Kad›nlar çocuk doğurup büyütmekte; erkekler ise çal›ş›p savaşmak-tad›rlar. Kad›nlar›n kendi işlerini ve hizmetlerini görmeleri için bir teşkilâta ihtiyaçlar› olmad›ğ› halde; erkekler  gerekli olan teşkilât› yani devleti kurmazlarsa kendileri aç›s›ndan sözkonusu olan görev ve hizmetleri yapamazlar. Bundan dolay› devlet, kendi görevleri için kurduklar› bir teşkilât olmas› sebebiyle erkeklerindir.

Bununla beraber kad›nlar ilmî, dinî, meslekî -ve hattâ isterlerse siyasî teşekküllerde tamamen görev ve yer alabilmektedirler. Bu alanlarda bir k›s›tlama sözkonusu değildir. Erkeklerle eşit haklara sahiptirler.

Hele hele kendileri isterlerse ve bir de ne işe yarayacaksa, kad›nlar devletini de kurabilirler. Elbette bu devlet erkeklerle savaşmak için olmamal›d›r, çünkü yenilirler ve o zaman da esir edilip köle yap›l›rlar. Savaş hukukunun genel kural› budur.

Kur'ân'da iki çeşit hüküm vard›r:

1) Bunlardan biri, fertlerle ilgilidir, din ve ilimle ilgilidir. Bu alanda kad›nerkek ay›r›m› yoktur ve kad›n olsun erkek olsun bütün fertler doğrudan bu hükümlere muhatap k›l›nm›şt›r.

2) Diğeri olan devletle ilgili hükümler ise erkek sigas›yla kullan›l›r ama buna kad›nlar da dahildir, ancak burada baş erkektir.

Meselâ, Nisâ suresindeki 22. ayet  şöyle diyor: 'Sizin kazand›klar›n›z size, onlar›n kazand›klar› onlara aittir'. Burada muhatap olarak erkek al›nm›şt›r. Çünkü bu hukuku dağ›tan erkektir ve devlet erkeklerindir. Ama meselâ; Ahzap suresindeki 59. ayet 'Peygambere, han›mlar›na ve mü'minlerin han›mlar›na söyle' diyerek kad›nlar› doğrudan doğruya yönetime muhatap k›lmakta, Roma hukukunda olduğu gibi araya pederi sokmamaktad›r.

Yani İslâm düzeninde devlet, görev bak›m›ndan erkeklerin, hak bak›m›ndan kad›nlar›n bir teşkilât›d›r. Çünkü kad›nlar› korumak ve onlara nafaka temin etmek için kurulmuştur. Kad›nlar devletin sahibi, erkekler ise yöneticisidirler.

Nas›l bir fabrikan›n sahibi o fabrikadan yararlan›yorsa, kad›nlar da aynen öyle devletten yararlan›yorlar ve o devlet zaten onlar için kurulmuştur. Ama fabrika sahibi gidip de makinalar› çal›şt›ramaz, çünkü çal›şt›rmas›n› bilmez ve bilmediğinden dolay› da çal›şt›rma yetkisi yoktur. Ama çal›şt›rmas›n› bilirse, elbette o da makinalar›n baş›na gidip iş yapabilir. Ama bilmediği halde makinalar› bozup parçalamaya hakk› yoktur.

Kad›n da böyledir, isterse gelir ve devlette görev de alabilir. Ancak sahiplik konusu için görev almas›na gerek yoktur. Fabrikay› yönetme yetkisi, sahiplerin değil işi bilen görevlilerindir. Devleti yönetme de devletin sahibi olan kad›nlara ait olmay›p, görevli olan erkeklerindir.

 

11 - CENNET HURİLERİ

 

Âhiret hayat› ile dünya hayat› aras›nda hem çok büyük bir fark vard›r; hem de hiçbir fark yoktur.

Kâinatta ve insandaki yaşlanmay› durdurun; o zaman işte size âhiret hayat›. Yaşlanma ve ölüm olmad›ğ› için doğurma da yoktur, ac› ve hastal›k da yoktur; ama yemek, içmek ve zevk almak vard›r.

Allah bu dünyada bizim için baz› varl›k ve canl›lar› yaratm›şt›r ve bizler onlarla besleniyoruz. Âhirette de birtak›m hizmetçiler yaratm›şt›r ve onlar da orada bizlere hizmet edeceklerdir. Kur'ân, bunlar›n erkeklerine 'g›lman', dişilerine de 'hûri' diyor. Bunlar oradaki meskenlerde hizmet eden kimselerdir. Bu dünyada olduğu gibi orada da eşler varolacakt›r. Orada da birtak›m görevler olacakt›r ama burada olduğu gibi görev yapmayanlar cezaland›r›lmayacak, sadece görev yapanlar mükâfatland›r›lacaklard›r.

Âhiret hayat›n› tam olarak bilebilmemiz mümkün değildir. Orada da cinsî zevkler olacak m›d›r? Evet, bu dünyada duyduğumuz her türlü zevk, mükâfat olarak orada da olacakt›r. Bu hem bu dünyada yapt›ğ›m›z iyiliklerin bir ecri olarak olacak, hem de orada yap›lan işler dolay›s›yla olacakt›r ve bütün bunlar da dünyadakinden daha fazlasiyle olacakt›r. Ancak bunun nas›l olacağ› ile ilgili olarak bilgi sahibi olabilmek amac›yla Kur'ân'› okur, orada anlat›ld›ğ› kadar›ndan yararlanarak hükümler ç›karabiliriz. Herkes okur ve kendine göre neticeler ç›kar›r. Bize verilen bilgiden daha fazlas›n› bilebilme imkân›m›z yoktur.

İslâmiyet;

Bu dünya hayat›n›n›n geçici olduğunu kabul eder.

Nas›l çocuk geçici olarak anne karn›nda dokuz ay bekletiliyorsa, insan da bu dünyada ortalama olarak yetmiş y›l kadar bekletiliyor. Daha sonra da bu dünyadakinden daha üstün ve yüksek bir hayata götürülüyor. Bu hayat ölümlü olduğu halde, o hayat ölümsüzdür; hem cennetlikler için hem de cehennemlikler için ölümsüzdür.

Kur'ân'da âhiretle ilgili olarak pek çok haber vard›r. Ancak bunun üzerinde fizik kanunlar›na göre durmak gerekir. Şimdi kâinat büyümektedir. Entropi büyümektedir. Duran bir kâinat veya entropisi küçülen bir kâinat düşünelim, orada hayat›n ne olacağ› hesaplanabilir. Ancak henüz bu ilimler çok yenidir ve Kur'ân'a göre henüz değerlendirilmemiştir. İleride Kur'ân'›n varsay›mlar›na göre bir kâinat modeli oluşturulursa, âhiret hayat› daha iyi anlaş›lm›ş olur.

Görülüyor ki, yazar›n sathî veya ardniyetli bak›ş ve anlay›ş› sebebiyle, İslâmiyet için bir kusur veya eksiklik gibi görülen şeyler, asl›nda ideal bir sistem ve düzenin tabiî fonksiyonlar›d›r. Son Peygamber Hz. Muhammet (s) bu hükümleri on senelik devlet yaşam›nda insanlara öğretti. 1400 y›l sonra bile bunlar›n hikmetleri zor anlaş›labiliyor. İşte bu da Kur'ân'›n ilâhî söz olduğuna dair en aç›k delillerden biridir. Anlamak isteyen akl›selim sahipleri için her şey hesapl› ve kitapl›, k›ldan ince ve son derece adaletli. Anlamak istemeyen inkârc›lar, bu hassas hesab› ve adaleti anlayamazlar. Onu sadece ve sadece îman ve ak›l sahipleri bir bütün olarak anlay›p kavrayabilirler.

 

*   *   *

 

Yazara göre,

Kur'ân'daki şuub ve kabail'den maksat,

Arap ve Arap olmayanlard›r.

 

"I- ARAP'›n İslâm'daki özel ve üstün yeri:

Tanr›'n›n Arap olanlarla olmayanlar› ay›r›p yaşamlar›n› düzenlediği: (al-Hucurat Suresi, Ayet 13)

Kur'an'›n Hucurat Suresi'nin 13 cü Ayetinde: "Ey insanlar şüphe yok ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yaratt›k ve sizi, ŞU'UB ve KABA'İL haline getirdik tan›s›n diye; şüphe yok ki Allah kat›nda sevab› en çok ve derecesi en yüce olan›n›z, en fazla çekineninizdir..."(s. 268)

Her ne kadar Ayet hükmü, sanki bütün insanlara hitap ediyormuş ve hiç olmazsa iman sahibi olmay› diğer her türlü ayr›cal›klar üstünde tutuyormuş gibi görünmekte ise de asl›nda ve kapsad›ğ› deyimler ve anlam itibariyle eşitsizliği ve özellikle ARAP'›n üstünlüğünü yerleştirir niteliktedir.

Yukar›daki Ayette yer alan ŞU'UB ve KABA'İL deyimlerinin "ARAP OLMAYAN MÜSLÜMANLAR" ile "ARAPLAR" şeklinde anlaş›lmas› gerektiğinde Arap yazar ve düşünürleri birleşirler.

KABA'İL- ARAPLAR; ŞU'UB- Arap olmayan müslümanlar. Bu hususta bk. Bernard Lewis, Race and Colour in Islam, (New York 1971, sh. 6)

Görülüyor ki Tanr› kitab› say›lan Kur'an da Araplar›n, Arap olmayanlardan ayr› ve farkl› bir statüye sahip olduklar› özel olarak onlara at›f yap›lmakla sağlanmak istenmiştir..."(s. 269)

 

AŞİRET, KABİLE, ŞA'B VE KAVİM KAVRAMLARI.

İNSANLARIN BİRBİRİNE ÜSTÜNLÜĞÜ YOKTUR.

 

İnsanlar›n bir k›sm› birbirleriyle çok yak›n ilişkiler içindedirler ve bu yak›n ilişkiler sosyolojik olmaktan ziyade psikolojiktir. Bu tür çok yak›n ilişkilerin varolduğu ve geliştiği topluluğa 'aşiret' denmektedir. Bu küçük topluluk ortalama on kişiden oluşmaktad›r, çünkü bu derece yak›n ilişkiler ancak on civar›nda kişi ile olabilmektedir. Bu durum, atomlar›n molekül içindeki ilişkilerine benzemektedir. Onlu olarak organize olan ordu bir ma'şer oluşturmaktad›r. Dolay›s›yla bütün topluluklar 'onlu sistem' içinde organize olmaktad›rlar.

Bu merhaleden sonra yaklaş›k olarak 100 aşiret 'bir kabile' oluşturmaktad›r. Bir kabiledeki günlük yaşay›şlar›nda insanlar birbirleriyle karş›laşmaktad›rlar ve birbirlerini tan›maktad›rlar. Kabilenin kelime manas›, 'birbirleriyle karş›laşan kimseler' demektir. İnsan›n dik ve ayakta durabilecek şekilde yarat›lmas›n›n sebebi ve hikmeti budur; insanlar rahat bir şekilde birbirlerini tan›s›nlar, konuşsunlar ve ilişkiler kursunlar diye böyle yarat›lm›şlard›r. Bu toplulukta insanlar aras›nda eşit kurallar uygulan›r. Böylelikle ikili ilişkiler ve kişinin diğer insanlarla ilişkileri değil de, kişinin toplumla olan ilişkileri belirlenmiş olur.

Arapça dilinde Şa'b, 'dal' demektir; kavm ise, 'gövde' demektir. Kavm, ayn› dili konuşan topluluklard›r. Şa'b, kabile ile kavm aras›nda irtibat› sağlayan dal anlam›nda topluluktur.

Kabile (bucak),

3 000 ile 10 000 aras›nda insandan oluşan bir toplu-luktur.

Şa'b (il) ise, 300 000 ile 1 000 000 aras›nda bir topluluktur.

Kavim (devlet), 30 000 000 ile 100 000 000 aras›nda bir topluluktur.

Kur'ân; "Tan›şas›n›z diye sizi kabile ve şa'blara ay›rd›k" (Hucurat[49];13) diyor. Bir kabilede herkes birbirini tan›r, şa'bda ise herkes tan›d›ğ›n› tan›r. Bu ay›r›mdaki hikmet de budur.

Yazar›n, 'şuûb' ve 'kabâil' kelimelerinin 'Araplar' ile 'Arap olmayan Müslümanlar' şeklinde anlaş›lmas› gerektiği iddias› saçmal›ktan ve kaba bir bilgisizlikten başka bir şey değildir. Üzerinde durmaya bile değmez. Kald› ki, bu kelimeler o anlama gelseler bile, burada kesinlikle birinin diğerine üstünlüğü sözkonusu değildir. Âyetin anlam› aynen şöyledir:

"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yaratt›k ve birbirinizi tan›man›z için sizi şa'blara ve kabilelere ay›rd›k. Allah yan›nda en üstün olan›n›z, (Allah'›n buyruklar› d›ş›na ç›kmaktan) en çok korunan›n›zd›r. Allah bilendir, haber aland›r."(Hucurât[49]; 13)

İslâmiyet'e göre;

Aşiret, kabile, şa'b ve kavim kelimeleri,

Topluluklar› ifade eder.

Bu topluluklar vak›f ve dernek gibi kuruluşlar olmay›p,

Devlet gibi kamu kuruluşlar›d›r.

Bu ay›r›m, en küçük topluluktan en büyük topluluğa kadar insanlar aras›nda gerekli olan taksimat gerçekleşsin ve insanlar birbirleriyle anlaşarak yaşayabilsinler diyedir.

İnsanlar›n birbirlerine karş› veya herhangi bir kavmin  bir diğerine karş› kesinlikle bir üstünlüğü yoktur.

Bu genel kaide, Araplar ve Müslümanlar için de geçerlidir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Araplar kendilerini üstün gören topluluklard›r.

 

"2- ARAP'›n Arap olmayan İnananlara üstünlüğü konusunda eşitsizlik:

Genellikle yabanc› yazarlarda yerleşen yanl›ş kan› odur ki Şeriat düzeni İNANANLAR (Müslümanlar) aras› eşitliği mutlak olarak getirmiştir ve Araplarla Arap as›ll› olmayan inananlar aras›nda bir ayr›cal›k ve eşitsizlik yaratmam›şt›r; hattâ Eşitsizlik yaratmak şöyle dursun fakat müslüman Arap'› müslüman olmayan Arap'›n yan›nda ve bazan üstünde görmüştür. Bk. Bernard Lewis, Race and Color in Islam, (New York 1971 sh. 23)...(s. 269)

Şeriat düzeni içinde Araplar›n, Arap as›ll› olmayan Müslümanlara eşit bulunduğunu söyleyenlerin, daha ilk anlardan itibaren bu söyledikleriyle taban tabana z›t bir davran›ş ve inanç içerisinde bulunduklar›n› anlamak için Arap Peygamberi'nin Araplar hakk›nda ve Araplar› yüceltmek ve Arap olmayanlara nazaran imtiyazl› durumda tutmak konusundaki söz ve davran›şlar›n› hat›rlamak yeterlidir. Kur'an hükümlerinin incelenmesi yolu ile de Arap'lar›n Arap olmayanlara nazaran ne derece üstün ve imtiyazl› say›ld›klar›n› anlamak mümkündür."(s. 270)

 

SAMİLER - TÜRKLER - ARİLER

İNSANLAR EŞİTTİR VE IRK AYIRIMI YOKTUR

 

Yeryüzünde genel olarak üç kavim hükümran olmuştur: Sâmîler, Türkler ve Arîler. Elbette bu ›rklar d›ş›nda da ›rklar vard›r ama dünya medeniyetlerini kurma ve yeryüzüne yayma konusunda bu üç ›rk önder konumundad›rlar. Dünyan›n en büyük nüfusuna sahip olan Çinliler de, gerek dil ve gerek soy bak›m›ndan Türk ›rk›ndand›rlar.

Bu üç grubun önemli özellikleri vard›r:

Araplar, fethettikleri yerleri Araplaşt›r›rlar ve onlarla kaynaş›p ayn› millet olurlar.

Türkler, fethettikleri ülkeleri bask› yapmadan yönetirler ve onlarla anlaşarak eşitlik içinde birlikte yaşarlar. Değişik kültürler aras›nda ve onlarla birlikte çoğulcu yaşam biçimini sürdürürler.

Ariler ise, girdikleri ülkelerde s›n›flaşma meydana getirirler ve kendilerini de mutlaka üstün s›n›f haline getirirler. Bu böyle olmakla birlikte, bu genel kaide her zaman her yerde aynen uygulanamaz. Zamana ve şartlara göre değişiklikler olabilir.

İslâm düzeninde;

Devlet dilini öğrenmek mecburiyeti vard›r.

Ancak meseleye bir diğer diller aç›s›ndan bak›ld›ğ›nda, herkes her dili serbestçe öğrenip konuşur ve bu konuda herhangi bir şekilde asla bask› yap›lamaz.

Bütün insanlar eşittir.

Sadece muharip olup olmama ve ilmî derece, eşitlik konusuna etki eder; ama genel anlamda kesinlikle ›rk ay›r›m› yoktur.

Ne Kur'ân-› Kerîm'de, ne herhangi bir âyette ve hadiste, ne de içtihat ve icmalarda böyle bir üstünlük iddias› vard›r.

Allah her kavme başka başka ve değişik özellikler vermiştir. Meselâ, başlang›çta medeniyeti kurup geliştirme hizmeti Yahudilere verilmiştir. Kur'ân bunu aç›kça söyler ama en çok da bu kavmi lânetler; çünkü bu önemli özelliklerinin hakk›n› verip insanl›ğ›n hayr›na ve hizmetine vermiyorlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Araplar Arap olmayanlara karş›

kendilerini daima üstün görmüşlerdir.

 

"3- Araplarla Arap olmayan Müslümanlar aras›ndaki eşitsizliğin ve Arap'›n üstün say›lmas› geleneğinin kaynaklar› hakk›nda.

Öte yandan Kur'an, Arap'›n kendi tarihinin, geleneklerinin ve yaşamlar›n›n kitab› olmak üzere inmiş görünmekte'dir... Kur'an'da Arap olmayan Müslümanlar›n (örneğin Türklerin, Acemlerin- Pakistanl›'n›n v.s.) tarihi ile ilgili sahifeler yoktur. Bundan başka Kur'an Arap'a hitaben, onun kendi dilinde, onun aras›ndan Peygamber olarak seçilmiş birisi arac›l›ğ› ile inmiştir...(s. 270)

Bütün bu hususlarda gerekli kaynaklar ve daha geniş bilgi için bk. İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, Ankara 1973, sh. 243 ve d.; 265 ve d.)

Ancak ARAP ERKEĞİ nin köle olarak tutulamayacağ›n› öngören Hadis'ler vard›r. (Görülüyor ki ARAP KADINI'n› cariye edinmek mümkündür de Arap erkeğini köle edinmek mümkün değildir.) Bu da gösteriyor ki Müslüman unsurlar› içinde ARAP ERKEĞİ en imtiyazl› durumu işgal eder. Bu konuda bk. Encycloaedia of İslam, (New Edittion) Article ABD, by Brunschwig...(s. 271)

Yine Arap yazar ve tarihçilerden öğrenmekteyiz ki Arap olmayan müslümanlar, daha İslâm'›n ilk anlar›ndan itibaren Araplar gözünde daima küçük, daima aşağ› görülmüşlerdir...(s. 272)

Bütün bu insanlar için Arap olmayan müslüman›, velev ki kendi soylar›ndan olsun, küçük görme geleneği Şeriat'›n yaratt›ğ› bir gerek olmuştur..."(s. 273)

 

KAVİMLER BİRBİRLERİNE ÜSTÜNLÜK TASLAR

ALLAH'TAN BAŞKA ÜSTÜN VARLIK YOKTUR

 

İnsan sosyal bir varl›k olduğu için bir başkas›n› kendisine eşit görmez. Kendisini ya karş›s›ndakinden üstün veya kendisinden aşağ› görür. Bu ayn› zamanda bağlanma psikolojisinin de tabiî bir tezahürüdür.

Kavimler için de sözkonusu durum ayn›d›r. Bir kavim başka bir kavmi hiçbir zaman kendisine eşit görmez. Karş› kavme ya yukar›dan veya aşağ›dan bakar. İnsanoğlu yeryüzünde var olduğundan beri genel durum böyle olmuştur ve bugün de böyledir.

Tarihte diğer kavimler zaman zaman Araplar› kendilerinden üstün görmüşler, zaman zaman da aşağ› görmüşlerdir. Tarihe k›saca genel bir bak›ş yap›ld›ğ›nda bu durum aç›kça görülür. Nitekim Türklerde de her iki hâl görülmüştür. Ayn› durum diğer kavimler için de geçerlidir.

Yazar, bu konuda da ilmî verilerden uzak olan ve bilgisizliğini aç›kça ortaya koyan iddialar ileri sürmektedir. Kitab›ndaki dört sayfadan yapt›ğ›m›z yukar›daki çok k›sa al›nt›lar, konuya ne kadar yüzeysel bakt›ğ›n›n aç›k kan›t›d›r. Bu arada bu anlams›z iddialar›n› ileri sürerken muteber hiçbir İslâm kaynağ›n› zikretmezken, Bat›l› kaynaklar› referans olarak zikretmesi son derece dikkat çekicidir.

Nitekim burada da daha konunun baş›nda tekrar al›şkanl›ğ›n› sürdürmekte, Kur'ân âyetinin anlam›n› aç›kça sapt›rmakta, yine bir Bat› kaynağ›n› zikretmekte ve şöyle yazmaktad›r:

"Kur'an hükümlerini gözden geçirmekle Arap'›n bu üstünlüğünün ne Kerte köklü esaslara bağland›ğ›n› anlamak mümkündür. Biraz önce de değindiğimiz gibi bir kere Kur'an'›n al-Hucurat Suresi'nin (Sure XLIX) 13 cü Ayet'inde yer alan SU'UB ve KABA'İL deyimleri Arap olmayanlar›n farkl› milletler olarak Tanr› taraf›ndan meydana getirildiğini göstermektedir." (Bk. Bernard Lewis, Race and Color ›n Islam, New York 1971, sh. 6) (s.270)

İslâmiyet'e göre, Allah'tan başka üstün varl›k yoktur.

Baz› özellikler baz› kavimlerde daha belirgin olabilir, ancak bu onlar›n üstün olduklar›n› belirlemez. Sadece diğerlerine nazaran değişik olan özelliklerini ortaya koyar.

Ayr›ca, insanl›k tarihinden de çok iyi bildiğimiz üzere, bu çağda üstün durumda olan bir kavim başka bir çağda çöker. Kur'ân, nice kavimlerden örnekler vererek bunu aç›kça ifade eder.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Kureyşliler için özel statü vard›r.

 

"4- Araplar aras› eşitsizlik; KUREYŞLİ Araplar›n üstünlükleri;

Müslümanlar aras› eşitsizliklerin bir türü de Tanr› emriyle Araplar aras›nda kurulan eşitsizliktir...

Muhammed'in 'Ben bir Arap'›m, Arap'› seven beni sevmiş olur" derken duyduğu gurur Kureyşlilere mensup olmaktan doğmaktayd›...

Tanr› Kureyşlileri imtiyazl› k›lm›ş ve onlara özel davran›şta bulunmuş...

Fakat bütün bunlar›n yan›nda Tanr› bir de Kur'an'da Kureyşliler için.. ve onlar› yüceltici özel bir bölüm, özel bir Sûre düşünmüş ve bu Sûre'ye KUREYŞ Suresi ad›n› vermiştir...(s. 274)

Böylesine özel bir davran›ş› neden sadece Kureyş kabilesine gösterdiği ve neden diğer toplumlar› ve insanlar› buna layik görmediği...

Ancak ne var ki gerçek olan şey Tanr›'n›n bu şekilde eşitsizlik yaratma konusunda bizzat istekli bulunmas›d›r. Bu nedenledir ki eşitlik prensibini İslâm'›n temel prensibi olarak ileri sürmek hem yanl›ş ve hem de İslâm'a ayk›r› bir davran›ş olur. Eşitliği kurmak isteyen Tanr›'ya ve onun iradesine karş› gelmek demektir böyle bir iddia..."(s. 275)

 

 

 

MEKKE, KUREYŞ, KUREYŞLİLER, KUREYŞ SURESİ

MEKKE İNSANLIĞIN ORTAK TOPLANMA YERİDİR

 

Kur'ân, geçmiş peygamberlerin k›ssalar›n› yani hikâyelerini ve hayatlar›n› anlat›rken, o devirlerin hayat›n› ve kavimlerin yaşant›lar›n› da anlatmaktad›r. Meselâ, Hz. Yusuf ve Hz. Musa'n›n k›ssalar›n›n anlat›ld›ğ› bölümlerden ayn› zamanda eski M›s›r Medeniyeti'ni öğreniyoruz.

Kur'ân'da birçok kavim ve peygamberden söz edildiği gibi, bu arada Kur'ân'›n nâzil olduğu Mekke'den, Mekke halk›ndan ve Kureyş kabilesinden de bahsedilmektedir. Kur'ân'›n Mekke'den ve orada yaşayan Kureyşlilerden söz etmesi son derece tabiîdir. Çünkü Kur'ân bu şehirde nâzil olmaya başlam›şt›r.

Bundan daha önemli olarak da, Mekke bütün insanlar›n ortak toplanma yeridir. Dünyadaki bütün şehirlerden farkl› olarak ayr› ve özel bir statüsü vard›r. Bu özelliğinden dolay› tüccarlar›n güven içinde seyahat yapmalar›n› ve orada bar›nmalar›n› sağlayan bir merkez olmuştur. Peygamberlerin atas› olan Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail, Allah'›n Evi Kâbe'yi bu şehirde inşa etmişlerdir. Bu yönüyle dünyan›n merkezi konumundad›r. Allah taraf›ndan özel olarak korunmaktad›r. Nitekim, İslâmiyet'ten k›sa bir süre önce bu şehri fethetmeye ve Kâbe'yi y›kmaya gelen bir ordu ebabil kuşlar›n›n sald›r›s›na uğram›ş ve Mekke işgal edilmekten kurtulmuştur. Kur'ân bu olay› şöyle anlatmaktad›r:

 

FİL SURESİ

1 - Görmedin mi, Rabb'in fil sahiplerine ne yapt›?

2 - Onlar›n tuzaklar›n› boşa ç›karmad› m›?

3 - Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.

4 - Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar at›yorlard›.

5 - Nihayet onlar›, (kurt taraf›ndan) yenilmiş ekin yaprağ› gibi yapt›.

Yazar bu arada son derece kötü bir Kureyş Suresi tercümesini de kitab›na alm›şt›r. Önce, ibret al›nmas› aç›s›ndan bu kötü tercümeyi aynen aktar›yor, sonra as›l olmas› gereken doğru tercümeyi veriyoruz.

"Kureyş Suresi (Sure no. CVI), Ayet 1-3;

1- Bunu da Kurays'›n uzlaşmas›, hallerinin düzene girmesi için yapt›, 2-yaz ve k›ş, al›şveriş için göçüp konarak yolculuk ederlerken uzlaş›p düzene girmeleri için, 3- Art›k kulluk edin bu evin rabbina, 4- öyle rabb ki doyurdu da kurtard› sizi açl›ktan ve emin etti sizi korkudan."(s. 275)

 

KUREYŞ SURESİ

Kureyş kabilesinin seyahat geleneğinden söz ettiğinden dolay› bu ad› alm›şt›r. Mekke'de inmiştir ve 4 âyettir.

1 - (Eğer Allah'›n başka nimetlerinden dolay› O'na kulluk etmiyorlarsa hiç değilse) Kureyş'in (güvenini sağlay›p) onlar› al›şt›rd›ğ› için,

2 - Onlar› k›ş ve yaz yolculuğuna (k›ş›n Yemen'e, yaz›n Şam'a gitmeğe) al›şt›rd›ğ› için,

3 - Bu Ev(Kâbe)nin Rabb'ine kulluk etsinler.

4 - O (Rab) ki onlar› yedirip açl›ktan kurtard› ve onlar› korkudan güvene kavuşturdu.

İslâmiyet'e göre;

Kureyş denince belli bir kabileyi değil de bütünüyle Mekke tüccarlar›n› anlamak gerekir.

İslâm düzeninde, değişik kimselere değişik görevler verilir. Bu kimseler bu görevlerini yerine getirirlerse, karş›l›ğ›n› al›rlar; görevlerini yapmazlarsa cezas›n› çekerler.

Ancak bu görevler doğuştan belirlenmez, daha sonraki faaliyetlerle ve duruma göre belirlenir.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre,

Araplar, kendilerinden peygamber gelmekle yüceldiler,

görüşündedirler.

 

"5- ARAP ÜSTÜNLÜĞÜ İNANCININ XX ci yüzy›ldaki BELİRTİLERİ: XX ci yüzy›lda kendisini İslâm içinde en üstün ve EFENDİ gören ARAP.

Kral Abdullah 1945 y›l›nda yay›nlad›ğ› ve Osmanl› devletine karş› Arap milliyetçiliğinin ayaklanmas›n› hikâye eden "ANILARIM" adl› kitab›nda Arap ›rk›n›n ve milletinin İslâm öncesi ve sonras› meziyetlerini ve üstünlüklerini işler. Bk. Abdullah Ibn al Hüseyin, Mudakkarat, Kudüs 1945 (Arapça metin) İnfilizcesi: Memoirs of King Abdullah of Transjordan, (Edition by P. Graves, Translation by G. Kuhri, London 1950).

Abdullah'a göre Tanr›, Arap milletini, onlara kendi içlerinden bir Peygamber göndermek ve kendi dillerinden Kur'an indirmekle mükafatland›rm›ş ve Araplar› diğer bütün milletlere tercih ettiğini ortaya vurmuştur... Daha başka bir deyimle Kral Abdullaha göre Araplar Tanr›'n›n özel olarak kutsal niteliklerle yaratt›ğ› bir millettir."(s. 275, 276)

 

KAVİMLER DEĞİŞİK ÖZELLİKLERDE YARATILMIŞTIR

BAZI KAVİMLERİN DİĞERLERİNE ÜSTÜNLÜĞÜ VARDIR

 

Kâinat yer ve göklerden, yer ve gök de değişik varl›klardan oluşur. Yeryüzünde değişik canl›lar yaşar ve bunlar hiçbir zaman birbirlerine eşit değildirler. Solucan, toprak alt›nda ve toprak kemirerek gününü gün eder. Kuşlar da göklerde uçarlar. Bu yarat›klar aras›nda insanlar, en üstün varl›klar olarak yarat›lm›şlard›r.

İnsanlar kendi aralar›nda da hiçbir zaman ve hiçbir şekilde eşit olmam›şlard›r. İnsanoğlunun küçüğü ve büyüğü var, sağlam› ve sakat› var, ak›ll›s› ve ak›ls›z› var, zengini ve fakiri var; var da var...

Anlatmak istediğimiz şudur; kâinat eşitlik üzerine kurulmam›şt›r. Kâinatta eşitlik olsayd›, insan hücreleri aras›nda da eşitlik olacak, moleküller aras›nda da eşitlik olacakt›. Allah, sadece insan›n bir nefisten yarat›ld›ğ›n› söylüyor. İnsanlar da gruplar halinde yarat›lm›şlard›r ve bu gruplar aras›nda da eşitlik olmad›ğ› gibi büsbütün s›n›flaşma da yoktur.

Peygamberlerin büyük bir çoğunluğu Yahudiler aras›ndan gelmiştir ve bu da onlar için bir şereftir; ancak bizzat Kur'ân taraf›ndan yeryüzünde Yahudiler kadar yerilen ve horlanan ikinci bir kavim de yoktur. Önemli meziyetlerine rağmen, bunlar› genellikle her zaman insanl›ğ›n yarar› yerine zarar›na kulland›klar›ndan dolay›, binlerce y›l bir vatanlar› bile olam›yor. Allah Kur'ân'da vâdediyor; şimdiki yurtlar› da ellerinden al›nacakt›r. Çünkü sürekli olarak yeryüzünde fitne ç›karmaktan geri durmamaktad›rlar.

Allah, Araplar aras›ndan büyük bir peygamber ç›kard› ama sonra genel yönetimi Türklere nasip etti ve as›rlarca dünyay› onlar yönettiler. Allah, iyi işler ve hay›rl› hizmetler yapan her millete ikramlarda bulunur. Ancak bu ikram ve değişiklikler geçicidir ve sürekli değildir.

Dikkat edilirse, yazar›n İngiliz veya Amerikan emperyalizminin önderliğinde tercüme ettirilmiş, yaz›lm›ş, yazd›r›lm›ş, yay›nlanm›ş bilinen sömürü amaçlar›yla yayg›nlaşt›r›lm›ş kitaplardan derlediği al›nt›lar› sadece zikrediyor ve zaman zaman üzerinde hiç durmuyoruz. Çünkü seviye o kadar düşük, öylesine yüzeysel ve ilimden yoksun ki, baz› bölümlerine cevap vermeye bile değmez. Ancak bu vesileyle k›saca değinip dokundurmam›z› yapt›ktan sonra, biz yine de anlat›lmas› gereken baz› gerçekleri anlatm›ş oluyoruz. Burada bir defa daha hat›rlatmam›zda yarar vard›r, genel olarak izlediğimiz metod budur ve insanl›k aç›s›ndan bunun yararl› olduğuna inan›yoruz.

İslâmiyet'e göre;

Allah insanlar›n veya kavimlerin kimini üstün k›lar ve ona göre görevler yükler, kiminin de özelliğine göre görevini hafifletir. Böyle olmazsa organizasyon ve iş bölümü olamaz.

Her şey ve her parça tekerlek olsa araba olur mu? Bir makinan›n civatas›na ve en ince teline var›ncaya kadar her şey birbirinden farkl›d›r, ama her biri ayn› derecede önemlidir, çünkü bir bütünün parças›d›r. Herhangi bir küçük parça bile olmadan o bütün olamaz.

Elbette Allah'›n değişik kavimlere değişik şekilde ve farkl› ikramlar› vard›r. Mal da O'nun mülk de O'nun değil midir? Kim ne kar›şabilir? Bu inanç ve îmana sahip olmayanlar; h›rs, kin ve ihtiraslar› içinde helâk olup giderler.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Araplara göre Araplar› çökerten sebep

İslâmiyet'ten uzaklaşmalar›d›r.

 

"a- "Tanr› ARAPLARI İslâm'›n savunucusu ve koruyucusu olarak ve bu güçle yaratm›şt›r" İNANIŞI

Arap ve İslâm ayniyetine değinerek Abdullah, Araplar›n İslâm ile birlikte yükseldiklerini ve İslâm'›n gerilemesi ile batt›klar›n› söyleyerek Tanr›'n›n Araplar› İslâm'›n savunmas›n› ve korunmas›n› yapmak göreviyle yaratt›ğ›n› anlat›r. Osmanl› devletine karş› Araplar›n ayaklanmas› da, onun görüşüne göre, bu nedenle olmuştur çünkü Türkler İslâm'› ihmal etmişler, onu olduğu şeklinden ç›karm›şlar ve bozmuşlard›r. Bk. A.g.e., sh. 57."(s. 277)

 

ARAPLAR İSLÂMİYET SAYESİNDE GÜÇLENDİLER

MEDENİYETLER KAVİMDEN KAVİME DOLAŞIRLAR

 

Araplar, bilindiği üzere devlet öncesi bir aşama olan kabile hayat› yaşarken, İslâmiyet sayesinde birden bire devlet aşamas›na gelmişler, k›sa zamanda Medine Devleti'ni kurduktan sonra İslâm Medeniyeti'ni kurmuşlar ve hattâ bir müddet sonra da Bat› Medeniyeti'nin kurulmas›na etki edecek kadar güçlenmişlerdir.

Emevîler döneminde de, İslâmiyet'in verdiği güçle üstünlüklerini sürdürdüler. Abbasîler devrinde ise Araplar ikinci dereceye düşmeye başlad›lar. Onlar›n hakimiyet dönemleri üç-dört as›r kadar sürdü ve ard›ndan hakimiyet Türklerin eline geçti. Art›k ilim, din ve yönetim Arap olmayanlar›n elinde güçlenmeye başlad›. Bu merhaleden sonra Araplar adeta tekrar ilk dönemlerine dönmüş oldular.

Mezopotamya Medeniyeti ve M›s›r Medeniyeti'nin varisi olan bu kavim mensuplar›, İslâmiyet sayesinde sözkonusu birlik, beraberlik, güç, devlet aşamas›na gelme ve devlet kurabilme seviyesine ulaşt›lar. Ard›ndan da o çağa kadar gelip geçmiş olan dünyan›n en büyük medeniyetini kurdular. Bugün Arap Yar›madas› ve Kuzey Afrika, İslâmiyet sayesinde Arapt›r, ama ne var ki siyasi varl›klar› yok gibidir. İslâmiyet aç›s›ndan, mahallî baz› hareketler d›ş›nda herhangi bir uyan›ş ve yeniden diriliş belirtileri de yok mesabesindedir. Asl›nda bu durum da, Kur'ân'›n ilâhî bir kelâm olduğunun en aç›k delillerindendir.

İslâmiyet'e göre;

Medeniyetler elden ele ve kavimden kavime dolaş›r.

Böylece değişim, gelişme ve medeniyetlerin devam› gerçekleşmiş olur.

Kim bilir, bir gün hiç kimsenin akl›na gelmeyen Eskimolar bile dünyaya hâkim olup medeniyet temsilcisi olabilir.

Yecüc veya Mecüc, Moğol olarak yorumlan›yor. Belki de bir gün onlar gelecek ve bizleri yöneteceklerdir.

Geleceği Allah'tan başkas› bilemez. Şu anda bizim hiç akl›m›za gelmeyen kavimlerden biri Yeni İslâm Medeniyeti'nin temsilcisi olabilir.

Roma, Bizans, Pers hakimiyeti döneminde Araplar kimin akl›na geliyordu? Ama çok k›sa zamanda onlar hâkim oldular ve yeni bir medeniyet kurdular.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Emir Abdullah, Araplar› efendi sayar.

 

"b- İslâm içinde kendisini Türk'e karş› üstün ve EFENDİ gören ve Türk'e uygarl›k öğrettiğini sanan Arap: Ürdün Kral› Abdullah'›n Arap milliyetçiliği'nin temsilcisi olarak tutumu.

Türk'ün egemenliği alt›nda yaşad›ğ› devirler içinde dahi Araplar›n kendilerine ›rk ve millet olarak üstün ve Arap olmayanlara nazaran ve özellikle TÜRKLERE nazaran EFENDİ saym›ş olmad›klar›na verilecek bir örnek de Ürdün Emiri Abdullah'›n (Kral Hüseyin'in oğlu ve daha sonra k›ral›) tutum ve davran›şlar›d›r. Onun sözlerinde ve davran›şlar›nda Arap milliyetçiliğinin XX ci yüzy›l başlar›ndaki kör inanc›n› bulmak mümkündür. Tanr›'n›n seçtiği ve özel değer verdiği bir millet olma bilinci, Araplarda öylesine koyu şekilde yerleşmiştir ki, en zavall›, en biçare durumlarda kald›klar› devirlerde bile üstünlük hayalleri içinde yaşamay› ve bu hayalleri söz ve yaz› ile yaşatmay› bilebilmişlerdir.

İşte Ürdün K›ral› Hüseyin'in ve Emir Abdullah'›n 1916 da İngilizlerin yard›m› ile Mekke, Taif ve Cidde'deki Türk ordusuna karş› başar› sağlamalar› s›ras›nda tak›nd›klar› tutum buna verilecek nice örneklerden biridir..."(s. 277)

 

IRKÇILIK, BATI HASTALIĞIDIR

KAVİMCİLİK IRKÇILIK DEĞİLDİR

 

Ârîler Bat› ›rkç›s›d›rlar. İşgal ettikleri ülkelerde halk› s›n›flara ay›r›rlar ve kendileri onlarla kar›şmazlar. Kendi aralar›nda da ayr› fazlarda yaşarlar ve ›rklar›na göre dinleri veya mezhepleri vard›r. Eski putperestlik dönemlerindeki tanr›lar›n yerini H›ristiyanl›k mezhepleri alm›şt›r.

Avrupa'da ilk medeniyet Yunanl›lar'da görülür ki bu medeniyet Avrupa medeniyeti say›lmaz. Eski Yunan Medeniyeti bir Anadolu medeniyeti-dir.Çünkü İyonlar Ârî ›rktan değildir. Yunan Medeniyeti zamanla Roma'ya kadar uzan›r ve hâkim olur. Bu da Anadolu'dan giden Etrüskler'in kurduğu bir medeniyettir. Onlar da Ârî ›rk›ndan değildirler.

Yunan Medeniyeti, İbrani Medeniyeti'nin etkisiyle oluşmuş ve gelişmiştir. Roma Medeniyeti'ni H›ristiyanl›k şekillendirmiştir. Bat› dünyas›n›n bugünkü üstünlüğü İslâm Medeniyeti'nin etkisiyle olmuştur.

Tahrif edilmiş olan H›ristiyanl›k mezheplerinin etkisiyle birbirlerini katleden Avrupal›lar, ortak düşmanlar› olan İslâmiyet'e ve Müslümanlara karş› birleştiler, Haçl› Ordular›n› kurdular ve Avrupa'y› savundular. İslâm dünyas›n›n en zay›f olduğu dönemlerde bile Avrupa Haçl› Ordular›, Müslümanlar› yenememişlerdir. Bunun en son denemesi, 20. yüzy›l›n baş›ndaki Çanakkale, Anadolu işgali ve Türklerin İstiklâl Savaş› olmuştur.

Ancak Bat› ve Avrupa, zaten art›k iyice yaşlanm›ş olan İslâm Medeniyeti'ni yani Osmanl› Devleti'ni içten çökertmeyi denedi ve bunda başar›l› da oldu. İslâm ülkelerine, Bat› dünyas›n›n kendi öz hastal›ğ› olan ›rkç›l›ğ› ve kavmiyetçiliği soktu. Osmanl›lara karş› Araplar› k›şk›rtt› ve ayakland›rd›. Birtak›m sap›k düşünürleri ve düşünceleri ortaya ç›kartarak Araplar› Türklere, Türkleri Araplara, fikren ve fiilen sald›rtt›.

İşte bunlardan biri de İlhan Arsel isimli bu yazard›r. Bu kitab›n›n baş›ndan sonuna kadar sürekli olarak Türkçülük yapmaktad›r. Zaten ayr›ca "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" isimli 450 sayfal›k -ve maalesef Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay›nlar› aras›nda yay›nlanan- müstakil büyük boy bir kitab› daha vard›r.

Bütün bunlar› niye yapm›ş veya yapt›r›lm›şt›r?

Doğrusu biz tam olarak bilemiyoruz.

Değerlendirmeyi size b›rak›yoruz,

Türk milleti ›rkç› değildir.

Biz, sadece Türk milletinin ›rkç› bir millet olmad›ğ›n› söylemekle iktifa ediyor ve takdiri değerli okuyucular›m›za b›rak›yoruz.

İslâmiyet'e göre;

Kavimcilik ›rkç›l›k değildir.

Ayn› dili konuşan,

Ayn› kültürü benimseyen ve onlarla evlenen o kavimdendir.

Zira bir insan sadece geçmişi ile değil,

Daha çok geleceği ile bir kavme mensup olur.

Ne var ki, baz› kalemler, Türkleri ›rk olarak aşağ›lamakta ve düşürmekte, bin y›ll›k kültürlerini bir tarafa att›ktan sonra, hayalî ve hiç de gerçekçi olmayan bir Türk tipi tasavvur etmektedirler.

Peki, İslâmiyet yabanc› da Şamanizm yerli mi? Şamanizm neden d›şlanm›yor ve at›lm›yor? İslâmî değerler at›ld›ktan sonra Türk milletinin elinde ne kalacakt›r? Büyük bir hiç!

Kavim, ayn› zamanda bir tarihi oluşturur; hürriyet ve esaret as›rlar› da dahil olmak üzere bu devirlerde yaşanan olaylar o kavmi yoğurup olgunlaş-t›rm›şt›r.

Türkler, İslâmiyet'i hiçbir zorlama olmadan kendiliklerinden kabul ettiler ve bin y›l temsilciliğini yapt›lar. Kimin kimden güç ald›ğ› tart›ş›l›r ama tarihî gerçekler de ortadad›r. Türklerin İslâmiyet öncesi ile İslâmiyet sonras› tarihini mukayeseli olarak incelemek yeterlidir.

Yahudiler kendi medeniyetlerini Mezopotamya ve M›s›r esaretlerinde buldular ve kurdular. Avrupal›lar da, asl›nda kendilerinin olmayan Yunan ve Roma kültürlerini b›rak›p ats›nlar, bakal›m o zaman geriye birşeyleri kal›r m›? Bu çok eski kültürleri bir tarafa b›rak›n›z, as›rlarca az›l› düşman› olduklar› dini yani H›ristiyanl›ğ› kültürlerinden ç›kar›p atabilirler mi?

İslâm Medeniyeti'nin, Bat› Medeniyeti'nin doğmas›nda ve gelişmesindeki etkisini hangi insaf sahibi tarihçi inkâr etmektedir? Ama gaye yapmak değil de, sadece y›kmak ve yok etmek olunca; bizim kendimizi savunmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Emir Abdullah bu y›k›c›lardan biri midir, değil midir; bilemiyoruz. Allah bilir. Tarih ve tarihçiler onun hakk›ndaki hükümlerini vermişlerdir. Ama burada Emir Abdullah ve benzerleri ad›na ileri sürülen fikirler, ne Araplar› ve ne de Müslümanlar› ilzam eder ve kesinlikle herhangi bir şekilde bağlamaz. Bunlar yazar›n kuruntular›, ardniyetli yorum ve yaklaş›mlar›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Emir Abdullah İngilizleri dost olarak takdim ediyor.

 

"6- Türk'ün İslâm ülkelerine 'karanl›klar' getirdiği: Arap'›n seçkin millet olduğu ve Muhammed'in dahi Araplara gönderildiği, iddias›.

Bu ayni Arap Şeyhi, Abdullah, daha sonraki y›llarda yukardaki inançlar›n› daha da geliştirmiş olarak çeşitli nutuklariyle aç›klayacak ve Türk'ün Arap ülkelerini geri b›rakt›ğ›n›, karanl›klara sürüklediğini ve Arap'›n seçkin ve üstün bir millet olduğu fikirlerini işlemeğe devam edecektir. 15 May›s 1923 Tarihinde Ürdün'ün bağ›ms›zl›ğa kavuşmas› vesilesiyle verdiği nutkunda bu görüşlerini yeniden aç›klamakla... ...ve İngiliz hükümetinin dostça yard›m› ile Arap ayaklanmas›n›n mümkün olduğunu ve böylece Türk'e karş› başar›lar sağlad›ğ›n› anlat›r. Bu sözlerini söylerken kadehini orada haz›r bulunan İngiliz yüksek Komiseri şerefine kald›r›r. Yüksek komiser de İngiltere k›ral› ad›na teşekkürlerini ve tebriklerini belirtir, ve belirtirken Araplar›n İngiliz desteği ve yard›m› ile Türklere karş› zaferler kazanmakla uygarl›k yoluna tekrar girdiklerini söyler ve bundan duyduğu memnunluğu dile getirir." Bk. Memoirs of King Abdullah of Transjordan, (Edited by Pilip P. Graves, Translated by G. Khuri, London 1950, sh. 210) (s. 278,279)

 

HER TOPLULUK DOĞAR, BÜYÜR, YAŞLANIR VE ÖLÜR

GELECEĞİN DÜNYASI YENİ İSLÂM MEDENİYETİ OLACAKTIR

 

Osmanl› Devleti, alt› as›r süren bir hükümranl›ktan sonra yaşlanm›ş ve çökmüştür. Çöküş ve y›k›l›ş döneminde miras› paylaş›l›yor ve her bölge ayr› ayr› birilerinin pay›na düşüyor. Bu paylaşma ameliyesinde Arabistan da İngilizlerin pay›na düşmüş. İngilizler o bölgede kendilerine hizmetkâr olacak bir adam buluyor ve İngiliz hükümranl›ğ›n› sürdürmek amac›yla bir felsefe oluşturuluyor. İşte İngiliz uşağ› olan bu adam da kendisine öğretildiği üzere bir papağan gibi bir şeyler söylüyor ve Osmanl›lara sald›r›yor.

Peki, o Osmanl›lara sald›r›yor da biz ne yap›yoruz? Cumhuriyet Tarihi, Osmanl›lara sald›rmaktan geri mi duruyor? İlhan Arsel, Osmanl›lara ve İslâmiyet'e sald›rmaktan başka ne yap›yor? Burada anlayamad›ğ›m›z şey şudur; kendileri için marifet olan Araplar için neden günah oluyor?!.

Bin y›ll›k Anadolu İslâm Medeniyeti çökmüştür. Bu tabiî ve sosyal kanunlar›n bir sonucudur. Hiçbir insan ölümsüz olmad›ğ› gibi, hiç bir devlet de ebedî değildir.

Ölüm sarhoşluğu hâlindeki hareket ve olaylar› kritik etmek, bunu yapan insanlar›n gerçekten kritik edecek başka şeyleri veya seviyeleri yoktur anlam›ndad›r. Bütün bu kritik ve değerlendirmelerin de İslâmiyet ve ilim ile bir ilgisi yoktur. Bunlar› yapanlar da ilim adam› değil de başka bir şeydir ve biz söylemesek de akl›selîm sahibi okuyucular onlar›n ne olduklar›n› çok iyi bilmektedirler.

İslâmiyet'e göre;

Her topluluk doğar, büyür, gelişir ve yaşlanarak ölür.

Bu ölüm yabanc› mikroplar›n bedeni sarmas›yla olur ki; bu durum ya işgal ile veya kanser gibi kendi hücrelerinin azmas›yla olur.

Osmanl›lar› yabanc› mikroplar alt edemedi ama kanser hücreleri y›kt›. O y›k›l›ş da bir kaderdir ve geleceğe pek ›ş›k tutmaz.

Şimdi yap›lmas› gereken iş şudur; geleceğin dünyas› nas›l olacakt›r ve bu dünyan›n kurulmas› için bizler bugün ne yapmal›y›z? Bütün mesele budur. Meselenini özü burada düğümlenmektedir.

Evet, geleceğin yeni dünyas›, yeni dünya düzeni, yeni veya İkinci/ Beşinci İslâm Medeniyeti olarak ortaya ç›kacakt›r. Bu yeni medeniyet, Kur'ân'dan kaynaklanan veya ona dayanan bir medeniyet olacakt›r.

Biz böyle olacağ›n› söylüyoruz. Bu reddiyeyi, bu tart›şmay›, buradaki fikirleri, bir de bu aç›dan düşünüp değerlendiriniz. Biz neler söylüyoruz, Arsel ve benzerleri neler söylüyor? Bunlar› okuduktan sonra, baş›n›z› kald›r›p dünyada neler olduğuna bir bak›n veya derinlemesine bir düşünün; her y›l veya on y›lda bir neler oluyor? Görelim bakal›m, zaman kimi hakl› ç›karacak ve kimin tahmini gerçekleşecektir?

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te kölelik en sonunda kalkm›şt›r.

 

"III- İSLÂM'da ve ŞERİAT UYGULAMASINDA RENK VE IRK AYRICALIĞI YAPILDIĞI VE EŞİTSİZLİK GÖZETİLDİĞİ HAKKINDA;

Gerek İslâm'›n temel hükümlerinde (Kur'an ve Hadis-Sünnet) ve gerek uygulamas›nda insanlar aras› (ve hattâ İNANANLAR- MÜSLÜMANLAR) aras› AYRICALIKLAR VE EŞİTSİZLİK ler öngörülmüş ve yap›lm›şt›r. IRK ve RENK ayr›cal›ğ› da gözetilmiştir. Sosyal ayr›cal›klar da gözetilmiştir...(s. 279)

Şeriat düzenindeki eşitsizlik anlay›ş›n› ve uygulamas›n› Şeriat d›ş› düzenlerdekinden daha farkl›, daha hafif görmek yanl›ş olur. Bilakis baz› konularda ve örneğin ARAP IRKININ (Milletinin) DOĞAL ÜSTÜNLÜĞÜ veya KÖLELİK kuruluşunun niteliği, köklülüğü ve sürekliliği veya kad›n-erkek eşitsizliği gibi hususlarda Şeriat düzeni, başka hiç bir din düzeninde görülmediği kadar kat› ve mutlak ayr›cal›klar, eşitsizlikler getirmiştir... Kur'an hükümlerine göre Tanr›'n›n KÖLE olarak yaratt›ğ› insanlar olduğu fikri öylesine köklü bir fikir olarak yaşayagelmiştir ki İslâm tarihi içerisinde köleliğe karş› sesini yükselten, savaş açan, köleliğin kald›r›lmas›na çal›şan ç›kmam›şt›r (Belki bir veya iki düşünür hariç).

Yeryüzünde köleliğin en normal ve fazla sürede uyguland›ğ› ve en son olarak resmen kald›r›ld›ğ› ülkeler İslâm ülkeleri olmuştur. Köleliğin kald›r›lmas› İslâm'›n içinden gelme zorlama ile değil d›ş›ndan gelen itmelerle, yabanc› etkisiyle olabilmiştir..."(s. 280)

 

ÇAĞDAŞ KÖLELİK 'FAİZLİ İŞÇİLİK SİSTEMİ' VE

ALTERNATİF ÇÖZÜM 'FAİZSİZ ORTAKLIK SİSTEMİ'

 

Kölelik hiçbir yerde kalkmam›şt›r ki,

İslâmiyet'te kalkm›ş olsun.

Bugün insanlar, ya sermayenin/ kapitalizmin ya da devletin/ sosyalizmin kölesidirler. Bu dünya düzenlerinde insan›n azadl›ğ› sözkonusu bile değildir ve kölelikten kurtulmas› da mümkün değildir. Köle demek, çal›ş›p çabalar, yer-içer ve yaşar; ama mal ve mülk edinemez olan insan, demektir.

Faizin meşru hâle gelmesi, büyük sanayi ink›lâb›n›n gerçekleşmesi ve bunlar›n ard›ndan tekellerin oluşmas› sonucunda; bir avuç insan olan patronlar d›ş›ndaki bütün insanlar esir ve köle olmuştur. Ad› 'işçi' olan çağdaş köleler. Kapitalist veya sosyalist  ülkelerde doğan insanlar›n milyonda biri hariç, diğerleri 'köle' olarak doğarlar. Bu insanlar›n kendi işlerinde çal›ş›p yaşama şanslar› yoktur. Kar›nlar›n› doyurmak ve asgarî seviyede geçimlerini temin etmek için kendilerine 'efendi' ararlar. Onlar› köleliğe kabul eden bir efendi buldular m› bayram ederler; 'Oh! Nihayet ekmek param› kazanabileceğim bir iş (yani efendi) bulabildim!' derler ve şükrederek sevinirler!

Bizim ülkemizde olduğu gibi kimi işçi/ köleler, kendi ülkelerinde iş/ efendi bulamad›klar› için vatan ve ailelerini terkederek başka ülkelerde iş/efendi ararlar. Yurt içinde veya d›ş›nda, farketmez, iş bulma şans›n› yakalayanlar, art›k genellikle hiçbir zaman görmedikleri efendilerinin köleliğinden de bir türlü kurtulamazlar. Çünkü efendiler aras›nda gizli-aç›k anlaşmalar vard›r. İşçi işyerini değiştiremez, ücretini art›ramaz, buna benzer birçok şeyi yapamaz...

Çünkü patronlar/ efendiler birleşmiş ve -belki de uluslararas›- tekel olmuşlard›r, böyle tekeller oluşturmuşlard›r. Art›k o işçinin/ kölenin hiçbir zaman göremediği efendilerinin uşaklar›n›n uşaklar›, ona hangi işi uygun görürlerse sadece o işi yapmak ve yine onlar›n takdir ettiği ücretle geçinmek zorundad›r.lar Sistem öylesine ac›mas›zd›r ki; iş bulabilen bu köleler yine de kendilerini şansl› sayarlar ve iş bulamayanlar sürünmeye devam ederler.

İşte bir tarafta boğaz tokluğuna çal›şan bu paras›z köleler yan›nda, bir de paral› köleler olacakt›r. Çağdaş kölelik sistemi içinde 'transfer ücreti' ismi alt›nda sat›n al›nmak şerefi, art›k sadece sporculara ve genel müdürlere ait bir imtiyazd›r. Samimiyetle söylüyor ve iddia ediyoruz ki, eski kölelerin şerefine bugün ancak iyi oyuncular yani sporcular ve iyi genel müdürler veya bürokratlar mazhar olabilmektedir. İşçilik/ kölelik piyasas›nda sadece onlar para ediyorlar. Diğer köleler ise gençliklerinde iyice sömürüldükten sonra, işe yaramaz yaşl› atlar gibi bedava olarak sokağa at›l›yorlar veya huzurevlerine t›k›l›yorlar. İşte ad›na 'sigorta' denen ve sözde 'emeklilik' müessesesi ile art›k işe yaramayan kölelere belli bir yaştan sonra sadece hayatta kalma şans› tan›n›yor. Nas›l bir hayat m›? Bir tek yaşayanlar o hayat› çok iyi bilirler. Ama zaten insanl›ğ›n tamam›na yak›n› o hayat› yaşam›yor mu? Yaşayanlara daha fazla anlatmaya gerek var m›?

Dinleyiniz, hem de çok dikkatli dinleyiniz!

Okuyunuz, hem de çok dikkatli okuyunuz!

Bu kölelik müessesesinin nas›l çal›şt›ğ›n› bilmenizde yarar vard›r.

Merkez Bankalar› 'dolar' veya 'mark' diye 'kâğ›t para' basarlar. Bu paralar, karş›l›ğ› olmayan bedava şeylerdir. İşte karş›l›ğ› olmayan bu değersiz kâğ›tlar› yani paralar›, insanl›ğ›n efendilerine 'kredi' olarak dağ›t›rlar.

İnsanl›ğ›n efendileri de bu paralar sayesinde bütün insanlar› işçi/ köle olarak çal›şt›r›rlar. Fabrikalarda bu köle insanlara üretim yapt›r›rlar, sonra çal›şt›rd›klar› bu işçilere kâğ›t para verirler, onlar da bu paralarla üretilen mallar›n yar›s›n› yüksek fiyatlarla sat›n al›rlar, diğer yar›s› da karş›l›ks›z olarak efendilerine kal›r. İnsanl›ğ› öğütüp duran bu çark durmamacas›na böyle devam edip gider.

Bu efendiler, kölelerini çok kolay yönetme ve denetimlerinde tutma sistemini de bulmuşlard›r. Kâğ›t paray› o kadar çok bas›p değerini düşürüyorlar ki, herkes iş bulam›yor ve ayr›ca büyük bir kitle de işsiz kal›yor. Böylece işçi/ kölelerin fiyat›n› adeta s›f›ra indiriyorlar. Bu durumda herkes 'Beni işe al›n, beni köle yap›n!' diye yalvar›yor. Bu sistem sayesinde bütün insanlar› köle yapmakla kalmam›şlar, sürekli olarak yedekte tuttuklar› işsizler ordusu sayesinde kölelerin fiyat›n› da s›f›ra indirmişlerdir.

Ancak bu işsiz insanlar›n da yaşamas› gerekmektedir. Çünkü köle olma yar›ş› ancak onlar›n varl›ğ› ile gerçekleşebilir ve devam edebilir. Bunun için de 'sigorta' veya 'işsizlik sigortas›' diye bir müessese geliştiriyorlar ve bu sistem sayesinde işsiz kölelere de ölmeden hayatta kalabilecekleri kadar bir pay veriyorlar. Bu vahşi uygulama ile devaml› olarak işçileri iş arama durumunda tutuyor ve çağdaş köleleri rahatl›kla çal›şt›rabiliyorlar.

Eskiden köleler zincirlerle ve kamç›larla terbiye edilirken; çağ›m›z›n işçi köleleri işsizlik ve açl›k korkusu ile isyanlar›na f›rsat verilmeden terbiye edilmekte ve sad›kane hizmet ettirilmektedirler. Bu oyun, vahşi kapitalizm veya k›z›l komünizm denen bu vahşet, karş›l›ks›z olarak bas›lan 'kâğ›t para' ve 'faizli sistem' sayesinde sağlan›yor. İnsanl›k birkaç as›rdan beri bu sistemin cenderesinde k›vran›p duruyor ve kurtuluş çareleri ar›yor.

İslâm düzeninde;

Faiz yasakt›r, karş›l›ks›z ve tan›mlanmam›ş para ihrac› yasakt›r, hür insan› köle yapmak yasakt›r...

Mevcut köleleri de azalt›c› tedbirler al›nm›şt›r ve bu amaçla köle son derece k›ymetli bir hâle getirilmiştir. Böylece köleler de efendilerinin yan›nda mesut olabilmişlerdir.

İslâmiyet, 'kölelere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin ve bar›nd›ğ›n›z yerde bar›nd›r›n' hükmünü getirmiştir.

İslâmiyet köleyi ailenin bir ferdi yapm›şt›r. Köle ile sahibi aras›nda akrabal›k tesis etmiştir. Erkek köle, efendisi olan han›m›n akrabas› olur ve onunla evlenemez. Cariye kad›n için de ayn› hüküm vard›r. Hattâ bunlar azad olunca mirasç› olurlar. Kur'ân bu akrabal›ktan bahsetmektedir.

İslâm ülkelerinde, işçilik sistemine istinaden halk›n köle edilmesi işi henüz tamamlanamam›şt›r. Çünkü faiz yasağ› hâlâ sürüp gitmekte ve hür olma al›şkanl›ğ› bütün olumsuzluklara rağmen geleneksel olarak da olsa direnmektedir. Bundan dolay› ne sosyalizm ve ne de kapitalizm, bu ülkelere tam olarak gelememiştir. Hiçbir zaman bütünüyle hâkim olamam›şt›r. İşte köleleştirilen insanl›ğ›n bütün ümidi de bu direniştedir.

Şimdi as›rlard›r insanl›ğ›n sab›rs›zl›kla bekleyip durduğu yeni bir sistem gelmektedir; 'Faizsiz Ortakl›k Sistemi'. Bu yeni sistemden yararlanarak dünya düzenlerini kuran uluslar, insanl›ğ› sömüren köleliğin cenderesinden kurtulduklar› gibi insanl›ğa büyük hizmetler yapm›ş olacaklard›r. İleride, yak›n bir gelecekte 'faizli işçilik dönemi' denilen kölelik dönemi bitecek ve 'faizsiz ortakl›k dönemi' gelecektir.

Türkiye'de de sür'atle bu 'faizsiz ortakl›k dönemi'ne doğru gidilmektedir. İçten ve d›ştan yap›lan bütün teşvik, destek, dayatma, bask› ve çabalara rağmen, ne kapitalizm ve ne de sosyalizm Türkiye'ye hâkim olama-m›şt›r.

İnsanl›k kölelikten İslâmiyet'in getirdiği çözümler, formüller, modeller ve sistemler sayesinde kurtulacakt›r.

Türkiye'de, art›k savc› ve hâkimler de, bir avuç insanl›k düşman› efendinin emrinde İslâm düşmanl›ğ› yap›p kölelikle savaşanlar› hapishanelere doldurmuyor veya dolduram›yorlar. Kanunlar henüz değişmedi ama zihniyetler yavaş da olsa değişiyor. Asl›nda mevcut kanunlar da, o efendilerin menfaatleri gereği yanl›ş yorumlan›yordu. Elbette bu günler de geçecek, zulüm bitecek, faizli kölelik sistemi sona erecek ve insanl›k kurtulacakt›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Kur'ân kara yüzlüleri yani zencileri kötü göstermiştir.

 

"A- Siyahilerin (zencilerin) aşağ› görülmesi geleneği: zenci'yi küçük görme al›şkanl›ğ›.

İslâm tarihini inceleyenlerin gözünden kaçmayan gerçek odur ki baz› istisnai durumlar hariç genellikle siyah ›rk ve özellikle Afrika zencileri İslâm ülkelerinde itibar gören bir insan grubu olmak şöyle dursun ve fakat genellikle aşağ› gözle görülen ve o şekilde muamele edilen bir ›rk olmuştur. Sadece KÖLE olarak diğer köle gruplar›ndan (örneğin beyaz kölelerden) çok daha aşağ› ve çok daha kötü koşullar alt›nda tutulmuş değil ve fakat İNANAN (Müslüman) kişi olarak dahi zenciler ve siyahlar öyle fazla sayg›ya ve sevgiye layik değerde kabul edilmemişlerdir.

Bunun nedenlerinin köklerini SİYAH-KARA rengin bir bak›ma uğursuzlukla, kötülükle; günahkarl›k'la veya lanetleme ile ilişkin tan›mlamaya bağlanm›ş olmas›nda aramak mümkündür...

Kur'an'›n Al-i İmran suresi'nin (Sure no. III) 106 c› Ayet'inde; "Bir gündür o gün ki yüzler ağar›r, yüzler karar›r, Yüzleri karanl›k olanlara, inand›ktan sonra denir, kâfir mi oldunuz; kâfir olman›za karş›l›k tad›n azab›"; ve 107 ci Ayet de "Yüzleri ağaranlara gelince onlar Allah'›n rahmetindedir..."...

Bunun yan›nda yine Arap Peygamberi'nin "Baş›n›zdaki HABEŞ KÖLE de olsa ona itaat ediniz" veya "Kad›nlar› kendinize güzellikleri için değil... fakat dinleri (inanm›şl›klar›) için eş al›n›z. Yar›k burunlu ZENCİ KÖLE kadar eğer dinden ise (Müslüman ise) tercih edilmelidir" şeklindeki sözlerinde ZENCİ (Siyah renkli olanlar) "en kötü en uğursuz ve en aşağ›l›k olmakla beraber din ad›na çekilmelidir" anlam›na gelir...(s. 280, 281)

Şeref al-Zaman Tahir Marvazi, "Çin, Türkler ve Hindistan" adl› kitab›n›n Habeşlerle ilgili bölümünde siyah tenli olman›n üstünlük sağlad›ğ›n› ve siyahiliğin noksanl›k, kusur olduğunu söyler. Bk. Sharaf al-Zaman Tahir Marvazi, On China, The Turks and İndia, (İngilizce çeviri V. Minorsky taraf›ndan, London 1942, sh. 55)..."(s. 282)

 

 

'AĞARAN YÜZLER' VE 'KARARAN YÜZLER'

ÜSTÜNLÜK SADECE TAKVÂ VE İYİLİKTEDİR

 

Bütün dünya dillerinde 'ağaran yüzler' ve 'kararan yüzler' tabirleri veya benzetmeleri vard›r. İnsan kötü bir durumla karş›laş›nca, k›zd›ğ›nda veya s›k›ld›ğ›nda, yüzü mosmor kesilir. Bu durum sadece beyaz tenli veya diğer renklerde olan insanlar için değil, zenciler için de geçerlidir. Yani onlar da kötü ve s›k›nt›l› bir durumla karş› karş›ya kald›klar›nda, yüzleri ağarmaz aksine daha çok morar›r ve karar›r.

Kur'ân da, âhiretteki 'kararan yüzler'den ve 'ağaran yüzler'den bahsetmektedir. Ancak burada kastedilen, yazar›n iddia ettiği gibi renk değil, 'kötülük' ve 'iyilik'tir. Usûlde bir kaide vard›r: Bir kelime mecazî olarak kullan›ld›ğ›nda hakiki manas›n› kaybeder. Buradaki ifadenin, âhirette cehennemlik olanlar›n kara derili, cennetliklerin de beyaz derili olacaklar› anlam›nda olmad›ğ› kesindir. Suçlular ve günahkârlar, suçlu ve günahkâr yüzleri ile görüneceklerdir, demektir. Buradaki ifadelerin, zencilerin aşağ› ›rk olduklar›na delâlet ettirilmesi doğru olmad›ğ› gibi, yine yazar›n zorlama sapt›rmalar›ndan başka bir şey değildir.

Ne var ki, Kur'ân bu meseleyi sadece bu kadar basit olarak da ele alm›yor. Bu konuda daha önemli ifadeler de vard›r. Kur'ân'da başkanlara 'seyyid' denmektedir ki; seyyid, 'siyah' demektir. Bunun da ötesinde, burada siyahlar›n başkan olduklar›na veya olacaklar›na işaret de vard›r.

Demek oluyor ki, Kur'ân yüzlerin kararmas›yla s›k›nt›l› zamanda karar›p morarmay› benzetme olarak anlatmakta, ama ayn› zamanda başkan olmay› da siyah yüzlülere vermekte ve bunu bir peygamber vasf› olarak zikretmektedir. Öyleyse yazar›n iddias› son derece tutars›zd›r. Kur'ân'da bu ifadelerin varl›ğ› aksini ispatlamakta ve ›rklar aras›nda eşitlik olduğunu belirtmektedir. Sadece 'seyyid' veya yaln›z 'kararma' kelimeleri kullan›lsayd›, iddia tart›ş›labilirdi. Ama böyle bir şey varid olmad›ğ›na göre, iddia havada kalmakta ve gerçekleri yans›tmamaktad›r.

Kur'an, aç›k ve net olarak diyor ki:

"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yaratt›k ve birbirinizi tan›man›z için sizi milletlere (şa'blara) ve kabilelere ay›rd›k. Allah yan›nda en üstün olan›n›z, (Allah'›n buyruklar› d›ş›na ç›kmaktan) en çok korunan›n›zd›r. Allah bilendir, haber aland›r."(Hucurât[49]; 13)

Demek ki üstünlük renkte veya başka bir şeyde değil, takvâdad›r. Bu konuda İslâm dünyas›nda ve ulema aras›nda bir ihtilâf yoktur.

Asl›nda ne Arab›n ne de Türkün böyle bir problemi yoktur, tarihte de olmam›şt›r. Bu problem yenidir, çağdaşt›r, ârî ›rk›n bir hastal›ğ›d›r. Başta bizlere olmak üzere dünyan›n başka milletlerine bulaşm›şsa, Avrupal›lar'dan bulaşm›şt›r. Dolay›s›yla kaynağ› sebebiyle bu hastal›k, Kur'ân ve İslâm'› bağlamaz.

 

ÂL-İ İMRÂN SURESİ

101 - Size Allah'›n âyetleri okunmakta ve O'nun Elçisi de aran›zda iken nas›l inkâr edersiniz? Kim Allah'a sar›l›rsa muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir.

102 - Ey iman etmiş kimseler, Allah'›n gerçek korumas›na giriniz ve selâmete ermeden ölmeyiniz.

103 - Ve topluca Allah'›n ipine yap›ş›n, ayr›lmay›n; Allah'›n size olan nîmetini hat›rlay›n: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nîmetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenar›nda bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtard›. Allah size âyetlerini böyle aç›kl›yor ki, yola gelesiniz.

104 - İçinizde hayra çağ›ran, iyiliği buyurup kötülükten sak›nd›ran bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

105 - Kendilerine aç›k deliller geldikten sonra ayr›l›ğa düşüp ihtilâf edenler gibi olmay›n. İşte onlar (evet) onlar için (k›yamet günü) büyük bir azâb vard›r.

106 - O gün baz› yüzler ağar›r, baz› yüzler karar›r. Yüzleri kararanlara: "İnanman›zdan sonra inkâr ettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karş›l›k azâb› tad›n!" (denilecektir).

107 - Yüzleri ağaranlar ise Allah'›n rahmeti içindedirler. Orada ebedî kalacaklard›r.

108 - İşte bunlar Allah'›n âyetleridir. Bunlar› sana gerçek olarak okuyoruz. Allah, âlemlere zulmetmek istemez.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriat insan› eşitsizliğe esir eder.

 

"IV- İnsan'›n DOĞUŞUNDAN önce başlayan ve ÖLÜMÜNDEN sonra devam eden KİŞİSEL EŞİTSİZLİK.

Şeriatç› zihniyetin bilerek veya fark›nda olmayarak dayand›ğ› bir eşitsizlik düzeni vard›r ki KİŞİ'Yİ, daha doğuşundan önce pençesine al›r ve bütün yaşam› boyunca izler ve nihayet ÖLÜMÜNDEN sonra da ona eşlik eder ve ebediyetler boyunca sürer gider."(s. 283)

 

 

EŞİTSİZLİK VARDIR AMA ESARET YOKTUR;

KİMSE KİMSEYE TANRILIK TASLAYAMAZ.

 

İslâmiyet'e göre, eşitsizlik vard›r ama esaret yoktur.

Zengin vard›r, fakir vard›r, alim vard›r, cahil vard›r; ama fakir zengine köle değildir, cahil alime esir değildir. Çünkü İslâm düzeninde zenginden al›nan vergi/ zekât fakirin bir hakk› olduğundan ona maaş olarak verilmekte, kredi de emek sahibi çal›şan›n bir hakk› kabul edilmekte ve ona verilmekte, böylece zengin fakire muhtaç hâle getirilmektedir. Zira fakir çal›şmasa da ald›ğ› maaşla geçinebilmektedir.

Oysa zengin sermayesini değerlendirip işçiyi çal›şt›rmazsa, servet vergisi olan zekât yani sermayeden al›nan vergi nedeniyle fakirleşmektedir. Zengin vard›r ama efendi olan zengin değil fakirdir. Hele hele fakir kesinlikle zenginin kölesi değildir. İnsan bilmediğini alim olandan yani bilenden sormak durumundad›r ama onun esiri değildir.

Çünkü İslâm topluluklar›nda çok alim vard›r ve kişi istediğine sorabilme konumundad›r. Alimler de, kendilerine soran yani kendilerine bağlananlara göre bütçeden para almaktad›rlar. Öyleyse bu sistemde alim cahilin memuru durumundad›r.

İslâmiyet'e göre;

Eşitsizlik vard›r, ancak bu eşitsizlik asla birinin bir diğer kimseyi esir almas›na ve köle yapmas›na gerekçe olamaz. Herkes eşit olarak Allah'›n kuludur ve kimsenin kimseye Tanr›l›k taslama yetkisi yoktur.

Bunun için müesseseler geliştirilmiştir:

Faizsiz kredi, sermaye vergisi, çoklu sosyal gruplar, serbest hizmetlilere bütçeden maaş ve hizmetlilerin halk taraf›ndan seçilmesi, gibi bir dizi tedbirler vard›r.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre,

Müslümanlar›n Tanr›'s›

insanlar› doğuştan iyi ve kötü yaratm›şt›r.

 

"A- EŞİTSİZLİĞİN DOĞUŞTAN ÖNCEYE İNEN KAYNAĞI:

Kur'an'›n Al'i İmran Suresi'nin 6 c› Ayet'inde: "O (Yani Tanr›) size, daha analar›n›z›n karn›ndayken dilediği gibi şekil verir..." şeklinde bir hüküm vard›r ki yeryüzü eşitsizliğinin başlang›c noktas›n› belirtmektedir.

Yine ayn› şekilde Ra'd Suresi'nin 31 ci Ayetindeki; " Allah dileseydi bütün insanlar› doğru yola sevkederdi", veya Nur Suresi'nin 40 c› Ayet'indeki; "...Allah kime nur vermemişse bir nur yoktur ona", veya Hadid Suresi'nin 22 ci Ayetindeki: "... Yeryüzüne yahut canlar›n›za gelip çatan hiç bir felâket yoktur ki biz onlar› yaratmadan önce, onu bu kitapta tesbit etmemiş olal›m" ve bunlara benzer daha nice hükümlerle insanlar aras› eşitsizliğin daha doğuştan önce başlam›ş olduğu anlaş›lmaktad›r. Çünkü bütün bu hükümlerle kişi'nin bütün kaderi, bütün yaşamlar›, bütün inançlar› ve her şeyi daha doğmadan, ana karn›nda iken Tanr› taraf›ndan çizilmiş görünmektedir. İnsanlar› imân sahibi veya imans›z, iyi veya kötü, fakir veya zengin yapan Tanr›d›r ve Tanr› bunlar› önceden ayarlam›şt›r...(s. 283)

Görülüyor ki eşitsizliğin doğuştan önceye inen ve bu nedenle yaşam süresince süren ve nihayet Cennet'lere ve Cehennemlere yine Tanr› dileği ve emri ile at›lma durumu bak›m›ndan ölümden sonra'ya da uzayan niteliği vard›r."(s. 284)

 

ÜÇ GRUP İNSAN: MÜ'MİN, MÜNAFIK VE KÂFİR

ALLAH ADİLDİR VE HİÇ KİMSEYE ZULMETMEZ

 

Kur'ân, Bakara suresinin başlang›c›nda diyor ki:

6 - Küfredenler ise, onlar› uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.

7 - Allah, onlar›n kalblerini ve kulaklar›n› mühürlemiştir, gözlerinde de perde vard›r. Onlar için büyük bir azâb vard›r.

Dikkat edilirse Kur'ân burada, 'inkâr edenler' yani 'küfredenler' veya 'gerçekleri gizleyenler'e gelince, diyor. Âyetin ilk iki kelimesi bu anlamlara gelir. Allah, 'küfredenlere gelince' diye söze başl›yor ve 21. âyete kadar bu inkârc›lar›n ve gerçek düşmanlar›n›n hâllerini anlat›yor. Burada kastedilen şudur; Allah hiç kimseyi doğuştan iyi veya kötü olarak yaratmam›şt›r. İstisnas›z her insan akl› ve iradesi ile yarat›lm›şt›r ve bunlar› kullanarak kararlar›n› vermektedir. Nitekim Kur'ân'›n daha başlang›c›ndaki bu âyette de, 'kim sonradan küfretmiş ise' diyor.

İnsanlar üç grupta toplan›rlar:

Kimi Hakka inanm›şt›r ve O'nu aramaktad›r. Bu kimse 'mü'min ve müslim'dir. Kimi Hakka inanmad›ğ› halde inan›r görünür ve insanlar› aldat›r ki bu kimseye 'münaf›k' denir. Kimi de gerçekleri bildiği halde kabul etmemekte, gizlemekte, saklamakta, sapt›rmakta, üstünü örtmeye çal›şmakta ve sürekli olarak kötü yöne yönelmektedir. Arapçada 'KeFeRa' kelimesinin anlam› da budur ve bu kimselere de 'kâfir' denir.

Meselâ yazar, İslâmiyet'i biliyor ve hakl›l›ğ›n› da çok iyi anl›yor. Kitab›nda yer yer bu apaç›k görülüyor. Ama o aynen Firavun gibi inat ediyor ve inkâr›n› sürdürüyor. İşte bu tür insanlara gerçekleri ne kadar anlat›rsak anlatal›m onlar› yola getirmemiz ve gerçekleri kabul ettirmemiz mümkün değildir. Çünkü bilmedikleri şeyleri anlatm›yoruz ki; bildiğimiz konular üzerinde konuşuyoruz. Ama onlar bile bile inkâr ediyor ve küfürlerinde ›srar ediyorlar. Allah işte bunlar›n durumunu âyetlerle anlat›yor.

Yazar burada konu içinde tam 11 âyet, dipnot k›sm›nda da 6 âyet zikretmiş. Takdir edersiniz ki, bizim bunlar› burada zikretmemiz mümkün değildir. Kur'ân'›n daha başlang›c›nda mü'minlerin halleri anlat›ld›ktan sonra, münaf›klar ile kâfirlerin halleri ve psikolojileri çok iyi anlat›l›yor; elbette anlayanlara. Kur'ân'›n baş›ndan sonuna kadar birçok yerde benzer âyetleri bulmak mümkündür.

Yazar›n üslûbu ve metodu da art›k çok iyi biliniyor. Âyetten işine gelen birkaç kelime al›yor ve gerisini b›rak›yor. Siyak-s›bak konusu yani önceki ve sonraki âyetleri değerlendirme ise, hak getire. Kesinlikle böyle bir şey yapmaz. Akl›s›ra hakk› ve hakikati gizlemeye çal›ş›yor. Ama âyetler orada duruyor ve isteyen istediği anda okuyabiliyor. Kur'ân'›n tek bir harfini bile gizlemesi veya değiştirmesi mümkün değil. Arapçada 'KeFeRa' kelimesi de, hakk› ve hakikati gizlemeye çal›şmak, anlam›ndad›r.

Okuyucular›m›za tavsiyemiz şudur; bizim yazd›klar›m›zla beraber, çok iyi bir-iki meâlden de bu âyetleri okuyunuz. O zaman gerçekleri çok daha iyi anlayacaks›n›z. Hattâ bu kitab› sürekli olarak yan›n›zda bulunduracağ›n›z bir meâl ile birlikte okuman›z son derece yararl› olacakt›r. Kur'ân, bu yönüyle de mucizedir. Çünkü kâfirlerin psikolojilerini ve anlay›şlar›n›, birçok yerde uzun uzun anlat›yor.

Biz yine başa ve konumuza dönelim. Kur'ân'da 'muhkem' âyetler ve 'müteşabih' âyetler vard›r. Müteşabih âyetler, anlaş›lmayan âyetlerdir. Bu tür âyetleri anlayam›yorsak, Kur'ân'›n emri olarak onlar› b›rakmam›z gerekir. Çünkü muhkem âyetlerde, Allah'›n zâlim olmad›ğ› ve insanlar›n kendi elleriyle yapt›klar›ndan fazla cezaland›r›lmayacaklar›, aç›kça söylenmektedir. Bu konuda İslâm ulemas›nda icma vard›r. Bize göre bu âyetler müteşabihtir. Buna uymayan âyetleri buna göre tevil edecek veya geçeceğiz. Kur'ân öylesine büyük bir mucizedir ki, inanmayan inkârc›lar Kur'ân'›n müteşabih âyetlerine yap›ş›p fitne ç›karmak isterler, diyor.

Yazar İlhan Arsel, bu gerçeğin tipik bir örneğidir.

İslâmiyet'e göre;

Allah adildir ve hiç kimseye zulmetmez. Kimsenin cezas›n› fazla vermez. Bir k›sm›n› veya tamam›n› affedebilir. İyilere de mükâfatlar›n› kat kat verir.

İnsanlar üç çeşittir:

Mü'minler vard›r,

bunlar Hakk'a ve hakikata inan›p doğru işler yaparlar.

Kâfirler vard›r;

Bile bile gerçekleri gizleyip sapt›r›rlar ve kötü yola giderler.

Münaf›klar vard›r, bunlar gerçekleri ciddiye almay›p esen yel yönünde eğilen ve öyle görünenlerdir. Kurtuluşa erenler sadece mü'minlerdir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Kölelere iyi muamele yapmak,

köleliği ebediyen sürdürmek içindir.

 

"B- KÖLELİK esas›na dayanan eşitsizlik ve Köleliğin DOĞAL bir kuruluş olarak sürdürülmesi, ŞERİAT devleti yaşamlar›n›n temeli olmuştur.

Kölelik kuruluşu ve zihniyeti İslâm'›n en ziyade bağl› olduğu şeylerden biri olmuştur...(s. 284)

KÖLELİK kuruluşunu İslâm, her şeyden önce DOĞAL bir kuruluş olarak ve Kur'ân hükümleriyle yerleştirilmiştir. Kölelikle ilgili gerek Kur'an'dan ve gerek Hadis'lerden pek çok örnek hükümler vermek mümkündür. Bunlar aras›nda özellikle al-Nahl Suresi'nin (Sure XVI) 75 ci Ayetini belirtmek şimdilik yeterli olabilir. Şöyle diyor bu hüküm "Bir tarafta hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köle, bir tarafta da bol r›z›k verdiğimiz ve bu r›z›ktan bir k›sm›n› gizli aç›k yoksullara harc›yan, onlar› geçindiren birisi olsa, bu ikisi denk olur mu? Şükür Allah'a ki eşit değildir".

Bu Ayet gibi diğer baz› ayetler... KÖLE'yi MAL olmak üzere HAYVAN düzeyinde öngörmüştür. Biraz önce belirttiğimiz gibi Kur'ân, al-Nahl Suresi'nin 75 ci Ayetinde -"Allah hiç bir şeye gücü yetmeyen ve BAŞKASININ MALI OLAN bir KÖLE ile kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve aç›kca sarfeden kimseyi misal gösterir. Hiç bunlar eşit olur mu?..." Dedikten sonra bu tür eşitsizliği yaratt›ğ› için Tanr›'n›n öğülmeğe değer olduğunu ekler -"Öğülmeğe layik olan Allah't›r, fakat çoğu bilmezler"...(s. 285)

Her ne kadar kölelere kötü muamele yap›lmamas›n› öngören hükümler yok değilse de bütün bu hükümleri köleliğin lehine değil aleyhine saymak gerekir. Çünkü bu suretle köleliği tahammül edilir s›n›rlar içinde tutmak ve ebediyen sürdürmek amac› güdülmüştür..."(s. 286)

 

HAKKA VE KUVVETE DAYALI DÜNYA GÖRÜŞLERİ

İSLÂM DÜZENİNDE ÇIKAR PARALELLİĞİ VARDIR

 

Topluluk demek, bir arada yaşamak demektir. Bu toplu ve bir arada yaşama da ya korku ile sağlan›r ki buna, 'kuvvetin üstünlüğü ilkesi' diyoruz. Bu korku da ya insan› aç ve işsiz b›rakmakla gerçekleştirilir ki bu da bugünkü 'kapitalizm' sistemidir; ya da işkence ve dayatma ile gerçekleştirilir ki o da bugünkü 'sosyalizm' sistemidir. Her iki sistem de, çok küçük bir mutlu az›nl›k d›ş›ndaki bütün insanlar› işçi/ köle hâline getirir.

Bunlar›n d›ş›nda ve bunlar›n alternatifi olarak, insanlar›n zor ve kuvvet kullanarak değil de, memnun edilerek ve sevdirilerek topluluk olarak bir arada tutulmalar› sağlan›r ki biz buna, 'Hakk›n üstünlüğü ilkesi' diyoruz. İslâmiyet işte bunu başarm›ş ve yeryüzünde bunun sistemini gerçekleştirmiştir.

Kuvvetin üstünlüğü ilkesinde 'ç›kar çat›şmas›' vard›r; Hakk›n üstünlüğü ilkesinin uyguland›ğ› yerde ise 'ç›kar paralelliği' vard›r. Ç›kars›zl›k ise bu kâinatta yoktur.

İşte bütün mesele bu ç›kar yani menfaat dengesinin sağlanmas›d›r. Sağlanamay›nca, insanlar sürekli olarak çat›ş›r ve savaş›rlar. Bu savaşlar sonunda mağlup olanlar esir edilir ve köle olurlar.

Bu ç›kar çat›şmalar› olduğu sürece kölelik de var olmaya devam edecektir. Nitekim yazar da yazd›klar›yla bu çat›şmalar› körüklemektedir. Biz, yazar gibi insanlar›n bulunmad›ğ› bir yer, bir dünya, bir kâinat tan›m›yor ve bilmiyoruz. Öyle bir yer varsa, isteyen oraya gidebilir! Ama bizim dünyam›z budur. Yazar da kitab›ndaki hakaret ve sapt›rmalar›n›, herhalde ç›kars›zl›k için yapmamaktad›r. Kimin ç›kar› için çal›şt›ğ›n› ise sadece kendisi bilir!..

Yazar, burada da bir âyeti -hem de iki defa- ele al›p her zaman olduğu gibi anlam›n› istediği gibi anl›yor veya sapt›r›yor. Halbuki Allah burada bambaşka bir amaçla 'misâl' vermekte ve bu da aç›kça anlaş›lmaktad›r. Ama yazar yine istediği gibi anlamaya çal›şmakta ve sadece kendini kand›rmaktad›r. Biz de, gerçeğin iyice anlaş›lmas› amac›yla Nahl suresindeki bu âyetin ve sonras›ndaki âyetin anlamlar›n› aynen aktar›yoruz:

75 - Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkas›n›n mal› olan bir köle ile; kendisine güzel r›z›k verdiğimiz, o r›z›ktan gizli ve aç›k harcayan kimseyi misâl olarak anlatt›. Hiç bunlar bir olurlar m›? Hamd Allah'a mahsustur, fakat çoklar› bilmezler.

Allah'tan başkas›na tapan kimse, başkas›n›n mal› olan, hürriyetten yoksun, aciz köle durumundad›r. Çünkü o, iradesini bir yarat›ğ›n eline vermiş, köleleşmiştir. Allah'a kul olan ise, yarat›klara kölelikten kurtulmuş, tam hürriyete kavuşmuştur. Zira o, her şeyi yaln›z Allah'tan beklediğinden menfaat için kimseye boyun eğmez. İşte böylesi de elindeki mal›, istediği gibi sarfedebilen hür insan durumundad›r. Elbette bu iki tip insan bir olmaz. Yüce Allah bu misâl ile bu gerçeği anlatmak istiyor.

76 - Ve Allah şu iki adam› da misâl olarak anlatt›: Birisi dilsizdir, hiçbir şey yapamaz, efendisinin üzerine bir yüktür. (Efendisi) onu nereye gönderse bir hay›r getirmez (bir iş beceremez). Şimdi bu adam, doğru yolda giderek adaleti emreden kimse gibi olur mu?

İslâm düzeninde;

Ç›kar paralelliği vard›r.

Sistem öylesine güzel ve dengeli bir şekilde düzenlenmiştir ki, sonunda maddî ve manevî aç›dan olmak üzere herkes kâr eder; kesinlikle zarar eden olmaz. Bundan dolay› bu düzende 'ticaret serbest' ve 'faiz haramd›r'.

İki dünya görüşü vard›r:

Biri ç›kar paralelliğine, diğeri de ç›kar çat›şmas›na dayan›r.

Kuvvete dayal› olan dünya görüşünde ç›kar çat›şmas› sistemi esast›r.

Kölelere iyi ve adaletli muamelede bulunmak, elbette hem köleler, hem efendileri, hem de topluluk için iyi ve faydal› sonuçlar doğurur. Çünkü Hakka dayal› dünya görüşünde ç›kar paralelliği vard›r ve bu dünya görüşüne göre düzenini kuran topluluğun bütün fertleri için huzur ve saadet kaynağ›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te şeref, köle say›s›yla olmuştur.

 

"1- Müslüman'›n değeri sahip olduğu köle say›s›na oranla:

Bir kere İslâm ülkelerinde geçerli olan değer ölçülerine göre Müslüman kişi'nin değeri , önemi, prestiji ve kudreti sadece sahib olduğu din bilgisine, tutum ve davran›ş›ndaki ağ›rbaşl›l›ğa, ve maddî varl›ğ›na göre değil ve fakat sahip bulunduğu köle say›s›na oranla hesap edilir olmuştur. İbn Hallikan, İslâm büyüklerinin yaşam› ile ilgili ünlü yap›t›nda bu söylemiş olduğumuz unsuru da göz önünde tutmaktan geri kalmazd›. X cu yüzy›l›n ünlü bilgini Ebu Muhammed... İbn İbrahim Tabata'n›n tan›m›n› yaparken "Hicaz doğumlu ve... sahip OLDUĞU KÖLELERİN SAYISI, tutumundaki ağ›rbaşl›l›k... ile temayüz etmiş idi" der. (Bk. İngilizce çevirisi için bk. İbn Khallikan, Biographical Dictionary, Slane's translation, Paris 1843, Vol.II. sh. 46). Görülüyor ki İbn Hallikan gibi ayd›n kafal› olmas› gereken bir yazar insanlar› önemli ve büyük yapan k›staslar› ve büyüklüğün nedenlerini köle say›s›na oranla gözünunde tutmaktad›r..."(s. 286,287)

 

'FAİZLİ İŞÇİLİK/KÖLELİK SİSTEMİ' YERİNE

ALTERNATİF 'FAİZSİZ ORTAKLIK SİSTEMİ'

 

Bugünkü ekonomi nas›l 'faizli işçilik/ kölelik sistemi' olan modern köleliğe dayan›yorsa, o günkü yani o çağdaki ekonomi de köle say›s›na dayan›yordu. Kimin kölesi çok ise, onun işletmesi veya iş hacmi büyüktü. Ama bu büyüklük şeref vesilesi say›lmazd›. Çünkü zenginlik şeref değildi ama zenginliğin bir ölçüsü de buydu ve böyle ifade ediliyordu.

Benim doğup büyüdüğüm memlekette (Artvin - Borçka) bir kimsenin başkas›n›n işinde ücretle çal›şmas› çok ay›p say›l›rd›. Ancak ustalar, muhtarlar ve imamlar ücret alabilirlerdi. Babam şişman bir insand› ve kendi işini kendisi yapamazd›. Bu işleri için köylü yard›m ederdi. Ama baz› zamanlarda herkesin işi olur ve köylü gelemezdi. Sadece çok yak›n olan day›lar›m›z gelip yard›m ederlerdi. Bu sefer onlar›n işi bozulur, babam onlara para vermek ister ama bu teklifte bulunduğunda gücenerek hiç gelmezlerdi. Bu duruma çözüm olarak, alt› ay sonra yengelere yani han›mlar›na verir ve böylece sanki hediye vermiş gibi olurdu.

İslâm dünyas› geçmişte böylesine hür bulunuyordu. İşte o dönemde henüz dolar yani kâğ›t para keşfedilmemiş olduğu için halk hiç kimsenin esiri değildi. İşçi bulunmazd›. Ancak çağdaş ve modern köle sistemi ile sanayi devrimi yap›labilirdi. Bu köle sistemi ve sanayi devriminin insanl›ğa faturas› ise çok büyük olmuştur: Kirlenen çevre, zehirlenen hava, sosyal patlamalar, uluslararas› ç›kar çat›şmas› savaşlar›, I. ve II. Dünya Savaş›, atom bombas› ve silâhlanma yar›ş›... v.s.

İslâmiyet'e göre;

İnsanl›ğ›n sanayi devrimini yapabilmesi için sermaye terakümüne ihtiyaç vard›. Bunun için faiz serbest olmal›yd›. Allah'›n r›zas› olmasa da, iradesi ile Bat› dünyas› sanayi devrimini yapt›.

Art›k standart mallar oluştu. İnsanl›k senedi öğrendi. Bundan sonra sermaye terakümüne gerek yoktur. Kredi bu ihtiyac› karş›l›yor. Art›k 'faizli işçilik/ kölelik sistemi' yerine 'faizsiz ortakl›k sistemi' gelecek, yani kredi ortakl›klara verilecektir. Faiz ortadan kalkacak ve insanl›ğ›n işçilik esareti bitecektir. Sermayenin tahakkümü sona erecek ve işçi ile patron şerefte eşit olacakt›r.

İslâmiyet'in istediği ve yak›n bir gelecekte de gerçekleştireceği sistem budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet, adil köle hukuku ile köleliği kökleştirmiştir.

 

"2- "Kaçan köleyi Tanr› affetmez", "Kim ki köleyi efendisine karş› k›şk›rt›r o Müslüman değildir" şeklindeki Hadis'ler.

Kölelik kuruluşunun hiç aksamadan işlemesi ve köle sahiblerinin şu veya bu şekilde tedirgin olmamalar› ve kölesiz kalmamalar› için de gereken her şey düşünülmüştür. İbn Cabir'den naklen gelen bir Hadis'e göre Arap Peygamberi "...üç kişi vard›r ki bunlar›n duas›n› Tanr› kabul etmez ve iyi davran›şlar› işe yaramaz. Bunlardan biri sahibinden kaçm›ş köledir. Sahibine dönünceye ve elleriyle ona teslim oluncaya kadar bu köle için sevap durumu ve dualar›n›n Tanr› taraf›ndan kabul edilmesi olanağ› yoktur" demektir. Yine ayn› Hadis'e göre kim ki köleyi efendisine karş› k›şk›rt›r o kişi Müslüman olmaktan ç›kar. Ebu Hürera'dan naklen gelen bir Hadis'e göre (ve Ebu Davud'a isnad olunan bir Hadistir bu), İslâm peygamberi kad›n› kocas›ndan uzaklaşt›ran veya KÖLEYİ EFENDİSİNE karş› k›şk›rtan ve onu efendisini terketmeğe teşvik eden kişi Müslüman değildir. Bu nadis'ler el-Katib taraf›ndan yay›nlanm›ş ve J. Robson taraf›ndan İngilizceye çevrilmiştir. Bk. al-Khatib, a.g.e. (Transl. by J. Robson, 1960, Part IX Book XII, Chapt. XI sh.692)...(s. 287)

Bu konuda daha belirtebilecek nice örneklerden anlamak mümkündür ki Şeriat düzeni köleliği ne insanl›k d›ş› bir kuruluş olarak görmüştür ve ne de ortadan kald›rmay› amaç bilmiştir...(s. 288)

Ülkemizde bile "Evladl›k" "Besleme" ad› alt›nda bu eski kölelik kuruluşunun başka bir k›l›k alt›nda bugün dahi uyguland›ğ› bir gerçektir...(s. 289)

Aksine kölelerin durumunu biraz olsun düzeltir görünüş içerisinde köleliği (katlan›labilir) bir kuruluş haline getirmekle daha da köklü, ve sağalam ve kald›r›lamaz bir şekle sokmuştur. Şeriat'›n bu temel felsefesi Kur'an eğitiminden geçmiş insanlar›n beyninde öylesine yer etmiştir ve bu nedenle kölelik öylesine doğal, değişmez, ve normal bir kuruluş say›lm›şt›r ki... 1909 tarihinde Hicazda vali bulunan Fuat paşa'n›n köleliği ve köle ticaretini yasaklamağa kalk›şmas› üzerine... Bk. C. Ernest Dawn, From Ottomanism to Arabism-Essay on the Origins of Arab Nationalism, (University of İllinois Press, 1973, sh. 9)".(s. 290)

 

KUR'ÂN'A GÖRE KÂFİR KİMDİR?

İSLÂMİYET'TE HER ŞEYİN HUKUKU VARDIR

 

Evet, bak›n›z ard niyet nas›l da s›r›t›yor ve aç›k veriyor. Yazar anlatt›kça, bilgisizlik ve inkâr batağ›na iyice saplan›yor. Anlatt›kça, ilim ve hukuktan uzaklaş›yor. Anlatt›kça, adil devlet düzeninden uzaklaş›p anarşi ve düzensizlik batağ›na saplan›yor...

Hukuksuz devlet ve düzen olur mu?

Hiç hukuk olmazsa, anarşi olur. Kötü bir hukuk olursa, zulüm olur. İyi bir hukuk sistemi olursa, adaleti kökleştirir ve sağlamlaşt›r›r.

Tam burada meşhur olan birçok f›kralar ve hikâyeler akla geliyor: Kurt-kuzu hikâyesi... Deli Dumrul hikâyeleri... Nasreddin Hoca'n›n eşek, baba ve oğul f›kras›... Bunlarda ve benzeri hikâye ve f›kralarda neler anlat›ld›ğ›n› bir düşününüz; sonra da yazar›n yazd›klar› ile bir mukayese ediniz. Hak ve hakikat, mant›k oyunlar› ile nerelere çekilebilir bir düşününüz. Sonra bütün bunlar› yazar›n kitab›nda yaz›lanlarla mukayese ediniz. İşte o zaman neticenin o hikmetli hikâye ve f›kralarda anlat›lanlara varacağ›n›, daha doğrusu onlara benzeyeceğini göreceksiniz. Demek ki o hikâye ve f›kralar bu tür insanlar için anlat›lm›ş.

Değerli okuyucular!

Son derece dikkatli, ak›ll› ve mant›kl› olmal›s›n›z. Bu kurnaz inkârc› nas›l da sizleri çelişki girdaplar›na çekmeye ve orada yok etmeye çal›ş›yor. Bu konuda da yaln›z değildir. Uluslararas› fitne ve küfür güçlerinden destek görmektedir. Bu desteğin doğrudan olmas› da gerekmez. Doğrudan doğruya olabileceği gibi dolayl› olarak da yap›labilir.

Dikkat edilirse buradaki metinlerde de zikredilen kaynaklar yabanc›d›r ve İngilizcedir. İslâmiyet konusunda doğrudan doğruya İslâm kaynaklar›ndan yararlan›lacak yerde, yabanc› kaynaklardan yararlan›lmas› ve onlar›n yanl› bak›şlar›n›n savunulmas› son derece dikkat çekicidir. Evet, Kur'ân bu tiplere ve benzerlerine 'kâfir' demektedir ve bunu asla hakaret olsun diye de yapmamaktad›r Demek ki, bu tabir ve terminoloji Kur'ân termminolojisidir. Bu tür insanlar, bile bile gerçeğin tam aksini ve z›dd›n› söyledikleri için Kur'ân bu kelimeyi kullanmaktad›r.

Kur'ân'a göre, kâfir kimdir? İşte burada ve bu vesileyle, Kur'ân'a göre kimin kâfir olduğunu da anlatmaya çal›ş›yoruz. Çünkü halk aras›nda yanl›ş olarak H›ristiyan, Yahudi veya komünistlere kâfir denir.

Kâfir, gerçeği bildiği halde işte bile bile sapt›rarak aksini savunan ve gerçekleri gizlemeye çal›şan kimselere denmektedir. Kâfirin kelime manas› budur. Bunun d›ş›nda başka bir aç›klamaya gerek var m›?

 

İslâmiyet'e göre;

Hiçbir şey ihmal edilmez. Bir şey gayrimeşru da olsa onun hukuku vard›r. Çünkü olay olduktan sonra geri çevrilemez.

Sonra İslâm düzeninde hukuk konmaz, hukuk zaten vard›r. Köle varsa, hür insan varsa, komünist varsa, ateist varsa, mutlaka onun hukuku da vard›r.

Onun ayr›ca yaz›l› metinlere geçmesi de gerekmez. Çünkü tabiî hukuk anlay›ş› vard›r. İlâhî hukuk anlay›ş› vard›r.

Hukukun görevi yaşatmak veya öldürmek değildir; hukukun görevi sadece hakk› ortaya koymakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Dünya kölelikle savaşm›ş, İslâmiyet aksini yapm›şt›r.

 

"3- KÖLE'nin (veya Cariye'nin) lehinde gibi görünen hükümler köleyi daha fazla sömürmek ve kölelik kuruluşunu kolayl›kla sürdürmek için.

Fakat tarihi diğer bir gerçek de o'dur ki kölelik kuruluşunu, köle sahiplerinin yarar›na ve rahat›na en uygun şekilde sürdürmenin ve köle ayaklanmalar›na engel olman›n tek yolu köleliği TAHAMMÜL edilir koşullar içinde tutmakt›r...(s. 290)

Gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümleri aras›nda Kölelere iyilikle davranmak veya kölelerden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin bedellerini kabul etmek, veya cariye'yi fuhşa zorlamamak, baz› hallerde köle azad etmek gibi hükümler yok değildir. Fakat bu hükümler insanc›l bir amaçla ve köleliği gerçekten yok etme düşüncesiyle getirilmiş şeyler değildir...(s. 291)

H›ristiyanl›kta Kilise, köleliği kald›rmam›şt›r ve fakat kölenin durumunu iyileştirmek ve köleliğin kald›r›lmas› ak›mlar›na destek olmak bak›m›ndan olumlu işler görmüştür...(s. 292)

Köleliğe karş› savaşan nice h›ristiyan din adam› ç›km›şt›r. Orta çağ'›n en karanl›k dönemlerinde bile bu mücadeleyi sürdürenlere rastlan›r. XI ci yüzy›lda Bristol'da köle ticaretini ilk önleyen Kilise adamlar› olmuştur. Bu konularda çok geniş bir yay›n vard›r. Sadece bir iki yap›t ad› vermekle yetinelim.

L. T. Hobhouse, Morals in Evolution, (London 1951).

A. P.  Stokes & Leo Pfeffer, Church and State in the USA, (Revised edition N.Y. 1964).

Kenneth Scott Laturette, A History of Christianity, (Harper & Row 1953).

Söylemek istediğimiz şudur ki İslâm ülkelerinde köleliğe karş› savaşan ve köleliğin yasaklanmas› veya kald›r›lmas› konular›nda gayret sarfeden ne bir din adam› ve ne de doğru dürüst bir ayd›n ç›km›şt›r. Aksine günümüze gelinceye kadar ve hatta bugün dahi köleliği savunan ayd›n çevreler ve ayd›n geçinen kişiler vard›r."(s. 293)

 

BATI BÜTÜN İNSANLARI KÖLELEŞTİRMİŞTİR

SAVAŞ OLAN YERDE KÖLELİK DE VARDIR

 

Dünya dediğin Avrupa, bütün insanl›ğ› köleleştirmek ve dünyaya faizli işçilik/ kölelik sistemini hükümran k›labilmek için savaşm›şt›r.

Dünya dediğin Avrupa ve Amerika, Afrika yerlilerini yani zencilerini zorla köleleştirmiştir. Dünyay› sömürmek için gün gelip de zenciler yetersiz kal›nca, kendi halk›n› yani beyazlar› da 'işçi' statüsünde köleleştirmişti.

Hani nerde ortadan kalkan veya kald›r›ld›ğ› söylenen kölelik? Sözde kölelik kald›r›lm›ş! Ard›ndan bütün insanl›k bir avuç kapitalistin kölesi hâline getirilmiştir. Bat› dünyas›nda, başlang›çta sadece zenciler sömürülürken, daha sonra bütün insanlar işçi statüsüne sokularak sömürülmeye başlanm›ş ve bu sömürü çark› günümüze kadar gelebilmiştir. Hani nerde kalkan kölelik?

Amerika'da işçilik sistemini getirebilmek için kölelerin sözde hür hâle getirilmesi, ard›ndan siyah-beyaz ay›r›m› yap›lmaks›z›n herkesin köleye dönüştürülmesi sisteminin getirilme mücadelesi verilmiş, bunun için savaşlar yap›lm›ş ve sonunda bütün insanlar›n köleleştirilmesi başar›lm›şt›r. Sadece kölelerin ismi değişmiş ve 'işçi' olmuştur. Çünkü o işçilerin kendi işyerleri yoktu. Patronlar›n insaf›na terkedilmişlerdi. Oyun çok iyi tezgahlanm›şt›. Elbette birkaç ufak tefek işyeri sahibi de vard›. Daha sonra yavaş yavaş ekonomik krizler ç›kartarak o işyerlerini de b›rakt›r›p onlar› da işçi statüsüne dahil ettiler.

Vahşi veya kara kapitalizm böyle yapt› da, sözde işçi haklar›n› savunmak iddias›yla ortaya ç›kan k›z›l komünizm farkl› m› davrand›? Sovyet ülkelerinde de benzer işlemler yap›ld›. Halk aç ve muhtaç b›rak›larak sosyalizm sisteminin işçisi yani kölesi hâline getirildi. Hani nerde hürriyet? Hani nerde kalkan kölelik?

İslâmiyet, köleyi azad ettiği zaman, ona ayn› zamanda başkas›na muhtaç yani köle olmadan yaşama imkân›n› da verdi. Amerika'da ise sözde kölelik yasak edilip zenciler hür yap›ld›ğ›nda ne oldu? Bu sefer siyah-beyaz ay›r›m› yap›lmaks›z›n bütün insanlar işçi/ köle yap›ld›. Köleliğin fiyat› s›f›rland›. Diğer bütün hür insanlar da köle yap›ld›. Bu sözde köleliği kald›rma savaş›n›n şerefi sizin olsun; biz reddediyor ve istemiyoruz!..

Asl›nda yazar da insanl›ğ›n başlang›c›ndan beri köleliğin var olduğunu itiraf ve kabul ediyor. Ediyor ama, İslâmiyet'e sald›rmak için her vesileden yararlanmaktan da geri durmuyor. Ayr›ca İslâmiyet d›ş›nda diğer bütün topluluk ve dinlerin insanc›l olduğunu, sadece İslâmiyet'in kötü olduğunu söylemekten -her zaman olduğu gibi- vazgeçmiyor. Bunun için elbette İngilizce kaynaklar yani yabanc› lojistik destek de devrededir. Yukar›da bu al›nt›lar› da yapt›k ve dikkatinize serdettik. Ama her şeye rağmen gerçekler tam olarak gizlenemiyor ve itiraflar gözden kaçm›yor. Nitekim kitab›n›n bu bölümünde de yazar diyor ki:

"Beşer tarihi kar›şt›r›lacak olursa... Binlerce yüzy›l önce eski Babilonya'da kölelerin oldukça insanc›l say›labilecek durumlar› vard›...

Bundan dört veya beşbin y›l önce eski M›s›r'da köleler için yerli halktan kişilerle evlenme olanağ› bile vard›...

Eski Yunan'da kölelerin durumlar›n› iyileştiren kanunlar vard›... Roma'da da öyle...

Yahudi dininde de kölelere iyilikle davran›lmas› ve kölenin hürriyetini sat›n almas› hususlar› öngörülmüştür.

H›ristiyanl›kta Kilise, köleliği kald›rmam›şt›r..."(s. 292)

İslâmiyet'e göre;

Ne şeytan›n ve ne de mikrobun kökü kaz›nabilir; ama zararlar› asgariye indirilebilir.

Savaş ve kölelik kötüdür ama kökü kaz›namaz. Her zaman ve her yerde bu müesseseler var olacak ve hukuklar› bulunacakt›r.

Kötülüklerinin asgariye indirilmesi için gerekenler yap›lm›şt›r, bundan sonra da yap›lmaya devam edilecektir.

İslâmiyet, as›l bütün insanl›ğ›n köle hâline getirilmesini tecviz etmez.

Büyük sanayiin doğmas› için Allah belli bir çağda baz› oluşumlara izin vermiş, şimdi de fonksiyonu bittiği için bu sistemin ömrü sona ermektedir. Art›k o kölelik sisteminin yerine 'faizsiz ortakl›k sistemi' gelecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te kölelik mesele bile değildir.

 

"4- KÖLELİĞİ EN DOĞAL BİR KURULUŞ OLARAK YÜCELTEN "AYDIN" ÇEVRE:

Kölelik kuruluşunun kötü ve insanl›ğa ayk›r› bir kuruluş olduğunu savunan ve İslâm'›n bu kötü kuruluşu yok etme amac›n› güttüğünü ve bu nedenle "köle azad etme" usullerini işler tuttuğunu söyleyen Arap yazar ve düşünürler genellikle köleliğin İslâm ülkelerinde sürüp gelmesi sorumluluğunu TÜRK'e yüklerler. Bu konuya "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" başl›kl› kitab›m›zda k›saca dokunmuş idik. Öyle ki kölelik İslâm'›n kutsal doğal bir kuruluş olarak getirdiği bir şeydir ve İslâm tarihi boyunca ve hatta bugün dahi İslâm'›n ZİRVE denebilecek ayd›n çevreleri bunu bu şekilde benimsemişler, savunmuşlar ve kald›r›lmas› yönünde bir davran›şta bulunmay› ak›llar›ndan dahi geçirmemişlerdir. Fakat AYDIN olma iddias›nda da olsa ŞERİAT KAFASI öylesine dar, öylesine bilgisiz, öylesine beşerî olmaktan uzak ve İNSANCIL DUYGUDAN yoksundur ki,..."(s. 293)

 

BATI İNSANLARI YA KÖLE YAPAR VEYA KATLEDER;

İSLÂMİYET İNSANLIĞI KURTARIP MESELEYİ ÇÖZER

 

Dünyada savaşlar olmaktad›r. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de savaşlar olmaktad›r; gelecekte de olmaya devam edecektir. Savaşlar sonunda galip gelen ve mağlup olan taraf vard›r.

Galip gelen taraf veya devlet, mağlup olan taraf›n halk›n› veya askerlerini yani esirleri ne yapacakt›r? Bu durumda iki şey yap›labilir: Esir edilenler ya köleleştirilir veya katledilirler. Bat›da sözde köleliğin kald›r›lmas›ndan sonra yap›lanlar nedir? Savaş esnas›nda veya sonunda, soyk›r›m ve katliamlar yap›lmakta, insanlar en vahşi şekillerle asimile ve imha edilmekte, kültür ve medeniyetlerine var›ncaya kadar kökü kaz›lmaktad›r. İşte Bat› dünyas›n›n barbar sald›r›lar› karş›s›nda yok olan ›rk, kültür ve medeniyetler; ve işte son olarak Avrupa'n›n ortas›ndaki Bosna katliamlar›...

Ayd›n olmak, insanc›l duygu sahibi olmak, bat›l› olmak bu ise, o bat›c›l›k sizin olsun; biz istemiyoruz! Biz şeriat kafal›lar, öyle ayd›n ve insanc›l duygu sahibi olmak istemiyoruz! En son örneği Bosna'da sergilenen her çeşit barbarl›klar› da görmeyen gözlerin, anlamayan ak›llar›n art›k iyiniyet ve samimiyetinden aç›kça şüphe ediyor ve o zihniyet sahiplerini gaflet ve h›yanet sahipleri s›n›f›na dahil ediyoruz.

Kad›nlara, çocuklara ve yaşl›lara var›ncaya kadar bütün Müslümanlara uygulanan, Bat› dünyas›n›n Balkanlar ve Bosna'daki bu kaç›nc› katliam›? Geçmişi unutup inkâr ediyorsan›z, bugün yapt›ğ›n›z nedir?

Köleliği kald›rmak, insanlar› topyekün yok etmek midir? Beşyüz y›l önce Bat› Avrupa yani Endülüs/ İspanya'da kald›rd›ğ›n›z kölelik gibi mi kalkacak kölelik? Beşyüz y›l sonra Bosna ve Balkanlar'da da kölelik, insanlar›n ve medeniyetlerinin topyekin katledilip yok edilmesi ile mi kalkacak?

İslâmiyet;

Savaşlardaki katliamlar› kald›rm›ş ve yerine kölelik müessesesini yerleştirmiştir.

İslâmiyet, siyasi yap›lanmalar›na imkân vermeden esirlerin yaşama hakk›n› tan›m›şt›r.

Esir yani köle, efendisinin yediğinden yiyecek, giydiğinden giyecek, bar›nd›ğ› yerde bar›nacak ve böylece hayatta kalacakt›r.

İnsan yemek yediği zaman, yediklerinin zararl› k›s›mlar›n› pislik olarak d›şar›ya atmak zorundad›r. Aksi halde zehirlenir ve ölür. Savaş kötüdür, kölelik de kötüdür; ama savaş olmuşsa pislikleri temiz şeylere bulaşt›rmamak gerekir.

İslâmiyet köleliği elbette 'mesele' yapm›ş, hem de en ince detay›na kadar mesele yapm›şt›r; ama problem kökünden çözüldüğü için mesele olmam›şt›r.

Ne demek isteniyor? Yani İslâmiyet her problemi çözdüğü gibi bu problemi de çözmeyip mesele olarak kalmas›na devam m› etseydi? O zaman daha m› iyi olurdu?

Bat› dünyas› meseleyi bütün insanlar› işçi statüsünde köleleştirerek veya son olarak Bosna örneğinde olduğu gibi katlederek daha iyi mi çözüyor? Siz yap›lanlar› çözüm kabul ediyorsan›z, öyle yapmaya devam edin! Bat› da zaten öyle yap›yor; kendi insanlar›n› bile köle yap›yor ve diğerlerini de gücü yettiği kadar katlediyor. Bunun ad› da insanl›k, hümanizm ve medeniyet oluyor!

Ama her zaman olduğu gibi Allah'›n Hakka dayal› nizam› imdada yetişecek ve İslâmiyet yeniden bütün insanl›ğ› kurtaracakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İbn Sina kölelerin iklimlere göre yetiştiği görüşündedir.

 

"a- Baz› ›rklar›n (örneğin ZENCİLER veya TÜRKLER) köle nitelikler içinde yarat›ld›klar› görüşünü savunanlar: İbn Sina (908-1037): Tanr›'n›n insanlar› KÖLE ve EFENDİ şeklinde ve Türkleri KÖLE s›n›f›nda yaratt›ğ› görüşü:

al-Şifa adl› kitab›n›n son bölümünde İbn Sina ideal Müslüman devletin esaslar›n› belirtir ve manzaras›n› çizer... Ona göre bu ideal aşama safhas›ndaki Devlet'te dahi KÖLE OLMAYANLAR (EFENDİ) s›n›f› ile KÖLE OLANLAR s›n›f› ayr›l›ğ› vard›r ve bu ayr›l›k Tanr›'n›n yerleştirdiği bir ayr›l›kt›r...

Efendi milletler için işte bu iki bölgenin insanlar›ndan (yani Kuzey'de Türkler ve Güney'de -Afrika'da- zenciler) köle edinmek gerekir ve meşru olan da budur. İbn Sina'n›n bu görüşleri için bk. E.I.J. Rosenthal, Political Thought in Medieval İslam, (Cambridge 1958, sh. 154-5)."(s. 294)

 

KÖLELİK VE İŞÇİLİK DÖNEMİ SONA ERECEKTİR.

ORTAKLIK VE MİLLİ ORDU DÖNEMİ BAŞLAYACAKTIR.

 

İklimler değişik karakterde insanlar yetiştirir. Diğer bir deyişle, coğrafya şartlar› insarlar›n karakterinde etkili olur ve onlara şekil verir. Hürlükte olduğu gibi kölelikte de bu karakterler tezahür eder.

Türkler savaşç› bir millet olduklar›ndan, onlar›n köleleri de bu tür hizmetlerde kullan›l›rlar. Zenciler çal›şkan olduklar›ndan, onlar da bu tür hizmetlerde kullan›l›rlar. Köleleri iklimler yetiştirmiyor; köleleri savaş yetiştiriyor veya köleler yaşad›klar› iklime göre yar› yar›ya karakter değiştiriyorlar.

Dünya ilk insandan itibaren çok değişik merhaleler yaşam›ş ve geçirmiştir. Geçmişte yaşananlar›n gelecekte yaşanmas› gerekmeyebilir. İbn Sina'n›n tesbitleri geçmişle ve özellikle de kendi çağ› ve daha önceki devirlerle ilgilidir. Günümüz dünyas› ile gelecekteki devirler çok farkl› olacakt›r. İnsanl›k çok farkl› bir merhaleye ve döneme gelmiştir. Geleceğin dünyas› elbette baz› yönleri ile geçmişe benzeyecektir ama kesinlikle geçmişteki dönemlerin ayn›s› olmayacakt›r.

İslâmiyet'e göre;

Kölelik de işçilik gibi geçici bir müessese olup, art›k ortakl›k çağ›na gelindiği için bu iki müessesenin sosyal ve ekonomik yap›da yerleri olmayacakt›r.

Ne fabrikalar› işletmek için işçilere ve zencilere, ne de ülkeleri savunmak için savaşç› Türk kölelerine ihtiyaç olacakt›r.

Fabrikalar işletmeye ortak olan çal›şanlar yani 'çal›şan ortaklar' taraf›ndan işletilecek, ordular da bugün olduğu gibi 'millî ordu' olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İbn Haldun da kavimleri köle sayar.

 

"Ve diğer baz› ünlü düşünürler:

Bu düşünürler içinde İbn Haldun en insafl› davranan› say›labilir. Mukaddima adl› yap›t›n›n ikinci bölümünde "Başka milletlerin boyunduruğu alt›na giren milletler çabuk yok olurlar" başl›kl› paragrafta Zencilerle Türkler aras›nda kölelik durumu itibariyle farklar görür. Ona göre zenciler (siyahlar) kural olarak köleliğe pek yatk›n yarat›klard›r... Buna karş›l›k köleliğe giren diğer başka milletler vard›r ki bunlar köleliği ya yüksek mevkiler elde etmek, ya para kazanmak, veya iktidar sahibi olmak amaciyle benimserler. Ona göre Doğu'da Türkler, veya Galicya'daki "kafirler" veya İspanyadak› H›ristiyanlar buna örnek verilebilir...

Bk. Ibn Khaldun, The Muqaddimah An Introduction to History, (İngilizce çeviri F. Rosenthal, New York 1958, Vol. I. sh. 301-2)..."(s. 294,295)

 

GEÇMİŞ VE GELECEKTEKİ YÖNETİM ŞEKİLLERİ.

İSLÂM DÜZENİNDE,

YÖNETEN VE YÖNETİLEN SINIF YOKTUR.

 

İbn Haldun bir sosyologdur; sosyal bilimcidir.

Olaylar› sosyal kanunlara göre ele almakta ve incelemektedir. Kendi çağ› ve öncesindeki dönemlerde, yönetim sistemi aç›s›ndan yöneticiler efendi halk ise kul say›lmaktad›r. 'Mukaddime' isimli eserinde, bunun da asabiyetle ilgisi olduğunu belirtmekte ve Araplar›n bu işi başaramad›klar›n› yazmaktad›r. Burada yönetici bir s›n›f›n olduğunu kabul etmektedir.

Bugün de bu durum daha değişik boyutlar› ile vard›r ve devam etmektedir. Siyasi partiler kurulmakta ve bu partiler birer 'asabe' olarak topluluklar› yönetmektedirler. Art›k 'savaş' ve saltanat kavgalar›n›n yerini 'seçim' alm›şt›r. Çünkü 'köleleştirme ameliyesi' olarak uygulanan usûlün yerini bu yeni sistemde 'ekseriyet usûlü' alm›şt›r. Geleceğin dünyas›nda bu da değişecek ve Hakka dayal› dünya görüşünün 'çoğulcu yaşam ve yönetim modeli' hükümran olacakt›r.

İbn Haldun sosyal aç›dan olaylar› ele almakta ve anlatmakta, yoksa bu uygulamalar›n iyi veya kötü olduğunu söylememektedir. Bir olay› ilmî aç›dan tesbit etmek ve incelemek başka şey, onun iyi veya kötü olduğunu araşt›r›p ortaya koymak ise başka bir şeydir. Hz. Peygamber ve Dört Halife döneminden sonra, Müslüman yöneticiler saltanata geçmiş ve zaman geçtikçe İslâmiyet'ten uzaklaşm›şlard›r. İslâm âlemi de her devirde bunun faturas›n› ağ›r şekilde ödemiştir. Biz bu görüşteyiz. İbn Haldun da sadece bu düzenin yap›s›n› incelemiş ve yazm›şt›r.

İslâmiyet'e göre;

Yöneten ve yönetilen s›n›f yoktur. Başkan bir asabenin değil bütün asabelerin ittifak ettikleri tarafs›z biridir ve ülkeyi de bir asabe veya bir parti değil, bütün partiler bir başkan›n hakemliğinde uzlaşarak yönetirler.

Devlet düzeni ve yeni yap›lanma böyle olmal›d›r. İkinci İslâm Medeniyeti böyle kurulacak ve geleceğin dünyas›na bu sistem hükümran olacakt›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Ezher Üniversitesi hâlâ harp esirlerinin

köle olarak istihdam edileceğini savunuyor.

 

"b- Al-AZHAR Üniversitesi bugün halâ KÖLELİĞİ doğal bir kuruluş olarak kutsal görür.

ŞERİAT DEVLETİ zihniyeti bugün hala İslâm ülkelerinde öylesine yaşamaktad›r ki, kölelik resmen kald›r›lm›ş olmas›na rağmen köleliğin KUR'AN ve HADİS hükümleri gereğince Tanr› taraf›ndan yerleştirilmiş kutsal bir kuruluş olduğu fikri hala savunulmaktad›r. Yirminci yüzy›la nerede ise girmek üzere bulunduğumuz şu dönemde dahi İslâm dünyas›'n›n en ünlü fikir merkezi say›lan al-Azhar Üniversitesi köleliği insanl›k haysiyetini rencide eder bir kuruluş olarak görmemektedir. Bütün bir İslâm âlemi'nin güya ilim otoritesi temsilciliğini yapar görünen bu Üniversite, bundan beş on y›l öncesine gelinceye kadar aç›kca KÖLELİĞİN KUR'AN'dan ç›kma bir doğal kuruluş olduğu konusunda fetvalar yay›nlamakta idi. Al-Azhar Üniversitesi'nin resmî yay›n organ› olan MECELLE'nin 1962 Temmuz say›s›nda savaş s›ras›nda tutsak edilenlerin KÖLE olarak kullan›lmalar›n›n caiz olduğuna dair fetvalar yay›nlanm›şt›r...

Yukardaki pasajlar ve konular hakk›nda bk. H. Lazarus-Yafeh, "Contemporary Religious Thought Among the Ulema of al-Azhar" (in "Asian and African Studies, Vol. 7, 1971, pp. 211-236, yukardaki pasajlar için bk. sh. 249-50).(s. 296)

 

 

SAVAŞ VARSA KÖLELİK DE OLACAKTIR;

İSLÂMİYET SAVAŞI VE KÖLELİĞİ ASGARİYE İNDİRİR

 

Evet, savaş kötüdür, esaret ve kölelik de kötüdür, ama; savaş varsa kölelik de olacakt›r. Savaşa girişecek olan bir topluluk sonunda baş›na gelecek olanlar› ve ağ›r neticeyi bilecek ki, savaşa girişmesin. Aksi halde sömürgeci ve sald›rgan kavimleri insanl›k nas›l durdurabilecektir? Bu topluluklarda Hitler, Stalin ve Saddam tipi diktatörlerin ortaya ç›k›p devlete hakim olmas›n› nas›l önleyebiliriz?

Savaşa girişen halk ve kavim şu gerçeği çok iyi bilmelidir: Biz savaşa girişir de mağlup olursak; savaşç›lar›m›z öldürülecek ve diğer fertlerimiz de dünya pazarlar›nda sat›lacak yani köle olacakt›r. Art›k topluluğumuz ve devletimiz yok olacakt›r. Bu savaş ve sald›rganl›ktan cayd›rmak için gerekli olan bir şartt›r.

Nas›l günümüzde bütün insanl›ğ› işçi/ köle yapabilmek için biraz işsiz bulundurmak gerekiyorsa; ayn› şekilde insanl›ğ›n savaş ve sald›r›lardan korunabilmesi için biraz kölenin varolmas› şartt›r. Yani bütün insanl›ğ› kölelikten kurtarmak için küçük bir az›nl›k köle olarak kalmal› ve bütün insanl›ğa ibret olmal›d›r. Ne var ki, bu az›nl›k İslâmiyet sayesinde asgarinin asgarisine indirilmiştir.

Şimdi bir kâfir ç›ksa ve dese ki; 'Hastal›k ortadan kalks›n! Bu yapt›ğ›n›z nedir? Hastal›ğ› meşrulaşt›r›yorsunuz!' Böyle bir şey olabilir mi? Bunu diyen ç›kar m›? Elbette olur! Elbette ç›kar! Nitekim hem olmuştur ve hem de ç›km›şt›r. Maksat bütün insanl›ğ› hasta etmek, imha etmek veya köle yapmak olunca; elbette olur! Kara kapitalizm, vahşi kapitalizm ve k›z›l komünizm, insanl›ğ› hastal›klardan kurtarmak ve köleliği kald›rmak iddias›yla ortaya ç›k›p sonra bütün insanl›ğ› 'işçi/ köle' yapmad› m›? Türk cumhuriyetleri ve dünyas›n› yetmiş y›l esaret ve kölelik içinde inletmedi mi? Demek ki oluyormuş!

İslâmiyet;

Savaşlar› ve köleliği asgariye indirmiştir.

Her savaş›n sonunda, bütün savaşç›lar öldürülmüyor ve halk› esir edilip sat›lm›yor. Böylece köle say›s› asgariye iniyor. Ama köleliğin insanl›k yarar›na olan cayd›r›c› olma özelliği ve fonksiyonu da devam ediyor.

Her insan mikroplar›n tamamen yok olmas›n› ve hastal›ğ›n ortadan kalkmas›n› ister ama mikroplar yok olmad›ğ› gibi hastal›k da hiçbir zaman bütünüyle ortadan kalkmaz. Dünya hayat›, daha doğrusu tabiî düzen böyle yarat›lm›şt›r. Hiçbir beşerî güç bunu değiştiremez. Sadece baz› hastal›klar›n tesirini hafifletebilir. Bu hafiletmenin ve hastal›klar› asgariye indirmenin ilac› da, Kur'ân'da insan tabiat›na uygun olarak ilkeleri konulan İslâm nizam›d›r.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Yemen ulemas› da kölelik taraftar›d›r.

 

"c- YEMEN'de 1962 y›l›nda KÖLELİĞİ MEŞRU ilan eden DİN ADAMLARI:

Kral Faysal'›n, yabanc› devletlerin bask›s› üzerine köleliği resmen ilgâ etmek zorunluğunda göründüğü 1962 y›l›nda YEMEN ulemas› köleliğin KUR'AN'dan ç›kma yani Tanr› emri niteliğinde bir kuruluş olduğunu dünya kamu oyuna ilan etmekte idiler. Bu iddialar›n› Kur'an Ayetleri ve Peygamber sözleri ile güçlendirmeğe çal›şmaktayd›lar.

Bk. George Rentz, "Saudi Arabia, The İslamic İsland", (in "Modernization of the Arab World" Edited by J. H. Thompson & R.D. Reischauer, New York, D. Van Nostrand 1966, sh. 115-125)". (s. 296)

 

 

 

KÖLELİK KÖTÜDÜR, ASGARİYE İNDİRİLMELİDİR;

AMA ORTADAN KALKMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR

 

Hiçbir İslâm alimi köleliğin olmad›ğ›n› söylemez ve yine hiçbir İslâm alimi köleliğin iyi bir şey olduğunu da söylemez. Kölelik kötüdür. Asgari seviyeye indirilmelidir. Ama ortadan kalkmas› mümkün değildir.

İslâmiyet'e göre;

Hukuk ve devlet, olaylar ve müesseseler meydana getirmez; olay ve müesseseleri düzenler.

İnsan şeytana uymamakla görevlidir ama şeytan her zaman var olacakt›r.

Kölelik müessesesi en adil bir şekilde düzenlenmeli ve asgariye indirilmelidir. Tamamen ortadan kald›r›lmas› mümkün değildir.

Hür bir topluluk da öldürme ile yok edilemez. Zina ve h›rs›zl›k bütünüyle yok edilemez. Kald›rd›k demekle hiçbir şey ortadan kalkmaz.

Sosyal kanunlar değişmez. Sadece düzenlenebilir ve asgariye indirilir. Devlet bunun için vard›r.

Gerçi Marks bunlar›n kald›r›lacağ›n› ve devlete ihtiyaç kalmad›ğ›n› söylemişse de, kehanetinin ve düşüncelerinin aksi kesinlik derecesinde kan›tlanm›şt›r.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Zaten İslâmiyet'te eşitlik yoktur, diyorlar.

 

"V- İnsanlar aras› EŞİTLİK diye bir şey olmayacağ›na ve KİŞİ'nin HÜR İRADEYE sahip bulunamayacağ›na inanm›ş Devlet: (XIX cu yüzy›l başlar›nda Osmanl› devleti)

ŞERİAT Ülkelerinde İnsanlar aras›nda eşitlik diye bir şeyden bahsedilemeyeceği ve çünkü Tanr›'n›n insanlar› her şeyden önce köle ve köle olmayanlar ve sonra da hürler aras›nda r›zk› az veya çok olanlar diye ay›rd›ğ› fikri Tanr› ve Peygamber sözleriyle yerleşmiş ve yüzy›llar boyunca insanlar›n beynini şekillendirmişti. Böylesine bir inançla yetişmiş insanlar ülkesi olan Osmanl› devletinde insanlar aras› eşitlik olabileceği tezinin nas›l bir tepki ile karş›lanacağ› aç›kt›r.

1789 Frans›z ihtilalinden on y›l sonra, ihtilal ile ilgili bir rapor haz›rlayan zaman›n d›şişleri bakan› At›f efendi, ihtilali ve bu ihtilali haz›rlayan büyük fikirleri tüm olarak red etmekte ve insanlar aras› eşitlik diye bir şey olmayacağ›n› Türk halk›na anlatmakta idi. At›f efendi'nin bu dahiyane görüşlerini benimseyen Osmanl› devleti'nde "eşitlik" ve "hür düşünce" konular›nda taş devri kavimleriyle rekabet eder bir davran›ş içerisinde idi..."(s. 297)

 

 

 

 

İSLÂMİYET'TE EŞİTLİK YOKTUR ADALET VARDIR

BATI EŞİTLİK OYUNU İLE İNSANLARI KÖLELEŞTİRMİŞTİR

 

Evet doğru, İslâmiyet'te eşitlik yoktur adalet vard›r.

Eşitlik, yokluk demektir. Yeryüzü eşit yarat›lsayd› ve eşit olsayd›, her şey meselâ demir olurdu. Bütün dünya böyle yarat›lsayd›, sadece demir ne işe yarard›? İnsan vücudu eşit yarat›lsayd›, meselâ her şey kas veya kemik olurdu; böyle bir yarat›k ne işe yarard›? İnsanlar eşit yarat›lsayd› ve herkes erkek veya kad›n olsayd›; dünyan›n sonu ne olurdu? İnsanlar eşit ve ayn› meslekte bulunsayd›, meselâ herkes doktor olsayd›; netice ne olurdu ve bu doktorlar ne işe yarard›?

Nitekim Osmanl›lar da Bat› dünyas›ndaki sözde eşitlik hareketlerine kanmam›şlar ve oyuna gelmemişlerdir. Bat›'daki sözde köleliğin kald›r›lmas› ve eşitlik hareketlerinden sonra, kendi vatandaşlar› da dahil olmak üzere, bütün insanlar eşit olarak işçi/ köle hâline getirilmiştir. Bütün insanl›ğ›n köleleştirilmesi bu oyunlarla gerçekleştirilmiştir. Böyle eşitlik olur mu? Bu zulüm bugün de aynen devam etmektedir. İnsanl›k henüz kölelikten kurtulabilmiş değildir.

İslâm düzeni sayesinde bu zulüm de sona erecektir.

İslâm düzeninde;

Eşitlik yoktur adalet vard›r.

İnsan›n insana tahakkümü yoktur.

Herkes Allah'›n kuludur ve iyilik de kötülük de O'ndan gelmektedir.

Cümlenin tamamlanmas› ve meselenin tam olarak anlaş›lmas› gerekir.

Eşitlik yoktur ve zulüm vard›r, demek değil; tersine,

eşitlik olmad›ğ› için zulüm yoktur ve adalet vard›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Türkiye'de kölelik 1926 Cenevre anlaşmas›yla kalkt›.

 

"VI- KÖLELİĞİN VE EŞİTSİZLİĞİN KALDIRILMASI VE GİDE-RİLMESİ KONUSUNDA ŞERİAT ÜLKELERİ KENDİLİKLERİNDEN HİÇ BİR ÇABA GÖSTERMEMİŞLER KÖLELİĞİ DIŞTAN BASKI-LARLA KALDIRMA YOLUNA GİTMİŞLERDİR.(s. 297)

Bu konuda bk. "Encyclopaedia of İslam", Article ABD, by R. Brunschvig.

Osmanl› Devletinde ve İran'da ve M›s›rda kölelik denilen insanl›k d›ş› kuruluş ancak yabanc› devletlerin (özellikle İngiltere, Fransa gibi) zorlamalar› ve bask›lar› ile resmen kald›r›labilmiştir...(s. 298)

Köleliğin tüm olarak Türk topraklar›ndan silinip at›lmas› Türkiye Cumhuriyetine nasip olmuştur. 1926 y›l›nda Cenevre'de imzalanan ve devletleri köleliği kald›rma yolunda zorlayan andlaşmaya kat›lmakla Türkiye Cumhuriyeti Şeriat kanunlar›n›n ve Kur'an'daki kölelikle ilgili hükümlerin uygulanmas›na kesin olarak bir son vermiştir..."(s. 299)

 

KÖLELİK RESMEN KALKTI AMA İNSANLIK KÖLELEŞTİ.

İSLÂMİYET'TE KÖLELİK VARDIR AMA KÖLE YOKTUR.

 

Evet doğru, dünyada ve Türkiye'de kölelik resmen kalkt›!

Ard›ndan nazizm, faşizm, komünizm ve benzeri dikta rejimleri doğdu. İnsanl›k resmen kölelikten kurtulup yeni bir statüye kavuştu; işçi köle. İnsanl›k resmen kölelikten kurtuldu ama kapitalizm, komünizm ve faşizmin kölesi işçi insanlar hâline getirildi.

Kölelik resmen kalkt› ama bütün insanl›k köleleştirildi.

1950'lere kadar sosyalizm ortal›ğ› kas›p kavurdu, 1950'lerden sonra günümüze kadar kapitalizm ortal›ğ› kas›p kavurmaya devam ediyor. İnsanlar savaşlar›n, yokluklar›n, sosyal patlamalar›n, işsizliğin, enflasyonun, ekonomik buhranlar›n ve benzeri daha nice sosyal ve ekonomik hastal›klar›n kölesi hâline geldiler;

Ama kölelik resmen kalkt›!

Dünya ve insanl›k yedi sanayi devi ülkenin kölesi hâline geldi;

Ama kölelik resmen kalkt›!

İnsanl›k silâh üreticilerinin ve tüccarlar›n›n kölesi hâline geldi;

Ama kölelik resmen kalkt›!  

İnsanl›k 'izm'lerin kölesi hâline getirildi;

Ama kölelik resmen kalkt›!..

Türkiye anlaşmalara imza koymuştur. Türkiye göstermelik anlaşmalara asla itiraz etmez ve imza koyar; çünkü bu anlaşmalar kendisini ilgilendirmez. Türkiye tarihte de köle yurdu değildi. İki as›rl›k Amerika'da zenci kölelerin çocuklar› insanl›k d›ş› davran›şlara maruz kald›klar› için hâlâ problemdir ve köleden de aşağ› statüde muamele görmektedirler.

Alt› as›rl›k Osmanl› Devleti'nin mirasç›s› Türkiye'de ise hiç köle çocuklar›na rastlan›yor mu? Osmanl›lar döneminde köle, ancak sarayda görülebilen bir anka kuşuydu. İslâmiyet'te boşanma çok kolayd›r ama boşanan yoktur. İslâmiyet'te kölelik vard›r ama köle yoktur.

İslâmiyet;

Göstermelik sözler ve anlaşmalar değil,

Fiili sonuçlar getiren müesseseler koyar.

Çok evlilik serbesttir ama toplulukta tek evlilik yerleşir ve yayg›nlaş›r. Boşanma kolayd›r ama kimse boşanmaz. Savaşta esir al›nabilir der ama kimse esir al›nmaz. Herkes itaat edecektir der ama herkesi hür b›rak›r.

İslâmiyet her yönü ile ilâhî ve tabiî bir düzendir.

İnsan f›trat›na en uygun olan sistemdir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YEDİNCİ KONU

 

 

YOKSULLUK FELSEFESİ

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

İslâmiyet'te,

Demokratik anayasaya geçilemeyiş, ekonomiktir.

 

"ŞERİAT DEVLETİ'nin MÜSTEBİD (MUTLAKÇI) VE KEYFİ DEVLET NİTELİĞİ İÇİNDE KALMASINI HAZIRLAYAN VE OLUŞTURAN EKONOMİK NEDENLER: YOKSULLUK FELSEFESİ

Şeriat devleti uygulamalar›n›n Anayasalc› ve demokratik yönlerde gelişmemesi nedenlerinden birini de EKONOMİK unsurda aramak gerekir."(s. 300)

 

PROBLEMLERİN KAYNAĞI KUVVET MEDENİYETLERİ VE

ÇÖZÜMLERİN KAYNAĞI HAKKA DAYALI MEDENİYETLER

 

Bir toplulukta kurallar yoksa ve kanunlar› bozuksa, o toplulukta devaml› kural çat›şmas› olur ve sürekli olarak yeni sistemler aran›r. Bu aray›şlar›n huzursuzluklara ve birtak›m s›k›nt›lara sebebiyet vermesi tabiîdir. Ancak sonuç itibariyle bu aray›şlar›n yarar› olur, çünkü bu aray›şlar insanlara ve topluluğa yeni şeyler kazand›r›r. Yeni meseleler ile ilgili çözümler üretilmeye başlan›r. Değişen hayat ve durumlarla ilgili gerçek yeniden yap›lanma modelleri gündeme gelir.

İslâmiyet'in başlang›ç as›rlar›nda Araplar ve Türkler için genel durum böyle olmuştur. İslâmiyet onlara yeni bir medeniyet modeli aş›lam›şt›r. Her iki kavim de medeniyet konusunda acemi olduklar›ndan, bu yeni medeniyet modelinin uygulanmas› konusunda derin aray›şlara, araşt›rmalara ve ard›ndan da uygulamalara giriştiler. Böylece insanl›k âleminin şahit olduğu en verimli ve bereketli as›rlar yaşanmaya başland›. Dünya çap›nda etkili ve güçlü 'Birinci İslâm Medeniyeti' böyle doğdu. İranl›lar ise as›rlardan beri zaten kadîm bir devlet tecrübesi ve geleneğine sahip bulunuyorlard›. Bu birikimlerinden dolay› pek araşt›rma yapmaya ve yeni aray›şlara girmeye gerek görmediler. Bundan dolay› da İslâm Medeniyeti'nin oluşmas›nda fazla etkili olamad›lar. Katk›lar› s›n›rl› oldu.

Bütün bu olumlu gelişmelerden sonra, önce Arap sonra Türk topluluklar›nda çağdaş meseleler çözüldü, istikrar ve denge sağland›, genel olarak huzurlu ve adil bir dünya düzeni kuruldu. Ancak başlang›ç as›rlar›ndaki aray›ş ve araşt›rmalar bir müddet sonra yavaşlamaya başlad› ve bunun bir sonucu olarak 'içtihad kap›lar›' kapand›. Buna bağl› olarak araşt›rmalar da sona erdi. İnsanlar bütün meseleleri en ideal şekliyle çözdükleri ve bundan sonra yeni içtihatlara gerek olmayacağ› kanaatine vard›lar. Halbuki hayat, yeni olaylar ve sürekli olarak değişen bir dünyadan ibaret olduğundan, yeni şartlara yeni çözümler üretilmesini gerektiriyordu. Bu başar›lamay›nca önce duraklama, sonra gerileme as›rlar› yaşanmaya başland›. Bu gidişin nereye varacağ› art›k belliydi. İnsanl›k tarihi hep ayn› hatay› yapan kavimlerin hayat hikâyelerini anlat›r. Art›k bu medeniyet de tarih olma sürecine girmiş bulunuyordu.

İslâmiyet, adil bir bölüşüm ve paylaş›m sistemi getirdi. S›n›fs›z ve herkesin çal›ş›p yaşayabildiği bir ekonomik düzen kurdu. İslâm öncesinde yoksul olan Araplar› ve Türkleri maddî ve manevî aç›dan zengin etti. Yeni bir üretim ve tüketim sistemi aramaya gerek kalmad›. H›ristiyanlar çal›ş›p üretiyorlar, Müslümanlar savaş›p devleti koruyorlar, böylece insanlar› huzur içinde yaşat›yorlard›.

Müslümanlar güçlüydüler ve bütün yönleriyle hayata hâkim bulunuyorlard›. Cemaatler aras›nda hiçbir problem yoktu. Çoğulcu yaşama modelini tam olarak benimsemiş, huzur içinde birlikte yaş›yorlard›. Bin y›l böyle olays›z ve problemsiz geçti. Medeniyet yaşlanmaya, insanlar tembelleşmeye, yeni meselelere çözüm üretememeye başlad›. Art›k 'temel meseleler' ile ilgili problem y›llar› başlam›şt›.

Avrupa'da karanl›k Orta Çağ dediğimiz dönem de böyledir. Bu dönem öncesinde, genel düzen aç›s›ndan huzurlu ama hamlesiz geçen bin y›ll›k bir devre yaşand›. Genel çözümler art›k işe yaramaz olduğunda, işte o zaman büyük huzursuzluklar yaşanmaya başland›. Ard›ndan yeni köklü çözümler aranmaya başland› ve Avrupa Medeniyeti böyle doğdu.

Bugün İslâmiyet ve İslâm dünyas› için de durum ayn›d›r. Art›k eski içtihadlar işe yaram›yor ve günümüz meselelerini çözemiyor. İslâm dünyas› için zor ve son derece s›k›nt›l› bir dönem sözkonusu. Bu durumda yeni aray›ş ve araşt›rmalar başl›yor, bu da yeni ve dinamik bir medeniyetin doğmas›na vesile oluyor. İslâm Medeniyeti ile Avrupa Medeniyeti aras›nda küçük bir fark var. H›ristiyanl›k ancak bin y›ll›k bir periyottaki problemleri çözebildiği, İslâmiyet ise binbeşyüz y›ll›k problemleri çözdüğü için; Avrupa İslâmiyet'e göre çok daha erken bir safhada huzuru kaybetti. Bugün dünyam›z yeni bir medeniyete muhtaç. Art›k Avrupa h›zla yaşlanmakta ve gücünü kaybetmekte, insanl›ğ›n muhtaç olduğu 'İkinci İslâm Medeniyeti' doğmaktad›r.

İslâmiyet;

Problemleri çözer ve ard›ndan Hakka dayal› bir medeniyet doğar. İnsanl›k huzur dolu as›rlar yaşar.

Arkas›ndan kuvvete dayal› medeniyet gelir ve problemler ortaya ç›kmaya başlar. İnsanl›k buhran ve bunal›m dolu as›rlar yaşamaya başlar.

Yine Hak medeniyeti gelir ve problemleri çözer. Bu devridaim sürüp gider. Tarihteki örneklerini verirsek M›s›r, Yunan, Roma ve Bat›, huzursuzluğun ve problem üretmenin medeniyetleridir. Mezopotamya, İbrani, H›ristiyanl›k ve İslâmiyet, huzurun ve problemleri çözmenin medeniyetleridir.

Böylece gece ve gündüz, karanl›k ve ayd›nl›k, yaz ve k›ş misâli, medeniyet merhalelerinde ve olaylarda gelişme ve ilerleme olmaktad›r. Bu durum, küllî iradenin, ilâhî iradenin bir tezahürüdür.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'teki kanaat etme ve

olduğu ile yetinip şükretme fikri halk› uyuşturmuştur.

 

"I- EKONOMİK ATALETİ var k›lmak ve sürdürmek suretiyle ŞERİAT DÜZENİ İKTİDAR'›n MUTLAK ve keyfi uygulanmas› koşullar›n› haz›rlam›şt›r.

ŞERİAT DEVLETİ anlay›ş›'n›n temelinde İKTİDAR'›n TANRI'dan gelme olduğu ve bu iktidar›n Tanr›'n›n seçtiği veya seçtirdiği kişiler eliyle kullan›lmas› gerektiği, ve en kötü ve en zalim şekiller alt›nda kullan›lsa bile iktidar'a itaat'›n kişiler ve toplum bak›m›ndan bir din görevi olduğu, halk iradesi'nin (yahut millet iradesi'nin) İKTİDAR'›n oluşumunda veya uygulanmas›nda ve denetlenmesinde hiç bir yeri ve rolü bulunmad›ğ› esaslar›n›n yatt›ğ›n› gördük...

Bütün bunlar siyasal atâletin nedeni olmuştur.

Fakat Şeriat zihniyeti, İKTİDAR'›n keyfi ve despotik-mutlak şekilde uygulana-bilmesi için kişilerde ve toplumda sadece siyasal atâleti yaratmakla kalmam›şt›r; ekonomik atâleti de yaratm›şt›r...(s. 300)

İşte Şeriat sistemi toplumu ve kişileri "Yoksulluk", "sefalet", "Mahviyet" felsefe-siyle yoğurmuş, onlar› ekonomik bak›mdan gelişme ve uyanma ve kendilerine gelme ve yaşamdan zevk alma ve dolay›s›yla yaşamlar›n› insanca sürdürme duygular›ndan uzak k›lm›şt›r..."(s. 301)

 

DİNLER İNSAN HAYATINI DÜZENLER.

İSLÂMİYET;

TEKKE DEĞİL, İŞ VE İLİM HAYATINI TEŞVİK EDER.

 

Dinler insan›, her şeyden önce mallar›n› ve zamanlar›n› israf etmemeye zorlar. Kumar ve içkiyi, fuhşa dayal› eğlenceyi ve zevk âlemlerini haram k›lar. İnsana hayat›n› ve vaktini üçe bölmeyi; bunun bir k›sm› ile uyku ve yemek gibi günlük ihtiyaçlar›n› karş›lamay›, üçte biriyle çal›ş›p kazanmay› ve bu kazanc› da kendisi ile aile fertlerinin geçimi için harcamay›; artan k›sm›nda da kendini yetiştirmek ve yat›r›mlar yapmak için değerlendirmesini emreder. Yat›r›mlar öylesine önemlidir ki, israf olmamak ve insanl›k aç›s›ndan bir işe yaramak şart›yla bol harcamay› teşvik eder.

İslâm düzeninde;

Yat›r›mlar vergiden muaft›r.

Taş›nmazlar›n vergisi yoktur.

Bir kimsenin binmek için yirmi arabas› olsa, oturmak için on evi ve beş köşkü bulunsa; bunlardan vergi al›nmaz. Nakit para haricinde kullanmakta olduğu her ne kadar eşyas› olursa olsun, bunlardan da vergi al›nmaz. Seyahat etmeyi ve işe yarayan her konuda harcama yapmay› teşvik eder. Artan miktar› sermaye olarak biriktirmeyi, yat›r›m ve ticaret yapmay› sonuna kadar serbest b›rak›r. Sadece tekel oluşmamas› için sermaye vergisini al›r. Günün kalan yani artan k›sm›n› da eğitim ve öğretimle geçirmeyi emreder. Hattâ genel bir kural gereği olarak, başkan d›ş›ndaki fertler günde alt› saat çal›şmak ve üretimde bulunmak mecburiyetindedir. Alt› saat da eğitim ve öğretim için değerlendirilecektir. Ancak isteyenler ve özellikle de ihtiyac› olanlar, bu alt› saatin üçünü yine üretime, kalan üç saatini eğitim ve öğretime ay›r›rlar. Böylece dokuz saat üretim alan›nda çal›şm›ş olurlar.

İslâmiyet, tekke hayat›n› değil;

İlim ve iş hayat›n› teşvik etmiştir.

H›ristiyanl›k ise tekke ve inziva hayat›n› teşvik etmiştir. Daha önce belirttiğimiz evlilik d›ş› ilişkilerin ve zinan›n yasak olmas›, ancak servet sahibi olunduğunda birden fazla kad›n ile evlenilebilmesi, cariye edinebilmek gibi meşru zevklerle de insan› devaml› olarak çal›şmaya zorlam›şt›r. İnsana ve insanl›ğa zarar veren içki, kumar, fuhuş ve israf ise haram k›l›nm›şt›r.

İşte böylesine çal›şma hayat›n› teşvik eden İslâm, ayn› zamanda bu hayat›n gerektirdiği çal›şma imkânlar›n› da sağlam›şt›r. İnsan›n çal›şabilmesi için ona kredi imkânlar› temin etmiştir.

İslâm düzeninde yaşayan bir kimse, 'benim kredim yok, çal›şam›yorum', diyemez duruma gelmiştir. Çünkü herkesin emeğinin kredisi vard›r ve bu hakk›ndan dolay› iş yapma gücüne sahiptir; hem de bağ›ms›z olarak çal›şabilme hakk›na ve gücüne sahiptir. Çünkü emek sahibi işverene değil, işveren emek sahibine muhtaçt›r; zira İslâm düzeninde kredi emek sahiplerine verilmektedir.

Bu düzen, ay›r›m yapmaks›z›n herkesin sosyal güvenliğini sağlam›ş, hiç kimseyi aç ve muhtaç b›rakmam›şt›r. Bu dengeler sağland›ktan sonra ise, ekonomik gelişmede yar›ş›n sağlanabilmesi amac›yla zenginliğe izin vermiş, zengin olmayanlar›n hukukî ve iktisadî olmayan yollardan zenginlerin mal ve kazançlar›na göz dikmesini yasaklam›ş, bu konularda insanlara sab›rl› olmay› emretmiş; sabrederseniz cennetlik olursunuz, haset edip kötülük yaparsan›z cehennemlik olursunuz ve eğer h›rs›zl›k yaparsan›z kolunuz kesilir, demiştir. Ama böylesine ideal ekonomik, sosyolojik ve psikolojik bir denge düzeninde h›rs›z kalmad›ğ›ndan, hiç kimsenin kolu kesilmez olmuştur.

İslâmiyet ve İslâm düzeni işte budur.

Hukuken h›rs›z›n kolu kesilir ama toplulukta h›rs›z kalmad›ğ›ndan fiilen hiç kimsenin kolu kesilmez.

İslâmiyet, problemleri çözen ve huzurlu hayat› gerçekleştiren bir düzendir.

İslâmiyet, huzursuzluk dönemlerinden sonra gelir. Huzur, duraklamay› ve tembelliği beraberinde getirir. Bir müddet sonra Hakka dayal› medeniyet çöker. Ard›ndan tekrar kuvvet medeniyeti gelir ve huzursuzluk yarat›r. Yeniden Hakka dayal› medeniyet gelir. Bu devridaim böyle devam eder.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Şeriat ekonomik atalet getirmiştir.

 

"II- ŞERİAT ÜLKELERİNDE, Daha ilk anlardan XX ci yüzy›la kadar ekonomik gelişmeye engel yaratan kurallar ve zihniyet.

A- Şeriat İnsan›'n›n "mahviyeti"; sefalet ve yoksulluğa özentisi. Ekonomik gelişmenin motoru olabilecek duygulardan yoksunluğu.

Şeriat ülkeleri insan›n›n başl›ca özelliği sefalet ve yoksulluk özlemine yöneliştir; onun için en büyük amaç varl›kl› olmak, mutluluk ve refah içerisinde bir yaşama sahip bulunmak değildir; aksine az ile kanaat etmek, yeryüzü dünyas›n› değersiz ve hattâ hakir görmek, bütün yaşama gücünü gelecek dünyalara saklamak, ve Tanr›'n›n ve Peygamberin vermiş olduğu öğütler gereğince SABIRLI olmakt›r...

İlerde Şeriat insan›n› bu kan›ya ve zihniyete haz›rlayan din kurallar›ndan baz›lar›n› k›saca inceleyeceğiz...

Maddî bak›mdan da onun ekonomik - iktisadî ve ticarî aşamalara kalk›şmamas›, ve refah içinde dünya yaşamlar›n› haz›rlayamamas› için de gereken engelleri s›ralar..."(s. 301)

 

MÜSBET VE MENFİ DÜZENLER MUKAYESESİ

RIZA VE HOŞNUTLUĞA DAYANAN DENGE DÜZENİ

 

Kuvvet medeniyetlerinde ekonomik dinamizm vard›r. Çünkü bu sistemde sömürmek ve kuvvetli olmak için zengin olmak gerekir. Dolay›s›yla bir avuç yönetici s›n›f aras›nda sürekli olarak birbirleriyle rekabet, çat›şma ve savaş vard›r; bu durum da sonuçta ekonomik dinamizmi doğurur.

Faizli sistem, uçan uçağa veya yürüyen bisiklete benzer. Durmaya tahammülü yoktur; durduğu anda düşer ve y›k›l›r. Devaml› olarak uçmak veya yürümek zorunluğundad›r. Bu düzende, insanlar›n binde birini bile bulmayan az›nl›k yönetici, sermaye sahibi olmayan halk ise işçidir. İşçiler sürekli olarak açl›k, yokluk, işsizlik korkusuyla tedirgin olarak verilen her işte çal›şmaktad›rlar.

Bat› dünyas›nda, korku üzerine bina edilen bir düzende yönetici kapitalist patronlar› her gün rakiplerinin kendilerini yutup yok edeceği endişesi, işçi olan halk ise her an işsiz ve aç kalacaklar› korkusuyla köle gibi çal›şmakta; neticede Çin işkencesi gibi bir hayat sürüp gitmektedir.

Hakka dayanan medeniyetler ise huzurlu ve istikrarl› bir dünya düzeni oluştururlar. Hiç kimse ve hiç bir taraf, açl›k ve yokluk korkusu içinde değildir. Herkesin karn› toktur ve bütün varl›ğ› emniyettedir. Topluluk birden bire çökme ve y›k›lma korkusu yaşamaz, çünkü bu sistem öyle birden bire y›k›lmaz. Bu düzende insanlar ancak mükâfat kazanmak, daha fazla kazanç elde etmek ve daha müreffeh bir hayat yaşamak için çal›şmak durumundad›r. İşte böylesine insanc›l ve istikrarl› olan bu düzene 'müsbet düzen' diyoruz.

Halbuki Bat› dünyas›nda aç kalmamak veya iflas etmemek için sürekli çal›şma mecburiyeti vard›r ki, insan› sürekli olarak stres ve endişe alt›nda yaşatan bu düzene 'menfi düzen' diyoruz.

Bu aç›klamalardan sonra şimdi ikisi aras›nda bir mukayese yapabiliriz; acaba bu düzenlerden hangisi insanl›k için daha yararl›d›r?

İlk bak›şta korku ve endişe ile yaşatan düzen belki daha üretici ve verimli gibi görünmektedir. Ancak bu verimlilik geçici ve aldat›c›d›r. Çünkü hem mensubu olan insan›, hem de kendi kendini tüketip yok eder. İnsan sadece üretmek ve tüketmek için yarat›lmam›şt›r. Tek tarafl› ve sadece maddî boyutu olan bir varl›k değildir. Sürekli olarak stres alt›ndaki bir hayata çok fazla tahammül edemez. Uzun vadede çöker ve y›k›l›r.

İnsan çal›ş›p üretmenin ve tüketmenin yan›nda, huzur ve saadet içinde yaşamak için de yarat›lm›şt›r. İnsan bu yönüyle diğer canl›lardan ayr› ve farkl›d›r. Huzurlu, istikrarl› ve mükâfat kazand›rmaya dayal› olan dünya düzeni, yüzlerce y›l yaşayan büyük medeniyetlerin kurulup gelişmesine neden olur.

İslâmiyet;

İkraha yani zora değil, r›zaya ve hoşnutluğa yani gönüllü işbirliğine dayanan bir düzen ve medeniyettir. Bütün mensuplar›n›, yavaş ama sürekli saadet ve refaha götüren bir medeniyettir.

Şeriat düzeni, ataleti değil yumuşak kalmay› ve dengeli gelişmeyi sağlam›şt›r.

Yaşlanma ve y›k›lma olay› ise bütün medeniyetler için mukadderdir Yeryüzünde hiçbir şey bâki değildir ve devlet-i ebed müddet veya düzen-i ebed müddet yoktur. Sünnetullah böyledir. Sosyal kanunlar böyle olmas›n› gerektirir.

*    *   *

 

Yazara göre,

Kur'ân aç›s›ndan dünya hayat› değersiz ve geçicidir.

 

"B- Yoksulluğu yücelten ve öğünülecek meziyet haline getiren din hükümleri.

Gerek Kur'an'da ve gerek Hadis hükümleri aras›nda yoksulluğu, ve k›t kanaat geçimi, kişi için en değerli ve en üstün bir nitelik ve öğünülecek bir meziyet gösteren ve yücelten ve kişiye şeref verici k›lan din hükümleri pek çoktur. Geçmiş yüzy›llar boyunca bu hükümleri ele alarak yoksulluk felsefesi yapan düşünürler say›s›zd›r. XI ci yüzy›l yazarlar›ndan al-Hücviri, Kur'an'daki Bakara Suresi'nin 273 cü âyet'inde-... "verilen şeyler kendilerini tamamiyle Allah yoluna vermiş olup yeryüzünde dolaşamayan YOKSULLARA aittir..." şeklinde yer alan hükmü yoksullar›n Tanr› kat›nda Tanr› taraf›ndan yüceltilmiş olmalar›na tan›k gösterir.

Ali Ibn Osman al-Cullabi al-Hucviri'nin "Keşf al-Mahjuc" adl› kitab›n›n R.A. Nicholson taraf›ndan İngilizceye çevirisinden "E.J.W. Gibb Memorial", 1911, Vol. XVII, sh. 19.

Nisa Sûresi'nin 77 ci âyeti'nde "Dünyan›n zevki azd›r, ahiretse sak›nanlar için daha hay›rl›d›r", al-An'am Sûresi'nin 32 ci âyeti "...Dünya yaşay›ş› ancak bir oyundan, bir oyalamadan ibaret, Ahiret yurduysa çekinenlere elbette daha hay›rl›...", Ra'd Suresi, 26 c› âyet "...Dünya yaşay›ş› ahirete nispetle değersiz, müddeti az ve geçici şeyden ibarettir", Muhammed Suresi 36 cü âyet "... Dünya hayat› bir oyalama, bir eğlencedir", Rum Suresi 64 cü âyet "...bu dünya yaşay›ş› ancak asl› olmayan bir eğlenceden bir oyundan başka bir şey değil ve şüphe yok ki ahiret yurdunda gerçek yaşay›ş...", ve ayn› şekilde Hadid Suresi'nin 20 ci, Lokman Suresi'nin 33 cü ve el -Tevbe Suresi'nin 38 ci âyetlerini örnek vermek mümkündür."(s. 302)

 

DÜNYA HAYATI GEÇİCİ ÂHİRET HAYATI EBEDİDİR

DÜNYA ÂHİRETİN TARLASIDIR VE ÇOK DEĞERLİDİR

 

Hayat iki şeyden ibarettir: Çal›şma ve yaşama.

Kuvvet felsefesine göre, insanlar yaşamak için çal›ş›rlar, aç kal›p ölmemek için çal›ş›rlar.

Hak felsefesine göre, insanlar çal›şmak için yaşarlar. Çünkü bu dünya hayat› elem ve ›st›raplarla doludur. Bir müddet sonra nas›lsa öleceğiz. Her şey gelip geçicidir. Bir oteli sonunda terkedeceksek, ha bir gün önce terkedelim ha bir gün sonra terkedelim, ne farkeder? Önemli olan terketmek mecburiyetinde oluşumuzdur.

Netice olarak anlaş›lmaktad›r ki, kuvvet felsefesine göre çal›şmak değersiz; Hak felsefesine göre yaşamak değersizdir. Ancak her iki felsefe de hem çal›şmay› hem yaşamay› önerirler. Çünkü biri olmadan diğeri olmaz. Hak felsefesinin bir müjdesi daha vard›r. İnananlar onu çok iyi bilirler.

İslâmiyet, hak felsefesini benimsemiştir. Bu dünya hayat› yaşamak bak›m›ndan geçici ve değersizdir ama, çal›şma bak›m›ndan ebedîdir ve çok değerlidir. Çünkü öldükten sonraki hayat bu dünyada kazan›lacakt›r. Dünya, âhiretin tarlas›d›r. Burada ne ekilirse, orada o biçilecektir. Burada çal›şanlar ve iyilik yapanlar orada cennet nimetlerine ulaşacaklar, burada kötülük yapanlar orada cehenneme gideceklerdir. Bu dünyadaki çal›şma ve iyilik yapma, ebedî saadetin ve as›l hayat›n sebebidir. Çünkü orada ölümsüzlük vard›r.

Dolay›s›yla çal›şma bak›m›ndan bu dünya hayat› âhiretten çok daha k›ymetlidir. Burada kazan›lanlar, sonsuz kat› ile katlanarak değerlenmiş olacakt›r.

Diğer taraftan şunu hiçbir zaman unutmamak gerekmektedir ki, Allah bu dünyada işe yaramayan hiçbir şeyin yap›lmas›n› emretmemiştir.

Yine unutmamak gerekir ki, Allah hiç kimseye dünyada kendisinin aleyhine olan bir iş yapmay› emretmemiştir. İnsan çal›ş›nca dünya hayat›n›n refah ve saadetine erişir, ancak bu saadet geçici ve değersizdir. Bu geçici dünya kazanc›n›n yan›nda, as›l ebedî hayat için kazand›klar› k›ymetlidir.

Dünya hayat›n›n değersizliği, âhiret hayat› yani ebedî hayat ile mukayese edildiği içindir. Yoksa, bir insan›n öldürülmesini bütün insanlar›n öldürülmesiyle eş değerde tutan bir anlay›ş, bu dünya hayat›n› nas›l değersiz bulabilir?

Tam burada ve bu noktada art›k şu gerçeği aç›kl›kla belirtmeliyiz ki; bu dünyan›n geçici ve ›st›rapl› hayat›n› ancak âhiret felsefesi ile aç›klayabiliriz. Aksi halde neden varolduğumuzun ve neden ›st›raplar çektiğimizin felsefesini yapamay›z. Allah, kitaplar ve peygamberler gönderip âhiret hakk›nda haberler vermeseydi bile, felsefe ile âhireti bulabilirdik. Meselâ, vücudumuza bir bakal›m ve inceliyelim; gereksiz bir tek organ var m›d›r? Kâinata bakal›m; anlams›z, boş ve serseri bir varl›k var m›d›r? Böylece her parças› bir amaca ve gayeye yönelik olan kâinat›n kendisi gayesiz olamaz. Şuursuz varl›k için gaye olamaz. O halde, insan var olacak ve bu dünyada ›st›rap çekip gidecek; her şey insan için olacak ama insan gayesiz olacak. İşte bu anlay›ş ve mant›k son derece anlams›zd›r. Dolay›s›yla, kâninat›n son gayesi insan› mesut edip ölümsüz hâle getirmektir, şeklinde bir yaklaş›m getirmezsek, kâinat› anlama ve aç›klama konusu eksik kal›r.

Yazar, burada da baz› Kur'ân âyetlerini konu ile irtibatland›rarak ama her zaman olduğu gibi manalar›n› eksik b›rak›p sapt›rarak vermektedir. Biz, konuyu fazla uzatmamak amac›yla zikredilen ilk alt› âyetin eksik ve yanl›ş tercümeleri ile yetinelim, ama mukayese yapabilmeniz aç›s›ndan bu alt› âyetten ilk zikredilen ve son derece yanl›ş yorum yap›lan Bakara Suresi 273. âyetin doğru anlam›n› da aktaral›m. Bu arada sadece ismi zikredilen son üç âyetin manalar›n› da verelim. Böylece hem eksiksiz ve doğru âyetlerin nas›l olduğu ile ilgili olarak mukayese yapm›ş, hem de başta yazar olmak üzere bu düşüncede olanlara Kur'ân dili ile cevap vermiş olal›m:

"Sadakalar›n›z› şu fakirlere verin ki, Allah yolunda kapan›p kalm›şlard›r. Yeryüzünde gezip dolaşamazlar. Bilmeyen, utangaçl›klar›ndan dolay› onlar› zengin san›r. Onlar› yüzlerinden tan›rs›n›z. Yüzsüzlük edip insanlardan istemezler. Yapt›ğ›n›z hay›rlar› muhakkak ki Allah bilir"(Bakara[2]; 273)

"Bilin ki dünya hayat› bir oyun, eğlence, süs, kendi aran›zda öğünme, mal ve evlat çoğaltma yar›ş›d›r. Bu t›pk› bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsar› görürsün, sonra çörçöp olur. Âhirette ise çetin bir azap; Allah'tan mağfiret ve r›za vard›r. Dünya hayat›, aldat›c› bir zevkten başka bir şey değildir.

O halde siz, Rabb'inizden bir mağfirete ve genişliği, gökle yerin genişliği gibi olup Allah'a ve Resûlüne inananlar için haz›rlanm›ş bulunan cennete koşuşun. İşte bu, Allah'›n lutfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lutuf sahibidir."(Hadîd[57]; 21,22)

"Ey insanlar, Rabb'inizden korkun ve baban›n, çocuğunun yapt›ğ›ndan ceza görmeyeceği, çocuğun da babas›n›n yapt›ğ›ndan ceza görmeyeceği bir günden çekinin. Allah'›n va'di gerçektir. Dünya hayat› sizi aldatmas›n. O aldat›c› (şeytan), sizi Allah hakk›nda (O'nun yumuşak davranmas›na, mühlet vermesine güvendirerek) aldatmas›n."(Lokman[31]; 33)

"Ey insanlar, size ne oldu ki: "Allah yolunda topluca savaşa ç›k›n!" dendiği zaman yere çak›l›p kald›n›z? Âhirettense dünya hayat›na m› raz› oldunuz? Ama dünya hayat›n›n geçimi, âhiretin yan›nda pek azd›r."  (Tevbe[9]; 38)

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Kur'ân yoksulluğu mutluluk ve fazilet say›yor.

 

"1- Yoksulluk ve mutsuzluk felsefesinin din temeli: Mutlu olmağa ve yaşanmağa değmeyen dünya; yoksulluğun as›l ve fazilet olduğu inanc›.

Varl›ks›zl›k ve yoksulluk, İslâm'›n fazilet olmak üzere benimsediği ve yücelttiği bir durumdur. Kur'ân Ayet'leri yoksulluğu ve yeryüzü sefaletini ve mutsuzluğunu gerçek MUTLULUK ve FAZİLET niteliğinde sayan hükümlerle doludur; buna paralel olmak üzere Arap Peygamberi'nin sözleri aras›nda da ayni şekilde yoksulluk felsefesini yaşam ilkesi haline getirenleri çoktur."(s. 302)

 

SERVET ALLAH'IN YANİ DEVLETİN VE TOPLULUĞUNDUR.

İNSANLAR,

HAK VE ADALETİ GÖZETEREK SERVETİ YÖNETİRLER.

 

İslâmiyet'e göre;

Servet Allah'›nd›r, yani devletindir.

İnsanlar onu yönetmekle yükümlüdürler.

Ancak yöneticileri başka yöneticiler atamaz ve azletmez, ekonomik kanunlar atay›p azleder. Kazanan o mal› yönetmeye atanm›ş, kaybeden de o mal› yönetmekten azledilmiş olur. Servetin çokluğu, iyi yönetmek şart› ile çok iyidir ve dünyada da âhirette de mükâfat› fazlad›r. Kötü yönetmek de ayn› derecede sorumluluk ve cezay› gerektirir. Bundan dolay› servet sahibi olmamak, sosyal güvenlik nedeniyle bir s›k›nt› yaratmayacakt›r. Oysa servet sahibi olmak, tehlikeyi de beraberinde getirir. Dolay›s›yla kabiliyetli olmayan insanlar›n zenginlik peşinde koşmamalar› gerekir. Onlar âhiretleri yani ebedî hayatlar› için topluluğa sosyal hizmetlerde bulunurlar. Meselâ, alim, sanatkâr, hizmet erbab› olurlar. Doktor, mühendis veya benzeri hizmet mesleklerinden birini seçerler ve insanlara yararl› olurlar. Bu hizmet erbab›, maaşlar›n› hizmetlerine göre doğrudan doğruya devletten al›rlar; ama bu maaş onlar› sadece geçindirir, servet sahibi yapmaz. Çünkü onlar›n zaten servete ihtiyaçlar› yoktur. Oysa müteşebbis ve tüccarlar›n servet ve sermayeye ihtiyaçlar› vard›r.

İslâmiyet, alimi tüccardan daha üstün tutmuştur. Çünkü alimin yarar› vard›r ama zarar› yoktur. İlim hiç kimseye zarar veremez. Ama servetin iyi yönetilmemesi veya kötü amaçlarla kullan›lmas› çok zararl›d›r. İyi ve hay›rl› hizmetler için yönetilmesinin mükâfat› da fazlad›r.

İslâmiyet'e göre;

Hakk›n› vermek ve adil olmak şart›yla, ister iş adam› ol, ister yönetici ol, ister meslek sahibi ol, ister alim ol, ister din adam› ol; bunlar›n hepsi de hay›rl›d›r ve övülmüştür.

Hay›rl› ve övgüye değer şeyleri yapan insan da mutlu olur. O ayn› zamanda fazilet sahibi bir insan olur. Mutluluk ve fazilet de işte budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâm'a göre geçici dünya yerine

ebedî hayat tercih edilmelidir.

 

"Yeryüzü dünyas›'n›n bekleme salonu veya zindan olduğu:

Yoksul y›ğ›nlara zenginliği ve varl›ğ› gereksiz ve hatta "küçültücü" gösterecek ilk öğüt bu yeryüzü dünyas›n›n yaşanmağa değmez bir zindan veya bir bekleme salonu olduğu, ve bu dünyadan zevk alanlar›n gelecek dünyada cezaland›r›lacağ› şeklindeki sözler olmak gerekir. Bu sözleri gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümlerinde en kesin şekliyle bulmak mümkündür."(s. 303)

 

DÜNYA VE ÂHİRET HAYATI

İNSANI HAK MENSUBU YAPAN KRİTERLER

 

İslâmiyet'e göre, bir insan›n müslüman olmas› için ne olmal› ve ne gibi özellikler bulunmal›d›r? Bir insan nas›l müslüman olabilir? Bir insan›n müslüman olmas› için onun mutlaka peygamber ve kitaplarla karş›laşmas›, dolay›s›yla onlara inanmas› gerekmez. Akl› ile de hakk› bulur, inan›r ve iyi işler yaparsa; müslüman olur ve cennete gider.

Peki, hakka inanma nedir? Doğru, iyi, yararl› ve adil olmak 'hak't›r. Yalanc›, kötü, zararl› ve zalim olmak 'bât›l'd›r. Bir kimse hakk› kabul eder ve onun taraftar› olursa, hakka inanm›ş olur. İnsan bu değerleri ay›racak melekelere sahiptir. Yararl› işler nelerdir? İşlerin yararl› olmas› için dört kriter getirilmiştir:

1- İnsan kendisine ne yap›lmas›n› isterse, başkas›na ayn› şekilde davran-mal›d›r.

2- İnsan sözlerinde durmal›d›r.

3- İnsan y›k›c› değil yap›c› olmal›d›r.

4- Bugünü değil geleceği düşünmelidir.

İnsan, acil zevklerini tatmin edip ilerisini ve geleceğini zehir etmemelidir. Yar›n ve gelecek için çal›ş›rken, geçmişteki çal›şmalar› ve birikimleri ile yaşamal›d›r. Aybaş›nda maaş›n› al›r almaz paras›n› kumara harcay›p sonra bir ay dilenme yerine, her ay onda bir oran›nda art›r›rsa, her y›l birer ayl›k maaş artm›ş ve ömrünün sonunda yaklaş›k olarak otuz ayl›k maaş artm›ş olur. Bunlar› çocuklar›na miras olarak b›rak›r, onlar da ayn› şekilde servete servet eklerse, çocuklar ve torunlar için büyük bir sermaye birikmiş olur. Topluluğu oluşturan bütün insanlar böyle yaparsa, çağ›m›zda olduğu gibi sermaye birikimi olur ve yeni bir medeniyet doğar. İnsanlar bugün kazand›klar›n› o günkü zevklerine harcasayd›lar, bugünkü medeniyet oluşabilir miydi? Yüce Allah diyor ki; bu art›rman›z size ve sizin çocuklar›n›za saadet getirdiği gibi böyle yapanlara ayr›ca âhirette de daha bol ücret ve mükâfat vereceğim. Çünkü siz benim yaratt›ğ›m ve yaratacağ›m insanlara katk›da bulundunuz. Bugün bu hay›rlar›n›z›n karş›l›ğ› olarak mükâfat›n›z› ve ücretinizi al›n.

Âhiret düşüncesi olmasa, felsefe eksik olur. Zira insan, torunumun torunu için ben neden s›k›nt› çekeyim, diye düşünür. Bunu hiçbir felsefe ile izah edemeyiz. Ama bu dünyadaki hayattan sonraki bir hayata inanan insan, âhireti ve insanl›ğ›n geleceği için çal›ş›r. Ülkeyi savunmak için ölme ve şehid olma, vatan ve millet sevgisi, bunlara benzer ideal ve hizmetler hep âhiret inanc›na dayan›r. Aile bağlar› da âhiret inanc›na dayan›r ve güçlenir. Âhiret inanc›n›n olmad›ğ› topluluklarda aile bağlar› zay›flar ve bir müddet sonra da parçalan›r. Nitekim ateizmin hükümran olduğu topluluklarda aile yap›s› büyük darbeler ve sars›nt›lar geçirmiş, buna paralel olarak nüfus da yaşlanmaya ve azalmaya başlam›şt›r. Kuvvete dayal› dünya görüşü ve felsefesi, mensubu olan insanlar› yokluğa götürür.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Halifeler zengindi ama yoksulluğu teşvik ediyorlard›.

 

"2- Arap peygamberi'nin yoksulluğu yüceltmesi.

Bilindiği gibi Arap Peygamberi Muhammed 25 yaş›nda iken zengin bir dul olan Hatice ile evlenmişti; Hatice olgun yaşta (o zaman 40 yaş›nda idi) ve kervan ticareti ile uğraşan bir kimse idi. Hatice ile evlendikten sonra Hatice'nin kervan ticareti işini Muhammed üzerine alm›şt›r. Maddî durumunun bu evlilk sonucu düzelmiş olduğunda hiç kimsenin tereddütü yoktur...

Fakat buna rağmen yoksulluğu yüceltmeğe ve bunu Tanr›'n›n en değer verdiği bir nitelik şeklinde göstermeğe çal›şm›şt›r.

İslâm yazarlar›n›n kaleminde Muhammed yoksulluğa özenen ve bunu kendisi için dileyen kişi olarak şekillendirilir. Yoksul durumda olmad›ğ› halde yoksulmuş gibi tan›mlan›r...

Ebu Bekir ve Osman, varl›kl› olduklar› halde yoksulluk felsefesini geliştirir ve fakat ticaretle uğraşmay› da öngörürlerdi.(s. 303)

IX cu yüzy›lda Hanefi okulunun kurucular›ndan ve büyük İslâm hukukçular›ndan olan Şeybani (ölümü 804 Miladi) "Kitab al-Kasb" adl› kitab›nda (yani "Kazanç üzerine" anlam›nda) İslâm'›n kurucular›n›n ve savunucular›n›n hep ticaretle uğraşan kişiler olduklar›n› söyler ve Ebu Bekir ile Osman› örnek gösterir. Yine Şeybani'den öğrenmek mümkündür ki İslâm, varl›kl›lar için "varl›kl›l›k durumunu" ve yoksullar için de "yoksulluğu" doğal bir kuruluş olarak benimsetmek hususunda çifte standart esas›n› uygulamaya müsaittir."(s. 304)

 

ZENGİNLİK VE FAKİRLİK

İSLÂMİYET ZENGİN OLMAYI TEŞVİK EDER

 

Zenginliğin sorumluluğundan korkan halifeler kendi servetlerini art›rmay› doğru bulmuyor, elde ettikleri gelirleri kamuya harc›yorlard›. Yazar›n iddialar›n›n tam tersine, halifeler devlet gelirinin artmas› için halk›n zengin olmas›n› istiyorlard›. Çünkü İslâmiyet'e göre ancak şeriat›n belirlediği beşte, onda, yirmide ve k›rkta bir vergiler al›nabilir; halktan bunlar d›ş›nda başka bir vergi toplanamazd›. Z›mmîlerden de cizye al›n›rd›.

İslâm düzeninde yeni bir vergi koyma ve toplama imkân› yoktur. Halifeler için zenginliğin yegane gayesi, halk›n zengin olmas› veya yap›lmas›d›r. Çünkü devletin gelirleri halk›n zenginliği nisbetinde artard›. Dolay›s›yla İslâmiyet fakirliği değil zenginliği teşvik eder. Bu durum yaln›z halifeler için değil, görevliler için de böyledir. Bütçenin sekizde veya onikide biri onlar›n pay›na düşüyordu ve görevliler ancak kanuni vergi toplayabiliyorlard›.

İslâm düzeninde idarî mahkeme yoktu ve mahkemede görevli ile vatandaş aras›nda eşitlik vard›. Bugün olduğu gibi ispat külfeti vatandaşa yüklenmiş değildi. Herkes kendi beyan›na göre vergi öder, aksini iddia eden ispatlamakla mükellef olurdu. Dolay›s›yla haks›z vergi toplamak imkâns›zd›. Devlet görevlilerinin maaş› da ancak artan devlet geliri ile artmaktad›r. Bu gelirlerin artmas› ancak halk›n üretken ve zengin olmas›na bağl›d›r. 'Ç›kar paralelliği' işte budur.

İslâmiyet'e göre;

Zenginlik ve fakirlik kişinin üstün veya aşağ› olmas›na sebep değildir. Şeref ve nafakada, zengin ile fakir müsavidir. Zenginlerin lüks hayat yaşamalar› yasak değilse de, haramd›r. Ama servetleri yönetmek ve üretimde yönetici olmak zenginlere aittir.

Ekonomik hayatta yönetici ve üretici olmak, zenginlerle ilgili bir meseledir. Çünkü bu alanda öyle bir mekanizma vard›r ki; ekonomik yönetimi bilmeyenler fakirleşir, bilenler zenginleşir. Ancak ehil olan kimseler başar›l› birer ekonomi yöneticisi olabilmektedir. Ancak, yönetici olmak üstün olmak demek değildir.

İsraf haramd›r ama yasak değildir; yani israf›n men edilmesi dinîdir, idarî değildir. Müsrif olan kimse sonunda fakirleşir ve hak yerini bulur. Büyük baş›n büyük derdi olur. Bu bak›mdan yoksulluk lâf olsun diye methedilir. Bu anlay›ş›n İslâmiyet ile bir ilgisi yoktur. İslâmiyet fakirliği değil zenginliği teşvik eder. 'Veren el alan elden üstündür' anlay›ş›n›n sahibi olan bir din ve düzendir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te yoksulluk ve zenginlik birer imtihand›r.

 

"3- ŞERİAT'a göre Tanr› s›rf s›namak için kullar›ndan baz›lar›n› YOKSUL, AÇ ve varl›ks›z yaratm›şt›r.

Yoksulluğu ve yeryüzü sefaletlerini ve mutsuzluğunu sadece Tanr› emri olarak ve sadece doğal bir düzenin gereği şeklinde değil ve fakat ayn› zamanda gerçek mutluluğun ve gelecek dünyalardaki mükafatlar›n işareti ve Tanr›'n›n SINAMASI olarak kabul ettirmenin yolu Tanr› ve Peygamber sözleriyle bunu aç›klamaktad›r.

Kur'an'da bunun böyle olduğunu gösterir hükümler çoktur; al-An'am Suresi'nin 165 ci Ayet'inde: "...(Tanr›) size verdiği şeylerle sizi s›namak için bir k›sm›n›z›, bir k›sm›n›zdan mevki ve paye bak›m›ndan yüceltir" yine Kur'an'›n Bakara Suresi'nin 165-Ayet'inde: "Andolsun ki mutlaka sizi birazc›k korkuyla, açl›kla, mal ve meyve noksaniyle s›nayacağ›z. Müjdele sabredenleri." hükümleri birer örnek olarak gösterilebilir."(s. 304,305)

 

ZENGİNLİK VE YOKSULLUK VARDIR AMA;

İYİ VEYA KÖTÜ OLMANIN SEBEBİ DEĞİLDİR

 

Toplulukta ekonomik bir düzen vard›r. Çal›ş›p kazanan zengin olur ve o mal› yönetmeye hak kazan›r. Kaybeden de fakir olur ve serveti yönetme hakk›n› kaybeder. Ancak zengin olanlar bu zenginliklerini gayrimeşru yollarda kullanmamal›d›rlar. Fakirler, gayrimeşru yollardan zengin olmaya çal›şmamal›d›rlar. O halde ister zengin olal›m, ister fakir olal›m, daima iyi veya kötü insan olma imkân›na sahip bulunuyoruz. Her birimizin iradesi var, bu irademizi istediğimiz yönde kullanma hürriyetine sahip bulunuyoruz ve bundan dolay› da her an imtihanday›z.

Vize alamayanlar imtihana giremezler. Zenginlik ve fakirlik vize için sebep değildir. Zenginler de fakirler de imtihana girme hakk›na sahiptirler. Sadece sorulan sorular farkl› olacak ama al›nacak olan diploma ise ayn› olacakt›r.

Bu konular, on-onbeş as›r önceki Arabistan'da çok zor anlaş›labilecek konulard›r. Çünkü o devirlerde orada bizde olduğu gibi okul ve imtihan sistemi yoktu. Değişik şekillerde olsa bile, vize hiç yoktu. Ama çağ›m›zdaki okul ve öğretim sistemiyle şimdi bu âyetler çok kolay anlaş›labilmektedir.

İslâmiyet'e göre;

Zenginlik ve yoksulluk vard›r ama hiçbir zaman iyi veya kötü olman›n sebebi değildir. Her ikisi de eşit şartlar içinde en iyi de olabilir, en kötü de olabilir. Meselâ, sevap kazanmak amac›yla verilen sadaka veya vergi miktar› değil, bunun için sarfedilen çaba ölçüdür.

Yoksul olan kimse yoksulluktan kurtulmak için bir çaba gösterirse, bu çaba, zenginin daha çok zengin olmak için gösterdiği çabadan daha k›ymetlidir.

Yazar burada da Kur'ân âyetleri zikrediyor. İlk âyet, Enâm suresinin son âyeti. Biz de âyetin bulunduğu sayfadaki bütün âyetleri hat›rlatal›m ve bakal›m bu âyetlerde ne hikmetler var? Kim bilir, belki hak ve hakikatleri anlamak isteyen akl›selîm sahipleri için önemli işaretler vard›r. Hep beraber okuyal›m ve yazar›n dediği gibi mi yoksa başka bir şey mi anlat›l›yor, bakal›m:

 

EN'ÂM SURESİ

165 - "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün k›lan O'dur. Şüphesiz Rabb'in, cezas› çabuk oland›r ve O, bağ›şlayan, merhamet edendir."

 

BAKARA SURESİ

151 - Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab ve hikmeti ve size bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik.

152 - Öyle ise beni an›n ki, ben de sizi anay›m; bana şükredin, nankörlük etmeyin.

153 - Ey inananlar, sab›r ve namazla (Allah'tan) yard›m isteyin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.

154 - Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; hay›r, onlar diridirler, ama siz fark›nda olmazs›n›z.

155 - Andolsun, sizi korku, açl›k, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele.

156 - Ki onlara bir belâ eriştiği zaman: "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz," derler.

157 - İşte Rab'lerinden bağ›şlamalar ve rahmet hep onlarad›r ve doğru yolu bulanlar da onlard›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te sabredenler cennetliktir.

 

"4- Tanr›'n›n yeryüzünde AÇLIKLA ve "CAN VE MEYVE NOKSANİYLE" s›nad›ğ› kişiler bu s›navdan sab›r ile ç›kacak olurlarsa gelecek dünyalarda en büyük mükafatlara konacaklard›r.

Yeryüzü yaşamlar›n› yoksulluk felsefesine dayatman›n diğer bir yolu da yoksulluğu Tanr›'n›n bir s›nav› şeklinde göstermek ve bu s›nava sab›rla girmeyi öğütlemek ve s›navdan başar› ile ç›kacaklar›n gelecek dünyalarda en büyük zenginliklere ve mükafatlara kavuşacaklar›n› garantilemektedir. Gerek Kur'an ve gerek Hadis hükümleri bu garantiyi sağlam›şt›r.

Bir kere Al-i İmran Suresi'nin 200 cü Ayet'inde: "İnananlar...sabredin... ancak bu sayede kurtulur, bu sayede üst olursunuz" hükmü yer alm›şt›r...(s. 305)

Yeryüzü yaşamlar›ndan zevk alm›ş olanlar›n zevk alm›ş olanlar›n Cehennemlerde en ziyade eziyet çekeceklerine ve Cennetlerdeki insanlar›n çoğunluğunun yeryüzünde yoksulluk çekmiş olanlardan bulunacağ›na dair Hadis'leri en sağlam kaynaklardan (Buharî ve Müslim gibi) bulmak mümkündür. el Bokhari, Les Traditions Islamigues, (Frans›zca çeviri O. Houdas ve W. Marçais taraf›ndan, Paris 1914, cilt IV, başl›k LXXXI sh. 271,272, 277, 279). (s. 306)

 

 

SABREDENLERE;

DÜNYADA ZAFER VE ÂHİRETTE DE CENNET VARDIR

 

Evet, doğru. Yoksul olsun, zengin olsun her insan, nefsinin arzular›na uyup gayrimeşru ve kötü hareketler yapmazsa, nefsine sahip olup meşruiyet içinde kal›rsa, bu sabr› gösteren kimseye Allah bu dünyada zafer ve âhirette de cennet verecektir. R›zaya dayanan hukuk düzeni işte böyle oluşur. Gerçek demokrasi işte böyle oluşur. Gerçek hürriyet ancak böyle bir atmosferde yaşanabilir hâle gelir. Yoksa yoksul kimseler sabretmez, zenginler servetlerini halka tahakküm etmek için kullan›r, fakirler de zengin olmak için isyan ederlerse; ortada hiçbir düzen kalmaz, yokluklar başlar ve o topluluk dağ›l›p yok olur. Bundan dolay› İslâmiyet, ay›r›m yapmaks›z›n herkes için hak üzerinde sabr› tavsiye etmektedir. Zenginler için sab›r da yeterli görülmemekte ve servet sahibi olman›n gereğini yerine getirmek olan şükretmeyi de emretmektedir.

Yazar, Âl-i İmrân suresinin son âyetini zikretmiş. Ayr›ca, bir önceki konuda da zikrettiği ve her iki yerde de âyet rakam›n› 153 ve 165 olarak yanl›ş yazd›ğ› Bakara suresinin 155. âyetini de, tekrar zikretmiş. Yukar›da, Bakara suresindeki âyeti hat›rlatt›ğ›m›z için burada sadece Âl–i İmrân suresindeki âyeti hat›rlatmakla yetineceğiz.

 

ÂL-İ İMRÂN SURESİ

196 - İnkâr edenlerin, öyle, şehirlerde gezip dolaşmas› seni aldatmas›n.

197 - Bu, az bir geçimdir. Sonra gidecekleri yer cehennemdir. Ne kötü bir yatakt›r oras›!

200 - Ey inananlar, sabredin, birbirinize sabredin, birbirinizle birleşin ve Allah'›n korumas›na girin ki, başar›ya eresiniz.

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te Allah yoksullar› sever.

 

"5- "Mahviyeti" ve "sefil ve yoksul yaşamlar›" yüceltenler; al-Hucviri (XI ci yüzy›l).

XI ci yüzy›l mistiklerinden Ali İbn Osman al-Hucvirî (ölümü 1063)... Sünni mezhebindendir; Hanefi okuluna mensuptur. Afganistan da Gazne de doğmuştur. Ünlü sofulardand›r, fakat mistisizm'i panteizm'e kadar götürmez.

"Keşf al-Mahcub" adl› kitab›nda yoksulluğun, ve yeryüzü dünyas›ndaki sefaletin, mutsuz yaşant›lar›n, mahviyetin başl› baş›na fazilet olduğunu, yoksulluk içinde yaşayanlar›n selâmete ç›kmada en üstün kertede bulunduklar›n› ve Tanr› indinde ve nezdinde paras› ve mal› mülkü olmayanlar›n en yüksek değerde say›lacaklar›n› Kur'an emirlerinden Ayet'ler ve başkaca örnekler vermek suretiyle ispata çal›ş›r. Ona göre Tanr›'n›n kullar› için temenni ettiği tek şey onlar›n yoksulluk içinde yaşamalar›d›r;...

al-Hicviri'nin Arapca'dan İngilizceye çevrilmiş bu kitab› için bk. Ali B. Uthman al-Jullabi al-Hujwiri, The Kashf al Mahjub, (İngilizce çeviri R.A. Nicholson in "E.J.W. Gibb Memorial" Vol. XVII, 1911, sh. 19 ve d.)"(s. 306)

 

 

'ALLAH ADİLDİR'

ALLAH İÇİN BÜTÜN KULLAR EŞİT VE BİRDİR

 

Allah, iyi olan herkesi sever.

İster fakir ister zengin olsun, ister devlet başkan› ister kap›c› olsun, ister ilim adam› ister din adam› olsun, ister bilen ister bilmeyen olsun; Allah iyi olan herkesi sever. Sevilmek için tek şart vard›r; yeter ki inanç ve iyilik sahibi olsun. Allah, her kötüye ve bütün kötülüklere gazap eder. Onun zengin veya fakir olmas›, asilzade veya halktan biri olmas›, efendi veya köle olmas›, hiçbir şeyi değiştirmez.Allah nezdinde önemli olan, o insan›n 'iyi' veya 'kötü' olmas›d›r. Diğer her türlü üstünlükler ve farkl›l›klar, geçici ve ›st›rapl› bir hayat› içeren bu dünyaya aittir.

İslâmiyet'e göre; Allah için bütün kullar eşit ve birdir.

Yeter ki o kul O'nun r›zas›na ve emirlerine uygun olarak hareket etsin. Bu dünyadaki haks›zl›klar âhirette giderilecektir. Kendi tembelliğinden olmamak şart›yla, yoksul kal›p sabredenleri Allah âhirette zenginlerin üstünde bir yerde mükâfatland›racakt›r.

Dünyadaki farkl›l›k orada adaletli bir şekilde giderilecektir. Ancak bu adalet, iyi zenginlerin cezaland›r›lmas› şeklinde değil; iyi ve sabreden fakirlerin daha fazla mükâfatland›r›lmas› şeklinde olacakt›r.

'Allah adildir' ve adaletini ileride tamamlayacakt›r. İmtihan› kazananlar, hakettikleri mükâfatlara erişeceklerdir. Âhiret inanc› olmazsa, bu gerçekleri aç›klayan bir teori olmaz.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre

İslâmiyet'te r›zk› veren Allah'd›r.

 

"6- Her şeyin (maddi ihtiyaçlar dahil) Tanr› taraf›ndan sağlanacağ› inanc›:

Her şeyi yaratan ve öngören Tanr› olduğuna her şey onun en üstün ve "En mükemmel" dileklerinin ve isteklerinin sonucu bulunduğuna, her şey onun gücüne dayand›ğ›na ve oluştuğuna, her r›zk onun taraf›ndan ayarland›ğ›na, tespit edildiğine, azalt›l›p çoğalt›ld›ğ›na ve sahibine verildiğine göre Kişi için art›k geçim konusunu düşünmeğe, buna çare aramağa, geçimini sağlamak veya artt›rmak için kafa ve kol yormaya ve uğraşmaya mahal yoktur. Sadece Tanr›'ya güvenip, dua etmek ve böylece yaşamak yeterlidir...

İşte yoksulluk felsefesini işleyenlerin başl›ca temas› bu olmuştur; Gazâlî'nin geliştirdiği fikir kümesi budur..."(s. 306, 307)

 

"RIZIK VERMEK ALLAH'IN GÖREVİDİR"

İSLÂM DEVLETİ SOSYAL DEVLETTİR.

 

Kur'ân, şöyle bir ifade kullan›r: "R›z›k vermek Allah'a aittir".

Bu ifadenin iki manâs› vard›r: Allah'›n bunu görev yapmas› ve herkesin r›zk›n› da vermesidir. R›zk› bittiğinde ve sona erdiğinde o kimsenin ölmesidir. Bu anlay›ş doğrudur. Çünkü aç olan insan ölmektedir. Yeryüzündeki bu kadar canl› ve insan ölmediğine göre, Allah öyle bir düzen kurmuştur ki bütün bunlar›n r›zk› temin edilmektedir. Asl›nda burada ekonomik ve sosyal kanunlar aç›klanmaktad›r. Ancak buradaki manâ felsefî manâd›r. Şer'î manâs› tamamen başkad›r.

Kur'ân'a göre; Allah'›n yeryüzündeki temsilcisi devlettir. Kur'ân indiği zaman Araplar devlet mefhumunu bilmez, bu mefhumu 'melik' yani 'hükümdar' olarak anlarlard›.

İslâmiyet; 'devlet' ile 'hükümet' mefhumunu 'ALLAH' olarak, 'başkan' mefhumunu da 'RESUL' olarak tesmiye etti. Aç›kça, devlet hak ve görevlerine, 'Allah'›n hak ve görevleri', dedi. O halde bu cümlenin manâs›; 'halk›n geçimi devlete aittir', demektir. İslâm devleti, sosyal devlettir. Sosyal devlet içinde yaşayan hiç kimse aç kalmaz, bundan dolay› devletin ihmali sebebiyle hasta olmaz veya ölmez. İlâc› da dahil olmak üzere bütün hayatî giderleri devlete aittir. İşte yoksulluk, fakirlik, yetimlik ve yaşl›l›k sigortalar›, yani bütçedeki fonlar bu sosyal devletin uygulamalar›d›r. Genel hizmetlerin karş›l›ks›z olmas› bunun tabiî bir sonucudur. Bu âyet devletin mükellefiyetini belirtmektedir. Elbette bu manâlar› anlayabilmek için Kur'ân terminolojisini bilmek gerekmektedir.

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer[39]; 9)

İslâmiyet'e göre devlet, sosyal devlettir.

Ekonomik faaliyetler paral›d›r ve serbesttir; devlet bu faaliyetlere asla müdahale etmez. Sadece yapt›ğ› hizmet karş›l›ğ› vergi al›r ve buradan elde ettiği kazançla bütün sosyal hizmetleri karş›l›ks›z olarak vatandaşlara götürür ve yapar. Herkesin geçimini sağlamak devletin görevidir. Kişi açl›k korkusuyla çal›şmamal›d›r; kazanmak gayesiyle çal›şmal›d›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te açl›k disiplini sağlar anlay›ş› vard›r.

 

"7- "KÖPEĞİNİ DAİMA YARI AÇ TUT Kİ SENİ TAKİP ETSİN" zihniyeti:

Kişileri ve halk› yoksulluk felsefesi içinde yetiştirmek ve onlara sefaleti ve varl›ks›z (yoksul) yaşamay› fazilet şeklinde göstermek yan›nda Şeriat sistemine egemen olan diğer ekonomik bir kural da halk› yar› aç tutmak veya ölmeyecek kadar doyurmak suretiyle İKTİDAR'a, ve iktidar›n her çeşit uygulamas›na itaat ettirmek ve disiplin içinde yaşatmak kural› idi. Halk› yar› aç tutman›n bir yolu vergi sistemini ona göre ayarlamakt›; val›ks›z› varl›k sahibi olmaktan uzak tutmak ve varl›kl›y› da İktidar'a kafa tutabilecek güc'e ve duruma yaklaşt›rmamakt›.

Şeriat düzeni bu temel kural üzerine oturtulmuş ve yüzy›llar boyunca devlet yönetiminde bu amac› sağlam›şt›r...(s. 307)

XIII cü yüzy›l'›n ünlü tarihçisi CÜVEYNİ'nin "Cihan Fatihleri Tarihi" adl› kitab›nda ele al›nan ve işlenen görüş halk'› (veya ordu'yu) yar› aç tutmak ve bu suretle disiplin yaratmak konusundaki Şeriat uygulamas›na dayanm›şt›r. Tatar işgalleri s›ras›nda Tatar ordusunun ve insanlar›n›n zalim ve keyfi bir ŞEF'e ve onun iktidar›na nas›l büyük bir disiplin ile boyun eğdiklerini hayranl›kla anlatan Cuveyni, bu disiplinin nedenlerini insanlar› yar› aç tutmak sanat›nda bulur; "Unutmamak gerekir ki, der bu kitab›nda, aslan aç kalmad›kça avlanmaz ve hiç bir hayvana sald›rmaz." Ve bu vesile ile eski bir Acem atasözünü hat›rlat›r; "karn› tok köpek oyun tutmaz... KÖPEĞİNİ DAİMA AÇ BIRAK Kİ SENİ UYSALLIKLA TAKİP ETSİN". Bk. Ata ad-Din, Ata-Malik JUVAINI, The History of the Worl Conqueror, (İngilizce Mirza Muhammed'in metninden çevrilmiştir. Harward University Press, Cambridge 1958 vol. I, sh. 30)..."(s. 308)

 

İSLÂM DÜZENİ SEVGİ MEDENİYETİNE DAYANIR

DİSİPLİN, 'SÜRGÜN' VE 'HİCRET' İLE SAĞLANIR

 

'Korku' da devleti oluşturur, 'sevgi' de devleti oluşturur.

Tabiî kanun budur, sosyal kanun budur ilâhî kanun budur. Bundan dolay› ve bu temel esaslara dayanarak tarihte 'hak' ve 'kuvvet' sistem ve medeniyetleri gelmiş ve geçmiştir. Allah peygamberleri 'korku medeniyetlerini' insanl›ğa öğretsinler ve uygulas›nlar diye göndermemiştir. O işi nemrut ve firavunlar yapmaktad›r.

Peygamberler ve onlar›n varisleri olan âlimler, Allah'›n râz› olduğu 'sevgi medeniyeti'ni esas almaktad›rlar. Bundan dolay›d›r ki İslâmiyet'te, korkuya dayal› olan bir disiplin ve düzen asla istenmez ve önerilmez.

İslâm düzeninde; işkence yasak olduğu gibi, halk› aç b›rakma da yoktur. Bu metod Bat› dünyas›n›n metodudur. Gerek kapitalizmde ve gerek sosyalizmde halk açl›k korkusu ile köle gibi çal›şt›r›lmaktad›r. Halbuki İslâm düzeninde sosyal güvenlik ile iş ilişkisi, tamamen farkl› olarak düzenlenmiştir. Sosyal güvenilk kamu bütçesinden sağlanmaktad›r. İşçi ve işveren aras›na girilmemektedir.

İslâm devlet düzeninden; Emevîler döneminden beri vazgeçildiği için elbette baz› sapmalar olabilir; nitekim olmuştur da.

İslâm düzeninde;

Yerinden yönetim sistemi vard›r.

Disiplini, 'sürgün' ve 'hicret' sağlar. 'Şiddet' ve 'açl›k' ile disiplin sağlama sistemi, İslâmiyet'in değil de, zalim ve sahtekârlar›n sistemi olabilir, diktatör ve despotlar›n düzeni olabilir, firavun ve nemrutlar›n nizam› olabilir.

İslâm düzeni, hakka dayal› olan 'sevgi medeniyeti' üzerine bina edilmiştir. İslâmiyet'te, korku ve kuvvet uygulamalar›n›n yeri yoktur. Var olduğunu ileri sürenler gerçekleri sapt›rmakta ve İslâmiyet'e iftira etmektedirler.

 

*   *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Zekât, halk› yat›şt›rmak içindir. Ekonomik değildir.

 

"III- EKONOMİK BAKIMDAN KİŞİLERİ ŞERİAT KURALLARINA GÖRE YAŞATMA'n›n İKTİDAR'lar için yararl›l›ğ›: İKTİDAR'›n keyfi ve despot şekilde kullanmas›n› sağlamak.

İşte siyasal atâlet yan›nda ekonomik atâleti de sağlamak suretiyle Şeriat düzeni İKTİDAR'lar›n mutlak, keyfî ve s›n›rs›z şekilde kullan›lmas›na ses ç›karmayan, hattâ bunu bekleyen halk y›ğ›nlar› yaratabilmiştir.

Şeriat'›n ekonomik doktrini yeryüzü yaşamlar›n› küçümsemeyi, ve gelecek dünyalar›n cennetlerinde varl›kl› olarak lüks-zevk-sefa içinde yaşayabilmek amaciyle yeryüzü dünyas›nda yoksulluğu benimsemeyi ve bunu fazilet gibi görmeyi ve buna sab›r göstermeyi öngörmüştür. Tanr›'n›n insanlar› "r›zk› bol" veya "r›zk› az" olmak üzere yaratm›ş olduğunu ve r›zk› az olanlar›n bu yeryüzünde s›nanmakta bulunduklar›n› ve buna sab›r göstermeleri halinde gelecek dünyalarda mükafata konacaklar›n› din kural› olarak yerleştirmiştir. Tanr› taraf›ndan r›zk› fazla ve bol verilmiş olanlara da r›zk› az olanlara yard›m etmeleri görevi yüklenmiştir. Varl›kl›, varl›ğ›n›n bir k›sm›n› din uğruna harcayarak kendisini varl›kl› yapan ve tutan ortam› sürdürmüş olacakt›r... Toplumu oluşturan yoksullar›n ve yetimlerin ölmeyecek kadar, yar› aç bir şekilde yaşamalar›n› ve böylece varl›kl› için ciddi bir tehlike olmaktan ç›kmalar›n› ve hattâ daha da sad›kane bağlanmalar›n› sağlamak üzere r›zk› bol verilmiş olanlar'›n yapm›ş olduklar› bir yat›r›md›r bu... Zekat cami ve din eğitimi yapacak okullara harcanmak üzere verildiğinde bir hay›r işi niteliğindedir. Bu iki kuruluş da halk y›ğ›nlar›n›n beynini İKTİDAR'a itaat ve yoksulluğa kanaat verileriyle y›kamak için işgörmek amac›na yöneltilmişlerdir...(s. 308,309)

Görülüyor ki Şeriat... ve ayn› zamanda toplum yaşam›n› fazla tehlikeye düşürmeden (Yoksulluk ve açl›k nedeniyle isyan, ayaklanma durumlar›na f›rsat vermemek için) sürdürmek için düşünülmüş bir tedbirdir..."(s. 310)

 

ZEKÂT, SOSYAL VE EKONOMİK DENGEYİ SAĞLAR;

EKONOMİNİN MUHARRİKİ VE DÜZENLEYİCİSİDİR

 

Zekât, sosyal dengeyi sağlar.

Halk› zengine düşman etmez.

Çünkü zenginlerin ödedikleri vergilerde halk›n pay› olduğu için zenginin daha zengin olmas›nda, halk›n zarar› yoktur. Tam tersine, verilen vergilerden daha çok pay alacağ› için ayn› zamanda halk›n da istediği bir şeydir. İslâm düzenindeki ç›kar paralelliği, işte böyle sağlanm›şt›r.

Halbuki kapitalist ülkelerde zenginlerle halk aras›nda uçurum derecesinde bir farkl›l›k ve buna bağl› olarak da düşmanl›k vard›r. Çünkü bu düzende zengin servetini halk› kendisine köle ve esir etmek amac›yla kullanmaktad›r. Halk› sömüren ve alternatif imkânlar›n› da yok eden tekel ve tröstler oluşmuştur. İslâm düzeni ise tekelleşme ve tröstleşmeyi önlemiştir.

Kapitalizmde halk›n pay› yoktur. Zenginin fazla olarak verdiği vergiden halk yararlanamamaktad›r. İslâm düzeninde ise, zenginin verdiği verginin üçte biri halk›n eline geçmektedir ve bu pay da verginin artmas›yla artmakta, azalmas›yla azalmaktad›r.

İslâm düzeninde zekât;

Sadece sosyal dengeyi sağlama arac› değildir. Zekât, ayn› zamanda ekonomik dengeyi de kurmaktad›r.

Azalan verim kanununa göre, artan sermayenin getirdiği yüzde gelir nisbeti düşmektedir. Öyle bir sermaye miktar› vard›r ki, orada sermaye için y›ll›k kâr k›rkta bir kadard›r. O miktar› da devlet vergi olarak almakta, böylece tüm kâr devlete gitmektedir. Bu durum sayesinde sermayenin tek elde toplanmas› önlenmiş olmaktad›r. Serbest rekabeti sürdürmekte, arac› kâr› çok küçülmekte, üretimi azamî k›lmakta ve çal›şmay› rasyonalleştirmektedir.

Faizli sistemde, zengin olan kimse belli bir sermayeye ulaşt› m›, art›k müteşebbis olma yerine rantiyer olmakta, faiz sayesinde hiç çal›şmadan ve rizikoya girmeden servetine servet katmaktad›r.

İslâm düzeninde ise zengin, ister kazans›n ister zarar etsin, sermaye vergisini ödemek zorundad›r. Bu durum onu olanca gücü ile çal›şmaya zorlamaktad›r. Ancak böyle bir çal›şma sayesinde mal varl›ğ›n› koruyabilmektedir. İşletilmeyen taş›nmazlar da istimlâk edilmektedir. Paran›n da zekât› bulunduğundan, nakit para boş yere bekletilmemektedir.

Aç›kça görülüyor ki, İslâm düzeninde zekât ve zekâta dayal› olarak dağ›t›lan kredi, ekonominin hem muharriki hem de düzenleyicisidir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Az›nl›k, ganimet yoluyla zengin olmuştur.

 

"IV- TOPLUMUN büyük çoğunluğuna uygulanan YOKSULLUK FELSEFESİ yan›nda DAR ve BELİRLİ SINIFLARINA uygulanan "RIZIK BOLLUĞU" felsefesi.

Buna karş›l›k "R›z›k bolluğu"na sahip k›l›nan "mutlu az›nl›k" için huzur ve rahat sağlama yollar› düşünülmüştür...

İslâm'›n ilk kurucular› ve yay›c›lar› (örneğin Ansar) ve din ad›na yap›lan savaşlara kat›lanlar için varl›kl› olman›n hiç bir sak›ncas› görülmemiştir. Gerçekten de ilk Halifelerin ve İslâm'›n kurulmas›nda ve uygulanmas›nda ve yay›lmas›nda LİDER işini görmüş say›labilecek kimselerin ve din savaşlar›na kat›lanlar›n ticaret yolu ile oldukça büyük zenginliklere kavuştuklar› ve ticaretle uğraşmasalar da savaşlarda elde edilen ganimetler sayesinde maddi kazançlar sağlad›klar› tarihi bir gerçektir. İslâm'›n ticaret ve ekonomik yaşamlar› baltalamad›ğ›n› ve hattâ aksine ticari ve ekonomik hevesleri ve girişimleri desteklediğini ileri sürenlerin (örneğin Şeybani) görüşlerini bu aç›dan değerlendirmek gerekir. Fakat bunu yaparken, İslâm'›n esas itibariyle yoksulluk felsefesine dayanan bir düzen yolu ile İKTİDAR UYGULAMASINI varl›k sahipleri lehine kolaylaşt›rm›ş olduğunu da gözden uzak tutmamak gerekir."(s. 310,311)

 

SAVAŞ MEŞRU SEBEPLERE DAYANIR

GANİMET HAK SAHİPLERİNE DAĞITILIR

 

İslâmiyet'te, savaş›n meşru olmas› için sebepler vard›r. Başta, karş› taraf›n sald›rmas›, meşru müdafa olarak savunmay› ve buna bağl› olarak da savaş› meşru k›lar. Anlaşmalara riayet etmeyen devletlere karş› da savaş meşru olur. Çünkü devletleraras›nda savaş d›ş›nda bir müeyyide yoktur. Üçüncü olarak, ekonomik ambargolar da savaş› meşru k›lar. Bir ülke, hayatî ehemmiyete haiz olmas›na rağmen ihracat› yasakl›yor veya halk›n› fahiş vergilerle eziyorsa, o ülkeye karş› savaş meşru olur. Savaş› meşru k›lan en önemli husus, fikir ve vicdan hürriyetidir. Eğer bir ülkede fikir ve vicdan hürriyeti yoksa ve devlet halk›n›n d›şar›ya göç etmesine de izin vermiyorsa; insanl›k ad›na o ülke ile savaşmak meşrudur ve hattâ farzd›r. Bunlar› k›saca maddeleştirirsek, aşağ›daki sebeplerle savaş yap›l›r:

1- Fikir ve vicdan hürriyetini sağlamak.

2- Sald›r›lara karş› meşru müdafaa yapmak.

3- Anlaşmalara riayet etmeyenlere karş› savaşmak.

4- Ekonomik ambargolara karş› savaşmak.

Demek ki İslâmiyet'te, asla çapulculuk ve ganimet toplamak amac›yla olmamak üzere, savaş yukar›da say›lan sebeplerden dolay› meşrudur. Bu husustaki karar da tek tarafl› olarak verilmemeli, uluslararas› hakemlere başvurulmal›, hakemler taraflarca seçilmelidir. Karş› taraf hakemini seçmezse, aleyhine karar verilmiş olmal›d›r.

Savaş›n da en rasyonel ve zarars›z şekilde yap›lmas› gerekmektedir. Ordu adeta bir şirket şeklinde organize edilip oluşturulmal›d›r. Herkes mal›n› ve can›n› ortaya koymal›d›r. Ordu böyle oluşur. Savaştan sonra, elde edilen ganimet sermayesi ile savaşa kat›lanlar aras›nda taksim edilmelidir. Savaşa mâlen katk›da bulunanlar katk›lar› nisbetinde; bedenen savaşanlar da er ve komutan ay›r›m› yap›lmaks›z›n eşit olarak ganimetten pay almal›d›rlar. Ganimetin beşte biri de devlet geliri olur. İşte böyle bir uygulama ve organizasyon sayesinde savaş, kendi malî ve bedenî imkânlar› ile yap›lm›ş olur. Ganimet, sadece savaşanlara pay sağlamak ve savaş giderlerini karş›lamak için meşru k›l›nmam›şt›r; ganimet ayn› zamanda karş› taraf için de cayd›r›c› bir unsurdur.

İslâm düzeninde;

Savaş meşru sebeplere dayan›r ve ceza olarak mağlup olan taraf›n mallar› yağma edilebilir; ancak bu çapulculuk şeklinde olmay›p bir savaş tazminat› mahiyetindedir.

Savaşan devlete ganimetten beşte bir oran›nda pay verilir. Kalan›n yar›s›, savaşta mâlî harcama yapanlara verilir. Geri kalan yar›s› da, er ve komutan ay›r›m› yap›lmaks›z›n savaşç›lar aras›nda bölüştürülür.

Kad›n, köle ve z›mmî gibi kimseler de savaşa kat›lm›şsa, onlar›n pay› yar›md›r. Çünkü onlar zorunlu muharip değildirler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Faiz yasağ› ile ticaret k›s›tlanm›şt›r.

 

"A- İslâm'›n ticari ve ekonomik yaşamlar› k›s›tlamay›p kapitalist bir düzene olanak yaratt›ğ› görüşü- (Muhammed Şeybani'nin IX cu yüzy›lda öne sürdüğü fikirler) İlk müslüman liderlerin ve Halifelerin ticaret yolu ile yaşamlar›n› ve varl›klar›n› yapm›ş olmalar›.

Başta İslâm Peygamberi Muhammed olmak üzere İslâm'›n ilk kurucular›n›n ve yay›c›lar›n›n (daha başka bir deyimle ilk Müslüman liderlerin) hep ticaretle uğraşt›klar› bilinen bir gerçektir. Muhammed, daha yirmibeş yaş›nda iken zengin bir dul olan ve kendisinden onbeş yaş büyük bulunan Hatice ile evlendikten sonra onun kervanlar›n› işletme işini üzerine alm›ş ve kervan ticareti sayesinde iş hayat›na at›lm›ş ve oldukça rahat denebilecek bir yaşam sürdürmüştür. Muhammed'in en yak›n arkadaş› (ve kay›n babas›) olan ve onun ölümünden sonra halifeliğe gelen Ebu Bekir kumaş ticaretiyle meşguldu. Üçüncü halife Osman hububat ithalat› işleriyle uğraş›rd›...

Hanefi okulu'nun kurucular›ndan olan Muhammed Şeybani (Ölümü 804) İslâm'›n getirdiği ekonomik düzende bugünkü deyimle KAPİTALİZM'i ve hattâ LÜKS YAŞAMLARI öngören, destekleyen ve teşvik eden esaslar olduğunu ileri sürmüş ve bu görüşlerini "Kitab al-Kasb" adl› yap›t›nda (ki Türkçesi "Kazanç üzerine görüşler" şeklinde çevrilebilir) aç›klam›şt›r...(s. 311)

Şeybani Şeriat hükümlerine ve özellikle Hadis'lere başvurur ve bu arada Halife Ömer'in (Ömer I) şu sözlerini nakleder- "Din ad›na yap›lan savaşlar (Cihad) s›ras›nda öldürülmüş olmaktan ise TİCARET amaciyle at›m›n s›rt›nda seyahat ederken ölmeyi tercih ederim... Tanr›, bizzat kendisi, Tanr› yolunda savaşa girişenlerden önce ticaret için seyahat edenlerin adlar›n› anm›ş değil midir?"

Bu örneği verirken de Kur'an'›n Müzemmil Suresi'nin 20 ci Ayeti olan "...Allah'›n lütfundan r›z›k aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanlar› bilir" şeklindeki hükme dayanm›şt›r. Muhammed Şeybani'nin bu görüşleri ve "Kitab al-Kasb" yap›t›n›n bu konudaki bölümleri için bk. S.D. Goitein, Studies in İslamic History and İnstitutions, (Leiden 1966 sh. 222-3)...(s. 312)

Özellikle Bakara Suresi'nin 275 ci Ayetindeki "...Allah al›ş verişi helal... k›ld›" 276 c› Ayetindeki "Allah...sadakalar› bereketlendirir...", veya 282 ci Âyetindeki al›ş veriş esaslar›n› ele alarak bunlardan ticaret serbestisi ve teşviki sonucunu ç›karmağa çal›ş›rlar...

Hemen belirtmek gerekir ki bu hükümleri ekonomik faaliyetleri tam anlamda destekleyen ve güçlendiren esaslar olarak almak ne kerte mümkündür bilinmez; bir yandan al›şverişi uygun gören Kur'an diğer yandan (ve hem de ayni Ayet ile-örneğin Bakara Suresi 275 'Allah al›ş verişi helal, faizi haram k›ld›'; Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytan›n çarpt›ğ› kimsenin kalkt›ğ› gibi kalkarlar... v.s..) onu olanaks›z hale getirmiştir..."(s. 313)

 

İSLÂM DÜZENİNDE, TİCARET SERBEST FAİZ HARAMDIR;

ÖZEL TEŞEBBÜS KREDİ, KAMU TİCARETLE İŞTİGAL EDEMEZ.

 

Kazanc›n kaynağ› ikidir:

1- Emek,

2- Sermaye.

Çal›şan›n kazançta pay› vard›r ve bu da sarfedilen emekten dolay›d›r. Diğer kazanç kaynağ› da sermayedir. Sermayeye kazanç tan›ma konusu ihtilâfl›d›r. Marx, sermayeye kazanç tan›mam›şt›r. İslâmiyet ise, eğer rizikoya giriyorsa sermayeye kazanç tan›m›şt›r. Tüccar›n ticaret yaparken zarar etme ihtimali vard›r. Dolay›s›yla ona kâr tan›mazsak zarar› ne ile karş›layacakt›r. Bir taş›nmaz›n sahibi bir riziko taş›maktad›r, çünkü o taş›nmaz da y›pranmaktad›r. Oysa faizli sistemde, alt›n ve gümüş sahibi alt›n ve gümüşü aynen geri ald›ğ› ve y›pranma veya herhangi bir zarar sözkonusu olmad›ğ› halde, üste faiz almaktad›r.

Para bir teminatt›r. Teminat topluluk taraf›ndan verilmektedir, bundan dolay› olsa olsa faiz topluluğun hakk› olabilir. Faiz ile ticaret, asla birbirine benzememektedir. Faiz, iki kişi aras›nda tek akitle doğmakta; oysa ticaret, üç kişi aras›nda yap›lan ayr› ayr› iki akitle doğmaktad›r.

Kâr, mallarda art›ş› ifade edip başkas›n›n zarar›na sebep olmad›ğ› halde; faiz, parada art›ş› ifade edip başkalar›n›n zarar›na sebep olmaktad›r. Ticaret, rekabeti getirmekte, arz ve talep dengesiyle üretim ve tüketimi düzenlemekte; faiz ise tekeli oluşturup fiyat ve ücret mekanizmas›n› bozmakta ve fiyat anarşisi ile enflasyona sebep olmaktad›r.

İslâm düzeninde, ticaret serbest faiz haramd›r.

Çünkü birincisi çok faydal›d›r ve ç›kar paralelliğine dayan›r; diğeri olan ikincisi ise çok zararl›d›r ve ç›kar çat›şmas›na dayanmaktad›r.

İslâm düzeninde;

'Faiz' kald›r›lm›ş ve yerine 'zekât' konmuştur.

Zekât da bir tür faizdir. Ancak bu faiz devlete verilmekte, k›rkta bir olmakta ve önce vergi olarak ödenip sonra misliyle kredi olarak al›nabilmekte, yani ödenen vergi karş›l›ğ›nda ve ayn› miktarda kredi alma hakk› tan›nmaktad›r. Dolay›s›yla faiz yok edilirken onun fonksiyonunu yerine getirecek bir mekanizma getirilmekte, alternatif oluşturulmakta, ihtiyaç giderilmekte; böylece faizli sistemin zararlar› ortadan kald›r›lmaktad›r. Halk›n birbirini sömürmesi, devletlerin birbirini sömürmesi organizasyonu ortadan kald›r›lmaktad›r.

Bu gerçeği ve yerine alternatif olarak getirilen mekanizmay› çok iyi anlay›p kavramak gerekir. Siz eğer bu sene vergi vermişseniz, gelecek sene size ödediğiniz bu verginin k›rk kat› kredi verilmektedir. Meselâ, bu uygulamay› faize teşbih edersek, peşin al›nan faize karş› size kredi verilmektedir, ancak geri ödeyemezseniz faiz yükseltilmemektedir, zamanla çoğalt›lmamaktad›r.

İslâm düzeninde;

Özel teşebbüsün 'kredi' ile uğraşmas› yasaklanm›ş olup, kamunun da 'ticaret' ile iştigal etmesi yasaklanm›şt›r. Böylece 'vasat rejim' seçilmiş, en ideal 'orta yol' bulunmuş ve uygulanm›şt›r.

 

MÜZEMMİL SURESİ

20 - Rabb'in, senin gecenin üçte ikisinden daha az›nda, yar›s›nda ve üçte birinde kalk›p namaz k›ld›ğ›n› biliyor. Seninle beraber bulunanlardan bir topluluk da böyle yap›yor. Geceyi ve gündüzü, Allah takdir etmektedir. O sizin (gece ve gündüz saatlerinizi) hesab edemeyeceğinizi (gece saatlerinde kalkamayacağ›n›z›) bildiği için sizi affetti. O halde Kur'ân'dan kolay›n›za geleni okuyun (ne miktar kolay›n›za gelirse o kadar gece namaz› k›l›n, kendinizi zorlamay›n. Namazda Kur'ân okunduğunda gece namaz›, mecazen Kur'ân okuma ile ifade edilmiştir). Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'›n lutfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar bulunacağ›n› bilmektedir. Onun için Kur'ân'dan kolay›n›za geldiği kadar okuyun. Namaz› k›l›n, zekât› verin ve Allah'a güzel kredi verin. Kendiniz için verdiğiniz hay›rlar›, Allah kat›nda verdiğinizden daha hay›rl› ve mükâfatça daha büyük bulacaks›n›z. Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağ›şlayan, çok esirgeyendir.

 

BAKARA SURESİ

275 - Faiz yiyenler, ancak şeytan›n dokunup çarpt›ğ› kimsenin kalkt›ğ› gibi kalkarlar. Bu onlar›n: "Al›şveriş de faiz gibidir." demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, al›şverişi helâl, faizi haram k›lm›şt›r. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak faizden) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allah'a kalm›şt›r (Allah onu affeder). Kim tekrar (faize) dönerse onlar ateş halk›d›r, orada ebedî kalacaklard›r.

276 - Allah, faizi mahveder, sadakalar› art›r›r. Allah, (haramda ›srar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez.

277 - Onlar ki, inand›lar, güzel işler yapt›lar, namaz› k›ld›lar, zekât› verdiler; işte onlar›n mükâfatlar›, Rab'leri yan›ndad›r. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

278 - Ey inananlar, Allah'tan korkun, eğer inan›yorsan›z faizden geri kalan k›sm› b›rak›n.

279 - Eğer böyle yapmazsan›z, o takdirde Allah ve Resûlüyle savaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir. Ne haks›zl›k edersiniz, ne de haks›zl›ğa uğrat›l›rs›n›z.

280 - Eğer (borçlu) darl›k içinde ise, bir kolayl›ğa ç›k›ncaya kadar beklemek (lâz›md›r). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağ›şlaman›z sizin için daha hay›rl›d›r.

281 - Şu günden sak›n›n ki o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz, sonra herkese kazand›ğ› tastamam verilecek ve onlara hiç haks›zl›k edilmeyecektir.

282 - Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yaz›n. Aran›zda adaletli bir yaz›c› onu yazs›n. Yaz›c›, Allah'›n kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaç›nmas›n, yazs›n; borçlu olan da yazd›rs›n, Rabb'i olan Allah'tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik etmesin. Eğer borçlu olan kimse akl› ermez, yahut zay›f, ya da kendisi yazd›ramayacak durumda ise velîsi onu adaletle yazd›rs›n. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa raz› olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kad›n şahitlik etsin; tâ ki kad›nlardan biri unuttuğunda diğeri ona hat›rlats›n. Şahitler çağr›ld›klar› zaman gelmekten kaç›nmas›nlar. Az olsun, çok olsun, onu süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah kat›nda daha adaletli, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yaln›z aran›zda hemen al›p vereceğiniz peşin ticaret olursa onu yazmaman›zdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. Al›şveriş yapt›ğ›n›z zaman da şahit tutun. Yazana da, şahide de asla zarar verilmesin. Eğer bir zarar yaparsan›z, bu kendinize kötülük olur. Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Savaş ile savaşç›lar zengin olmuşlard›r.

 

"B- Varl›kl› olman›n ve yoksulluk düzeni d›ş›nda kalman›n ve böylece hem yeryüzü cennetinde ve hem de gelecek dünya cennetlerinde yaşaman›n yolu-Din ad›na savaşlara (cihad'a) kat›l›p ganimetlerden pay almak.

Tanr› ad›na aç›lacak savaşlara kat›larak elde edilecek ganimetlerden pay almak işi Şeriat'›n titizlikle düzenlediği bir aland›r. Savaşa kat›lacak olanlardan kimlerin ne şekilde ve ne miktarlarda ve hangi esas ve, hangi önem derecesine göre pay alacaklar›, ganimetin bunlar aras›nda nas›l dağ›t›lacağ› din hükümleriyle ve inceden inceye hesaplanm›ş ve kurallara bağlanm›şt›r... KADIN ile KÖLE, ganimet dağ›t›m›nda pay alamamak bak›m›ndan ayn› durumda tutulmuşlard›r. Bütün bu konularda ve savaş kurallar› ve ganimet dağ›t›m› usulleri hakk›nda Hanefi okulu'nun ünlü hukukçular›ndan Şeybani'nin "Kitab al-Asl" adl› yap›t›nda geniş bilgiler edinilebilir... Bk. Shaybani, Kitab al-Asl ("The İslamic Law of Nations, Shaybani's Siyar"), Tranlastion into English by Majid Khadduri, The John Hopkins Press, 1966, Yukardaki hususlar için bk. sh. 81, 109..."(s. 314)

 

GANİMET İÇİN SAVAŞ ŞİDDETLE YASAKLANMIŞ;

SAVAŞ DURUMUNDA GANİMET HELÂL EDİLMİŞTİR

 

Müslümanlar, yeryüzüne bilhassa özel hukuk ve ceza hukukunda son derece adil bir düzen getirmişlerdir. Hürriyet getirmişlerdir. Bundan dolay› bütün dünyada, Müslümanlar kurtar›c› olarak beklenmiştir. Sadece yöneticilerle savaşmak zorunda kal›nm›ş, yağma edilen de halk›n mal› değil zalim yöneticilerin saraylar› olmuştur. Fetihler çok kolay başar›lm›ş, zengin devlet hazineleri ganimet olarak al›nm›ş ve topraklar halka b›rak›lm›şt›r.

Nas›l iyi bir tüccar istikrarl› bir ticaret sonunda kâr ederse, Müslüman savaşç›lar da kârl› savaşlar yapm›şlar ve insanl›ğa adaletli bir hukuk düzeni getirmişlerdir. Bu olumlu durum ve gelişme, Osmanl›lar›n Viyana kuşatmas›na kadar sürmüştür. Viyana kuşatmas›ndan sonra, devlet düzeni bozulmuş ve bunun tabiî bir sonucu olarak ganimet de elde edilemez olmuştur.

Osmanl›lar, şeriat›n koyduğu yasak nedeniyle yeni vergi koyamam›şlar, bunun yerine d›ş borç almay› yeğlemişler ve bir müddet sonra da bu d›ş borç yükünün alt›nda ezilmeye başlam›şlard›r. Bu durum, çökme ve y›k›lman›n başlang›c› olmuştur.

İslâm düzeninde;

Daima ihsan (iyilik) emredilmiş, kötülüğün de en uygun şekilde defedilip giderilmesi istenmiştir.

Ganimet elde etmek amac›yla savaş yap›lmas› şiddetle yasaklanm›ş ama savaş olmas› durumunda da ganimet helâl edilmiştir.

Adil fatihler fethi kolay yapm›ş ve zalim hükümdarlardan elde edilen ganimetlerle zengin olmuşlard›r.

Nas›l Avrupa Topluluğu'na girelim diye şimdi biz yalvar›yorsak; insanl›k da o devirlerde İslâm yöneticilerini ülkelerine dâvet ediyor ve kendilerini adaletle yönetmelerini istiyorlard›. Nitekim birçok ülke savaş olmaks›z›n kendiliğinden İslâm düzenine teslim olmuştur.

Bu dâvetlerin yeniden gerçekleşmesi uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bütün dünya kuvvet ve ç›kar çat›şmas›na dayanan Bat› medeniyetinin zulmü alt›nda inlemekte, sab›rs›zl›kla yeryüzünde yeniden İslâm düzeni ve medeniyetinin kurulmas›n› beklemektedir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Cennetle müjdelenenler en çok servet edindiler.

 

"1- Din ad›na yap›lan savaşlar ve futuhat sayesinde büyük varl›k sahibi olan ilk Müslüman liderler.

En güvenilir ve sağlam İslâm kaynaklar›ndan ve örneğin İbn Sa'd'dan öğrenmekteyiz ki İslâm'›n ilk yay›c›lar› ve bu arada Arap Peygamberi Muhammed'in kendisi en yak›n gördüğü ve en fazla itibar ettiği ve cennet güvenliği sağlad›ğ› müslümanlar din ad›na girişilen savaşlar sonucu s›n›rs›z şekilde varl›k edinmişler ve zengin olmuşlard›r...(s. 314)

Kureyşli el-Zubeyir bin el-Evvan:... Böylesine bir servet b›rakan bu ilk Müslüman lider Arap Peygamberi'nin öylesine sevgisine ve sayg›s›na sahip idi ki Peygamber onu ANSAR listesine sokmuş ve cenneti ona garantilemişti.

Talha b. Ubeyd Allah, ve Haddab: el-Zubeyr bin el-Evvan gibi din ad›na yap›lan savaşlar sonucu büyük zenginlikler sağlayanlar aras›nda İbn Sa'd Talha b. Ubeyd Allah ile Haddab vard›r...

Bu konuda Ibn Sa'd'in ünlü yap›t›n›n Ici cildi'nin bölümüne at›f yapan Goldziher'in görüşleri için bk. I. Goldziher, Le Dogme et la Loi de I'İslam, sh. 113..."(s. 315)

 

 

MÜSLÜMAN MÜCAHİT GANİMET İÇİN DEĞİL,

ALLAH'IN İSMİNİ YÜCELTMEK İÇİN SAVAŞIR.

 

İslâmiyet neyi emretmişse, o hem kişinin kendisine, hem mensubu bulunduğu topluluğa, hem de insanl›ğa son derece yararl› olmuştur.

İslâm savaşlar›nda, soyk›r›m ve katliamlar yoktur.

Müslümanlara karş› savaş› kaybedenler, ne dinlerini ve ne de hayatlar›n› kaybettiler; tam tersine kazançl› ç›kt›lar ve hürriyet ortam› içinde hayatlar›n› sürdürdüler.

Savaşanlar da zaferden zafere koştular ve dünya nimetlerine ulaşt›lar. Ancak onlar ganimet için savaşmay›p Allah için savaşt›klar›ndan, ayn› zamanda cennetlik de oldular. Çünkü Müslüman mücahit, ganimet için değil, Allah'›n ismini yüceltmek ve O'nun emrettiği düzeni kurmak için savaş›r.

Zekât veren, vergi veren insan hem cennete gider hem de bu dünyada zengin olur. Çünkü toplanan vergilerle güçlenen altyap› sayesinde daha çok zengin olma imkânlar› elde edilir ve bu olumlu durum zenginliğin artmas›na sebep olur.

İslâm düzeninde;Yap›lan her iyi hareketin karş›l›ğ› mutlaka geri döner.

Bunun için mü'min olmak, yani iyiniyetle yapmak şart› yoktur. Ancak yap›lan iş iyiniyetle yap›lm›ş ise, ayr›ca âhirette de cennetle mükâfatland›r›l›r.

Kötülük için de benzeri ama aksi şeyler söylenebilir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Ganimetlerden erler de yararlanm›şt›r.

 

"2- Sadece liderlere değil savaşa kat›lan askerlere de ganimet pay›:

Kur'an ayetlerinde bile kendisiyle alay edilen ve tenbellik ve miskinliği dile getirilen Arap fellah›n› savaşlara sürüklemenin en sağlam yolu ona maddî ç›karlar, ganimetler, ve köleler vaad etmek ve savaşlarda başar› sağlanacak olursa bütün bu nimetlere konacağ›n› ona anlatmakt›. Savaşlara kat›lmakla her askere belli bir miktar ganimet elbetteki düşecekti..."(s. 316)

 

 

GANİMETİN, BEŞTE BİRİ DEVLETİNDİR;

BEŞTE DÖRDÜ ER VE KOMUTANLARA EŞİT DAĞITILIR

 

Savaş sonunda elde edilen ganimetin beşte biri (1/5) devletindir. Bunun üçte biri (1/3) sosyal güvenliğe, üçte biri (1/3) şûra bütçesine, üçte biri (1/3) de hükümet bütçesine verilir. Hükümet bütçeleri başkanl›k bütçeleridir, başkanlar›n kendi şahsî bütçeleri değildir. Yazar›n sözünü ettiği zenginlerin bütçeleri, işte bu başkan bütçeleri gibidir.

Ganimetten kalan beşte dört (4/5) ise savaşa kat›lanlara, er ve komutan ay›r›m› yap›lmaks›z›n, eşit olarak dağ›t›l›r. Tam eşitliğe riayet edilir. Savaşa kat›lan kad›n ve kölelere ise yar›m pay verilir, çünkü onlar savaşla mükellef değildirler.

Yönetimin İslâmî olmad›ğ› devirlerde şûra kalmam›ş, o pay da başkana verilmeye başlanm›şt›r. Hz. Peygamber'in miras› dağ›t›lmam›şt›r.

Başkanlar›n miras› da devlete kalmas› gerekirken, çocuklara kalmaya başlam›ş ve burada bir haks›zl›k ortaya ç›km›şt›r.

Ancak bu durum İslâmiyet'in kendisinden değil, yöneticilerin İslâmiyet'ten uzaklaşm›ş olmas›n›n bir sonucudur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Zekât iyi duygularla yap›lmamaktad›r.

 

"V- ŞERİAT DEVLETİ sisteminde demokratik gelişmeyi ve "Sosyal Devlet" oluşmas›n› önleyici EKONOMİK düzen ve yap›.

A- Yoksullara ve yetimlere yard›m ve zekat sistemi:

İslâm'›n başl›ca koşullar›ndan biri de "ZEKAT"t›r. Zekat ve yoksullara yard›m kurallar› olarak gerek Kur'an'da ve gerek Hadis'lerde çeşitli hükümler ve ayetler yer alm›şt›r.

ZEKAT VERİN şeklindeki hükmü Bakara Suresi'nin 110 cu, Tevbe Suresi'nin 71 ci, Nur Suresi'nin 56 c› ve daha pek çok surelerin ayetlerinde bulmak mümkündür.(s. 316)

Fakat bütün bu ayetlerden anlaş›lan o'dur ki zekat belli bir iyilik yapma davran›ş›n› bir iç güdü geleneği haline getirecek usullerle uygulanmamaktad›r... Görülüyor ki bütün bu zekat verme davran›şlar› kişiyi İYİLİK sever ve insan sever yapmağa değil aksine ÇIKARCI karakterlerde yapmağa sürükler niteliktedir..."(s. 317)

 

ZEKÂT İSLÂM DEVLETİNİN VERGİSİDİR

İSLÂM DÜZENİNDE ÇIKAR PARALELLİĞİ VARDIR

 

Zekât, İslâm devletinin vergisidir.

İslâm düzeninde halk vergisini isteyerek verir, çünkü vergi vermesinde ç›kar› vard›r. Verdiği zekât karş›l›ğ› kredi alacakt›r. Verilen zekâtlar sayesinde alt yap› hizmetleri yap›lacak ve o da yararlanacakt›r. Verilen zekât karş›l›ğ›nda mallar› sigortalanm›şt›r. Zekât nisbetinde istimlâk bedelleri tesbit edilmektedir. Dolay›s›yla insan›n kendi beyan› yeterli olup asla zorlama yap›lmamaktad›r.

Herkes vergi vermekten değil de, vermemekten veya verememekten dolay› üzülmektedir. Çünkü verdiği vergi oran›nda haklar elde etmekte veya kaybetmektedir. Sayd›ğ›m›z dünyadaki bu yararlar yetmiyormuş gibi, bir de âhiretteki karş›l›ğ› olarak cennet vard›r. Dikkat edilirse, her şey zorlamaya değil serbestçe yap›lan beyana dayanmakta, sistem gereği herkes elde edeceği menfaatler sebebiyle daha çok vergi verebilme gayreti içinde olmakta, bunlara bağl› olarak da bu devlet düzeninde jandarma bulunmamaktad›r.

İslâm düzeninde;

Ç›kar paralelliği vard›r.

Ne başkas›na zarar ettirip kazanma vard›r;

Ne de zarar edip başkas›na kazand›rma vard›r.

Faiz almak kadar faiz vermek de haramd›r.

Kumarda kazanmak kadar kaybetmek de günaht›r.

Rüşvet vermek de almak da lânetlenmiştir.

İslâmiyet, kendi zarar›na başkas›n›n iyiliğini isteme gibi olumsuz isteklerde bulunmaz.

"Namaz› k›l›n, zekât› verin; kendiniz için yap›p gönderdiğiniz her hayr›, Allah'›n yan›nda bulursunuz, Allah yapt›klar›n›z› görür."(Bakara[2]; 110)

"İnananlar Allah yolunda savaş›rlar, inkâr edenler de tâğût yolunda savaş›rlar. O halde şeytan›n dostlar›yla savaş›n, çünkü şeytan›n hilesi zay›ft›r.

Kendilerine: "Ellerinizi (savaştan) çekin, namaz› k›l›n, zekât› verin!" denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yaz›l›nca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hattâ daha fazla korkmaya başlad›lar: "Rabb'imiz, niçin bize savaş yazd›n? Bizi yak›n bir süreye kadar ertelesen (bir süre bize savaş› emretmesen) olmaz m›yd›?" dediler. De ki: "Dünya geçimi azd›r, korunan için âhiret daha iyidir. Size k›l kadar haks›zl›k edilmez."(Nisâ[4]; 76,77)

"Allah sizden, inan›p iyi işler yapanlara vadetti; onlardan öncekileri nas›l hükümran k›ld›ysa, onlar› da yer yüzünde hükümran k›lacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaşt›racak ve korkular›n›n ard›ndan kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Ama kimler bundan sonra da inkâr ederse işte onlar, yoldan ç›kanlard›r.

Namaz› k›l›n, zekât› verin, Peygambere itâat edin ki;

Rahmete erdirilesiniz.

İnkâr edenlerin, yeryüzünde (Allah'›) âciz b›rakacaklar›n›, (Allah'›n azab›na engel olacaklar›n›) sanma. Onlar›n varacağ› yer ateştir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!"(Nur[24]; 55,56,57)

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Zekât eski medeniyetlerde de vard›.

 

"B- YOKSUL'lara ve YETİM'lere yard›m ve zekat sistemi ŞERİAT'›n yaratt›ğ› bir sistem değildir; eski Uygarl›klarda da (örneğin Babilonya, Çin, M›s›r, v.s) görülmüştür.

Yoksullara yard›m ve hay›r işi için zekât niteliğindeki gelenekleri İslâm'›n buluşu olarak sanmak hatâ olur. İslâm'dan çok önceki devirlerde ve geçmiş uygarl›klarda hastalara, yaşl›lara ve yoksullara yard›m görevi ve zorunluğu tan›nm›şt›. Örneğin Babilonya'da, Çin'de, eski M›s›r'da... Yoksullara yard›m genellikle DOĞU uygarl›ğ›nda hep faziletli bir davran›ş olarak ele al›nm›ş ve öğretilmiştir...(s. 317)

İslâm'da (zekât-sadaka- ve uşr) ad› alt›nda uygulanan sistem bu eski devirlerden gelme geleneklerin bir başka şekli olmuştur. Esasen "sadaka" ve "zekât" deyimlerinin köklerinin Yahudi dilinden gelme olduğu ve Yahudilerde, biraz yukarda belirttiğimiz gibi bundan beşbin yüz y›la yak›n bir süreden beri yoksullara yard›m geleneğinin sürdüğü kabul edilir. Bk. Kramer, Contribution to the History of Islamic Civilisation, (İngilizce çeviri S. Khuda Bukhsh taraf›ndan, Calcutta 1905, sh. 53)"(s. 318)

 

 

İSLÂMİYET YENİ BİR DİN DEĞİLDİR

ESKİ İSLÂM MEDENİYETLERİNDE DE ZEKÂT VARDI

 

Elbette, zekât eski din ve medeniyetlerde de vard›.

İslâmiyet, Son Peygamber Hz. Muhammed (s)'in yeni bir icad› değil; Allah'›n ilk insan Hz Adem'den  beri bütün peygamberlere öğrettiği bir din ve düzendir.

Bütün peygamberler Allah taraf›ndan gönderilmiş olduklar›ndan dolay›, her peygamber kendi çağ› için gerekli olan hükümleri getirmiştir. Eski İslâm medeniyetleri olan hak medeniyetlerinde de elbette zekât vard›.

Zaten Kur'ân'›n ilâhî söz olduğu, bir de bu noktadan bellidir. Yoksa okuma yazma bilmeyen bir kişi, Arap kültüründe bulunmayan bütün bu hükümleri, bu boyutlar› ve detaylar ihtiva eden bu incelikleri ile nereden bilebilirdi? Yaşad›ğ› o çağda o eski medeniyetleri nas›l öğrenebilir ve bu kadar veciz bir şekilde nas›l ifade edebilirdi? O güne kadar devlet aşamas›na gelmemiş bir toplulukta Medine Devleti'ni nas›l kurabilirdi?

İslâmiyet;

Yeni bir din ve düzen değildir.

Bilhassa, Hz. İbrahim peygamber zaman›ndan beri bütün insanl›ğa sunulan bir sistemin tamamlanmas› ve sona erdirilmesidir.

Eski din kitaplar›n›n ve şeriatlar›n›n, birleştirilerek ve tamamlanarak tek kitap halinde bütün insanl›ğa bildirilmesidir ve tebliğ edilmesidir.

Din ve düzen olarak İslâmiyet'in kemâle ermiş şeklidir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Sadece sosyal güvenlik sosyal hukuk değildir;

sosyal hukuk ekonomik düzenlemeyi de gerektirir.

 

"C- ŞERİAT DEVLETİ'nin "SOSYAL DEVLET" ve İslâm hukuku'nun "SOSYAL HUKUK" niteliğinde olup olmad›ğ› konusunda.

İslâm hukuku'nun SOSYAL nitelikte olduğu ve İslâm'da DEVLET'in sosyal devlet davran›ş› içerisinde bulunduğu görüşü İslâm dünyas›n›n genellikle benimsediği bir inan›şt›r...

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkan› 1969 y›l› Kurban bayram›nda yurttaşlar›na şöyle seslenmişti:(s. 318)

"...insanl›k kurallar›n› en manal› (anlaml›) şekilde yans›tan İslâm dini sosyal adalet ilkesini bütün icaplar› ile telkin eder. Bu sebeple ayn› ilkeyi vaz'eden Anayasa ile İslâm dinini birbirine toptan karş› göstermek çabalar›nda doğruluk ve samimiyet yoktur".

Hemen belirtmek gerekir ki 1400 y›l öncelerinin "zekât", "Kurban eti dağ›t›m›" veya benzeri şekillerdeki yard›m anlay›ş›n› XX ci yüzy›l›n gelişmişliği içerisinde bu şekilde savunman›n yetersizliği aç›kt›r...(s. 319)

Daha ilerdeki sahifeler Şeriat devletinin ve İslâm hukuku'nun sosyal nitelikten ne kadar yoksun olduğunu göstermeğe yeterli olacakt›r..."(s. 320)

 

 

ZEKÂT, SOSYAL GÜVENLİK VE SOSYAL HUKUKU;

FAİZSİZ KREDİ,

EKONOMİK GÜVENLİK VE HUKUKU OLUŞTURUR.

 

Ne kadar doğru sözler! Yazar, zaman zaman gerçekleri yazmaktan geri durmuyor. Yaz›yor, ama birkaç sat›r sonra da bu gerçekleri inkâr ediyor. Hak ve hakikat› kabul etmeye bir türlü yanaşm›yor. Bu üç sayfada da baz› hakikatlara yer vermiş ama birkaç paragraf sonra da 20. yüzy›lda bunlar›n olamayacağ›n› yazm›ş. Bir şey İslâm'›n aleyhine olursa, binlerce y›l önceden olsa bile olabilir; ama lehine olursa 14 yüzy›l öncesi bile çok eskidir, yazar›m›z için!..

Bir topluluk, çal›ş›p yaşayan insanlardan oluşmuştur. Herkes yaş›yorsa, sosyal düzen vard›r, sosyal hukuk vard›r, demektir. Herkes çal›şabiliyorsa, orada ekonomik hukuk vard›r, ekonomik güven vard›r, demektir.

İslâmiyet,

 'zekât' ile 'sosyal hukuku' düzenlemiş; 'faizsiz kredi' ile de 'ekonomik güvenliği' ve 'ekonomik hukuku' düzenlemiştir.

İslâm düzeninde, 'faiz yasağ›' ve 'karz-› hasen' bundan dolay› teşri edilmiştir.

İslâm düzeninde, üreticilerden mal olarak al›nan zekât, üretimden ekonomik yönden pay alamayanlara dağ›t›l›r ve böylece 'sosyal güvenlik' ve 'sosyal hukuk' oluşturulur.

Kredi ise, sömürücü faizciye değil, faizsiz olarak çal›şana ve çal›şt›rana verilir ve onun üretim yapmas› sağlan›r; böylece 'ekonomik güvenlik' ve 'ekonomik hukuk' oluşturulur.

Bak›n›z, İslâmiyet böylesine basit ve sade bir 'din' ve 'düzen'dir.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te, yoksulluğu gidermeye çal›şmak,

Tanr›'ya karş› ç›kmak olur, anlay›ş› vard›r.

 

"D- ŞERİAT DEVLETİNDE "SOSYAL ADALET", ("Sosyal Demokrasi") SİSTEMİNİN OLUŞAMAYACAĞI:

Kişileri ve toplumlar› zengin veya yoksul yapan tek güç: Tanr›; Tanr› isteseydi herkesi varl›k-refah içinde yaşat›rd›. Varl›kl›lar ve Yoksullar'dan kurulu düzen Tanr› yap›t›d›r. Bunu değiştirmeğe ve sosyal adaleti kurmağa matuf gayret Tanr› iradesine karş› gelmektir.(s. 320)

Örneğin al-Nahl Suresi'nin 75 ci Ayetinde şöyle bir hüküm yer alm›şt›r:

"... bir tarafta hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köle, bir tarafta BOL RIZIK VERDİĞİMİZ... birisi olsa, bu ikisi denk olur mu? Şükür Allah'a ki eşit değildir".

Daha doğuşu an›ndan itibaren kişi'nin r›zk›n› tesbit etmiş olan Tanr› dilediği gibi ve dilediği miktarlarda bu r›zk› bollaşt›r›r veya daralt›r. Bu tamamiyle O'nun iradesine ve keyfine kalm›ş bir şeydir...(s. 321)

Kişileri ve toplumlar› zengin veya fakir yapan güç KİŞİ GAYRETİ, KİŞİ GÜCÜ, çal›şmak, çaba sarfetmek değil doğrudan doğruya Tanr› dileğidir...(s. 322)

Yoksullar›n ve r›zk› az olanlar›n geçimlerinin r›zk› bol olanlar eliyle sağlanmas›n› öngören bu hükümlerde Tanr›'n›n gerek sosyal bak›mdan ve gerek r›z›k bak›m›ndan eşitlik aramad›ğ› aç›kca belirtilmiştir...

Tanr› sosyal adalet düzenini ve refah devletini yaratmak isteseydi bunu elbetteki en iyi ve mükemmel şekilde ve kişilerin hayal edemeyecekleri ölçülerde yapabilirdi. Binaenaleyh Tanr›'n›n yapmad›ğ›n› ve yapmak da istemediğini kişi'nin yapmağa kalk›şmas› Tanr›'ya hakaret olur. Üstelik Tanr›'n›n var k›lm›ş olduğu düzeni de alt üst etmek olur...(s. 323)

Ünlü düşünür İbn Kuteyba'n›n "Uyun al-Ekbar" adl› yap›t›nda sosyal eşitsizlik felsefesinin en ciddî savunmas›n› bulmak mümkündür... Bk. Ibn Qutayba, The 'Uyun al-Ekhbar', (İngilizce çeviri L. Koph, Paris 1949, sh. 86)..."(s. 324)

 

 

HER TOPLULUKTA ZENGİNLİK VE FAKİRLİK VARDIR

'MUHKEM' VE 'MÜTEŞABİH' ÂYETLERİN ANLAŞILMASI

 

Öyle bir ilâç bulal›m ki art›k hastal›k olmas›n deyip hastal›ğ› kald›rmaya çal›şmak; öyle bir usûl bulal›m ki açl›k olmas›n deyip açl›ğ› kald›rmaya çal›şmak, boş işlerle uğraşmakt›r.

Yoksulluk da aynen böyledir. Marx'›n önerileri gibi önerilerde bulunup, yoksulluk ve zenginlik olmas›n, savaş olmas›n gibi tabiî ve sosyal kanunlar› değiştirmeye kalk›şmak, Allah'a karş› gelmekle eşdeğerdir. Dünya yarat›ld›ğ›ndan günümüze gelinceye kadar hiç kimse, bir yaprağ›n k›p›rdamas› ölçüsünde bile tabiî ve sosyal kanunlar›n d›ş›na ç›kamam›şt›r.

Her toplulukta zenginlik ve yoksulluk olacakt›r, ancak yoksullar›n görevi zengin olmak için çal›şmakt›r; zenginlerin görevi de yoksullar sayesinde zengin olduklar›n› bilerek onlara haklar›n› vermektir.

Kur'ân, 'zenginlerin mallar›nda yoksul ve isteyenlerin haklar› vard›r', diyor. Zekât, bir at›fet değildir. Zenginlik sosyal bir olayd›r. Bölüşümdeki aksakl›klar ve adaletsizlikler, zengini daha zengin etmiştir. Zenginlerin mallar› içinde yoksullar›n paylar› vard›r. Dolay›s›yla haramla kar›ş›kt›r. Zekât, o pay› yani fakirin pay›n› vererek mallar› temizlemekte ve helâl hâle getirmektedir. Onun için, zekât verilerek mallar›n temizlenmesi tavsiye edilmekte ve emredilmektedir.

Kur'ân'da; "Onlara: "Allah'›n size verdiği r›zk› (Allah için) verin!" dendiği zaman, inkâr edenler, inananlara dediler ki: "Allah'›n, dilediği takdirde yedireceği bir kimseye biz mi yedirelim? Doğrusu siz, apaç›k bir sap›kl›k içindesiniz."(Yâsîn[36]; 47) denilmektedir.

Bu âyetten aç›kça anl›yoruz ki, yazar›n Müslümanlar›n söylediğini iddia ettiği şeyleri ve sözleri, Kur'ân dinsiz inkârc›lar›n Müslümanlara söylediğini bildiriyor. Yazar, burada da kapitalist düşünceyi ve anlay›ş› bize söyletme, daha doğrusu İslâmiyet'e yamama uyan›kl›ğ›na sapmakta ve böyle bir sapt›rmaya gitmektedir.

Allah fakirliği ve yoksulluğu varetmiştir. Bu dünya hayat› böyle kurulmuştur. Bu genel durumu hiç kimse kald›ramaz ve değiştiremez. Zengin eden de O'dur, fakir eden de O'dur. İnsan›n görevi zengin olmaya çal›şmak, zengin olmuşsa Allah'a yani topluluğa ait mallar› O'nun emirlerine göre yönetmektir. O'nun, 'yoksullara veriniz' dediği miktarlar› yoksullara vermektir.

İnsan bütün ömrü boyunca ve hayat›ndaki bütün birikimleri de kullanarak topluluktan yararlanmaks›z›n tek bir düğme bile yapamaz. İnsan, Allah'tan başka bütün kâinat› arkas›na veya yan›na alsa, bir buğday tanesini bile toprakta bitiremez. Ama Allah sayesinde yani diğer bir deyişle topluluk sayesinde, bir k›sm› fakirlerin hakk› olan bu nimetlere ulaşmaktad›r. Bunun böyle olduğunu bilip nankörlük etmemeli ve şükrünü edâ etmek amac›yla zekât›n› yani vergisini vermelidir.

Vermezse ne olur? Vermeyenlerin ateşte k›zd›r›lan alt›n ve gümüşle al›nlar› ve yanaklar› damgalan›r ve 'işte dünyada biriktirdikleriniz', denir. İnsan için çal›şmas›ndan başka bir şey yoktur.

Değerli Okuyucular!

Şimdi bu vesileyle bizim yazd›klar›m›z› okurken, Arapça bilmiyorsan›z meâllerinden de olsa Kur'ân-› Kerîm'i okumaya çal›ş›n›z. Henüz çok iyi ve yeterli bir Kur'ân meâli olmad›ğ› için değişik meâlleri okuyunuz ve Kur'ân'› anlamaya çal›ş›n›z. O zaman yazar›n bile bile âyetleri nas›l te'vîl ettiğini ve baz› gerçekleri nas›l sapt›rd›ğ›n› çok daha iyi görür ve anlars›n›z.

Kur'ân diyor ki:

"Kitab'› sana O indirdi. Onun baz› âyetleri muhkemdir (aç›k anlaml›d›r), bunlar Kitab'›n anas›d›r. Diğerleri de müteşabih olarak birbirine benzer (çeşitli anlamlar taş›yand›r). Kalplerinde (kafalar›nda) eğrilik olanlar, fitne ç›karmak, kendilerine göre yorumlamak için onun benzer âyetlerinin ard›na düşerler. Oysa onun te'vîlini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler: "Ona inand›k, hepsi Rabb'imiz kat›ndand›r." derler. Akl›selim sahiplerinden başkas› düşünüp anlamaz."(Âl-i İmrân[3]; 7)

Demek ki Kitap'ta 'muhkem' âyetler var, 'müteşabih' âyetler vard›r. Siz akl›n›z ve ilminizle bunu ay›rdedersiniz. Siz, neyi muhkem görürseniz ona uyars›n›z; akl›n›z›n ve ilminizin ermediği âyetleri anlamam›şs›n›z demektir; onlara da uymay›n›z ve anlaş›l›ncaya kadar onlar› da öylece bekletiniz. Öz olarak bunun anlam› şudur: Her ne iyi ise o Allah'›n emridir ve şeriatt›r; her ne kötü ise o da İslâmiyet değildir.

Ne var ki, Kur'ân'›n da bildirdiği gibi, yazar ve onun gibi düşünenler; her ne kötü ise o İslâmiyet'tir, her ne iyi ise o İslâmiyet'te yoktur, diyorlar.

Kur'ân, yazar ve onun gibileri haber verdiğinden dolay› gerçekten de Allah sözüdür. Bizim gibi sizler de, bunun böyle olduğuna inan›yorsunuz. Çünkü Kur'ân'›n nâzil olmas›ndan 1400 y›l sonra, kalbinde ve kafas›nda eğrilik olan bir yazar›n yazd›ğ› 850 sayfal›k kitab›nda müteşabih âyetleri fitne ç›karmak amac›yla te'vîl edeceğini nereden bilecektir? O zaman b›rak›n›z Kur'ân'dan başka bir kitab›n bulunmas›n›, bizzat Kur'ân bile henüz kitap hâline getirilmemişti. Acaba 14 as›r önce nâzil olan Kur'ân bu gerçekleri nas›l bilmiştir? Demek ki Kur'ân bu yönüyle de Allah kelâm› olduğunu ispat etmektedir.

Yazar, daha önce zikrettiği bir âyeti, burada da üzerine basa basa, alt›n› çizerek ve siyahlaşt›rarak ele almakta, yine her zaman olduğu gibi fitne amac›yla anlam›n› sapt›rmakta ve istediği gibi te'vîl etmektedir.

"Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkas›n›n mal› olan bir köle ile; kendisine güzel r›z›k verdiğimiz, o r›z›ktan gizli ve aç›k harcayan kimseyi misâl olarak anlatt›. Hiç bunlar bir olurlar m›? Hamd Allah'a mahsustur, fakat çoklar› bilmezler."(Nahl[16]; 75)

Allah'tan başkas›na tapan kimse, başkas›n›n mal› olan, hürriyetten yok-sun, âciz köle durumundad›r. Çünkü o, iradesini bir yarat›ğ›n eline vermiş, köleleşmiştir. Allah'a kul olan ise, yarat›klara kölelikten kurtulmuş, tam hürriyete kavuşmuştur. Zira o, her şeyi yaln›z Allah'tan beklediğinden menfaat için hiç kimseye boyun eğmez. İşte böylesi de elindeki mal›, istediği gibi sarfedebilen hür insan durumundad›r. Elbette bu iki tip insan bir olmaz. Allah bu misâl ile bu gerçeği anlatmak istiyor.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

İslâm ülkelerinde de refah az›nl›ğ›n elindedir.

 

"VI- ŞERİAT DEVLETİ'nde VE ÜLKELERİNDE EKONOMİK ATÂLETİ yaratan neden ŞERİATIN kendisi olmuştur:

Türk egemenliği alt›na girdikten sonra Şeriat ülkelerinin ekonomik atâlete ve geriliklere sapland›klar› ve Türk'ün geçtiği yerlerin "çöl'e" döndürüldüğü, halklar›n yoksulluk ve sefalete sürüklendiği gerek Arap ve gerek Bat›l› yazarlar›n işledikleri başl›ca tema'lardand›r. Türk işgalleriyle ekonomik yaşamlar›n gerilediğini ve ekonomik atâlet'in yayg›nlaşt›ğ›n› mutlak şekilde kabullenmek ne kadar yanl›ş düşerse bunu mutlak şekilde inkâr etmek de o şekilde hatâ olur... Fakat bunun böyle olduğu hallerde izlenen şey şudur ki Türk Şeriat'a körü körüne sapland›ğ› zamanlar her alanda olduğu gibi ekonomik alanlarda da yap›c› değil y›k›c› ve yok edici olmuştur... Arap ülkelerinde ekonomik refah'›n ve canl›l›ğ›n var olduğu bölgeler Müslüman Arap unsurlar›n değil Müslüman olmayan ve özellikle H›ristiyan Arap unsurlar›n yaşad›ğ› bölgelerdir; Lübnan (Beyrut) gibi.

Şeriat ülkelerinde ve Şeriat devleti yaşamlar›nda ekonomik atâletin, ilkelliklerin ve geriliklerin sorumluluklar›n› doğrudan doğruya TÜRK'e yükleyecek yerde ŞERİAT'›n kendisinde aramak gerektiği bir gerçektir."(s. 325)

 

İSLÂMİYET'İN GETİRDİĞİ EKONOMİK SİSTEM

İSLÂMİYET ATÂLETİ DEĞİL ÇALIŞMAYI TEŞVİK ETMİŞTİR

 

Yönetici s›n›f vard›r:

Bunlar ilim, din, ve siyaset adamlar›d›r.

Say›lar› yönetilenlerden azd›r.

Her ülkede âlimler halktan daha azd›r.

Her ülkede komutanlar erlerden daha azd›r.

Parti liderleri ve yöneticileri halktan daha azd›r.

Dinî liderler cemaatlar›ndan daha azd›r.

İşverenler de işçilerden daha azd›r.

İşverenlik servetle belirlenmektedir, zenginlikle belirlenmektedir. Bunun aksi mümkün değildir. İslâmiyet bunun kalkacağ›n› söylemiyor. Ancak servet sahibi zenginler yönetimi devletin istediği, Allah'›n istediği gibi yapmal›d›rlar; yapmazlarsa fakirleşmeli yani bu yetki ellerinden al›nmal›d›r.

Ayr›ca, herkes çal›ş›r ve başar› gösterirse zengin olabilmelidir. Yani serbest piyasa şartlar› oluşturulmal› ve yar›şma serbest olmal›d›r. İslâmiyet'in getirdiği ekonomik sistem budur.

İslâmiyet;

İlim, din, iktisat ve siyaset'te 'ehliyet' esas›n› getirmiştir.

Herkes imtihana girer ve kazan›rsa;

Bir üst dereceyi al›r ve bu imtihanlara girme hakk› ölüme kadar sürer.

Herkes,

Tezkiye edilerek ahlâkî yani dinî dereceleri yükseltilir.

Herkes, hakk› olan kredisini kullanarak zengin olabilir.

Herkes, yeter say›da er bulursa komutan olabilir.

Herkes için 'f›rsat eşitliği' vard›r, ama hiçbir zaman başar›l› olanla başar›s›z olan bir tutulmam›şt›r.

İslâmiyet'te insan, sürekli olarak imtihandad›r. Çal›ş›p çabalay›p başar› gösterdikçe derecesi yükselmekte ve terfi etmektedir.

Bundan dolay›, 'buras› imtihan dünyas›d›r', denmiştir. İktisadî imtihan olabilmesi için toplulukta 'fakir' ve 'zengin'in olmas› gerekir.

İslâmiyet, atâleti değil, sürekli olarak çal›şmay› ve her yönden yükselip derece yükseltilmesini teşvik etmiştir.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Faiz yasağ›, veresiye sat›ş yasağ›,

haram mallar›n ticaretinin yasaklanmas›,

müşterinin ayağ›na gitme yasağ›,

mallar› depolay›p satma yasağ›,

başkas›n›n mal›n› satma yasağ›, lüks inşaat yasağ›

İslâmiyet'i geri b›rakm›şt›r.

 

"A- Ekonomik gelişmeyi ve teşebbüs serbestisini ve Ticaret yaşamlar›n› baltalayan ŞERİAT:

Kur'an ve Hadis kaynağ›ndaki hükümler ekonomik gelişmeyi ve teşebbüs serbestisini ve iş yaşamlar›n› temelden baltalayan ve ticarî zihniyeti yok eden nitelikteki hükümlerdir. Şeriat'›n temel prensip ve kurallar› olduğu gibi uygulanmaya kalk›lsa aşiret yaşamlar›ndan daha ileri bir yaşama var›lmak mümkün olmaz.

Kur'an'›n hemen her suresinde ve Hadis'lerin pek çoğunda faiz yasaklar› konduğu faiz'in her konuda ve her şekilde günah say›ld›ğ›(s. 325) (Borç para karş›l›ğ›nda hediye bile al›namayacağ› öngörülmüştür). Her al›ş verişin kendi benzerleri ile yap›lacağ› (Alt›n'a karş›l›k alt›n, gümüşe karş›l›k gümüş, buğdaya karş›l›k buğday) bedellerin derhal ve yerinde (al›ş veriş an›nda) ödeneceği, kredi karş›l›ğ› olmadan ödemenin hemen yap›lacağ›, Şeriat'ta belirtilen konular d›ş›nda al›ş veriş yap›lmayacağ› (köpek satmak, sat›n almak, şarap ticareti yapmak, şarap yapmak, henüz olgunlaşmam›ş meyveleri veya şeyleri satamamak, kuru hurma ve henüz olmam›ş meyvelerin sat›ş› yasakt›r, sat›ş sağlamak için müşterilerin ayağ›na gidemeyip müşteriyi ancak pazarda beklemek ve sat›ş› oralarda yapmak, her hangi bir mal› belli bir süreden fazla saklay›p satma yasağ›na riayet etmek) lüks say›labilecek inşaat yap›lmayacağ› kişi'nin ancak baş›n› sokabileceği nitelikte basit ev yapmas› hali d›ş›nda inşaata girişemiyeceği, evini tamir dahi ettiremeyeceği ve daha buna benzer emirler ve yasaklar konmuş ve ekonomik düzenlemeler öngörülmüştür.

Akla ayk›r› bu tür ekonomik düzenlemeler içerisinde kişilerden canl› ve yarat›c› bir ekonomik davran›ş beklemek mümkün değildir, ve nitekim olmam›şt›r.

Yukardaki hususlarla ilgili Hadislerden baz›lar›n› ve yine bu konuda baz› Kur'an hükümlerini örnek olsun için aşağ›da belirtmekteyiz. Bu Hadisler'in büyük çoğunluğu İngilizceye çevrilmiştir. Pakistanl› Muhammed Manzur Ilahi'nin çevirisi için bk.; "The English Translation of the Holy Traditions" (Lahor 1932, Vol. I, sh. 150-200) veya al-Khatib, a.g.e. (Part VI, Book XII).

Teşebbüs serbestisine olanak veren bir ortam›n olmad›ğ›, kredi ve faiz sisteminin işlemediği, ekonomik rekabet ve mücadele olanağ›n›n bulunmad›ğ› toplumlarda ve zamanlarda ekonomik gelişmenin görülmediği bir tarihi gerçektir. Ekonomik canl›l›ğa yatk›n koşullar› öngörmediği içindir ki Şeriat ülkeleri her bak›mdan olduğu gibi ekonomik bak›mdan da yoksul, at›l, k›s›r ve verimsiz kalm›şlard›r.

Bu konularda bk. J. Austruy, "Vocation Economique de I'Islam", ("Cahiers de I'Institut de Science Economique Appliquée", Octobre 1960, facs, 2 Série V. pp. 151-212)"(s. 326)

 

'FAİZLİ İŞÇİLİK SİSTEMİ' SONA ERMEKTEDİR;

'FAİZSİZ ORTAKLIK SİSTEMİ' GELMEKTEDİR

 

Faiz yasağ› ve zekât, İslâm dünyas›nda dengeli bir ekonomi oluşturmuş ve tekellere engel olmuştur.

Oysa faiz serbestliği ve gelir vergisi, Bat› dünyas›nda sermaye terakümüne sebep olmuş ve ağ›r sanayinin  doğuşunu gerçekleştirmiştir. Onbinlerce kişi bir fabrikada işçi olarak çal›şt›r›larak, bu kadar insan köle yap›larak, kollektif üretim başar›lm›şt›r.

İslâmiyet'te varolan yasaklardan dolay› böyle bir tekel ekonomisi oluşmam›ş ve büyük sanayi doğmam›şt›r. Bu doğrudur. Ne var ki, Bat› dünyas›nda büyük sanayi doğmuş, teknoloji çok ileri gitmiş, Bat› bütün dünyay› sömürecek güce erişmiş; ama başta sanayi ve teknoloji olmak üzere bütün bunlar asla saadet ve huzur getirmemiş, onun yerine çat›şmac› bir dünya, cihan savaşlar›, katliamlar, açl›k, yokluk, sefalet, işsizlik, dengesiz gelir dağ›l›m›, ihtilâl ve isyanlar, v.s. hep bu yeni sistemin gözyaşlar› olmuştur.

İslâmiyet'e göre;

Allah geçici bir zaman için faize müsade edip tekellerin oluşmas›na ve büyük sanayiin doğmas›na imkân vermiştir. Bunun gerçekleşmiş olmas› için bu göreve Avrupa'n›n 'kuvvet medeniyeti' devreye sokulmuş ve başar›ya ulaş›lm›şt›r. İşçilik, yani tüm halk›n köle k›l›nmas› sistemi bu işe yaram›şt›r.

Gelişen teknoloji 'standart mallar›' ortaya ç›karm›ş ve art›k büyük sanayinin devam edebilmesi için işçilik yani kölelik sistemine gerek kalmam›şt›r. Bundan dolay› günümüzde art›k 'kuvvet sistemi' yani 'faizli işçilik/kölelik sistemi' çökmeye başlam›ş; yerine 'hak sistemi' olan 'faizsiz ortakl›k sistemi' gelmeye başlam›şt›r.

Faiz ve gelir vergisi, yeniden zararl› olmaya başlam›ş ve dinler her zaman olduğu gibi yine insanl›ğ› uyarmaya girişmişlerdir.

Zehirli ilâç, hastay› tedavi etmiştir; art›k derhal kesilmelidir, yoksa vücudu zehirler ve öldürür.

 

'VERESİYE SATIŞ' VE ZARARLARI

'SELEM SİSTEMİ' VE FAYDALARI

 

Mal üretilir ve tüccara sat›l›r. Tüccar halka para verir. Halk daha sonra tüccara gelir ve istediği mal› geri al›r. Böylece hayat sürüp gider.

Mallar› 'veresiye satmak' demek, mal› hakk› olana değil de hakk› olmayana vermek demektir. Daha sonra paras› olan mal sahibi gelince, onu boş çevirmek demektir.

Bunun da hilesi bulunmuş, fiyatlar yükseltilerek kişi sözde boş çevrilmemiştir. Bu uygulama ile 'veresiye sat›ş yapmak' demek, 'karş›l›ks›z para basmak' demektir. Veresiye sat›şlar, enflasyonun ve fiyat anarşisinin kaynağ›d›r.

Bu zararlar› sebebiyle veresiye sat›şlar yasaklanm›şt›r. Faiz sözkonusu olmasa bile yasaklanm›şt›r. Bu olumsuz etkilerin üzerine bir de faiz binerse, katmerli çift etkisinden dolay› art›k fiyatlar›n yükselişini durdurmak mümkün olmaz. Tüketim ç›lg›nl›k derecesine ulaş›r, fiyatlar alabildiğine yükselir, ekonomik ve sosyal dengeler allak bullak olur.

Başka bir deyişle, 'veresiye sat›ş üretmeden tüketmek' demektir ve bu da mant›ken mümkün değildir. Olmamas› gerekir. Olursa, bütün dengeler bozulur. Nitekim bozulmaktad›r.

İslâmiyet;

Mal› peşin vererek paras›n› sonra almak ve pahal›land›rmak yerine; paray› peşin vererek mal› sonra almak ve böylece ucuzlan-d›rmak sistemini getirmiştir. Bu sisteme 'selem' denmektedir.

Faiz haram, selem fark› ise helâl k›l›nm›şt›r.

Selem ayn› zamanda üretimi plânlamakta ve dengeli pazar ekonomisi oluşturmaktad›r. Çünkü üretici mal›n› daha üretmeye başlamadan satm›ş ve paras›n› tahsil etmiştir.

Bunu sağlamak çok kolayd›r. Krediyi arac›ya değil de doğrudan doğruya halka verirsek, halk ald›ğ› kredilerle siparişlerde bulunur, arac›lar da üreticilere siparişleri ulaşt›r›r, siparişi yap›lan mallar üretilir ve vaktinde tüketicilere takdim edilir.

Bu sistem ayn› zamanda üretim ve tüketim plânlamas›n› da sağlar. Böylece dengesiz üretim ile tüketim ve işsizlik sorunlar› ortadan kalkar. Demek ki İslâmiyet'in getirdiği bu sistem, 'selem sistemi', s›hhatli bir ekonomi için kalbin at›şlar› kadar önemlidir.

Bu da gösteriyor ki İslâmiyet, adeta mucize seviyesinde çözümler dünyas›d›r. Aksi halde Kur'ân'›n nâzil olduğu o basit ve iptidai ekonomi döneminde bu çözümler nas›l bilinebilirdi?

 

HER DİNDE HARAMLAR VARDIR

İSLÂMİYET'TE DE HARAMLAR VARDIR

 

Devlet, meşru düzenin yürütülmesini tekeffül eden bir kuruluştur.

İçki ve esrar da dahil olmak üzere, kim neyi üretirse ve neyi satarsa sats›n; biz bir yasak koyup bunlar› yapanlara ceza vermeyiz. Ancak içki içmeye veya esrar kullanmaya başlarsa, o kimseyi süreriz; bucağ›m›zdan uzaklaşt›r›r›z. O insan, yeryüzünde sadece içki içen ayyaşlar›n veya feleğini şaş›rm›ş esrarkeşlerin bar›nd›ğ› bir bucak bulursa, oraya gider. Ayr›ca bu mallar›n üretimini ve ticaretini de hukukî saymay›z ve koruma alt›na almay›z.

Bugün yürürlükte olan kanunlar da böyledir. Kumar yasak değildir ama hukukî teminata da sahip değildir. Kumarda meydana gelen nizalar mahkemeye gelmez.

İslâmiyet'te de;

Dinlerin haram ettikleri şeyler vard›r.

Her din kendi cemaat›na ve mensuplar›na istediği şeyi haram eder. Devlet onu yasaklamaz ama hukukun teminat› alt›na da almaz.

Meselâ, domuz veya şarab› Müslümanlar için hukukî teminat alt›na alamaz; çünkü bunlar Müslümanlar›n dininde haramd›r. Yahudiler için de domuzu himaye etmez, ama H›ristiyanlar için himaye eder; çünkü onlar›n dinlerinde serbesttir.

Bunlar›n ekonomik etkileri sözkonusu değildir. G›das›z hiçbir hayvan beslenemez ve büyümez. Bugün inekler de domuzlar gibi ah›rlarda beslenmektedir. Bunlar ciddiye al›nmayacak iddialard›r.

Ormanlar›n mahv›na ve yok edilmesine sebep, ormanlar›n özel mülkiyete intikal ettirilmemiş olmas›d›r. İhya olmad›ğ› için kamu mal› say›lm›ş ve ormanlar tahrip edilmiştir; halâ da tahrip edilmektedir. Ormanlar› kurtarmak istiyorsak, ihya şart› yerine himaye şart› getirip ormanlar› özel mülkiyete aktarmal›y›z.

Şarap yerine kuru üzüm üretmeliyiz. Hiç kimsenin başkas›n› sarhoş ederek zengin olmaya hakk› olmamas› gerekir.

 

TOPLAYICI TÜCCAR KÖYLÜDEN ALIM YAPABİLİR

RIZA DIŞI ALIŞVERİŞ YASAKLANMIŞTIR

 

Başlang›çta pazar mübadelesi olmuş, sonra arac› mübadelesi başlam›ş, bunun çok yararlar› olmakla birlikte serbest pazar› önleme ve tekele götürme gibi hastal›klar› da olmuştur.

Hz. Peygamber, pazara getirilmekte olan mal›n pazara gelmeden sat›n al›nmas›n› men etmiş, sat›c›ya pazara geldikten sonra dönme hakk›n› tan›m›şt›r. Yoksa daha köyden ayr›lmam›ş olan kimsenin mal›n› toplay›c› tüccar›n almas›n› yasaklam›ş değildir. Ayr›ca bu konu Kur'ân'da yoktur ve bundan dolay› da İslâmiyet itham edilemez.

Kur'ân'da;

R›za d›ş› al›şveriş yasaklanm›şt›r.

Burada sat›c›y› yan›ltma ihtimali olduğu için Hz. Peygamber âyetin emrine göre uygulama hükmü koymuştur ve bu hüküm son derece yerindedir.

Ne var ki, art›k kollektif ve standart üretim başlad›ğ› için bu tür problemler yerini başka problemlere b›rakm›ş görünmektedir.

Hâlâ hal problemi, köylünün dökülen mallar› problemi, taban fiyatlar› problemi gibi nice problemler halledilememiştir. 'Selem sistemi' uygulanmadan, bu problemler çözüme kavuşturulamayacakt›r.

 

 

MALLARI DEPOLAYIP SATMA YASAĞI YOKTUR

İSLÂMİYET'TE İHTİKÂR HARAMDIR, YASAK DEĞİLDİR

 

Mallar› depolay›p satma yasağ› yoktur.

Kişi istediği kadar mal toplayabilir ve depolayabilir. İstediği fiyatla al›p istediği fiyatla satabilir. Sadece mallar›n gizlenmesi ve sat›şa arz edilmemesi haramd›r.

'Haramd›r' diyoruz, 'yasakt›r' demiyoruz.

Devletin fiyatlara müdahale etme yetkisi yoktur.

Devlet sadece olağanüstü hallerde halk›n elindeki mallar› cebrî istikraza tâbi tutabilir. Yani karz olarak al›r ve ileride normal durumlar ve şartlar oluşunca iade eder. Mallar› ellerinden al›nanlar bunun mukabilinde nakit kredisi ile desteklenir ve mağdur edilmezler.

İslâmiyet'te;

İhtikâr haramd›r, yasak değildir.

Ancak bu tür gizlenmiş mallar hukukî himayeden ve devlet güvencesinden mahrumdur.

Acaba halk›n yarar›na olan bu hükümlerden hangisi beğenilmiyor?

Halk›n menfaatlerini koruduğu aç›k olduğuna göre yine de beğenilmiyorsa, acaba kimin ad›na ve niçin beğenilmiyor?

 

 

ARACI HUKUKU İLE ÜRETİCİ HUKUKU AYRIDIR

'HÂSILADAN PAY' VE 'SERMAYE VERGİSİ'

 

İslâm düzeninde, tüccar sermaye vergisini verir.

Köylü ise sermaye vergisini daha doğrusu servet vergisini vermez.

Bir tüccar›n mal›n› başka bir tüccar›n satmas› meşru say›lm›şt›r. Çünkü beyana göre mal kimin ise vergiyi o öder. Ancak tüccar, köylünün mal›n› sat›yorum diye vergiden kurtulamaz. Böylece mallar›n› bedava yani karş›l›ks›z olarak sigortalatamaz.

Tüccar, verdiği zekât karş›l›ğ›nda sermayesini devlete sigorta ettirmiştir. Köylünün mal› ise, tüccar›n mal›na nisbetle sigortas›zd›r. Bu durumun ekonomik durgunlukla hiçbir ilgisi yoktur.

İslâmiyet'te;

Arac› hukuku ile üretici hukuku birbirinden ayr›lm›şt›r.

Üretici bir defaya mahsus olmak üzere 'hâs›ladan pay' verir, ondan sonra ürün vergiden muaft›r. Bundan dolay› ve buna bağl› olarak 'servet vergisi' yoktur.

Arac› tüccar ise her y›l 'sermaye vergisi' vermek zorundad›r. Yoksa kredi alamaz  ve mallar› da sigortalanmaz.

 

 

LÜKS İNŞAAT YASAĞI YOKTUR

TAŞINMAZLAR VERGİDEN MUAFTIR

 

İslâmiyet'te;

Kesinlikle lüks inşaat yasağ› diye bir şey yoktur.

Kur'ân'da olmasa bile hadislerde, erkeklerin alt›n ziynet kullanmalar› ve ipekli giymeleri haram k›l›nm›şt›r. Ama lüks inşaat›n haraml›ğ› kesinlikle sözkonusu değildir; tam tersine Kur'ân'a göre her türlü yat›r›mlar vergiden muaft›r.

Tarla mülkiyeti vard›r ama arsa mülkiyeti yoktur. Bina mülkiyeti vard›r ve hiçbir bina vergiye tâbi değildir. İyi ve insanl›ğ›n yarar›na olan her ne varsa, o ayn› zamanda İslâmiyet'te de vard›r.

Ancak bu arada olmayan veya olmam›ş şeyleri de varm›ş veya olmuş gibi göstermemek gerekir. Yazar ise bunu hep yap›yor.

İslâm düzeninde;

Taş›nmazlar vergiden muaft›r.

Sadece gelir getiren yerlerden genel hizmet pay› al›n›r. Taş›nmaz-lar›n ât›l tutulmas› önlenmiştir. Bu da mülkiyet bâki kalmak üzere kullanma hakk›n›n başkas›na devri ile gerçekleşebilir.

Kur'ân'da rakaba mülkiyetinin yan›nda kullanma mülkiyetine ait hükümler de vard›r. Kirac›y› ç›karamama gibi hükümler zorunlu olarak konmuş ama daha hukuk doktrini içine girmemiştir. Oysa Kur'ân'da rakaba mülkiyetine konu olan varl›ğa mal denmekte ve bu mirasa konu yap›lmaktad›r. Vasilerin elindeki mallar vasiler için kullanma mülkiyeti mahiyetindedir.

1400 y›l sonra bugün ortaya ç›kan bir mülkiyetin hükümleri Kur'ân taraf›ndan tanzim edilmiş bulunmaktad›r. İşte bu da bir mucizedir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Şarap yasağ› bağlar›,

domuz yasağ› ormanlar› kurutmuştur.

 

"B- EKONOMİK YASAKLARIN OLUMSUZ SONUÇLARI: Şarap ve domuz eti yasaklar›n›n doğurduğu kötü etkiler "üzümcülüğün Bağc›l›ğ›n" ölmesi ve Ormanlar›n k›s›rlaşmas›.

Faiz yasağ›ndan başka ekonomik yaşamlar› ve gelişmeyi baltalayan diğer yasaklar aras›nda Şarap yasağ› ve domuz etinin haram edilmesi gibi hususlar da önem taş›r. Şarap yasağ› demek bağ ürünlerinin ve özellikle üzümcülüğün yasak edilmesi anlam›na al›nm›şt›r. Üzüm yetiştirme ihtiyac› ve gereği olmay›nca... bağc›l›k ihmal edilmiş...(s. 326) Domuz eti yeme yasağ›na gelince ekonomi uzmanlar›n›n bildirdiğine göre coğrafik aç›dan bu yasak diğer yasaklardan da daha sak›ncal› ve kötü sonuçlar yaratm›şt›r. Domuz yerine koyun ve keçi ve otla beslenen hayvanlardan yararlanmak ve onlar›n etiyle beslenmek gerektiğinden ve bu hayvanlar›n otamas› için de ormanl›k yerlerdeki yeşillikler ve otlar seçildiğinden bütün bu nedenlerle ormanlar›n heba olmas› yolu aç›lm›şt›r... [Bk. X. De Planhol, "The Geographical Setting"in The Cambridge History of İslam, Edited by P.M. Holt- A.K.S. Lambston - B. Lewis., Cambridge Un›vers›ty Press, 1970 sh. 459.]"(s. 327)

 

 

ŞARAP VE DOMUZ, 'YASAK' DEĞİL 'HARAM'DIR.

ŞARAP MAYİLER,

DOMUZ KATILAR İÇİN HARAMLIK ETOLONUDUR.

 

Şarap, yasak değil haramd›r, yani yasakl›ğ› dinîdir.

Dolay›s›yla H›ristiyanlar veya kendi mezheplerinde şarab› helâl görenler, istedikleri kadar şarap üretebilir, satabilir ve tüketebilirler. Sadece şarab› kendilerine haram eden din ve mezhepler için bunun üretilmesi, sat›lmas› ve tüketilmesi, hukukun himayesinde değildir. Sadece sarhoşlar›n etraf› rahats›z etmesini istemeyen bucaklarca yasaklanabilir ve cezalar›n› da kendileri tesbit ederler. Ancak bucağ› terkedenlere bu tür tazir cezalar› uygulanamaz. Şarap üretmeyen bucak sakinleri üzümlerini meyva olarak veya kuru üzüm yaparak pazarlamaktad›rlar.

Şarab›n haram edilmesinin sebep ve hikmetleri bilinmektedir. Vücuda zararl› olan, hele hele beyni uyuşturup akl› dumura uğratarak sarhoş eden maddeler haram k›l›nm›şt›r; yasaklanmam›şt›r.

Domuz eti konusu ise çok farkl›d›r.

Her canl›n›n bir g›das› vard›r. İpek böceği palamut yaprağ›n› yiyemez, dut yaprağ›n› yiyebilir. İnsanlar, domuzlar gibi meyva yiyen varl›klard›r. Meyva yiyenler, meyva yiyenlerin etlerini yiyemezler; domuzlar da et yemezler. Ancak ot yiyenlerin etlerini yiyebilirler.

Kur'ân'da, s›n›rda olan varl›klar için haram konmuştur. Domuz ve domuzdan daha yüksek varl›klar›n; köpek, ay›, kurt ve aslan gibi hayvanlar›n etleri haram k›l›nm›şt›r. Çünkü kendi yiyecekleri değildir. Haramd›r, yasak değildir. Domuz yerine s›ğ›r beslenir. S›ğ›r beslenmesi daha ekonomiktir. Çünkü domuz meyva yer, inek ise ot yer.

Ormanlar›n kurumas›n›n sebebi ise, özel mülkiyete konu edilmemesidir. Tabiî ihyan›n yanl›ş yorumlanmas›, ormandaki özel mülkiyeti yani kullanma mülkiyetini Müslümanlar›n içtihat edememeleridir. Çünkü ormanl› ülkeler fethedildikten sonra içtihat kap›s› kapanm›şt›r. Bat›'da, sosyalist ülkelerde bile ormanlar özel mülkiyete konudur ve bundan dolay› yağmalanm›yor.

Kur'ân'da, her konuda birer misâl verilerek hükümler konmuştur.

Şarap, mayiler için; domuz, kat›lar için haraml›k etolonlar›d›r.

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre,

Faiz Bat›'da saadet getirmiştir.

 

"VII- İslâm "fakirlik" (yoksulluk) felsefesini fazilet felsefesi haline getirirken, Bat› varl›kl› olmay› teşvik eder.

İslâm'da olduğu gibi diğer dinlerde de yoksulluğu fazilet niteliği sayan ve yeryüzü yaşamlar›n› küçümseyen ve önemsiz gösteren esaslar vard›r. H›ristiyanl›k dahi buna yer vermemiş değildir. Ekonomik gelişmeyi engelleyebilecek hükümlere (örneğin faiz alma yasağ› gibi) hem H›ristiyanl›kta ve hem de Musevi dininde rastlamak mümkündür. Esasen İslâm da bu hükümlerden esinlenerek ekonomik düzeni ayarlamaya çal›şm›şt›r.

Ancak ne var ki Bat› uygarl›ğ›n›n ve gelişmelerinin temelinde yoksulluğu ve "mahviyeti" yücelten kurallardan ziyade bunlar› etkisiz k›lmaya çal›şan esaslar yer alm›ş ve toplumu yöneten güclere bu esaslar ›ş›k tutmuştur.(s. 327)

Başta Kilise ve din adamlar› olmak üzere ayd›n s›n›flar ve devlet yöneticileri ekonomik gelişmeyi sağlay›c› ne varsa yapm›şlar ve bunu engelleyici din hükümlerini ve kuruluşlar›n› etkisiz k›lmağa çal›şm›şlard›r..."(s. 328)

 

 

'FAİZ'İN YERİNİ 'SELEM' ALACAKTIR;

NAKİT SENEDİNİN YERİNİ 'MAL SENEDİ' ALACAKTIR.

 

Faiz, Bat› dünyas›na büyük sanayii getirmiştir, kapitalizmi getirmiştir, sosyalizmi getirmiştir; ama saadeti getirmemiştir.

Bat›, İslâmiyet ve İslâm dünyas› ile karş›laş›p teknolojiye hâkim olmaya başlay›nca Amerika'y› keşfetmiştir. Amerika'daki alt›n ve gümüş Avrupa'ya aktar›lm›ş ve Bat› Avrupa tüccar olarak zengin olmuştur. İşte bu dönemde faiz serbest b›rak›lm›şt›r. Bunun sebebi vard›r.

Önce bütün alt›n ve gümüşler Avrupal› tüccarlar›n elinde toplanm›ş, bunun sonucunda 'tüccar kapitalizmi' doğmuştur. Ne var ki, bir müddet sonra d›şar›da alt›n kalmay›nca, tüccar faiz karş›l›ğ›nda halk›n elindeki taş›nmazlar› sat›n almaya başlam›şt›r. Böylece fakirleşen halk işçi olmuş ve bütün üretim araçlar› sermayedarlar›n eline geçmiştir.

İşte 'işçi köleliği' bu merhalede başlam›ş, bütün insanlar› köleleştirmek amac›yla kölelik sözde kald›r›lm›ş, asl›nda kölelerin fiyat› s›f›ra indirilmiştir. Art›k patronlar d›ş›ndaki bütün insanlar gönüllü olarak işçi köleliğinin esiri olmuşlard›r. Bu gelişmelerin ard›ndan bütün mülkler patronlar›n eline geçince, faiz için d›şar›ya aç›lma yap›ld› ve uluslararas› etkileri görülmeye başlad›. Bütün dünyay› saran ve sarsan sömürü düzeni oluştu. Ç›kar çat›şmas›, ahtapot gibi bütün dünyay› sard›, birinci ve ikinci dünya savaşlar› oldu. Nazizm, faşizm, komünizm gibi terör yönetimleri ortaya ç›kt› ve hükümran olduğu ülke halklar›n› perişan etti. Birinci ve ikinci dünya savaşlar›, ihtilâller, ayaklanmalar, çat›şmalar, insanl›ğa tarihte görülmemiş ve belki de bir daha görülmeyecek ›st›raplar yaşatt›.

Bu gelişmelerden sonra Bat› dünyas› faize yeni bir yem bulmak için 'karş›l›ks›z kâğ›t para' ç›kard› ve bu sayede 'banka kapitalizmi' doğdu. Karş›l›ks›z para bas›lmas› 'enflasyon' belâs›n› doğurdu. İnsanl›k şimdi bu belâdan kurtulman›n yollar›n› ar›yor. Çare ve çözüm ar›yor.

Ne var ki, Bat›'da bu çare ve çözüm bulunamayacakt›r. Çünkü Bat› dünyay› sömürmek suretiyle kendince dengeli bir ekonomi kurmuş bulunmaktad›r. Oysa diğer dünya ülkelerinin d›ş borçlar› gittikçe artmakta, millî bütçeler sadece faizi bile karş›layamayacak bir hâle gelmektedir. Bu olumsuz gelişmeler sebebiyle bu ülkeler uyanmakta, kendilerine yeni ç›k›ş yollar› aramakta, buna paralel olarak yeni ekonomik modeller geliştirmektedirler.

İnsanl›ğ› bu ç›kmazdan 'faizsiz ekonomi modeli' kurtaracak ve insanl›k faizin sefaletini faizin yerine 'selem' fark›n› ikame ederek saadete çevirecektir.

İslâmiyet'e göre;

Faizin serbest b›rak›lmas›na geçici olarak ihtiyaç vard›. Faiz fonksiyonunu icra etti. Kâğ›t para ömrünü doldurdu.

Art›k s›ra 'mal paras›na' gelmiş bulunmaktad›r; yani bundan sonra paran›n ve senedin üzerinde 'lira' değil 'mal›n miktar›' yaz›lacakt›r. Şu kadar kilogram buğday veya ton demir veya gram alt›n veya metrekare arsa yaz›l› olacakt›r. Nakit senedinin yerini 'mal senedi' alacakt›r.

Dolay›s›yla piyasada karş›l›ks›z para olmayacak ve dolay›s›yla faiz ödeyeceğiz diye halk ve uluslar sömürülmeyeceklerdir.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Bat› bu dünyay› cennet yapm›şt›r.

 

"A- BATI'da GELECEK DÜNYA CENNETLERİ YERİNE BU YERYÜZÜ CENNETİNİ YARATMA ZİHNİYETİNİN EGEMEN OLUŞU:

Yeryüzü yaşamlar›n› gelecek dünya yaşamlar›na feda etmek Bat› H›ristiyanl›ğ›n›n da başlang›çta en koyu bir şekilde izlediği doktrin olmuştu. Fakat Bat› dünyas› bu zihniyeti, bu ahlâk normunu daha VII yüzy›lda sak›ncal› görmeye başlayabilmiştir. Bk. Armand Abel, "Sous-Dévelopement, Stagnation, Décadence. Etude d'un Psychotype: Le Cas de l'Islam", ("Civilisations" Vol. XIX, 1969, Bruxelles, No I; sh. 25).

XVII ci yüzy›lda art›k Bat›l› insan›n gözünde yeryüzü "gerçek CENNETLERİN" yarat›lmas› ve cennet yaşam›n›n sürdürülmesi gereken yer olarak değer taş›r olmuştur.

Öbür dünyan›n cennetlerine gitmeyi bekleyecek yerde o cennetleri bu yeryüzüne indirmenin yollar›n› aramak DEVLET için, TOPLUM İÇİN, DİN dahil bütün kuruluşlar için başl›ca amaç halini alm›şt›r... Bk. A. Toynbee, An Historian's Approach to Religion, (New York 1956, sh. 188)..."(s.328)

 

 

 

BATI DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRMİŞTİR;

İSLÂMİYET YENİDEN CENNETE ÇEVİRECEKTİR

 

Bat› bu dünyay› mamur etmiş, teknolojiden de yararlanarak adeta cennet gibi yapm›şt›r; hâlen de yapmaya devam etmektedir. Ne var ki, o cennette yaşayanlar›n dünyas›n› da cehenneme çevirmiştir.

Çok küçük mutlu bir az›nl›k sözde cennette yaşamakta, halk ise sadece karn›n› doyurmak, açl›ktan ölmemek, işsiz kalmamak, işten kovulmamak için patronlar›n hizmetinde köle esaretine benzer bir hayat sürdürmektedir.

İşçiler, cennet saray›nda her gün kamç›lanan köle gibidirler.

İşverenler de, her gün ald›klar› kredileri ödeyememe korkusu içinde uykular›n› kaç›rmakta, iflâs eden birçok iş adam› kurtuluşu intiharda bulmaktad›r.

Halk memurdan, memur amirden, amir de hükümetten çekinmekte, hükümet ise her gün düşme tehlikesiyle boğuşmaktad›r.

'Allah aşk›na', diyemiyeceğiz, çünkü siz Allah'a inanm›yorsunuz; 'Baş›n›z›n aşk›na' söyleyin, çoğunluğu bir tarafa b›rak›n›z, bize mutlu bir az›nl›k gösteriniz. Ama nafile, gösteremezsiniz. Siz bile Bat› dünyas›n›n cennetinde mutlu değilsiniz. Değilsiniz ki, as›l düşman› olduğunuz Bat›'dan alamad›ğ›n›z h›nc›n›z› bu tür eserlerle İslâmiyet'ten ve Müslümanlardan al›yorsunuz. İslâmiyet'in merhametli ve adil olduğunu biliyorsunuz ve bundan dolay› korkmuyorsunuz; ama ona çatmakla deşarj olup ruhi buhranlar›n›z› gideriyorsunuz.

İslâmiyet'e göre;

Saadet maddî refahta değil, adil bir düzende serbest iradenin hür olarak istimalindedir, kullan›lmas›ndad›r. Hay›rda yar›şma imkân›n›n olmas›ndad›r. Korku değil de ümit içinde yaşamaktad›r.

Bunu da ancak faizsiz bir ekonomi sistemi sağlayabilir. Çünkü bu sistemde, üreticiye 'faizsiz kredi' verilerek herkes müteşebbis hâline getirilebilir, herkes kendi işinde çal›ş›r durumda bulunmak suretiyle kay›p ve kazançlar› ile saadet bulabilir.

Sosyal güvenlik sistemi sayesinde de, yaşam›n korkulu bir rüya olmaktan ç›kar›lmas› sağlanabilir.

Bizler şimdi böyle bir cenneti yaşamaktan uzak bulunuyoruz; ama çocuklar›m›za, torunlar›m›za ve insanl›ğa böyle bir düzen haz›rlamakta olduğumuzdan dolay› yine de son derece mutluyuz.

 

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Mutluluk varl›kla olur ve varl›k da sanayileştirir.

 

"B- Bat›'da Kişilerin ve halk'›n varl›kl› olmas›n› devlet'in gelişmesinin koşulu gören zihniyet. (XVII ci yüzy›l-Fransa).

"Siyasi Ekonomi" adl› kitab›n› 1615 y›l›nda Frans›z Kral ve Kraliçesine sunarken A. de Montchrétien, XVII ci yüzy›l›n bu ünlü ekonomi üstad›, halk'›n ve halk› var k›lan kişilerin varl›kl› olabilmeleri ve zenginliğe kavuşabilmeleri konusunda gerekli öğütleri vermekteydi; "... en büyük, en düşünceli ve en muhteşem hükümdarlar, kendi halklar›n› varl›kl› k›labilmek ve refaha kavuşturabilmek amaciyle gerekli her tedbiri almay›, kararlar geçirmeyi düşünmüşlerdir... (ve bunu yaparken şunu hat›rdan ç›karmam›şlard›r ki) bu tür varl›kl›l›k (yani halk›n varl›kl› hale gelmesi) kendi refahlar›n›n (harcamalar›n›n) ve cömertliklerinin gerçek kaynağ›n› sağlar."

Bk. A. de Montchrétien, Traicté de l'Oeconomie Politique dédié en 1615 au Roy et a la Reine mere du Roy, (Paris ?) sh. 98.

Mutluluğun varl›kl› olmakla sağlanabileceğine inanm›ş bulunan yazar varl›ğ›n ancak çal›şma ile sağlanabileceğini ve varl›kl› olan ülkelerin de sanayileştiğini belirtmekteydi."(s. 329)

 

VARLIK ASLA MUTLULUK GETİRMEZ

'ZEKÂT' VE 'KARZ-I HASEN' GÜVENLİĞİ SAĞLAR

 

Varl›k asla mutluluk getirmez.

Meselâ, elinizde bir kilo muzunuz olsa ama onu yiyemezseniz; o sizemutluluk getirmez. Mutluluk, varl›ğ›n sağl›kl› ve dengeli bir şekilde kullan›lmas› ile doğar.

Hattâ bu da yetmez. İnsan çal›şan bir varl›kt›r. Asla boş duramaz. İnsan şayet bir s›k›nt› çekmiyor ve bunun sonunda bir başar›ya ulaşm›yorsa, asla mutlu olamaz.

İnsan varl›kla değil, varl›ğ› kazanmakla mutlu olur.

Bunun gerçekleşmesi amac›yla öyle bir mekanizma kurulmal›d›r ki, herkes çal›şabilmeli, her çal›şan kazanabilmeli ve çal›şs›n - çal›şmas›n herkes yaşama hakk›na sahip olmal›d›r. Yaşamak için çal›şmamal›, çal›şmak için yaşamal›, ama bu kendi isteği ve r›zas› ile olmal›, bask› ve korku ile olmamal›d›r.

İslâm düzeni;

İşte bu mekanizma ve sistemi sağlam›şt›r.

İlmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî dereceler ortaya koyup herkese gayretine göre derece vermekte ve insanlar›n saadet içinde yaşamalar›n› sağlamaktad›r

'Zekât' ile sosyal güvenliği, 'karz-› hasen' ile de ekonomik güvenliği sağlamak suretiyle gerçekten de insanlar için dünyay› bir cennet hâline getirmektedir.

Geleceğin dünyas› ve yeni dünya düzeni böyle olacakt›r.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Bat› ticari kapitalizme XV ve XVI. as›rda geçer.

 

"C- ORTA ÇAĞ'da (XV ve XVI c› yüzy›llarda) Bat›'da EKONOMİK uyanma ve sonuçlar›:

1 - Kilise'nin ve DİN ADAMI'n›n ekonomik uyanmada rol oynamas›:

Ekonomik gelişmeyi engelleyen ve "materialism"e bizzat ayak uyduran DİN ADAMI ve Kilise. Fakirlik felsefesini terkeden din anlay›ş›.

XIV cü yüzy›la gelinceye kadar Bat›'da, din'in öngördüğü faiz yasağ› nedeniyle ekonomik gelişme kendisini gösterememiştir. Kilise her türlü faizi mutlak şekilde günah olarak saym›ş olduğundan ticareti, al›ş verişi ve dinamik bir ekonomiyi haz›rlay›c› unsurlardan yoksun toplumlar genellikle static-passif bir ziraî ekonomiye yönelmiş durumda idiler. XV ve XVI c› yüzy›llarda Bat› yavaş yavaş static bir zirai ekonomiden dinamik bir ticarî ekonomi'ye geçmeye başlar. Bu değişiklik sosyal değişiklik şeklinde sonuçlar verir ve yeni sosyal s›n›flar doğar."(s. 329,330)

 

İSLÂMİYET'TE TİCARET BAŞLANGIÇTAN BERİ VARDI

MEDENİYET ALLAH'IN İNSANLIĞA BİR NİMETİDİR

 

Evet, çok doğru; Bat› ticarî kapitalizme ancak XV ve XVI. yüzy›llarda geçebilmiştir. Daha önce geçememiştir.

Oysa İslâmiyet'te ticaret, başlang›çtan ve ilk kuruluştan beri mevcuttur. Son Peygamber Hz. Muhammed (s) ve en yak›n baz› arkadaşlar›n›n mesleği de tüccarl›k idi.

Bat› Avrupa'y› fetheden Müslüman Endülüs/ İspanya halk›, Kurtuba Medeniyeti'ni ticaret üzerine kurmuştur. Bat› dünyas›, ancak bin sene sonra o seviyeye gelebilmiştir; ve o seviyeye geliş de ancak İslâmiyet'in etkisi ile gerçekleştirilebilmiştir. Emevîler, daha VII yüzy›lda İspanya ve Sicilya'y› fethederek, bin y›ll›k bir medeniyet kurdular. Müslümanlar›n bu medeniyet hareketleri, Bat› Avrupa'da kurduklar› İslâm Medeniyeti, Bat› dünyas›n›n uyanmas›na vesile olmuş ve bu sayede bugünkü Bat› Medeniyeti doğmuştur.

Biz bunu asla öğünülecek bir şey olarak kabul etmiyoruz. Her yeni medeniyet, eski medeniyetlerin birikimi üzerinde kurulur. İnsanl›ğ›n gelişmesi böyle olmakta ve medeniyet al›şverişi gerçekleşmektedir. Biz de İslâm Medeniyeti'ni kurarken Müslümanlar olarak Yunan, Bizans, Roma, Pers ve Hint medeniyetlerinden yararland›k. Yeni İslâm Medeniyeti'ni kurarken de, Bat› Medeniyeti'nden en iyi şekilde yararlanacağ›z.

Bat› dünyas›, baş›ndan beri bu medeniyet değerlerini İslâmiyet'ten ald›ğ›n› söylememekte, rönesans ve reform diyerek, İslâmiyet'ten öğrendiklerini Eski Yunan'a maletmeye çal›şmaktad›r. Bu iddia bir aç›dan bak›ld›ğ›nda onlar için mazur görülebilir. Ama İlhan Arsel gibi, bile bile bunlar› inkâr eden, Türk ve Müslüman olan veya olmasa bile bu kültürde yetişen, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde anayasa profesörü olan bir kimsenin inkâr ve iddialar›, son derece garip ve düşündürücüdür.

İslâmiyet'e göre;

Medeniyet Allah'›n nimetidir. Bütün insanl›ğ›n ortak değer ve servetidir. Hiç kimsenin ve hiç bir kavmin özel mal› değildir.

Herkes, ama özellikle de Müslüman, onu nerede bulursa al›r. Çünkü o Müslüman›n yitik mal›d›r. Hiç kimseye patent veya keşif hakk› tan›nmaz.

İslâmiyet'te, böyle bir hak müessesesi yoktur. Herkes bildiğini öğretmekle mükelleftir; hattâ öğretmesi farzd›r. Çünkü o da başkas›ndan öğrenmiştir.

Herkese Allah öğretmektedir.

Mallar› değerlendirme ve yönetmede olduğu gibi, burada da 'ilim' Allah'›n istediği gibi kullan›l›p değerlendirilecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Kilise de materyalist oldu ve servet peşine düştü.

 

"2 - Kilise ve faiz yasağ›: kilisenin faizi dine ayk›r› saymaktan ayr›lmas›.

Bu gelişmeye karş› KİLİSE ayak diremedi ve din hükümlerini ticarî ve ekonomik gelişmeyi sağlayacak yönlerde yorumlamağa başlad›...

O zamana gelinceye kadar Kilise zihniyetinde günah şeklinde kabul edilen sosyal yaşamlar ve istekler, örneğin zengin ve haris olma hevesleri, tasarruf zihniyeti, varl›kl› olmaktan duyulan gurur ve öğünme duygular›, kusur ve günah olmaktan ç›kar›ld›; ve ç›kar›lmas›nda din adam› ve Kilise rol oynad›...(s. 330)

Her ne kadar Kilise manevi değerlere önem vermekte devam ediyormuş gibi görünmekle beraber faaliyetlerinin as›l ağ›rl›ğ›n› kişideki iktisadî ve ticarî hevesi kamç›lay›c› duygulara yöneltti. Ve as›l ilginç husus şudur ki kilise bizzat kendisi maddî yaşam›n gereklerine uyar oldu ve materyalizm'in ve ticarî ve ekonomik nimetlerin ürünlerinden yararlanmağa başlad›.

Bu konularda bk. T. H. Greer, A Brief History of Western Man, (N. Y. 1968, sh. 227-231 ve 231-2)."(s. 331)

 

DÜNYA VE ÂHİRETİ DENGEDE TUTAN DÜZEN

İSLÂM BATI'DAN BİN YIL ÖNCE DENGE DÜZENİ KURDU

 

Yazar bu konuya şu ifadelerle başl›yor:

"Daha XV ci yüzy›l başlar›nda Avrupa'da ticaret gelişmeye başlar, ve yeni alanlarda ticarî gelişmeler görülür. Ticaret'in gelişmesi sonucu kişiler borç para alman›n ve vermenin sak›ncal› değil, fakat aksine yararl› ve bereketli olduğu gereğini anlarlar, Kilise arac›l›ğ›yle yüzy›llar içinde uygulanmakta olan faiz yasağ›n›n ekonomik gelişmeye engel teşkil ettiğini görürler."(s. 330)

İslâmiyet aç›s›ndan, burada bir doğru, bir de yanl›ş var.

İslâmiyet'e göre, ticaret helâl, faiz haramd›r.

İslâm dünyas›, Bat› dünyas›ndan yaklaş›k bin y›l önce ve daha ilk doğuşundan itibaren, ticaret yap›yor, ekonomik yönden gelişiyor, insanlar birbirine borç para verip al›yorlard›.

Faiz ise, bütün dinlerde haramd›r.

Konunun devam›nda yine şu ifadeler yer al›yor:

"O zamana gelinceye kadar kilise'nin en ziyade değer verdiği ve teşvik eder olduğu davran›şlar ve yaşamlar, örneğin Tanr›'ya devaml› şekilde dua etmek, ömrünü gelecek dünyalar hayali ile ve Tanr› Düşüncesiyle geçirmek, zekât ve sadaka vermek gibi davran›şlar, kilise taraf›ndan en ziyade övgüye lay›k şeyler olmaktan ç›kar›ld› ve bunun yerine para kazanmak amaciyle çal›şmak, gayret sarfetmek, para toplamak, tasarruf etmek, para h›rs›na sahip olmak, iş ve çal›şma kurallar›na önem vermek, ihtiyatl› olmak ve çal›şmay› adeta din görevi haline getirmek v.s. gibi tutum ve davran›şlar meziyet ve fazilet say›lmaya başland›."(s. 330,331)

İslâmiyet'te tam bir 'denge' vard›r, bunun prensibi de geliştirilmiştir ve o da şudur: Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yar›n ölecekmiş gibi âhiret için çal›şmak.

Yazar›n yukar›da sayd›ğ› konular, daha baştan ve doğuşundan itibaren, İslâmiyet taraf›ndan, -aynen yazar›n kelimelerini kullanal›m- en ziyade övgüye lây›k, an›lan bütün tutum ve davran›şlar da meziyet ve fazilet say›lm›şt›r. Bu değerleri ve faziletleri İslâmiyet'in doğuşundan ancak bin y›l sonra keşfedip uygulayabilen Bat› dünyas›, nas›l oluyor da İslâmiyet'ten daha üstün ve daha değerli olabiliyor?

Genellikle halk› korumak, halk›n haklar›n› savunmak, halk› ve hakl›y› kuvvetil k›lmak üzere oluşan kuruluşlar, kuvvetli olup bütün güçleri eline geçirince, bir müddet sonra sadece kendilerini hakl› görmeye başlar ve art›k halk ad›na halk› sömürürler. Genellikle bu sömürüyü gerçekleştiren iki taraf olan 'siyaset adamlar›' ile 'din adamlar›' anlaş›rlar ve halk› birlikte sömürürler. Bizans döneminde böyle bir düzen kurulmuştur.

Sömürü düzeni başka türlü de kurulabilir. Meselâ, İslâmiyet'in saltanata dönüştüğü as›rlarda olduğu gibi din adamlar› siyaset adamlar›n›n emrine girerler veya başlang›çta Avrupa'da olduğu gibi siyaset adamlar› din adamlar›n›n emrine girerler; böylece yine halk› ve topluluğu birlikte sömürürler. Bu birliktelik ve ortakl›ktan her iki taraf da yararlan›r ve servet biriktirir. İslâmiyet'teki vak›flar böyledir.

Bunlar›n iyi veya kötü kullan›lmas› ise ayr› bir konudur.

İslâmiyet'te;

Bu tür halk› ve topluluğu sömüren düzenler yerine; sağl›kl›, adil, dengeli, halk› sömürmeyen bir düzen kurulmuştur.

Ama maalesef bu düzen, Hz. Peygamber ve dört halife dönemlerinden sonra sona ermiştir. Gelecekte bu düzen, yeni şartlara göre yeniden dirilecek ve kurulacakt›r.

'İçtihat' ve bağ›ms›z sitelerde kurulacak dayan›şma ortakl›klar› olan 'akileler', sömürüyü önleyecektir.

Herkesin âkilesi olacak, ilmî - dinî - iktisadî ve siyasî bu âkileler insan› koruyacak, herkes istediği zaman âkilesini değiştirebilecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Bat›'da kilise - devlet çat›şmas›

gelişmeye neden olmuştur.

 

"3 - Ekonomik gelişmeyi sağl›yan husus: Kilise devlet çat›şmas›.

XV ci yüzy›ldan XVIII ci yüzy›la gelinceye kadar Katolik kilisesi anti-kapitalist bir tutum içerisinde ekonomik faaliyetlerin gelişmesine karş› ç›km›şt›r...(s. 331)

Şeriat ülkelerinde kişi dinin ekonomik yaşam› at›l k›lan ve kendisini yoksulluk içinde yaşamağa al›şt›ran ve zorlayan kurallar› içerisinde kal›rken ve DEVLET de dinin uygulay›c›s› olarak bu kurallar› en şiddetli yollardan kabul ettirirken, Bat›'da kilise ve devlet ayr›l›ğ› nedeniyle devlet kişi'nin din etkisinden uzak ve serbestce ekonomik faaliyetlerde bulunmas›, varl›k edinmesi, ve böylece kendisine daha fazla vergi verilmesi olanaklar›n› getirmiştir...(s. 332)

Voltaire Londra'daki para Borsas›n› KUTSAL bir yer olarak tan›mlam›şt›. Orada her dine bağl› insan›n birbiriyle iş yapt›klar›n› ve birbirinin inanc›ndan haberdar olma ihtiyac›nda bulunmad›klar›n› birbirlerine kâfir demediklerini ve sadece beceriksiz olan ve iflas edenlere kâfir damgas›n› vurduklar›n› söylerdi...

Bütün bunlar›n hiç birisini Şeriat devletinde bulmak mümkün değildir. Şeriat düzeninde devlet, din ile birlik olup kişilerin yoksulluk içinde yaşamalar› ve istibdat yönetimine koyun sürüleri gibi bağl› kalmalar› durumundan başka bir şey düşünmemiştir.

Bütün bu hususlar için bk Amintore Fanfani, Catholicism, Protestantism and Capitalism, 1935, sh. 94,96,97,98,128)"(s. 333)

 

İSLÂM DÜZENİNDE DİN-DEVLET ÇATIŞMASI YOKTUR

İSLÂMİYET BÜTÜN İNSANLIĞIN DİN VE DÜZENİDİR

 

Son Peygamber Hz. Muhammed (s) ve Dört Halife dönemlerinden sonra, 'siyasî iktidar' hanedanlara b›rak›lm›ş, 'ilim' ve 'din' ise halk teşkilâtlar›na terkedilmişti. 'Ekonomi' de esnaf teşkilât›n›n elinde bulunuyordu. Bu dönemlerde ne yönetim bunlara kar›ş›yor, ne de bunlar yönetime kar›ş›yorlard›. Bin y›l böyle bir denge içinde saadet ve huzur içinde geçti.

Bizans döneminde de böyle olmuştur. H›ristiyanlarla Bizans hanedan› anlaşt›, birbirlerinin işine kar›şmad›lar ve as›rlarca huzur ve saadet içinde yaşad›lar.

Bat› dünyas›nda ise d›ş sald›r›lar sonucunda imparatorluklar y›k›l›nca Papa ile Kilise güçlendi ve krallar› emrine ald›. Doğu ve Bat› Avrupa'dan ilerleyen İslâmiyet'in etkisiyle Bat› dünyas›nda çok yönlü yeni gelişmeler oldu. Haçl› Seferlerinin de bu gelişmelerde ayr› ve özel bir etkisi oldu. Ancak kilise - devlet çat›şmas› sonuna kadar sürdü. Sonunda 'lâiklik' kriteri ile meseleyi çözdüler ve bar›şt›lar; ama hâlâ uyumlu bir âhenk ve denge içinde değildirler.

İslâmiyet, Bat› dünyas›n›n ancak bin y›l sonra ulaşabildiği merhaleye daha başlang›çta ulaşm›şt›.

İslâm düzeninde;

Her din ve mezhep mensubu bir arada yaşayabiliyordu. Bunun ilk modelini ve örneğini Hz. Peygamber (s) 'Medine Devleti'nde uygulam›ş, 'Medine İttifak›'nda da bunlar›n esaslar› anlaşma olarak yaz›lm›şt›.

Bat› dünyas›nda ise Londra Borsas›'nda katolik ve protestanlar›n bir arada ticaret yapmalar› öğünç vesilesi yap›lmaktad›r. Katolikler ile protestanlar, ayn› kiliseyi paylaşmay› ancak 20. yüzy›l›n sonlar›nda öğrenebilmişlerdir. Oysa İslâm mezhepleri, başlang›c›ndan beri ayn› mekânlar› ve mabetleri paylaşmaktad›rlar. İslâm düzeninde ise ondört as›rdan beri bütün din ve mezhep mensuplar› pazarlarda ticaret hayatlar›n› sürdürmektedirler. İslâmiyet'i iyi anlay›p kavrayabilmek için, daha iki-üç as›r öncesinin İslâm dünyas›n› ve Avrupa'y› iyi bilmek, aralar›nda mukayese yaparak gerçekleri bilmek gerekiyor. O zaman İslâm Medeniyeti'nin Avrupa ve Bat› dünyas›na, ayr›ca bütün insanl›ğa neler kazand›rd›ğ› çok daha iyi anlaş›lm›ş olur.

İslâmiyet;

Yaln›z Müslümanlar›n 'din' ve 'düzeni' değildir; bütün insanl›ğ›n 'din' ve 'düzeni'dir. Her insan, hiçbir merasime tâbi tutulmadan Müslüman olabilir. Hattâ Allah'a inan›yor ve sâlih ameller işliyorsa zaten beşer olarak Müslüman gibidir. İslâmiyet böylesine kolay ve bütün insanl›ğ›n ortak dinidir.

İslâm düzeninde;

Çat›şma değil, dengesizlik değil, ç›kar paralelliği ve denge vard›r. Bu özelliğinden dolay› İslâm'a 'f›trat dini' denmektedir.

Düzen olarak da İslâm devletinin görevi, sadece Müslümanlar› değil, hiçbir ayr›cal›k gözetmeden bütün insanlar› kendi din ve inançlar›nda kald›klar› halde, huzun ve saadet içinde yaşatmakt›r.

'Din ve düzen' olarak İslâmiyet işte budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Kölelik İngiltere'de daha 1500'lerde kalkt›.

 

"4 - Ve sonuçlar›: KİŞİ 'değeri'nin mutlak şekilde yerleşmesi; köleliğin yok edilmesi; demokratik yaşamlara yöneliş.

Kilise'nin ve din adam›'n›n ve nihayet Devlet'in engellemeyip bilakis teşvik eder olduğu ekonomik ve ticarî h›rslar geliştikce toplumun maddî refah› da gelişir oldu...

Daha XVI c› yüzy›l›n başlar›nda kölelik zihniyetine karş› tiksinti kendisini gösterir oldu; ilk olarak 1500 y›l›nda İngilterede kölelik hukuka ve kanuna ayk›r› say›ld›; bu zihniyet İngiltere'den diğer Bat› ülkelerine de yay›ld›.

Böylece kendi kaderini ve mutluluğunu ve refah›n› kendi gayreti ve çal›şmas›yle kurmay› öğrenen, buna bilinç sahibi olan Bat›l› insan, sadece ticarî ve ekonomik alanlarda değil, fakat siyasî alanlarda da kendi hür iradesine göre yön verme yoluna girdi. EGEMENLİĞİN gökyüzünden gelme değil, fakat kendi iradesinden ç›kma bir güç olduğunu anlad›.

Bk. T. H. Greer, A Brief History of Western Man, (N. Y. 1968, sh. 230-1)"(s. 334)

 

İNGİLTERE'DE KÖLELİK KALKMADI HERKES KÖLELEŞTİ

İSLÂM DÜZENİNDE ŞÛRALAR VE GÖREVLERİ

 

Avrupa, Haçl› Seferleri sayesinde İslâmiyet'i ve Müslümanlardaki zenginlikleri öğrenmişti. Avrupa devletleri, bu seferlerle Bizans ve Orta Doğu'yu ele geçirmeye çal›şt›. Bu hayallerle sekiz büyük sefer düzenlendi.

Osmanl› Devleti kurulduktan sonra, bu sald›r› ve çat›şmalar Balkanlar'da yani Doğu Avrupa'da durduruldu. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesi ile Bat› Doğu'dan tamamen ümidini kesti. Bunun üzerine yeni çözümler aramaya başlad›. Müslümanlardan öğrendikleri baz› şeyleri değerlendirmeye başlad›.

Müslümanlardan ald›ğ› 'harita' ve 'pusula' ile Kristof Kolomb Bat›'ya doğru aç›ld›. Yolda yorulan ve umutsuzluğa düşen tayfalar, 'ileride kara yoktur art›k geriye gönelim' diyerek direnmeye başlad›lar. Bunun üzerine Kristof Kolomb Müslümanlar›n haritas›n› ç›kararak dünyan›n yuvarlak olduğunu anlatt› ve sonunda şöyle dedi: "Dünyan›n yuvarlak olduğunu ben söylemiyorum, Müslümanlar söylüyor. Biliyorsunuz, Müslümanlar yalan söylemezler." Bu inand›r›c› ve ikna edici konuşma sonras›nda tayfalar isyan etmekten vazgeçtiler ve yollar›na devam ettiler. Varmak istedikleri Hindistan'a varamad›lar ama Hint adalar›na vard›lar.

Bat›, sömürebileceği yeni bir dünya keşfetmişti. Hiç gecikmeden sömürü organizasyonlar›na giriştiler. Avrupa devletleri bu sayede zengin olmaya başlad›lar. Bu yeni gelişmeden en çok yararlanan Ada Ülkesi İngiltere oldu. Çünkü İngilizler denizci bir milletti ve İngiltere de Amerikaya en yak›n olan Avrupa ülkesiydi. İlk sanayileşme hareketi İngiltere'de başlad›. Bedava köle ihtiyac› ortaya ç›kt›. Tüm halk› yani beyazlar› da işçi olarak köleleştirebilmek amac›yla ilk olarak kölelik İngiltere'de yasakland›. İngiltere'de 1500'lerde köleliğin kald›r›lmas›n›n sebep ve s›rr› budur. Yazar›n iddia ettiği veya zannettiği gibi insanî sebeplerle değil, bütün insanlar› sömürebilmek gayesiyle kölelik sözde hukuken kald›r›ld›; ama bütün insanlar işçi olarak köleleştirildi. Küçük çocuklar bile fabrikalarda köle gibi çal›şt›r›ld›.

Bak›n›z bizim teori ve tesbitlerimiz böylesine yerli yerine oturuyor ve uyuyor. Çünkü bu anlatt›klar›m›z asl›nda teori değil gerçekleri tesbit etmekte ibarettir.

 

S O N U Ç

 

İslâmiyet; din - ilim - iktisat - idare olarak toplulukta ayr› ayr› şûralar›n bulunmas› ve başkanlar›n bunlar aras›nda hakemlik yapmas› ilkesini getirmiştir.

 

Teşrî, ilmî;

İcrâ, meslekî;

Murakabe, dinî ve

Kaza siyasî şûralar›n görevleri aras›ndad›r.

 

 

 



© 2024 - Akevler