İSLAMİYET VE GÜNÜMÜZÜN MESELELERİ
Süleyman Karagülle
638 Okunma
İSLÂMİYET VE TEŞRİ

İSLÂMİYET VE TEŞRİ

Önceki kısımlarda İslâmiyet'in teokrasi olmadığını, demokrasiyi esas olarak kabul ettiğini, fakat İslâmiyetin garbin anladığı mânada ekseriyet usulüne dayanan bir demokrasi olmadığını, tam bir kuvvetler ayrılığı bulunduğunu, bu meyanda teşrî işlerinin ilim adamlarına verildiğini belirtmiştim. Şimdi bu meseleyi biraz daha derinliğine tetkike çalışalım.

Avrupa'nın Hukuk Anlayışı

Avrupa'ya göre hukukun kaynağı insandır, insanın arzusudur. Buna pozitif hukuk denmektedir. Ancak insanların arzusu ve istekleri farklıdır ve birbirlerini çelmektedir. Zaten hukuka bu arzu ve isteklerin farklığından dolayı ihtiyaç duyulmaktadır. Eğer insanların arzuları ve menfaatları aynı veya ahenkli olsaydı hukuka ihtiyaç olmazdı. Hukuk, çatışmalarda insanların hak ve vazifelerini çizen bir müessesedir. Öyle ise insanların istek ve arzuları nasıl tebliğ edilecektir? Bunun için Avrupalıların görüşleri değişiktir.

a) Mücerret akıl insanların hukukunu tesbit eder durumdadır. O halde düşünen insanlar gerçek hukuku ortaya koyabilirler.

Bu görüş düşünenlerin devamlı olarak farklı düşünmelerinden dolayı tatbik imkânını bulamamış ve hemen hemen böyle bir hukuk sisteminin yaşandığı memleket olmamıştır.

b-İnsanların arzuları, hukuku tesbit eder ve kurar. Bu arzular nelerdir ve bunlar nasıl tesbit edilecektir? Bu hususta Avrupa'da ekseriyet usûlü kabul edilmiştir.

Ekseriyet usûlünün tatbik imkânı olmadığı ve iyi neticeler vermediği bilinmektedir. Kararsızlık ve ekseriyetin ekalliyete tahakkümü bu sistemin en bâriz eksikliğidir.

c-Para ile cemiyetlerin sevk ve idare edileceğine, memleketin servetine sahip olanların halkı hâkimiyetleri altına alabileceklerine inanan bir çok kimseler kanun yapma hakkını da bu kimselere tanımışlardır. Demokrasi ve meclisler bunların birer paravanasından başka bir şey olmamaktadır.

Bu görüşün en büyük eksikliği bizzat mal ve mülkün hukuka dayanmış olmasıdır. «Bu benim malımdır» diyebilmem için topluluğun bunu bana vermiş olması şarttır. Bu da ancak başka bir hukuk anlayışı ile mümkündür. Yoksa karşımdaki «neden şenindir» der ve elimden alır. Nitekim komünizm ve sosyalizm bu sebeplerden doğmuş bulunmaktadır.

d-Hukuk kuvvete muhtaçtır. Kuvvetlinin istediği kanun olur, diyen Avrupalılar da pek çoktur.

Halbuki hukuk zayıfı kuvvetliye karşı korumak için kurulmuş bir müessesedir. Kuvvetlinin dediği olacaksa, hukuka ne ihtiyaç var? O zaten olmaktadır. Haklı kuvvetli olmalıdır, ancak her kuvvetlinin haklı olduğunu kabul etmek anarşizmden başka bir şey değildir.

İşte Avrupalı, hep böyle birbirini yok eden görüşlere dayanmakta ve hemen hemen daima göstermelik birer meclisler bulundurmakta ve sözde ekseriyet usulü ile gerekli hokkabazlıklar oynanmaktadır.

İslâmiyette İnceleme Zarureti ve Mes’uliyeti

İslâmiyete göre ise kanun yapma selâhiyeti ilim adamlarına verilmiş bulunmaktadır. Yalnız bu müessesenin çalışmasını anlıyabilmemiz için ilim adamlarının mertebeleri hakkında çok kısa malûmat vermiş olalım.

İslâmiyette kanun yapma işi içtihada dayandırılmaktadır. İçtihat bir meselede ferdin son gayreti sarf ederek hakkı bulmağa çalışması ve sonunda bir kanaata varmasıdır. Varılan netice hatalı olabilir, ancak insan hatasından dolayı mesûl değildir. Bilâkis araştırma yapmamış veya yanlış da olsa varılan neticeyi tatbik etmemiş olmasından mesuldür. Bu İslâmiyette o kadar kesin bir şekilde tesbit edilmiştir ki, hiç kimseden bilmediğinden yapmamış olduğu mazeretini kabul etmez ve hiç kimseye başkalarının aklı ile hareket etme külfetini ve hakkını tanımaz. Herkes kendine göre neticeyi tatbik edecektir. Hata etse de yine sevap alır. Yapmazsa veya başkalarının arzusuna göre hareket ederse isabet etse de mesûl olur.

İlmî ve Amelî İçtihat

İçtihat önce iki türe ayrılır: Biri İlmî içtihat, diğeri amelî içtihattır.

İlmî içtihat âlimler tarafından yapılır ve kendileri tarafından veya onları taklit edenler tarafından tatbik olunur. İlmî içtihadı yalnız âlimler yapabilir, onların vazifesidir. Meselâ bir hastanın hizmetle mükellef olmayacağına dair hüküm ilim adamları tarafından tesbit olunur.

Amelî içtihat ise İlmî içtihatlarla tesbit edilmiş bulunan hükümlerin tatbik edilmesi hususunda verilecek kararlar içindir. Böyle kararlar yine içtihada dayandırılır, bunun için istişare de şarttır. Karar ise bizzat tatbik eden tarafından verilir. Amelî içtihatta bulunmak bütün müslümanlara farzdır ve herkes amelî içtihatta bulunmak mecburiyetindedir.

İçtihatta Mertebeler

Gerek İlmî, gerekse amelî içtihatların iki tarafları vardır.

İçtihatta esas, tahkik sahibi olmaktır. Yani meseleleri bizzat düşünüp, araştırıp neticeye götürmektir. Bunlar içtihadın en üstün mertebesinde olup bütün sistemi kendileri koyarlar.

İçtihatta tahkik sahibi olmayıp taklit sahibi olanlar vardır. Bunlar meseleleri bizzat inceleyip neticeye varamıyacak olan kimselerdir. Bunlar taklit edecekleri şahsı kendileri seçerler ve böylece adam seçmede içtihat yapmış olurlar. Bunlar her ne kadar amelde taklitçi iseler de taklit edecekleri şahısları kendi içtihatları ile seçtikleri için imanda esasda tahkik sahibidirler.

Netice olarak müslüman demek kendi iradei cüziyesi ile yaşıyan, Allahtan başkasına kayıtsız şartsız teslim olmayan insandır. Müslüman içtihadına göre yaşıyan insandır.

Bu tahkik ve taklit mertebeleri arasında bir mertebe daha vardır. O da her ne kadar kendi başlarına içtihat yapmazlarsa da içtihat yapanların delillerini anlıyabilirler. Bunlar kendileri içtihat yapmaz, ancak içtihatlar arasında tercih yapabilirler. Eğer başka müctehitlerin görüşleri yoksa, o zaman kendileri de içtihat edebilirler.

İçtihatta Altı Mertebe

Bu esasa göre altı içtihat mertebesi ortaya çıkmaktadır:

1-Müçtehit, hükümleri kendi araştırmaları ile tesbit eder ve neticeye varır.

2-Fakih, hükümleri başkalarının araştırması ile tesbit eder ve neticeye tercih yoluyla varır.

3-Ehli zikr, hükümleri kendisine müçtehit olarak seçtiği kimsenin görüşünü kabul etmekle tesbit eder ve onun eserlerinden neticeleri çıkarır.

4-Mükellef, âlimlerden öğrenmiş olduğu hususları kendi içtihadına göre karara bağlar ve tatbik eder.

5-Talebe,âlimlerden öğrendiği hususları başkalarının müsaadesi ile tatbik ederler. Müsaade almadan tatbik edemezler.

6-Ümmî olanlar, hükümleri başkalarının nezaretinde tatbik ederler.

Şimdi bu mertebelerin nasıl kazanılabileceği hususuna kısaca temas edelim. Biz buna başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün ehliyetli diyerek mefhumları türkçeleştirmeğe çalışalım. Bugünkü akademik kariyerler ile, bunları çırak, işçi, kalfa, tekniker, mühendis ve profesör şeklinde ifade edebiliriz.

Kanun Yapma İlim Adamlarına Aittir

Şimdi birinci kaideyi vazediyoruz: İslâmiyete göre kanun yapma selahiyeti yalnız ilim adamlarına tanınmış olup, orta ehliyete sahip olmayanların teşride bir söz hakları yoktur.

İlim adamları da üç mertebeye ayrılmakta:

İlim Adamlarının Mertebeleri

a-Üstün ehliyetlilere, her mevzuda kanun koyma yetkisi veriliyor. İlim adamı düşünür, araştırır ve neticeye varır. Başka ilim adamları da başka sonuca varmış olur. Bu görüşlerden her ikisi meşrudur, her ikisi de tatbik edilebilir. Hangisinin tatbik edileceği hususunda karar vermek hakkı ise tatbikatçıya aittir. Kimse birini tatbik etmeğe icbar edilemez.

b-Yüksek ehliyetliler, üstün ehliyetlilerin vardıkları sonuçları derler ve tercih veya telif yoluyla neticelere varır.

Bunların vardıkları sonuçlar da yürürlüğe girer ve tatbikatçılar tarafından istenen görüş tatbik edilir.

c) Orta ehliyetliler, üstün ve yüksek ehliyetlilerin vardıkları neticeleri öğrenebilir ve onların adına tatbikatçılara bilgileri aktarabilir. Kendileri tercih veya telifleri yapamazlar.

İlk bakışta, bu bir karışıklık meydana getirir gibi görülürse de tarihî tatbikat ve bugün Amerika ve İngilteredeki kanunsuzluğun asla bu karışıklığı meydana getirmemesi aksini ispatlamaktadır.

Çünkü ilim adamı araştırması neticesinde çok az hata yapar ve bu zamanla düzelir. Yeni araştırmalar eski araştırmalardaki hataları ortadan kaldırır, devamlı olarak hakka doğru gidilir.

İlim Adamlarının Mertebesini Kim Verecek?

Şimdi ikinci itiraz ortaya çıkabilir, acaba bu ilim adamlarının mertebelerini kim verecektir? Bunun usulü ne olacaktır? Bu mertebeler hiç şüphesiz yine ilim adamlarınca verilecektir. Ancak verilme usulü yine bugün Avrupa'da tatbik edilen şekilden tamamen farklıdır.

İlmî Mertebe Sahipleri

İslâm tarihinde, ilmi mertebeler almış pek çok ilim adamları gelmiştir. Meselâ Ebu Hanife, Malikî, Şafiî, Hanbelî fıkıhda; Buharî, Müslim, Ebu Dâvût, Neseî, Tirmizî, Ibni Maceh hadisde; Kâzî ve Râzî tefsirde; Gazalî kelâmda üstat olmuşlardır. Diğer bir çok ilim adamlarının da derece derece mertebeleri vardır. Bunlara bu ünvanları üniversiteler vermedi, senatolar tasdik etmedi. Kendileri aldılar ve bütün müslümanlar tasdik ettiler.

İşte, bugün de ilim adamlarına rütbeyi halk verecektir. Yaptıkları içtihatlar ne kadar benimsenir ve tatbik edilirse o nisbette üstat olmuş olurlar. Yoksa diplomalar mutlaka âlimleri belli etmiş olmaz.

İlim Adamlarının Murakabesi

Bir sual daha sorulacaktır: Peki ilim adamını bağlayan bir şey olmayacak mıdır? Hepten keyfî hareket etme imkânına sahip mi olacaktır?

İlim adamını kontrol eden unsur, halkdır. Onun görüşlerini benimsememekle ilk murakabeyi yapmış olur. İkinci murakabe ilim adamlarının ittifakla sabit olan hususlara uymak mecburiyetinde olmalarıdır. İslâmiyette ilim adamlarının ittifakla kabul ettikleri hususlar vardır. Buna icma denmektedir. icma ile sabit olan hususlar anayasa hükmündedir, herkes ona uymakla mükelleftir.

Devlet Başkanının İlim Adamlarını Sürme Hakkı

Son olarak ilim adamını kontrol altına alan bir husus devlet başkanının rejim için tehlikeli gördüğü ilim adamını memleket dışına sürebilmesidir. Devlet adamı değişinceye kadar o ilim adamı o memlekete giremez, dolayısiyle onun içtihatları tatbik edilemez.

Netice

Netice olarak İslâmiyette kanunların yerini müçtehitlerin içtihatları, anayasanın yerini müçtehitlerin ittifakları almaktadır. Halk farklı görüşlerden kendisine uygun olanı tatbik etmekle serbest bırakılmaktadır. Herkese ilim adamı olma yetkisi de hiçbir tahsil şartı koşulmadan tanınmaktadır.