FAİZSİZ YENİ BİR BANKA MODELİM
Süleyman Karagülle
2183 Okunma
FAİZSİZBANK.KURULUŞU TEŞK.ve.YÖNETİMİ-SüleymanAkdemir


DÖRDÜNCÜ OTURUM
Başkan : Ahmet Aydın Bolak
 
FAİZSİZ BANKANIN KURULUŞU TEŞKİLATLANMASI
                            VE                  YÖNETİM ŞEKLİ

                                                   Süleyman AKDEMİR ( )
                 I — KURULUŞLAR
                  Günümüzde bankalar genelde anonim şirket veya kooperatif şeklinde kurulmaktadır. Ülkemizde ise, kooperatif olarak bir ku¬rulma şekli de söz konusu değildir. Devletler Banka'yı bir devlet işinden çok bir şirket işi olarak bakmaktadır. Faizsiz sistemde ise, banka ve şirket birbirinden tamamen farklı iki kurumdur. Banka (Kredileşme Vakfı) devlet görevi olup, özel sektöre terk edilmemiş¬tir. Ülkemiz şartlarında faizsiz bir modelin uygulanması, mevzuatta bir değişiklik yapılmak suretiyle vakıf şeklinde veya mevzuat¬ta bir değişiklik yapmadan bir vakfın kuracağı anonim şirket ola¬rak düşünülebilir. Her iki halde de kurulacak bankanın «ülke düze¬yinde faaliyet göstermesi, ancak belli zümre ve şahısların bankaya egemen olmaması» gerekmektedir. Aksi takdirde böyle bir banka kuruluş gayesinden sapmış ve devlet içinde devlet olmuş demek¬tir. Bu bakımdan bankayı kuracak kimselerin tüzel kişilerden oluş¬masında önemli bazı faydalar bulunmaktadır. Bu tüzel kişiler için¬de anonim şirket gibi sermayeye dayanan ortaklıklar da yer alma¬malıdır. Bu tüzel kişiler daha çok köy, belediye, kredi kooperatif¬leri, cami ve okul dernekleri gibi ülke çapında teşkilâtı olmayan ve ilk kademede halkla temasta olan kuruluşlar olmalıdır. Keza bu kuruluşlar özel çıkardan çok genel ortak çıkarları gözeten kuruluş¬lardan oluşmalıdır. Bunlar, bir apartman yönetimi veya
bir köy, bir belde şeklinde ortaya çıkmış olabilirler. Ayrıca belli ortak hiz-metlerin görülmesi için bugünkü statüde dernek denilen, ama as¬lında birer vakıf gibi çalışan kuruluşlar bu amaca daha iyi hizmet edebilirler. Özellikle, okul ve cami dernekleri Türkiye'de bu şek¬liyle yaygındır. Mesleki teşekküller, siyasî partiler, dinî teşekkül¬ler ise, ülke çapında teşkilâtlandıklarından bankanın kurucuları arasında yer almamalıdır.
    Bu tüzel kişilerin demokratik esaslarla yönetilmeleri de şart¬tır. Çünkü böyle bir sistemde «halkın temsil edilmesi» esası vardır. Şirketlerden sadece kâr amacı gütmeyen kooperatiflerin kurucular arasında yer almalarında bir sakınca görülmeyebilir. Tüzükleri de¬mokratik esaslara uymayan kuruluşlar bankanın kurucuları ara¬sında yer alamayacağı gibi sonradan tüzük değişikliğine uğramışlar ise, ülke çapında teşkilâtlandıklarından bankanın kurucuları arasında yer almamalıdır.
Tüzel kişiler, belli sınıf ve gruplara, mezhep ve ideolojilere da-yanmamalıdır. Çünkü bu tür kuruluşların kendilerine göre kredi anlayışları vardır. Bankayı bu yöne sürüklemeye çalışırlar. Bu ise huzursuzlukların kaynağı olabilir (1).
Bankayı kuracak olan tüzel kişiler, buraya bir sermaye koya¬caklar ve rizikoya gireceklerdir. Bu rizikonun kendilerine bir fayda sağlaması gerekir. Faizli bir sistemde bu fayda bankanın verdiği faizle aldığı faizlerin arasındaki farktan doğan artmadır. Faizsiz bir sistemde böyle bir kâr mevcut olmadığına göre bunun yerine nasıl bir menfaat ikame edilecektir? (2).  Dikkat edilecek olursa, bankanın kurucuları arasında zikre¬dilen tüzel kişiler bir bakıma topluluklara «genel hizmet» götüren tüzel kişilerdir. Faizsiz bir sistemde genel hizmetlerle, bu hizmet¬lere karşılık alınacak bedellerin baştan tespit edilmesi esastır." Ge¬nel hizmetlere iştirak güce göredir. Ancak genel hizmetlerden ya¬rarlanma ise, ihtiyaca göre olacaktır. Bu hizmetlerin Devlet düze¬yinde olanları bulunabileceği gibi il ve bucak düzeyinde olanları da vardır. Hatta bir apartmanın bile böyle ortak hizmetlere ihti¬yacı vardır. Halk mesken ve iş sitelerini kooperatifleşmek suretiyle, genel hizmetlerini ise kendilerinin kurdukları dernek, va¬kıf ve benzeri teşekküller aracılığı ile görmektedir. İşte faizsiz ban¬kayı kuracak olan bu tüzel kişilere, banka bazı genel hizmetleri örneğin kefalet gibi, sunacaktır. Kurucu tüzel kişilerin en önemli kârı bu olacaktır, olmalıdır (3). Yani üye ve ortakların tüzel kişilere verecekleri borç, altın cinsinden kabul edilecektir. Altında esas olan saf ağırlıktır.
          II — TEŞKİLATLANMA
          Bankalar milli olmalıdır. Her banka kendi ülkesi içinde faali¬yet gösterir. Çünkü banka kredi demektir. Kredi ise teminata da¬yanır. Teminatın kaynağı ise Devlettir. Uluslararası savaş dışı bir teminat olmadığına göre uluslararası bir bankanın teşkiline im¬kân yoktur. Mamafih, bankaların uluslararası ilişkiler kurması ve karşılıklı dayanışma esasına göre tüm dünyanın bir ekonomik çev¬re halinde oluşması da tabiîdir. Bankaların millî olmasının bir di¬ğer sebebi, bir parayı esas almaları gereğidir. Her ülkenin ayrı pa¬rası olduğuna ve bu ayrı paralar devletleri ayrı ayrı tanımladığına göre bankaların da o paraya göre kurulmuş olması zaruridir. Ya¬bancı bir sermaye ile bir banka kurulabilir; ancak bu banka da faaliyetlerini millî banka olarak sürdürmek durumundadır.
Hizmetlerde oto-kontrolün sağlanabilmesi, çıkarların paralel hale getirilebilmesi ve toplumsal dengenin kurulabilmesi ile hiz¬mette rekabetin gerçekleşebilmesi için tek banka yerine çok sayıda bankanın kurulması gerekir. Bu sayı genel denge kanunları ve on¬lu sistem dikkate alındığında ortalama 10 civarında olmalıdır. Te¬kelleşmenin olmaması için yediden az, anarşiye sebep olmaması için de yirmiden çok olmayacak şekilde dengelenebilmelidir.
Faizsiz banka halka dayalı olarak kurulacaktır. Bu sebeple hal¬kın kolayca katılabilmesi için teşkilatlanması şubeler şeklinde oluş¬malıdır. Şubeler adeta ayrı birer bankaymış gibi müstakillen faali¬yet göstermelidir. Üst şubeler ve merkez birer bankalar birliği ola¬rak fonksiyon icra etmelidir. Faizsiz bankanın yönetiminde asıl olan yerinden yönetim olup merkezî sistem düşünülemez.
1 — Şubelerin Büyüklükleri
Elli milyon(1987’de) nüfuslu ülkemizde ortalama on kadar bankanın tesis edileceği kabul edilecek ve her beş kişilik ailenin bir hesabı olduğu düşünülecek olursa bir bankaya ortalama bir milyon müş¬teri hesap açacak demektir. Bir bankanın şubesi ilçe veya bucak¬larda açılacağına ve ülkemizde bin kadar kasaba (bucak veya il¬çe) bulunduğuna göre bir şubenin ortalama bin kadar müşterisi olacaktır (4). Yeter sermayeyi temin eden ve ortak sayısı beş yüzü bulan yerlerde şubeler açılacaktır. Ellibin nüfuslu çevre içinde bankanın başka şubesi açılmayacaktır. Hizmet yarışı ve çıkar pa¬ralelliği banka içinde kurulacak sistemler ile sağlanacaktır. Bir şubenin kurulacağı yerde kurucular vakıf niteliğinde bir yer temin etmelidir. Şubenin açılabilmesi için en az üç personelin maaşlarını karşılayacak vakıf niteliğinde gelirler de sağlanmalıdır. Bunun için kira getiren arazi, dükkan veya çalışmakta olan fabrikaların payları temin edilebilir. Bu gelir yerlerinin mülkiyeti kurulacak vakfa ait olabileceği gibi intifa hakkı da bırakılmış olabilir. Bunla¬rı kurucu tüzel kişiler temin edecektir.
Her şube için kurucular ayrı bir vakıf kurmalıdır. Şubenin masraflarını bu vakıflar karşılamalıdır. Banka şubesi büyüdükçe masrafları artacaktır. Bu masraflar bankanın göreceği genel hiz¬metlerin karşılıklarıyla temin edilebilecektir.
Şubeler müstakil olarak çalışacağından her biri âdeta ayrı bir bankadır. Birinci kademede şubenin ortakları birbirleriyle ikrazda (karşılıklı borçlanmada) bulunacaklardır. Şube müstakil bir tüzel kişi olarak faaliyet  gösterecektir. Tüzel kişiliğinin oluşmasında bir anasözleşme (tüzük) bulunması, asgarî bir başkanın seçilmiş olması, bir bütçeye sahip olunması ve ortak veya üyelerine karşı uygulayabileceği bir müeyyidenin bulunması şartları bu şubeler için de geçerlidir. Yani, her şubenin ayrı bir başkanı ve ayrı bir büt¬çesi olacak; anasözleşme ve müeyyide için ise merkez şubenin ana-sözleşmesi ve müeyyidesi geçerli kabul edilecektir. Anasözleşme bir¬liği ve müeyyide teklifi üst ve merkez şubeler arasındaki beraberli¬ği ve dayanışmayı sağlayacaktır.
2 — Merkez Şubeleri
         Merkez şubeleri, şubeler kuracaktır. Şubeler tüzel kişilerden ve teşebbüslerden aldıkları genel hizmet paylarının 1/5'lerini bu mer¬kez şubelere aktaracaklardır. Yani, merkez şubeler, şubelerin ortak-
laşa tesis ettikleri bir hizmet kuruluşu olacaktır. Merkez şubelerin sermayesini şubeler oluşturacaktır. Bir başka ifade ile her şube sermayesinin l/5'ini bağlı bulunduğu merkez şubesine sermaye olarak koyacaktır (5).
Şubelerin merkez şubeleriyle ilişkileri kredi bakımından tekaruz (karşılıklı kredileşme) esasına dayanacaktır. Her şubenin mer¬kez şubede bir hesabı olacak ve şube meblağların fazlasını bu mer¬kez şubelere yatıracaktır. Buna mukabil karşılığında ihtiyaçları olduğunda kredi alacaklardır. Bir başka deyişle bir şube mudiye hangi muameleyi uyguluyorsa, merkez şube de şubelere aynı mua¬meleyi uygulayacaktır.
Merkez şubeleri önce şubelerin bir bankası olarak çalışacak¬lardır. Ayrıca genel hizmet yapan tüzel kişilerin genel hizmetlerini layıkı ile yerine getirebilmeleri için kurulacak hizmet teşebbüsleri¬nin de destekleyicisi olacaklardır.
Genel hizmetlerin ifasında asıl olan şubelerin bulunduğu yer¬lerde ilk hizmetlerin verilmiş olmasıdır. Bu hizmeti görenler ilk ka¬demede «orta ehliyetli» (6) seviyededir. Halk ile ilişkileri bunlar kuracaklardır. Ancak bunların hizmetlerini yapabilmeleri için uz¬manlarla işbirliği içinde bulunmaları gerekmektedir. Merkez şu¬belerde “yüksek ehliyetli» uzmanlar bulunacaktır. Şubelerde orta ehliyetli olarak hizmet görenler bu uzmanlardan birisiyle işbirliği içinde olacak ve gelirlerinin 1/5'ini bu kimseye vereceklerdir.
Merkez şubedeki uzmanların hizmetlerini tam olarak yerine getirebilmeleri için hizmet yapabilme imkânlarına sahip olmaları gerekir. Bu yerlerde hizmete gerekli tesislerin kurulmuş  olması
şarttır. Bu tesislerin yine vakıf statüsü içinde kurulmaları ye işlem-lerinde de vakıf sistemini benimsemeleri zaruridir.
Makbuzlar tek tip ve merkezde basılmış olacak; ancak bunla¬rın sahibi kurucu tüzel kişiler olacaktır. Bunlar, bu makbuzları kendi kaşeleri ile mühürledikten sonra banka temsilcisi ile birlikte belirledikleri kurucu mutemetlere bu makbuzları vereceklerdir. Ortak olmak isteyen kimseler bu makbuzlardan birini alarak bir cumhuriyet altınını verecektir. Kurucu mutemetler, banka merke¬zinin kurucuları adına onların gösterdikleri altın mevduat hesa¬bına bu altınları yatıracaklardır. Bu hesaptan altının çekilebil¬mesi için kurucu temsilcilerden birisi ile mutemetlerden birisinin imzaları gerekecektir. Yani bu hesap tüzel kişiler adına olacak ve tüzel kişiliğin yazısı ile çekilebilecektir. Bu şekilde toplanan kredi şeklindeki iştirakler altı ay önce haber vermek suretiyle geri iste¬nebilir nitelikte olacaktır. Bir başka deyişle, ortaklar altı ay önce haber vermek suretiyle bankaya koyduğu bu sermayeyi çekip ay¬rılabileceklerdir.
Bütün ülke içerisinde tüzel kişiler hesabında açılan altın mev¬duatta toplanan meblağ 200.000 cumhuriyet altınına ulaştığın¬da en çok altını toplayan tüzel kişilerden on ortak tarafından ban¬ka kurulmuş/ olacaktır. Diğer tüzel kişiler ise, bu kurucu tüzel ki¬şilere altını geçici olarak karz şeklinde vermiş olacaklardır. Yani başlangıçta bir tek merkez şubesi ve merkez şubenin de bir tek şu¬besi bulunacaktır. Bankanın Genel merkezi en çok altın mevduatı toplayan bölge merkezinde kurulacaktır. Bankanın genel merkezi burada kalacaktır.
Bütün ülke çapında ortak etmeye devam edilecek, tüm ortak iştirakler 400.000 altına baliğ olunca ikinci merkez şube ve onun şubesi kurulmuş olacaktır. Bu ilk şubenin kurulduğu yerde ikinci olarak en çok sermayeyi temin eden yer olacaktır. Böylece devam edilerek önce merkez şubeler tamamlanacaktır. Sonra her merkez şube kendi şubelerini aynı usulle kurmaya devam edecektir. Yani önce bütün ülkede toplanan sermaye kredi şeklinde aktarmalar yapılarak merkez şubeler, sonra bir bölgede toplanan sermayeler o bölgede kredi şeklinde aktarmalar yapılarak şubeler kurulmuştur.
Özetle, faizsiz bankanın kuruluşu halka ve halkın dayandığı kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmeli, teşkilatlanmada yerinden yönetim esasını alan şube sisteminden yararlanılmalı, kuruluş sermayesi altına bağlanmalı, ehliyet sistemini esas almalı ve bazı ge¬nel hizmetleri görmeyi prensip edinmelidir (Bak Şekil : 1).
 

III — BANKANIN YÖNETİMİ
        1 — Giriş
Toplum hayatı insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da vârdır. Hayvanların içinde de bir düzen oluşmuştur. Ancak, insanların meydana getirdikleri toplum ile hayvanların yaşama düzenleri arasında önemli fark, insanların kademeli toplumları, bir başka deyişle, hiyerarşik düzeni kurmuş olmalarıdır. Aşiretler birer top¬lum olduğu gibi, aşiretlerin birleşmesinden kabileler; kabilelerin birleşmesinden şa'bler (boylar), şa'blerin birleşmesinden kavimler (uluslar) meydana gelmiştir. Böylece birbirlerinden uzak yerler¬de bulunanlar dahi bir topluluk oluşturabilmektedir. Halbuki hay¬vanlarda sadece birarada yaşayanların topluluğu vardır.
İnsanlığın devamı için topluluğun büyümesi ve yek vücut ol¬ması zaruridir. Ancak bu durum, «yerinden yönetim» yerine «mer¬kezî yönetimi» getirdiği için, fertler bir takım haksızlıklara uğra¬makta ve sesini yukarıya duyuramamaktadır. İşte burada karşı¬laşılan en önemli sorun, büyümeyi önlemeden fertlerin ezilmeme¬sini sağlamaktır. Bu sebeple Batı'da geliştirilmiş periyodik seçim sistemleri meseleye köklü çözüm getirememiştir. Seçilenler, «ekse¬riyet sistemi» ile başa geldiklerinden halkın asgarî yarısının istediği olmamakta, mağduriyeti devam etmektedir. Hatta diğer yarısının da haklarının tam olarak korunduklarından söz edilemez. Çünkü, ikinci bir seçime kadar uzun bir zaman vardır ve seçim sırasında çeşitli politik oyunlar sergilenebilmektedir. Dolayısıyla ferdin bü¬yük çoğunluklar içindeki mağduriyeti giderilememektedir. Bu ba¬kımdan fertlerin haklarını koruyabilmek ve ezilmesini önlemek için bir mekanizmanın kurulması gerekmektedir. Faizsiz bir sistemin yönetiminde bu mekanizma hem fertlerin çıkarlarının korunma¬sı, hem de toplumsal dengenin bozulmadan sağlanması şeklinde tezahür etmelidir. Bu sebeple, banka yönetiminde halkın yöne¬time katılması ve seçim sistemi ile temsilciler önemli bir yer tutar. Bunun anlamı, faizsiz bir sistemde yönetim, seçilen temsilcilere dayanmak demektir.
Halkın temsilcilerini seçmesi ve bu suretle yönetime katılması gerekli olmakla beraber yeterli değildir. Bundan başka, yönetimde almacak kararların kollektif (ma'şerî) olması da şarttır. Faizsiz bir sistemi uygulamak isteyenlerin karar mekanizmalarını da buna
uygun olarak getirmeleri ve geliştirmeleri gerekmektedir. Faizli bir sistemin dayandığı karar mekanizması ve şekilleri ile faizsiz bir sistemi uygulamak mümkün değildir. Bu sebeple bu ayırımda ban¬ka yönetiminde temsilciler ve faizsiz bir sistemde karar şekilleri üzerinde durulacaktır.
         2— Temsilciler
Bankanın şube, merkez şube ve genel merkezini temsilciler yö¬netecektir. Burada her ünitede temsilcilerin nasıl seçilecekleri üze¬rinde durulacaktır.
         3— Şube Temsilcileri
Şubeyi kuracak tüzel kişiler, temsilci olabileceklere «temsilci¬lik yetkisi» vereceklerdir. Bu yetkinin verilme şekli, her tüzel kişinin kendi anasözleşmesine göre olacaktır. Tüzel kişiler, bu yetkilileri!n sermayeleri nispetinde paylaşacaklardır. Bütün temsilcilik yetki¬sine sahip olan kimselerin sayısı bir şube için yirmiden az, kırktan çok olamaz. Bu suretle temsilcilik yetkisini alan kimseler, gerçek kişiler olan ortaklardan temsilciliklerini toplamaya başlayacaklar¬dır. Yeter sayıda ortağı temsil eden, temsilci olacaktır. Yeter sayı¬nın tesbitinde temsil edilen kimselerin sayılarına göre bir sıralama yapılacaktır. Bir temsilcinin  temsilci olabilmesi için orta sayının yarısının üstünde ortakları temsil etmesi gerekir. Bir temsilci, bu orta sayının iki katından fazla ortağı da temsil edememelidir. Bu sınırlar çerçevesinde temsilcilerin sayısı kendiliğinden belirlenmiş olur.
Ortaklar temsilcilerini seçerken, bağlı bulundukları tüzel ki¬şilerin, «temsilcilik yetkisi» verdiği kimseleri temsilci olarak seçmek zorunda değildirler. Bu şekilde ortakların temsilcileri denetleme im¬kânı sağlanmış olacaktır.
    Her ortak, temsilcisini her zaman değiştirme hakkına sahip olacaktır. Keza temsilcinin de ortağın temsilciliğini kabul etmesi şarttır. Bir temsilcinin ortak sayısı yeter sayının altına düştüğü zaman temsilcilik dağılmış olur. Ortaklar başka temsilci seçerler. Bir temsilci azamî sayının üstünde ortağa sahip olursa, istedikle¬rini diğer temsilcilere aktarabilecek ve kendilerini haberdar ede¬cektir. Ortaklar isterlerse bu temsilci de kalacak, isterse kendileri yeni temsilci bulacaklardır.
Bu sistemle temsilcilerin belli periyodlar içinde yenilenmeleri yerine devamlı yenilenmesi getirilmiş olmaktadır. Böylece yönetim¬de süreklilik sağlanmaktadır. Bu şekilde oluşan temsilciler, banka¬nın yönetim kurulunu oluşturacaklardır. Her temsilci, yönetim ku¬rulunda temsil ettiği ortak sayısı nisbetinde söz sahibi olacak, ona göre oy kullanacak ve yönetime katılacaktır.
         Bir şubedeki temsilcilerin sayısı, yediden az ve yirmiden çok olamaz. Bu temsilciler şube başkanlarını ittifakla seçeceklerdir. Şube başkanının genel merkez tarafından da ehliyetli kabul edil¬mesi ayrıca şarttır. Böylece ehil olan biri ittifakla şube başkanı seçilmiş olacaktır.
        4 — Merkez Şube Temsilcileri
        Merkez şubelerinde «temsilcilik yetkisi»ni şube başkanları ve-recektir. O merkez şubenin kurucusu olan şube başkanları, birer kişiye «temsilcilik yetkisi»ni vereceklerdir. Ancak, bu temsilcilik yetkisini alanlar da yüksek tahsilli olmalı, ya da genel merkez ta¬rafından bunlara «yüksek ehliyet» tevdi edilmelidir. Böylece yüze yakın kimseye bir bölgede merkez şube temsilciliği yetkisi verilmiş olur. Bu temsilci orta sayının üzerinde şube temsilcilerinin temsil¬ciliğini almak zorundadır. Bu temsilciler orta sayının iki katından çok!sa, temsilcilerin temsil ettiği ortak sayısı dikkate alınabilir. Diğer taraftan ortak sayısı yerine sermaye de, yani ortakların sermaye katkısı da temsilcilik gücünde gözönünde tutulabilir. Bu üç tem¬silciliğin güçlerini ayırmak için «temsilcilik gücü», «ortaklık gücü» ve «sermaye gücü» terimlerini kullanacağız. Temsilcilik gücü, tem¬silcinin temsil ettiği temsilciler sayısı ile, ortaklık gücü temsilcinin temsilci ortaklar sayısı ile, sermaye gücü temsilcilerin temin ettik¬leri sermayenin miktarı ile belirlenecektir.
Merkez şube temsilcilerinin sayısı da asgarî ve azamî güç ile sınırlanmak suretiyle belirlenecektir. Bunlar merkez şube başka¬nını ittifakla seçeceklerdir. Yine bu başkanın da genel merkez ta¬rafından ehliyetli gösterilmesi şartı vardır. Merkez şube temsilcile¬rinin alacakları kararlar sadece merkez şubenin görevleri ile ilgili olup şube yönetimleri ile ilgili kararları içine almaz. Bunların şubeleri denetleme yetkileri de yoktur. Merkez şubeleri gelirleri ve sermayeleri üzerinde sözleşmeye uygun tasarruflarda bulunurlar. Merkez şube temsilcilerinin değişmesi de şube temsilcilerinin değişmesi gibi olup yeter güçlerini kaybedince otomatikman temsilcilik¬ten düşerler. Yeter gücü kazanınca kendiliğinden temsilci olurlar. Temsilcisini değiştirenler yeni temsilcinin temsilciliği kesinleşin¬ceye kadar eski temsilcinin nezdinde kalırlar.
Temsilciliğin kazanılabilmesi için her üç güçten yeter sayının toplanması gerekir. Yani her birinin orta gücün yarısından fazla¬sını elde etmesi şarttır. Temsilciliğin kaybedilmesi için ise, her üç gücün de orta gücün altına düşmesi gerekir.
        5 — Genel Merkez Temsilcileri
        Faizsiz bankanın merkez şube sayısı yaklaşık on kadar ola¬caktır. Bu merkez şubelerde yine yaklaşık olarak on temsilci bu¬lunacaktır. Bu temsilcilerden her biri genel merkez için birer «tem¬silci adayı» göstereceklerdir. Bu adayların «akademik kariyer» yap¬mış olmaları şarttır. Veya genel merkez tarafından kendilerine «üstün ehliyet» verilmiş olması gerekir. Bunlar kendilerine bağla¬nacak bir başka deyişle temsilcilik verecek merkez şubesi temsilci¬liğini temin eden kimseler genel merkez temsilcisi olurlar. Temsil¬ciliğin düşmesi için bağlanan temsilci sayısının yedinin altına in¬mesi, temsil edilen ortak ve sermaye sayısının da vasatın altına düş¬mesi şarttır.
Genel merkez temsilcileri bankanın yönetim kurulunu oluştu¬rur. Bankanın genel kurulunu ise, aşağıdaki kimseler meydana ge¬tirir:
 a.Şubelerin genel kurullarını bütün ortaklar,
  b.Merkez şubelerin genel kurullarını şube temsilcileri ile şu-
be başkanları,
 c.Genel merkezin genel kurulunu ise,
aa.   Tüm şube ve merkez şube başkanları,
bb.   Merkez şube temsilcileri,
cc.   Genel merkez temsilci adayları, oluşturur. Buna göre, şubelerin sayısı bin, merkez şube başkanlarının sayısı on, merkez şube temsilcilerinin sayısı yüz, genel mer¬kez temsilci adaylarının da sayısı yüz olacağından bin ikiyüz on (1210) civarında delegenin katıldığı bir genel kurul aktedilmiş olacaktır.
Genel kurul, yönetim kurulunun aldığı ve daha çok statü ile ilgili kararları onaylamak ve yönetim kurullarının faaliyetlerini ibra etmiş olmak için toplanacaktır. Seçim yapmayacak ve kendi¬si de doğrudan doğruya kararlar almayacaktır.
Yönetim kurulu, kararlarını ittifakla alacaktır. Bu ittifak ko¬nu üzerinde olabilir veya konu üzerinde ittifak edilemiyorsa, Ge¬nel Başkana bu konu üzerinde karar alma yetkisi ittifakla verile¬bilir. Bunun dışında yönetim kurulunun aldığı kararlar istişarî ve icraî niteliktedir.
       Anasözleşmelerdeki değişiklikleri muhtevi kararlar ittifakla alınır ve beklenmeden yürürlüğe konulur. Senede bir gün ve be¬lirli bir zamanda akdedilen, genel kurulun onayına sunulur. Kabul edildiği takdirde yönetim kurulu ibra edilmiş olur. Edilmediği tak¬dirde yönetimin yeniden teşkiline karar verilir. Bu takdirde Genel Başkan değişmiş olur. İbra edilmeyen yönetim kurulu üyeleri bir daha temsilci olamazlar.
6 — KARARLAR
        Canlılar dış tesirlerle harekete geçerler. İnsan dışındaki can¬lılar için bu hareket refleks şeklindedir. Yani dışardan gelen tesir¬ler devreleri açıp kapayarak sonunda herekete dönüşürler. Halbuki insanlarda «hafıza» denilen bir meleke vardır. Dıştan alınanlar hafızaya kaydedilir ve bilahere değerlendirilir. Kayıt ile değerlen¬dirme arasında yıllar gibi uzun zamanlar geçebilir. Sonraki değer¬lendirmeler yeniden hafızaya alınır ve yıllar sonra harekete geçe¬bilir. Fert için bu kararlar bazan kaide şekline dönüşür.
Fertteki bu karar mekanizması insan toplulukları için de söz konusudur. Topluluk içinde değişik fertler gerekli bilgileri toplar¬lar. Bunlar kayıtlara geçer, bekletilir, sonra karar mercii bunları değerlendirir ve emir haline getirir.
Bilgi toplama ve uygulama topluluk içinde iş bölümü esasına
göre yürütülür ve bir bütünlük arzeder. Fertlerin ayrı ayrı yaptık¬larının toplamı ortaklaşa ve birlikte yaptıklarına eşit olacaktır. Ancak karar verme mekanizmasının ortaklaşa ve birlikte olabil¬mesi için bazı zorluklarla karşılaşılmaktadır. Günümüzde kararın kollektif olabilmesi için «ekseriyet sistemi» benimsenmiştir. Bu sistemin başarısız olduğu kesindir. Bu sebeple bu sistem gösterme¬likten ibaret kalmakta, kararlar genelde bir kişi tarafından veril¬mektedir.Faizsiz bir sistemde kararların «kollektif» (ma'şerî) nitelikte olması için bir takım usul ve kaideler geliştirilmiştir; ayrıca geliş¬tirilmelidir. Bu tür kararların başında «ittifakla alınan kararlar gelir. Herkes ayrı ayrı düşünmesine rağmen ittifak hasıl olmuşsa bu çeşit kararlar, o topluluğun kesin kararlarını oluşturur. Faizsiz bir sistemde ittifak hasıl olmayan yerlerde, bir başka deyişle alı-nan kararlar farklı olduğu durumlarda, herkesin kendi kararını kendi bildiği gibi uygulaması genel kaidedir. Yani ittifakta birlik, ihtilafta ise ayrılık devam edecektir. Mamafih ihtilaf edenler da¬yanışmada birbirlerine bağlıdır. Herkesin kendi kararına uyma¬sında diğerleri için kendi görüşlerine aykırı olsa bile, yardım etme ve dayanışmanın devam etmesini engellememelidir.
Burada, madem ki herkes kendi kararına göre hareket ediyor, o halde aramızdaki birlik ve ortaklık nerede kaldı diye sorulabilir. İslâm düşünce sistemi dışındaki bütün sistemler bu soruya, benzer cevabı vererek böyle durumlarda «ekseriyet sistemi»ne başvurmak¬tadırlar. Çağdaş demokrasilerin görüşü de budur. İslâm düşünce sisteminde birlik ve beraberlik, hürriyetin terk edilmesi ve başka¬larının düşüncelerine esir olma anlamını taşımaz. Tam aksine her¬kes düşündüğünü yapabilmek için birbirine muhtaçtır. Tek başı¬mıza başaramadığımızı, bir araya gelmek suretiyle başarmış olu¬yoruz.
Demek ki faizsiz sistemin temel dayanağı herkesin ve her top-luluğun kendi kararlarının kendilerinin uygulaması ve kimsenin veya hiç bir topluluğun diğerlerinin kararlarına karışmaması esa¬sıdır. Bu karışmama onların kararlarını değiştirecek şekilde mü¬dahale etmeme anlamında olup, yardımlaşmama mânâsını taşı¬maz. Bilakis bunların, herkesin kendi içtihatlarına göre hareket edeceklerine dair birbirlerine sözleri bulunmaktadır.   Birinin bu hürriyetini kaybetmesi tehlikesi ile karşı karşıya gelmesi halinde hepsi yekvücut olup hep birlikte hukukî düzeni koruyacaklardır.Bu kısa açıklama ve gerekçeler faizsiz bir sistemin dayandığı karar mekanizmasının farklı olduğunu göstermek için yeterlidir. Şimdi, bu düşünce sistemi içinde yer alan karar alma şekillerinin bazıları üzerinde durulacaktır. (Bak. Şekil : 2)
 

 
 
IV — YETKİLERİN VERİLMESİ
Faizsiz sistemde kollektif kararların alınabilmesi için kararın bir beyinden çıkması zarureti, diğer taraftan bu kararın kollektif ol¬ması gereği şu şekilde te'lif edilerek çözümlenecektir. Karar belli ol¬madan önce karar verecek fert üzerinde ittifak edilecek, böylece ka¬rar verecek kişinin kollektif belirlenmesinden dolayı karar fertten çıkmasına rağmen, kollektif karar kabul edilecektir. Bu şekilde ka¬rar verecek kişinin tayininde ittifak hasıl olabilmesi için bağlanma mekanizması (biat sistemi) geliştirilmiştir. Herkes topluluk içinde kalabilmesi için karar verme yetkisini bir başkasına devretmeye mecburdur. Aksi takdirde o topluluğa katılmamış veya o topluluk dışında sayılır. On kişinin kendisine bağlandığı kimse birinci de¬recede temsilci olmuş olur. Sonra temsilciler arasında yetki verme devam ederek sonunda on kadar temsilci kalmış olur (bunu yüz kabul edersek sonunda yüz kalır). Bütün bu yetkileri toplayan temsilciler hep karşılıklı anlaşmak suretiyle (icap ve kabul, bir başka deyişle ferdi ve emredici vekâlet sistemi) yetkileri topladık¬ları için bu topluluğun tüm yetkilerini kendilerinde dercetmiş olur¬lar. Bunlar içinde başkanın seçimi nasıl olacaktır? Bunun için temsilciler bir mahalde toplanacaklar ve ittifakla içlerinden birini seçeceklerdir. İttifak hasıl oluncaya kadar dağılamıyacaklardır. Toplantıyı terk eden temsilcilerin temsil edilmemesi durumu orta¬ya çıktığından bu temsilciler topluluk için ittifakla karar alma yet¬kisine sahip değildirler. Bu durumda meclis dağılacak ve diğer üyelerin yeni temsilci seçmeleri veya eski temsilcilerden birine ka¬tılmaları esası içinde temsilciler tamamlanacak ve yeniden toplanılacaktır. Temsilciliği toplantıyı terketmesi sebebiyle düşenlerin bir daha temsilci olamayacakları tabiidir. Çünkü onların ortaklık¬ları sona ermiştir. Şayet meclisi terkedenin yerine seçilen de mec¬lisi terkederse bu sefer hem kendisinin hem de kendisini seçenin alt derecedeki temsilcilerin o topluluğun üyesi (ortağı) olma du¬rumları sona erecektir. Bu mekanizma üyelere vanncaya kadar devam edebilir (7).
       İttifakla Başkanın seçilmesinden sonra bu kimse artık fert olarak kararlar almakla beraber almış olduğu bu kararlar kollek¬tif nitelikte kabul edilecektir. Mamafih kararın kollektif olabilmesi için başka şartlar vardır. Yani, Başkanın ittifakla seçilmesi yeterli olmayıp, ayrıca karar verilecek konunun da ittifakla tesbit edil¬mesi, kararın istişareden sonra alınması ve alınan bu kararın mec¬liste alınması da gerekmektedir. Başkan kendi kendine bu benim yetkim dahilindedir deyip karar verme yetkisine sahip değildir. Böyle bir karar kollektif olmayıp ferdîdir. Konu üzerinde ittifak birinci derecede temsilcilerin açık beyanı ile sağlanır. Bu beyan ilân edilir ve buna muhalefet etme bütün üyelerin hakkıdır. Ancak bu muhalefetlerini temsilcilerine bildirmek durumundadırlar. Bel-ki bir müddet içinde birinci derecedeki temsilciler görüşlerini değiştirirlerse ittifak ortadan kalkar. Değiştirmezlerse ittifak devam eder.
         1 — İSTİŞARE
         Yetkilerin biraz önce anlatıldığı üzere verilerek başkanların belirlenmesinden sonra bunların karar alabilmeleri için temsilcile¬re danışmaları gerekmektedir. Bu danışmaya «istişare” diyoruz. İstişare de yetkilinin belli konularda karar almasına yardımcı ola¬cak temsilcilerin görüşlerini almayı hedef aldığı gibi ferdin hak¬larının korunabilmesi için de önemli bir yer tutar.
İstişare için önce mesele ortaya konulur ve temsilcilere duyu¬rulur. Temsilciler meseleyi anlayabilmek için çeşitli sorular sora¬bilirler. Sonra kendilerine düşünmeleri (teemmül) için bir mühlet verilir. Temsilciler, kendilerinin alt kademelerindeki temsilcilere meseleyi aktarırlar; onlar da üyelere (ilk ortaklara) kadar giden silsile ile danışmaya devam ederler. Başkan bu duyurma işini tem¬silcilerden başka görevliler aracılığı ile de yapabilir.
Böylece istişare üyelerden başlanmak suretiyle temsilciler ara¬cılığı ile son temsilcilere kadar görüşler toplanmak suretiyle gerçek¬leştirilir. Son yetkilinin istişaresine isteyen bütün üyeler 'dinleyici' olarak katılabilirler ve kendi görüşlerinin temsilciler tarafından Başkana ulaştırılıp ulaştırılmadığını denetleyebilirler. Görüşlerinin yeterli düzeyde yetkiliye ulaşmadığı kanaatine varırlarsa temsilci¬lerini uyarırlar, Temsilciler ulaştırmamakta direnirlerse temsilci¬lerini değiştirebilirler. Başkan isterse temsilci olmayanları da mec¬lise alıp dinleyebilir. Söz yetkisi sadece temsilcilere aittir.
     Başkan takdir yoluyla istişare müddetini baştan veya belli bir müddet sonra belirleyebilir. Bunun için temsilciler ayrı ayrı istişare müddetlerini bildirirler. Bu müddetlerin orta değeri istişare müd¬deti olur. Herkes temsil ettiği üyelerin sayısı nisbetinde bu müd¬detten yararlanma hakkına sahiptir. Başkanın konuşması bu müd¬det içinde değildir. Temsilciler sözlerinin uzunluğunu kendileri be¬lirlerler. Sadece, müddetleri biterse konuşma hakları sona erer. Bit¬meden sözleri kesilemez. Her temsilci söz hakkının başka bir üye¬ye veya temsilciye kullandırabilir. Böylece herkes görüşünü beyan ettikten sonra Başkan kararını alır.
         Karar o anda temsilcilerin önünde ve onların konuşmaları aka-binde Başkanın kendi kendine düşündüğünde içinde doğan görüş¬tür. Bu görüş, o topluluğun görüşlerinin muhassalası şeklinde or¬taya çıkacaktır. Dolayısıyla kollektif bir karardır. Yetkilinin mec¬lisi terkettikten sonra aldığı kararlar kollektif kararlar değildir. Kesin olarak istişare ile karar arasında dışardan bir telkin gelme¬melidir. Başkan karar için sükut ettiği zaman herkes başını eğip önüne bakmalı, kendisi de aynı şekilde hareket etmelidir. Ne hare¬ket, ne de ses ile karar esnasında özel etki yapılmamalıdır. Böyle bir hareket istişareyi ifsat eder. Bu hareketi yapanlar meclisten çıkarılırlar. Yeniden herkes kısa da olsa görüşlerini beyan eder ve ondan sonra yeniden karar ittihaz edilir.
     Başkanın istişareden sonra aldığı kararlar kollektiftir ve ancak yeniden istişare edilerek karar alınması suretiyle değiştirilebilir. İstişareden evvel her türlü fikir ve görüşün ifadesi tamamen ser¬besttir ve istenen her türlü düşüncenin ortaya konulmasıdır. İsti¬şare edilip karar verildikten sonra reylerine muhalif olanlar uygu¬lamaya katılmayabilirler. İttifakla alınmamış kararların bir kısmı¬na hemen katılma mecburiyeti olmayabilir. Ancak sükut etmek zorundadırlar.
İstişareden sonra alınmış kararlara ancak uygulama yapıldık¬tan sonra muhalefet edilmesi caizdir. Uygulama esnasında muha¬lefet etmek caiz değildir ve üyelikten düşmesini gerektirebilir. Yet¬kiliye ittifakla verilmiş bir yetki sonunda alındığı için eğer ortak hareket etmeyi gerektiriyorsa ona uymak zorunluluğu vardır. Sü¬kut ile yapılan belli direnme olsa bile, sonra ya o karara uymak ya da topluluğu terk etmek gerekir.
        Bazı hallerde yetkiliyi başka bir Başkanın seçmesine de izin verilebilir. Ehliyetin tevcihi bir tür yetkili kılma anlamına gelmek¬tedir. Ancak yetkili olmak için ehliyetin tevcihi yeterli olmayıp ay¬rıca atanma da gerekmektedir ve genellikle ehliyeti tevcih edenle atamayı yapan ayrı ayrı kişilerdir. Görevliler emrinde çalışacak görevlileri ehliyetlilerden kendileri seçerler. Bu faizsiz sistemde te¬mel kaidedir. Genel hizmetleri görecek kimseleri ehliyetliler arasın¬dan hizmet edilecek kimseler yani üyeler seçerler. Böylece yetki dağılımı tamamlanmış olur.
Burada bir hususa önemle işaret etmek gerekir. Bu da istişare dışı bırakılmış kararlardır. Gizlilik isteyen veya mahremiyeti ge¬rektiren, arada kin ve buğzu doğuracak konularda istişare edilmez. Yetkili burada kimseye danışmadan ve gizli istihbaratta bulunma¬dan kararlarını alır. Özlük işleri ile ilgili kararlar böyle istişaresiz alınır.
İstişaresiz alınan kararlarda büyük hatanın işlenmemesi için bu tür kararlar istisnai kararlar olarak kabul etmek ve mümkün olduğu kadar azaltmak gerekir. Yetki tesbitinde kararın istişaresiz alınacağı tasrih edilmelidir. Sarahatle ifade edilmemişse kararla¬rın istişare ile alınacağı anlamına gelir.
İstişaresiz kararlarda tamamen yerinde karar alma sistemi uy-gulanacaktır. Kişi çok iyi olarak ancak yüze yakın insanı tanıya¬bilir. Bunların içinden seçme yapacağı doğrudan doğruya görevli kılacak kimselerin sayısı elliyi aşmamalıdır. Yoksa her tanıdığa görev verme gibi bir mecburiyet karşısında kalınır. İnsan bin ki¬şiyi uzaktan tanıyabilir. Ancak çok yakından ilgilenip uzun zaman düşündükten sonra karar alabilir. Özlük işlerde istişare söz konusu olmadığından demek ki, bu kademe için görev verme imkânı söz konusu değildir. Yetkililer devraldıkları yetkiyi kendileri kendi ta¬nıdıklarına devredecekler ve böylece yetki dağılışı meydana gele¬cektir.
Diğer taraftan ferdin haklarını koruyabilmemiz için de onun sesini yukarıya duyurma mekanizmasını geliştirmemizde istişare mekanizmasından yararlanılabilir.
Fert her türlü isteğini önce kendi temsilcisine duyuracaktır. Temsilcisini ikna edemediği ve harekete , geçiremediğini görürse temsilcisini değiştirecek ve isteklerini yeni temsilci aracılığı ile du-yurmağa çalışacaktır. Temsilci ortağın isteğini önce şube başkanı¬na götürecektir. Şüphesiz bunu götürüp götürmemekte temsilci serbest olacaktır. Ne var ki temsilcinin söz hakkı, gücü ile sınırlı¬dır. Yani idare kurulunda ancak gücü nisbetinde konuşma zamanı¬na haizdir. Dolayısıyla götüreceği şeyler de sınırlıdır. Buna göre isteklilerden tercihleri yapacak ve onları götürecektir. Götürmediği takdirde de temsilciliğini kaybedecektir. Böylece çıkar paralelliği sağlanmış ve denge kurulmuş olacaktır.
      Tüm görüşmeler aleni olacaktır. Temsilci, ortağın meselesini kurula getirirken görüşmelere, dinleyiciler arasında, ortak da bu¬lunacaktır. Dolayısıyla kendi meselesinin ne derece kurula getiril¬diğini müşahede edecek tatmin olacak veya temsilcisini değiştir¬mek suretiyle konuyu başka kanaldan kurula getirmiş olacaktır. Temsilci meseleyi şube seviyesinde hal edebilmişse mesele bitecek ve yukarıya bir şey aksetmeyecektir. Temsilci şubenin meseleyi hal¬letmediğini görürse ve ortağın mağduriyetinin devam ettiğine ka¬ni olursa meselenin merkez şubesine getirilmesi için bağlı bulun¬duğu merkez şube temsilcisine götürecek ve merkez şube temsilcisi ortağın mağduriyetini kabul ederse önce meseleyi merkez şube ku¬ruluna getirecektir. Merkez şube temsilcisi konuyu benimsemezse temsilci merkez şube temsilcisini değiştirebilecektir.
        Merkez şube temsilcisi konuyu merkez şube kuruluna getirdiği zaman görüşme aynı şekilde yani şubelerde olduğu gibi devam edecektir. Bu görüşmeler de alenidir. Temsilci veya ortak her za¬man bu görüşmelere dinleyici olarak katılabilir ve isteklerinin ku¬rula gelip gelmediğini kontrol edebilir ve temsilcilerini değiştirmek suretiyle konunun ayrı kanaldan gelmesini sağlayabilir.
Mesele merkez şubesi tarafından da halledilmemişse bu sefer merkez şube temsilcisi genel merkezdeki temsilcisini bulup ve konunun genel merkeze götürülmesini sağlar. Burada önce konu¬nun mahallinde halledilmesi ve yukarıya aktarılmaması sistemi getirilmiş oluyor. Sonra mahallinde halledilmeyen meseleler filitre
edilerek yukarıya götürülüyor. Şöyle ki, temsilcinin götürebileceği şeyler sınırlı oluyor ve ancak resmî meclisde ve aleni olarak yapı¬lıyor. Üçüncü husus bizzat mağdur olan kimse kendi konusunu bu aleni meclislerde takip edebiliyor. Dürdüncü husus, temsilcisini değiştirmek suretiyle meselesini halletmek için topluluğu zorlaya-biliyor. Böylece kişi sesini yukarıya duyurma imkânına ulaşıyor ve büyüme önlenmeden mağduriyet gideriliyor.
Halkın sesini yukarıya duyurma mekanizması olan temsilcilik mekanizması aynı zamanda istişare mekanizmasıdır. Şube başkanı konularını temsilcileriyle görüşür ve karara bağlayabilir. Bazı ko¬nuların ise ortaklarla da görüşülmesi gerekir. Şube başkanı konuyu temsilcilere anlatır. Ortakların da görüşlerini bildirmelerini ister. Temsilciler ortaklarla ayrı bir görüşme yaparak ortakların görüş¬lerini alırlar ve bu görüşleri öz halinde ikinci görüşmede başkana götürürler. Her iki görüşme aleni olduğu için ortaklar her zaman görüşlerini bildirme imkânma sahip olurlar. Şube başkanı bütün ortaklarla istişare yapmış olur.
Merkez şube başkanı da istişarelerini kademe kademe yapa¬bilir. Basit meselelerini, merkez temsilcileri ile istişare eder ve ka¬rara bağlar. Orta derecedeki meseleleri ise şube temsilcileri ile isti¬şare eder.
       2 — İÇTİHATLAR
           İstişare ve Başkanın kararlarında sadece hükümler beyan edi¬lir. Kesinlikle gerekçeler ortaya konulmaz ve karar muallel hale getirilmez. İslâm muhakeme sisteminde şahadet böyle beyanlardan ibarettir. Tadil edilmiş tanıklar kendileri tahkikat yaparlar, so¬ruşturma yaparlar, delilleri toplarlar ve aralarında tartışırlar, baş¬kalarıyla tartışırlar, gerekli görürlerse danışırlar. Bu hareketleri serbestçe kendi anlayışları ve görüşleri içinde yaparlar. Mahke¬menin huzuruna çıktıkları zaman sadece vardıkları sonuçları bir¬likte ve aynı ifadelerle tekrar ederler. Gerekçeler, göstergeler veya farklı ifadeler kullansalar şahitlikleri geçerli olmaz.
Başkanlık kararları bu tür kararlardandır. Gerekçesiz verilir ve tartışma yapılmaz. Tartışma sadece Başkanın karar almasından evvel ve Başkana yol göstermek için yapılır.
Bunun dışında yine İslâmiyet tarafından getirilip geliştirilen ikinci karar şekli vardır. Bu da delilleri ortaya koyup tartışılarak varılan karardır. Burada herkes delilleri kendi usulüne göre takdir edecek ve usul farkından dolayı farklı sonuçlar doğabilecektir. An¬cak tüm delil ve usul herkese ilân edilmiş ve bu delil ve usule itti¬fakla karşı çıkılmamış olması şarttır. Hükümde tek başına kalına¬bilir. İşte buna içtihad denilmektedir. Bu içtihadın önemli hükmü kişinin bu içtihadı ile ilzam olunmasıdır. Artık yapan için o kânun¬dur. Bunun ikinci bir hükmü içtihad edemeyecek durumda olanla¬rın içtihad edenlerden birisini taklit edebilmeleri ve hatta etmeye de mecbur olmalarıdır. Yani kişi ya kendisi araştırıp delillerini or¬taya koyacak ve içtihadını yapacak ya da böyle yapan birisine uya¬caktır. Mezhepler böyle oluşmuştur.
Burada önemli olan husus içtihad için iki şartın mevcut olma¬sıdır. Bunlardan biri içtihad yapacak kimsenin ilmî bakımdan ye¬terli olmasıdır. İlmî ehliyeti olmayanlar içtihad edemezler. Bir içtihadın taklid edilebilmesi için o içtihadı yapanın ehliyetli olma¬sı yeterli değildir. İçtihadı sonunda varmış olduğu sonuçları hangi delillere dayandırmış olduğunu da takip ettiği usulü ile birlikte or¬taya koyması gerekir. Yoksa müctehidin mücerret kavline itibar olunmaz. Bu çok önemli farkın bilinmesi gerekir. Başkanlar karar¬larını gerekçesiz verirler ve kararlar verilirken temsile istinad ederler. Yani vekâlet sistemi asıldır. Müctehidler ise içtihadlarını yaparken gerekçeli olarak beyan etmek zorundadırlar ve başkaları tarafından bundan sonra taklit edilirler. Bunların sadece ehliyetli olmaları yeterli olup yetkili kılınmaları şart değildir.
İçtihadlar icraî kararlar mahiyetinde değildir. Bunlar kazaî hükümler gibidir. Geçmişte cereyan etmiş olayların veya düşünce¬lerin ne gibi sonuçları olduğunu ortaya koymaktan ibarettir. Ka¬rarlar ise ileride yapılacaklar hakkında görüşleri ortaya koymak¬tır. Birisi atidir, diğeri mazinin sonucudur. Mukavele yapan iki kişi kararlar almaktadır; ama, sonra çıkan nizalarda hakemler içtihat¬lar yapmaktadır.
İçtihatların sıhhati için şeklî iki şarttan başka —ki bunlardan biri içtihat yapanın ehliyetli olması, diğeri içtihadın delilleri ile açıklanmasıdır— iki şartı daha vardır. Bunlardan biri müctehidin içtihatları aralarında çelişki bulunmamasıdır. Yani bir müçtehit için görüşlerinin bir bütünlük arz etmesi, bir şeyin hem doğru hem yanlış gibi bir sonuca varılmamış olmasıdır. Böyle bir şey görüldü¬ğünde karşı görüşte olanlar bunu beyan ederler. İçtihad eden bu çelişkileri giderirse taklit edilmesi caiz olur. Gideremezse caiz ol¬maz. Burada ölmüş bir kimsenin taklit edilip edilmeyeceği de çö¬zülmüş oluyor. Öldükten sonra içtihatları arasındaki çelişkiyi gide¬remeyeceğinden böyle bir çelişkiye rastlanıncaya kadar onun taklit edilmesi caizdir. Böyle bir çelişkiye rastlanırsa artık o taklit edile¬mez. İçtihadın ikinci şartı da varılan sonuçların icmaa muhalif ol¬mamasıdır. Sonuçlar icma'a muhalif ise o müçtehid taklit edile¬mez. Demek ki, kendi reyine muhalif bir icma hasıl olan bir müc¬tehidin taklidi caiz değildir. Ancak halef olarak müctehidler mez¬hebi sürdürebilirler. Bu ikinci şart bizi, ölmüş olan insanların tak¬lit edilemeyeceği sonucuna götürür.
        3 — İCMA'LAR
               İcma'lar ittifakla alınmış kararlar değildir. Karar zaten baş¬kan tarafından alınır ve artık o mecliste veya dışarıda diğerlerinin buna muhalefeti caiz değildir. Dolayısıyla her karar bir nevi itti¬fakla alınmıştır. Kararlar taklit de edilemez. Sadece o olay veya benzer olaylar için uygulanır. Başkanın yetkisi elinden alındıktan sonra kararın hükmü de biter. Yeni Başkan, yeniden istişare ede¬rek kararlar almak durumundadır. Sadece yeni kararlar alının¬caya kadar eskileri zımnen geçerli sayılır.
İcmalarda ise durum farklıdır. Kararlar bir mecliste ve birbir¬leriyle danışarak alındığı halde, içtihatlar aksine herkes kendi başına karara varmak suretiyle yapılır. İçtihat yapmadan evvel de¬liller toplanır ve bu arada istişareler yapılır, tartışmalar sürdü¬rülür, ancak içtihat kendi  başına ve kimsenin tesiri bulunmadığı zaman yapılır. Şimdi böylece birbirlerinden ayrı ve uzakta aynı meseleyi benzer şekilde çözmüş olanlar içtihatta birleşmiş değiller¬dir. Çünkü belki vardıkları sonuçlar aynıdır, ama delilleri ve takip ettikleri usuller farklı olabilir. İçtihatta delil ve usul de sonuç ka¬dar önemli olduğu için aynı sonuca varmış olmaları içtihattaki bir¬liği göstermez.
         Bununla beraber, aynı konuyu inceleyen değişik kimseler, de¬ğişik yerlerde, değişik delilleri değerlendirerek değişik usullerle yü¬rüdükleri halde aynı sonuca varmışlarsa bunun İslâm hukukunda önemli bir yeri vardır. Buna icma denilmektedir ve içtihatlar zannî hükümler olduğu halde icmalar kat'î hükümler kabul edilmiştir. İslâm âlemi bunu sadece fıkıhda geçerli bir metod kabul etmiştir. Ancak bize göre bu metodun bütün ilimlere teşmil edilmesi zarure¬ti vardır. Çağımız Yunanlıların iddia ettikleri gibi değişmez, bedihi aksiyomların olmadığını ortaya koymuştur. Onun yerine geti¬recek hiçbir kriter konulmamıştır. Şimdi biz diyoruz ki, eğer bütün astronomlar dünya dönüyor diyorlarsa, bizim aksi iddialar ile orta¬ya çıkmamız, hiçbir şey ifade etmez. Ama ihtilaf ettikleri nokta¬larda, meselâ kanserin kaynağı virüstür gibi iddialar ise, kesin bilgiler olmayıp herkes kendi görüşüne göre âmel edecektir. Bize göre, faizsiz sistemi getirmek isteyenler içtihat sistemlerinin yeni-den ele almaları gerektiği gibi icma müessesesini de yeniden düzen¬lemelidirler. İcma konusu tarihte ele alınmış ise de uygulaması çok erken devirlerde terkedilmiştir. Bugün birçok yeni meselelerini çöz¬mek zorundadır.
         İcma'ın çağımızda karşılaştığı en önemli meselesi, icma' ünite-lerinin tesbitidir. Malike göre Medine'lilerin ittifakı icma' için ye¬terlidir. Ebu Hanife'ye göre ise, bütün İslâm ulemasının ittifakı şarttır. Kimine göre icma'a yalnız rüsuh mertebesindeki âlimler ka¬tılabilir. Kimine göre ise o konuda bilgisi olan herkesin reyi geçer¬lidir. Kimine göre sükûtî icma sahihtir. Kimine göre ise değildir. Bu konular onların meselesiydi. Bizim şimdi çözeceğimiz meseleler pek çoktur.
İlmî ehliyetleri üç mertebeye ayırıyoruz. Üstün ehliyetliler, doktora yapmış olanlar; yüksek ehliyetliler üniversiteyi bitirenler¬dir Orta ehliyetliler ise orta (lise dahil) öğrenimi görmüş olan¬lardır. Ve şimdi biz icma'ları aşağıdaki şekilde sınıflandırıyoruz:
         a — Uluslararası icma'lar : Yeryüzündeki bütün doktora yapmış ilim adamlarının birleştikleri hususlardır. Güneş dünya¬dan yüz sekiz defa büyüktür ifadesi böyledir.
b — Millî icma'lar : Bir devlet içinde doktora yapmış olanla¬rın birleştikleri hususlardır. O topluluğun anayasası mahiyetinde¬dir. Yukarıdaki icma'larda değişiklik beklenemez. Halbuki millî icma'larda aksi icma'larla değişiklik yapılmış olur.
c — İl icma'ları : Bir ilde yaşayan yüksek ehliyetlilerin icma'larıdır. Bugünkü il meclis kararlarına benzer.
    d — Bucak kararları : Bir bucaktaki orta ehliyetlilerin icma'larıdır.
     e — Mahalle sakinlerinin icma'ı : Bir mahallede oturan ve rüşde eren kimselerin icma' ettikleri hususlardır,
      f — Özel icma'lar : Bir derneğin veya şirketin veya herhangi bir tüzel kişinin üyeleri veya temsilcileri tarafından  ittifakla alı¬nan kararlardır. Mukavele ve statülerde bu tür ittifaklarla değişik¬lik yapılabilir. Site, dernek ve şirket mukaveleleri önceden hazır¬lanır. Sonra buraya katılanlar veya belirli mahalle girenler bu statüleri benimsemiş olurlar. Bu da zımnen icma' mahiyetindedir. Bankamızın ilgilendiği icma'lar bu tür özel icma'lardandır. Mer¬kezde üstün ehliyetlilerin, merkez şubelerinde yüksek ehliyetlilerin, şubelerde ise, orta ehliyetlilerin icma'ı ile kendileri ile ügili icma'lar oluşmuş olur. Yönetmelikler böyle meydana gelir. Site ve diğer se¬net, mukaveleleri yapanlar ortaya arz ederler. Onu kabul edenler onun hak ve vecibelerini yüklenmiş olurlar. Böylece yine kendi ara¬larında özel icma' doğmuş olur.
Görülüyor ki, faizsiz sistem faizli sistemden farklı olarak bir çok müesseseleri birlikte getirmektedir. Faizli sistemle çelişki için¬de değildir. Yani iki sistem de bir ülke içinde birlikte yaşayabilirler.
          V — ADEDÎ KARARLAR
           Kollektif kararların sonunda bir dimağdan çıkması gerektiği zarureti yukarıda anlatılmış ve kararın kollektif olması için temsil ve ittifak sistemleri getirilmişti. Bazı yerlerde kararlar kollektif alınabilir. Bir pazaryeri kurulur ve herkes istediği fiatla almaya ve satmaya serbest bırakılırsa sonunda psikolojik tesirlerle kollektif bir karar oluşur ve o günün rayiç fiatı ortaya çıkar. Bu psikolojik tesir herkesin malını en pahalı satmak istemesi ve alacağını da en ucuza almaya çalışmasıdır. Sonunda ister istemez herkes bir yere gelmiş olur. Tam ma'şeri karar budur. Bunun dışında, ilmin kati sonuçları vardır ki, kim o muhakemeyi yürütürse yürütsün, veya hesaplarsa hesaplasın aynı sonuçlara varır. Bu da ma'şeri karar¬dır. Birçok topluluklarm örfleri ve âdetleri o topluluklar için ilmî sonuçlar kadar kesindir. Böyle olunca da herkes kararlar alırken
örf ve âdetlere kesinlikle uyacağı için sonunda yine ma'şeri karar¬lar oluşmuş olur.
Çağımızda ekseriyetin aldığı kararların ma'şeri kararlar oldu¬ğu kabul edilmekte ise de bu ekseriyetin temini belli etkilerle ma'şe¬ri olmadan da sağlanabildiği için uygulamada gerçeklere uyma¬maktadır. Ekseriyet sistemi dengesizliklere yol açmaktadır. Biz bunun dışında bazı ma'şeri sistemler getireceğiz. Bunlar daha çok sayılarla ilgili sistemlerdir.
Sayıların üzerinde biraz durmamız gerekir. Sayı bir ile iki ara¬sında bile sonsuzdur. Bununla beraber biz bütün sayılan değil de belli sayılan kullanırız. Bunlara standart sayılar diyoruz. 1, 2, 3,
4 n ile gösterilen bütün sayılara tam sayılar denmektedir. 1,3,
5,... 2n -1 tek sayıları teşkil ederler. 2, 4, 6, 8... 2n çift sayıları oluş-tururlar. 1, 2, 4, 8... 2n katlamalı sayıları oluştururlar. Ayrıca 1, 10, 100, 1000... lOn onlu sayı sistemi meydana getirirler. Bun¬lar bir tabanına göredir. Bunları üç (3) veya yedi tabanına göre de tertip edebiliriz. Pozitif sayılar olduğu gibi negatif sayılar da vardır. Tersleri alınmak suretiyle kesirler bulunabilir. Bunların terkipleri ile değişik sayı sistemleri oluşturabilirler. Bunlara müm¬taz sayılar veya standart sayılar denilmektedir.
Kararlar alınırken veya hesaplar yapılırken bulunan rakamlar en yakın mümtaz sayıya götürülür. Böylece rakamların vahdetine kollektif olarak gidilmiş olur. Meselâ, birkaç kişi değerlendirme yaptı ve biz ortalama değer bulduk 9,5 çıktı. Bunu 10 yapmak su¬retiyle kollektif karara yaklaşmış oluruz. Bu bir kabuldür.
VI — SIRALAMA
İnsanların doğrudan doğruya büyüklükleri takdir etmeleri çok zordur. Meselâ 100 kişiye şu adamın kaç santimdir desek isabetle rakamını bildirmeleri belki yüzde bir ile iki arasındadır. Ama iki kişiyi yanyana koyup hangisi uzun boyludur desek yüzde doksan dokuzu doğru cevap verir. Topluluklar içinde de bir kişinin bilgisi kaç de¬recedir denilse hemen hemen herkes başka bir cevap verir. Ama bu iki kişiden hangisi bir konuda daha bilgilidir diye sorulsa bü¬yük yakınlıkla benzer cevap alınır. İşte insanm bu takdir meleke¬sinden yararlanarak değerleri sıralamak mümkündür.
Bir apartmanın değişik daireleri olsa ve bu daireler arasındaki fiat farklarının takdiri istense isabetli takdirde bulunmak çok zor olur. Ancak bu daireleri değerleri ile sıralayın, en kıymetli birinci, sonrasını ikinci olarak devam edin ve bir sıra verin diyecek olursak, on kişiye bunu yaptırsak belki de dokuzu aynı sırayı verecekler¬dir. İşte buna yani istenen değeri ile varlıkları bir diziye dizmeye sıralama diyoruz.
      Sıralamanın sıhhatli yapılması için önce sıralanacaklar gelişi¬güzel dizilir. Sonra sondan başlamak üzere ikisi karşılaştırılır. Son¬dan birincisi daha sonraya gelecek şekilde değerce az ise yerinde bırakılır. Değilse yerleri değiştirilir. Sonra sondan üçüncü ele alı¬nıp sondan ikincisi ile karşılaştırılır; duruma göre yerinde bırakılır veya bir sona alınır. Yerinde bırakılmışsa işlem bir geriye intikal eder, bir sonraya alınmışsa, ondan sonrası ile karşılaştırılır. Böy¬lece gerisin geriye gidilerek sonuna varıldığında yani birinci ele¬mana gelindiğinde işlem biter ve sıralama tamamlanır.
Meselâ 2, 3, 1, 5, 7, 9, 8, 4, 6, gibi sayılar elimizde olsun ve bun¬ları büyüklük sırasına göre sıralayalım. Önce 4 ile 6'yı karşılaştı¬rırız. 6, 4'den büyük olduğu için yerinde bırakırız ve 8'e geçeriz. 8, 4'den büyüktür, atlarız, 6'dan da büyüktür, yine atlarız, 4, 6, 8 dizisini elde ederiz. Benzerini 9'da yaparız. 4, 6, 8, 9 dizisini elde ederiz. 5 için 1 atlarız ve 4, 5, 6, 7, 8, 9 dizisini elde ederiz. 1, 4'den küçük olduğu için bırakırız. 3, l'den büyüktür, 1 atlar dururuz ve 1, 3, 5, 6, 7, 8, 9 dizisini elde ederiz. 2, l'den büyüktür. Değiştiririz, dururuz ve istediğimiz 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 dizisini elde etmiş olu¬ruz. Bu usul ile yapılan sıralama sıhhatli sıralama olup ma'şeri sı¬raya çok yaklaşılmış olur.
        VII — DERECELEME(SİYASET’TE KULLANabd)
          Sıralamada genel olarak kıymetliler birinci ve kıymetsizler sona doğru sıra alırlar. Halbuki onlara verdiğimiz sıranın rakamı gittikçe büyür. Bundan dolayıdır ki, bir sırada bulunanların dere¬celerini ifade edebilmemiz için sıra numaralarının terslerini almak gerekir. Yani meselâ onuncu sıranın derecesi onda birdir. Bu dere¬celemelerin faydası kollektif sıralamanın yapılmasını temindir. Sıralar toplanmaz ama dereceler toplanabilir. Farz edelim ki bir çokluğu on kişi sıralamıştır. Bunlardan her biri on kişiden birer sıra almıştır. Dolayısıyla on derecesi vardır. Dereceler toplanır ve sıralayanların sayısına bölünürse kollektif derece bulunmuş olur. Derecelerin küçüklüklerine göre sıralanması ile de kollektif sıra temin edilmiş olur.
    Topluluklarda birçok yerlerde sıranın çok önemi vardır. Genel olarak insanlar bir arada bulundukları zaman, birinin yetkili ol¬ması gerekmektedir. Yani beraber yaşayabilmesi için ortaklıkla il¬gili konularda birinin diğerlerine başkanlık etmesi gerekecektir. Gerçi bu, demokratik sistemlerde halkın seçmesi ile gerçekleşmek¬tedir. Ancak ekseriyet sistemi meseleyi çözmemektedir. İttifakda çok zor olmaktadır. Ara yol sıralama sistemidir. Herkes başkanlığa liyakati bakımından arkadaşlarını sıralar. Bir kimsenin aldığı sıra¬ların tersleri bulunur, toplanır, sıralayanların sayısına bölünür ve dereceleri bulunur. En büyük derece alan başkan olur. Herhangi bir gaybubet sırasında kendisinden sonra gelen ona vekâlet eder. Her¬hangi iki kişi aralarından ayrılıp bir yere gidecek olursa derecesi yüksek olan başkanlık eder. Bu dereceleme kollektif olarak oluştu¬rulduğu için demokratik sistem tamamen korunmuş olur.
Yeni katılanların veya kabiliyetlerini geliştirenlerin daha yük¬sek dereceleri alabilmeleri için, bu sıralama belli devreler sonunda yenilenmesi gerekir. Böylece gelecek sıralamalarda daha yüksek de-rece alabilmek için devamlı olarak arkadaşları ile iyi geçinmek ve başarılı, bilgili olmak için gayret etmek durumunda olacaklardır. Bu da yarışmanın bir kaynağı olacaktır.
        Başka bir misal olarak da yarış ödüllerinin dağıtılmasını göste-rebiliriz. İsteyenler yarışa katılırlar ve katılanlar yine kendilerini sıralarlar, elde ettikleri dereceler nisbetinde konan ödülü arala¬rında paylaşırlar. Herkes ödülden pay almış olup başarı göste¬renlerin payları yüksek olur.
VIII — İSABET DERECESİ
       İnsanların ayrı ayrı yapmış oldukları takdirin isabetli olması için takdirin sıhhatle yapılmış olması ve takdir edenin bilgili ve ka¬biliyetli bulunması şarttır. Bununla beraber takdirler bir kişi tara¬fından değil de topluluklar tarafından ayrı ayrı yapılıp ortalama alınmak suretiyle yapılırsa isabet ihtimali son derece artar. Çünkü birinin yaptığı hata diğerinin yapacağı aksi hata ile düzeltilmiş olur. Böylece kabiliyetten doğan hatalar, kollektif kararlara aksetmemiş olur.
Takdirlerin isabetli olması için takdir edenlerin tarafsız olma¬ları şarttır. Genellikle topluluk içinde bunu temin etmek zordur. Eğer kişilerin özel çıkarları varsa takdirleri hep kendi lehlerine ya¬parlar ve karar ma'şeri olmaktan uzak olur. Bunda asıl büyük sap¬ma, çıkarı olmayan insanların karar verirken dikkatli olmayacak¬larından, kendilerine bir zarar ve kâr gelmeyeceğinden en küçük dış tesir ile isabetten uzak bir değerlendirmede bulunmaları halin¬de gözükür. Genellikle bu durum bilindiği gibi propaganda denilen mekanizma harekete geçer ve topluluk küçük bir zümrenin çıkar¬larına alet edilir. Bunun için bir tedbir alınması gerekir.
Takdir edenin isabetli karar almasına zorlanması için isabet nisbetinde kendisine bir çıkar temin edilmelidir. Biz bunu ancak isabet derecesi ile halledebiliriz. Bunun için şöyle bir yola başvu¬ruyoruz. Değerlendirmelerin sonucu bizi kollektif bir değere götü¬recektir. Bu değerin ne olacağı çeşitli istatistik ortalama değerleri ile ortaya konur. Kollektif olarak bulunan değere yakınlık nisbeti ile bir sıralama yapılabilir. Bu sıralamada eğer ikisi aynı derecede sapmışlarsa ikisine iki sıra ayrılır. Fakat dereceleri eşit tutulur. İkisi beşinci sırayı tutacak şekilde isabet etmişlerdir. Bunlar için beş ve altı sıra ayrılır. 1/5 ve 1/6 dereceleri olur ve bu iki dereceyi ikisi eşit olarak paylaşırlar. İşte bu yanılma esasına göre yapılan sıralama ile isabet sırası bulunur. Bu sıraların tersleri alınarak de¬receler bulunur. Dereceler toplanır toplam derece bulunur. Konan takdir ücreti bu toplam derece miktarına bölünerek bir derecenin payı hesaplanır. Herkesin derecesi ile çarpılarak alacağı takdir üc¬reti bulunmuş olur. Böylece çıkar paralelliği sağlıyan kişi daha dik¬katli olarak ve topluluğun çıkarına fakat propagandanın tesiri al¬tında kalmaksızın değerlendirmede bulunur. Eğer değerlendirilen birden fazla ise bütün değerler için dereceler bulunur ve toplam derece ödülün paylaşılmasında esas alınır. Sıralama yapanlar için bu birkaç değerin değerlendirilmesi usulüne göre ücret belirlenir.
IX— ORTA DEĞER
Topluluk tarafından kollektif olarak takdir edilecek tek değer için herkesin ayrı ayrı yaptıkları değerlendirmeleri bileşkesi bu¬lunmak suretiyle ortaya konulur. Bu birçok hallerde topluluğun de¬ğişik değerleri için de başvurulan bir usul olmaktadır. Diyelim ki, bir kimsenin bir tarlası bankaya devredilecektir. Değerinin ne ol¬duğunun takdir edilmesi gerekir. Bunun için takdir heyetleri var¬dır. On ile yirmi kişi arasında oluşan bu heyetten herbiri ayrı ayrı kendi başlarına araziyi takdir ederler. Bu değerler büyüklüklerine göre sıralanır. Ortada bulunan değer o binanın değeri olarak kabul edilir. Yine bir topluluğun zenginliğini ölçmek için toplam serve¬ti almak uygun ölçü değildir. Çünkü birinin zengin olması toplu¬luğun zengin olması anlamma gelmez. Ancak fertlerin servetleri¬ne göre sıralanması ve sonunda ortada bulunan değerin bulun¬ması ile hem o topluluktaki toplam servet, hem de bu servetin için¬deki dağılışı dikkate alındığından topluluğa ait zenginlik ölçüsüne daha çok yaklaşılmış olur.
Ölçülen veya takdir edilen değerler büyüklüklerine göre sıralanır. Toplam sayının yarısı bulunur. Ortadaki değere «orta değer» denir. Bu değer, istatistikte ve kollektif takdirlerde özel bir rol oy¬nar. On kişinin bir öğrenciyi imtihan ettiğini kabul edelim. Bunla¬rın bir kısmı çocuğu geçirmek isteyebilir. Dolayısıyla çok büyük not verir. Diğeri de bırakmak isteyebilir. Çok düşük not vermiş ola¬bilir. Böylece gerçek değeri saptırma imkânı ortaya çıkar. Halbu¬ki orta değere başvurulduğu zaman bunlar tarafsız not verecek kimseler olacağı için takdirleri en uygun takdirdir. Diğerlerinin not vermesi bu ortadaki insanın ortaya çıkması içindir. Takdir onun takdiridir.
Orta değerin iki katından fazlası atılır, yarısından azı da atı¬lırsa kalanların ortalama değerleri de orta değer kadar isabetli bir sonuç vermiş olabilir. İstenirse bu değer kollektif değer olarak alı¬nabilir. Ortalama değer demek toplayıp, toplananların sayısına bölünmek suretiyle elde edilen değerdir. Aşırı sapmalar devre dışı bırakılmalıdır. İmtihan eden öğretmenlere isabet dereceleri nisbe¬tinde ücret verilirse sapmanın daha az olacağı aşikârdır. Sosyal olaylarda her konuda mutlaka çıkar paralelliği gözetilmelidir. ,Bu sağlanamadığı takdirde bilinçsiz de olsa dengenin kurulması imkân¬sız hale gelir.
X — BÖLÜŞME

      Ortaklıklarda devamlı olarak karşılaşılan mesele ortak olarak elde edilmiş hasılanın paylaşılmasıdır. Misliyattan olan değerlerin paylaşılması kolaydır. Herkese kendi payı verilir. Bununla bera¬ber ortak varlıkların çoğu satılıktır. Fert onu kendisi almak iste¬mez. Bunun da satış değerini kollektif olarak tesbit edilmesi gerekir. Bunun takdirle tesbiti mümkün değildir. Çünkü alıcısını bulmak söz konusudur. Bunun için senet sistemi kollektif kararların alın¬ması için başlıca yardımcı olacaktır. Ortaklara mal vereceğimize kendilerine düşen paylar kadar mal senetlerini vereceğiz. Bunlar kendi mal senetlerini serbestçe borsada satacaklardır. Arz ve talep dengesi ile bankada bu senetlerin fiatlarını oluşturmaya hizmet edecektir. Böylece kollektif bir değerin ortaya çıkması sağlana¬caktır.
Misliyattan olmayan mallarda ise bölüşme çok daha zordur. Di¬yelim ki, üç kişi celeplik yapmaktalar; almış oldukları on hayvanı besiye almışlar ve şimdi bölüşeceklerdir. Sığırlar et halinde değerlendirilmeyecekse bunlar için senet ihracı mümkün değildir. Bun-lar kendi aralarında sığırları bölüşeceklerdir. İşte miras gibi, tas¬fiye gibi birçok hallerde bu tür meselelerle karşılaşılır.
Bu tür meselelere çözüm bulmak için önce tüm değerler nakit ile veya o mala yakın senet ile değerlendirilir. Bunun için orta değere başvurulur. Değerlendirmeleri kendileri yapabilirler. Sırala¬nır, orta değer bulunur ve bu toplam malın değeri kabul edilir.
        Sonra değerlerin gruplandırılması gerekir. Diyelim ki, on inek üç kişiye bölüştürülecektir. Dört tane küçük inekler bir pay yapılıp diğer altı inek birbirine eşit olacak şekilde üçere ayrılır. Buna pay¬lara bölme diyoruz. Bu ilk bölme işini güçlü olan yapacaktır. Güçlü en çok pay sahibi olan veya en çok bilen veya daha yaşlı olan kim¬sedir. Bu güçlünün bölmesini beğenmeyen olursa, kendisi bu işlemi yapma hakkına sahip olur. Ondan sonra herkes her paya ayrı ay¬rı değer biçer. Değerlerin toplamı toplam değerden farklı ise yüz¬delerle azaltılıp çoğaltılarak toplam değere uyacak şekle getirilir. Şimdi her parçaya en çok değer veren kim ise o parça ona kalmış olur. Eğer aynı parçaya aynı değer verilmişse seçme işi baştan böl¬meyi yapmayan kimselere aittir. Güçsüz önce seçer. Toplam değer yine farklı olacağı için nisbî hesapla irca edilir. Aradaki farklar nakit olarak veya senet olarak borç haline geçer ve ona göre bö¬lüşme işlemi bitmiş olur. Apartmanlarda daireler böyle bölüşülür.
      XI — DAĞITMA
      Bazan mevcut değerlerin toplamı mevcut müstahiklara dağı¬tılması söz konusu olur. Bütçedeki durum böyledir. Değişik kay¬naklardan gelen gelirler değişik yerlere bölüştürülecektir. Bunun için önce toplam gelir veya giderler için senetler çıkarılır. Bu se¬net miktarı gelirlere bölüştürülür. Yani her mal fiatlandırılır, mik¬tarları ile çarpılır ve toplam değer bulunur. Toplam senede bö¬lünmek suretiyle fiatlar senet cinsinden saklanır. Aynı şekilde gi¬derler de fiatlandırılır. Toplanır ve toplam senetle karşılaştırılarak ücretler senet cinsinden bulunur. Bu fiatların ve ücretlerin tesbiti ise değerlendirme yolu ile takdir suretiyle bulunur.
Şimdi herkes elindeki istihkak senedi ile mevcut olan mallar¬dan belirtilen fiatlarla senet fiatlarıyla almaya başlar. Bir mala rağbet fazla olursa senet cinsinden fiyatı yükseltilir. Rağbet az olursa senet cinsinden fiyatı düşürülür. Böylece bölüşmede kollek¬tif bir fiyat ortaya çıkar. Bu fiyat tamamen müstahikler arasında oluşmuş bir fiyattır. İç arz ve talebe dayanmaktadır ve ma’şeri de¬ğer taşır.
Burada dikkat edilecek husus, bir malın fiyatı artarken diğer malın fiyatı ise azalmalıdır. Yani toplam malların değerleri müsta-hiklerde bulunan senetlerin değerine eşit olması gerekir. Bunun için de mal miktarları ile fiyatların çarpımı toplanır ve müstahiklerin elinde mevcut toplam senet ile karşılaştırılır. Senet fazla ise, toplu fiyatlarla yükseltme yapılır, senet az ise toplu fiyatlarda düşürme yapılır. İyi bir muhasebe için bu işlemin yapılmasında bir zorluk yoktur.
Bununla beraber devre sonunda senetler bitmiş ve mallarda bir fazlalık söz konusu olmuşsa ilave senet çıkartılarak müstahiklere baştaki istihkakları nisbetinde dağıtılmak suretiyle yeniden paylaştırma yapılabilir. Hatta gelecek devreye gelir olarak aktarı¬labilir. Devre sonunda mal miktarının âz çıkması halinde senetler nakitle değerlendirilir ve eksik miktar kadar kısım için mastahik-lerden nakit talep edilerek elinde senetleri olanlara dağıtılır veya gelecek devrenin istihkaklarından kesilmiş olur. Faizsiz işletmelerde istihkaklar hasıladan pay alınmak şeklinde ortaya çıkacağından bu şekilde bir bölüşme sistemi sık sık rastlanmayacak bir olay olacak¬tır. Esasen bugünkü banknotlar böyle bir bölüşmenin zarureti so¬nunda doğmuş birer senetten ibarettir Millî hasıladan herkesin payını belirlemektedir.
           XII — ARTTIRMA VE EKSİLTME
        Bazan bir değerin alınması veya satılması istenir. Alınırken en ucuz değer kollektif değer kabul edilir. Çünkü topluluk içer¬sinde en ucuz olan malın önce harcanması topluluk çıkarınadır. Böylece en çok muhtaç olan kimsenin ihtiyacı önce giderilmiş olur. Ucuz satıyor demek, paraya olan ihtiyacı en çok fazladır demektir. Diğer taraftan mal satılırken de malın en pahalı olarak satılması topluluk çıkarınadır. Burada da mala en çok muhtaç kimsenin ih¬tiyacı önce gideriliyor. Satılan veya alınan ferde veya topluluğa ait olması bu konuda tesir etmez. İşte satılan mala en fazla değer vereni bulmak alınacak mala da en az değerle satıcıyı bulmak işi kollektif bir karar işidir.
Satın alınacak mal için önce çok düşük bedel ilân edilir. Bek¬lenir; bu bedelle satacak bulunursa ondan alınır. Bulunmazsa fiyat yükseltilir. Yine beklenir. Yine bulunmazsa, yine yükseltilir. Böy¬lece istenilen mal istenilen miktarda temin edilinceye kadar fiyat yükseltilmesine devam edilir. Böylece kollektif bir bedel ortaya çıkar.
        Benzer işlem satılacak mal için de yapılır. En yüksek fiyat ilân edilir. Yavaş yavaş düşürülür. Tamamı satılıncaya kadar bu düşürme işlemine devam edilir. Hatta düşürme ve yükseltme işlem¬leri bir müddete veya miktara bağlanarak alıcıların ve satıcıların önceden bilmeleri sağlanır. Kim önce davranırsa o akit yapmış olur. Burada teklif topluluğa yapılmış oluyor, ilk kabul eden top¬luluğun kabul ettiği değer olmuş oluyor.
Yarışmalarda da yarışı kazanan fert olduğu halde o topluluk kazanmış olmaktadır. Yani kollektif değerler bazan orta değerler olduğu halde bazan da azamî veya asgarî değerler olmaktadır. Tek
taraflı inhisar rejimlerinde fiyatlar alıcısı çok olan piyasada en çok para verenin fiyatı kollektif fiyat olur. Satıcısı çok olan piyasalar¬da ise en ucuz satanın fiyatı kollektif fiyat olur.
     Devlet ihaleleri de bu usul ile çıkarılır. İlk talipliye verilir, çık¬mazsa bekletilir, daha yüksek bir fiyat ilân edilir. Bu sistem açık arttırma ve eksiltme sistemlerinden farklıdır. Böylece ihaleye gi¬renleri gizli anlaşma yaparak kollektif değerin ortaya çıkmasına mani olmaları önlenmiş olur. Keza, nakliye işleri de böyle eksiltme ihaleleri ile veya arttırma ihaleleri ile yapılır. Önceden ilân edilir, müddet kısaldıkça nakliye bedeli arttırılır.

         XIII — SENETLERİN KOLLEKTİF KARARLARA YARDIMI
        Senetlerin bir kısmı nama yazılıdır. Bunların kollektif kararlar üzerindeki etkileri cüz'idir. Halbuki hamiline yazılmış senetler ise tamamen kollektif bir kararın sonucudur. Hamiline yazılmış senet¬lerin bir kısmı revaç bulmaz. İki kişi arasında nama yazılmış gibi gerisin geriye döner. Bir kısmı ise, revaç bulmaya başlar, elden ele dolaşır ve asıl onu çıkarana belki en sonunda ve çok uzun zaman sonra döner. İşte bir senedin topluluk içinde revaçta olması kol¬lektif bir kararın sonucudur (8).
Senedin piyasada revaç bulması bir türkünün veya bir şiirin piyasada revaç bulmasma benzer. Bir şüri bir kişi düzenler. Ama bu şiir sadece onun müellifini etkiliyorsa, onun duygularını ifade ediyorsa o orada kalır. Ama şairin dile getirdiği duygular kollek¬tif ise, o şiir dilden dile dolaşır, hafızalarda yer alır ve yıllar sonra, asırlar sonra yine topluluk tarafından diri tutulur. İşte senet de
böyledir. Senedi tanzim eden sadece kendi ihtiyaçlarına cevap ve-recek bir senedi tanzim etmişse kendisinde kalır ve revaç bulmaz. Ama fert topluluğun arzusunu keşfetmiş ve ona göre senet çıkar-mışsa o senet piyasada tutulur ve yükselterek korur. İşte böylece ferdin aldığı bir karar kollektif bir karar mahiyetini taşımış olur.
        NETİCE
 Ülkemizde «faizsiz bir banka»nın kurulabilmesi bakımından özellikle son yıllarda önemli gelişmeler olmuştur. Türk mevzuatı içinde, bugünkü şartlarla, bir banka ancak Anonim Şirket olarak kurulabilir. Halbuki faizsiz bir bankanın kâr amacıyla çalışması mümkün olamıyacağından şirket statüsü böyle bir banka için uy¬gun değildir. Bu sebeple kurulacak bir faizsiz bankanın ya mev¬zuatta değişiklik yapılmak suretiyle hizmet vasfı hakim olan va¬kıflara veya kâr amacı gütmeyen kooperatiflere tanınması ya da mevzuatta bir değişikliğe gitmeden vakıfların, kooperatiflerin ve¬ya hizmet niteliğindeki diğer kuruluşların teşkil edecekleri bir Anonim Şirket olabilir.
Bankanm kuruluşunda her halükârda halka başvurulması ve onun desteğinin alınması gerekmektedir. Halkın bu kuruluşa katılmasını ise çeşitli vakıflar, kâr amacı gütmeyen kooperatifler ve hizmet niteliği ağır basan diğer tüzel kişiler (kuruluşlar) sağlaya¬caktır. Bu katılmanın hukukî niteliği ise bu kuruluşların üye veya ortaklarından birer Cumhuriyet altınını ödünç (karz) almaları şek¬linde olacaktır.
Bankanın teşkilatlanması, Genel Merkez, Merkez Şubeler ve Şubeler halinde olacaktır. Her şubenin müstakil tüzel kişiliği bu¬lunacak ve yerinden yönetim esasma göre yürütülecektir. Genel Merkezin üstünlüğü mukavele birliği ve müeyyidelerin uygulayı¬cısı olması sebebiyle sağlanacaktır.
Bankanm gerek teşkilatlanması gerekse yönetiminde temsilci¬lik sistemi kabul edilecektir. Temsilcilere ehliyeti Genel Merkez ve¬recek ancak seçilmelerinde bağlanma (biat) usûlü esas alınacaktır.
Faizsiz bir sistemde yetkililerin belirlenmesi ve kararların kol¬lektif nitelikte olabilmesi için de bir takım usul ve kurallar gelişti-
rilmiştir. Bu tür kararların başında ittifakla teessüs eden kararlar önemli bir yer tutar. Ancak asıl önemli olan ittifak hasıl olamayan hususlarda karar alınabilmesi için ekseriyet sistemine başvurul¬maması ve herkesin kendi kararını kendi bildiği gibi uygulaması¬dır. Yetkililerin tayini hususunda dâ bağlanma usulü esas alındı¬ğından ittifakla başkanın seçilmesi meselesi de halledilmiş olmak¬tadır.
Yetkililerin karar alabilmeleri için kendilerini seçen kimselere danışmaları ve kararların alınmalarında bu kimselerden yararlan¬maları gerekmektedir. Faizsiz sistemde istişare adı verilen bu me¬kanizma temsilciler aracılığı ile gerçekleştirilir.
Diğer taraftan faizsiz bir sistem içinde geliştirilen ikinci ka¬rar şekli, delillerin ortaya konularak tartışılmasından sonra elde edilen karardır ki buna «içtihat» adı verilmektedir. İçtihatta her¬kes delilleri kendi usûlüne göre takdir etmekte, ve usul farkından dolayı da farklı sonuçlar elde edilebilmektedir. İçtihadın en önemli tarafı (hükmü) kişinin bu içtihadı ile ilzam olmasıdır. İçtihadın ikinci hükmü ise içtihat edemeyecek durumda olanların içtihat edenlerden birisini taklit edebilmesidir.
İçtihadın uzantısı olan bir diğer karar alma şekli «icma'»dır; konuyu inceleyen değişik kimseler, değişik yerlerde, değişik delilleri değerlendirerek değişik usullerle yürüdükleri halde aynı sonuca varmışlarsa buna icma' denilmektedir. İslâm hukuk sisteminde iç¬tihatlar zannî hükümler olduğu halde icma'lar kat'i hükümleri ifade etmektedir.
Faizsiz sisteme karar alma bakımından ekleyeceğimiz bir di¬ğer kollektif karar alma şekli daha çok sayılarla ilgili olan sayısal kararlardır.
Sayısal kararlar kollektif kararın oluşabilmesinde yardımcı olarak o topluluğun ma'şeri düşüncesini aksettirirler. Bunlar «sı¬ralama», «dereceleme», «orta değeri bulma», «bölüşme», «dağıt¬ma», «arttırma ve eksiltme» olarak sıralanabilir.
Görülüyor ki, faizsiz bir sistem faizli bir sistemden sadece faiz yönüyle ayrılmamakta, kendisi başlı başına bir bütünlük arz et¬mektedir. Bu sistemin gerek teşkili ve gerekse uygulamasında ken¬di usul ve esaslarına uyulması şarttır. Kendi içinde bir bütünlük
arz eden bu sistemin diğer sistemlerle bir arada yaşamasında ve onlarla rekabet etmesinde ise hiç bir engel bulunmamaktadır. Esa¬sen faizsiz bir sistemin gayesi de budur.
      Faizsiz bir bankanın teorik esasları ve uygulamasına yönelik yapılan bu ilmî toplantının son tebliğ sunucusu olarak, bütün teb¬liğlerin bir özetini ve temel esaslarını belirten«Faizsiz Kredileşme Kuruluşları ile İlgili Metin Teklifi”mi sunarak tebliğime son veri¬yorum:
Madde 1 — Bu metin faizsiz olarak kredileşmeyi düzenler. Bu maksatla kurulacak vakıf veya anonim şirket, kredileşmede aracı olur.
Madde 2 — Bu vakıf veya anonim şirketi tüzel kişiler kurar, üye veya ortaklarından bu maksatla istikraz ettikleri altınları, bu faizsiz kredileşme kuruluşuna sermaye olarak koyarlar.
Madde 3 — Faizsiz kredileşme kuruluşları, şube, merkez şube ve genel merkez olarak teşkilatlanır. Bu kuruluşları, sermaye mukrizi ortakların temsilcileri yönetir.
Madde 4 — Bu kuruluşlar nakdi, malı, taşınmazı ve emeği, bun¬lara karşı çıkarılacak senetler aracılığıyla mevduat olarak kabul eder ve ikraz eder.
Madde 5 — Herkes mevduatı nisbetinde veya geçmiş yıllarla ödedikleri genel hizmet payları nisbetinde kredi istihkak eder.
Madde 6 —-Bu kuruluşlar, mudi ve müstakrizlerle ilişkilerini mutemetler aracılığıyla sağlarlar. Değerler, yedieminlerde bulunur.
Madde 7 — Tescil edilmeyen senetler geçersizdir. Her kişi ve her ortaklık ile her yerin ve her mal topluluğunun ve bunlara karşı çıkarılacak ortaklık senetlerinin borç ve alacak hesapları tutulur. Hesaplar, emanet veya deyn ve her ikisi de vadeli veya vadesiz ol¬mak üzere tutulur. Taşınmazların, malların, çalışmaların, nakdin, taahhütlerin ve senetlerin hesapları ayrı ayrı tutulur. Her hesabın bir teslimat defteri bulunur. Bu, bir kart şeklinde de olabilir. Hesap¬lar önce bunlara yazılır. Bunlara dayanılarak devir senetleri tan¬zim edilir. Devir senetleri yevmiye defterlerine işlenir. Her hesabın kartı tutulur.
Madde 8 — Mübadele değerleri, arz ve talep dengesine göre be-
lirlenir. Bu kuruluşlar, bu değerlerin senetlerini malikler adına alır ve satar. Bir anda talep değeri ile arz değeri arasında fark kona¬maz ve bütün arz ve talebin karşılanması gerekir.
Madde 9 — Kararlar, temsilcilerin ittifakı ile alınır. Değerlen¬dirmeler, ortalama usulüyle yapılır. Yetkili kılınan yerlerde baş¬kanlar istişareden sonra aldıkları kararları uygulamak zorun¬dadırlar.
Madde 10 — Senetler bir değer karşılığı çıkarılır. Maddî temi¬natı ve dayanışma teminatı olmayan senetler çıkarılamaz,

KAYNAKLAR
Karagülle, S; Faizsiz Banka (Teksir-1985), İzmir.
Karagülle, S; İslâmiyet ve Günümüzün Meseleleri, İzmir, 1976.
Ersoy, A; İktisadi Müesseseleşme Tarihi, İktisadî Kalkınmanın Tarihi Seyri, İzmir, 1986.
Akdemir, S; Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması (Tez), İstanbul, 1984.
TARTIŞMA — GÖRÜŞLER
Ahmet Aydın BOLAK
       — Kurucuların tüzel kişiliğe sahip olması ve bilhassa dernek ve vakıfların yani kâr gayesi gütmeyen kuruluşların kurucu olma¬sı ve kurucuların halkı davet ederek birer altın vasıtası ile banka şubesinin yeterli kanuni sermayeye ulaşılmasını ve sonra diğer ku¬ruluşlara geçilmesi istihdaf edilmektedir. Şimdi bu sistemin pren¬sibi üzerinde senedi, teferruatı vs. ni bir tarafa bırakalım. Evvelâ bir memleketteki banka sisteminin değiştirilmesi mümkün müdür? Yani müslümanların ekseriyette olduğu bir memlekette faize da¬yanmayan bir banka sistemi mümkün müdür? Bu hem kâğıt pa¬ranın yaşadığı, hem borsaların olduğu bir sistem içinde bu banka veya yalnızca bu bankanın kurulduğu ve hiç bir bankanın olma¬dığı bir memleket düşüncesi mümkün müdür? Lütfen düşüncele¬rinizi bu noktaya teksif ederek suallerinizi sorunuz.
Arkadaşlarımız bir fikri geliştirmek ve olgunlaştırmak istiyor¬lar. Sualleriniz meselenin kemale ulaşmasına veya hatalarının or¬taya çıkmasına imkân verecektir.

       Reşat EROL
     — Aslında bir banka modelini ortaya koymak istediğimiz za¬man şu ortaya çıkıyor: Dinî cephesi, ilmî cephesi, iktisadî cephesi, idarî cephesi. Soru soran arkadaşlar özellikle sorularını sorarken ve¬ya tenkitlerini takdim ederken, bir banka modeline göre konuyu ele aldılar. Fakat banka modeli ismi altında çok çeşitli yerlere girili¬yor. Belki bir banka kurmak istediğimiz zaman hayat çok yönlü bir bütün, siz bir bankayı kurarken dinî açıdan bunu incelemek zorundasınız. Hangi dine mensup iseniz. İlmî kriterleri ortaya koy¬mak zorundasınız. Bu ilk plânda iktisadî bir müessese gibi ortaya çıkıyor, fakat bu iktisadî müessesenin bir bütün olarak dinî ve il¬mî yönleri var. Ayrıca idarî, hukukî veya siyasî diyebileceğimiz yön¬leri de var.
76'lı yıllarda Süleyman Bey'le ilk çalışmaya başladığımız zaman bir-iki kitap bastık. Bu ekonomi sistemin ilk kitabı : O da «Para». Oniki bölüme ayırmıştık, bunu vakıf olarak sekizyüz kişi¬ye dağıtmıştık. Ayrıca yurt dışmda da bu konularla ilgisi olan elli kadar ilim adamma göndermiş ve bazılarından da cevap gelmiş¬tir. Fakat, maalesef o yıllarda gerekli randımanı alamadık Türkiye çapında. Fakat, yurt dışından Muhammed Hamidullah Hoca, ki¬tabı okuduktan sonra bize bir mektup göndermiş ve diyor ki orada:
«Bir bütün olarak bu konuyu ben şahsen tamamı ile anlaya¬madım. Ve dünyada bunu bir bütün olarak ancak elli kişi anlaya¬bilir.» Şimdi bunun sebebi nedir biliyor musunuz? İşte geçenlerde Libya'ya baskın oldu. Şimdi belki aynı sisteme mâlik uçakları Ame¬rikalılar da kullanıyor, diğerleri de kullanıyor. Amerikalılar ken¬dileri yapmışlar, Libyalılar da diyelim Rusya'dan veya Fransa'dan satın almışlar. Fakat onu kullanan Amerikalı pilot daha 3-5 yaşına geldiği zaman önüne kompüter sistemi oyuncaklar takdim ediliyor ve daha çocuk dil öğrenmeye başlayıp anladığı andan itibaren o sistemler ile haşır-neşir. Libyalı pilot, ancak 17-18 yaşında veya Harp Okulu'na girdikten sonra o sistemi yeni tanıyor. Bu da aynı şey. Biz on yıl önce gelip bazı şeyleri İstanbullulara takdim et¬mek ve daha o zamandan kontakt kurup tartışmalara girmek ve sisteme sizin de katkılarınızın bulunmasını arzu ettik. Fakat, maa-lesef mümkün olmadı.
Şimdi bu vesileyle bu tartışma ortamı açılmış oluyor, İstanbul'¬da. Arkadaşlar takdim ettiler. İstanbullu arkadaşlarla inşaallah bundan sonra, arkadaşların ilişkileri çok daha yakın devam ede¬cek. İstanbul, bir çok yönleriyle Türkiye'nin iktisadî, ticarî mer¬kezidir. Bunu hiç kimse inkâr edemez ve biz bu merkezle, birkaç üniversitede bulunan arkadaşlarla temas içinde olmak istiyoruz. Arkadaşlarımızın bu çalışmalara başladıkları 7-8 yıl önceden beri mücadele ve hedefleri daima bu idi. Bu konuyu bugüne kadar tar¬tıştık, yine tartışacağız. Bu konu tartışma- sistemi içinde ortaya çıktı. Yani bir ekip, bir topluluk çalışmasıdır size takdim edilen. Ve biz bu tartışma ortamının gelişmesini istiyoruz.
        Celal YENİÇERİ
         — Dün burada İslâm'da kredi için bir takım kaynaklara temas etmiştim. Bu kredi kaynağı olarak zekât gelirleri olabilir demiş¬tik ve Kur'ân'da da borçlular meselesine bu zekât âyetinde temas edildiğini ifade etmiştik. Zekât, kredi olarak verildiğinde bir daha geri alınmaz. Yani geri alınmamak üzere verilen bir kredi olabilir, demiştik. Bu kredinin acaba devlet tarafından denetimi yapılabi¬lir mi? Yapılamaz mı? Bunun da mümkün olabileceğini ifade et¬miştim.
Zekâttan ayrı olarak bir diğer kredi kaynağı da zekâtın dışın¬daki vergi gelirleridir demiştik. Bu zekât dışındaki gelirlerin bir iki şekilde kredi olarak verildiğini görmekteyiz. Bunlardan bir tanesi, «Mudarabe Ortaklığı» dediğimiz bir şekil. Fakat, bu krediyi devlet ve devlet hazinesi vermiştir; tüccar ile, üretici ile ortak olmuştur. Bu durumda verilen kredi geri alınmış ve ayrıca bu krediyi kulla-nan şahsın kârına da zararına da ortak olunmuştur. Burada anla¬tılan sistem herhalde bu da değil. Çünkü, ortada bir devlet yoktur.
Gelelim üçüncü bir şekil, o da yine bir devlet tarafından veril¬miştir. Fakat burada devletin, üreticinin ürettiğine, kârına ortak¬lığı söz konusu değil. Sadece devlet, güçlendirme kredisi vermiştir. Bu krediyi yalnız geri almıştır. Krediyi kullanan kâr etmişse kâr kendisine aittir.
Şimdi bu anlatılan sistemi ben burada da göremiyorum. Fakat, dördüncü bir şekil var ki, İslâm krediyi, yarıyarıya devletleştir-

mistir. Fakat, öteki taraftan özel teşebbüslerin kredileşmesine de imkân vermiştir. Yani, karz-ı hasen müessesesi getirilmiştir ki, bu¬nunla özel kişilerin teşebbüsleri, kredi müesseseleri kurmaya, faiz¬siz bir kredi müessesesi kurmaları mümkün olmaktadır, bu karz-ı hasen müessesesi ile. Bu bir kişi tarafından da olabilir, bir anonim şirketleşme tarzında da olabilir.
Diğer bir sorum da; bir vakıftan bahsediliyor. Bu vakıf, kuru¬cu olarak mı devreye girecektir? Yoksa, kurulan müessese ilâ nihaye bir vakıf tarzında mı çalışacaktır? Ben orasının aydınlatıl¬masını istiyorum. Çünkü bir vakfın gelirinin şahıslarca bölüşülmesi nasıl mümkün olacaktır? Şayet vakıf kendini feshettiği zaman, bu¬nun geliri kime kalacaktır? Bu hususların aydınlatılmasını isti¬yorum.
        Ömer DİNÇER
         — Süleyman Akdemir Bey'in tebliğinde anlayamadığım ve üzerinde durmak istediğim bir kaç nokta vardır, kısaca arzetmek istiyorum.
Süleyman Bey tebliğinde, özellikle hemen tebliğinin başında şöyle bir ifade kullanmakta: «Bankanın ve bankayı kuracak tüzel kişilerin demokratik esaslarla yönetilmeleri şarttır.» Ben bunun üzerinde kısaca durmak istiyorum. Aslında, «demokratik esaslar¬la yönetilmeleri şarttır.» veya değildir diye hemen başlangıçta bir ön yargıya sahip olmak benim kanaatim biraz yanlış gibi geliyor. Özellikle belirli bir iktisadî müessesenin yönetimi söz konusu olur¬sa ki buradan hareketle bir devlet yönetimine de gidebiliriz biz, da¬ha başlangıçtan itibaren otokratik bir yönetim tarzı veya demokra¬tik bir yönetim tarzı ideal bir yoldur ve en iyi şekli budur diye bir ön yargıya sahip olmak kanaatimce yanlış.
Bir sistemde, sistemin gerçekleştirmek istediği bir takım amaç¬ları vardır. Bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için, eğer sizin ama¬cınız verimli değilse o zaman otokratik sistem belki daha etkili ola¬caktır: Eğer sizin amacınız verimliliği sağlamaksa otokratik sis¬tem daha etkili olabilecektir. Eğer sizin amacınız sadece beşerî iliş¬kiler kurmak ise, amacınız bu yolda ise bu kez belki demokratik sisteme yakın daha başka bir sistem vazedebileceksinizdir. Dolayı-
siyle, tercih edilecek yönetim sistemini daha başlangıçta belirle¬yecek unsurları göz önüne almamız gerekiyor:
1-İktisadî sistemin amaçları nelerdir?
2-Yapacağımız işin özellikleri nelerdir?
3-Yönetecek şahısların özellikleri nelerdir?
4-Yöneteceğimiz kişilerin kabiliyet ve kapasiteleri nelerdir?
Şayet, yönetilecek kimseleri demokratik bir şekilde yönetime hazır olmayan kimselerden seçerseniz ve demokratik olarak idare etmeye kalkarsanız, sisteminiz pek tutmayacaktır. Dolayısiyle yöne¬tim tarzınızı belirlerken, daha başlangıçta, yapacağınız işi ve çevre özelliklerini göz önüne almanın gerekliliğine inanıyorum.
        Bir de İslâmî bir yönetim söz konusu olursa ki, İslâm, amacını bir refah gibi bir unsurla belirlememiştir; belki de felah gibi bir unsurla belirlemiştir. Haramları ve helâlleri va'zetmiştir. Dolayı¬siyle sizin ortaya koyacağınız bütün sistemlerde demokratik bir sistem dahi ortaya koysanız, bugün Batı'nın anladığı tarzda de¬mokratik sistem aklınıza gelmeyecektir. Bu nedenle bu yargının bir daha gözden geçirilmesini talep ediyorum.
          Bir de üzerinde duracağım konu, yetki meselesi, yetki mese¬lesi, yetki mekanizmasıdır. Yetkiler genellikle aşağıdan yukarıya veriliyor. Halk kuracağı vakıflarda kendisine ait yetkiyi, kullana¬cak, kendisini temsil edebilecek çift temsilciler de vakıf yöneticisi tarafından belirleniyor. Ehliyet durumlarına göre onlardan herhan¬gi birisini belirliyor. Aslında aşağıdan gelmesi bence güzel bir olay. Ama, bunun sınırlarını çok iyi koymak gerekiyor. Ve bu gibi yetki mekanizmasını daha başlangıçta aşağıdan itibaren koymak bence işi biraz uzatmak gibi geliyor. Halk, özellikle bu bir dinamik yapı içerisinde soruluyorsa kendisini etkileyene yetki verecektir. Ve aksi yönde etkileyene de bu kez yetkilerini alıp imkânına sahip olacak¬tır. Dolayısiyle dinamik yapı olarak ortaya koyduğumuz, özellikle başlangıçta teorik olarak güzel düşündüğümüz bu sistem, kolayca dejenere olabilecektir.
Bir başka olay burada, yetkiyi aşağıdan halka verme olayı kar¬şımıza şu sonucu da, çıkartabilir: Birbiri ile çalışması imkânsız bu¬lunanları bir araya getirebilir. Dolayısiyle birbirleri ile çalışması
imkânsız insanların aşağıdan verilecek bir yetki ile bir araya geti-rilmeleri bence, pek olumlu bir sonuç vermeyecektir. Tabii bu daha sonra karar mekanizmasmda da çatışma ile karşımıza çıkıyor. Ka¬rar mekanizmasında ittifak şart olarak konulmuş, deniliyorki, bir başkanı seçmek için ittifak şarttır. Aslında ittifaktan zannediyo¬rum, herkesin hemfikir olması ve dolayısiyle katılımın tam ger¬çekleşmesi düşünülmüş. Ama, ittifak olmadığı takdirde problem çıkıyor. İttifak varsa güzel. İttifak bulunmadığı takdirde mekaniz¬manın işleyişi, ittifaka katılmayan şahsın temsilciliği düşüyor ve onun yerine yeni temsilciler seçiliyor. Bu zaman alıcı bir olaydır, kararların gecikmesine neden olabilir.
        Bir de istişare metoduna değinmek istiyorum. İstişare meto¬du İslâm'ın da benimsediği ve gayet güzel karar alma yöntemi, me-kanizması. Ama, ittifakla karar alma noktasında, ikisini bir araya getirdiğiniz takdirde yine bir çatışma var gibi geldi bana.
        Bir de son olarak içtihat konusuna temas etmek istiyorum. İçtihat konusu, toplumu ilgilendiren bir konu benim kanaatim. İtikat, ibadet ve muamelâtta ilim adamlarının veya müctehidlerin bu konu ile ilgili görüşlerini ortaya koyar. Şayet bir konuda icma vaki değilse, söz konusu olmamışsa, müctehid, kendi fikrini tatbik eder. Ama, bir işletme yönetimi sözkonusu olduğu takdirde, içtihat¬tan bahsetmemiz pek doğru değil. Kaldı ki işletmede, şayet kişiler birbirlerinden farklı sonuçlara ulaşacak olurlarsa, mutlaka bir ta¬nesini tercih etmek durumundayız. İki kararla işletmede amel edil¬mez, tahmin ediyorum. Dolayısiyle yanlış da olsa veya eksik de olsa bir tanesini tercih edip onu uygulamalıyız.
         Süleyman AKDEMİR
— Türkiye son yıllarda ilmî seviye bakımından hakikaten bü¬yük merhaleler katetmekte, belirli tartışmalar yapılan büyük ge¬lişmelere sahne olmaktadır. İnşaallah bundan sonra bu tartışma¬larla, ilmî görüşler çerçevesinde bu tür toplantılar çoğaltılır. Tar¬tışma gündemine eğer biz bunu getirebildiysek, yani modeli bir ta¬rafa bırakın, tartışma gündemine getirebildiysek, görevimizi yap¬mış sayarız. Bu modelde tutarlı unsurlar varsa biz bu işi başlatmak¬la da kıvanç duyarız.
Efendim! Konu her şekliyle orijinaldir. Bilgi bakımından ve bugünkü çağın bunalımına cevap vermesi bakımından da orijinal¬dir. Yani bu şekliyle üzerinde durulması, böyle bir şeyin açıklanma¬sı zaruridir. Bu bakımdan bu hususu hassasiyetle belirtmek ge¬rekir.
Üçüncü olarak, Celal Yeniçeri kardeşimiz bazı sualler veya katkılarda bulundu. Yalnız biz konuşmamızın tâ başından beri belirtiyoruz. Biz konuşmamızı, İslâmî deliller üzerinde ayrı bir sem¬pozyum olarak sunacağız. Yani biz iktisadî bir çözümü, iktisadî yapı içerisinde, tartışma zemini içerisinde ortaya koyuyoruz. Delil¬ler bahsini ayrı bir tartışmada, belki bundan daha geniş bir tartış¬mada, burada söylediğimiz her cümlenin delilini ortaya koymak şartıyla ayrı bir sempozyum, ayrı bir tartışma yapacağız.
Burada belirtmek istediğim bir husus var. Biz, İslâmiyet'i Hz. Muhammed ile başlatmıyoruz. Biz İslâmiyet'i Hz. Âdem ile başla¬tıyoruz. Bu bakımdan, .İslâm tarihi Âdem ile başlar. İnsanlık ta¬rihi bütün İslâmiyet'in unsurunu içine alır. Bu bakımdan arkadaş¬ların, sadece Emevî uygulamaları, sadece Osmanlı uygulamalarını göstermeleri yeterli değildir. Bir Babil uygulaması da, bir Roma uygulaması da bir diğer uygulama da dikkate alınmalıdır. Ben doktora tezimde Âkile meselesini inceledim ve İslâmiyet'ten çözüm getirdim. Fakat, bu meseleyi incelerken, eğer Roma hukukunu in-celemeseydim veya Babil kanunlarını incelemeseydim konuyu anla¬yamazdım. Onun için hakikaten insanlık tarihi Hz. Âdem ile baş¬lar ve bir bütünlük arz eder.
Bu deliller faslı, ayrı bir tartışma konusudur. Müesseseler yeni ihtiyaçlarla doğar. Bunlar basit olarak ilk insanda da vardır ve günümüze kadar gelmektedir. Yeni ihtiyaçlar, bizim ortaya koydu¬ğumuz şey budur. Bugünün meselesi nedir? Buna nasıl bir çözüm bulabiliriz? İktisadî yapıda bize göre büyük bir sıkıntı vardır. Büyük bir eksiklik vardır. Bu öyle bir mekanizma ile çözülebilir diyoruz. Yani, tartışma bu zemindedir.
Zekât bahsi ise, zekâtla kredi arasındaki farkı söyliyeceğim. Zekât verilir, geri alınmaz; kredi verilir ve geri alınır. Zekât, devle¬tin ayrı bir fonksiyonudur, kredi devletin ayrı bir fonksiyonudur. Yani, zekâttaki «Gârimîn» faslı, kredi müessesesinin takviyesi ve desteklenmesi niteliğindedir. Yani bu iki konu arasındaki ilişkiyi bu şekilde kuruyoruz.
Diğer taraftan yine Yeniçeri'nin söylemiş olduğu vakıf mese¬lesi ise, bu vakıf statüsü daha sonra gündeme gelecek. Eğer mev¬zuat bu şekilde devam ederse bir anonim şirket olarak kuracağız, yalnız anonim şirket ana tüzüğünde ne gibi tedbirler getirebilirsek onu koyacağız. Yani, anonim şirketlerdeki özellikle bu sermaye terakümü, yani ekseriyet sistemi ile sermaye tevhidinin getirmiş olduğu büyük, yani sermayeyi toplayarak şöyle ufak bir sermaye eritme meselesini mahzurlu gördüğümüz için anonim şirketi tedkik ediyoruz. Bu bakımdan, hangi açıdan bakılırsa bakılsın biz bir vakıf statüsü diyoruz. Ama, mevzuat gereği bugün kurulursa ano¬nim şirket olarak kurulacak. Daha sonra kurulacak olursa vakıf statüsüdür veya kooperatif statüsüdür. Yeniçeri'nin sorularına böylece cevap vermiş oluyorum.
Ömer Dinçer arkadaşımızın soruları: Bu demokratiklik mese¬lesi bizim arkadaşlar arasında çok tartışılan bir konudur. Demok¬ratiklik kelimesi, halkın yönetime katılması ve aşağıdan yukarıya doğru bir mekanizma kurulmasıdır. Yani, bugünkü demokrasi eski yönetimlere oranla varılan önemli bir merhaledir, ilerlemedir. Fa¬kat, çözümü yoktur. Özellikle ekseriyet sistemine dayanmasından dolayı büyük sorunlara yol açmakta, çoğunluk tahakkümü olayına dayanmaktadır.
Biz, getirmiş olduğumuz demokratik unsurlarıyla, ittifak ve  bağlanma mekanizmasını getirmiş oluyoruz. Aslında çağdaş mâ¬nâda demokrasinin varabileceği en üst seviyeyi anlatıyoruz. Yani, faizsiz bir sistem demokrasinin zirvesini gerçekleştirecek olan bir sistemdir bize göre. Ve demokrasi kelimesinin bu açıdan ele alın¬masını, kısır döngü dediğimiz bugünkü demokrasinin dışında tutul¬masını hassasiyetle rica ediyoruz.
Biz halkta büyük bir dinamizm görüyoruz. Yani, gidip biz bu mekanizmayı bir takım sermaye şirketlerine veya büyük kuruluş¬lara veya siyasî ve iktisadî kurumlara anlatarak da yapabiliriz. Fa¬kat, bu yanlıştır diyoruz. Sonunda bunlar tekeller oluşturmakta ve kredi mekanizmasını yanlış kullandıkları için halk üzerinde büyük bir tahakküm kurmaktadırlar. Halbuki biz, hak mefhumuna dayanıyoruz. Yani, en ufak bir ekonomik değerin dahi hak olduğuna inanıyoruz. Eğer bu hak, elden gidiyorsa, haksız olarak herhangi bir şekilde ele geçiriliyorsa, bu sistemde sosyal denge bakımından bir eksiklik var demektir. Bu bakımdan, ekonomik olarak hak mefhumu burada herkesin üzerinde durması gereken bir mefhum ola¬rak karşımıza çıkmaktadır.
İstişare metodu ile ittifak metodu arasındaki fark; istişarede başkan karar alırken istişare eder ve istişare ettiği kişilerin aleyhine de karar alabilir. Zaten başkan bize göre ittifakla seçilmiştir. Fakat bir konuda tereddüdü vardır, ne şekilde karar alacaktır? Zaten, ka¬rar vermiş ise istişareye gerek yoktur. Yani, ittifak hasıl olmayan durumlarda, orada bulunanlarla istişare ediliyor. Karar alınamaz¬sa o vakit başkana yetki verelim şeklinde bir karar alabilirler ve bu karar da ittifakla karardır. Başkan istişare yaptıktan sonra, diyelim ki 10 kişilik bir istişare kurulundan 9 kişisi bir konuda karar verdiğinde, başkan o anda içine doğan görüşü, bir kişinin ka¬rarını da uygulayabilir. Yalnız, istişare yapma zarureti vardır ve istişareden hemen sonra karar verme mecburiyeti vardır. İttifak kararları ise, bir konuda kararın tamamen ortaya konulması ve alınmasıdır. Yani, reylerin açık olarak belirtilmesidir. Genellikle ilmi konularda da geçerlidir.

      Ahmet Aydın BOLAK
      — Süleyman Bey'i, sorulan sualleri ve verdiği cevapları yapı¬lan konuşmaları dinledik. Evvelâ ben de şahsen, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı'na böyle bir mevzuu görüşme imkânı hazırladığı için teşekkür ederim.
Fikrin, iyisi veya kötüsü olmaz; fikrin, yanlışı veya doğrusu olur. Fikir, her haliyle mübarek ve mukaddestir. Müzakere edilir. Doğrusu - eğrisi tesbit edilir. Eğriyi düşünen tashih eder, doğruyu düşünen de bundan kendine bir şey çıkarmaz. Kulluk vazifesini yapmış olur. O sebepten, hem Süleyman Beyi, hem tebliğ veren arkadaşları, gayretlerinden dolayı tebrik ederim. Bize bir mevzu hazırlamışlar, düşüncelerini genişletmişler, cesaretle ve İslâm'a ya¬kışır gönül huzuru içinde sunuyorlar.
Neler farzediyorlar? Bu faraziyeler mühim, düşüncenin esa¬sında. Evvela, belli bir hukukî sistem farzediyorlar. İçinde bulun¬duğumuz sistemden başka bir hukukî sistem farzediyorlar. İkinci olarak, iktisatta en az müdahaleci bir sistem farzediyorlar. Buna mukabil idarede biat (bey'at) sistemi farzediyorlar. Mutlak bağ¬lılık sistemini kabul ediyorlar. O sebeple ittifak unsuru denilen ve bugünün cemiyetinde güç birliği edilen bir unsur koyuyorlar. Eğer bey'atın mânâsını idrak etmez iseniz, ittifakı sağlamak da müm¬kün değildir. Öyle bir cemiyet farzediyorlar. Öyle bir topluluk far¬zediyorlar. Fırsat eşitliğini tanıdıklarını, hatta imkân müsavatını tanıdıklarını farzediyorlar. Adaleti temel kriter kabul ettiklerini farzediyorlar. Ve düşünce sistemi budur diyorlar ve ilâve ediyor¬lar : Bu model ilmî seviyede idrak edildiği müddetçe yaşar, diyor-lar. Modelin, ilmî seviyede idrakini de idare sisteminde gösteriyor¬lar : Alt, orta ve en üst irade. En üst iradede karar kuvveti kabul ediyor ve istişareyi ve icma'ı ona göre kademelendiriyorlar.
Arkadaşlarımıza cesaret veren, kendilerinin bugüne kadar yaptıkları, sayıları belki iki bini bulan veya daha fazla ortak ya¬rattıkları denemelerdir. Biraz önce arzettiğim gibi bu sistemi hem bu sistem yaşasın, hem de bu olsun, beraberce yürüsün diye dü¬şündüğümüz zaman, umuma açık bir banka olarak düşünmek mümkün değil. Bunu ancak, kurulduğu şubedeki şubeye ortak olanların, yani para ihraç edenlerin, yani birer altın verenlerin veya şubenin yaptığı iktisadî faaliyetlerde, para yerine tedavüle çıkardığı senetlere müstehak olanların katılabildiği bir iktisadî faaliyet. Bunun, Türk - İslâm cemiyeti için, bir sistem haline gel¬mesi halinde bu düşüncelerin yeniden tasrihi lâzım. Çünkü bu sis¬tem, bütün izahlarda para ve borsayla beraber anlatılıyor. Halbuki sistemin içinde, pâra yerine senet vardır. Ve kıymetli maden ola¬rak da yalnızca altın ve gümüş var. O sebeple, sistemi vaz' eden arkadaşlarımın, bu müzakerelerin sonunda, kıymetli ilim adam¬ları ile birlikte, bu düşünceyi enine - boyuna ve bir cemiyeti sararcasına, bir komüni, bir medineyi, bir küçük topluluğu, bir şey¬hin etrafındaki topluluk mânasının dışında, topyekûn, her sınıf¬tan, her cinsten, her yaştan vatandaşı saran bir banka sistemi ha¬line nasıl getirilebileceğini tesbit ve müzakere etmeleri lâzımdır. Buna rağmen, bir fikrin başlangıcını sağladıkları ve bir fikrin açık¬ça müzakeresini sağladıkları için, kendilerine şahsım adına ve siz¬ler adına teşekkür ediyorum. Hürmetler sunarım.

Süleyman KARAGÜLLE
— Biz burada bir model ile çıkıyoruz. Bir model oluşturma tekniği vardır. Türkiye tarihinde model oluşturma tecrübesi yok¬tur. Yakın geçmişte, meselâ Osmanlılarda yoktur. Böyle geçmişi olmayan bir sistem, bir konu üzerinde çalışmaya başlamış, bugün¬kü duruma getirilmiştir. Bizi bu model oluşturmaya getiren usû¬lün, metodun ne olduğunu sizlere arz etmek istiyorum. Böylece bu modelin kaynağını da öğrenmiş olacaksınız.
Evvela, çağımız bir çok problemleri bulunan bir çağdır. Ne¬den? Bir tarihî merhale geçirmektedir. Bu merhaleleri, Arif Er¬soy size bahsettiler. Ben isimlerini söyliyeyim :
İnsanlar bahçelerde, bağlarda, meyveliklerde, toplayıcılık de¬virlerini yaşarken, nüfus çoğaldı. Bahçelikler nüfus kalabalığın¬dan dolayı bitti. Bir de bu yetmedi, soğuk iklimler başladı,... Böy¬lece insanlar açlıkla karşı karşıya geldiler. İşte sıkıntı başladı. Fa¬kat, Allah insanlara yol gösterdi ve insanlar, toplayıcılıktan av¬cılık dönemine geçtiler. Avcılık döneminde, artık her yerde, dağ¬larda, kırlarda avlanabildikleri için bütün dünya yüzüne yayıldı¬lar. Deniz aşırı ülkelere gittiler. Bugün büyük okyanuslarda han¬gi ada'ya gitsek insan buluruz, o zaman vardılar yani. Fakat, bunların avlamaları sonunda ve buzul devrelerinin uzun sürmesi sonunda otlaklar bitti. Dolayısiyle av hayvanları da bitmeye baş¬ladı. İnsanlar yine açlıkla karşı karşıya geldiler. Yine Allah on¬lara bir yol gösterdi, hem de iklimi düzeltti buzul devri bitti. Ye¬niden otlaklar, çayırlıklar, ağaçlıklar meydana geldi. Amma, onu otlayacak hayvanlar yoktu bu sefer. Dedi ki siz bu hayvanları öldürmeyip ehlileştirin. Ama, bu sefer onların etinden değil de sü¬tünden ve yününden yararlanın, dedi ve insanlar da böyle yap¬tılar. Bu sefer yeniden çoğalmaya başladılar.
Bir sıkıntı daha geldi. Yeniden kuraklık devri başladı. Otlaklar bitti. Hayvanları otlatamaz oldular. Bu sefer Allah onlara ziraati öğretti. Tarımcılığa başladılar, suladılar. Yeniden geliştiler. Böylece ilk dört safha, yani mübadele ekonomisinin olmadığı, öz üretimin geçerli olduğu devreler tamamlandı. Ondan sonra Allah dedi ki: Bak, siz hep kendi ihtiyaçlarınızı kendiniz üretiyorsunuz. Siz böyle yapmayın, gelin aranızda iş bölümü yapın : Biriniz bir şeyi ekin, öbür tarlaya başka bir şey ekin. Bir pazar kurun, ora¬da değiştirin.  Bu neyi sağladı?  En çok ürün getiren tarlalarda mahsul alınmaya başlandı, verim çok arttı. İnsanlar ihtisaslaştı. Bir şey ekmeyi öğrendi, hep onu ekti, iyi verim aldı. Böylece ye¬niden refah başladı. Fakat, o dönem de yetersiz hale geldi. Nüfus çoğaldı çünkü. Ondan sonra ülkeler arası mübadeleler devri baş¬ladı. Tüccar mübadelesi devri geldi. Yani, eskiden pazarda değiş-tirdikleri halde sonraları geldiler tüccar onlardan malı aldı, götür¬dü sattı. İşte ipek yolu, bu devirde başladı. Hz. Peygamber de bu devirde İslâmiyet'i yaymaya başladı. Kur'an bu devirde nazil oldu.
         Ondan sonra bir zaman geldi ki, insanlar yer yüzünde yayılıp mübadele sistemi çoğalmış olmakla beraber, nüfusun kat be kat artması sonucu insanlara yeter gelmedi. Şimdiye kadar hep mal mübadelesi yapıyorlardı. Yeni bir yol gösterdi. O da, büyük sana¬yilerin doğmasına sebep olan işçilik - emek mübadelesi dediğimiz işçilik devri başladı. Bu işçilik dönemi içinde yaşıyoruz şimdi. Bu¬günkü yaşadığınız dönem bu devir ve bu işçilik dönemi büyük sa¬nayii ortaya çıkardı. Ve bugün nüfus beş milyara(1987’de) yükselmiştir. İnsanlar gökyüzüne uçmuşlardır ve Amerika'da konuşuyorlar, Amerika'da hareket ediyorlar, biz buradan seyrediyoruz. Bunlar hep işçilik döneminin Allah tarafından insanlara verdiği nimet¬leridir.
      Bunları biz yapıyoruz, dersek şirk olur. Bunlar, Allah'ın in¬sanlara nimetleridir. Ve bu dönemlerde büyük sıkıntılar başla¬mıştır. İşte enflasyon bunun başlıca sıkıntısı oluyor ki bunu her¬kes hissediyor. Paranız yoksa bugün tuvalete gidemiyorsunuz. Ama, o paranızı kemiren fareyi cebinizde taşıyorsunuz. Dolayısiy¬le hastasınız. Sizi kanser mikrobu yakalamıştır, demektir. En bü¬yük derdin içindesiniz, en büyük belanın içindesiniz. Bu belanın kaynağı da faiz. Faiz olmasa enflasyon olmaz. Faiz olmayan yer¬de enflasyonsuzluk vardır. Olursa da arızî olur. Ama, faiz olan yerde enflasyon sürekli olur. Sonra anarşi var. İkinci dert anarşi. Eskiden savaşlar vardı. Ama, hiç olmazsa içerde eşkiyalar vardı. Dağlara çekilirdi. Şimdi, her yerde. Dünya büyük sıkıntı için¬dedir.
Dünyanın bu ızdırapları herkese yansımıştır. Herkes dert için¬dedir, sıkıntı içindedir. Bakıyorsunuz ki Türkiye'nin ekonomisine yön verebilecek kadar zengin. Ama, sabah intihar etmiştir. Baş¬bakandır ama, acaba yarın başbakan mıyım? Yoksa sallanıyor mu¬yum? Belli değil.
Şimdi, bu kadar sıkıntıların içinde bulunan bizler, problem¬lere çare aramak zorundayız, her birimiz. Herkes çare arayacak. Biz de çare aramaya başladık. Bu çareler de, İslâmiyet'ten öğren¬diğimiz esaslardan hareket ederek, çareyi nasıl buluruz diye dü¬şündük. Bazı prensipler ortaya çıktı. Bu prensiplerden birisi, ge¬çici çözüm yerine, kalıcı çözümlerdir. Nedir geçici çözüm? Şimdi başınız ağrıdı. Aspirin alırsanız, o anda ağrınız geçer. Bu geçici çözümdür. Ama, neden başım ağrıdı der de, baş ağrısının illetini bulur ve onu hallederseniz, hatta o gibi bir illet bir daha gelirse nasıl bir ilaç kullanacağını öğrenirseniz, işte kalıcı çözüm budur. Demek ki Allah'ın istediği şey, geçici çözümler aramak değil, de¬vamlı, sürekli çözümler aramaktır. Bu neyi sağlar? Bu insana ka¬rakter sağlar. Bu karakter evvela işini kolaylaştırır. Çünkü bir defa çözer, hep onu ömrü boyunca kullanır. Ve yüz tane çözüm yapmışsa, hayatındaki yüz tane meselesini artık çözmüş olur.
İnsanlar aynı yerde yaşamayı severler. Çünkü birbirlerini ta¬nıyorlar. Dolayısiyle nasıl korunacaklarını ve arkadaşından nasıl yararlanacaklarını bildikleri için, onun yanında oturmak istiyor¬lar. Bu birinci ortaklık prensibidir. İkinci prensip, şümullü çözüm. Benim başım ağrıdı, aspirin çaresi. Ama, başka kardeşin başı ağ¬rısa onun çaresi ne? Öyle çözümler bulayım ki, o çözümden ken¬dim yararlandığım gibi, aynı derde mübtela olan insanlar da ya¬rarlansın. Mesela :
Bir dostuna gidip özel olarak bir iş yaptırıyorsun. Bu bir şü¬mullü çözüm değildir. Öyle çözüm getireceksin ki, orada herkes yararlanacak. Buna kapsamlı çözüm veya şümullü çözüm diyo¬ruz. Şümullü çözümün faydası nedir? Yüz kişi bir araya gelsek, hepimiz birer mesele çözsek, hepimize ait yüz meseleyi çözmüş olu¬ruz. Bir meseleyi çözmekle yüz meseleyi çözmüş oluyoruz. Böyle¬ce, benzer meseleleri çözen bir topluluk oluşturuyoruz. Topluluk oluşturmanın bir model oluşturmada böylece ikinci prensibini be¬nimsemiş oluyoruz.
Üçüncü prensip ise, zâti çözüm. Yani adam her çözümden yararlanır. Dünyada sosyalizmden, kapitalizmden, emperyalizm¬den, ne aklınıza gelirse her şeyi dinleriz. Ebû Hanife'yi de, Şafiî'yi de, her şeyi dinleriz. Budizmi de, Konfüçyanizmi de. Evvela din¬leriz. Ama, çözümü kendimiz ararız. Falan konu İngiltere'de çö¬zülmüş, bize yaramaz. Amerika'da çözülmüş problem yaramaz. Japonya'da çözülmüş problem yaramaz. Bin sene evvel Bağdat'ta çö¬zülmüş problem bize yaramaz. Çünkü, o zamanın problemini çö¬züyor. Biz ise, bugünün problemini çözüyoruz. Hatta, bugün Pa¬kistan'da çözülen problem bize yaramaz. Biz, bugün burada ya-şıyoruz. Biz kendi problemimizi kendimiz çözeceğiz. Ve aynı şeyi söylüyoruz ve diyoruz ki Pakistanlılar da bizim problemi taklit etmesinler, onlar da kendi problemlerini kendileri çözsünler, di¬yoruz. Buna zatî çözüm diyoruz. İşte, içtihad dediğimiz müessese budur. İslâm'ın öğrettiği içtihad müessesesi ve herkesin kendi iç¬tihadı ile amel etmesi müessesesi budur. O halde biz, zatî çözüm aramış olduk ve bu zatî çözüm, temsilciler bir araya gelme şeklin-dedir.
Dördüncü çözüm de ilmî çözümdür : İlmî çözüm ne demek¬tir? İlmî çözüm demek, Yunanistanlıların anladığı teoriler çözü¬mü değil. Veyahut pratik bir çözüm de değildir. Mesela : Mimar Sinan'ın Süleymaniye'yi yapması da ilmî çözüm değildir. İlmî çözüm nedir? İlmî çözüm : Teori ile tecrübeyi yanyana yürüt-mektir. Teoriyi kuracaksınız ve deneyeceksiniz. Denemeden almış olduğunuz sonuçları ile teorinizi ta'dil edeceksiniz. Ta'dil ettiğiniz teoriye göre yeniden deneme yapacaksınız ve böylece iki ayaklı, yani pratik - teori, deneme - teori adımlarını ata ata ilerleyecek¬siniz. İşte ilmî çözüm demek, amel yapacaksınız, teori yapacaksınız ama, amel biraz daha ileri gidecek. Ondan sonra teorinizi iler-leteceksiniz ama ameliniz de daha ileri gidecek. Böylece adım adım ilerleyeceksiniz.
İşte bu metodları benimseyen arkadaşlar, İzmir'de bir araya gelme imkânını bulduk. Bir kooperatif ve site oluşturduk. Bizim gibi 4 prensibi kabul edenleri davet ettik. Katılanlarla haftalık toplantılara başladık. Bir taraftan teori kurduk, öbür taraftan da teşebbüsleri kurduk. Kurmuş olduğumuz teşebbüslerde, bu oluşan fikirleri orada uyguladık. İşte böyle basamak basamak ilerleyerek bugün sizin huzurunuza gelmiş bulunduk.
O halde bizim teoriden, bu çözümde neyi yapmak lâzım? Bir araba modeli çıkardığınızı farzedelim. Evvela böyle bir araba yap¬ma gücüne sahip olacaksınız. Ve projeyi tedkik edeceksiniz. Tedkik sonunda tamam bu araba olur ve yürür, birinci safha bu. İş¬te şimdi size arz ettiğimiz nokta bu. Yani size bir model getirdik, projemizi getirdik. Bunu tedkik edin, diyoruz. Bu proje acaba araba olur mu olmaz mı? Yani sonunda tekerlekler döner mi, dön¬mez mi? Ya bir noksanını bulur, bu araba çalışmaz dersiniz veya bunda noksan yok, çalışır dersiniz. İşte görüyorsunuz ki bizim size getirdiğimiz, modelin sadece kendisi. Asfalt için yaptığın bir araba, mesela tarlada yürümez. O kadar büyük araba yâparsın ki yol dardır geçmez. Binaenaleyh bir de ikincisi çevreyi tanımak lâzım. Acaba bu araba bu çevrede hareket eder mi, etmez mi? O da Türkiye Cumhuriyeti'nin mevzuatıdır. Ve bu ikinci konudur. Yani, bundan sonraki konu, getirilen modelin Türkiye Cumhuri¬yeti toprakları içinde, onun yürüyeceği yollar var mı, yok mu? Acaba onun benzinini dolduracak istasyon var mı, yok mu? O te¬kerlerin tahammül edeceği yollar mevcut mu, değil mi? Onları kullanacak şoförler var mı, yok mu? Bunları etüd edeceksin. O bizim ikinci konumuz, ikinci seminerimiz olacak ve o seminerde hukukçular ve bankacılarla tartışacağız. Burada ilim adamları ile tartıştık. Orada ise daha çok hukukçular ve bankacılarla tar¬tışacağız. Ama bu da yetmez.
Siz en güzel bir araba yaparsınız, ondan sonra o arabanın şartları içinde yürüme imkânı vardır. Fakat, o topluluk o arabayı benimsemiyorsa siz orada piyasaya süremezsiniz. Mutlaka o top-luluğun o arabayı benimsemesi lâzım. Mesela siz Türkiye'de do¬muz çiftliğini kurdunuz, satıyorsunuz. Kim alacak bunu? O hal¬de bedavadan çalıştınız demektir. Öyleyse insanların onu kabul edip - etmiyeceği söz konusudur. Bundan dolayı modelin üçüncü safhasında, acaba bu topluluk bu modeli benimseyecek mi? İşte burada din girer ortaya. Neredeyiz? Çin'deyiz. O halde Çin'in din¬lerine bakılır. Hindistan'dayız. Hind'in dinlerine bakacağız. Avru¬pa'dayız, Avrupa'nm dinlerine bakacağız. Efendim, laikliğe aykı¬rıdır diye .bakmazsan, yutarsın. Çünkü sen öyle bir şey yaparsın ki, o memlekette o mal satılmaz. Bundan dolayı Türkiye'de ola¬ğan bir toplulukda, bu modelin İslâm topluluğunda kabul edile¬bilir tarafı var mıdır, yok mudur? İncelenmesi lâzım. Dolayısiyle Şeriata uygun mu, değil mi diye incelenmesi gerekir. İncelemez iseniz bu modeli yaparsınız. Sonra başkaları faydalanır. Neden? Meselâ, İbn Haldun bir model getirmiş, ama modeli Avrupalılar almıştır. Neden? Şartlara uygun değildi çünkü. Şimdi biz bunu da tartışacağız. Kiminle? Bunu da fıkıhçılarla, İslâm âlimleri ile tartışacağız. Bu üçüncü seminerimiz olacaktır. Bundan sonra ise, bankayı kurmak isteyen tüccarları, esnafları bir araya getireceğiz.
Bak modeli oluşturduk. Türkiye'deki mevzuata uygun olduğunu ortaya koyduk. Bunun İslâm'a da uygun olduğunu ortaya koy¬duk. Gelin şimdi ortak olun, bankamızı işleteceğiz.
Tenkitlerden ve suallerden faydalanıyoruz. Ama metod olarak önce bizim modeli benimsemeniz yani önce doğru olduğunu varsay¬manız gerekiyor. Gazzalî'nin filozofları tenkit ettiği gibi... Bizim modeli bizden iyi anladığınız zaman onu en iyi şekilde tenkit ede¬bilirsiniz.
         Biz model olarak neyi getirmek istiyoruz, onu size arz edece¬ğim. Yine tarihten başlayacağım. İnsanlar toplayıcılık dönemin¬de para olarak ceviz, fındık gibi kuru meyveleri kullandılar. Bun¬lar hem maldı, hem de para idi. Ama, avcılık dönemi gelince, bu¬lundukları yerde bunlardan hiç biri yoktu. Bu defa deriyi para olarak kullandılar. Hayvancılık dönemine geçince, hayvanları vurmadıklarından ellerine deri geçmediği için, bu sefer canlı hay¬vanı para olarak kullandılar. Yani hayvanı, canlıyı para olarak kullandılar.
         Tarım döneminde ise tahılı para yerine kulanmaya başladılar. Mübadele dönemi başlayınca bunları taşımak, getirip - götürmek problem oldu. O zaman da madenleri para olarak kullanmaya başladılar. Tüccar mübadelesi başlayınca ağır madenler yerine ha¬fif madenleri para olarak kullanmaya başladılar. Bahada ağır, yükte hafif altını keşfettiler. Böylece altını para olarak kullan¬dılar.
        İşçilik devri gelince bu para da yetmedi. Niçin yetmediğini arkadaşlar belirttiler. Çünkü, evvelâ ticaret döneminde yalnız mal mübadelesi vardı. Gayr-i menkul mübadelesi yoktu. Halbuki şim¬di gayr-i menkul sanayie girmeye başladı. Dolayısiyle taşınmaz¬lar da para istedi. Bu da yetmedi. İşte altın ve gümüş yetmez ha¬le gelince insanlar yeni para bulmak zorunda kaldılar. Ve bugün cebimizdeki para bu işçilik dönemi parasıdır. Ama, daha önce pa¬ra olarak kullanılanlar kayboldu mu? Yok. Onlar da var ama, para olarak yok. Banknot  nedir? Bir senettir.Ne senedidir? Türkiye'de mevcut olan değerlerin toplamına, cebinde kaç lira taşıyorsanız ve kaç lira piyasada varsa, o nisbette iştirakiniz olur. İşte bu «ortaklık senedidir». Eğer dolar taşıyor-
sanız, ABD mallarına iştirakiniz var demektir. Eğer riyal taşıyor¬sanız Suudi Arabistan'ın, tümen taşıyorsanız İran devleti'nin mal¬larına olan iştirakinizin bir belgesidir. Ama, bir kötü tarafı vardır, nedir? Pay hiç belli değil. Kaç lira piyasada dolaşıyor? Bilmiyorsun. Karşılığı nedir? Bilmiyorsun. Ama, paradır ve bu para devam ede¬cektir. Ne zamana kadar, ortaklık döneminde de devam edecektir. Ama, bu paraya bir çare bulunacaktır. Enflasyon önlenecektir. O da gümüş karşılığı çıkarılacak bir para var, bizim konumuz bu de¬ğil. Çünkü, bu parayı çıkarma yetkisi devlete aittir. Ve bir devlet içinde iki para olmaz; yalnız bir para olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin parasına müdahale etmemiz, onun hükümranlık hak¬larına müdahale etmek anlamına gelir. Bu da, sonunda devletin yıkılmasıdır. Bu devletin yıkılması demek, bizim ezilmemiz demek¬tir. Onun için, biz gayet hassasiyetle Türk parasına müdahale et¬meden bir sistemi geliştirmek zorundayız. Ve Türk parasına dokun¬muyoruz. Ama, ıslah teklifini tavsiye ediyoruz. Diyoruz ki: Şimdi yapamazsın, diyoruz. Ama, biz ne zaman hisse senetleri, mal se¬netleri çıkarırsak, bununla yaşamağa başlarsak, sen yalnız senet¬lerimizi alıp-saymaya başlarsan, o zaman sana gümüş para yete¬cek, diyoruz. Ve o zaman gümüş senedi çıkartırız. O halde biz, Türk parasına karşı bir şaldırı değil, aksine Türk parasmı sağlam temel¬lere oturtmak için şimdiden hazırlık yapıyoruz. Bu noktanın iyice anlaşılması gerekir.
O halde, biz şimdi ne yapıyoruz, biliyor musunuz? İşçilik ça¬ğına geçtiğimiz için, her çağ değişmesi para değişmesini, müba¬dele değişmesini zaruri kıldığı için, değişmesi ile eskisi yok olmu¬yor, yeni bir mübadele aracını getirdiği için, ortaklık çağına yeni bir mübadele aracı ile girebiliriz, diyoruz. Bu da nasıl mümkün¬dür, diyoruz. Ortaklık ne ile olur? Ortaklık belgeleriyle olur.
Ben ortağım, ne ile bileceğim? Bana verilecek bir senetle bile-ceğim. İşte bu ortaklık senedine «Pay senetleri» diyoruz. Bunun özelliklerini arkadaşlar saydılar: Hamiline yazılı olacak, devredile-bilecek, mevduat olarak kabul edilecek, vs. Daha biz ne yapıyoruz? Biz bir model getiriyoruz ama, bu model bugünkü problemlerin bir modeli değil. Meselâ, Marks da bir model getirmiştir, kendine göre. Ben yeni modelle çözeceğim, dünyanın problemlerini diyor. Biz de diyoruz ki, sen kapitalistsin diyoruz. Sen sadece adını değiş¬tirdin. Ne yaptın? Özel teşebbüsten aldın, devlet teşebbüsüne ver¬din. Ama, yine kapitalizmdir, diyoruz. Sen yeni bir model getirmedin. Sadece sahibini değiştirdin, ondan alıp ona verdin. Sen çünkü yeni para modeli getirmedin, diyoruz. Sen eğer gerçekten bir merhale getirmiş olsaydın —benim merhalem diyor çünkü— yani, toplayıcılık, avcılık, çobanlık, çiftçilik, pazar mübadelesi, tüc¬car mübadelesi ve işçilik mübadelesi gibi sen de bir mübadele me¬kanizmasını getirebilseydin diyoruz, senin yeni para modelin olma¬sı lâzımdı. Halbuki sen, yeni bir para modeli getirmedin. Sen de aynen dolar, riyal gibi bir para kullandın. Biz de, eğer bir modeli bu para sistemi içinde getiririz diyorsak yalan söylemiş oluruz. Nedir o yeni dünyanın modeli? O insanlığı aştığı 8. merhalenin modeli ne¬dir? Onlar işte «Ortaklık senetleri» dir diyoruz ve uygulaması da ortaklık sistemidir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bizim araştırmalarımız¬da, bu banka modelinin kurulup-gelişmesinde, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı kesin olarak—bizim kanaatimiz budur— mani değildir. Türkiye çapında da mani değildir. Yani, bir küçük modelde de, Türkiye çapında da mani değildir. Ama, bunu bugün tartışmayacağız. Bunun için ayrı bir seminer yapıp orada tartı¬şacağız.
İkinci olarak, bizim araştırmamız İslâmî delillere dayanmak¬tadır. Getirdiğimiz model, İslâmî modeldir, İslâm'a katiyyen aykırı değildir. Bunu da ayrı bir seminerde tartışacağız.
Konuşmalarımı burada bitiriyorum.
         Ahmet Aydın BOLAK
— Vazifem olarak, anladığımı huzurlarında tekrarlamak isti¬yorum. Yanlış tekrarlarsam, tashihini rica ediyorum.
Evvelâ bir giriş yaptılar, insanlığın gelişmesi ile ilgili girişin¬den sonra, bu model teşekkülünün hangi esaslara dayandığını, in¬sanlığın para çağından ortaklık çağına geçişteki model arayışında, kendilerinin kabul ettikleri esasları söylediler.
Dört esas söylüyorlar:
      1. Çareler aramak ve muvakkat suret-i haller yerine, daimî
sûret-i haller bulmak,
2. Bulunan suret-i hallerin şümulünü tesbit etmek,
           3-Zatî suret-i haller bulmak, yani bünyeye ve zamana uygun suret-i haller bulmak, arayışları kendisinde yapmak,
            4-İlmî suret-i hâller bulmak, yani nazariyatla tatbikatı be¬raber yürütmek.
           Sayın Karagülle diyorlar ki: Bugünkü takdimimiz, yalnızca anahatlarıyla bu model arayışının gerekçesini ve esaslarını söy-lemekten ibarettir. Düşündüğümüz ikinci adım, bu modelin hu¬kukîliğini, banka ve malî hukuka ve kaidelerine uygunluğunu münakaşa etmektir. Bir üçüncü merhalede de, bulduğumuz ve inancımıza göre de İslâm inancına da uygun olduğuna inandığı¬mız bu modelin, İslâm'a uygunluğunun delilleri ile, fakihlerle mü¬nakaşa ve müzakere etmektir.
Şimdi yaptığımız, bu işin hukukîliğini ve şer'îliğini aramak¬tan ziyade, düşüncemizin kaynaklarını, bizi bu model arayışına götüren kaynakları söylemektir.
Özellikle, kendilerinin para ekonomisi ve para teorileri hak¬kında, şayân-ı dikkat, bilgilerimize aykırı olan nokta-i nazarları veya işin hukukîliğinin müzakere ve münakaşasını atîye bıraktığı için hukukla alâkalı münakaşaları bertaraf ediyor. Çünkü, ken¬dileri, hukukîliği, şer'îliği, malî hukukla alâkasını atîye bırakıyor¬lar. Evvelâ model arayışının esbab-ı mucibelerini söylüyorlar.
          İnançlarına göre, faizin olduğu yerde enflasyon vardır. Faiz olmayan yerde enflasyon olmaz. Enflasyon kriteri, faizdir. Sabah¬leyin bir arkadaşımız, malî kuruluşların toplantıya iştirak etme¬diklerini işaret ettiler. Hepsi de buradalar. Dikkatle de takip edi¬yorlar. Anlaşılan, mevzu daha dikkatle de takip edilecektir. Ama, bu kaide —beni mazur görsünler— faizin olduğu yerde enflasyon olur, kaidesi mutlak bir kaide değildir. Faizin olduğu, fakat enf¬lasyonun olmadığı yerler vardır. Bizim mevzuumuz, enflasyona sebep olduğu için faizle mücadele değildir. Tahrim edildiği için / faizle mücadeledir. Bizim mevzuumuz budur. Sistem arayışımızın sebebi de budur. Enflasyonu önlemek değildir. Sistem arayışımızın altında faizin tahrim edilmiş olması ve faizin kesin tahriminin ya¬rattığı sıkıntı, içinde bulunduğumuz dünyanın faize dayanan bir ekonomi sistemi içinde oluşumuzun yarattığı sıkıntılardır.

Ahmet TABAKOĞLU
— Süleyman Bey'in konuşmasından sonra bazı şeyler daha net hale geldi. Ben tereddüt halinde idim. Acaba, bu model bir ideal model midir, yoksa geçiş dönemi modeli midir? Eğer yanlış anlamadı isem, model geçiş dönemi modeli.
Biz modeli evvela benimsemek gibi bir niyetle işe başlıyoruz da modelin kuruluşundaki temellere varsayımlara baktığımız za¬man bunların tartışılmaya muhtaç olduklarını görünce, ister-is¬temez biraz geri duruyoruz. Bu temellerin, varsayımların büyük ölçüde kapitalist paradigmalara dayanmasındandır. Tasarruf, ser¬maye birikimi, kalkınma, banka diyoruz. Bütün bunlar hepsi, ken¬di içlerinde tartışmaya muhtaç, aydınlatılması gereken konular. Model bazı İslâmî kavram ve kurumlardan faydalanarak kapitalist kalkınma hedefine yönelik gibi geliyor bana.
Sonra Hz. Âdem'den başlayan, Hz. Muhammed'de kemâle ula¬şan bir din geleneğinin varlığına inanıyoruz. Hatta, kapitalist çağ¬lara kadar, Hıristiyanlığın da bir geleneğe dayandığına inanıyo¬rum. Fakat, şunu da vurgulamak istiyorum : Kapitalizm, bu ge¬lenekten ilk ve en önemli sapmayı oluşturmuştur. Biz kapitalizmin oluşturduğu paradigmalarla İslâm'ın getirdiği paradigmaları ka¬rıştırarak yeni bir model mi arıyoruz?
Modelin İslâm dünyasında, Osmanlılarda bu anlamda olma¬dığı bence de doğru. Yalnız, kendi içersinde de modelleştirilebilecek fikirler olduğunu ben şahsen biliyorum. Meselâ; Ahlâk-ı Alâ-iyye'deki o meşhur daire, belki bugünkü anlamda bir model de¬ğildir. Ama, bir genel denge modeline son derece yakındır. Bir Mülteka'l-Ebhur'daki 'kesb' faslındaki ilk ifadeler hep bana bir model çağrıştırmıştır.
Sayın Süleyman Karagülle Bey'in daha çok Batı-merkezli tek düze doğrusal bir gelişme fikrinde olduğunu düşündüm. İnsanlık tarihi, her yerde aynı merhalelerden geçmiştir gibi bir fikirde ol¬duğunu düşünüyorum. Sanıyorum bu düşünce büyük ölçüde «ay¬dınlanma çağı»nın bir ürünüdür. XVII - XIX yüzyıllar Avrupa'sın¬da geçerli olan bir düşüncedir. Buna göre dünya tarihi her yerde aynı şekillerden geçmiştir. Ferguson'un söylemiş olduğu formülleştirmiş olduğu bir düşünce, Comte'da, Marks'da, Darwin'de, hatta Rostro'da, değişik şekillerde doğrusal gelişme olarak ifade edil¬miştir. Şunu vurgulamak istiyorum: Bu XIX. yüzyıla hâkim olan bir görüş. Biz burada sosyal gelişmeler veya tabiî gelişmeler ye¬rine, Allah iradesini koyuyoruz. Tek farklılık bu gibi görünüyor. Ancak, günümüzde, belki İbn Haldun'da yeniden teşekkül etme¬siyle doğrusal gelişme yerine, devri gelişme modelleri-benimsen¬mektedir. Yani insanlık tarihi, ilkellikten, barbarlıktan mükem¬melliğe doğru gitmektedir; doğrusal gelişme fikri yolunda ilkel¬lik, barbarlık, mükemmellik devridir. Bu görüş bugün hâkim. Wright Mills'in, benim çok sevdiğim bir sözü var : «Bugünkü ma¬tematik, sosyal bilimcilerin afyonu haline gelmiştir.» Burada kül¬tür meselelerinin ikinci plâna itilmesi, her şeyi matematikle izah etme şevkini, matematik zihniyeti eleştiriyor. Ben de aynı fikir¬deyim.
Büyük sanayiin oluşmasında, az önce söylemiş olduğumuz ge-lenekten sapmanın, yani kapitalist gelişmelerin büyük yeri var. Hatta, bunun bir başka ifadesi olan sanayi devrimi demek, bence kapitalist sanayi safhasına ulaşma demektir. Ve burada «riba» kadar —bütün nevileriyle birlikte— belki daha önemli sömürge¬cilik faaliyetleri söz konusu olmuştur, temelde. Sömürgecilik ol¬madan bugünkü mutlak gelişmeyi anlamak mümkün değil. «Mo¬dern Kapitalizmin Doğuşu» adlı kitabında Sombart'ın, konunun uzmanı olarak söylemiş olduğu şu sözleri ben hâlâ sık sık tekrar¬larım : Sombart diyor ki : «Zengin olduk. Çünkü, ırklar ve mil¬letler bizim için öldüler; kıtalar bizim için ıssızlaştı.» Eğer bu sö¬mürgecilik faaliyetleri olmasaydı büyük bir ihtimalle biz bu ko¬nuları burada, bu çerçeve içinde tartışıyor olmazdık.
Bence, her iktisadî sistemin dayandığı bir kültür temeli ol¬ması lâzımdır. Bunun için de iktisat'ın doğuşunda iktisadî rölativizm söz konusu olmuştur. Bugün tekrar iktisadî rölativizme dö¬nülmüştür. Yani, her ülkenin bir kültürü, kendine mahsus bir iktisadî sistemi, teorisi olmalıdır. Burada ben, net olarak hangi kültür temeline dayanıldığı sonucunu pek çıkaramadım. Çünkü, biraz önce söylemiş olduğum gibi kapitalist sistem, kapitalist dü¬şünce çerçevesi, kapitalist paradigmalar etkili. Ve bu yüzden de, sağlıklı bir tarih yorumunun olmadığını tekrarlıyorum. Burada tarihi idealize etmek anlamına söylemiyorum. Tarihi reddetmek için de onu bilmek lâzım. Ben, bugün milyonlarca arşiv vesikası¬nın değerlendirmediği bir ortamda, tarihimizi bildiğimiz kanaa-
tında değilim. Bu genel endişeden sonra, sabahki oturumlarda ce¬vap alamadığım iki soru var :
1-İslâmiyet'in büyük önem verdiği «infak» meselesi ile ta¬sarrufların teşviki nasıl te'lif edilecek? Çünkü, tasarrufların  teş¬viki, daha çok kapitalist bir yaklaşımdır. İnfak ise, İslâmî bir yak¬laşımdır. Bunlar nasıl te'lif edilecek? Bunu öğrenmek istedim.
2-Ziraî toprakların mülkiyeti konusunda cevap alamadım. Çünkü, eğer ziraî topraklarda özel mülkiyet kabul edilecek olursa, —ki öyle bir izlenim var— bunların miras hukuku çerçevesine girmesi söz konusu. Bu takdirde de ziraî optimalite, yani optimum ziraî mülkler giderek küçülecek ve verim düşecektir. Bu konu aca¬ba nasıl halledilecek?
          Süleyman KARAGÜLLE
      — Hiç bir şey geçişsiz olmaz. Her şey bir geçiş dönemi ile bir yere varır. Fakat, burada istenen bir şey vardır : Bu geçişi bilinçli yaparsak, - frene ona göre basarsak, şartlara göre gaz verirsek, en az sarsıntı ile geçişi sağlarız. Biz şimdi işçilik sisteminden ortaklık sistemine geçerken bu nasılsa geçilecek. Biz bu teoriyi getirmesek de geçilecek, getirsek de geçilecek. Bunda şüpheniz olmasın. Dün¬yada hiç bir devlet, hiç bir güç buna karşı çıkamıyacak. Bu bir merhaledir, küllî takdirdir, kimse karşı çıkamaz. Ama, bu geçişi sağlarken, ihtilalle de geçiş olur, seçimle de geçiş olur, ekonomik kurumlarla da geçiş olur. Biz diyoruz ki, bu nevi deprasyonlar ol¬madan geçelim. Bunun da yollarını koyuyoruz. Bu yolla geçtiği¬miz zaman yeni bir şey getirmiyeceğiz. Diyelim ki biz geçtik ve ortaklık sistemi artık Türkiye'de yerleşti, seçimler oldu ve ortak¬lık sistemini artık Türkiye Cumhuriyeti benimsedi, yeni bir şey getirmiyeceğiz. O zaman sadece siyasi partilerin değiştireceği şey, Türk Lirasının değerini gümüşle takdir edecekler, bu kadar. Ama, ihtilalle geçilirse —işte Sovyet Rusya'da olduğu gibi veya diğer devletlerde olduğu gibi— çeşitli deprasyonlar olur. Bunun sonucu¬nun nereye varacağı, kimin hangi kayaya çarpacağı bilinemez. Bi¬zim getirdiğimiz modelde hiçbir zaman geçiş dönemi sistemi değil, —evet, söylenenler geçiştir, peyderpey yapıyoruz— ama, meselâ Kur'an geçiş dönemi modeli midir? Kur'an geçiş devreleriyle gel¬di; ama, bin sene sonra da aynı Kur'an'dır. Biz kaynağımızı aynı kaynaktan aldığımız, aynı şeylere dayandığımız için, şuna inanı¬yoruz ki, bizim modelimiz deprasyon yaratmadan yavaş inişli, frenli bir geçişi sağlamaktır, diyorum. Bunun için, sizin de bu¬raya katkı yapmanız gerekir.
      Kapitalist temellere mi dayanıyor, onların tabirleri kullanı¬lıyor falan. Biz, kapitalist temellere mi, İslâmî temellere mi da¬yandığı bunlara temas etmiyoruz, bu ilerdeki konumuz. Sizi ilgi¬lendiren de o değildir. Bu mefhumlar kimin olursa olsun, bu mef¬humlar nereden gelirse gelsin, bu mefhumlar birleştiği zaman bir model oluşturuyor mu, oluşturmuyor mu? Nereden geldiği, bizi ve sizi ilgilendirmez. Gelen fikrin bizim işimize yarayıp - yaramadığı önemli. Onlar bir tarif yapmışlarsa, muhakkak o varlık vardır. Bakın bütün cisimler, varlıklar hep kelimelerden, ibarettir. Eğer varlık teorisini tetkik edecek olursanız kelimeler mevcuttur, yer yüzünde başka varlık yoktur. İstanbul dediğiniz zaman neresidir? Biz İstanbul'a neresi için dersek, orasıdır; İstanbul. Dolayısiyle ta¬rif ettiğiniz şey var yer yüzünde. Binaenaleyh bunu kapitalizm¬den aldınız diye bir şey yok. Biz böyle tarif ediyoruz ve böyle an¬lıyoruz. Ama, siz daha iyi tarifler ve bizim tariflerde değişiklikler getirirseniz, onları dinlemeye hazırız. Biz baştan söyledik, her yer¬den alırız. Herkesi dinleriz, işimize gelirse alırız.
      İslâmiyet'teki «infak» konusuna temas ettiler. Doğrudur. İnfak da çok önemli bir müessese. Hani bugünkü ekonomide Keynes, tasarrufu değil, harcamayı teşvik etmiştir. Yalnız tasarruf ekono¬miyi yaşatmaz. Üretilen mallar satılmazsa, ücretler meydana gel¬mez ve bundan dolayı bir çelişki olur. Ama, Keynes'in keşfetmiş olduğu, tüketimi teşvik sisteminde bizde ihtiyaç yoktur. Bu artan emeği ve artan malı yatırıma kaydırıyoruz. Ne kadar tasarruf eder¬se o kadar kaydediyoruz. Ama, öbür tarafta tüketime teşvik yok mudur? Vardır İslâmiyet'te. Ama, bu kredi ile değil, zekatla dü¬zenlenmiştir. Konumuz olmadığı için oraya girmiyoruz. Yani tü¬ketim, kredi ile düzenlenmez. Kredi ile değil, zekatla düzenlenir. Zekat konusu ayrı bir konudur. Biz, onun ekonomik fonksiyonla¬rını burada incelemedik. Zaten yalnız kredi ile ekonomiyi geliştiremezsiniz. Mutlak surette, ekonomiyi geliştirmek için vergi politi¬kası ile gelenleri ve gidenleri düzenlemeniz gerekir ki, buna bütçe politikası diyebiliriz. Bu ise daha çok devlet politikasıdır. Bu da bizim konumuzun dışındadır.
Ziraî cevapları verdik ve çözümünü verdik. Kıta'at diyor, Kur'ân'da. Yani, komşu parseller ve komşu olmayan parseller, di¬yor. Bundan parselasyon mefhumu çıkıyor. Biz, bir parselin bö¬lünmesine izin vermiyoruz. Yani bir ziraî niteliği bozacak parse¬lasyona izin vermiyoruz. Yani bir tarlanın içindeki üretimi, bir ünite olarak kabul ediyoruz. Ama, onun hisse senetlerini varisle¬rine dağıtıyoruz ve çözüm getiriyoruz. Hisse senetleri alınca her¬kes sahip, ama, üretim tek. Zaten bu, islâmiyet'te de vakıflarla çözülmüş. Aile vakıfları kuruyor, gelirlerini varislerine bırakıyor ve meseleyi çözüyor.
     Hasan AKSAY
        — Kararın ittifakla alınması: Sayın Karagülle buyuruyor ki, bu model yürür mü yürümez mi? Önce bunu söyleyin. Böyle kara¬rın ittifakla alınmasıyla üç bakımdan yürümez; bir bakımdan da istikbali gittikçe karartır.
Neden yürümez? Bir defa adaletsizlik doğurur. Bu şirketi biz 15 kişi kuralım. On kişi, Sayın Karagülle'yi istiyor; ben Sayın Bolak'ı istiyorum, başkan olarak. Bu kadar çalışmışım, didinmişim, gelmişim bir noktaya. O noktada ya ayrıl veya tasvip et. Bu hak¬sızlık değil mi? Hele bu sistem ilerleyip gider, on - yirmi sene sonra ilerde elli yaşındaki bir adam, bu işe bütün ömrünü verdikten son¬ra sen beni tasvip etmiyorsun, sen çıkacaksın derse, bu çok büyük bir haksızlık olur. Böyle bir haksızlığa uğrama tehlikesine uğra¬yan kimse de bu işin başlangıcında adımını içeriye atmaz. Bina¬enaleyh, böyle bir sistem bir defa başlangıçta sakattır.
     İkincisi, nasıl olsa ekseriyet orada görmüş, orada beni tasvip etsin. Biz insanlarda samimiyet mi arıyoruz, iki yüzlülük mü arı¬yoruz? Ben içimden kesinlikle tasvip etmediğim bir kimseye, bu sistemin dışına atılmamak, bu kadar emeğimi yakmamak, ortak¬lıklarımdan mahrum olmamak için evet dersem, bundan hem be¬nim şahsiyetim, hem o topluluğun şahsiyeti, hem de sistemin şah¬siyeti zedelenir. Böyle bir iki yüzlülüğe, şirket kesinlikle girme¬melidir.
Üçüncüsü, böyle bir sistemin genelde uygulama imkânı yoktur. Bütün Türkiye çapında, böyle bir sistemi uygulamak imkânmı düşündüğünüz zaman, bunu tasvip etmeyenler hudut dışına mı çı¬kacak. Haydi şirket dışına çıkmak bir derece kolay; ama, bütün Türkiye çapında düşünüldüğü zaman, hudut dışına çıkma hadisesi mi doğacak? Binaenaleyh, genelde bu kadar doğru olmayan bir şeyin özelde doğruluğunu aramak son derece zordur, imkânsızdır. Bu sadece özelde yeni hiziplere imkân veren, usul bakımından yeni çıkışlara ve birbirine muarız yeni guruplara ayıran bir hadise olur.
Bu üç bakımdan bu araba böyle gitmez diyorum.
Dördüncüsü ise, istikbal bakımından karanlık görüyorum. Sa¬yın Karagülle, çok güzel bir şey buyurdu; Bu toplantının en güzel tarafı da bu : Yeni bir model aramak, ileriye gitmek, muayyen ka¬lıpların içinde sıkışıp kalmamak. Şu prensipte şu bilmem neydi diye, kafamızın içerisinde bir takım şartlanmaları atıp yeniden bir nizam kurmaya, yeniden keşiflere, yeniden doğruyu bulmaya ve uykumuzu açmaya yönelmek, burada çok önemli bir unsur. Şimdi soruyorum : Böyle bir model arayan, bütün dar kalıpları yıkan Sayın Karagülle nasıl oluyor da herkes beni tasvib etsin, hiç mu¬halefet olmasın diyor. Bir kişiye medyun olarak bir dava yürümez. Herkesin özgür düşünmesi lâzım.
            Bu doğrudan doğruya, bu bütün muhalefeti ile, bütün yeni çözümler arama cehdini, gayretini hepsini içinde muhafaza ede¬rek yola devam etmek demektir. Onun için bunu halletmezsek bu arabanın şoförünü bulamayız. Arabanız ne kadar mükemmel olur¬sa olsun, şoförü yoksa barutu yok demektir.
        Süleyman KARAGÜLLE 
— Her yerde ittifakla karar alınacak diye bir madde yok. Ban¬kanın sözleşmesinde, ittifakla alınması kararlaştırılan yerlerde it¬tifak kararı almır. O da sözleşmede tesbit edilir. Yani, bu cemiyeti, bu topluluğu kuranlar diyor ki, bu noktalarda ittifak gerekir, di¬yor. Ama, orada ittifak gerekiyor. Sonra, milletin ittifakı gerekmi¬yor; temsilcilerin ittifakı gerekiyor.
Ekseriyet sisteminde, ekseriyet olmayınca başkan nasıl seçilir? Kapanıyoruz bir odaya, şûrayı teşkil ediyoruz. O halde yine bir ce¬maat kuruyoruz. Kapalı oyla başkan seçiliyor. İçeride tartışıyorlar,yumruklaşıyorlar; ama, dışarı çıktıkları zaman, biz falanı ittifak¬la imam yaptık diyorlar ve ondan sonra bütün cemaat gidip ona biy'at ediyor... ve kerhen biy'at caizdir. Zorla oldu; olsun. Zor¬la nikâh da caizdir. Doğan çocuk sahihtir. Mihri vardır. Mirası vardır... Çünkü nikâhta rıza şartı yoktur. Ama, malda var. Zorlatıp sonra geri alırım. Biy'atda yok. Zira, biy'atı kendi içinde mütalaa etmek lâzım. Yine bu konu ekonomik modelle değil de, sosyal mo¬delle ilgilidir. Fazla teferruatı tartışmamamız gerekir kanaatin¬deyim.
  Asaf ATASEVEN
       — Huzurlarınıza tenkid değil, sadece teşbih gayesi ile çıktım. Ben sosyal ilimlerin metodunu bilmem. Ama, müsbet ilimlerin me¬todu şöyledir: Model hayvanlar vardır. Çalışma timinizi hazırlar¬sınız. Laboratuarda deneyinizi yaparsınız. Deney muvaffak olur, ya da olmaz. Bunun sonu, bilime bir katkı yapar, meseleyi bir mer¬hale öteye götürür. Buna araştırıcılık deniyor. Sosyal ilimciler bu¬nu, kendi branşlarında, kendi metodları ile yapıyorlar.
Bu model hakkında sadece şunu söyliyeyim: Varsayımlar var. Bizim deneylerimizde de varsayımlar vardır. Ama, varsayımlar de¬ney ile ispatlanırsa, o bilim olur ve uygulanabilir olur. Tıbta, has¬talıkların tedavisinde bir ilâç olarak kat'iyyet kazanır. Onun için ben bu örnekten şunu teklif ediyorum:
      Hep varsayımlarla bir noktaya geliyoruz. Ama, uygulama var¬sayımla olmaz. Uygulama, aynen deney gibi, uygulama şeklinde ol¬malı. Ve tutar mı tutmaz mı? Bu şimdi bir model; faizsiz banka modeli. Aynen bizim laboratuar gibi. Sosyal ilimlerin laboratua¬rı cemiyettir. Bu cemiyete sokulmalı ve tutarsa  varsayım bitme-li. Nerede bitmeli? Cemiyete takdim edildiği anda bitmeli.
         Süleyman KARAGÜLLE
        — Deminki söylediğim şekliyle biy'atın, yani bağlanmanın bir takım şartları var. Meselâ, İstanbul Belediyesi'nin bir takım nizam¬ları var. Ben İstanbul'a geldiğimde bunu baştan kabul ediyorum. Yoksa, İstanbul'a gelmemem lâzım. Sizin trafik kaideleriniz hatalı,ben uymam demek hatalı. Bu salona girdiğim zaman, bu salonun nizamlarına uymak zorundayım. Ama, ne kadar? Salonda kaldı¬ğım kadar. Bir kimseye bağlandığı zaman, mutlak bağlanma yok¬tur. Hasan Aksay Bey'in zannediyorum asıl itirazı buradan. O zan¬nediyor ki bağlandı mı her şey bitti. Öyle bir şey yok. Hangi sahada bağlanmışsak, ben sana şoförlüğünü sana vermişsem, tamam sen şoförsün, ben emredemem artık. Arabayı şöyle sür, böyle sür diye¬mem. Binaenaleyh ittifak olan konular, zaruri konulardır. Mese¬lâ: İnsanlar sağa mı gitsin, sola mı gitsin? Ama herkes diyor ki, ya sağdan gitsin, ya soldan. İki taraftan gidilmez. Ha, o zaman başka¬na yetki veriyorlar. O da diyor ki, soldan gidilecek. Buna muhali¬fim diyemezsin. Sen artık soldan gideceksin. Yoksa o cemiyeti terk edeceksin. Eğer parti ise, değiştireceksin partiyi. Banka ise, değiş¬tireceksin bankayı. Eğer ülke ise, terk edeceksin ülkeyi, Muhalefet fikirdedir, o tamam. Ama, isyan yoktur. Muhalefet edersin, her za¬man reyini beyan edersin. Başkanı her zaman tazyik altında tutar¬sın, bu fikrini değiştir diye. Ama, başkan fiilen orada kaldığı müd¬detçe ona uymak zorundasın. İttifak kararları diye zikrettiğim şey budur.Uygulama konusunda biz, gerçekten kooperatif olarak buraya uygulaya uygulaya geldiğimizi anlattım. Biz ilmî araştırmamızı uygulamışızdır.
        A. Aydın BOLAK
         — Bir sual de ben sorabilir miyim? Ahmet Tabakoğlu'nun suali üzerine, lütfettiğiniz cevapta, zirai ünite’nin parçalanmasına sebep olacak bir tatbikata izin vermiyoruz. O sebeple de mirasçı¬lara hisse senedi vermeyi esas kabul ediyoruz, buyurdunuz. Bunun¬la, toprak mülkiyeti sisteminin, devlet mülkiyetinde olmasını, ki¬şilerin yalnızca intifa hakkına sahip olmasını ve miras hükümle¬rinin sınırlı cereyan edeceğini mi söylediniz?

       Süleyman KARAGÜLLE
         — Bu nedir? Bir ortaklık sistemidir. Ortaklık sistemi şu de¬mektir: Adamın atölyesi var, kendisi iş yapıyor. Maliki, sahibi, işletmecisi de kendisi. Ama, fabrikası varsa kendisi işletemiyor. Ne yapıyor? İşçiler tutuyor. Biz bunu kabul etmiyoruz. Diyoruz ki, bir işletme dört ortaklıktan oluşur. Ortaklar demiyorum bakın. Her biri ortaklık. Genel hizmetini kim getirir? Devlet getirir, vergisini alır. Veya biz kooperatif olarak veya vakıf olarak götürürüz, yine biz genel hizmet payını alırız. Devlet vergisini biz ortaklıkta bir pay olarak mütalaa ediyoruz. Birincisi bu, genel hizmetler.
İkincisi, tesisi koyuyor. Her tesis sahibi ehil değilse işletemez diyoruz, kendisinin de olsa. Adamın diyelim ki hastahanesi var. Efendim ben bu hastahanede doktorluk yapacağım diyemez ki. Efendim, arabası var. Benim arabam ben çalıştıracağım diyemez ki. Getir ehliyeti diyoruz. Getir şoförlük, doktorluk ehliyetini diyo¬ruz. Biz, ziraat için de aynı şartı koşuyoruz. Diyoruz ki, eğer sen ehilsen, ziraat yapmaya, sen işlet bunu. Ehil değilsen bir işleteni bul. Şimdi böyle olunca, zaten bu çağda artık herkes kendi işye¬rinde kendi çalışır sistemi kalkınca, işletme nasıl olsa bir ekip, bir ehil tarafından işletilecektir ve herkes otomatikman sadece menfaatini paylaşacaktır. Dolayısiyle yepyeni bir mülkiyet anlayı¬şı, yepyeni bir sistem ortaya çıkar.
  A. Aydın BOLAK
— O zaman sualimi biraz daha açarak şöyle sorayım: Sizden evvelki kardeşimizin tebliğinde, bankanın esas sermayesini teşkil eden hisse senetlerinin değerinin hesaplanmasında, zemin mülkiye¬tine mevzu olan devlet toprakları, hâlî topraklar, medine toprak¬ları, yani kent sahaları dört kademede değerlendirilerek bir orta değer bulunmuştu. Bununla, şimdi sizin lütfettiğiniz izahta anlı¬yorum ki, sizin geçileceğini öngördüğünüz ortaklık çağında şimdi anladığım kadarıyla toprak mülkiyeti de devlet mülkiyeti altın¬dadır ve ancak kişiler faydalandıkları ölçüde bu topraktan istifa¬de edebilirler. Öyle mi?
     Süleyman KARAGÜLLE
— İdare mülkiyeti kabul ederseniz devlet mülkiyeti değil. Ama, devlet mülkiyeti, amme mülkiyeti derseniz, zaten topraklar amme malıdır. Yani şöyle düşünüyoruz; bunu açıklığa kavuştur¬mak için izin verirseniz bir misal vereyim. Diyelim ki, Büyükçekmece'deki kırk dönümlük bir yeri kooperatif olarak aldık. Şimdi bu yerin metrekaresine bin lira verdim. Bu nedir? Bu diyorum ki, ev-velâ Türkiye toprakları olduğu için, Türkiye devletinin Türkiye'de yapmış olduğu imardan dolayı buraya bir katkısı vardır. Onun için bir değerdir. Ve verdiğim bin lira içerisinde daha evvel oraya sahip olanın devlete verdiği vergisi yatar. Ondan sonra diyorum ki, ver¬diğim bin lira içinde İstanbul İli'ndeki imarın da payı yatıyor bu¬rada.Yalnız toprak parası değil, benim verdiğim. Ondan sonra, Büyükçekmece'deki köyün katkısı vardır, o toprağa; oraya veri¬len pay da yatıyor, diyorum. En sonunda bir de topraktır. Bütün Türk Ülkesi'ninin imar edilmeden evvel istihkak ettiği, herkesin, bütün vatandaşların eşit olarak sahip olduğu bir pay vardır.
İşte biz diyoruz ki, ülke toprağı, il toprağı ve o payları bö¬lüştürüyoruz. Yani, toprağı sattığımız zaman adama, biz üç pay birden alıyoruz. Birini, vergi olarak devlete veriyoruz. Birini, İl'e veriyoruz vergi olarak, birini Bucak'a veriyoruz vergi olarak ki, yol yapsın Ankara'dan İstanbul'a ve bu toprak bir şeye yarasın diyo¬ruz. Ama, zaten yapılmış, zaten verilmiş. Onun için bu toprak, top¬rak değerinin üstünde satılmıştır. Yani, bizim burada kaydettiği¬miz şey, devletin payı oluyor yani, ammenin payı oluyor. Ondan sonra o siteyi ihya edenlere de, oraya kattıkları emekleri nisbetinde veya nakitleri nisbetinde ona da pay vermiş oluyoruz. Şimdi, kırk dönüm yeri dörtyüz dönüm kabul edin, parselasyon yapılmış, bir statüde plânlanmış. İşte diyoruz ki, o plânda, o mukavelede hangi mülkiyet sistemi kabul edilecekse —Türkiye çapında değil—, o plân sistemi içinde hangi mülkiyet sistemi kabul edilecekse, o si¬tenin vakıfnamesinde veya site senedinde gösteriliyor. Deniyor ki, burada mülk sahibi olabilmek için, mülkiyeti korumak için, şöyle şartlar var. İşte o şartlara uymak zorundadır, o vatandaş. O site harabolmamışsa —bir de site toptan haraboldu ise emvâl-i metru¬ke olur— o zaman o site üzerindeki haklar, sadece toprak senedi olarak alacakların elinde kalır.
Vadeli mal senedi, selem senedi adı ile geçiyor. Selem senedi, İslâmiyet tarafından getirilmiş bir müessese. Selem akidleri var¬dır, İslâmiyet'ten evvel Arabistan'da. Şimdi ise, İslâmiyet ise bunu senede bağlamıştır. Bunu da Kur'ân'da en uzun âyeti ile tesbit et¬miştir. Arkasında da emanetle, yani  ambarların teşkili ile ilgili,rehinle ilgili hükümleri ihtiva ediyor. Selem senedi, Kur'ân tara¬fından emredildiği halde, bunun emir olduğu fukahaca görüldüğü halde, bir türlü tanzim edilememiştir. Ama, selemin hükümleri fu¬kahaca tesbit edilmiştir; yalnız, selem senedi çıkmamıştır.
    Selem senedi nedir? Hani Kur'ân'ın emrettiği selem senedi ne¬dir? Meselâ; ben, Türkiye'de onbin ton buğday, domates istihsal edeceğim. Türkiye'de fiyatları dengede tutacak domates tüketimi onbin tondur diye plânlıyoruz. Onbin tonluk selem senedi çıkar¬dık. Domates senedi. Bu ne demek, Üç ay sonra teslim etmek üzere domates senedi yazılıyor. Gidiyorsun bankadan üç aylık domates senedi yazılıyor. Gidiyorsun bankadan üç aylık domates se¬nedinin mukabili krediyi alıyorsun. Buna selem senedi diyo¬ruz. Vadelidir çünkü. Yani, o senedi hâmil olan kişi, şimdi doma¬tes isteyemez. Onun için selem senedi diyoruz. Gidiyor, tarlasına domatesi ekiyor. Ekebilmesi için paraya ihtiyacı var ya. Ne yapıyor? Gidiyor, o senedi borsada satıyor, o domates senedini. Kim alıyor?  Üç ay sonra domatesi satacak olan kabz-ı mal alıyor. Kabz-ı mal ise böylece şimdiden üç ay sonraki domatesi garantiliyor. Çünkü bulamaz o zaman. Hepsi senede bağlı çünkü. Senedi satın alıyor. Şimdi, üç ay evvel almış olduğu senedi alıp cebine koyuyor ve ga¬yet rahat oturuyor. Gelecek-gelmeyecek, var-yok hiç düşünmüyor. Zürra', aldığı para ile bir taraftan domates ekiyor ve günü geldiği zaman kasaya koyuyor ve götürüp ambara teslim ediyor. İşte buna vadeli selem senedi diyoruz/Vadeli mal senedi diyoruz.
Domatesin üç ay sonraki fiyatı bilinmediği için ve bugün da¬hî o kabz-ı mal ile o müşteri arasında ne olacağı bilinmediği için, selem senedi piyasada serbest borsaya da satılır. Yani, senet mal imiş gibi satılıyor o anda ve ucuz satılıyor. Çünkü, senedi alan bu¬gün domatese vereceği para ile üç ay bekleteceği parayı farklı ve¬riyor. Onun için diyor ki, ben bu domates senedini alırım ama, üç ay vadeli olduğu için, bugünkü domatesin fiyatı yüz lira ise, ben sana seksen lira veririm diyor. Zürra' da onu kabul ediyor, banka aracılığı ile, karşı karşıya gelmiyorlar.
Böylece bir selem farkı doğmuş oluyor. Yani, peşin malla, üç ay sonraki mal arasında selem farkı doğuyor ve bu selem farkı, icmâen helaldir. Ama, bu faiz gibidir. Baktığınız zaman faize benzi¬yor. Ama, kiyasa muhalif olarak helâldir, hem âyetle, hem hadîsle helâldir. Ama, kıyasa muhaliftir. Yani, normal baktığınız zaman, faize benziyor. Fakat, faizden farkı var. Faiz, malı evvelâ alıp ödü¬yorsun, fiyatı arttırıyor. Bunda ise, parayı önce veriyorsun, fiyatı düşürüyor. Faiz, önceden tüketim yaptırıyor; bu ise tüketimi son¬raya atıyor. Bu sebeple bu da İslâmiyet'in ilâhî bir nizam, olduğu¬nun bir delilidir. Yani, akılla konsaydı, o da ona benzer derdi, onu da haram ederdi. Veya şimdi bazı kimselerin yaptığı gibi, bak se¬lem farkı helâldir, öyleyse veresiye farkı da helâldir, deyip ikisini birleştirirlerdi. Ama, öyle değil. Ekonomi ile tefrik ettiğiniz zaman, selem farkı kesin olarak çok faydalı bir şey; veresiye farkı, yani faiz, çok zararlı bir şeydir. Sosyalist düzenin sahipleri biz faiz iste¬miyoruz. Ama, hesapları yapamıyoruz, diyorlar. Faizi sokmadık mı hesap yapamıyoruz, diyorlar. O zaman, bakın bir selem farkını ko¬yunca bütün hesaplarmizı gayet güzel yapabilirsiniz.
           Ali ÖZEK
— İslâmî İlimler Araştırma Vakfı'nın tertibettiği, «Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli» konulu tartışmalı ilmî toplantının sonu¬na gelmiş bulunuyoruz.
      Allah'a şükürler olsun ki, bize bu gibi çok mühim olan, dünya ve ahiret hayatımızla yakından ilgisi bulunan bu konularda bir araya gelip meseleyi tartışma imkânını bize vermiştir. İşte bu bizim için hamd ve şükrü gerektirir. Ayrıca yine bu merhaleye gel¬miş olmamız, ortaya konan fikirlerden bir tanesinin de gerçek¬leştiğini göstermektedir. Çünkü bu arkadaşlar, meselenin ilmî ola¬rak tartışılmasını ve tenkid edilmesini istiyorlardı. Şu andaki iddia budur; bundan sonra tabii başka şeyler gelecektir. Bu da elham¬dülillah, bu toplantıda kafi derecede tahakkuk etmiştir.
        Görevimiz, yaşadığımız zamanda görevimizi bilip onu ifa et¬mektir. O da gücümüz ve bilgimiz nisbetinde inancımız doğrultu¬sunda, Allah yolunda, ilim yolunda çalışmaktır. Bunu yapabilir¬sek işte o zaman görevimizi yapmış oluruz.
 Arif ERSOY

— İki gündür bizi sabırla dinlediğiniz için, size arkadaşlarım adına teşekkür etmek istiyorum.
Biz, Akevler (Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi) olarak, size iki gün içerisinde çok özetle bir modeli sunmaya çalıştık. Ve sizin yakın ilgileriniz, eksikliklerimizi ortaya koyan sorularınız bize ce¬saret verdi.
İnanıyoruz ve tarihî bir anlamı olan bu kentte söylüyoruz, in-şaallah ilerde hep beraber ortaklık aşamasının da gereği olarak da¬yanışma içerisinde, yardımlaşma içerisinde bu modeli daha tutarlı bir hale getiririz. Onun için burada müslüman ve müslüman olma¬yan ilim adamlarına diyorum ki:
        Eğer insanlığın selameti için, mutluluğu için çalışıyorsak, il¬min amacı buysa, öyleyse bu modeli ele alıp incelemeniz gerekir.
        Faizsiz işlem yapan, faaliyetini sürdüren veya sürdürmek is¬teyen kuruluşlara da diyoruz ki. Uygulamacı olarak biz size bir model geliştirdik. Siz bu modelin incelenmesi, araştırılması ve uy¬gulanması için elinizden gelen gayreti sarfediniz.
Siz kardeşlerimize, faizin kötülüğüne inanan, faizin yaptığı tahribatın karşısında sürekli sıkıntı duyan, siz düşünen kardeşle¬rimize diyoruz ki: Biz bu konudaki sıkıntınızı ve ızdırabınızı din¬direceğine inandığımız bir modelin çerçevesini bilgilerinize arz ettik.
      Bundan sonra hep beraber, gayretlerimizi birleştirerek çalış¬mamız gerekiyor. Sınırlı ölçüde de olsa, Allah'a diyoruz ki, az da ol¬sa, hatalı da olsa, biz görevimizi belli ölçüde yaptık. Eğer yardım ve inayetin olursa, bunu daha tutarlı bir şekilde geliştirebiliriz, di¬yoruz.
Bu açıdan, merkezimiz, hepinizle her zaman işbirliği yapmaya hazırdır. Hiç çekinmeden, tavsiyeleriniz, eleştirileriniz, katkıları¬nız, bize yol gösterecektir. Bunu böyle belirttikten sonra, Vakfa, oturum başkanlarına ve hepinize teşekkürlerimi arz ediyorum.
        A. Aydın BOLAK
— İslâmî İlimler Araştırma Vakfı'nın «Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli» tartışmalı ilmî toplantısının ikinci gün, dördüncü celse¬sini kapatarak toplantıyı sona erdiriyorum.
Allah'dan hepinize, memleketimize, bütün İslâm Dunyası'na sağlık, selâmet ve afiyetniyaz ediyoruz. Allah'a emanet olunuz. Hürmetlerimle.
DİPNOTLAR:
 -YAZAR-1952 yılında Bursa'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini de burada tamamladı. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde «Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması» konulu tezini vererek «Hukuk Dok¬toru» unvanını kazandı.
Halen Dokuz Eylül Üniversite İktisadi ve İdarî Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Başkan Yardımcısı ve Hukuk Bilimleri Ana Bi¬lim Dalı Başkanı olan Akdemir evli olup İngilizce bilmektedir.

1- Mamafih, meselâ bir tarikat mensuplarının kurduğu kâr amacı güt¬meyen bir kooperatifin böyle bir kuruluşun kurucular arasında yer almaması için hiçbir sebep yoktur. Tüzel kişilerde anasözleşme ve fiili yönetim esastır. Yoksa üyelerinin bir yere mensup olmaları dikkate alın¬dığı takdirde üyelerinin siyasi ve medeni haklarını kısma söz konusu olur ki, bu durum bir tehlike arz eder.   Bir derneğe,   bir kooperatife girmiş olan bir kimse herhangi bir hakkın terki şartına bağlanamaz. Herkes bulunduğu yerdeki davranışlarından sorumludur. Oradan ayrıl¬dıktan sonra yaptıklarından dolayı katıldığı tüzel kişilere hesap ver¬mek zorunda değildir. Ayrıca tüzel kişiler de üyelerinin hariçte yap¬tıkları faaliyetlerinden dolayı sorumlu değildir.
2-Faizsiz bankayı bir şirket şeklinde kurmayı düşünenler halktan topla¬dıkları mevduatı «şirket-i mudarabe» şeklinde işleterek ortaklıklarını kârlara iştirak ettirmeyi düşünmektedirler. Bu düşünce mevduat ile iş¬tirak arasındaki farktan dolayı kabul edilemez. Çünkü mevduat alırken artma ve eksilme borçluya ait olduğu halde, iştirak ederken artma ve eksilme alacaklıya ait olacaktır. Yani tüm riziko bankada toplanarak ve bu ya sermaye olmayışmdan dolayı bu rizikoyu taşımayacak durum¬da olacak veya bankada büyük bir sermaye birikimi meydana gelecek, yaygın ekonomi yerine inhisar ekonomisi doğacaktır.
3-Tarih boyunca altın, para olarak kullanılmıştır. Halen de bu hizmeti görmektedir. Bugünkü gidiş bunun aksini belirleyecek bir iz taşıma¬maktadır. Altın yerine doların ikame edilmesi kıymetini yarım asır için¬de kaybettirmiştir. Yeni bir para tarifine gidilmektedir. Ancak altın dola¬rın mevcut olduğu bugün bile paralık vasfını kaybetmemiştir. Esasen faizsiz ekonomik sisteme dayanan yahudilik, hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi dinlerin para birimi dinar (altın) ve dirhem (gümüş) 'dir.
4- Ülkemizde bankaların vakıf sistemi ile kurulmaları mümkün olmadı-ğından banka anonim şirket olarak kurulacaktır. Ancak anonim şirketi vakıfların kurması şeklinde bir çözümle bugünkü mevzuatta değişiklik , yapmadan ara bir çözüm yolu bulunabilir.
5-Hatırlatalım ki, Bankanın ortaklan olan gerçek kişiler genel hizmet¬lini yaptırdıkları aracı tüzel kişilere sermaye olarak koydukları altını (birer cumhuriyet altınını) vadeli karz olarak vereceklerdir. Tüzel kişi¬ler bu şekilde topladıkları altınları kuracakları banka şubesine serma¬ye yapacaklardır. Banka şubeleri topladıkları bu sermayenin 1/5'ini merkez şubesine sermaye olarak koyacaktır.
6-Şubedeki genel hizmeti görecek kimselerin en az Lise mezunu olma¬ları ki, buna orta ehliyetli diyoruz; merkez şubelerinde genel hizmet görenlerin Üniversite mezunu olmaları ki, buna yüksek ehliyetli diyo¬ruz; genel merkezdekilerin ise akademik kariyer yapmış olmaları ki, buna üstün ehliyetli diyoruz, şarttır. Bilgi düzeyinin derecelenmesi bu teşkilatlanmada kendini bu şekilde gösterecektir.
7- Belirlenen zamanlarda temsilcilerini seçmeyen kimseler o topluluğun üyelik vasfını kaybetmiş olabilirler. Ancak bazı topluluklarda böyle olan kimselere belli bir zaman tanınmaktadır. Buna «teemmül devri» denilmek¬tedir. Bu müddet içinde mevcut temsilcilerden birini kendisine seçmek¬le tüm üyelik hakları korunmuş olmaktadır. Yeniden topluluğa katı¬lacaklar da yine böyle bir temsilciyi kendilerine seçerler. Seçimde se- çilenin de kabul etmesi şartı' vardır. Her temsilci temsilciliğinden vaz¬geçebilir. Herkes de temsilcisini değiştirebilir. Bunun için genelde pe¬riyodik bir zaman konulmaktadır. Günümüzde 5-10 yıla kadar varan periyodik zamanlar olmaktadır. Faizsiz bir sistemde genel olarak böyle bir zaman yoktur. Ancak teemmül devri olarak en çok 1 yıl konula¬bilir.
8-Hiç şüphesiz burada senet derken o senedin arkasında bulunan muka¬vele kasdedilmektedir. Mukavele deyince standart mal demektir. Eğer yapılan standartlar, o topluluğun ma'şeri kararlarına uygun ise o mal hayatiyet bulur ve senedi ile birlikte ekonomide yerini alır. Kanunlar da böyledir. Kanunların çıkarılması onun hayatiyeti için yeterli değildir. Hayatiyeti için kanunların ma'şeri arzuya uygun olması gerekir. Eskiden kral tarafından çıkarılan kararnameler kanun mahiyetinde idi. Ancak bunu kralın kendi keyfine çıkardığı zannedilmemelidir. Kral topluluğu kendisine bağlayabilmesi ve onlara komuta edebilmesi için onların arzu¬larına ma'kes bulacak hükümleri keşfediyor ve ona göre emirler veri¬yordu. Bunu başarmış yani halkın arzusunu bulabilmiş hükümdarlar güçlü olmuş ve büyümüşlerdir.