Faizci IMF’ye 5 milyar! ve “Âlimin ölümü…”
“Faizci IMF’ye Türkiye’den 5 milyar dolar!” diyorduk; kaldığımız yerden devam…
Faizci finans (yoksa “tefeci finans” mı demeliydik?) mimarisi yeniden oluşturuluyor… FAİZCİ IMF Yıllık Toplantıları üç yılda bir Amerika dışında yapılmaktadır. Bu toplantıların 1955 yılından sonra 2009 Ekim ayında tekrar İstanbul’da gerçekleştirilmesiyle Türkiye ikinci kez ev sahipliği yapan tek ülke oldu. FAİZCİ IMF ile ilki 1958 yılında olmak üzere bugüne kadar 19 kez anlaşma yaptık. Son yarım yüzyılın büyük bölümünde ekonomimiz borç aldığımız bu faizci kuruluş tarafından gözetim altında tutuldu. Gelinen noktada “TARIM” ve “SANAYİ” gibi stratejik üretim sektörleri gerilerken, “hizmet sektörü” hızla büyüdü.
Sonuç: ÜRETMEYEN, YÜKSEK FAİZLERLE SÜREKLİ BORÇLANDIRILARAK TÜKETİME TEŞVİK EDİLEN PAZAR ÜLKE HÂLİNE GETİRİLDİK.
FAİZCİ IMF’nin 2000 yılından beri Ankara’da Temsilcilik Ofisi var. Bu ofis, kendi misyonunu Türk makamlarıyla Washington arasında irtibat sağlamak ve FAİZCİ IMF politikalarını koordine etmek şeklinde ifade etmekte. FAİZCİ IMF Direktörler Kurulu’nda ülkemizin temsili dahi yabancı İcra Direktörleri tarafından yürütülmekte!..
FAİZCİ IMF işlevi ve ilişkilerimizin daha derin düşünülmesi gerekmez mi?!.
Gerekmesine gerekir de, bu gerekliliği yerine getirmek için her şeyden önce “Millî Görüş Gömleği” sonra “Adil (Ekonomik) Düzen Ceketi” gerekmekte…
Bu ikisi olmayınca mal meydanda, olanlar ortada, olacaklar ayan beyan belli…
***
“Muhterem babam Prof. Dr. Salim Öğüt Hocaefendi, mübarek Miraç Kandili’nin ardından Hakk’a yürüdü...” Hilal Kaplan. İçimi acıtan ve hüzünlendiren haberi böyle aldım. Meğer Yeni Şafak yazarı Hilal Hanım Salim Öğüt kardeşimin geliniymiş. Çarşamba günü köşesinde bu haber, Cuma günü de “Âlimin ölümü, âlemin ölümü” başlıklı yazısı… Yazıdan uzunca bir bölüm aktaracağım:
“Malumunuz, cumhuriyet kurulalı beri âlimlerimiz ya cinayete veya zorunlu sürgünlere maruz kalmıştır. Rejimin kurdurduğu ilahiyat fakülteleri de dini ilim ve irşaddan çok dini tenkit ve tahkir etmek için gereken profesyonelleri yetiştirmek amacı gütmüştür. Böyle bir vasattan neşet eden ilahiyatçılar için de üç seçenek var olmuştur: Ya ilimlerini rejimin hizmetine sunup ‘Allah ile aldatanlar’ kafilesinin gönüllü yolcuları olacak; Ya kendi dünyalarında ilimleriyle amel etseler dahi halkı irşad noktasında sinecekler; Ya da bedeli ne olursa olsun, ilminin gereğini eliyle, diliyle ve kalbiyle yerine getireceklerdir. Şahidim ki Salim Hocaefendi, hep üçüncü seçeneği tercih etmiştir. 28 Şubat’ın karanlık günlerinde dahi yaptığı hiçbir konuşmada ezilmemiş, bilakis yeri geldiğinde darbecileri bile yerden yere vurmaktan çekinmemiştir. Bu yüzden aldığı tehdit telefonları çoğaldığında ailesini toplamış ve onlara vaziyeti anlatarak şöyle demiştir: “Her şey olabilir. Canımıza da malımıza da kast edilebilir. Ben anacığımın karnından üniversite hocası olarak doğmadım. Atarlarsa gerekirse tuğla ocağında çalışır, yine size bakarım.” İslâm ümmetinin tevhidi üzerine duygusal konuşmalar yapmaktansa pratik olarak bunun için çaba sarf ederdi... Halkı irşad etmek öncelikli emeliydi. Bu amaçla kitaplar yazdı, konferanslar verdi. Çağrıldığı takdirde Avustralya’dan Avrupa’ya kadar yurt dışına da giderdi, ülkemizin en ücra köylerine de... Yine bazı ilahiyatçıların Allah’ı sevdirmek bahanesiyle İslâm’ı bir “çiçekler ve böcekler” dini haline getirmesinden rahatsızdı. “Allah’ın gazabını unutup, unutturarak Allah’ı sevemeyiz” der, buna sohbetlerinde de değinirdi. O’nun kadar insanî ilişkilerde muvaffak birisini hiç tanımadım. Hal ve hareketlerinde hep Hz. Peygamber’i hatırlatan bir duruşu vardı. Daim gülen yüzü ve hoş hitabıyla fethetmediği gönül kalmış mıydı bilmiyorum... O’nun kadar dünya malına tok birisini de hiç tanımadım. Yaklaşık on yıl önce kayınvalidesinin hediye ettiği bir takım elbisesi, iç astarı değiştirildikçe kullanılan yirmi yıllık bir ceketi, anneciğimin zorla aldırdığı üç-beş pantolonu ve üç-beş gömleğinden öte kendisi için hiçbir varlığı yoktu. Gerekirse borç alır, öğrencilerine ve ihtiyaç sahiplerine infak ederdi. Yaptığı pek çok hayırdan ya sonradan tevafuk olarak haberimiz olurdu ya da hiç olmazdı. Vahiy ile heva arasında geçen bu imtihan diyarında, O hep Vahiy kapısına yakın durmaya gayret etti. Allah mekânını cennet eylesin...”
Onun hayatı çok yönlü mesajlarla dopdolu. Şahidim: Salim Öğüt kardeşimi önce S.Arabistan, sonra İstanbul’daki yıllarımızda aynen böyle biri olarak tanıdım… Evet, “O” farklı bir âlimdi, “Âlimin ölümü, âlemin ölümü” denen âlimlerdendi… Allah cennette de bizleri beraber eylesin… Âmin…